asaf-ı sahaf tarafından postalanan herşey
-
14 Mayıs düşünceleri
bu tarih t.c nin demokrasiyle bir hükümet seçtiği ilk tarihtir. dolyısıyla kendi siyasi görüşlerinize katılmayan şeyleri demokratik bile olsa kabul etmemek çok yanlış bir düşünce. o zaman istediğin seçimle gelsin istemediğin gelirse darbe olsun oooh..
-
14 Mayıs düşünceleri
Rahmetli babamın Malatya’daki dükkânının vitrininde henüz 5 yaşındayken ‘Yeter Söz Milletindir!’ diye bağırarak Demokrat Parti’ye oy istediğimden bu yana tam 59 yıl geçti. Bu 59 yıl zarfında yolumdan hiç sapmadan daima inancımın, hakkın, hukukun ve demokrasinin mücadelesini verdim. Allah ömür verdikçe de bu yolda mücadeleye devam edeceğim... 14 Mayıs 1950, Türk tarihinin önemli bir dönüm noktasıdır. Bu tarihte hukuka uygun şekilde yapılan ilk genel seçimlerde DP, yüzde 53,5 oranında oy alarak iktidara gelmiştir. DP’nin iktidara gelişini bir türlü hazmedemeyen jakoben seçkinler, oligarşik tahakkümlerini devam ettirebilmek için, Türkiye’nin demokratik rejime hazır olmadığını, ‘cahil’ halkın seçme ehliyetinin bulunmadığını ve Türkiye’de demokrasiye erken geçildiğini söylemişlerdir. Hattâ Karadayı gibi darbeci generaller daha da ileri giderek, ‘daha 25-30 yıl’ askerin himayesinin ve hâkimiyetinin devam etmesi gerektiğini ileri sürmüşlerdir. Diğer taraftan, millet iradesine inanmayan bazı aydın geçinenler, ‘Türkiye şartlarında demokrasi’ ya da ‘militan demokrasi’ ifadeleriyle kısıtlı bir demokrasi uygulanmasını savunmuşlardır. *** Aslında Türkiye, köklü bir anayasa ve demokrasi geçmişi olan bir ülkedir. 24 Eylül 1808 tarihinden, bir bakıma Türk ‘Magna Carta’sı olarak alınabilecek olan Sened-i İttifak’tan bu yana iki asır geçmiştir. İlk Türk Anayasası olan Kanun-u Esasî, 23 Aralık 1876’da ilân edilmiş ve 1. Meşrutiyet Meclisi açılmıştır. Bu, ABD ve Fransız Anayasalarından sonra en eski anayasalardan biri ve 134 yıllık bir parlamento tecrübesi demektir. 2. Meşrutiyet ise 23 Temmuz 1908 tarihinde ilân edilmiştir. Atatürk, 23 Nisan 1920’de TBMM’yi açmış ve Millî Mücadele’yi ‘İrade-i Milliye’ zeminine oturtmuştur. 29 Ekim 1923’te Cumhuriyeti ilân eden Atatürk’ün hedefinde çok partili, hürriyetçi bir demokratik rejim vardı. Nitekim, Cumhuriyetin ilânından sadece bir yıl sonra ikinci siyasî parti olarak Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası kuruldu. Cumhuriyet tarihimizin ilk muhalefet partisi olan TCF, ne yazık ki yedi ay sonra CHF’nin isteği üzerine kapatıldı. Bundan sonra 12 Ağustos 1930’da, bizzat Atatürk’ün talimatıyla Serbest Cumhuriyet Fırkası kurulduysa da bunun da ömrü üç ay kadar oldu. Atatürk’ün vefatından sonra, ilk olarak ideolojik anlamda tek parti dikta sistemi kuruldu. Tarihimize ‘Şeflik Dönemi’ olarak geçen bu dönemde kopkoyu bir faşizm yaşandı. Ancak, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra Müttefiklerin şart koşması üzerine, 7 Ocak 1946’da DP’nin kurulmasına -istenmeyerek de olsa- izin verildi. Ancak, 1946 Genel Seçimleri’nde ‘açık oy-gizli tasnif’ gibi gülünç antidemokratik uygulama neticesinde, CHP bir dönem daha iktidarda kalabildi. Nihayet 14 Mayıs 1950 tarihi, tek parti Şeflik Dönemi’nin de sonu oldu. *** Görüldüğü üzere, Türkiye’deki demokrasi tecrübesi ve mücadelesi, zannedildiği gibi yeni değildir. Demokratik rejime geçiş tarihi, 14 Mayıs olarak dahi kabul edilse, bu 59 yıllık bir mücadele demektir. 1950’li yıllarda demokratik rejimle idare edilen ülke sayısının ne kadar az olduğu düşünülecek olursa, Türk Demokrasi Tarihi’nin değerlendirilmesinin önemi ortaya çıkacaktır. Türkiye’de halkımız demokratik rejimin şuurundadır; Millet İradesi’nin ne olduğunu, kendisini yönetmek iddiasındaki bürokratlardan çok daha iyi bilmektedir. Türk toplumunda eksik olan, antidemokratik müdahalelere ve darbelere karşı gereken tavrın alınamamasıdır. Bunda, milletimizin ordusuna olan sevgi ve saygısının da rolü vardır. Halbuki, darbeci bir general ile bir şakînin farkının olmadığını bilmek gerekir. Özellikle 28 Şubat Darbe Dönemi’nde yoğunluk kazanan demokrasi mücadelem esnasında, karadan 500 bin km. katederek Türkiye’nin yer yerinde 1276 konferans vermiş ve binlerce konuşma yapmıştım. ‘Sivil İtaatsizlik’ hareketinin başlatılması, ancak darbelere cesaretle karşı koymakla mümkündür. 14 Mayıs’ın bir ‘Demokrasi Bayramı’ olduğunu düşünüyor ve bütün demokratların bayramını kutluyorum. *** DP’nin hafta sonu kongresi var. Daha dün demokrasiyi savunduklarını söyleyenler, bugün demokrasi düşmanlarıyla kolkola komplo düzenlemekle meşguller... DP Genel Başkanlığı için Cindoruk’a oy verenler, demokrasiye, Demokrat Parti’ye ve millet iradesine ihanet etmiş olurlar. Bizden söylemesi...
-
Türkiye'nin bölgesel rolü ve engeller
Türkiye, Ortadoğu'dan uzakta oynamayacağı eksen rol için çalışarak klasik medeniyet ve coğrafik derinliğine dönüyor. Bu eğilimi başbakan Erdoğan son yıllarda temel almıştı. Türk dışişleri bakanlığı kendi bürokrasisini çıkaran bu eğilimin pek taraftarı olmadı. Bu yüzden Erdoğan, eğilimi diplomasiden değil de akademik araştırmaları dünyasından gelen danışmanı Ahmet Davutoğlu'yla berraklaştırdı. Son bakanlık revizyonunda dışişlerinin Davutoğlu'na verilmesi sürpriz olmadı. Türk dış politikası somut bir başarı elde etti. ABD başkanının ziyareti bunun kanıtıydı. Türkiye bu mertebeye sadece Erdoğan ve Davutoğlu'nun izlediği politikalarla gelmedi. Obama Türk demokrasisine ve bu demokrasinin istikrarının, iki tarafın- laiklik mirasının koruyucusu ordu ve İslami eğilimlere sahip AKP- ferasetinden, birlikte yaşama ve ideolojik anlaşmazlıkların üstünde ulusal çıkarlar belirleme gücünden kaynaklandığına işaret etti. Belki de Türkiye'nin Ortadoğu'da artan rolünün en önemli özelliği, ilham veren bir model olmaya ehil kılacak iç dinamiklere dayanmasıdır. Bu modelin İslam dünyasını uluslar arası toplumdaki yerine götürmesi mümkün. Türkiye'nin Müslüman Doğu ile Batı arasında köprü olması Obama'yı iyimser kılıyor. Bu ise Erdoğan ve Davutoğlu'nun Türkiye'nin uzun bir süre uzak kaldığı Ortadoğu'da eksen rol oynama gücüne olan güvenine açıklık getiriyor. Zira Türkiye'nin, uygarlık derinliği ve klasik siyasi bölgesi içinde güçlü ve etkin şekilde var olmaksızın bir medeniyet ve siyasi köprü olması mümkün değil. Bu yüzden Türkiye'nin Ortadoğu rolünün gelişmesi ile Avrupa hayalinin sürmesi arasında bir çelişki yoktur. Her halükarda Türkiye'nin Ortadoğu'da rolünü desteklemek için büyük fırsatlar varken Avrupalı hayalinin esiri olarak kalması ferasetten değildir. AB yolunun Türkiye'nin üyelik talebinde bulunmasının üzerindeki 20 yılı aşkı yıl geçmesine rağmen hala uzun olduğunu bilen Erdoğan ve Davutoğlu bu görüştedir. Bu yüzden dışişlerinin Davutoğlu'na teslimi, Türkiye'nin Avrupa hayalini bırakmadan dış politikasında Ortadoğu bölgesine öncelik verme eğilimini teyit etmektedir. Türk çevrelerinin çoğunluğunda bu eğilimin doğru olduğuna dair güçlü bir şuur vardır. Fakat bu durum Türkiye'nin Ortadoğu'daki eksen rolüne giden yolun tamamen hazır olduğu anlamına gelmez. Bu yolda Türkiye'yi engellemek, bölgede başkalarında bulunmayan temel dinamiklere sahip olmasına rağmen bölgesel rolünü destekleme kapasitesini zayıflatmak için yeterli engeller vardır. İlki Irak Kürdistan bölgesi özerk bağımsızlığının beslediği kronik Kürt ikilemidir. Irak'taki şartlar ve gelişme ihtimalleri Türkiye'yi meşgul ediyor. Türkiye'nin komşularla meşgul olması azalacak gibi değil. Mukteda El Sadr'ın ve akımının aybaşında ağırlanması, bunun bir göstergesi. Kürt çıkmazının Türkiye'nin bölgesel rolünün geleceği üzerindeki olumsuz etkisi sadece dış politika kaynaklarının tüketilmesiyle sınırlı değildir. Irak Kürdistan hükümetinin istekleri ve kendi bölgesindeki PKK üsleri Türkiye'yi zımnen Irak'ta artan İran rolünü kabule götürüyor. Irak, İran'ın tutunduğu, bölgesel nüfuzunu desteklemek ve bu nüfuzun ABD'ce tanınmasını sağlamak için kullanmaya çalıştığı en önemli kartlardan biri. Bu kartı İran'a bırakmak Türkiye'nin ve bölgesel rolünün çıkarına değildir. İkinci engel ise ılımlı Türkiye'nin bugün ılımlı ülkelerden çok bölgesel aşırı gruba yakın görünmesi. Örneğin Suriye ile ilişkisi Mısır'la bağlarından daha güçlü. On yıl önce tam tersiydi. Aşırı ülkelerle ilişkilerini güçlendirmesi kaçınılmazdı ancak bu durum Arap ılımlılarla ilişkilerine olumsuz yansıyabilir. Özellikle de şu iki etken varken: İlki bazı Mısırlı resmi çevrelerde Davutoğlu'nun İslami hareketlere ve özellikle de Hamas'a sevgi beslemesi. İkincisi ise Türkiye'nin Arap Körfez ülkeleriyle ilişkisinin Ankara'nın Tahran'la artan bağlarını yanlış yorumlamayı engelleyecek derecede güçlü olmaması. Bu yüzden Türkiye'nin yeni dış politikası ılımlılar ve aşırılarla ilişkilerde bir dengelemeye muhtaç. Zira her ikisine eşit mesafede durması kendisini bölgesel rolünü destekleyecek şekilde dengeli bir konuma getirecektir. Üçüncü engel ise Türkiye'nin uluslar arası ilişkilerde bir denge kuramaması. Davutoğlu'nun Sovyetlerden bu yana uzun olumsuz mirasla ağırlaşmış Türk-Rus ilişkilerini düzeltmenin önemini kavradığı görülmüyor. Orta Asya'da Türkçe konuşan eski Sovyet cumhuriyetlerini hedef alan Turancı siyasetle bu miras daha da ağırlaştı. Bu engeldaha az önemli olmasına rağmen Türkiye şayet isterse Rusya ve ABD ile ilişkilerdeki dengesizliğe Ortadoğu'da istediği eksen rolü farklı uluslar arası çevrelerce kabul edilir kılacak şekilde nokta koyabilir.
-
MHP Aynı MHP.
kesinlikle haklısın arkadaşım.. tebrikler..
-
MHP'nin ve Kürtlerin şerefi (II)
Dün, Muşlu ülkücü-Kürt'ün karşı karşıya kaldığı ikilemi anlatmıştım. Hadise 12 Eylül'ün Mamak Askerî Cezaevi'nde geçiyordu. Başka dil bilmeyen annesi ile Kürtçe konuştuğu için annesinin gözü önünde dayak yemiş ve görüş yasağı cezası almıştı. Bu ülkücü-Kürt, 12 Eylül'ün meşhur davalarından "MHP ve Ülkücü Kuruluşlar Davası"nın önemli sanıklarından biriydi. Bu hadise Mamak'ta ülkücüler arasında büyük üzüntüye yol açmış ve "son ülkücü" kahredici ikilemi önüne koyarak, gerçekte 12 Eylül askerî yönetimini yargılamıştı. Ona göre Kürt-ülkücünün karşılaştığı ikilem "******" veya "hain" olmak ikilemi idi. Muşlu arkadaşımız Abdussamet Karakuş'un (dün beni arayıp ismini verebileceğini söyledi) bu ikilem karşısında "son ülkücü"ye gönderdiği cevap ise aynen şöyle: "Ağabeyime söyleyin, ben ****** biri değilim." 12 Eylül'ün "MHP ve Ülkücü Kuruluşlar Davası" sanıklarından biri de bendim. Bu yüzden Devlet Bahçeli'nin grup konuşmasında "Özellikle gittikleri yerin bir türlü yenisi olamayıp, terk ettikleri hareketimizin "eski MHP'li" kontenjanından köşe tutmuş olanların işi gücü bırakıp Milliyetçi Hareket Partisi'nin siyasetini sorgulamaya çalışmaları dikkat çekicidir." sözünün muhatabı da galiba ben oluyorum. Yalnız bizler gençliğimizde hiç "partili" olmadık, bugün de herhangi bir parti kimliği ile dolaşmaktan ar ederiz. "MHP siyaseti"nin "sorgulanmamak" gibi bir ayrıcalığı da yok. Sorgulanamayacak tek şey, benim sorgulama hakkım. Eğer vatandaşın karşısına oy almak için çıkıyorsanız her türlü sorgulamaya açık olacaksınız. Üstelik benim niyetim bağcıyı dövmek, yani polemik yapmak değil. Türkiye önemli bir dönemece yaklaşıyor. Hepimiz bu ülkeye ve gelecek nesillere karşı sorumluluk taşıyoruz. Bugün MHP'nin bir Kürt politikası yok. MHP liderinin "Kürt politikası" başlığı altına yerleştirilecek bir görüşü de yok. Meseleye salt bir terör veya güvenlik sorunu olarak yaklaşırsanız ve başınızı komplolardan oluşan kumun içine sokarsanız olması da mümkün değil. Tıpkı MHP davası sanığı Abdussamet'in, annesiyle Kürtçe konuştuğu için yediği dayak gibi, Kürtler özellikle 1980'den sonra dillerinden dolayı aşağılandılar. Diyarbakır 5 No'lu Askerî Cezaevi'nde çok daha kötü hadiseler yaşandı. 1983 yılında Askerî Dikta'nın giderayak getirdiği Kürtçe konuşma yasağı, "ihanet" ve "şerefsizlik" ikilemini keskinleştirdi. MHP'nin askerler tarafından nobranca büyütülen ve içinden çıkılmaz hale getirilen bu sorunun, her şeyden önce insanî bir sorun olduğunu görmesi lâzım. Bu sorunu MHP yaratmadı; ama çözecek olan o. Türkiye'de MHP'li olmak biraz da devlette hisse sahibi olmak demektir. Bu yüzden "devlet politikası" deyince akan sular durur. Ancak bugün ortada bir "devlet politikası" yok. MHP liderinin kılı kırk yararak sorguladığı Cumhurbaşkanı'nın umut veren açılımları bir devlet politikası değil bir arayıştan ibaret. Bu iyi niyetli ve yapıcı arayışın Türkiye için bir fırsata dönüşmesi, özellikle MHP'nin katkılarına bağlı. Öbür taraftan Kürt sorunu bir siyasî parti olarak MHP'nin varlık sebeplerinden biri. MHP'nin "ana Türk damarı"nın güçlü olduğu Orta Anadolu'da gerilemesi; buna mukabil Kürt göçü alan Batı illerinde gelişme kaydetmesinin derin siyasî anlamları var. Ancak MHP liderinin bu soruna bir istismar konusu olarak yaklaşmayacağından adım gibi eminim. Benim MHP siyasetini sorgulamamın sebebi de bu: Türkiye'nin Kürt sorununu MHP çözer. MHP'nin "evet" demediği bir çözümün gerçekleşme şansı yoktur. Evet, MHP'nin "devletin unsur-ı aslîsi olmak" duygusunu taşımak hasebiyle Türkiye'de şerefli bir mevkii var. "Şerefli MHP"nin, şimdi Kürt sorununu şerefli biçimde çözmesi gerekiyor. Öyle ki Türkiye'de yaşayan hiç kimsede bir şeref noksanlığı kalmasın. MHP'nin bugün karşılaştığı ikilem ise tarihî bir ikilem. Milletçilik aynı zamanda tarih bilincidir. Bu bilinçle, Kürt sorununun temelindeki Kürtçe sorununa bakarak MHP liderine soralım: Siz Karaman beyi misiniz? Yoksa Oğuz-Karahan neslinden Ertuğrul Gazi oğlu Osman Bey mi? MÜMTAZ'ER TÜRKÖNE
-
Niçin demokrasi bayramımız yoktur?
14 Mayıs 1950, Türkiye'de ilk kez demokratik hür serbest seçimlerin yapıldığı tarihtir. Yapılan bu seçimlerle demokrasinin olmazsa olmaz bir gereği yerine getirildi: "Siyasi iktidarın gerekli çoğunluğu sağlayan muhalefet partisine (Demokrat Parti) devredilmesi". Hatta bu gereğin yerine getirilmesi, o kadar önemlidir ki, demokrasinin çok partililik, hür ve serbest seçimler gibi diğer gerekleri mevcut olsa bile, şayet o ülkede muhalefetin gerekli halk desteğine sahip olması halinde iktidara gelme yolu fiilen ya da hukuken kapalı ise orada demokrasinin varlığından söz edebilmek mümkün değildir. İşte, 14 Mayıs 1950 günü sistemi demokratikleştiren bu şart gerçekleşmiş oldu; Türkiye Devleti kurulduktan sonra ilk kez bir muhalefet partisi olan Demokrat Parti, seçimden zaferle çıkarak iktidara gelmiş oldu. İşte şimdi bu tarihî hadisenin 59. sene-i devriyesi içindeyiz. TÜRK halkı ilk defa mukadderatına bu seçim ile el koymuş, bu konuda sözünü söylemiş ve bundan netice de almış; bunun neticesinde siyasi iktidarın sahibini belirlemiştir. O zamanlar Türk siyasi hayatının sembolü haline gelmiş çok anlamlı bir ifade olan "Yeter söz milletindir" sözü bu şekilde gerçek hayata aktarılmıştır. GEREK 23 Nisan 1920'de kurulan ilk TBMM'nin kuruluş felsefesini oluşturan, gerekse 1921 ve 1924 anayasalarının en temel kurucu ilkelerinden birisi ve Cumhuriyet'in de olmazsa olmazı olarak değerlendirilen "milli egemenlik"; bir diğer ifadeyle "Egemenlik kayıtsız şartsız millete aittir" ilkesi gerçek anlamda bu tarihte hayata geçirilmiştir. Yapılan önceki seçimlerin, tek parti yönetimi olması ve seçimlerin -iki dereceli seçim, açık oy gizli sayım gibi seçmenin iradesini fesada uğratan uygulamalar nedeniyle- hür ve serbest olmaması vb. sebeplerle, bu ilke gerçek manada hayata aktarılmamıştı. Sadece metin üzerinde ve söylem olarak mevcut idi. İşte bu seçimle, söylem ve sadece metin üzerinde olan bu ilkenin gerçek hayata yansıması sağlanmıştır. EGEMENLİĞİN millete ait olması ilkesi demokrasinin ve laikliğin de bir gereğidir. Esasen Cumhuriyet'in ilk yıllarında, cumhuriyet ile milli egemenlik ilkesi hep bir bütün olarak anılmıştır. Hatta çoğu kişiler, her ne kadar Cumhuriyet 29 Ekim 1923'te ilan olunmuş ise de, esasen daha önceleri fiilen mevcut olduğunu; Cumhuriyet'in resmi olarak ilanını sağlayan anayasa değişikliği ile üç-dört yıldır fiilen mevcudiyetini sürdürmekte olan ve temelini milli egemenlik kavramının oluşturduğu cumhuriyet rejiminin hukuken ve resmen adının konulduğunu vurgulamışlardır. Bütün bu değerlendirmeler, egemenliğin millete ait olması ilkesi ile Cumhuriyet arasında kurulan kopmaz bağı ortaya koymaktadır. İşte 14 Mayıs seçimleri ile cumhuriyetin bu kopmaz ilkesinin fiilen yansıma bulmasıyla, cumhuriyet rejiminde daha ileri bir evreye geçilmiştir: "Demokrasiye geçiş". DEMOKRAT PARTİ RUHUNUN İYİLEŞMESİ... Demokrasiye geçiş ile Cumhuriyet ile ulaşılmak istenen temel amaçlardan birisi daha gerçekleşmiş; Cumhuriyet demokrasi ile taçlandırılmıştır. Demokrasi olmaksızın salt Cumhuriyetin varlığının, insan hakları, hukuk devleti ve hukukun hakim kılınması zemininde pek anlamı yoktur. Cumhuriyet, milli egemenlik, 7.1.1946'da Demokrat Parti'nin kurulması ile başlayan çok partili hayata geçiş ve diğer gelişmeler, ancak 14 Mayıs ile anlamlıdır. Ya da şöyle bir soru ile konunun ehemmiyeti daha vurgulu bir şekilde ortaya konulabilir: "Acaba Türkiye'de 14 Mayıs yaşanmasa ve hâlâ bu tarih öncesi uygulamalar mevcut olsaydı; yani bu çağda hâlâ ülkemizde tek parti yönetimi, çok kısıtlı bir hak ve hürriyetler rejimi, milletin iradesinin açık oy-gizli tasnifle fesada uğratılması, laikliğin alabildiğine baskıcı bir şekilde uygulanması" uygulamaları mevcut olsa idi, şimdiki halimizden çok mu daha iyi olacaktı? Şayet hâlâ tek partili otoriter rejim özlemi taşıyanlar varsa onlara bir şey demem, ama insan hakları ve hukuk devleti zemininde çağdaş bir rejim olan demokrasiyi içine sindirenlerin bu soruya evet demelerinin mümkün olmadığını düşünüyorum. Bu tarihî hadiseyi kime borçluyuz, bu, sadece Demokrat Parti'nin bir zaferi midir, yoksa komple bir hadise midir? Bu sorunun cevabı, bu hadisenin ehemmiyetinin kavranması açısından çok önemlidir. Bir defa bu hadisenin gerçekleştirilmesinde Demokrat Parti'nin çok büyük katkıları olmuştur. Bunun inkârı mümkün değildir. Fakat mesele sadece bundan ibaret değildir. Bu olgunun yaşanmasında iktidar partisinin de ciddi katkıları vardır. İç ve dış şartların da zorlamasıyla, CHP iradesini bu yönde kullanmasaydı, her şeyden önce Demokrat Parti'nin kurulmasına izin vermeseydi, 14 Mayıs'ın yaşanması mümkün değildi. Bütün bu sebeplerle 14 Mayıs, iktidarıyla, muhalefetiyle bütün Türkiye'nin eriştiği ileri bir evredir; bütün Türkiye'nin bir hadisesidir. Türkiye bu hadise ile laik Cumhuriyetini demokratikleştirmiş, "milli egemenlik" ilkesinin gerçek anlamda uygulanır hale gelmesini sağlamış, bu sayede muasır medeniyete erişme istikâmetinde devrim niteliğinde bir dönüşüm sağlamıştır. Fakat bu "devrim", Cumhuriyete karşı "bir karşı devrim" değildir; Cumhuriyetin, insan hakları ve hukuk devletine yaslanan "demokrasi" devrimidir. Bununla Cumhuriyetimiz, eski sosyalist rejimlerdekine benzer baskıcı kimliğinden sıyrılarak, çağdaş Batılı demokratik Cumhuriyetler ligine yükselmiştir. 14 Mayıs, 23 Nisan 1920'de TBMM'nin açılışından ve 29 Ekim 1923'te Cumhuriyet'in ilanından geri kalır bir hadise değildir. Dahası, bütün bunlar ve diğer gelişmeler, 14 Mayıs'la anlamlı olduğu için, bu tarihte millet gerçekten mukadderatına hükmeder hale geldiği, edilgen unsur olmaktan çıkıp etken bir unsur haline dönüştüğü için, asıl bu tarih milletin coşkuyla kutlayabileceği bir gündür. Bu vesileyle bu günün bütün milletin coşku içerisinde kutlayabileceği bir bayram olarak ilan edilmesini öneriyorum. Bence bu bayram ile diğer milli bayramlar daha da anlamlanacaktır. "Türkiye'de niçin bir demokrasi bayramı yoktur?" sorusunu sormakta haksız mıyım? Bu soruya karşı sizler ne dersiniz acaba? Bir hususa ayrıca değinmek istiyorum. 16 Mayıs 2009 günü Demokrat Parti'nin kurultayı yapılacak. Maalesef Türkiye'de demokrasiye geçiş sürecinde, yukarıda da izah edildiği üzere, inkârı mümkün olmayacak boyutta katkıları olan 1950'li yılların Demokrat Parti'sinin devamı olduğunu iddia eden, hemen her sene göstermelik de olsa 14 Mayıs'ın sene-i devriyesinde anma toplantıları yapan şimdiki Demokrat Parti, hem toplumdaki tabanı itibarıyla yerlerde sürünmekte, hem de kendi içinde Türkiye'nin en şaibeli bir dava ve soruşturması (Ergenekon) ile alakalı iç çekişme yaşanmaktadır. Bir yanda Ergenekon dava ve soruşturmasının gönüllü ve peşin avukatlığına soyunan, böylesi bir soruşturma ve davanın yersiz olduğunu savunan ve sağ siyasetin duayeni olan Süleyman Demirel'in emanetçisi olarak anılan Hüsamettin Cindoruk, öbür yanda da demokratik hukuk devleti zemininde Ergenekon davası ve soruşturmasını destekleyen ve bu konuda yargıya saygı duyulmasını ve yargılamanın sonuçlanmasının beklenmesi gerektiğini savunan Süleyman Soylu. Bu durumun maalesef Demokrat Parti'nin tarihî misyonu ile bağdaşırlığının bulunmadığını düşünüyorum. Umarım bu parti, içinde anti-demokratik yapılanmalara destek veren ekibe karşı, demokratik hukuk devleti istikametinde tutum sergileyen kesim ezici bir çoğunluk sağlar, diğer kesim kendiliklerinden bu parti içinden tasfiye olur. Demokrat Parti'nin tarihî misyonuna uygun olan da budur. Aksine bir sonucun, mevcut Demokrat Parti bir yana, kökü taa Terakki Perver Cumhuriyet Fırkası'na hatta daha da gerilere giden "Demokrat Parti zihniyet ve ruhunu" iyileşmesi mümkün olmayacak bir şekilde yaralayacaktır. *KIRIKKALE ÜNİVERSİTESİ HUKUK FAKÜLTESİ ÖĞRETİM ÜYESİ YRD. DOÇ. DR. ADNAN KÜÇÜK* 14 Mayıs 2009, Perşembe
-
Kürt Meselesi Onemli Ama
sana bi yerde katılıyorum. çanakkale şehitliğne bakarsak, orda mardinden, diyarbakırdani urfadan binlerce GENCİN şehit olduğunu görebiliriz.. ayrıca istiklal harbinde kürtlerde bulunmuştur.. Ancak kürt kardeşlerimize bazı şeyleri hatırlatmakta yarar var... 1. kürt toplumundaki bazı MARJİNAL kesimler kürt miliiyetçiliği adına bazı yabancı güçlerle işbirliği yapmış ve türkiye cumhuriyetine isyan etmiştir. ve bu bahsettiğimiz kürtçe isimli yerleşim birimlerinin isimlerinin türkçe yapılmasına HAKLI bir sebep olmuştur.. 2. olması imkansız olan bir kürdistan kurulması T.C den ziyade siz kürt kardeşlerimize zarar verecektir. 3. ve bu bazı yabancı güçlerin sadece ve sadece ortadoğu da egemen olmak için amaçladıkları " böl-yönet " stratejisinin bir ürünüdür.zira bölünmüş zayıf devletler çok kolay kontrol altına alınabilir.. ( ortadoğudaki onlarca arap devletleri gibi -ki hepsi abd güdümünde ) O yüzden at gözlüğüyle bize soylenenleri bildiğimizi sandığımız şeyleri soylemek yerine biraz düşünmeli okumalıyız HERKESE SAYGILAR
-
Siz nasıl insanlarsınız diye haykırmak istiyorum nasıl
Haklısın arkadaşım bu konu üzerinde tartışılması gerekn bir konu
-
MHP Aynı MHP.
ANKARA - Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün ardından Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın da Kürt sorununun çözümüne ilişkin sözleri MHP’yi kızdırdı. MHP Grup Başkanvekili Oktay Vural’ın değerlendirmeleri şöyle: “Cumhurbaşkanı da karnından konuşuyor, hükümet de. Etnik kimliğe dayalı siyaset yaparak Türkiye’nin yapısını, eğitim sistemini yeniden tanımlama yanlış olacaktır. Bunu yapmak terörü siyasal amaçlar için kullananların isteklerini yerine getirmek demektir. Ne yapılmak isteniyorsa ortaya koysunlar, PKK’ya af mı getirmek istiyorlar, birkaç dilli devlet mi oluşturmak istiyorlar? Kürt sorununun IMF ile yapılacak fon akışı anlaşmasına paralel olarak tırmanışa geçirildi. Acaba bu pazarlık mı etkili? Şimdi Osman Baydemir, Pervin Buldan’ın dediği gibi yeni bir coğrafya mı oluşturulmak isteniyor? İsmini de ‘Kürdistan mı?’ koyacaksınız?” (Radikal) ... ... Ya adam daha nedir bu konu tasarı nasıldır nasıl bir açılım gelıyor demeden türkiye bölünüyor tartışması çıkarıyor ******
-
Kürt Meselesi Onemli Ama
Evvelâ şu hususta anlaşalım: Bir devletin Cumhurbaşkanı, Başbakanı, Dışişleri Bakanı gibi, devleti temsil yetkisine sahip kişilerin sonradan uluslararası sahada istismar edilebilecek ve devleti bağlayabilecek beyanlarda bulunurken çok dikkatli olmaları gerekir. Bir köşe yazarı olarak ben ‘Kürt Sorunu’ diyebilirim; bu sözüm hiçbir şekilde devleti bağlamaz. Lâkin, eğer Cumhurbaşkanı ‘Kürt Sorunu’ diyecek olursa, kendi temsil ettiği devletin bir ‘etnik sorunu’ bulunduğunu kabullenmiş olur. Bu takdirde, biz her ne kadar bunun bizim iç sorunumuz olduğunu iddia etsek de, başkalarının bu konuda müdahalede bulunmasına yol açmış oluruz. Gerçi Cumhurbaşkanı Gül, mulâhazat hânesini açık bırakıp “İster terör, ister Güneydoğu, ister Kürt meselesi deyin, bu Türkiye’nin en önemli meselesidir” diyor ve beyanatını terminolojik tartışmalardan arındırmaya çalışıyor ama bu konuda iyi niyetinden emin olduğumuz Cumhurbaşkanı’nın istismar edilmemesini diliyoruz. *** Türkiye’de etnik ayrımcılığa dayanan bir ‘Kürt Meselesi’ yoktur. Kim ne derse desin, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları arasında hukukî ve siyasî açılardan hiçbir fark bulunmamaktadır. Kürtler Türkiye’de ‘etnik azınlık’ değil, milleti meydana getiren aslî unsurlardan biridir. Ne yazık ki, bölgeler arasında ekonomik ve sosyal farklılıklar devam etmektedir. Ancak, ‘kültürel kimlik’ konusunda, devletin ilk dönemlerindeki ‘benzeştirme’ politikası uygulanmamaktadır. Kürt asıllı vatandaşlarımızın ekonomik ve sosyal sorunlarının hâlli hususunda Erdoğan Hükûmeti köklü projeler uygulamaya başlamıştır. Türkiye’de ‘Kürt Sorunu’ başlığı altında takdim edilen üç ana sorun şunlardır: 1. Kürtçülük Sorunu: Osmanlı döneminden beri devam eden ve 1960 sonrası ideolojik temele oturtulan Kürtçülük sorunu, genellikle Kürt kardeşlerimizce benimsenmemiş ayrılıkçı bir sorundur. 2. Terör Sorunu: Kürtçü terör örgütü ve siyasetteki uzantısı tarafından yürütülen terör saldırıları da Kürt Sorunu olarak lanse edilmektedir. 3. Güneydoğu Sorunu: Doğu ve Güneydoğu bölgelerinin ekonomik ve sosyal kalkınması, aslında bu bölgelerde yaşayan vatandaşlarımızın gerçek sorunlarıdır. *** PKK’nın, güvenlik güçlerimizin başarılı operasyonlarıyla 2007 ve 2008 yıllarında iyice sıkıştırıldığını biliyoruz. Diğer taraftan, ABD’nin çekilmesiyle Kuzey Irak’taki bölgesel Kürt yönetiminin de desteksiz kalacağı ve PKK konusundaki stratejilerini değiştirmeleri gerektiği ortadadır. Bu durumda, Murat Karayılan’ın Hasan Cemal ile görüşmesinin perde arkasında, PKK’nın strateji değiştirme ihtiyacı yatmaktadır. PKK, bir yandan terör eylemlerine devam ederken, diğer yandan zaman kazanma peşinde olabilecektir. Karayılan’ın, PKK’nın son dönemdeki terör eylemeleri konusunda, haberdar olmadıkları şeklindeki açıklamaları da tatminkâr değildir. Bu nevi aldatmacalarla güvenlik tedbirlerinin gevşetilmek istendiği anlaşılmaktadır. Karayılan, röportajda ‘üniter devlet içinde kalarak’ çözümü kabul ettiklerini söylüyor. Bu arada İmralı’yı ve DTP’yi de adres olarak göstermekten geri durmuyor. Bütün bu verilere rağmen, bir an için Karayılan’ı gerçekten değişmiş ve terörden vazgeçmiş farzedelim. Uzatılan bu eli, sahibi kim olursa olsun, havada bırakmayalım. Lâkin, daha bir hafta önce şehitlerimizin tabutları başında ağlarken bu değişikliğe inanabilmemiz için PKK’nın kayıtsız ve şartsız olarak silâh bırakması lâzımdır. Aksi takdirde, bu teşebbüsün iyi niyetli olmadığı, sadece vakit kazanmak için bir taktik olarak kullanıldığı ortaya çıkacaktır. HASAN CELAL GÜZEL-RADİKAL
-
merhabalarrrr herkese
asaf-ı sahaf şurada cevap verdi: asaf-ı sahaf başlık Ben Geldim - Buradan Başlayabilirsiniz - Birbirimizi TanıyalımTeşekkür Ederim
-
merhabalarrrr herkese
asaf-ı sahaf şurada bir başlık gönderdi: Ben Geldim - Buradan Başlayabilirsiniz - Birbirimizi Tanıyalımselam. ben selçuk üniversitesi hukuk fakultesi öğrencisiyim..