Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

Ahmet AY

Φ Üyeler
  • İçerik Sayısı

    332
  • Katılım

  • Son Ziyaret

Ahmet AY tarafından postalanan herşey

  1. Sayın politika hayretler içerisindeyim, Siz yazılarımın başlığına bakıp karar veriyorsunuz. Ben yazının hiçbir yerinde "o kemikler ille de JİTEM'in gömdüğü kemiklerdir" demedim. O karargâhta kemiklerin bulunması yazılarımızla JİTEM cinayetlerini hatırlatıp bu vesileyle ülke gündemine taşımaydı. O kemikler "100 yıllık"mış diye JİTEM temize mi çıktı. Nasıl okuyorsunuz ve nasıl anlıyorsunuz gerçekten de anlamakta zorlanıyorum. Ha, 100 yıl önce seiko kol saati var mıydı? Bir de PKK'nın öldürdüğü söylenen albay ve tuğ generalin de PKK'nın değil "birileri"nce öldürüldüğü de aydınlanıyor. Acele etmyin bence. Çünkü JİTEM'in yaptıklarını hiçbir şey temizleyemez, ben yaşadım, ben gördüm... Saygılar...
  2. Evet, İşte bu kafayla tartışamam, çünkü ömrümde bir tek kere PKK sempatizanı dahi olmadım. Tam aksi JİTEM tarafından ölümle tehdit edildiğim gibi PKK tarafından da ölümle tehdit edildim. Ben Hem PKK hem de JİTEM cinayetleri var diyorum, siz sadece PKK cinayetleri var diyorsunuz. Fark bu; "Benim zalimim, katilim iyidir" diyorsunuz, ben de bütün zalimler ve katillerin yeri hapishanedir diyorum. Doğrusu büyük fark...
  3. Valla kusura bakmayın bu zihniyetle tartışamam...
  4. İbrahim GÜÇLÜ benim arkadaşım, o JİTEM'in dışında kalan cinayetlerle ilgili açıklama yapıyor. Hem PKK ve hem JİTEM'in cinayetleri ortaya çıkacak...
  5. JİTEM KARARGÂHLARINDAN ÇIKAN KEMİKLER 1990’ın ilk haftalarıydı. PKK eylemleri artıyor, Hizbullah PKK arasında gerginlik gittikçe tırmanıyordu. Bu durumu görenler tecrübelerinden hareketle güvenlikle ilgili farklı bir sürecin başlatılacağını hissedebiliyorlardı. Bu süreci önceden hissedenlerden biri de şimdilerde 70’li yaşlarında ve İstanbul’da yaşayan bir avukat akrabamdı. Diyarbakır’ın sevilen avukatlardan biriydi Kemal BİNGÖLLÜ. Amcazadem olur Kemal ağabeyim. Kendisinin fikirleri bana hep enteresan gelmiştir. Bazen bana “gençsin kanın kaynıyor, bir de dindarsın ‘bu kadar da olur mu’ diye düşünüyorsun. Evet, maalesef olu(yo)r” derdi. Kemal abiye uğramıştım. Sigara üstüne sigara yakıyordu, çok tedirgindi. Üçüncü sigarasını bitirmek üzereydi ki gözlerimin içine uzun uzun baktıktan sonra; “Ne diye geldin” sorusunu tuhaf karşılamıştım. Bunun üzerine; “Büroya değil, Diyarbakır’a” dedi. Abi, lütfen daha açık konuşur musun dedim. Biraz sessizlikten sonra derin bir iç çekip devam etti; “Dün akşam geç saatlere kadar Diyarbakır’ın çok yetkili bir idarecisi ile beraberdik. Bana, önümüzdeki haftalardan itibaren çok kötü şeyler olacak dedi.” Bu sözlerin ne anlama geldiğini tam olarak bilmesem de geçmişten beri yaşadıklarımızı bir film şeridi gibi gözlerimizin önünden geçirince “kötü şeyler”in ne demek olduğunu tahmin etmek zor olmamıştı. Ama sonradan olup bitenleri İblisin bile düşünmediğinden eminim. Kemal abi “ben burada kalamam, kimin ne yapacağı belli olmaz. Bence sen de Diyarbakır’dan ayrıl. Çünkü haksızlığa dayanmaz, konuşursun yaşatmazlar” diye tembihatta bulundu. O günden sonra JİTEM kendisini her yerde kan, gözyaşı, korku ile gösterdi. HAYATLARI KARARTAN BEYAZ TOROSLAR 1980’li yılların sonlarına doğru önceleri kontra olarak tanındılar, kontr-gerilla oldular. Ama asıl şöhretlerine! JİTEM adıyla kavuştular. Bundan tam 11 ay 23 gün önce (30 Ocak 2011) Doğu-Batı Kardeşlik Platformunun Diyarbakır’da gerçekleştirdiği 3 günlük çalıştayın sonuç bildirgesini platform sözcüsü olarak okumuştum. Basın açıklamamızı bugün itibariyle 15 kişinin kafatasları-kemiklerinin çıktığı eski JİTEM karargâhının bulunduğu Saray Kapı’daki İç Kale’nin dış kapısının önünde yapmıştık. Basın açıklaması öncesi adet gereği önbilgi olarak “bu mekânın her milimetre karesinin eski JİTEM’in zulmüyle inim inim inlediğini ve yapılan zulmü, işlenen cinayetleri unutturmamak için burada bulunduğumuzu” söylemiştim. Bugünlerde Türkiye, Tv’lerdeki “Diyarbakır’da eski JİTEM binasının bahçesindeki kazılarda insan kemikleri çıktı” haberiyle çalkalanıyor. TV’lerde günde saatlerce canlı bağlantılar-görüntüler ve röportajlar yapılıyor. II. Dünya Savaşı sonrası yenilenen “derin devlet” kimi zaman Kontr-gerilla, kimi zaman Özel Harp Dairesi ve bölgede de JİTEM olarak nevşü nema buldu. Kurucularının başta Korgeneral Hulusi SAYIN, Cem ERSEVER, Veli KÜÇÜK, Hüseyin KARA ve Aytekin ÖZEN olan örgüt kısa zamanda kontrol dışına çıkıp hem terör ve cinayetlere, hem çek-senet mafyalığına, hem uyuşturucu ve silah kaçakçılığına ve sevkiyatına imza attı. JİTEM, üst düzey subaylardan uzman çavuşlara, koruculardan, itirafçılara, devletin arama listesinde bulunan adi suçlulardan, aciz vatandaşa kadar geniş bir ekibe sahipti. JİTEM’in kurdurulmasının en önemli sebebinin devletin PKK ile mücadeledeki başarısızlığı olduğu görülür. JİTEM’i kuranlara göre: Siyasi iktidar ve muhalefet, kendi menfaatlerini önceliyor, PKK ile ciddi ve etkili mücadele için kanun, genelge ve yönetmelikleri düzenlemiyorlar, değiştirmiyorlar. JİTEM’e göre o gün bütün yöneticiler, hıyanet ve delalet içerisindeydiler. Devletin terörle mücadelede sonuç alıcı, mantıklı ve stratejik bir planı bulunmamaktadır ve sadece günü kurtarmaya yönelik mücadele yöntemleri uygulanmaktadır. Şimdiye kadar ele geçirilen PKK militanları, mahkemelerde ya serbest bırakılıyorlar ya da hafif cezalarla kurtuluyorlar. Bu sebeple yargı da PKK’yı zor durumda bırakacak kararları alamamaktadır. Bizim ülkemizin şartlarında eğitim alan askeri birliklerle, gerilla mücadelesi veren PKK karşısında başarılı olmak mümkün değil. Bu sebeple PKK ile savaşacak anti-gerilla güçlerine bir an önce sahip olmak için kollar sıvanmalıdır.” İşte bu anlayışla kurdurulan JİTEM, yıllarca Jandarma Genel Komutanlığı ve Genel Kurmay Başkanlığı yetkililerinin “böyle bir yapılanma/birim yoktur” dedikleri, ama bölgede yaşı müsait herkesin *********liklerini, cinayetlerini, uyuşturucu ticaretini gördükleri bir örgüttür JİTEM. Bölge insanının beyaz Toroslu, genellikle gerilla kıyafetli ama kâh spor, bazen de alelade kıyafetlerle gördükleri elemanlardı JİTEM’ciler. Yıllarca “JİTEM yoktur” diyenlerin son yıllarda “genellikle askeri bölgelerde yapılan kazılarda cesetlerin çıkmasını” nasıl açıklıyorlar merak ediyorum. Hoş ona da bir açıklama bulanlar olacak elbet ama ben yine de merak ediyorum. Herkes cellâdını tanır mı bilmem ama biz cellâtlarımızı “toroslarından” bilirdik. Beyaz renkli, kaderimiz gibi camları kapkara ve arka bagajının üstünde kalın antenleri bulunan “ölüm arabaları”. Toros otomobiller artık insanlarımız için “ölüm arabası, faili meçhul aracı” olarak biliniyordu. Çok azı dışında genellikle beyaz renk tercih edilmiş ve bununla âdete “kefeniniz” mesajı verilmek isteniyordu. Onun için ben toros diyeyim siz JİTEM&ölüm anlayın. Dedim ya, ölüm arabalarıydı beyaz toroslar. JİTEM hiç kimseden, hiçbir şeyden çekinmediği içindir ki araçlarını en net renkten seçmişlerdi. Hiç unutmuyorum, o yıllarda eve varışım biraz gecikmiş ise yaşlı annem balkona çıkar, çevrede beyaz toros var mı yok mu diye bakınıyormuş. Eve geldiğimde ise annem, “Ahmet çok rahattım biliyor musun? Çevrede beyaz toros görmedim” diye sevincini ifade ediyordu. Eğer bir sokaktan bir beyaz toros iki kere geçmişse bu kesin “uğursuzluk” addedilirdi. Zira o sokakta artık kötü şeylerin gerçekleşme vakti gelmişti. Evet, uydudan düşman mevzilerini bulan kurumlarımız seferber oldukları halde bulamadıkları JİTEM’i bölge insanı 7’den 77’ye herkes bilir, tanırdı. Bazılarıyla artık “akraba” gibi olmuştuk. Yolda aracın camını indirip en ağır küfürlerle hakaret edenler onlardı. Hitapları “l.n i.. p...” olanlar kesin JİTEM’cilerdi. “Ne bakıyorsunuz, alayım mı içeri k…” deyip korkutanlar onlardı, bakkaldan sigara alıp ücret ödemeyenler de, çarptığı arabalardan üstüne üstlük bir de hasar parası alanlar da bunlardı. Hayır, mala gelsin derdik ama cana daha çok geliyordu, canımıza kastetmişler gibi (“gibi”si fazla oldu, biliyorum, cümleyi bağlamam içindi o “gibi”) JİTEM ile ilgili anlatılan hiçbir hikâye “şehir efsanesi” değil. Kırsalda JİTEM’le ilgili dile getirilen hiçbir şey uydurma değil. JİTEM her yolu mubah görerek Makyavelizm’e rahmet okutacak bir anlayışla eylemlerini gerçekleştiriyordu. Bölgedeki zenginler arasında husumet olsun diye bir tuzakla varlıklı aileden birilerini öldürüp cinayeti diğer zenginin yakınlarına yüklerlerdi. Sonra onların ayrı ayrı korumalarını da üstlenip milyarlarca liralık servete sahip oluyorlardı. Bölgede ve özellikle Güney Doğu Anadolu Bölgesi ile Hakkâri, Şırnak illerinde JİTEM’i, eylemlerini, yaptıklarını bilmeyen yok gibiydi. Öyle ki hangi cinayetin JİTEM’e ait olup olmadığını rahatlıkla bilebilirdik. Ve JİTEM’in zulmü yerle gök arasını doldurduğu için onu kötülemek için hilaf-ı hakikat beyanda bulunmaya gerek yok. Mesela sabaha karşı alınıp götürülen Vedat’ların vücutlarına her türlü işkence uygulandıktan sonra yolun kenarına bırakıldığını duyarsanız şaşırmayın. Mesela Ali’lerin okul çıkışı beyaz torosa bindirildiğini ve cesedinin iki gün sonra kulakları, burnu, dili kesilmiş halde bulunduğunu duyarsanız asla yalan sanmayın. PKK ile ilgili davadan mahkemeye çıkarılıp serbest kalanların adliye kapısından çıkarken beyaz toroslara bindirildiğini, hâkimlerin savcıların veremedikleri cezaları JİTEM’in işkencelerle öldürerek verdiğini de az duymadık. Dürüstlüğüyle tanınan herkesin takdir ettiği bir arkadaşımdan duydum; “Yıl: 1993 sonbaharı, annem 2 gündür bizim balkona karşı kaldırımda aynı kişi olduğuna inandığı bir şahsı gösterdi. Annem söz konusu şahsın bazen kaybolduğunu, dönerken kıyafet değişikliği yaptığını söyledi. Bunu duyunca ben de takibe alma gereği duydum. Balkonumuzun altında bulunan ve alışveriş yaptığımız bakkala gidip şahsı görebilecek şekilde oturup dükkân sahibiyle sohbet ettik. Şahsın hareketlenmesi üzerine kalkıp uzaktan takip ettim. Faik Ali İlkokuluna varmadan şahsın, antenleriyle JİTEM aracı olduğu bilinen beyaz Toros otomobile bindiğini gördüğümde kötü şeylerin olacağını tahmin etmiştim.
  6. Wikileaks belgelerinin ortaya saçılmasıyla özellikle Ortadoğu’da “Arap Baharı” olarak adlandırılan yeni bir süreç başla(tıl)mış oldu. Üstelik artık dünya “Wikileaks öncesi ve sonrası dönem”i yaşamak zorunda kalmıştır. Burada bizi ilgilendiren boyut el an sıcak olan Suriye’deki halk ayaklanması. Zira Suriye ile geldiğimiz nokta ciddi boyutlarda. Öyle ki bugün yarın iki ülkenin karşı karşıya gelmesi söz konusudur. Komşularıyla sıfır sorunlu (hedefleri olan bir) ülkenin geldiği nokta “tüm komşularıyla sorun” ise -ki bunun tek sorumlusunun Türkiye olduğunu iddia etmek insafa sığmaz- bölgede çok şeyin değişeceğini kestirmemek basiretsizliktir. Arap baharının ilk günleriydi, ABD ’nin meydana gelen halk ayaklanmasıyla ne kadar ilgili olduğu soruluyordu. Yanımda ağzı sıkı olmayan! bir arkadaş; Her şey zor da, Suriye ne olacak sorusuna “galiba koridor açılacak” demesin mi? O günden sonra Suriye ile nasıl bir sürece gireceğimizi yakından takip etmek zorunda kaldım. Bundan bir ay kadar önceydi, İstanbul’da Suriye ile ilgili bir sohbette köşe yazarı bir dostum; “En geç Mart ayına kadar Türkiye bir şekilde Suriye sınırlarının ötesine girecek” dedi. “Neye karşılık” soruma, Musul, cevabını aldığımda; Dilerim iyi hesap yapılmıştır diye mırıldandım. Birkaç ay önce Suriye konusunu yazmış, o yazıda Müslüman dünyasının kaygılarını giderecek bazı müşkülatlara açıklık getirmeye çalışmıştım. Asıl mevzu, Suriye rejiminin değişmesiyle başta Filistin olmak üzere Lübnan Hizbullah’ı olumsuz etkilenir mi sorunuydu. Şahsen bu konuda o gün yazdıklarımın hala geçerli olduğu kanaatindeyim. Fakat asıl mesele Türkiye ile Suriye’nin karşı karşıya gelmelerinin doğru olup olmadığıdır. Suriye ile ilişkilerinde hükümetin izlediği politikayı biliyoruz. Söz veren Beşar ESAD, bunu kılını kıpırdatmadan geçiştiren de Beşar ESAD. (Bunu biraz karikatürize ederek Twitter’da “Sayın başbakan önce kardeşim Beşar ESAD, sonra başkan ESAD, daha sonra ESAD, en son BEŞAR diye seslendi. Yakında la BEŞO dediğinde kıyamet kopar” yazmıştım ve bu twit oldukça RT yapmıştı) Gelinen nokta Suriye Türkiye’nin bir müdahalede bulunacağını öğrenmiş oldu. Beşar ESAD ile başbakan R. Tayyip ERDOĞAN karşılıklı laflaştılar. Suriye çok küçük düşünüp önce Türk büyükelçiliğine saldırdı. Sonra bayrak yakma olayının ardından Hac’dan gelen hacı kafilesine bile saldırdı. Tabi bu gibi küçük hamleler sadece Suriye hükümetinin basitliğini gösterir. Anladığımız kadarıyla ABD -Fransa-Türkiye Suriye topraklarına bir müdahalede bulunacak ve buna karşı Musul petrollerinin güvenliği için Türkiye’nin Musul’a girmesine destek verilecektir. Ancak, burada tahmin edilen şey doğru ise çok ciddi bir sıkıntı ile karşılaşabiliriz. O da şudur: Eğer Türkiye Suriye Kürtlerini Irak Kürdistan’ı ile birleştirmeye çalışacak ise bunun altyapısının çok sağlam olmadığını bilmesi gerekir. Zira Suriye Kürtlerinin Güney Kürdistan ile değil, Mardin, Şanlı Urfa, Hatay illerindeki Kürtlerle yakın akrabalıkları söz konusudur. Yok, eğer Suriye Kürtleri Türkiye topraklarında saydığımız illerle birleştirilecekse (bakın ne kadar ürkeğim; Türkiye Kürdistan’ı diyemedim) o zaman plan tahmin ettiğimizden daha kapsamlı olmak durumundadır. Kürdistan bölgesel yönetimi ile Türkiye Musul petrolleri üzerinde mutabakat sağlamışlarsa PKK ile ilgili de Kandil’in silahsızlanması düşünülmüş olmalıdır işte, asıl soru(n) bu… Neyse bu sorunu başka bir yazıya bırakarak Suriye ile ilgili bugünlerde dile getirilen “koridor”un nasıl olabileceğine bakalım; Türkiye’nin Suriye’ye koridor açma konusunda ABD ve Fransa ile anlaşması askerin Suriye topraklarında –en azından orta vadede- kalması demektir. Bu durum Arap dünyasınca nasıl karşılanır faslını geçelim ve Türkiye’nin Suriye koridorunu büyük bir ihtimalle Kürtlerin yoğunluklu olarak yaşadıkları bölgeye doğru ve biraz daha içeri girerek açması söz konusudur. Bunu ABD ’nin 1991 Irak müdahalesi ile Irak’ın kuzeyinde oluşturduğu “uçuşa yasak alan” gibi bir bölge oluşturulacak. Çekiç güç vazifesini de Türkiye üstlenecektir. Bunu anladık anlamasına da bu Suriye ile bir savaş sebebi. Suriye de rejim değişikliğini de beraberinde getireceği kesin olan bu müdahale sonrası nasıl bir sonuç doğuracak? Çünkü kesin olan Suriye BAAS rejiminden kurtulacak, ama sınırlar olduğu gibi duracaksa… Bu da başka bir yazıda…
  7. İşte aramIZdaki fark, O davaya ilk eleştiriyi buraya BEN yazdım; "GENÇ OLMAK MUHALİF OLMAK DEMEK" OKUYUN ARAMIZDAKİ ADALET ANLAYIŞINI GÖRÜN.
  8. Siz öyle sanın, Darbecilerle oturup öcüler planlayanlardır onların çoğu.
  9. Demokrasi ve eşitliğe kininizi söylemişsiniz. Sizin eşitlik anlayışınız bizlerin köle edildiği eşitliktir. O dönem bitti. Her başlık sizin arzu ettiğinz başlıkla olmaz. Yüzlerce yazım var, o başlıkta da yazmışımdır. Okumamanız benim sorunum değil. Tarafla da gurur duyuyorum, Türkiye demokrasi ve insan haklarına kavuştuğunda tarih tarafı altın harflerle yazacaktır.
  10. O yurtsever dedikleriniz (aralarında pek azı masum olanlar hariç) darbe ve terör severdirler. Y. KÜÇÜK, PRİNÇEK, V. KÜÇÜK çok yurtseverler, öyle ki yurtsever yoldaşlarını bile sırf kaos çıksın diye canice vurdurtular. O yurtrseverler hesap verecekler, ille de hesap...
  11. Ben eşit değilim, Sizin anadiliniz okullarda bana zorla öğretildi, benim anadilim hala yasaklı. Ben hala "varlığımı Türk varlığına armağan" etmeye mecburum ya siz benim varlığım için ne yaptınız? bakın ne kadar eşitmişiz... Deniz Feneri davasının pis kokuları vardır. Bunlar ortaya çıkmalıdır ve ben de deniz feneri mağduruyum. Ancak davanın Ak Partiyi kamuoyu nezdinde yıpratmak için derin devleet tarafından abartıldığını düşünüyorum. Yine de Deniz Feneri davasının en şeffaf şekilde görülmesinden yanayım.
  12. Evet sayın politika, Dünya görüşü olarak %99 ayrıldığım Güler ZERE'yi burada yazdım, Yangınını yüreğimde yaşadıüım Madımak'ı burada yazdım. Peki siz Fadime ŞAHİN'i kaç kere yazdınız? Siz dindarlara mal edilen MUMCU cinayetini kaç kere yazdınız? JİTEM'İ, ETÖ'YÜ kaç kez yadınız? ben burada yani bu sitede yazdım diyorum, buyrun siz de yazdıklarınızı adres veriniz.
  13. Samimiyet sorgulanmaz, kişi kendisini sorguya da sigaya da çekebilir. Açıkça söylüyorum; Bütün insanlar eşit olsun, ülke herkesi kuşatan 1. sınıf vatandaş kılan bir anayasaya kavuşmalıdır. Bunun nersi başkalarına zarar verir. Kimse inancından, siyasi düşüncesinden, ırkından vs. dolayı dışlanmamalı. herkes en az benim kadar özgür olmalı diyorum. Bu insanlıktan nasibini yeterince almayanlar dışında kime dokunsun. Ahmet ŞIK konusun gelince, Ahmet ŞIK'ların tutuklanmalarına ilk tepki koyanlardan biriyim. Sonra mahkemenin elindeki belgeler, OdaTv MOSSAD ilişkisinden dolayı yargının acil, adil ve özgür süreci tamamlamasını istiyorum dedim. Bunun nersi yanlış olsun? Saygılar
  14. Sayın YILMAZ başkasını samimiyetini sorgulamak kendi samimiyetini sorgulatmaktır. Bu sebeple samimiyetimi sorulama kimsenin haddi değildir. Anayasadan ne bekliyorum? Eşit, adil, hakkaniyete uygun; yani kendisi için istediğini 74 milyon için isteyen bir anayasa bu sorunu çözer. Bu kadar basit. Ben sivil toplum olarak değil, tamamen sivil olarak bu hareketiç içindeyim. Tuhaf, beni bütün taraflar öteki tarafta görüyor; demekki doğru yoldaymışım; Hepsinden (doğrularda) hiç kimseden (yanlışlarda) Tarafım belli: annelerin gözlerindeki bir damla yaştayım.
  15. Anlıyorum, "bize ne akarsa aksın", işte bunu diyemiyorum. Farkım bu olsa gerek...
  16. Evet Sayın GeceKuşu, Sizin de iyi niyetiniziden şüphem yok ama anladım ki siz de "hele bekleyelim kan akacaksa aksın, ta ki millet "bireysel serüvenini tamamlayıp bilinçleninceye kadar" o zman durdurulur. İnşaallah yanlış anlamışımdır. Benim duygusallığımı dile getirişiniz doğru olup eksiktir. Çünkü duyguların akılla kolkola olması halinde "insanilik" daha anlamlı olur. Sadece duygu veya akıl eksik kalır. Saygılar.
  17. Keşke şu Ak Parti yi aşabilseniz de bu vicdani çağrıyı böyle tiye almasaydınız. Kan akıyor kayıtsız kalmayı vicdanıma sığdıramadım. ne diyelim yani, "Vurun öldürün bitse de bitmese de" mi? Bu çağrının yerine derde deva birşey koyun size uyalım...
  18. Sayın politika, Sizin hiçbir tutarlılığı olmayan yorumunuza yorum yapmayacağım.
  19. Van’da meydana gelen depremle birlikte depreşen, yeniden su üstüne çıkan kardeşlik duygularımız bazı kendini bilmezlere rağmen bizlere birçok şeyi hatırlattı. Bu coğrafyada yüzyıllardır nasıl kardeşçe yaşadığımızı, paylaşımlarımızı, dostluklarımızı ve insani değerlerimizi unutmaya başladığımız anda yerin derinliklerinden gelen bir sarsıntıyla yeniden özümüze döndük. Van’da küçük Yunus’un az sonra cansız kalacak olan bedeninin üstündeki göçüğe rağmen enkazın dışına nasıl umutla baktığını gördük hep beraber. Yunus hayatını kaybettiğinde hep beraber ağladık! Yunus’a nasıl üzüldüysek minik Celal’in annesiyle beraber hayatını kaybedişi ve babası Özgür Uzman Çavuş’un üzüntüsüne ortak olduk hep beraber… Depremle beraber yeniden kavradık bize asıl lazım olanın ölmek ya da öldürmek olmadığını. Yoksa 15 günlük Azra bebek ağlarken bizi sevinç gözyaşlarına gark eder miydi? Depremle beraber öğrendik 1984 yılından bu yana yaşanan çatışmalı ortamın getirdiği şeyin artarak devam eden bir ölüm sarmalı olduğunu… 27 yıldan bu yana Türkiye coğrafyasında bu çatışmalı ortamdan dolayı neredeyse her köyde bir cenaze kalktı ve neredeyse her evde bir acı yaşandı. Kiminin oğlu, kiminin kızı, kiminin amcasının oğlu, kiminin halasının kızı, kiminin dayısının oğlu… Bir şekilde her evde bir acı, her evde bir yas oldu bu 27 yılın içinde… Ya yürüyen ölüler… Yeri geldi iki kardeşin farklı saflarda çatıştığı haberini aldık. Yeri geldi hem dağda hem askerde evladını kaybeden aileler duyduk… Tam çözülecek derken, sorunlarımızın silahla çözülmeyeceğini öğrendiğimiz anda yeniden başladı silah sesleri… Biz siviller bu kanı durdurabiliriz… Sözün başladığı yerdeyiz şimdi… Van’da gerçekleşen deprem, enkaz altında kalmadığımızın en açık göstergesi oldu. Van depremi yeniden uyanışımızı, kardeşliğimizi ve en önemlisi insanlığımızı hatırlattı bize… Deprem enkazını el ele, omuz omuza kaldırdığımız gibi çatışmalı ortamın yarattığı enkazı da el ele omuz omuza kaldırabiliriz. Şimdi söz sivillerde… Sözün sivillere geçmesi için bölgedeki çatışmalı ortamın derhal son bulması ve PKK’nın silahlı güçlerini ivedi bir şekilde sınır dışına çıkartması gerekmektedir. Şimdi Doğu’da yaşayan Türk’lerin ve Batı’da yaşayan Kürt’lerin konuşma zamanı… Şimdi halkın konuşma zamanı! Söz sırası tek bir cenazeye dahi tahammülü kalmamış olanların! Söz sırası bizim… Demokratik Açılım sürecinin kesintisiz ve kaldığı yerden devam edebilmesi. Başka hiçbir ananın gözünde tek bir damla yaş olmaması için, çocuklarımızın geleceği için söz sırası bizim. Biz, bu sefer ölümü dahi göze alarak çıktığımız bu yolda söz sıramızı silahların kullanmasına izin vermeyeceğiz. Barışın hemen gerçekleşebilmesi için… Yeni Anaysa çalışmalarının daha hızlı ve daha yaygın bir şekilde yapılmasını, Yeni ve sivil anayasanın 74 milyon insanımızın kendisini içinde bulacağı sade, net bir metne sahip olmasını, Yeni Anayasa ile birlikte yürürlüğe girmesi gerekecek olan uyum yasalarının ivedilikle tartışmaya açılmasını ve bu yasaların da Anayasa’nın kabulüyle birlikte yürürlüğe girmesini, PKK’nın ivedilikle tüm silahlı güçlerini sınır dışına çekmesini, Kürtlerin en doğal hakları olan kültürel haklarının serbestîsinin sağlanmasını, Batıda yaşayan insanlarımızın belli başlı hassasiyetlerinin göze alınmasını, Bütün siyasi yargılamaların adil ve seri bir şekilde yapılmasını, Doğu ve Güneydoğu’da devam eden çatışmalı ortamda rant elde edenlerin deşifre edilmesini, Demokratik Açılımın kaldığı yerden devam ettirilmesini, Taleple yola koyulduğumuzu saygıdeğer kamuoyuna duyururuz. Biz Siviller Bu Kanı Durdurabiliriz Hareketi Ahmet AY/Kurucu-Sözcü
  20. Çocuklarımızın, bebelerimizin anne karnında vurulmalarını da yaşadık ya, Bütün sorunlarımızı çözdük. Zaten sorunun bugüne kadar çözül(e)meyişinin nedeni de buydu! Her şey denenmişti bir buydu noksan! 20 yaşında asker öldürmüştük- 18 yaşındaki PKK’liyi de, polisi vurmuştuk- milletvekilini de, köy yakmıştık, otobüsleri de. Üstelik yaşlı-genç demeden toplu katliamlara da imza atmıştık. O halde bu sorun neden çözülemiyordu? Neydi eksik bıraktığımız? Demek ki bir boşluk vardı! Vardı ki sorun yıllar yılıdır sürmekteydi. İşte o boşluk, yani sorunu çözmemizde ayak bağı olan eksiklik bugüne kadar anne karnında bir bebeğin de öldürül(e)meyişiydi! Bilirsiniz, Bir yazı yazılırken girişi ne kadar ilgi çekici olursa olsun, açıklamalar kısmı (gelişme) ne kadar detaylı ve örneklerle dolu olursa olsun, sonuç ne kadar çarpıcı ve can alıcı olursa olsun başlık yoksa yazı olarak yayımlanması büyük yanlış ve hatadır. Hatta yazıya alalade bir başlık da veremezsiniz. Başlık içeriğe uygun, mümkünse yazıdan daha bir çarpıcılıkta olmalı ki bir anlam ifade etsin. İşte bizim de meseleyi çözmedeki en büyük eksiğimiz başlığımızdı! Bu sebeple sorunun çözümü için anne karnında olan bir bebek öldürülmeliydi! ki çözüm tamamlanmış olsun. Şahsen benim açımdan sorun çözülmüştür! Artık ne olsun ki? Ya da ne olmadı ki? Evet, acı, çok acı, çok çok acı. Hatta hiçbir acı bu acımızı dile getiremeyecek kadar acı. Vuranın-vurulanın kimliği hiç önemli değil artık. Artık kimse kahrolmasın; biz kahrolduk ya… Yok yok sorun bitmiştir arkadaşlar, sorun kalmadı, tek sorun anne karnındaki yavrumuzun kanıydı, alındı ve sorun bitti!.. Dağılın hanımlar-beyler! Sayın başbakan; “İster Kürt sorunu deyin İster demokratik açılım deyin İster barış ve kardeşlik projesi deyin Ne derseniz deyin böyle bir sorun var” demişti. Çok doğru böyle bir sorun var ve gittikçe çıkılmaz bir hale doğru yol alıyor. Öyle ki Türk-Kürt gençlerinden sonra, sivil büyüklerinden sonra, bayanlarından sonra bu sefer de sıra yüreklerini yaktığımız anneleri öldürmeye geldi. Karnındaki bebeleri de beraberlerinde. Hem de bu annelerin karnındaki bebekleri tereddüt göstermeden kurşunlarla öldürdük... Biz neyi tartışıyoruz Allah aşkınıza? Neyi konuşuyoruz? Şu hale bir bakın; Kurşun adres sorar mı(ymış)? O adres soran kurşuna da, sormayan kurşuna da başlatmayın beni. Kurşun adres sormalı mı(ymış)? O kurşunun –Allah korusun - sizden birisine gelmekte olduğu bir sırada imkân olsa da sorsalar ne cevap verirdiniz? “Kurşun tamamen gündemden çıkmalı” demek varken kurşunun biz adresini tartışıyoruz. Artık kurşun adres sorsa ne yazaaaar, sormasa ne yazar? Kurşun adres sorar mı? İşte bu kafa yüzünden 60 bin kardeş öldürüldü. En son henüz dünyaya gelmemiş anne karnındaki 8 aylık bebek (kardeşleri) öldürüldü anne karnında. Sorumsuzluğun bu kadarına da mlyon kere pes! diyorum... Sorumsuzluk, Çünkü; Eğer daha önceleri sivil toplum örgütleri, kanaat önderleri, vicdan sahipleri bu soruna gereken ehemmiyeti verselerdi ve kendi korkularını yenip bu kanı durdurmak için seslerini yükseltebilselerdi eminim ki şimdi bu duruma gelmemiş olurduk. Bugün; Yine eller tetikte, bombalar, mayınlar bizlerden can almak için patlıyor. Gençler, kadınlar, bebekler ölüyor. Doğrusu, Biz hiçbir şey yapmadık dostlar. Biz siyaseten münafıkça davrandık. Korkularımız vicdan, anlayış ve duygularımıza galip geldi. Bire bir konuştuklarımızı haykırışa dönüştüremedik. Neticede öldürülen insandı; babası-annesi, yavuklusu, kardeşleri vardı. Bir Türk annenin bir Kürt annesine ya da bir Kürt annenin bir Türk annesine; “Yüreğindeki yangını anlıyorum, yaranı ve yangınını en iyi ben anlıyorum. Ama artık çocuklarımız ölmesin” demesi için 27 yıl geçti. Eğer yıllar önce bunu yapabilseydik bugün bu noktaya gelmiş olmazdık. Yeter artık! diyemedik, demedik. Hani susmayacaktık sıra bize gelse de, gelmese de? Hani haksızlığa karşı susan dilsiz şeytanlardan uzak olmalıydık? Hani bir insanı öldüren bütün insanlığı öldürmüş sayılacaktı? Hani bizim birbirimizden farkımız yoktu?.. Korktuk biliyor musunuz? Hep korktuk; haklı taleplerimizi, tepkilerimizi dile getirmekten korktuk. Şiddet ve ölümlere karşı sesimizi yükseltmekten korktuk. “Durun! Benim adıma kan akmasını istemiyorum” diyemedik. Herkes için eşitlik, adalet, hakkaniyet istemedik Hiçbir devlet insandan daha değerli değildir diyemedik. İnsanın kalmadığı bir vatandan hangimize hayır gelecekti? İnsanların onuru, canı, kanı bu kadar değersiz kılınırken hangi vatanı kurtaracaksınız? Böyle hassasiyet mi olur? Bir taraftan insanlar öldürülüyor, dul ve yetimler kervanına binlerce yeni canlar katılıyor siz/biz doğru dürüst “durun” çağrısında bulunamıyor(sun)uz. İnanır mısınız cenazelere, taziyelere bile gidemedik. Sonuç 60 bini aşkın ülkem insanı öldürüldü… Bölgede dinleyin göç etmek zorunda bırakılan bir vatandaşı; Eşinin 20 yıl önce gözlerinin önünde nasıl vurulduğunu anlatanı mı istersiniz? Dedesini köyleri yakıldığında nasıl kaybettiğini anlatanı mı dersiniz? Babasını gözlerinin önünde vuranların hikâyelerini dinledim. Buna bir de bizatihi kendi yaşadıklarımı ekleyin… Batıda da asker anne-babalarından çocuklarının mayınlarla, baskınlarla nasıl vurulduklarını dinlediniz. Yavuklusunun çatışmalarda nasıl can verdiğini dinlediniz. Eli kınalı gelinlerin kınasının yarım kaldığını duydunuz. Velhasıl 27 yıl boyunca ölüm kol gezdi çevremizde. Hayır hayır, Bana göre değil bu, Bu şartlarda kanın akmasını seyretmek bana göre değil. Benim sıkletim ve vicdanım artık bu yükü kaldırabilecek güce sahip değil. Bu can 50 yaşına kadar bir işe yaramadıysa bari 50’sinden sonra bir anlam ifade etsin. Evet, bu kan nasıl duracaksa dursun; biz “ille de kan dursun” diyoruz. Şartlar umurumda değil; bu kan dursun. Kardeşlik şarkılarını çok özledik. Huzura hasretiz. Türkiye hepimize yeter. Bu güzel memleket bir bu kadar daha insana hay hay yeter. O halde birbirimizden ne istiyoruz? 27 yıldır ölümlerin ne getirisi oldu? Türkiye Türk’üyle, Kürd’üyle ne kazandı? Çözülen bir şey mi oldu? 60 bini aşkın can kaybettik, sonuç olarak kim kazandı ve neyi halledebildik? Ne yani siz istiyorsunuz diye memleketi kan denizine mi dönüştürelim? Yakıp yıkalım mı her tarafı? Çatışma ve şiddet ortamı hiç kimsenin kazancı olmayan bir deli gömleği değil mi? 27 yıllık şiddet bizi ne hale getirdi? Bundan sonra daha beter olmayacak mıyız? Hiç kimsenin bundan kazançlı çıkmayacağını anlamak çok mu zor? Bu şiddet ortamından sadece Türk’üyle-Kürdü’yle Türkiye kaybeder. Biz kaybederiz. Evet, Şartlar ne ve nasıl olursa olsun; Her sorumluluk sahibi üzerine düşeni 5–10–100 katıyla yapsın ve bu kanı durdursun. Şimdi sizlerden/bizlerden; Ben “ilk adımı atıyorum” diyen bir irade istiyoruz. Neyi bekliyoruz? Neden bekliyoruz? Çok şey mi istiyorum Allah aşkına? Siz bilirsiniz, “Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır” "Bi eyyi zenbin qutilet?"
  21. Türkiye ile İsrail arasındaki gerginlik BM’in ikiyüzlü, teslimiyetçi ve Yahudi halkına “hayat öpücüğü” olan son Mavi Marmara Raporu ile artarak devam etmektedir. BM’in tarihinde buna benzer pek çok kara leke bulunmakla birlikte aslında “Batı” bu hayâsızlıklarını daha önceden de pek çok kez sergilemişti. En yakın geçmişte Barak OBAMA hiçbir şey yapmadan Nobel Barış ödülü ile ödüllendirilmedi mi? Yine yıllar önce Deir Yasin katliamının baş sorumlusu M. BEGİN’e Camp David anlaşmasından sonra Nobel Barış Ödülü verilmişti. Biz batının bu çirkefliğine alışkınız da, bunu dostlara anlatmakta zorlanıyoruz. Peşinen belirtelim ki bizi bilen bilse de; asla bir dine, ırka, bölgeye, statüye vs düşmanlığımız söz konusu değildir. Keza hiçbir şekilde savaş yanlısı da değiliz. Ama yazı okunduktan sonra bazı durumlarda ve iradeniz dışında gelişen olaylara da bigâne kalamayacağımızı fark edersiniz. Söyleyeceklerim, ithamlarım, yergilerim bütün Yahudileri değil, ama büyük bir kısmını kapsamaktadır. Çünkü Yahudilerin ezici çoğunluğu Ard-ı Mev’ud ve Tanrı Krallığı inancı gereği kendileri dışındaki herkesi “kötü ötekiler” olarak görür. Az da olsa okuyucularımız arasında bilmeyenlere yardımcı olmak için öncelikle Ard-ı Mev’ud’un ne olduğunu çok kısa olarak izah edelim. Yahudilerin kahir ekseriyetinin inancına göre; Arz-ı Mev'ud, Allah'ın Hz İbrahim ve onun soyundan gelenlere vermeyi vaad ettiği toprakların adıdır. Ve "Ahde riayet etmeyen Arz-ı Mev'uddan mahrum kalacak ve lânetlenecektir " (Yeremya 11/3) Tevrat'ta, Arz-ı Mev'ud yani 'va’d edilmiş toprak' düşüncesinin dayanağı: "Mısır ırmağından (Nil) Fırat ırmağına kadar uzanan bu toprakları torunlarına veriyorum...” ifadesidir. “Dindar Yahudiler, Nil’den Fırat’a vaat edilmiş kutsal toprakları ‘Tanrı Yehova‘nın kutsal kitap Tora‘da kendilerine vaade ettiği bir hak olarak görüp bu toprakların fethini’ talep ederler ve bu uğurda her türlü yola başvururlar.” İsrail eski Dışişleri Bakanı M. Dayan dünyaya şöyle seslenmişti; ‘Hiçbir Yahudi Arz’ı Mev’ud’dan (Tanrı’nın va’d ettiği topraklar) taviz veremez.’ Bu arada Hahamlık eğitimi alan Yigal AMİR, barış görüşmelerinde bulunarak Yahudiliğe ihanet ettiği gerekçesiyle başbakan İzak RABİN’i öldürdüğünü de unutmayalım. Yani, Yahudilerin kahir ekseriyetinin inancı bu. Ve bu inancın gereğinin yapılmasının zorunluluğu da ortadadır. Şunu da ifade etmeden geçemeyeceğim; Yukarıda bahsettiklerimiz dindar Yahudilerin inancıdır. Ancak dindar olmayan seküler, ateistler de Yahudiliğin bu boyutu ile ırkçı, milliyetçi “Siyonist” emellere daha kolay ulaşacaklarını düşündükleri için bu inanca destek vermektedirler. Yani İsrail’in bu zalimliği Sayın başbakanın ifade ettiği gibi bir “şımarık oğlan”lık durumdan kaynaklı değil, dinlerinin en kutsal istek/emirlerinden biri için asırlarca yıldan beri verdikleri mücadeleden kaynaklanmaktadır. “Şımarık oğlan”lığı var elbette İsrail’in. Başka “oğlan”lıklarını kendileri itiraf etseler de, İsrail Devletinin “imanı” bu süreci gerektiriyor. Şu an yaşamakta olduğumuz gergin süreç yerini yine işbirliği ve güç birliğine bıraksa çok şaşıracağımı söyleyemem. Ama biz ileriki yıllarda hiçbir kriz istemesek de, asla gerginliğe yanaşmasak da yukarıda ifade ettiğim sebeplerden dolayı Türkiye İsrail ile telafisi imkânsız bir mücadele içine girmek zorunda kalacaktır. Zira İsrail’in amacını, hedefini, bu amaca-hedefe ulaşmak için başvuracağı yol ve yöntemlerini çok iyi bilmekteyiz. ama bu bildiklerimizi anlatamama gibi bir sorunla karşı karşıya bulunmaktayız. İ. KARAGÜL’ün de dediği gibi; “iki ülke arasındaki krizin sebebi sadece Gazze değil, sadece Mavi Marmara ve ONE MINUTE değil. İki ülke, bir süredir farklı hedeflere yelken açmış durumda ve bunlar olmasaydı bile ilişkiler gerilecekti. Bundan sonra yeni krizler çıkmasa bile eskiye dönüş hiçbir şekilde mümkün olmayacak anlamına da geliyor bu.” Ama ben Sayın KARAGÜL’den farklı olarak bu kriz olmasa da “ilişkilerin gerilmesi”ni daha derin sorunlarla izah etmeye çalışıyorum. İddia ediyorum, İsrail “imanından-inancında dolayı” Türkiye ile karşı karşıya gelmek zorundadır. İsrail’in iman ettiği ve bütün inanç ve değerlerinden daha üstün tuttuğu TANRI KRALLIĞI-ARD-I MEV’UD’unu kurma inancından dolayı şu an Türkiye’nin Güneydoğusu, bir kısım Akdeniz illerini de kapsayan bölgeyi elde etmek mecburiyetindedir. İmanı bunu emrediyor. Hatta imanında samimi olanlar için “Tanrı Krallığı” ve “ard-ı mev’ud/vaad edilmiş topraklar” Yahudilerin bir nevi “iman testi”dir. Bugünkü İsrail halkı ve yöneticilerinin büyük bir kısmının iman ettiği, bu “emre!” uyulmaması halinde ise lanete uğrayacakları inanç budur. “Bizim var olma hakkımızı, 4000 yıl önceden bizlere atalarımızın tanrısı verip tanıdı. Bu varoluş hakkımız nesilden nesile Yahudi kanı ile kutsallaştı. Hiçbir ulusun tarihinde, eşi görülmemiş bir bedel ödedik.” (Menahem BEGİN, İsrail eski başbakanı) Yani, Şimdiki gerilimi-krizi aşsak bile yakın gelecekte daha büyük bir kriz-gerginlik bizi bekliyor. Bu bizden kaynaklı olmayıp, ifade etmeye çalıştığım gibi İsrail/Yahudi’lerin ekseriyetinin inancından kaynaklanmaktadır. İsrail ‘direkt Türkiye’yi hedef almayı göze almadığından dolayı’ önce diplomatik, stratejik ve askeri anlaşmalarla Türkiye’yi kuşatma altına almayı hedefliyor. Bunu anlamayacak, bilmeyecek bir Türk dış politikası olamaz. İşte yaşadığımız sorun “hükümet İsrail ile ilgili bildiklerinin” önlemini almakla alakalıdır. İsrail’in Rumlardan tutun Azerbaycan’a kadar, Balkan, Kafkasya ve Orta Avrupa’da pek çok ülke ile (bu ülkelerin bize komşuluklarına ve sıcak ilişkilerine dikkatinizi çekmek istiyorum) savunma, istihbarat, ekonomik, anlaşmaları boşuna değildi®. Anlayacağımız; Mavi Marmara baskını İsrail’in Gazze ablukası, tehdit vs. gibi kaygılarından ziyade, Türkiye’ye ve anlaşmalarla yakınlık kurmak istediği ülkelere “Ey Türkiye, ben senden daha güçlüyüm, Ortadoğu’da ağabeylik falan taslama” diye yapıldı. Bir de hatırlayın, Yalçın KÜÇÜK; “İsrail Türkiye’de İsrail’de olduğundan daha güçlüdür.” demişti. Doğrusu da bu… İsrail İsrail’de olmadığı kadar Türkiye’de güçlüydü. Özellikle son 3 yılda hükümet Türkiye’deki, MOSSAD’ı ve İsrail lobisini dağıtmaya başlayınca –her zaman söylediğim gibi- İsrail bunu “savaş sebebi” saydı ve ONE MINUTE ile zirve yapan bir sürtüşme Mavi Marmara ile Türkiye içinde “savaş/ma sebebi/gerekçesini” hazırlamış oldu. Ancak Türkiye “yerli işbirlikçilerle” mücadeleyi kazanmadan İsrail ile istediği kavgaya (yoksa savaşa mı demeliydim) girişemezdi. Ne de olsa İsrail ülkenin stratejik yerlerini ahtapot gibi sarmıştı. Tekrar söylüyorum; Sorun sadece Mavi Marmara baskınından ibaret değil, Mavi Marmara İsrail’in Türkiye’ye cevabıdır. Hükümet İsrail’e “MOOSAD’ı ülkemizde bugünkü gücüyle, hatta bunun % 5’ine bile razı olamam, MOSSAD’ı istemiyoruz, kirli ilişkilerini bitirmek zorundayız” dediği için İsrail Mavi Marmara kanlı baskını ile Türkiye’ye; “Ben bunun için savaşa varım” dedi. Mavi Marmara ve özür dilememeyi hükümet çok iyi anlamış bulunuyor. Ve alınmakta olan tedbirler de ileriye dönük hazırlıklardır. Son söz; İsrail çark edecek ve normalleşme sürecine girilecek. Ancak yukarıda zikrettiğim korkunç gün mutlaka gelecek.
  22. Sayın politika, Neden benim söylediklerimi özellikle çarpıtılıyor? Ben gidip savaşalım demiyorum; tam aksi ne yaparsak yapalım İsrail Yahudiliğin bu katı inancı gereği vurmak zorundadır. Yazının ikinci bölümü tam da bunu konu edinecek.
  23. Kutik goweşti kutik niwonu/İt itin etini yemez” (ZAZACA ATASÖZÜ) Türkçede “it iti ısırmaz” diye bir deyim vardır, benim anadilim olan Zazacada ise “kutik goweşti kutik niwenu/itin itin etini yemez” diye söylenir. BM ömründe bir kere olsun kararlarını kabul ettiremediği, bir tek kararına bile uymasını sağla(ya)madığı korsan devletin Mavi Marmara raporunu pazara düşürdü. Düşünün rapor BM’nin en tepesine ulaşmadan Mahmut Paşa, Çarşiya Şewiti ve Mersin Meyve-sebze Hal’ine düştü. İşin bu tarafı bir skandal olsa da bu BM’nin çirkinliğinin yanında bir anlam ifade ettiğini söyleyemeyiz. Korsan devletin ablukası ”hukuki!” imiş ya, bu sebeple rapor; “uluslararası sularda başka bir ülkenin bayrağını taşıyan gemiye ateşli silahlarla saldırıp sivilleri öldürmesi ‘abartılacak bir şey değil’ demeye getirilmiş”. Ve BM, Türkiye’nin kaldırılsın istediği İsrail’in Gazze’ye uyguladığı ambargoyu da “yasal/hak” buldu… Eee, biz ne bekliyorduk ki? BM’in adil bir rapor hazırlamasını mı? Ambargoyu haksız bulmasını mı? Yoksa İsrail korsan devletinin bizden özür dilemesini rapora geçmelerini mi? Tut ki raporda “İsrail’in özür dilemesi” yer almış olsun. Peki, Bugüne kadar korsan devlet BM’nin aleyhindeki hangi karara uydu? Yüzlerce kararı ya babası ABD veto etti ya da kendisi BM’nin kararlarını tanımadığını ve bu kararlara uymayacağını ilan etmedi mi? Gün, bu devletle hesaplaşma günüdür. 9 kardeşimizin kanı yerde ve bu terörist-korsan ülke özür dahi dileme nezaketinde bulunmamaktadır. 9 insanımızın kanını döken terörist devlet bu insanlık dışı, hukuk dışı kanlı saldırısını sadece “üzgünüz” demekle geçiştirmek istiyor. Korsan devlet uzun yıllardır bizi en büyük müttefiki, hatta Çevik BİR gibi hayranları yüzünden bizi en sadık jandarması gibi gördü. Neden görmesin ki, Cumhuriyet tarihinin en kapsamlı ve İsrail için en hayati anlaşmaları BİR zamanında yapıldı. İsrail ile askeri, stratejik ve güvenlik alanındaki anlaşmaların en önemlilerinin imzalandığı dönem 93–96 yıllarıdır. DEMİREL cumhurbaşkanı, ÇİLLER başbakan ve Ç. BİR de en etkili general… Ayrıca tarihte ilk kez Cumhurbaşkanı sıfatıyla DEMİREL, başbakan sıfatıyla ÇİLLER ve genelkurmay başkanı sıfatıyla da KARADAYI İsrail’i ziyaret eden Türk yetkililerdir. Bu yetkililer bizleri İsrail korsan devletiyle kanka eylediler. Demem o ki, İsrail’i şımartan DEMİREL’in 28 Şubat postmodern darbesini yapan cuntacılarıdır. Her neyse, bugün İsrail’in kendi (kanlı) elleriyle bu kerteye getirdiği bir krizle karşı karşıyayız. Şöyle böyle bir kriz değil, Sayın cumhurbaşkanımızın “devlet pozisyonu” dedikleri bu yaptırımlarla krizin Sayın DAVUTOĞLU’nun ifadesiyle alanda da süreceğini gösteriyor: “Doğu Akdeniz’de en uzun kıyısı olan sahildar devlet olarak Türkiye seyrusefer serbestîsi için gerekli gördüğü her türlü önlemi alacaktır.” Evet, İsrail Gazze ablukası kararını alabilecekse, Türkiye de seyrüsefer serbestîsi kararı alabilecektir ve bunun ne anlama geldiğini İsrail çoook iyi bilmektedir. İsrail bunun bir blöf olmadığını ise çok daha iyi biliyor. 15 aylık zulüm ve kof efeliğin sonucunu ise adı gibi biliyor. Mesela; Doğu Akdeniz sularında bir İsrail gemisi bulunur, içinde Efraim’leriyle Benyamin ve Moshe’lerinin daha önce kameralara yakalanan “gerici” ve “sır” ilişkilerinin gizlendiği kasaları açılır. Gerisini MOSSAD düşünsün… “Seyrusefer” kararı ile Türkiye AB, BM ve özellikle de ABD’ye önemli mesajlar vermiş oldu: “Türkiye, Ortadoğu’da kendi çıkarları için de her türlü riski alabileceğini” ifade etmiş oldu. Aha buraya yazıyorum, bu “seyrusefer savaş çıkaracaktır.” Şimdi; “Türkiye’nin dostluğu ne kadar kıymetliyse, düşmanlığı da o kadar şiddetlidir” sözünün ispat zamanıdır. Yoksa inandırıcılığımızı yitirmemiz içten bile değil. Peki, bu süreçte İsrail ne yapabilir? İsrail, Türkiye’nin ABD ile ilişkilerini bozmaktan tutun, ABD Kongresi’nde Ermeni sorunu dâhil pek çok sorunu kaşımak ve Kürt sorunu ile PKK konularını karıştırmak gibi yollara başvurabilir. Birileri bizi Musevi lobisi ile korkutabilir; Musevi lobisi bugüne kadar bir verdiyse 11 almışsa bundan böyle vermeyelim gitsin. Her ne kadar Sayın cumhurbaşkanımız “BM’nin bu raporu yok hükmündedir” dedilerse de BM İsrail’e verdikleri bu destekle tarihe “katil uluslar arası bir örgüt” olarak geçecektir. Ayrıca son olarak şunu ifade etmekte yarar var, İsrail bu raporla köşeye sıkışırsa şaşmam. Zira BM’ye üye 130 ülke Filistin Devleti’ni tanımaya kalkarsa asıl kıyamet o zaman kopabilir. Bu tanıma şıkkı çok uzak bir ihtimal değildir. İsrail Türkiye’nin kararlılığını görünce isterse zeybeklik yapsın. Biz İsrail ile savaşa bayılacak değiliz ama bunun kaçınılmazlığına da kocamaaaaaaaaan bir eyvallah deriz. Devamı bir daha ki yazıya…
  24. Ahmet AY

    SAYIN BAŞBAKANA ÇAĞRIM

    Aslında bu yazı Hakkâri’de 11 askerimizin vurulmasından önce yazılmıştı ve haberin geldiği gün yayımlanacaktı. Ancak elem dolu olaydan sonra yazının bir bölümünün çıkarılması gerekti. Etkilenmemek mümkün değil. Zira MGK’nın gündeminde bile Suriye birinci gündem maddesi iken bu olaydan sonra ikinci sıraya düşürüldü. Sayın başbakanım, 13 Temmuz 2011 akşamı bir iftar programında 74 milyon ülke insanının duygularına tercüman oldunuz. O programda PKK eylemleri sonucunda üç askerimizin genç yaşta hayata veda etmeleri üzerine; “Artık bıçak kemiğe dayandı” diyerek Türk-Kürt, inanan-inanmayan, büyük-küçük herkesin duygularını dile getirmiş oldunuz. Evet, bıçak kemiğe dayandı; 60 bin kardeşimiz öldü, 60 bin annenin yüreğine ateş düştü, düşmekle kalmadı yakıp kül ettiği halde o ateş hala yanmaya devam ediyor tüm şiddetiyle. Evet, bıçak o annelerin kemiğine dayandı. Evet, bıçak kemiğe dayandı; 60 bin baba evladı öldürüldü, ölmeleri için ciddi hiçbir sebep yokken gencecik yaşlarında. Evet, bıçak onların babalarının kemiğine dayandı. On binlerce eli kınalı gelin dul kaldı ömürlerinin en güzel ve mutlu anlarını yaşamaları gereken çağlarında. Evet, bıçak o gelinlerin kemiğine kayandı Evet, bıçak kemiğe dayandı; Binlerce küçücük çocuk yetim kaldı yüreklerinde asla silinmeyecek yaralar magmalaşarak. Evet, bıçak o binlerce çocuğun kemiğine dayandı. Evet, bıçak kemiğe dayandı; On binlerce, yüz binlerce, hatta milyonlarca ağabeyin-ablanın, bacının-kardeşin, amcanın-dayının dedenin-ninenin, teyzenin-halanın, kaynananın-kayınbabanın, kuzenin-arkadaşın-dostun-yakının-komşunun kemiğine dayandı. Evet, bıçak kemiğe dayandı; Bütün bunları bilen 74 milyon vatandaşımızın kemiğine dayandı bıçak. Evet, bıçak kemiğe dayandı; hatta kemik sesleri geliyor testereyle kesilircesine… Anladığınız gibi hepimizin “kemikleri bıçak altında”, ayrı-gayrı olmadan/yapmadan… Hepimiz bu acıyı bütün iliklerimize kadar hissediyoruz her an ve her yerde. Sayın başbakanım, Bu “kemiğe dayanan bıçak”tan dolayı ne yapacağız? Ne yapmamız gerekiyor ki bu bıçak kemiklerimize işlemeden yok olsun? Takdir edersiniz ki bunun farklı yolları bulunmaktadır. Yani, 90’lı yılların başında bir musibet sonucu ülkenin başına karabasan gibi çöken DEMİREL- ÇİLLER- YILMAZ-AĞAR gibi, vahşet dışında hiçbir önlemi yeterli görmeyen siyaset cellâtlarının yöntemlerine mi başvuracaksınız? Hayır hayır, dilim-ağzım kurusun. Hiçbir yönünüzle onlar gibi değilsiniz ki bu konuda onlar gibi olabilesiniz. Siz onlar gibi olmazsınız olamazsınız. Sizi en iyi bilenlerden biri olduğuma inanıyorum. 1984 yılında ilk tanıdığım Tayyip ERDOĞAN’ın yüreği nasıl insan sevgisiyle dolu idiyse inancım odur ki hala öyle dolu doludur. Siz ki dünyanın herhangi bir yerindeki insanın mağduriyetine ve mazlumiyetine, acısı ve tasasına üzülüyorsunuz. Elbette ki bizim de tasa ve acılarımız sizin acınızdır. Zira hiçbir zaman ayrı-gayrı olmadık ki… İşte bu Tayyip ERDOĞAN daha önceki iktidarlar gibi “yakın-yıkın, vurun-öldürün, asın-kesin” diyerek Kürt Sorununu çözmeye kalkışmadı kalkışmayacak da. Unutmayın, düşman ve iblis en güçlü yanımızın kopması için en zayıf yerimizden vurmayı hedef ve esas alır. Sizin acınızı, ızdırabınızı, uğradığınız –hak etmediğinize inandığım- muameleyi anlıyorum. Ama takdir edersiniz ki insanoğlu, yani Rahman’ın yeryüzündeki en iyi malzemesi “insan”dır. Bu ilahi yapıt da böyledir işte; çiğ süt emer büyür ve yoldan da kolay çıkabiliyor… Sayın başbakanım, 80 yılda yapılmayan hizmetlerinizin şahidiyiz. Kemiklerimiz sizin iktidarınızın hassasiyetleri yüzünden asit kuyularından çıktı. Faili meçhul cinayetler sizin sayenizde aydınlanmaya başlandı. Kürtlerin sorunları sizin döneminizde ciddiye alındı. Kürtler ilk kez, son yıllarda rahat konuşma imkânı buldular. Üstelik bütün bunlar olurken sizleri büyük oyunlarla boğmak istediler, biliyoruz. Hangi darbelerin atlatıldığını da öğrendik. Sadece ‘Kürt kardeşlerinizin uğradığı mazlumiyeti sahiplendiniz’ diye sizi siyaseten linçe tabi tuttuklarını da çok iyi biliyoruz. Sizi suikastlerle ortadan kaldırıp vesayet rejimlerini sürdürmek isteyenlerin hesaplarını es-Settar olanın katında bozulduğunun canlı tanıklığını yapıyoruz. Size -sadece ülke 74 milyonun ülkesi, devlet vatandaşlarının hizmetkârı olsun istediğiniz için- olmadık dek ve dolapların çevrildiğini asla unutmayacağız. Evet, Allah ve hak adına tanıklık ediyoruz ki siz bunları hiçbir zaman ve hiçbir şekilde hak etmediniz. Bütün olumsuzluklara rağmen Kürt kardeşlerinizin zarar görmemesini esas aldınız. Zaman zaman “derin devlet/ETÖ-MOSSAD” gibi yapılanmaların size rağmen -daha çok kan aksın diye olmadık ve durduk yerde provokatif eylemler yapmalarını, biz Kürtler, bunları “sizi ve hükümetinizi zor durumda bırakmak için” yaptıklarına inandık ve inanıyoruz. Bu sebeple, Kızıltepeli Uğur KAYMAZ’I 13 kurşunla öldürenler ile dünyalar tatlısı Serap kızımızı otobüste cayır cayır yakanlar “daha çok operasyon olsun diye, daha çok şiddet olsun diye, daha çok g/ayrılık olsun diye” sizi etkilemeye, zorlamaya çalıştılar. Sayın başbakanım, Gelinen noktanın ebedi barışa, huzura, esenliğe en yakın olduğumuz noktadır. Bu süreçlerin sancılı geçeceğini pek ala biliyoruz. Son zamanlarda (şiddeti asla tasvip etmemekle beraber) hiç olmaması gereken bir dönemde şiddetin tırmandırılmak isteyenleri de çok iyi tanıyoruz. Bu son günlerde tırmanan şiddetin “bölge konjonktürü ile alakalı olduğu kanaatinde” olsak da maalesef çocuklarımız ölmekte ve yuvalar yıkılmaktadır. Devletler, büyük devletler hele hele sizinle gücünü fark eden bir Türkiye şiddeti tırmandırmak isteyenler gibi davranamaz ve davranmayacağına da bütün kalbimizle inanıyoruz. (Benim inancıma göre silah, şiddet, anarşi ve terör hiçbir zaman hak arama yöntemi olarak kullanılmamalıdır, ancak şimdi) Herkes silahların susma vaktinin geldiğini dile getirmektedir. Daha birkaç ay önce Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Sn. Osman BAYDEMİR de “silahın miadını doldurduğunu” ifade etmişti. Geçen ay ÖCALAN’ın mealen “15 Temmuz’dan sonra silaha gerek kalmayacak” ifadesi PKK içinde de önemli bir kısmının “artık silah bırakma zamanıdır” düşüncesi içinde olduklarını görebiliyoruz. Sayın başbakanım, Bizler şiddet nereden, kim(ler)den geliyorsa gelsin karşısında olduk. Zira inancımız gereği ve insana, onun devredilemez-ertelenemez-engellenemez haklarına olan vazgeçilemez inancımız bize, herkesin kendisini olduğu gibi ifade etmesinin “kutsal” olduğu bilinci ve inancını vermiştir. Bizler “devlet görevlilerinin” şiddet uygulamalarına hep karşı çıktık. Keza PKK’nin de şiddetine asla rıza göstermedik. Şimdi operasyonların en aza indiği bir dönemde birileri devletin yeniden (90’lı yıllarda olduğu gibi) şiddeti tırmandırması için çaba içinde olduğunu görmekteyiz. Hiçbir zaman yarar sağlamayan şiddete dayalı çözümlerin bu süreçte de hiç kimse bir şey kazandırmayacağı muhakkaktır. Devletin bu süreçte yapacağı en acımasız bir operasyonun da hiçbir şekilde çözüme katkı sağlayamayacağını biliyoruz. Temennimiz hiçbir çocuğumuzun ölmemesi, annelerinin yüreğine kor ateşin düşmemesidir. Asıl hedef bu olmalı diyoruz ve; Sizden beklenen zat-ı âlinizin de malumları olduğu gibi yeni ve sivil anayasa ile süreci daha sakin ve daha yapıcı bir şekilde ileriye taşımaktır. Açılımın daha sağlıklı ve daha seri sürmesi gerekmektedir. Demem o ki; Siz, atacağınız adımlarla süreci provoke etmek isteyenlerin oyununu boşa çıkarabilirsiniz. Yeter ki şiddet var diye, insanlarımız vuruluyor diye Kürt kardeşlerinizin “insani haklarını” şiddete feda etmeyin. Çünkü asıl bu oyun böyle bitmez. Unutmayalım ki birileri bu oyunu her 5–10 yılda bir oynamamızı istiyordur. Tarih ve biz şahidiz. Sayın başbakanım, “Bıçak kemiğe dayandı” ifadenizin bölgede “eyvah” dedirttiğini hatırlatarak, bölge insanının; İlle de barış, esenlik, hakkaniyet, adalet ve kardeşlik istediklerini zat-ı âlinize iletmek istedim. Fani hürmetler…
  25. Ahmet AY

    DİYARBEKİR VURULDU

    (Yeryüzünün Tüm Mazlum ve Maktullerine İthaf Olunur) Ey Diyar-ı Bekir! Ey Amed-i Şerif! Senin Karacdağ volkanını söndürdüğünü biliyorduk; nereden bilirdik ki o volkanları, lavları yüreğimizi yakmak için sakladığını... Bu ne ilkti, ne de son, biliyoruz... Sen büyüksün Amed! Sen kutlusun Diyar-ı Bekir! Sen aziz beldesin Diyarbakır, aşarsın bunları onurluca... Keşke bugün onur kalesi, namus surlarını yıktırmayan; Karakaşlı Zozan’ların, Dilan’ların, Ceylan’ların, Evin’lerin; Fırat’lara, Veysi’lere, Şeyhmus’lara, Eren'lere, Mehmet'lere sevdasını işleseydim surlarına Amed'imin nakış nakış... Keşke bugün Elif'lerin, Tuba'ların, Orhan'ların, Hasan'ların... Fakirliğe inat onurlu yaşamlarını ve başarı öykülerini yazsaydım siz "can"lara. Keşke, keşke, keşke... Hayatımda "kendime ait" hiç de öyle keşkelerim olmadı. Ama siz sadece kendinizden ibaret değilseniz keşkeler sizinle beraber yürür. Keşke bu yazıyı yazma gereği duymasaydım. Sadece iki hafta önce kardeşlik feryatlarımı dökmüştüm bu sayfalara. Kardeşliğin bu olmaması gerektiğini, kardeşliğin adalet istediğini, kardeşliğin eşitlik istediğini yazmıştım. Değil mi ki biz Âdem'de kardeşiz? Ya da din de... Biz aynı burçtan olmayabilirdik, Hatta aynı dinden, aynı ırktan da olmayabilirdik ve öyledir de. Ama aynı toprakları, aynı dağları, aynı coşkun çayları paylaşmak o kadar zor değildi ki... Biz niye, nasıl böyle olduk diye sormayacağım. Geçen yazılarımda –buna yetersiz de olsa-değinmiştim. Ancak kanımıza doymayanlara şunu sormadan edemeyeceğim. Sen kimsin ey kan hastası? Kimsin sen? Ne istiyorsun zaten mağdur ve mazlum olan halkımızdan? Evet kim(ler)di bu(nlar), ne istiyorlar Diyar-i Bekir'imizden, Amed-i Şeriften? Ne istiyorlar Bingöl'ümüzden, Batman'ımızdan, Şırnak'ımızdan, Van'ımızdan? Ne istiyorlar İzmir'imizden, Bursa'mızdan, İstanbul, Ankara'mızdan..? Sahi ne istiyorlar? Ve kim bu(nlar), nasıl tanıyabiliriz bunları? "At izi it izine karışmış" diyorlar ya, öyle mi acaba? Bilirsiniz bir fiilden/olaydan hareketle faili bulmak mümkündür. Daha önce de yaptığı benzeri eylemlerden hareketle bu olaya netlik kazandırmak imkân dâhilindedir. Bazen istihbarat servisleri de olayları, failleri ortaya çıkarmak için bu yöntemi kullanıyorlar. Biz de bu yolu takip edelim ne zararı var ki? Hayır hayır yanlış anlamayın lütfen, komplo teorilerine girmeyeceğim. Sadece bir seyir... Sade bir seyir... Olay: İnsan neslinden biri(leri)! insan neslinden diğer biri(leri)ni öldürüyor. Bundan başka ve buna benzer eylemleri var mı, dosyaya bakalım... Töre deyip gencecik kızlarımızı da öldürmüştü(n), gasp ederken öldürme eylemlerin var, “gâvur” diye cinayetlerin var, tecavüz ve sonrası öldürmeler, keyfi cinayetler… Eren’ime, Aydın’ıma, Serap’ıma neden kıydınız biliyoruz. Keza Danıştay baskınında bir yargıcımızı da vurmuştu(n), dindarlara nefes aldırılmasın diye... Aydın ve yazarları öldürmüştü(n), kaos olsun gulyabaniler yönetime el koysunlar diye... Daha dün gibi hatırlıyorum önce Lice'de onlarca köyümüzü yakmıştı(n). Yetmemişti, Lice'yi de ateşe vermişti(n). Ne diye ha ne diye!? Sen evet ta kendisisin Dağlıca'da askerlerimizi pusuya düşüren. Eminim artık Malatya'da 3 Hristiyan vatandaşımızı da sen boğazlamıştın koyun gibi; hem de -haşa- din adına!.. Tanıdım seni kurtuluşun yok, kaçamazsın elimden; Hrant'ı vurmanı da unutmadık senin, unutmayacağız da... Sen var ya sen! sen daha önce de Diyarbakır Koşuyolu Parkında 10 Çocuğumuzu katletmiştin değil mi? Hiç itiraz etme Gazi mahallesini ateşe veren sendin. Mamak'ı, Metris'i, Bayrampaşa ve Diyarbakır cezaevlerini de başımıza yıkan sendin. Sendin Molla Ubeyd'leri, Hacı'ları, Davut'ları vuran. Seni iyi tanıyorum artık... sen daha önce de Rahmetli ÖZAL'a kurşun sıkmıştın. Sen o sun, o; 1 Mayıs günü Taksim'i kanla yıkayan. Abdi İPEKÇİ'leri, Gün SAZAK'ları, Metin YÜKSEL'leri, Ape Musa'ları hiç çekinmeden öldüren. Sen Papa'yı da vurdun ölmedi, Seni çok iyi tanıdım artık; Sen Halepçe'mizde binlerce Kürt kardeşimizi kimyasal silahlarla yok etmiştin. Seni unutmadık! Sen Bosna'da, Cezayir'de de soykırıma gitmiştin. Sen Hama'yı da kana bulamıştın, sen binlerce masum insan öldürmüştün acımadan... Seyyid KUTUP'lara kıyan sen değil miydin ha? Söylesene kimdi peki?.. Sen evet evet sana söylüyorum sana sendin DUDAYEV'i, Che'yi, Malcom X'i... Sendin evet sen Martin L. King'i yok ederek davalarının öleceğini sandığın. Ve sevgili Rachel'i öldüren de sendin, buldozerler altında ezerek... Seni unutur muyum hiç? "Sevgilimi", Gönül yoldaşımı, Hacer'imi de sen vurdun! DUR! Seni tanımamak mümkün mü? Sön sözü "insanlar kardeştir" olan "Yasin'imi, vurmuşsun inandım artık. Ya ŞERİATİ'yi kim vurdu dersin? İnkâr edemezsin "Doğu'nun Yıldızını" sen vurdun sen... ama söndüremedin işte!.. Artık kurtuluşun yok! Eller yukarı! Mücadele eri, kardeşlik herkes için diyen yiğit insan ŞİKAKİ'yi hain pusularınla vurursun da Ceylan’ımı mı vurmazsın? Fazla söze gerek kalmadı amcalarını çağırabilirsin, Seni hiç kimse paklayamaz. Çünkü sen, evet evet sen sen; Daha birkaç on yıl önce ülkelerini işgal ettiğin yetmedi, Kızılderili neslini imha eden, Vietnam'ı kan bataklığına çeviren de sendin. Japonya'ya ilk atomu sen attın, Afganistan'ı sen işgal ettin daha dün... Almanya'yı bölen, "Nasyonalizm ve ‘seçkin insan' cenneti"! için Main Nehrinden daha büyük kan nehirleri oluşturan sensin sen... Sendin Polonya, Macaristan, Çekoslovakya... Ukrayna'yı "ebedi barış dediğin komünizm" için istila eden. Tarih senin cinayetlerinden utanıyor ama söylemek zorunda; Sen Al-i Resul-u; O'nun gözbebeği Huseyn'ini ve masum Ehl-i Beyti’ni katlederken hiç utanmamıştın da Diyarbakır'ın gençlerini vururken mi utanacaksın? İmam Ali'yi katlederken Allah'ın gazabından çekinmedin de Kulp’taki köylüleri öldürürken mi Allah'tan korkacaksın? Papaz'ı vururken mi çekineceksin? Sen Koca Hamza'ya kıyarsın da Diyarbakırlı Eren'ime, Ankaralı Rıdvan'ıma, Kızıltepeli Uğur KAYMAZ'ıma mı acıyacaksın? Sen Uhud'da Resul'ü öldürmek için can atarsın da Yüksekova'da bir gencimizi öldürürken mi vazgeçersin? Sen evet sen olduğun yerde kal! Fail bulundu! İsa'yı kim çarmıha gerdi dersin, unuttuk mu sandın? İbrahim'i ateşe atan -haşa- ben miydim yoksa sen mi?.. Peygamberini testereyle kesen sen değil miydin? Sen hangi dindensin, hangi ırktan... Ülken neresi senin? Bazen Müslümansın bazen Yahudi, kimi zaman putperestsin kimi zaman Mecusi, bir gün Hristiyan’sın bir gün ateist... Bazen Asyalısın bazen Avrupalı, kimi zaman Afrikalı kimi zaman Amerikalısın... Senin ne dinin belli, ne ırkın; ne vicdan gezer sende ne izan... Anlata anlata yedi düvele değil yedi kat semada meşhur ettik seni… Boş versene! Senin cinayetlerinle okyanuslar oluştu kandan ve gözyaşından. Sen anneni-babanı da vurmuştun, palalarla. Sen var ya sen, aslında çok iyi tanışıyoruz! Seni hepimiz tanıyoruz; yeryüzüne fesadı ilk yayan sendin. Sen ("sen beni öldürsen de ben seni öldürmek için elimi kaldırmayacağım" dediği halde) Habil kardeşini de öldürmüştün hiç gözünü kırpmadan. Katil-Kabil! Senden ne beklenir ki? Alçaklıktan başka... Anılmaya değmezsin... Vazgeçtim kim olduğunu söylemeyeceğim... Ama doğrusu inkâr etmiyorum, sen mesleğini en güzel! icra edensin. Peki, biz ne yapıyoruz?.. o apayrı bir dert... Evet seninle iyi tanışıyoruz değil mi? Melekler senden dolayı utanmışlardı. Rabb'lerine ilk ve son itirazları senin yüzündendi... Kardeş katili... İblis'in Yeryüzü Distribütörü/taşeronu seni...
×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.