Φ Muallim-i Âli Gönderi tarihi: 27 Nisan , 2008 Yazar Gönderi tarihi: 27 Nisan , 2008 Allah’ın ilk olarak yarattığı şey nedir? Cenâb-ı Hak, insanlığın babası Hz. Âdem'i yaratmıştı. Başını kaldırıp bakan Âdem (a.s. ), Arş-ı A'lâda muazzam bir nur ile bir isim yazılı gördü: "Ahmed." Merak edip sordu: "Ya Rabbi, bu nur nedir?" Allah Teâla buyurdu: "Bu senin zürriyetinden bir peygamberin nûrudur ki, onun ismi göklerde Ahmed ve yerlerde Muhammed'dir. Eğer, o olmasaydı, seni yaratmazdım!" 1 İmanımızla kabul ettiğimiz bu muazzam gerçeği, milyarlar sene sonra gelen o nûrun sahibi de, bütün açıklığıyla ifade buyurmuşlardır. Bir gün Ashabdan Abdullah bin Câbir (r.a.), "Yâ Resûlallah," dedi, "bana, Allah'ın herşeyden evvel yarattığı şey nedir, söyler misin?" Şu cevabı verdiler: "Herşeyden evvel senin Peygamberinin nûrunu, kendi nurundan yarattı. Nur, Allah'ın kudreti ile dilediği gibi gezerdi. O zaman ne Levh-i Mahfuz, ne kalem, ne Cennet, ne Cehennem, ne melek, ne semâ, ne arz, ne güneş, ne ay, ne insan ve ne de cin vardı." 2 Semâyı bütün haşmetiyle aydınlatan nûr, sonra ilk olarak Hz. Âdem'in alnında parladı. Sonra peygamberlerden peygambere geçerek İbrâhim'e (a.s.) kadar geldi. Ondan da oğlu Hz. İsmâil'e intikal etti… 1. Kastalanî, Mevahibü'l-Ledünniye: 1/6. 2. Kastalanî, Mevahibü'l-Ledünniye:1/7 Salih Suruç Alıntı
Φ Tengeriin boşig Gönderi tarihi: 27 Nisan , 2008 Gönderi tarihi: 27 Nisan , 2008 Hıristiyanlığın bir propagandası vardır: "Tanrı'nın senin için bir planı var, sen ona inanmasanda, o sana inanıyor..." der... Konstantine adlı filmde buna çok güzel bir cevap vardı: "Tanrı'nın bir planı falan yok... Tanrı küçücük bir çocuk..." İslamiyet, Hıristiyanlık ve Yahudilik aynı İbrani kökenlere sahipler... Bakalım mı? Allah niçin kullarını bir yaratmadı? Kimini kör, kimisini topal olarak yarattı?Bu soruya iki şekilde cevap vermek mümkündür: 1- Allah mülk sahibidir. Mülkünde istediği gibi tasarruf eder. Kimse Ona karışamaz ve Onun îcâdına müdâhale edemez. Senin zerratını yaratan, terkibini düzenleyip insanî hüviyeti bahşeden Allahtır (c.c). Sen bunları sana lûtfeden Allaha daha evvel bir şey vermemişsin ki, Onun karşısında bir hak iddia edebilesin.. Tanrı ya 1-5 yaşlarında küçücük bir çocuk... Ya da Ergenliğe yeni girmiş bir Teenage/Ergen (13-19yaş arası) Neden mi? Çocuklar doğumlarından hemen hemen 5 yaşına kadar (değişebilir) herşeyin kendileri için varolduğunu sanırlar... Hiç kimse onlara karışamaz... Kendi canı çikolata istiyorsa, mutlak diğer insanların canı da aynı şekilde istiyordur... Annesi ona bakmak için vardır... Babası oyuncak getirmek için vardır sadece... Eline aldığı oyuncak üzerinde ya da eline geçen herşey üzerinde sonsuz tasarruf sahibidir... İsterse kırar, isterse atar... Oyuncak ayısını, pokemonlarını istediği gibi dağıtabilir ona göre, kimsenin hesap sormaya hakkı yoktur... Herşey onun içindir ne de olsa... Ayıcığı, o istediği zaman yemek yiyecektir... O istediği zaman uyuyacaktır... Ya da Ergen... Dünya onun etrafında döner, evren onun etrafında döner... Herkes onu arzuluyordur, ona ulaşmak için çabalıyordur ya da çabalamalıdır... Herkesin ilgisi onun üzerindedir sanki ama değilse bile öyle olmalıdır... En çok o önemsenmelidir, başkası değil... Ona ait şeyler, ona aittir... Kimse karışamaz... Bedeni de kendisinindir, istediğini yapabilir... Çocuk Ben Merkezciliği ve Ergen Ben Merkezciliği'ni biliyordum... Artık yenisini de öğrendim: "Tanrı Ben Merkezciliği..." Tanrı niçin bahsettiğin kadar bencil Muallim Ali? Neden kendisini bu kadar üsteliyor? Diğer bir insana ders olsun diye, niye diğer bir insanı sakat yaratıyor? Tanrı'nın oyuncakları mıyız biz Ali? Yoks "İnsan"mıyız ve birer onurumuz mu var? Onur denebilen bir kavram mı yarabiliyoruz ne!? "İnsan Olmak" "Oyuncak Olmak" Aradaki farkı biliyorsun değil mi? Sen hem kendinden bir süret yarat, Hem de onu sakatlıklarla diğerlerine ibret kıl... Sağlıklı bir insan olup "Tanrı seni ibret olsun diye yarattı diğerlerine, senin üzerinde hak sahibi O'dur, seni o yarattı çünkü!" demek çok kolay biliyor musun? Sen hiç Sakat oldun mu Muallim Ali? Hiç bir sakat ile aynı ortamda yaşadın mı? Hiç bir sakatın yüzüne "Tanrı seni, ben senden ibret alayım diye yaratmış!" denildiğinde, neler hissettiğini gördün mü Muallim Ali? Acaba sen hiç Sakat kaldın mı? Emin ol ki "Üzerinde tasarruf sahibi olan Allah'tır, istediğini yapar. Mutlaka mükafatı vardır!" düşüncesi, hiç bir sakat için teselli değildir... Aksine bu düşünce, bence utanmazlığın daniskasıdır... İnsanoğlunun varabileceği pişkinlik sınırının bile ötesindedir... Sakatlar kendilerine acınmasını istemez, anlaşılmak isterler... Sen hiç bir sakatı anladın mı Aliciğim? Sen Tanrı'ya ne verdin de sağlıklısın Ali? Ya da Tanrı seni niçin sağlıklı yarattı? Ödemen gereken bir borç mu var? Yoksa bu kadar pragmatik bir Tanrı'nın, bu kadar bencil bir Tanrı'nın alacağı olmadan, bir insanı sağlam yaratmasının imkanı yok... Kaç kere sorguladın Tanrı'nı Muallim Ali? Bu bedeni ben istemedim Tanrı'dan değil mi? Ama bana verdiyse bu bedeni, başkasına tam ve bana eksik verdiyse nedenini sorarım... "Hesap soramazsın" diyenin de alnını karışlarım... Sen hiç başka insanların sana ömür boyunca bir acuzeymişsin gibi bakmalarının ne demek olduğunu tattın mı Muallim Ali? Hiç dışlandın mı sakatsın diye? Senden 3 metre ileriden kaçarak yürüyen oldu mu hiç? Yanına yaklaşmaktan çekinen oldu mu Aliciğim? Hiç "Aaa bak sakat adam, ay yazıııkkkk... Bak şımarırsan Allah seni böyle yapar!" denildi mi senin arkandan Ali? Hı!? Denildi mi? Sen hiç ibret alındın mı Ali? Sen kusurlu olmak ne demek biliyor musun Ali? Ne demek "Senin ona karşı ne hakkın var ki?" demek, ne demek? Hani bu kapı Hak kapısıydı Ali? Hani bu kapı Adalet kapısıydı? Babanın oğlu, Oğulun baba üzerinde hakkı olduğunu söyleyen Tanrı Sıra kendisi ile yarattıklarına gelince mi kaytarıyor? Sen hem yaratacaksın, hem de "Bana hesap soramazsın!" diyeceksin... Yaratıpta çayıra saldığı insanoğlunun kendisinden hesap sormasını yasaklayan bir Tanrı, Dölüne ekmek getirmeyen bir babaya, çocuğunun, rızkının hesabını sorması gerektiğini Hangi yüzle isteyebilir? "Dikkat et, senden daha aşağı yaratıklar var!" demişsin değil mi Ali? Hangi yaratıklarmış Ali onlar? Arı mı? Sen hiç polenden bal yapabildin mi? Zekan olduğu halde, aletsiz... Kelebek mi senden daha aşağı? Sen hiç tek başına uçabildin mi? Ya da kelebek kadar güzel olabildin mi? Ali hani bu kapı canların hakkı kapısıydı? Sen nasıl diğer bir yaratılanı, diğer bir canı kendinden aşağı görebilirsin? Sen hiç sinek kadar kanat çırpabildin mi Ali? Tanrı insanın ayağını aldığında ona ne veriyor sana söyleyim mi? "Öteki dünya da mükafat" HAYALİNİ veriyor... Bu dünyada ömür boyu çekeceği "Aaaa, bak topaallll!" nidaları veriyor ardından... Koşamamayı veriyor mesela... Hoplayamamayı veriyor ardından... Eve ekmek getirememeyi veriyor... Başkalarının eline muhtaç olmayı veriyor... Başkalarına ibret olmayı veriyor, ki en düşürücüsü de bu zaten... Öteki dünya mükafatıymış... Ali hala anlamadın mı? Cennet te, Cehennem de sensin... Burada, dünyada... Huzurda Cennet... Acıda Cehennem... Hayatta kaç sakat insanlar aynı ortamda yaşadığını çok merak ediyorum... Kaç kere sakat kaldığını da merak ediyorum... Ya da hiç sakat doğdun mu, bunu çok merak ediyorum... Sen şu saydığın uydurmaları telkin etme bakalım bir sakata... Onu bu şekilde koşullama bakalım... Onu kandırma bakalım, sonucu ne oluyor? Sen hiçbir sakatın gerçek hislerini bilemezsin tamam mı? İstediği kadar Tanrı'ya inansın, tevekkül etsin, öteki taraftan mükafat umsun... Her zaman içersinde bir nefret vardır... Her zaman içersinde bir reddediş vardır... Sadece öyle bir koşullanmıştır ki, bu din denilen şey beynine öyle bir çakılmıştır ki, Senin gibiler onu öyle bir kandırmışlardır ki, "Kusurunun doğal olduğunu" doğal olarak kabullenmek yerine "Bir acuze" ama "Tanrı'nın lütfedipte yarattığı, can verdiği bir acuze" olmayı benimsemiştir... Ona öyle bir Tanrı korkusu vermişsinizdir ki, O Tanrı'nın olmadığını anladığında, Göreceksinizdir sizden ve bu diktelerinizden ne kadar nefret ettiğini... Bana sakat insanları anlatmayın tamam mı? Sakat insanların üzerinden de inanç pazarlamacılığı yapmayın... Prim yapmayın... "Her işte hikmeti vardır, Abes fiil işlemez Allah. . " Senin Fethullah Gülen hocan bu kadarlık bir adam işte... İnandığı şeyi sakat insanların sırtından pazarlayacak kadar düşebilen birisi... İnsan onurunu ayaklar altına alabilen birisi... Ağlaya ağlaya milleti kandıran birisi... Eğer senin Tanrın, bu anlattıkların doğrultusunda yaratmışsa sakat insanları, Yapabileceği en abes şeyi yapmıştır... Hatta öyle ki, o sonsuz gücü ile en abes şeyi yapmaya çabalasa Bundan daha abesini yine beceremezdi... (Bakın buradan da "Tanrı kendinden büyük bir gücü yaratabilir mi?"ye koşut bir soru daha çıkar.) Daha ağır laflar ederdim ama ne yazık ki kızgınlığma yenilmek istemiyorum... "Saygılarımla" diyeceğim ama ne yazık ki, Bu yazılanları söyleyene de, Düşüncelerine de, Ve sakat insanların sırtından prim yapmaya çalışan bu inançlarına da saygı falan duymuyorum... Hiç kimse kusura bakmasın... "Sakat" kelimesini çok kullandığım için üzgünüm ve önlerinde saygıyla eğiliyorum... Zira aslında onların doğal varlıklarının bir sonucu bu, kesinlikle kimsenin bir diğerinden yok farkı... Kimse hiç kimseye ibretlik değildir... Alıntı
Φ Muallim-i Âli Gönderi tarihi: 27 Nisan , 2008 Yazar Gönderi tarihi: 27 Nisan , 2008 Tesadüf mü Tevafuk mu Kâinat, Allah'ın kudret kalemiyle yazdığı muhteşem bir kitaptır. Bu kitap, baştan sona hikmetlerle doludur. Hiçbir yerinde bir abes, bir fazlalık söz konusu değildir. Kur'an'ın bildirdiği gibi "Çevir gözünü, bir bak! Herhangi bir kusur bulabilir misin? Sonra bir daha, bir daha çevir. Gözün yorgun ve mahrum olarak sana geri dönecektir " (Mülk, 3-4) Bu gerçeğin en güzel bir misali, insan vücududur. İnsan vücudunda, görevi olmayan hiç bir uzuv yoktur. Sadece karaciğer, dört yüzden fazla görevi başarıyla yürütmektedir. Kâinatta meydana gelen olaylar, tamamen Allah'ın kudreti ve tasarrufu iledir. Mesela, biz yağmurun yağdığını görürüz. Gerçekte ise, yağmur yağdırılır. Rüzgarlar rastgele değil, Allah'ın emrine göre eserler. Hiçbir olayda tesadüf yoktur. "Tesadüf, ancak cehlimizi örten bir perdedir." (Sözler, s. 632) Bizim tesadüf olarak gördüklerimiz, hakîkatta Allah'ın tasarrufudur. (Yazır, IV, 2802) Mesela, siz evinizde otururken, birden içinize dışarıya çıkıp dolaşma hissi doğsa ve çıktığınızda sokakta, yıllardır görmediğiniz bir dostunuzla karşılaşsanız, bu bir tesadüf, bir rastlantı değil; tevafuktur, ilâhî bir tasarruftur. Bediüzzaman'ın şu tesbiti son derece dikkat çekicidir: "Çok âdî (sıradan) perdeler içinde mühim işaretler verilir, ehli anlar." (Barla Lahikası, s. 313) Trafik işaretlerinden haberi olmayan birisi, polisin el-kol hareketlerine bir anlam veremez. Yoldaki işaretleri sadece seyreder. Fakat bilen birisi, o hareketlerden ve işaretlerden, sözlü birer ifade gibi mana çıkarır, istifade eder. Üstadımızdan tesadüfle ilgili bir ders: "Mesela, benim avucumda nohut, leblebi, üzüm, buğday gibi maddeler bulunsa, ben onları yere atsam, üzüm üzüme, leblebi leblebiye karşı sıralansa hiç şüphe kalır mı ki, elimden çıktıktan sonra, gaybî bir el müdahale edip sıralamasın. İşte, hurufat ve kelimat (harfler ve kelimeler) o maddelerdir, ağzımız o avuçtur. (Barla Lahikası, s. 65) Bu tarz tevafuklar, her şeyde bir kasıt ve iradenin cilvesi bulunduğunu, tesadüf olmadığını gösterir... "Hiçbir şey daire-i ilim ve kudretinden hariç olmadığı gibi, daire-i irade ve meşietinden dahi hariç değildir." (Kastamonu Lahikası, s. 65) Bediüzzaman bazı tefe'üllerini şöyle anlatır: "Bundan otuz sene evvel (I. Dünya Savaşı sonrası)eski Saîd'in ****** kafasına müthiş tokatlar indi. "Elmevtü hak" (ölüm haktır) kaziyyesini düşündü, kendini bataklık çamurunda gördü. Meded istedi, bir yol aradı, bir halaskar taharri etti. Gördü ki, yollar muhtelif, tereddüdde kaldı. Gavs-ı Azam olan Şeyh Geylani'nin (R.A), Fütûhu'l-Gayb namındaki kitabıyla tefe'ül etti. Tef'eülde şu çıktı: "Sen Dâr u'l-Hikmette iken, kalbini tedavî edecek bir doktor ara ." Acibtir ki, o vakit ben Dâru'l-Hikmeti'l-İslâmiye azası idim. Güya, ehl-i İslâm'ın yaralarını tedaviye çalışan bir hekim idim. Halbuki en ziyade hasta ben idim. Hasta evvela kendine bakmalı, sonra hastalara bakabilir. Sonra, İmam-ı Rabbanî'nin Mektubat kitabını gördüm. Elime aldım. Halis bir tefe'ül ederek açtım. Acaibtendir ki, bütün Mektubat'ında yalnız iki yerde "Bediüzzaman" lafzı var. O iki mektub, bana birden açıldı. Pederimin ismi Mirza olduğundan, o mektubların başında "Mirza Bediüzzaman'a mektub" diye yazılı olarak gördüm. "Fesübhanallah, dedim, bu bana hitab ediyor." İmam, o mektublarında tavsiye ettiği gibi, çok mektublarında musırrane şunu tavsiye ediyor: "Tevhid-i kıble et!" Yani, birini üstad tut, arkasından git, başkasıyla meşgul olma! (...)Cenab-ı Hakk'ın rahmetiyle kalbime geldi ki: Bu muhtelif turukların başı ve bu cetvellerin menbaı ve şu seyyaralerin güneşi, Kur'an-ı Hakîm'dir. Hakîkî tevhîd-i kıble bunda olur. Öyle ise, en âlâ mürşid de, en mukaddes üstad da odur." (Mektubat, s. 355-356) Görüldüğü gibi Bediüzzaman, Abdulkadir-i Geylanî ve İmam-ı Rabbanî'nin kitaplarıyla yaptığı tefe'ülde, haline uygun bir ders almış, hayatının akışına bir yön vermiştir. Bediüzzaman'ın ilk talebelerinden Sıddık Sabri'nin ayağında Bediüzzaman'da olduğu iki parmak bitişiktir. Bediüzzaman, bu talebesine gönderdiği bir mektubunda şöyle der: “Senin cisminde (ayağında) kardeşliğimin sikkesini gördüğüm zaman, bir hiss-i kable'l-vuku (önsezi) ile kalbime geldi: Bu zat, mühim bir vakitte bana çok ehemmiyetli bir kardeşlik edecek. Ve muvaffak oldun, yaptın.” (Kastamonu Lahikası, s. 30) İnanç ve itikad bakımından Allahın ilmini, iradesini ve kudretini reddeden materyalistlerin saplandığı tesadüf kelimesi tamamen inkara ve küfre götürdüğünden üstadımız bu konu üzerinde şiddetle durup ikaz ediyor. Fakat miraç risalesinde olduğu gibi “gözüne ve kulağına tesadüf eden” ve buna mümasil ifadeler aynı manaya gelmez. Buradaki tesadüf, Resulüllah (S.A.V) miraç merdiveniyle alemi gezerken kendi iradesinin dışında kendisinin kontrolü olmadan gözünün gördüğü kulağının işittiği kevni delil ve burhanlar için kullanılmıştır “Ben de kader-i İlahînin sevkiyle pek acib bir yola girmiştim. Ve pek çok belalara ve düşmanlara tesadüf ettim”. “Enes'e ferman etti ki: "Filân, filânı çağır. Hem kime tesadüf etsen davet et." Enes de kime rast geldiyse çağırdı.” ifadelerinde de esadüf bu manada kullanılmıştır. Aşağıda risalelerde geçen tesadüfle alakalı bazı cümleler yer almaktadır: “Tesadüf onun işine karışamaz." (S: 197) "Zelzele gibi vakıalar olan şu hâdisat-ı kevniye, tesadüf oyuncağı değiller." (S: 170) “Hangi tesadüf bu işlere karışabilir?" (S: 673) “Tesadüf ise, cehlimizi örten gizli bir hikmet-i İlahiyenin perdesidir" “Demek tesadüf yok, hâdisat başıboş gelmiyor, intizamsız değillerdir." (M: 349) “Fakat rububiyet-i âmmedeki daire-i esbab-ı zâhiriyede, ehl-i gafletin nazarında hikmeti ve sebebi bilinmeyen işlerde, tesadüf namını vermişler." (M: 379) “Karışık tesadüf karışamaz." (Ş: 45) “Evet fennî bir nazarla dikkat edilirse anlaşılır ki, o zerrenin hareketi, körükörüne, tesadüf eseri değildir." (İ: 57) “Âlemde tesadüf yoktur." (Ms: 243) “Bu tevafuk kat’iyen tesadüf değil." (B: 255 “Birincisi: Her şeyde -ne kadar cüz’î de olsa- bir kasd ve iradenin cilvesi bulunmasıdır; tesadüf, hakikî olarak olmamasıdır." (K: 65) En cüz’î işlerimiz de tesadüf değil, kasdî tevafuktur." (K: 221) “Gözümüzle bu latif tevafuktaki şirin inayet-i İlahiyenin cüz’î cilvelerini gördük ve anladık ki, kör tesadüf işimize karışmıyor." (K: 222) “Bu kadar kesret ve vüs’atle tesadüf olamaz." (STİ: 5) “Bu işler tesadüfî olamaz." (S: 35) “Demek ki, şu enharın nebeanları, âdi ve tabiî ve tesadüfî bir iş değildir." (S: 250) Doç. Dr. Şadi Eren Alıntı
Φ Muallim-i Âli Gönderi tarihi: 27 Nisan , 2008 Yazar Gönderi tarihi: 27 Nisan , 2008 Kadere İmanın İnsanın Psikolojik ve Ruh Yapısına Etkisi Kaderin kelime manası plân, program demektir. Nasıl ki bir ağacın plân ve programı çekirdeğinde yazılmıştır, yani kaderi tayin edilmiştir. Aynı şekilde bir binanın yapılmasından önce plân ve programı yani projesi yapılır, yani kaderi tayin edilir. İşte insanın da kaderi Levh-i mahfuz'da, yani İmam-ı Mübin'de, yani Kader Defteri'nde yazılmıştır, tayin edilmiştir. Burada bilinmesi gereken bir husus, cüz-i irade meselesidir. Cüz-i irade, küçük irade demektir. Bunu meyil (niyet) olarak da ifade etmek mümkündür. Herkes vicdanen bilir ki, hareket ve davranışlarını ayarlama ve yönlendirme meyil ve iradesi kendisinde vardır. İşte bu iradenin kullanma yetkisini (tasarrufunu) Cenab-ı Hakk insana vermiştir. Dolayısıyla bu cüz-i iradeyi kötü yönde kullanmadan dolayı insan mesul olmaktadır. Meselâ, 10 katlı bir apartmanda 1.katta yılanlar, 2.katta fareler, 3.katta çiyanlar, 4. katta Hz.Âdem (A.S.), 10. katta Hz. Muhammed (SAV) var. Asansörün başında bulunan kişi, bu katlardan hangisine gideceğine cüz-i iradesiyle karar verir. Neticesinden de mes'ul olur. İşte bütün peygamberlerin bir bakıma gayret ve faaliyetleri, insanlara bu asansöre doğru basmanın yolunu öğretmektir. İyiliği de, kötülüğü de yaratan Cenab-ı Hakk'tır. Şer'i yaratmak, yani kötülüğü yaratmak kötü değildir. Şer'i, kötülüğü işlemek kötüdür şer'dir. İnsan meyhaneye de, ibadethaneye de gitmeye niyet edebilir. Her ne tarafa gitmek isterse, gitme fiilini yaratan Cenab-ı Hakk'tır. İnsan o niyetinden dolayı mesuliyet alır. Cenab-ı Hakk'ın yarattığı her şey, ya bizzat güzeldir, ya da neticeleri itibariyle güzeldir. Bizim birtakım sebeplere bakarak bazı hadiseler hakkında “iyidir, kötüdür, adaletlidir, adaletsizdir” gibi değerlendirmelerimiz, hadiselerin sebep ve sonucunu bilmediğimizden genelde isabetli değildir. Tâbiri caizse, bizim yaptığımız iki saatlik bir filmin ortasında girip 15-20 dakika seyrettikten sonra o filmdeki kahramanlar hakkında fikir yürütmemiz ve hüküm vermemiz gibidir. Bizim iki saatlik hayat filmimiz haşirde sonuçlanacaktır. Dünyada çekilen bir takım sıkıntı ve meşakkatlerin ahirette cehennem azabından kurtulmaya ve ebedî Cennet'e girmeye, ya da Cennetteki makamın yükselmesine vesile olduğunu gördükten sonra o çekilen sıkıntı ve zahmetlerin haksızlık ve adaletsizlik değil, aksine Cenab-ı Hakk'ın bir lütfu, ihsanı, ikramı ve rahmeti olduğu, bu filmin sonunda anlaşılacaktır. İslâmiyet'te kader anlayışı geleceğe ait meselelerde değildir. Geçmiş hadiselerde ve musibetlerde kullanılır.Yani “Kaderimde öğretmen olmak varsa olurum” deyip evde oturamayız. Çalışırız, öğretmen olmanın sebepleri nelerse onların hepsini yerine getiririz. Sonuçta o arzumuza ulaşamazsak, “Kaderimizde bu yokmuş” deriz. Cenab-ı Hak, bizim fiillerimizi, yaptıklarımızı ve yapacaklarımızı biliyor. Cenab-ı Hakk'ın bizim fiillerimizi bilmiş olması, o fiilleri yapan bizi mesuliyetten kurtarmıyor. Zaten, “Madem Cenab-ı Hakk, ezelden benim ne yapacağımı biliyordu, benim ne kabahatim var?” Cümlesi tahlil edildiği zaman, yapma fiilinin bize ait olduğu gayet açıktır. Dolayısıyla, yapan biz olduğumuza göre başka suçlu aramaya gerek yoktur. Cenab-ı Hakk'ın bilmesi, geçmiş ve gelecek olarak ifade edilmez. Meselâ zaman olarak masanın bir tarafını kâinatın başlangıcı, diğer tarafını kıyametin kopması olarak kabul edelim. Ve masanın üstünü, 1. asır, 2. asır, …ve 22. asır gibi zaman dilimlerine ayıralım. Şimdi elimizde bir ayna farz ediyoruz. Masanın ortasına tuttuğumuz bu aynanın içinde 15-16.asırlar görülmektedir.14. asır ve öncekiler geçmiş, 17. asır ve sonrakiler bu aynaya göre gelecek asırlardır. Bu aynayı yükseğe kaldırdığımız zaman, hem 1.asrı ve hem de 22.asrı içerisine alır. Artık bu durumda, bu asırlarla alâkalı olarak geçmiş ve gelecekten bahsedilmez. Çünkü hepsi bir anda aynanın içerisindedir. İşte Cenab-ı Hakk'ta, böyle ayine misal, manzara-ı âlâ'dan geçmiş ve gelecek, kâinatın yaratılışı ve kıyametin kopması, Cennet ve Cehennem, olmuş ve olacak her şey, bir anda nazarındadır. Geçmiş ve gelecek sadece bize göredir. Dolayısıyla Cenab-ı Hakk bizim ne yaptığımızı ve ne yapacağımızı bir anda bilmektedir. O'nun bilmesi, yapma noktasında bize mecburiyet yükle-memektedir. Bu yüzden insan cüz-i iradesiyle yaptığı fiillerden tamamen mesuldür. Kaderi bir cümle ile özetlemek gerekirse, her şeyin Cenab-ı Hakk'ın bilgisi dahilinde olduğudur. Fiili biz yaptığımız için, O'nun bilmesi, bizi mesuliyetten kurtarmıyor. Burada dikkat edilmesi gereken çok önemli bir husus var. O da, insan bedeninin belli bir elektrik yükü kapasitesi ile çalıştığıdır. Bu bedene fazla elektrik yüklemiş olmamız, sigortanın atmasına sebep olur. Hadiseleri fazla düşünmek, hiddet ve öfke, bu elektrik potansiyelini yükseltir ve bir süre sonra vücutta kısa devreler meydana gelir, beyindeki düşünme sisteminde bir takım atlamalar görülmeye başlar. Daha da zorlanılırsa, beyin sigortası atar. Artık bundan sonra tamir ve tedavi için akıl hastanelerinin yolu tutulur. Böyle bir neticeyi önlemek, kader meselesinin iyi anlaşılmasıyla mümkündür. Kader meselesinin burada sigorta görevi görebilir. Şimdi sizler burada şöyle diyebilirsiniz: “Madem her şey kader ile takdir edilmiştir. Kısmetime razı olayım ki, rahat edeyim. Cenab-ı Hakk, benim rızkımı bir süre burada tayin etmiş. Ben bu rızkımı yemek için bir takım vesilelerle buraya geldim. O halde, ebedi hayatım olan ahiretimin kurtulması için neler yapabilirim?” Yoksa, “Ne yaptım da bu başıma geldi? Şöyle olmasaydı, böyle olmayacaktı” gibi itirazlar, kaderi tenkit olur. Kaderi tenkit eden başını örse vurur, kırar. Kaderi değiştiremez. Bu durumda başımıza geleni rıza ile karşılamak, kusurlarımız ve hatalarımızın affı için Cenab-ı Hakk'tan yardım dilemek olmalıdır. İnsanın ruh ve psikolojik âleminin düzelmesi, Allah'a teslim olup, tevekkül etmekle mümkündür. Yoksa her şeyi omzuna yüklemeye çalışırsa, sigortayı kısa sürede attırır. Sigorta atınca da bunun da kolay kolay tedavisi yoktur. TefekkürDergisi Alıntı
Misafir YARASA Gönderi tarihi: 27 Nisan , 2008 Gönderi tarihi: 27 Nisan , 2008 Muallim Ali, Kopyala-yapıştır'a biraz ara verip yöneltilen eleştirilere cevap versen de yazıların arkasında durduğunu/durabildiğini göstersen nasıl olur ha? Alıntı
Φ Muallim-i Âli Gönderi tarihi: 27 Nisan , 2008 Yazar Gönderi tarihi: 27 Nisan , 2008 Hikmet Üzerine HİKMET: “İşleri en doğru ve en uygun biçimde yapmak.” “Eşyanın hakikatından bahseden ilim.”, “Eşyada gizli İlâhî sırlar ve gayeler.” , “Amelle beraber ilim.” , “Faydalı ilim ve salih amel” , “İnsandaki akıl kuvvesinin istikamet üzere ve aşırılıklardan uzak olma mertebesi.” “Hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilmişse, şüphesiz ona pekçok hayır verilmiştir.Bunu ancak akıl sahipleri anlar.” (Bakara Sûresi, 269) Hikmet için değişik tarifler getirilmiş, farklı mânâlar verilmiş. Bunlar içerisinde en yaygını “sır, gaye, fayda” mânâsı. “Bu işin hikmeti nedir?” denildiği zaman,”bundan maksat ne, bilemediğimiz ne gibi gizli sırlar taşıyor?” mânâsı akla gelir. O halde, bir iş yapılacak ve ondan bir fayda hâsıl olacaktır ki hikmet tahakkuk etsin. Bu düşünce bizi hikmetin, “amelle beraber ilim” tarifine götürür. İslâm âlimleri, yalnız başına ilmi, hikmet kabul etmezler. İlimle amel edilmesini, bu ilmin fiiliyat sahasına konulmasını ve faydalı neticeler vermesini şart koşarlar. Eşyanın hakikatından ve gayesinden söz ettiği için felsefeye “ilm-i hikmet” deniliyor. Ama bir felsefeci bu çalışmaları sonunda ortaya insanların tatbik edecekleri bir hayat anlayışı, bir ahlâk düzeni koymuyorsa, sadece lâf ile oyalanıyorsa bu hakiki mânâsıyla hikmet değildir. “Hikmet: İlim ve onunla ameldir. Her ikisini cem edemeyene hakim denmez.” (Elmalılı Hamdi Yazır) Hikmetin “Nübüvvet” mânâsı da var. Peygamberlik müessesesi İlâhîdir. O Allah elçileri, kâinat kitabını hem okumuş, hem okutmuşlar ve insanlardan, Allah’ın emriyle, birtakım vazifeler istemişlerdir. Bütün eşyanın hikmetle yaratıldığını, herbirinin bir, hatta binler vazifesi bulunduğunu insanlık âlemine iyice bellettikten sonra, bütün bu mahlûkatın kendisine hizmet ettiği insanın büyük bir vazifesi olması gerektiğini, aksi halde bütün bu hikmetli eşyanın gayesizliğe, başıboşluğa ve hiçliğe hizmet etmiş olacağını kalblere iyice yerleştirmişlerdir. Onun için gerçek hikmet felsefede değil nübüvvettedir. Çünkü nübüvvet mektebinde ilimle amel birlikte okutulur. Ve bu mektepte eşyanın hikmeti, doğrudan doğruya, o eşyanın yaratıcısından öğrenilir. Tahmine, faraziyeye, şahsî ve indî görüşlere gerek kalmaz. Hakîm, Cenâb-ı Hakk’ın bir ismi. Eşyayı bütün sebep ve neticeleriyle, ve çok yönlü vazifeleriyle o takdir etmiş. O yaratmış. “Hiçbir şey yoktur ki Allah’ı hamd ve tesbih etmesin. Ancak, siz onların tesbihlerini fehmedemezsiniz (anlayamazsınız).” (İsra Sûresi, 44) Hâdiseler de böyle... Hastalık, musibet ve mağlûbiyet gibi hâdiselerin ince hikmetlerini kavramak aklımızın takat sınırını aşar. Nur Külliyatında eşyanın üç tane yüzü olduğundan bahsedilir: “Allah’ın esmasına ayine olan yüz”, “âhirete bakan yüz” ve “o mahlûkun kendi varlığına ve hayatına bakan yüz.” Biz hikmet denilince daha çok bu üçüncü madde üzerinde dururuz. Elmaya faydalı, dikene faydasız deriz. Birincideki hikmeti rahatlıkla okuruz, yahut okuduk zannederiz, ama ikincinin yanına yaklaşamayız. Sıhhat meyve, hastalık diken gibi gelir bize... Nefsimizin hoşuna giden her hâdise manevî bir meyve, hoşlanmadıkları ise birer diken. Ama bilemiyoruz, belki de biz o hoşlanmadığımız hâdiselerden daha çok fayda görmekteyiz. Sıhhatli insanın gaflet içinde yaşaması, hastanın ise durmadan Allah’ı zikretmesi ve O’ndan şifa istemesi bunun en güzel misali değil mi!? Kur’an-ı Kerim’de kâfirlere, zâlimlere, nankörlere verilen dünyevî nimetlerin gerçekte onların azabını artırdığı haber verilir. Ne müthiş bir ibret ve hikmet tablosu! Aynı nimet birini şükre götürüyor, diğerini küfre... Birisinin cennetteki derecesini artırıyor, diğerinin cehennemdeki azabını. Demek ki, o nimetin yaratılış hikmeti içinde cennet de saklı, cehennem de. Zannettiğimiz gibi, sadece bedenimize gıda ve enerji olmakla kalmıyor. Eşyayı mahiyetiyle, hakikatıyla ve bütün vazife ve gayeleriyle bilen ancak Allah’dır. O halde mutlak hakîm ancak O. “Kulun hikmetinin Allah’ın hikmetine nisbeti, onun Allah’ı tanımasının, Allah’ın kendi zâtını tanımasına nisbeti gibidir.” (Gazali.) Burada tefekkürün önemi çok daha iyi anlaşılıyor. Her varlığı, Allah’ın bir eseri bilerek ondaki güzellikleri, faydaları, san’at inceliklerini düşünen insan, İlahî marifette dereceler kat’eder. Bu tefekkür onu Rabbine yaklaştırır. Zira, bu iş nefsî değildir; dünyevî ve şeytanî de değildir. Rızaya uygundur; uhrevîdir, rahmanîdir. Burada hikmetin bir diğer tarifiyle karşılaşıyoruz: “Hikmet, ahlâk-ı İlâhiyye ile tahallûktur” yâni İlâhî ahlâk ile ahlâklanmak... Nedir İlâhî ahlâk? En kısa ifadesiyle, Kur’an ahlâkı... Allah’ın razı olduğu ahlâk... Allah, hiçbir şeyi başıboş yaratmamıştır, faydasız hiçbir icraatı yoktur. Ve insan, yaptığı işlerde malâyani dediğimiz, ömür tüketmekten öte bir işe yaramayan faydasız işleri terkettiği ölçüde bu sırra mazhar olur. Şu mahlûkat âlemindeki ince sırlar, sonsuz hikmetler, ancak Allah’ın malûmu. İnsan ise bu hikmetlerden kendi çapında birşeyler yakalamaya çalıştığı ölçüde bu sırra erer. Allah, kendisini tesbih eden bütün mahlûkatını, bilhassa bu vazifeyi en güzel şekilde yerine getiren mü’min kullarını sever. Kendisine şirk koşan, nimetlerini küfranla karşılayanlardan ise razı olmaz. İnsan da O’nun sevdiklerini sevmek ve O’nun buğz ettiklerine buğz etmekle bu sırdan nasiplenir. Misaller çoğaltılabilir. Demek ki, insanın hikmet ehli olması, Rabbinin razı olduğu bir kul olmasına bağlı... O’nu razı etmedikten sonra, O’nun yarattığı varlıkları incelemek ve bunların insanlara faydalarını araştırıp ortaya çıkarmak hikmet ehli olmak için kâfi değil... Kur’an’daki gizli sırları anlayan fakat hayatına tatbik etmeyen bir insan düşünelim. Bu insan âlimdir, ama hakîm değildir. Kâinat kitabını Allah namına okumayan ve ondan bu yönüyle faydalanmayan kimselerin hâli de berikilerden farklı değil... ... Ve Gazali’den farklı bir hikmet tarifi: “Hikmet, varlıkların en yücesini, ilimlerin en faziletlisi ile bilmektir.” Allah, ezelî ve ebedî ilmiyle kendi zâtını, sıfatlarını, fiillerini, şuunatını bilmekte. Bu mânâya göre, mahlûkat olmasa da Allah Hakîmdir... Hem de sonsuz Hakîm. İşte, marifetullah yolunda yürüyen, Allah’ı tanıma vadisinde ilerleyen insanlar, hikmetin bu mânâsından feyiz alırlar, nasiplenirler. Ve “İlâhî ahlâkla ahlâklanma” şerefinin, en ileri mertebelerine ererler. Bu mânâ başta peygamberlerde, sonra peygamber varisi olma şerefine ermiş büyük zâtlarda ve derecelerine göre bütün mü’minlerde hükmünü icra eder. Herkes, imanı, ihlâsı, ilmi, tefekkürü ölçüsünde bu büyük lütuftan nasiblenir. ... Hikmet, her sahada olduğu gibi tebliğde de en büyük esas... Hikmetsiz yapılan, yâni zaman ve zeminini bulmayan; şefkat esasına oturmayan; ilimden medet almayan ve en önemlisi, anlatılanları en ileri seviyesiyle yaşama şartından mahrum bir tebliğ netice vermez. Kur’an-ı Kerim’in, “İnsanları Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütlerle davet et” (Nahl Sûresi, 125) fermanı, İslâm’ın tebliğiyle vazifeli kimselerin hikmet üzere bulunmaları gerektiğini ders verir bize... Bu mânânın kemali Allah Resulü (a.s.m.) Efendimizde, sonra ashab-ı kiramında ve Peygamber varisi olma şerefine mazhar muhterem zevattadır. Prof. Dr. Alaaddin Başar Alıntı
Φ Muallim-i Âli Gönderi tarihi: 27 Nisan , 2008 Yazar Gönderi tarihi: 27 Nisan , 2008 Atâ, kaza ve kader münasebetleri CENAB-I HAKK’IN atâ, kaza ve kader namında üç kanunu var. Atâ, kaza kanununu, kaza da kaderi bozar hakikatinin izahı: Atâ, bir şey hakkında verilen kararın iptali ve hükmün kaza edilmekten afvedilmesi, şeklinde tarif edilmektedir. Atâ denilince, O Rahîm-i Kerîm’in ve Gafûru’r-Rahîm’in af ve ihsanı anlaşılır.Atânın kaza kanununu, kazanın da kaderi bozmasını şöyle açıklayabiliriz: Bir padişahın umumî kanunları yanında bir de belli günlerde tatbik ettiği af ve atâ kanunu vardır. Padişah o günlerde, suçlulardan bir kısmını afveder, diğer bir kısmının cezalarını hafifleştirir, bir kısım raiyetinin ise rütbelerini yükseltir ve maaşlarını artırır. İşte, daha önce umumî kanunla takdir edilen ceza, rütbe ve maaşlar bu atâ kanunuyla yürürlükten kaldırılmış olur. Meselâ, bir şakînin işlediği bir suça karşılık on yıl hapis yatması takdir edilmiş olsun. Atâ kanunuyla bu cezanın afvedilmesi hâlinde artık ceza infaz edilmez ve atâ, kaza kanununu bozmuş olur. Cezanın kaza edilmemesiyle de kader kanunu, yâni onun suçuna mukabil takdir edilen on yıllık hapis cezası bozulmuş olmaktadır. İşte, bu misâl gibi, insanların işledikleri günahlara karşılık, kendilerine takdir edilen uhrevî cezalar Cenâb-ı Hakk’ın atâ kanunuyla, yâni O’nun af ve ihsanıyla kaza edilmekten alıkonmakta ve böylece atâ kanunu, kaza kanununu bozmaktadır. Aynı şekilde, kazanın bozulmasıyla kader kanunu da bozulmuş, takdir edilen ceza değişikliğe uğramış olmaktadır. Diğer taraftan, atâ, kaza kanununun şümûlünden ihraçtır, denmektedir. Şöyle ki, bir günah için takdir edilen ceza küllî bir kanun iledir. Yâni, şu suçu işleyene şu ceza verilir, şeklindeki takdir, küllîdir. Söz konusu suçu işleyen bir kimsenin tövbe etmesi hâlinde, günahının affedilmesi ile kaza kanununun şümûlünden bir ihraç durumu hâsıl olmaktadır. Bu ise aynı zamanda, kader kanununun külliyetinden bir ihraç mânâsındadır. Yukarıda açıklamaya çalıştığımız kaide, kaderin değişip değişmediği sorusunu hatıra getirmektedir. Bu noktada şunu ifâde edelim ki, İlm-i İlâhî’nin değişmesi muhaldir. Ezelden ebede kadar olmuş ve olacak bütün hâdiseler gibi, atâ kanununun tatbikatı da o ilmin şümûlündedir. Bu kader değişmez. Değişiklikler Levh-i Mahv ve isbat’ta olmaktadır. Önce takdir edilen nice cezalar, daha sonra tövbe vesilesiyle ve atâ kanunu ile affedilmekte, Levh-i Mahv ve isbat’tan silinmekte ve kaza edilmemektedir. Nitekim bir âyet-i kerîmede şöyle buyurulmaktadır: “Allah dilediği şeyi mahveder ve dilediğini isbat eder. Nezdinde kitabın aslı olan Levh-i Mahfûz vardır.” (Ra’d 39) İlm-i Heyet Alıntı
Φ Muallim-i Âli Gönderi tarihi: 27 Nisan , 2008 Yazar Gönderi tarihi: 27 Nisan , 2008 Kalplerin mühürlenmesi ne demektir? Kalplerin mühürlenmesi , küfür ve isyana müptela olan kalplerin, imanı kabul edemez hale gelmeleri demektir. Allah Resulü (asm) buyururlar ki: “Her günah ile kalpte bir siyah nokta meydana gelir.” Şirk ise en büyük günah: “Allah kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz; bundan başkasını dilediği kimse için bağışlar.” (Nisa Sûresi, 48) Bu hadis-i şeriften ve âyet-i kerimeden anladığımıza göre, kalbi karartan en büyük siyahlık şirk, yani Allah’a ortak koşmaktır. Bir insan, şirki dava eder ve bu hususta müminlerle mücadeleye girişirse, her geçen gün kalbindeki bu siyahlık daha da koyulaşır ve genişlenir. Git gide bütün kalbi sarar. Artık o insanın iman ve tevhidi kabul etmesi âdeta imkânsız hale gelir. Üstadın ifadesiyle, “salâh ve hayrı kabule liyakati kalmaz.” İşte sözü edilen âyet-i kerime, Allah Resûlüne (asm.) cephe alan, onunla mücadele eden müşrikler hakkında nâzil olmuş ve o müşriklerin kalplerinde şirkin tam hâkimiyet kurması ve tevhide yer kalmaması, “kalp mühürlenmesi” şeklinde ifade edilmiştir. İşte kendilerine hidayet kapısı kapananlar, bu noktaya varan bedbaht gruptur. Yoksa günah işleyen, yahut zulüm eden her kişi için hidayet kapısının kapanması söz konusu değildir. Aksi halde, asr-ı saadette, daha önce putlara tapan on binlerce insanın İslâm’a girmelerini nasıl izah edeceğiz?!.. Şirke giren her insanın kalbi mühürlenseydi, hiçbir müşrikin Müslüman olamaması gerekirdi. Demek ki, kalbi mühürlenenler, tevhide dönmeleri imkânsız hâle gelenlerdir. Ve onlar, bu çukura kendi iradelerini yanlış kullanarak, şirki dava ederek, küfürde ısrar ederek düşmüşlerdir. Nur Külliyatında küfür iki kısımda incelenir: Adem-i kabul ve kabul-ü adem. Adem-i kabul için “bir lâkaytlıktır, bir göz kapamaktır ve cahilane bir hükümsüzlüktür,” denilir. Kabul-ü ademde ise küfrü dava etmek ve batıl itikadını ispata çalışmak söz konusudur. Bu ikinci gurup, küfür cephesinde yer alarak iman ehliyle mücadele ederler. İşte kalp mühürlenmesi, büyük çoğunlukla, bu gurup için söz konusudur. İlm-i Heyet Alıntı
Φ Muallim-i Âli Gönderi tarihi: 27 Nisan , 2008 Yazar Gönderi tarihi: 27 Nisan , 2008 Kader ve cüz’i irade nedir ve nasıl tarif edilebilirler? Kader: Kader, bir iman rüknüdür ve şöyle tarif edilmiştir: “Kader, Hak Teâlâ’nın, ezelden ebede kadar olmuş ve olacak her şeyin, her şeyini ve her hâlini, zamanını ve mekânını, sıfatlarını ve özelliklerini ezelî ilmiyle bilip, ona göre, takdir etmesidir.” Kaza ise, kaderde planlanan bir şeyin yaratılması, varlık sahasına çıkarılmasıdır. Cenab-ı Hak, her şeyi bir kaderle yarattığını bildirir. (Kamer, 49) Her şeyin hazinesi Allah katındadır. Ancak Allah her şeyi belli kaderle, belli bir miktarla gönderir. (Hicr, 21) Bu cihetten bakıldığında, kadere "İlahi program" denilebilir. Kâinatın altı devrede yaratılışından, insanın ana rahminde dokuz ayda teşekkülüne kadar her hâdise kaderi gösterir. Güneş sisteminden atom sistemlerine kadar her hikmetli tanzim, kaderi ilan eder. Elementlerin sayıları ve özellikleri, kaderden haber verir. Bitkilerin ve hayvanların cinslere, türlere ayrılmış olması, her türe farklı kabiliyetler takılması hep kader ile olmuştur. Meleklerin, hayvanların ve cansızların sabit makamlı kılınması, insanların ve cinlerin ise imtihana tâbi tutulması kader ile plânlanmıştır. Cennet ve cehennemin yaratılması, İlâhî ilim ile takdir edilmiştir. O menzillere hangi yollardan gidileceği de yine kader ile tespit edilmiştir. Kur`an-ı Kerim, her şeyin vücuda gelmezden evvel ve vücuda geldiğinde ve vücuttan gittikten sonra yazıldığını bildirir. (Bkz. Yasin, 12; En`am, 59; Sebe, 21; Kaf, 4) Tohumlar, çekirdekler, meyveler ve insandaki hafıza, bu gerçeği ispat ederler. İnsan, bir cihetle kaderin mahkumudur, bir başka cihetle ise, hür ve serbesttir. Yaratılması, erkek veya dişi olması, saçının rengi, boyu... gibi hususlarda her insan tamamen kaderin mahkumudur. Fakat fiilleri noktasında ise, hür ve serbesttir, dilediğini yapar, dilemediğini yapmaz. İşte, insanın sorumlu olduğu cihet burasıdır. Yoksa hiçbir insan boyundan, renginden hesaba çekilmeyecektir. İnsan, yaratılışı icabı, kadere inanmakla mükelleftir. Çünkü ölçüden, tartıdan anlamaktadır. Yapmaya karar verdiği bir evin odalarını bilerek takdir etmekte, yarını hakkında planlar kurmakta, hedefler tespit etmektedir. Cüz’i İrade:“Bir anda ancak bir şeye yönelebilen, iki şeye birlikte taallûk edemeyen irade. İnsan iradesi” İnsan bir anda ancak bir şey irade edebilir. İki kelimeyi birlikte söyleyemez, iki yöne aynı anda bakamaz, iki manayı birlikte düşünemez. Bu hale “teakubi” denilir. Yani, önce bir iş görülüyor, onu müteakiben bir başka iş görülmeye başlanıyor. İkisi bir anda ve birlikte icra edilemiyor. İnsan, kendi iradesine bırakılan işleri sırayla yaparken, bedenindeki yüz trilyon kadar hücrede sayısız faaliyetler birlikte görülüyorlar. Demek ki, insan bedeni, küllî bir irade ile tanzim ve idare edilmektedir. İnsan, cüz’i iradesini yerinde kullanarak âhiret menzillerinden cenneti tercih edebiliyor. O saadet yurdunun yollarını Cenâb-ı Hak İlâhî iradesiyle çizmiş, (“İman edilecek” “ibadet yapılacak” “zekât verilecek” “haram yenmeyecek” “kumar oynanmayacak” “yalan söylenmeyecek” “istikametten sapılmayacak” gibi.) fakat insanı bu iradeye uymakta zorlamamış. Nitekim Kuran-ı Kerimde “Dinde zorlama yoktur.” buyrulması İlâhî iradenin bu noktadaki en açık ve net bir ifadesidir. Cüz-İ İhtiyarî İhtiyar etme seçme manasına gelir. İnsan iki şeyden birisine meylederek onu yapmayı ihtiyar eder ve diğerinden vazgeçer. Yani, cüz-i ihtiyarinin esası, meyillerdir. İnsanın fiilleri, meyillerinden doğar. İhtiyar ve irade kelimeleri birbiri yerinde kullanılmakla birlikte aralarında az bir fark da vardır. İrade insan ruhuna takılan sıfatlardan biridir. İnsan gözüyle gördüğü, kulağıyla işittiği gibi, bu irade sıfatıyla da bir şeyi seçer ve ihtiyar eder. Yani esas olan iradedir, bu irade ile “ihtiyar etme, seçme” olayı gerçekleşir. İlm-i Heyet Alıntı
Φ Muallim-i Âli Gönderi tarihi: 27 Nisan , 2008 Yazar Gönderi tarihi: 27 Nisan , 2008 Yakîn Ne Demektir? İlmelyakîn, Aynelyakîn ve Hakkalyakîn Arasındaki Fark Yakîn, sözlük mânâsıyla "tereddütsüz, şüphesiz ilim." demektir. Daha geniş ve daha güzel bir başka tarif: "Birşeyi vakıa mutabık olarak itikad-ı sahih üzere şüphesiz bilmek." Bu tarifte, yakînin iki önemli mânâsı karşımıza çıkıyor. Birisi, bir şeyi gerçekte nasılsa öyle bilmek. Buna, "vakıa mutabakat" deniliyor. Diğeri itikad-ı sahih, yâni bu inançta zerrece şüphe etmemek. Meselâ, haşrin cismanî değil de sadece ruhanî olduğuna tam olarak inanan bir insan, yakîne erememiştir. Zira bu iman yakînin birinci şartını taşımıyor. Yanlış inanca ise yakîn denilmez. Yakînin üç ana mertebesi vardır: -İlmelyakîn, -Aynelyakîn, -Hakkalyakîn? Bazıları, "ilmelyakîn"i zayıf bir itikat zannederler. Halbuki bu mertebelerin her üçü de kâmil imanı ifade eder. Yakîn kelimesi üçünde de geçtiğine göre, her üç mertebe de "vakıa mutabık", her üç mertebe de "şüpheden uzak."İmanda, vakıa mutabakatı, yâni hakikata uygunluğu, kanaatimizce, şöyle anlamak gerekir: İman hakikatlerine Kur?an-ı Kerim?in bildirdiği gibi inanmak. Meselâ, Allah?a iman hususunda, Allah?ı bütün sıfatlarıyla bilmek. O?nu vacib, ezelî ve ebedî, mekândan ve zamandan münezzeh tanımak vakıa mutabıktır. Bütün mü?minler Allah?a böylece iman ederler. Yakîn imana sahip olanlarda iman, kulun fiil ve hâl âleminde daima tesirini gösterir. Meselâ, melâikeye her mü?min inanır. Melekleri Kur?an-ı Hakim?in bildirdiği gibi bilen bir insanın bu imanı vakıa mutabıktır ve şüpheden de uzaktır. Ama melekleri sözü edildiği zaman hatırlamak başka, her adım atışında, her söz sarf edişinde onları yanı başında bilmek daha başkadır. İşte bu ikincisi yakîn imandır. Bunda da üç ana mertebe ve her mertebede sonsuz dereceler var. İlmelyakîn, bir şeyin, bir hakikatın varlığını iki kere iki dört eder gibi kat?i bilmektir. O hakikatı, gördüğü yahut işittiği, kısacası his âlemine giren bir şeyi bilir gibi kat?i bilmek ise aynelyakîni ifade eder. Yine o şeyi yaşadığı bir hakikatın varlığını bilir gibi bilmek ise hakkalyakîndir. Meselâ, biz hâfızamız olduğunu ilmen ve yakînen biliriz. Ve bundan kesinlikle şüphe etmeyiz. Aynı şekilde, elimizin varlığını görerek, aynelyakîn biliriz. Bunda da kat?iyen şüphemiz olamaz. Bir de, hayatta olduğumuzu bilmemiz vardır ki bunu ne düşünerek, ne görerek değil, bizzat yaşayarak biliriz. Bu biliş ise hakkalyakîndir. Kâtibin varlığına yazının varlığından çok daha kuvvetle inanan her insan, kendi varlığına inanmasının çok üstünde bir iman ile Allah?ı bilecek, O?na iman edecektir. Yâni kendi varlığından şüphe etse bile yaratanından etmeyecektir. Bu noktaya gelen mü?min yakîne ermiştir. Risale-i Nur'dan bir hakikat dersi: "Gördüm, hissettim ve hakkalyakîn zevkettim ki; bekamın lezzeti ve saadeti aynen ve daha mükemmel bir tarzda Bâki-i Zülkemâlin bekasına ve benim Rabbim ve İlâhım olduğuna, tasdik ve imanımda ve iz?anımda vardır." (Lem?alar) Yâni, "Madem ki Allah?ın bekasına inanıyorum, öyle ise benim için artık hiçlik, yokluk, ayrılık düşünülemez. Zira O?nun ilminde bâkiyim. Bu dünya sahifesinden silineceğim diye zerrece müteessir olmam."O, bu ince hakikatı sadece keşfetmekle kalmıyor, bu mânâyı eşyayı görür gibi hissediyor ve ona garkolmanın safasını ruhunda, kalbinde olanca canlılığıyla yaşıyor. İşte Allah?ın bekasına hakkalyakîn iman budur. Bu mânâ, Allah?ın diğer sıfatları için de düşünülebilir, güzel ahlâkın bütün şubeleri için de. Şu nokta gözden ırak tutulmamalı: Allah?ın zatı bilinmez. İman ne kadar kâmil olursa olsun Allah?ın zatını hakkalyakin olarak bilmek mümkün değildir. Yakinin üç mertebesini, tahkiki imanın mertebeleri, yahut imana ulaştıran delillerin kuvvet dereceleri olarak anlamak gerekir. İlm-i Heyet Alıntı
Φ Muallim-i Âli Gönderi tarihi: 27 Nisan , 2008 Yazar Gönderi tarihi: 27 Nisan , 2008 Kader cüz'i ihtiyariyi nasıl te'yid ediyor? Kader ilim nevindendir. Ezelden ebede olmuş ve olacak her şey Allah'ın ilmindedir. Kaderin cüz'i ihtiyariyi teyid etmesi iki türlü anlaşılabilir. Birisi, insan kendi iradesini nasıl kullanacaksa Allah onu öylece bilmekte, öylece takdir etmektedir. Kader risalesinde ikinci mebhasta geçen yedi vecihten dördüncüsü bu manayı ders vermektedir. Bu teyidi şöyle de anlamak mümkündür: Allah, ilm-i ezelisiyle taşları cansız, bitkileri yarı canlı, hayvanları canlı, melekleri masum yaratmayı dilediği gibi insanı da cüzi-i irade sahibi yaratmayı dilemiş, o neyi dilerse onu yaratıp insanı böylece bir imtihana tabi tutmayı irade etmiştir. Kaderin ihtiyarı teyid etmesi insana ihtiyar verilmesinin de bir takdir olduğu şeklinde anlaşılabilir. Böyle anlaşıldığı taktirde yedi vecihten üçüncü ile dördüncü farklılık arz etmiş olur. Birinci açıklamamıza göre üçüncü ile dördüncü vecih aynı gibi görünüyor. İlm-i Heyet Alıntı
Φ Muallim-i Âli Gönderi tarihi: 27 Nisan , 2008 Yazar Gönderi tarihi: 27 Nisan , 2008 İstidrac ne demektir? Kerametten farkı nedir? Seyyid Şerif Cürcanî hazretleri, 'Tarifat' adlı eserinde kerameti şöyle tarif eder: "Peygamberlik davasında bulunmayan bir kimseden zuhur eden harikulâde hâl.” Tarifin devamında, "bu hâl, iman ve salih amel sahibi olmayan birisinde görülürse istidrac olur” diye ekler. İstidracın lügat mânâsı, "derece derece yükseltmek veya indirmek”tir. Istılahta ise, "bir kimseyi, kendi arzusuna göre bir noktaya kadar götürüp, sonunda felâkete atmak,” mânâsına gelir.İnsanın nail olduğu bir nimet, eğer onun hakkında hayırlı ise, bu ilâhî bir ikramdır. Eğer o nimet o şahsın kibrini ve isyanını artırırsa bu, ikram değil istidracdır. Bu konuda, Nur Külliyatında şöyle buyrulur: "Onların fenalıkta muvaffakıyetleri muvakkattır ve istidracdır, bir mekr-i ilâhîdir.” (Sözler) Allah, bazı isyankâr ve zâlim kullarına bu fenalıklarına rağmen, bolca ihsanlarda bulunur. İlk bakışta, bunun onlar için bir nimet olduğu zannedilir. Hâlbuki bu hâl onların kalplerini ilâhî hakikatlerden ve ahiretten iyice uzaklaştırması sebebiyle bir ikram değil, bir istidraçtır, bir mekr-i ilâhidir. Bu hakikati ders veren bir âyet-i kerime: "Kâfirleri fitneye düşürmek (imtihan etmek) için onlardan bir kısmına dünya hayatının ziynetleri olarak tattırdığımız şeylere sakın gözünü dikme. Rabbinin rızkı hem daha hayırlı, hem daha devamlıdır.” (Tâhâ Sûresi , 131) Bu âyet-i kerimeden mü'minin de alacağı çok önemli bir ders vardır: O da, "kendisine yapılan ihsanlarla gurura kapılmaması, bunun bir istidraç da olabileceğini düşünerek nefsinin kibirlenmesine fırsat vermemesidir.” Nur Külliyatında kerametle istidracın farkı anlatılırken şöyle buyrulur: "İstidrac (ise), gaflet içinde iken eşya-yı gaybiyenin inkişafından ve garib fiilleri izhar etmekten ibarettir.” (Mesnevî-i Nuriye) Allah'tan ****** olan bir bilim adamının kendi sahasında yeni keşiflerde bulunması, insanlar için gayb hükmünde olan o gerçekleri meydana çıkarması bir istidraçtır. Nur Müellifi, bu istidraç sahibinin, söz konusu başarıyı kendi nefsine isnat etmekle enaniyet yoluna girdiğini ve gurura kapıldığını kaydeder. Yaptığı keşfin, Allah'ın bir ihsanı ve ikramı olduğunun şuurunda olan bir bilim adamı ise Rabbine şükreder, asla gurura düşmez. İlm-i Heyet Alıntı
Φ Artropod Gönderi tarihi: 27 Nisan , 2008 Gönderi tarihi: 27 Nisan , 2008 Fakat asrımızda, bu safsatayı yeniden sergilemek isteyen bâzı kasıtlı simalara rastlanmaktadır. Bunların başında Fransız Charles Fourrier ve Pierre Lerou gelmektedir. Bunların her ikisi de katı birer sosyalisttir. İdeolojileri icabı, ruha inanmamaktadırlar. Buna rağmen, bu materyalistler semavi dinlerdeki âhiret inancını zedelemek kastıyla, tenasüh fikrine sarılmakta ve böylece sapık ideolojilerine malzeme hazırlamak istemektedirler. Bugün de, bu hurafeye rağbet gösterip onu yaymak, propaganda etmek isteyenler, maddeci tezgâhtarlardan başkası değildir. Eveeeet,şöyle bilelim önce kimlerin günah keçisi ilan edileceğini,ama hep aynı kişiler çıkıyor bu işlerin altından be ya.Şu sosyalistler yok mu şu sosyalistler.Bunların bir kökü kurumadı arkadaş.Alırlar bunlar Allah'dan hakimiyeti,halka malka vermeye çalışırlar.Dünyanın en büyük sorunudur şu kızıllar.Sizi hurafeci ******* sizi,siz misiniz Faithullah'a karşı çıkan?ABD'ye olmadık iftiralar atan?Hadi bakiyim,hadi ordan! Bütün semavi dinlerin akîde ve esaslarına zıt düşen tenâsüh fikrinin hiçbir ilmi dayanak noktası yoktur. Tenasüh fikrini iddia edenlerin sayısı, dünya nüfusu içerisinde istatistik (!) değerlendirmelere giremeyecek kadar azdır. A haaaa!İstatistik verileeeeer.Bir kafir sitesinden buldum bazı istatistikler,bakmak isteyen olursa şurada: -http://www.adherents.com/Religions_By_Adherents.html- Buna göre budistler 376 milyon,hinduistler 900 milyon,dinsiz imansızlar da 1.1 milyar. Ama biz hemen şöyle kıvıralım ve diyelim ki : ''25 Hinduist 1 Budist, 30 budist de 1 adam eder. Dinsizlere gelince hepsini toplasak 1 adam etmez Allah'ın izniyle.'' Bu iddiayı çürüten delillere geçmeden önce şunu belirtelim:Kâinatta yıldızlardan zerrelere kadar her bir varlık, her mahlûk mutlak bir irâdenin, kapsamlı bir ilmin, kahhâr bir kudretin tasarruf ve hâkimiyeti altındadır; bir düzenin esiridir. Yani, bütün varlıklar, Allah'ın tedbir ve tanzimiyle konup kaldırılmaktadır. Dünün mutlak ilim ve iradesiyle vazife görmektedir. O haşmetli güneşlerin, o uçsuz bucaksız sistemlerin, yaratıldıklarından bu yana "Mükemmel bir düzen ve hikmet ile bir saniye kadar şaşırmayarak hareket etmeleri ve vazife görmeleri" gösteriyor ki, ruhlar ve bedenler başıboş olamaz, bu düzene muhalefet edemezler. Ruhu, bu düzenin dışına çıkaran tenasüh iddiası, Cenab-ı Hakk?ın hikmetine tamamen zıt ve Allahü Azimüşşân'ın lütuf, kerem, ihsan ve inayeti gibi kutsi sıfatlarına büyük bir iftiradır. Gökadaların çarpışmaları,göktaşlarının başı bozuk şekilde oraya buraya düşmesi falan? Yahu sen de şimdi!Onlar şeytanlara atış taneleri be kardeşim,hiç mi birşey bilmiyon?Gökadaların da lafını etmeye değmez,ne ki,vardır Allah'ın bir bildiği! Evet, Cenâb-ı Hakk'ın hikmet ve rahmeti bu çirkin hurafeyi reddeder. İnsanı âleme halife ve sultan yapan, yer ve gökleri onun emrine veren, âlemin özü ve özeti olarak onu en yüksek yaratılışla, en mükemmel surette, en geniş kabiliyette yaratan Kudret-i İlâhiyye, bu mahiyetteki bir ruhu hiç, binler derece aşağıya düşürerek farelerin, köpeklerin, yılanların... daha ayıbı maymunların cesetlerinde dolaştırır mı? Çekilin ******* maymunlar,yemeyin muzlarımızı,bak hiç duyuyor mu?Ayıp yahu! Sizin varolmanız bile ayıp be!Eciş bücüş şeyler,görünmeyin gözüme! Kendisine, "Köpek" denildiğinde kızan insanoğlunun ruhunu, Cenâb-ı Hak hiç köpek cesedine sokup da oğlunun kapısına bağlatır mı? Yahut eşeğin bedenine sokup, oğlunu ona bindirir mi? Komedi dalında Nobel Ödülü var mıydı,bir araştırmak lazım. İnsanın mükerrem bir mahlûk olarak yaratıldığını, semâvât ve arzın, gece ve gündüzün, hayvan ve bitkilerin onun emrine verildiğini, küre-i arza halife tâyin edildiğini, "Ahsen-i takvimde, seçkin bir surette yaratıldığını, bir kısım meleklerin, onu gözetmek ve muhafaza etmek için çalıştırıldıklarını, bakî bir hayata mazhar kılındığını, mü'minlerin ebedî olarak Cennet'te, kâfirlerin Cehennem'de kalacaklarını bildiren Kur?ân-ı Mübîn de tenasüh iddiasını tamamen reddetmektedir. Herşey iyi de şu sivrisineklere ne kadar emrettiysem ters tepti.Onlar maymunlardan da büyük ayıp ediyor. Tenasüh iddiasında bulunan üç grup insan vardır: Bunlar, birkaç çocuktan, psikopat ve ideolojik düzenbazdan ibarettir. Birkeç çocuk, psikopat ve düzenbaz. Yerlerini belirlediyseniz hemen kıstırıp kurtaralım dünyamızı,namusumuzu. Bugüne kadar, sadece birkaç çocuk, başka cesetlerde yaşadıklarını iddia etmişlerdir. Halbuki, altı veya yedi yaşlarındaki bu çocukların sözleri, hukuk ve ilim açısından bir değer taşımaz. Çünkü, bunlar reşit değildirler. Kendi çocukluk dünyalarını yaşayan, henüz doğruyu yanlıştan ayırma yeteneği olmayan, hayâl ile gerçeği ayırt edemeyen çocukların sözleriyle bir iddia ispat edilemez. Zira, çevrelerini kendileriyle meşgul etmek, ilgilerini çekmek, itibarlarını yükseltmek, tanınmak ve "aferin" almak gibi birtakım psikolojik te'sirler altında kalabilirler. O halde, onların ciddiyetten uzak, hayâl mahsûlü konuşmalarının hukukî ve ilmî bir değeri olamaz. Zaten, tespitlere göre, kendilerine tenasüh isnat edilen bu çocukların, sayıları üç-beş kişiyi geçmemektedir. İşte, bütün tenâsühçülerin dayandıkları delil ve bağlandıkları ip bu çocukların ****** sözlerinden ibarettir. Yazar Efendi o kadar alim ki bir hokus pokusla binlerce insanı birkaç küçük çocuğa indiriverdi. Tenasüh fikrini kabullenen üçüncü grup da, belli bir ideoloji namına hareket eden samimiyetsiz ve kasıtlı kişilerdir. Allah'a ve âhirete inanmayan bir kısım dinsiz ve materyalist insanlar kasten, milleti ifsat etmek, dinî eğilimleri kırmak, umumî inanış ve inancı sarsmak için, para ve menfaat karşılığında uydurma olaylar hazırlamakta, üç-beş zavallıyı teyp gibi kullanıp, kamuoyunu bulandırmak istemektedirler. Bu konuda içiniz rahat olsun.Mehdi gelince hepsi kazanlarda kaynatılacak. Kâinatta her şey bir plân ve programdan çıkmıştır. Özenle dikilmiş bir elbise, nasıl ki, prova defterinden, terzinin ilim, ölçü, takdir ve maharetinden haber veriyorsa, kâinatta hikmetle yaratılan her şeyin ölçüsü, düzgünlüğü, ahenk ve estetiği ince ölçü ve düzeni de ?Ölçü ve denge? Kanunu?ndan haber verir; Hak Teâlâ'nın adalet, ilim, hikmet ve irâdesini gösterir. Pek ince bir nazarla kâinata baktığımızda, bütün eşyadaki güzelliklerin, uyumluluğun ve ahengin, ölçü ve dengenin, cazibe ve çekiciliğin, bu iki kanundan geldiğini görürüz. Çünkü, eşya arasındaki estetik ve güzellik, ince bir ölçüyü, hassas bir tartıya, maharetli bir takdir ve tâyine, yüksek bir uyum ve âhenge dayanmaktadır. Başımıza bir hal gelmedikçe mükemmeldir tabi canım herşey. İnsanın yaşamasına yardım eden bir kısım kanunlar vardır. Vücutta, yağ ve besinlerin parçalanmaları, enerjiye çevrilmeleri tam bir denge içerisinde olmaktadır. İnsanın erkek ve kadın olarak yaratılmasında bir ölçü ve denge mevcuttur. O ölçüyü tutturamayan organizmalar çabucak göçüverdiğinden unutuveririz biz de hiç yokmuşlar gibi.Erdişiler de ibrettir,şöyle bir bakıp dehşet içinde şükrederiz. Denge kanunu, her hayvan ruhu ile cesedi arasında da mevcuttur. Sâni-i Hakîm her ruha, mahiyet ve tabiatına uygun bir ceset giydirmiştir. Meselâ, koyunun cesedi uysal ruhuna ne kadar uygundur. O ruh, arslanın kafasını taksa, pençesini de alsa canavar olamaz. Bunu Dr.Frankenstein'a sormak lazım,hemen karar vermeyelim. Her türün rızkı, o nevin şahsiyet ve hüviyetine, kadr ü kıymetine göre tâyin ve taksim edilmiştir. Cenâb-ı Hak, şuuru, idrâki ve konuşma kabiliyetini içeren en büyük hayat mertebesini insana verdiği için çokluk ve kalite itibariyle en müstesna, en lâtif, en gıdalı, en zarif nimetleri onun sofrasına sermiştir. Meselâ, tavuk yem ve darı ile yetinirken, insan tavuk ve yumurta yemektedir. Koyun, diken ve saman yerken, insan et ve süt ile beslenmektedir. Dünyada bile, davet ve kabullerde ?protokol? gözetildiğine göre, insana bu kadar önem veren Rezzâk-i Kerîm, elbette, onu insaniyet sofrasından alıp, bir başka hayvanın cesedine sokarak onun sofrasına oturtmaz. O'nun hikmet ve rahmeti, buna müsaade etmez. Ne edebiyat ama!Bir de sefillik içinde kıvrananlara bakmak lazım,onlar ne bulup ne yiyorlarmış. İşte tenasüh hurafesi, insanın mahiyetine, hakikatine ve ona verilen bu değere ters düşer. Elbette, insana bu kadar kıymet veren Hakîm-i Rahîm, onun ruhunu nihayet derece aşağı düşürüp rezil etmez, noksanlaştırmaz, hafife almaz. İnsanın ruhuna hizmet eden aciz bir hayvan cesedine sokmaz. Elmas kıymetinde yarattığı o ulvi ruhu kömür derecesine indirmez. Homo Erectuslar Homo Habilisler falan da arada kaçmış artık,maymun mu insan mı olsun derken. Akla gelen diğer bir muhal de şudur: Faraza, ruh hangi anne babayı tercih ediyorsa, onların çiftleşmesi anında, orada hazır bulunması gerekir. Acaba o anda ruhun nöbet yeri neresidir? Ruh kabirde bekleyip azap çekiyor da başka yerde mi bekleyemeyecek. Alıntı
Φ Artropod Gönderi tarihi: 27 Nisan , 2008 Gönderi tarihi: 27 Nisan , 2008 *********** Şimdi düşünelim: Acaba, bu iddiadan daha hurafe ve bâtıl ne vardır! Böyle bir iddia gericiliğin, yobazlığın, cehalet ve ön yargılılığın en katmerlisi değil de nedir? Hınç güdüsü yine iş başında,hurafe,batıl,yobazlık,cehalet!Siz misiniz İslam'a karşı gelen! Ve yine tenâsühçüler, bir ruhu günde birkaç bedene sokmakta, meselâ, sabahleyin bir keçide, ikindiye kadar öküzde, akşama kadar inekte yaşamakta, gece de maymun olarak yatırmaktadırlar. Tenâsühçülere göre, bugün ceylâna saldıran kaplan, belki de dün ceylân idi. Veya bugün bu safsatayı savunan tenâsühçü belki de dün bir yılan idi. Sakın, tenâsühçülerin zehirli fikirleri, yılanlık dönemlerinden kalmış olmasın?! Meydan boş!Hazır başlamışken yazalım yazabildiğimiz kadar. İlla sosyalizme karşı çıkacağım,ateizme karşı semavi(!) dinler ittifakı falan filan diye bu kadar edebiyat yapmanın gereği yoktur.Korkmayın,sosyalistler istatistiki verilere giremeyecek kadar ender yahu.Her materyalist sosyalist olacak diye bir kural da yok.Hınç ahlakı ile,mesnetsizlikle,'uydur uydur söyle' ile olmaz bu işler. Alıntı
Φ Tengeriin boşig Gönderi tarihi: 27 Nisan , 2008 Gönderi tarihi: 27 Nisan , 2008 Sayın Artropod ve Sayın Frambuaz Muallim Ali, anlaşılan işine gelmediği zaman cevap vermektense geçiştiriyor... Olsun... http://www.turkish-media.com/forum/index.p...st&p=689663 Biz yine de alıntılayalım bakalım, belki farkına varır... Alıntı
Φ Muallim-i Âli Gönderi tarihi: 27 Nisan , 2008 Yazar Gönderi tarihi: 27 Nisan , 2008 "Kesb-i şer şerdir; halk-ı şer şer değildir." Hayrı da, şerri de yaratan ancak Allah'tır. Lâkin hayra rızası var, şerre ise yok. Kaldı ki hayır ve şer dediğimiz, yapılan işin, işlenen fiilin Allah'ın emir ve rızasına uygun olup olmamasıyla ilgilidir. Yâni, bunlar fiilin kendisiyle değil, sıfatıyla alâkalıdır. Şöyle ki: Konuşma, görme, işitme, yürüme hepsi birer fiil. Hayır olsun şer olsun bütün bu fiilleri yaratan Allah'tır. İşlenen fiil, İslâm'a uygun ise ‘hayır', aksi halde ‘şer' olur. Zaten Allah'ın birliğine iman eden bir insan, O'nu bütün bu işlerin, bu fiillerin tek yaratıcısı olarak bilir. İnsan bir işi yapmayı sadece arzu eder ve cüz'î iradesini o işi yapmaya sarf eder. Neticeyi yaratan ise Allah'tır. Hakikat böylece bilinmezse ortaya şöyle bir tezat çıkar: Aynı fiil ‘hayır' olunca Allah tarafından yaratılır, aksi halde başkası tarafından. Bir misâl verelim: Görme fiilinin yaratıcısı Allah'tır. Göz fabrikası O'nun, ışık hammaddesi O'nun, görülen bütün eşya da O'nundur. O halde bir insan neye bakarsa baksın görmeyi yaratan Allah'tır. Baktığı helâl ise bu bakış "hayır" olur, haramsa "şer" olur. Hayrı da Allah yaratır, şerri de. Şerrin yaratılması şer değildir; şer olan, onu kesb etmek, yani şerri kazanmak, ona yönelmek ve onu irade etmektir. Rahman ismi gibi, Kahhar ismi de güzeldir; güzel olmayan, kahrı gerektiren isyanları işlemektir. Suç işlemek şerdir, ama suçluyu hapse atmak şer değildir. Dalâlet fırkalarından birisi olan Mutezile Mezhebinde, şerrin yaratılması, şer telâkki edilir. Buna göre, canilere ceza vermeyi şer kabul etmek gerekiyor. Bu imtihan meydanının bir gereği de, "kul, hayır olsun, şer olsun neyi isterse" Allah'ın onu yaratması değil midir? Hidayet yolunu tercih edenlerde Hâdi, yani hidayete erdirici ismi, sapık yollara girenlerde ise Mudıll, yani "dalâlete düşürücü" ismi tecelli eder. Birincilere yolun doğrusu gösterilmiş, ikincilere ise arzu ettikleri yanlış yol açılmış ve geçmelerine izin verilmiştir. Her iki isim de, her iki tecelli de güzeldirler. Güzel olmayan, hidayeti bırakıp dalâleti tercih etmek, onu istemek, ona yönelmektir. Nur Külliyatında bu hakikat açıklanırken enteresan bir misâl verilir: Ateş. Ateşin yaratılması şer değildir; ateşin binlerce faydası bunu ispat eder. Şer olan, ateşe temas etmek, onunla yangın çıkarmaktır. Ateş misâlinin hemen ardından söz şeytana getirilir ve şöyle buyrulur: "Şeytanların icadı, terakkiyat-ı insaniye gibi çok hikmetli neticeleri olmakla beraber, sû-i ihtiyarıyla ve yanlış kesbiyle şeytanlara mağlûb olmakla, ‘Şeytanın hilkati şerdir' diyemez." (Lem'alar) Bu misâlin en dikkat çekici yönü, şeytanın da ateşten yaratılmış olmasıdır. Demek ki, ateşe dokunmak gibi, şeytanın vesveselerine kapılmak ve ona mağlûp olmak da şerdir. Yoksa şeytanların yaratılması şer değildir. Zira, bütün manevî terakkilerin temelinde, nefis ve şeytanla cihat etmek yatar. İçeriden nefis, dışarıdan şeytan... Bu iki düşmanına rağmen istikamet yolunda giden insan, manen çok terakki eder. Onun ruh ikliminde nice çiçekler açar, nice meyveler yetişir. Demek oluyor ki, nefsin de şeytanın da yaratılmaları güzeldir; güzel olmayan, nefse uymak ve şeytana kanmaktır. İlm-i Heyet Alıntı
Φ Muallim-i Âli Gönderi tarihi: 27 Nisan , 2008 Yazar Gönderi tarihi: 27 Nisan , 2008 "Adalet-i mahza-i Kur'âniye; bir masumun hayatını ve kanını, hattâ umum beşer için de olsa, heder etmez. İkisi nazar-ı kudrette bir olduğu gibi, nazar-ı adalette de birdir." Mahz; "sırf, halis, katıksız, tam" gibi mânâlara geliyor. Buna göre, adalet-i mahza, "tam ve katıksız adalet, mükemmel adalet," demek olur. Adalet-i mahza, "Bir ferdin hakkını, bütün insanlar için de olsa, feda etmeyen adalet." şeklinde tarif edilir. Bu adalette, hiçbir kimsenin en küçük bir hakkının bile çiğnenmemesi esastır. Adaletin diğer şubesi olan adalet-i izafiye ise katıksız, tam değildir. Zira cemaatin menfaati için ferdin hukukunu nazara almaz. Adalet-i izafiyede ehven-i şer esas alınır. Bütün insanların zarara uğraması büyük ve küllî bir şer, bu zararın giderilmesi için bir insanın yahut küçük bir gurubun hakkının çiğnenmesi ise cüz'î bir şerdir. Küllî şerden kurtulmak için cüz'î şerri kabul etmek ise ehven-i şer ile amel etmek demektir ve adalet-i izafiyenin esasıdır. Adalet-i mahzada, bir şahıs kendi rızasıyla hakkından vazgeçmediği müddetçe, bütün insanların faydası için de olsa onun hakkı çiğnenemez. Meselâ, adalet-i mahzaya göre, bir şahsın rızası olmaksızın evi istimlâk edilemez. Bunun uygulanmasında ise bazen çok büyük zorluklar ortaya çıkar. İşte bu gibi zaruret hallerinde, adalet-i izafiye tatbik edilir. Ve o şahsın hukuku, umumun menfaatine feda edilir; rızası olmaksızın evi sökülür, istimlâk edilir. Bir âyet-i kerime : "Sizin yaratılmanız ve diriltilmeniz bir tek nefsin (kişinin) yaratılması ve diriltilmesi gibidir." (Lokman Sûresi, 28) Ve Nur Külliyatından bir hikmet dersi: "Adalet-i mahza-i Kur'âniye; bir masumun hayatını ve kanını, hattâ umum beşer için de olsa, heder etmez. İkisi nazar-ı kudrette bir olduğu gibi, nazar-ı adalette de birdir." (Mektûbat) Demek oluyor ki, bir insanı yaratmakla bütün insanları yaratmak nasıl ilâhî kudret için fark etmiyorsa, ilâhî adalet için de bir insanın hukuku bütün insanların hukuku kadar kıymetlidir. Ve o hukuku çiğneyen bir kimse, bütün insanlara zarar vermiş gibi olur. Nur Külliyatında meseleye orijinal bir yaklaşım daha getirilir. Bir müminin güzel sıfatları "masum insanlara", kötü sıfatları da "cani insanlara" benzetilerek adalet-i mahza bu sıfatlar âlemine tatbik edilir. Buna göre bir insanın bir tek sıfatı masum olsa, bütün sıfatları da cani olsa, o tek sıfatın hakkı diğerleri yüzünden zayi edilemez. O mümine düşmanlık beslendiğinde bu masum sıfat çiğnenip gideceğinden bu hâl adalet-i mahzaya uymaz. Konuyu çok önemli bir hükümle noktalayalım: "Fakat adalet-i mahza kabil-i tatbik ise, adalet-i izafiyeye gidilmez, gidilse zulümdür." (Mektûbat) İlm-i Heyet Alıntı
Φ Notamatik Gönderi tarihi: 27 Nisan , 2008 Gönderi tarihi: 27 Nisan , 2008 .. Boşig!! Sen bu alıntıladığım iletindekileri yazdın ya!! O yüzden; bir gün seninle bir yerlerde karşılaşırsam eğer; yapacağım ilk iş senin o güzel ellerini öpmek olacaktır. Seni seviyorum canım dostum. Yolundan hiç şaşma, doğru yol senin yönünde. Devam et. Yolunda en güzel güzellikleri göreceksin hep. İnsanlara din dersi vermek yerine; işte böyle insanlık dersleri vermek lazım. En güzel dileklerimle; saygılar, sevgiler. Alıntı
Φ Tengeriin boşig Gönderi tarihi: 27 Nisan , 2008 Gönderi tarihi: 27 Nisan , 2008 Boşig!!Sen bu alıntıladığım iletindekileri yazdın ya!! O yüzden; bir gün seninle bir yerlerde karşılaşırsam eğer; yapacağım ilk iş senin o güzel ellerini öpmek olacaktır. Seni seviyorum canım dostum. Yolundan hiç şaşma, doğru yol senin yönünde. Devam et. Yolunda en güzel güzellikleri göreceksin hep. İnsanlara din dersi vermek yerine; işte böyle insanlık dersleri vermek lazım. En güzel dileklerimle; saygılar, sevgiler. Ya yok Sayın Notamatik... El öpmek ne demek... Tokalaşırız olur biter... Yazımdan beni anladığınızı düşünüyorum... Ellerinizi sıkarım saygıyla... Umarım birgün karşılaşırız... Saygılarımla... Alıntı
Φ BrainSlapper Gönderi tarihi: 27 Nisan , 2008 Gönderi tarihi: 27 Nisan , 2008 boşigciim, Güzel yazı idi, ellerine sağlık. Saygılar, sevgiler. Alıntı
Φ Tengeriin boşig Gönderi tarihi: 27 Nisan , 2008 Gönderi tarihi: 27 Nisan , 2008 boşigciim, Güzel yazı idi, ellerine sağlık. Saygılar, sevgiler. Sayın BrainSlapper çok sağolun... Açıkçası ben Muallim Ali'nin vereceği cevabı çok merak ediyorum... Açıkçası bu alıntısının yükümlülüğünü taşıyabilip, konuyu kaynatmadan bir karşılık verebilecek mi çok merak ediyorum... Açıkçası, insan herşeye inanabilir ama inandığı şeyin nelere rağmen (insan onuruna rağmen) pazarlandığını keşfedebilecek mi, bunu çok merak ediyorum... Alıntı
Φ Artropod Gönderi tarihi: 27 Nisan , 2008 Gönderi tarihi: 27 Nisan , 2008 Açıkçası ben Muallim Ali'nin vereceği cevabı çok merak ediyorum... Açıkçası bu alıntısının yükümlülüğünü taşıyabilip, konuyu kaynatmadan bir karşılık verebilecek mi çok merak ediyorum... Açıkçası, insan herşeye inanabilir ama inandığı şeyin nelere rağmen (insan onuruna rağmen) pazarlandığını keşfedebilecek mi, bunu çok merak ediyorum... Doğrusu ben hiç merak etmiyorum Sayın Boşig.Bunca şeyden sonra,yazdıklarınızın muhatabı sayın forumdaşımızın verilmesi muhtemel cevaplarının kopyalanmamış,yüzde yüz kendi düşünceleri olacağına kim inanacaktır ki... Alıntı
Φ Tengeriin boşig Gönderi tarihi: 28 Nisan , 2008 Gönderi tarihi: 28 Nisan , 2008 Doğrusu ben hiç merak etmiyorum Sayın Boşig.Bunca şeyden sonra,yazdıklarınızın muhatabı sayın forumdaşımızın verilmesi muhtemel cevaplarının kopyalanmamış,yüzde yüz kendi düşünceleri olacağına kim inanacaktır ki... Muhtemelen ******* Hoca'ya E-Mail atmıştır bu konu ile ilgili ve ondan gelecek cevabı bekliyordur... Alıp Kopyala/Yapıştır yapacaktır yine Sayın Artropod... Alıntı
Φ Artropod Gönderi tarihi: 28 Nisan , 2008 Gönderi tarihi: 28 Nisan , 2008 Umarım e-mail atmıştır,yoksa telepati metoduna geçtilerse bizim de beyinlerimizi ele geçirme çalışmalarına girebilirler. Koskoca Said-i Kürdi Cemaati hurafeci Scientology Tarikatı'ndan geri mi kalacak? Alıntı
Φ Tengeriin boşig Gönderi tarihi: 4 Mayıs , 2008 Gönderi tarihi: 4 Mayıs , 2008 Umarım e-mail atmıştır,yoksa telepati metoduna geçtilerse bizim de beyinlerimizi ele geçirme çalışmalarına girebilirler.Koskoca Said-i Kürdi Cemaati hurafeci Scientology Tarikatı'ndan geri mi kalacak? Sayın Artropod... Ben bu sayfalardada bir sessizlik hissediyorum, size de öyle gelmiyor mu? Cevapsız kaldık sanki? Alıntı
Önerilen İletiler
Katılın Görüşlerinizi Paylaşın
Şu anda misafir olarak gönderiyorsunuz. Eğer ÜYE iseniz, ileti gönderebilmek için HEMEN GİRİŞ YAPIN.
Eğer üye değilseniz hemen KAYIT OLUN.
Not: İletiniz gönderilmeden önce bir Moderatör kontrolünden geçirilecektir.