Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

By_Demokrat

Φ Üyeler
  • İçerik Sayısı

    61
  • Katılım

  • Son Ziyaret

İletiler gönderen: By_Demokrat

  1. YOU TUBE'YE ''AHMET KAYA apoyu özledik'' yaz ve türkücü ahmedin bebek tailine yamış olduğu türküyü dinle....

    hala anlamazdan geliyorsunuz...

    Apoyu özleyen adam türkiyyi ve türk halkını seviyormuş !

     

    zamanım kısıtlı yazamıyorum bu konuda daha önce yazıldı geriye dön ve bak tanımıyorsan türkücü ahmedi tanırsın.

     

    Devlet Apo'ya ne kadar saygı gösteriyorsa bende o kadar saygı gösteriyorum..

     

    Ahmet Kaya...

     

    Abdullah Öcalan o zaman barıştan söz ediyordu, herkesle barışmak istiyordu.

    Amet Kaya Apo'nun barışı isteyen tarafını özlemişti, onun için çıktı bu şarkıyı söyledi.

    Bende barış isteyen insanları özlüyorum.

    bu Apo bile olsa...

    Umarım benide vatan haini ilan etmezsin...

     

    Selametle

  2. Ecem_Tc

     

    ve ahmet kaya için söylenene gelince.. yurt dışına çıkınca o değilmiydi arabam ***** ülkesinde kaldı diyen.. bizi sevmeyen kendini bizden görmeyen bizden değildir zaten..

     

    Ben her yerde şunu söylüyorum; ben yaşamın hiç bir döneminde hiç bir aşamasında, orda büyüdüğüm orda yerleştiğim orda yediğim orda içtiğim, birlikte hayatı paylaştığım insanlara ****** demedim, ve bunu demeyecek kadar koskocaman devasa bir yüreğimin olduğunu da herkes çok iyi bilir.

     

    Ahmet Kaya

  3. 16 Kasım 2008 - Ahmet Kaya'nın Ölümsüzlüğünün Yıl Dönümü...

     

    kasim.jpg

     

    Ben Altı yaşındayken başladım, yani babamın bana Altı yaşındayken bir bağlama almasıyla başladı, aslında problem esas ordan başladı, belkide bu konuda en fazla suçlu babamdı. yani iyi şarkı söyleyen çocukken iyi şarkı söyleyen insandım ama pek fazla iyi kafa tutan bir insan değildim açıkçası.

     

    Kimlik sorunu yalnızca insanın milliyeti yada milleti ile ilgili değildir, yani kişilik sorunu ilk önce insanın ben varmıyım yokmuyum diye başlar. Yani hayatın içinde varsanız hayat için birşey yapıyorsanız bunun çok ağır bedelleri vardır, bu benim için de geçerli, işte bu ülkenin yöneticileri için de geçerlidir, bakkalı için de, eczacısı için de geçerlidir, ama sanatçı halkın sesi halkın gözüdür, yani çağın tanığıdır, ve çağın bire bir tanığıdır, bütün cinayetlerin tanığıdır, görür ve anlatır, halk görür anlatamaz halk susar. Sanatçının işi gördüğünü anlatmaktır korkmadan anlatmaktır yiğitçe anlatmaktır.

     

    Ben o zaman aslında önemli bir şeyler açıklamak adına değil, Kürt asıllı bir insan olarak bir kaset yaptığımı ve bir tek Kürtçe kaset yaptığımı değil, bir kaset yaptığımı ve Kürtçe bir şarkı söylediğimi, çok iyi bir niyetle söyledim, orda yani ben bu kadar tepkinin geleceğini aslında bilmiyordum tahmin bile etmiyordum.

     

    Ve, Kürtler Ve Türkler 1500 senedir binlerce yıldan beri birlikte yaşayan bu halkın gerçekten kardeş olduğuna inanıyorum, yani bunu böyle istediğim için, Kürt asıllı olduğum için, böyle bir şarkıyı söylemek istediğim için yaptım. Yani işte madem sen işte Kürtçe bilmiyorsun bu Kürtçe’yi nasıl söyleyeceksin diye sordular? Yani bunun cevaı çok kolay, Türkiye’de bugün Portekizce İspanyolca İngilizce Şarkıcılar nasıl söylüyorsa bende böyle söyleyeceğim yani.

     

    Ben her yerde şunu söylüyorum; ben yaşamın hiç bir döneminde hiç bir aşamasında, orda büyüdüğüm orda yerleştiğim orda yediğim orda içtiğim, birlikte hayatı paylaştığım insanlara şrefsiz demedim, ve bunu demeyecek kadar koskocaman dev asa bir yüreğimin olduğunuda herkes çok iyi bilir.

     

    Hiçbir yanlış adım atmamış bir Ahmet Kaya’nın yanlızca Kürdüm dediği için başına bu kadar felaketlerin gelmesi doğalmıydı!

     

    Beni Annemden

     

    Beni Kardeşlerimden

     

    Beni Ailemden

     

    Beni Ülkemden

     

    Beni Dostlarımdan

     

    Beni Çocuklarımdan

     

    Beni Eşimden

     

    Ve en yakınımdaki insanlardan ayırmak için bir sebepmiydi gerçekten bu! Onları vicdanlarıyla ve yürekleriyle baş başa bırakıyorum.

     

    O kadar kenar mahalle, şehrin varoşlarından şehrin damarlarından çıkıp Istanbul şehrinin Bizans’ın ortasına gelen bir Ahmet Kaya olarak bugün böyle bu tür sürgün işlerinde yaşamayı hazmedemiyorum açıkçası.

     

    Ya intikamcı duygulardan arınmış ve gerçekten Türkiye’de iç barış isteyen, artık insanların kıçının dibinde yani bombaların patlamasını istemeyen, artık turistlerin rahatlıkla gittiği, insanların artık ben köyüme gidip köyümün çeşmesinden bir bardak su içmek istiyorum, oraya gitmek istiyorum diyen insanı rahatlıkla bugün gidebileceği bir Türkiye yaratmak için kolları bir kere sıvadım.

     

    Doğru, Namuslu Bir İnsan Olarak yaşamanın tek bir koşulu tek bir şartı vardır;

     

    Hiç bir zaman, Sanat, Şöhret, Para, Pul, Ar, Namus, Herşey ama Herşey İnsanın Kültürel anlamdaki Siyasal anlamdaki Ulusal Anlamdaki Kişiliğinden çok daha önemli DEĞİLDİR..

     

    Daha önce söylediğim bir şey vardı, yani meraklısına duyurulur; Benim kefenim arka cebimde duruyor, hiç sırtımıda duvarlara yaslamadan dolaşıyorum, sırtım açık, bir şarkıda söylediğim gibi Beni Bir Çocuk Bile Vurabilir, boynuna bakıldığı an ensesi görünecek kadar şeffaf bir insanım…

     

    Ahmet KAYA..

  4. Bir zamanlar Kürt yok, Türkiye de yaşayan herkes Türk'tü.

    Sonra Kürt var Kürt Sorunu yoktur denildi.

    Sonra Kürt Sorunu var Kürtçe yok dediler.

    Şimdi Kürtçe ve Kürtler var deniliyor.

    ama hala halka karşı baskı devam etmekte.

    Kenan Evren ve bazı diğer emekli generaller yanlış yaptık diye

    çarpıcı itiraflarda bulunmuşlardı.

    Şimdi Kürtçe televizyon da yolda..

    Herşey yavaş yavaş rayına oturuyor ve oturmaya da devam edecek.

    Böylece Türkiye huzura ve barışa kavuşacaktır..

     

    Selametle

  5. O işkenceleri görmesi terörist olmasını gerktirmez.

     

    Asıl zihniyetini sorgulamak gerek....dağa işkenceden dolayımı çıkmak istiyor yoksa başka hayeller içinmi!İşkence görmemiş olsaydı acaba yine dağa çıkmak isteyecekmiydi?

     

    Ha birde suçunuda yazmamış suçu ''saz çalmakmı'' Ahmet Kaya gibi.

     

    Sen konuyu okudun mu?

    Oku, ve ondan sonra yorum yaz istersen.

    Suçlu olup olmadığını kendin araştır istersen.

    Zaten ileti uzun olduğundan dolayı önemli bir kısmını

    silmek zorunda kalmıştım

    ve yukarıda not ettim zaten..

     

    Selametle

  6.  

    Dragonball / 2009'da Sinemalarda

     

     

    dragonball-1.jpg

     

    dragonballposterus.jpg

     

    dragonballfirst6-thumbnail.jpg

     

    Tür : Aksiyon / Macera / Fantastik

    Yönetmen : James Wong

    Senaryo : Ben Ramsey , Akira Toriyama (Kitap)

    Görüntü Yönetmeni : Robert McLachlan

    Müzik : Brian Tyler

    Yapım : 2009, ABD

     

    Oyuncular

     

    Justin Chatwin (Goku) , Emmy Rossum (Bulma) , James Marsters (Lord Piccolo) ,

    Jamie Chung (Chi Chi) , Yun-Fat Chow (Usta Roshi) , Joon Park (Yamcha) ,

    Randall Duk Kim (Büyükbaba Gohan)

     

    http://imdb.com/title/tt1098327/

     

    Dünyayı yok etmek amacıyla gönderilmiş olan yarı maymun yarı insan Son-goku, dünyaya geldikten sonra görevini unutur. Onu yetiştiren büyük babası Gohan ölünce, onun isteğini yerine getirmek için usat Roshi'nin yanına gider.

     

    Roshi'nin yanında eğitim alan Goku, dünyanın dört bir tarafına dağılmış olan 7 dragon topunu, kötü amaçları için kullanacak olan Lord Piccolo'dan daha önce bulmak zorundadır.

     

    Ülkemizde de yayınlanıp büyük ilgi görmüş Goku'nun maceralarının beyazperde uyarlaması 2009 yılında sinemalarda olacak.

  7. SANKİ DAĞA ÇIKANLARIN hepsi böyle işkence görmüş ve dağa çıkmışlar.

     

    Dağa çıkanları haklı çıkarmak için uydurulmuş fazlasıyla şişirilmiş hikayelerdir.

     

    Uydurulduğunu iddia ediyorsan

    bunu ıspat etmelisin..

    Tabii anlıyorum seni, inanılması güç bir şey..

    Ama yaşandı bütün bu işkenceler..

  8. X-Men Origins: Wolverine (2009)

     

    X-Men'in favori karakterlerinden Wolverine için ayrı bir film çekileceğini daha önce duyurulmuştu. Hugh Jackman'in Wolverine olmaya devam edeceği filmi kimi yöneteceği de sonunda belli oldu. 2005'de ''Tsotsi'' filmiyle ''En İyi Yabancı Film'' Oscar'ını kazanan, Güney Afrikalı yönetmen Gavin Hood, ''Wolverine'' için kamera arkasına geçecek.

     

    Marvel'den sızan bilgilere göre film, Logan'ın gaddarca bir deneyden sonra nasıl jilet gibi pençelere sahip, yok edilemez bir mutant haline dönüştüğünü anlatacak.

     

     

    Wolverine (2009) IMDB

     

    Yönetmen: Gavin Hood

    Konu:Action,Fantasy,Sci-Fi,Thriller

    Ana tema: Wolverine lives a mutant life, seeks revenge against Victor Creed (who will later become Sabertooth) for the death of his girlfriend, and ultimately ends up going through the mutant Weapon X program.

    Runtime: min

    Cast (first 5): Hugh Jackman, Brian Cox, Zack Snyder, Bryan Singer, Zack Snyder

     

    IMDB: http://imdb.com/title/tt0458525/

     

    Fragman İzlemek İçin Tıklayınız

  9. Pardon.? (Detaylı) Ferhan Şensoy..

     

     

    PKK'lımısın?”

     

    "Hayır Ankaralı”

     

    “Kürtmüsün?”

     

    "Hayır Çerkezim”

     

    “Kimlerdensin?”

     

    “Şatıroğullarından”

     

    “Hangi örgüttensin onu soruyorum!

    Bana keriz numarası yapma”

     

    “Bi numara yaptığım yok, o kerizlik bende doğuştan beri var,

    Hiçbir örgütle ilgim yok, beni adamdan sayıp alacak örgüte zaten ben girmem, O örgüt İbrahime kaldıysa örgüt bile sayılmaz”

     

    119844-11.jpg

     

    “Niye firar ettin askerden?”

     

    “Firar etmedim dağıtımım yapıldı, 3 gün yol verdiler

    İki gün İstanbul’a uğrar üçüncü gün gider birliğime teslim olurum diye düşündüm”

     

    “Birliğe teslim olunmaz, birliğe katılınır, karakola teslim olunur.

    Sen bu yaşa kadar niye gitmedin askere?"

     

    "Olmadı”

     

    “Niye olmadı?”

     

    "Kısmet olmadı”

     

    “16 Yıl kaçmışsın askerden Lan!”

     

    "Evet Lan!”

     

    “Ağzından çıkan kulağın duysun, böyle bi çakarım duvara çıkartma olursun!

    Sen bana nasıl Lan diyorsun Lan!”

     

    "Siz bana nasıl diyorsunuz, Sizde demeyin o zaman,

    en sinirlendiğim laftır, hayatta hiç kimse bana lan diyemez,

    ben bu yüzden enişteyi bıçakladım!”

     

    “Güzeel, cinayetinde var yani?”

     

    "Hayır, enişte 7 canlı olduğu için bi b.. olmadı..!”

     

    119844-11.jpg

     

    “16 Yıl nasıl kaçtın askerden? Seni kimler kolladı?”

     

    “Kimse kollamadı, benim gençliğimde bizim askerlik şubesi eski binadan yeni binaya taşındı o sırada baazı dosyalar arazi oldu, 16 yıl beni hiç kimse arayıp sormadı”

     

    “Sen niye gidip sormuyorsun niye beni sormuyorsunuz diye? Canın askerlik yapmak istese gider sorarsın”

     

    “Gittim sordum, Almanya’ya gidecektim ben bi ara, pasaport için askerlik kağıdı lazım, gittim askerlik şubesine senin burada kaydın kurdun yok dediler

    Sonra ordaki yazıcı çocuk, İbrahim abi şube taşınırken bazı dosyalar arazi olmuş seninkide o arada gitmiştir heralde, istersen sen bu işi hiç kurcalama

    sstr et.

     

    “Nufus kağıdı götüreceksin, ikametgah götüreceksin, yeni dosya açtıracaksın lan!"

     

    “Sayın Amirim bilmiyorum siz dört nalamı gittiniz fakat kimse askere öyle koşa koşa gitmez, bende önce şöyle bir iş kuruyum ondan sonra giderim dedim, İş kurma işi biraz uzadı.. BEN ASKERE GİTMEYECEM DEMEDİMKİ, LAN…

     

    “Lan deme vururum haa!”

     

    “Sizde demeyin, bende vurabilirim, ismim İbrahim”

     

    ……………………………………………………………………

     

    119844-11.jpg

     

    “Seninle burdurdan aynı otobüsle istanbula giden başka asker varmı?”

     

    “Yok, onların İstanbul’da bir işi yok”

     

    “Onların İstanbul’da işi yok ama senin var dimi, onlar kim?

     

    “Öbürleri”

     

    “Öbürleri ha, örgütsünüz yani”

     

    “Evet”

     

    “Hah güzel, işte böyle tatlı tatlı anlat İbrahim. Örgütün başı kim?”

    119844-11.jpg

     

    “Albay Niyazi”

     

    “Albay’da işin içinde ha, Örgütün adı ne?”

     

    “TÜRK SİLAHLI KUVVETLERİ”

     

    “Sen benimle dalgamı geçiyorsun lan haa!”

     

    “Ne Lan! Soruyorsun söylüyoruz, şu an içinde bulunduğum örgüt şanlı Türk ordusu”

     

    “Bana bak İbrahim, içerde gayet hijyenik işkence aletleri var, biz senin gibilerini çok gördük, makinaya bağlandımı bülbül gibi öterler!

     

    “Ne makinesı?”

     

    “Öttürücü”…

     

    …………………………………………………….......

     

    “Muzafferi getirin”

     

    “Muzafferdemi burada!”

     

    “Evet tabi, gelsin bak bakalım tanıyormusun tanımıyormusun”

     

    “Ya madem Muzaffer burada sen onu iki saattir niye getitrmiyorsun,

    Getirtirtir Muzafferi sarılıp öpüşelim kapansın bu konu..

    Meraba Muzaffer nerdesin be kardeşim.

     

    10wc2.jpg

     

    “Kim bu? Ben bu adamı tanımıyorum ters gelmeyin bana haa”

     

    “Ne diyorsun sen Muzo!”

     

    “Aaa adımı bir yerden öğrenmiş olmalı ben onu tanımıyorum!”

     

    “Aloo, Muzoo! Ben senin kan kardeşin değimliyim, evine zırt pırt girip çıkan adam değimliyim?

     

    “Aaaa hayır hayır ben onu tanımıyorum, Avukatımla görüşmek istiyorum ben”

     

    “Muzo sen nerden tanımıyorsun beni”

     

    “Sen bu adamı tanıyormusun?

     

    “Tanımıyorum dedim ya aaa ne istiyorsunuz benden ya, bu faili meçhul cinayeti benim üstümemi yıkıcaksınız”

     

    “Yalan söylüyor sayın Amirim, o beni tanımıyorsa ben onun evinde ne arıyorum?”

     

    “Senin evinde ne arıyordu?

     

    “Benim gelenim gidenim çok olur, dün gece ev yine çok kalabalıktı

    Birileriyle gelmiştir.

     

    “Olum Muzo, kahpeliğin alemi yok, sen niye şimdi beni burada tanımamamamazdan geliyorsun!”

     

    “Lan çıldırtmayın beni!...

    -----------------------------------------------------------

    sanskapiyikirinca5ew.jpg

     

    Tür : Dram / Komedi

    Gösterim Tarihi : 4 Mart 2005

    Yönetmen : Mert Baykal

    Senaryo : Ferhan Şensoy

    Görüntü Yönetmeni : Ulaş Zeybek

    Müzik : Alen Konakoğlu

    Yapım : 2005, Türkiye , 94 dk.

     

    Ferhan Şensoy (İbrahim) , Rasim Öztekin (Muzo) , Ali Çatalbaş (Aydın) , Zeki Alasya (Cezaevi Müdürü) , Bülent Kayabaş (Amir) , Erol Günaydın , Sermiyan Midyat , Şahnaz Çakıralp (Asuman) , Parkan Özturan , Levent Ünsal , Celal Belgil , Hakan Bilgin

     

    Üç yakın arkadaşın hayatları, içlerinden biri yüzünden tamamen değişecektir. Her zamanki gibi akıp giden günler artık hiçbir zaman eskisi gibi olmayacaktır…

     

    Vaktinden çok sonra askerliğini yapan İbrahim nerede bir resmi kıyafet görse hemen oradan kaçar olmuştur. Sadece masum bir korku gibi gözüken bu fobisi yüzünden sevdiği arkadaşları ve kendisinin başına gelmeyen kalmaz. Arkadaşlarıyla beraber kendini mahkeme salonlarından, hapishaneye kadar uzanan bir yolculukta bulur.

     

    Neler olup bittiğini anlamadan cezaevine düşen, üç arkadaşın akılları hep dışarıdadır. Ama geride kalanlar yavaş yavaş kendi yollarını çizmektedir...

    --------------------------------------------------------------------------

  10. Diyarbakır Cezaevi’ni kapattıracak

    televizyon kanalları aranıyor...

     

    “Evimize nereden, nasıl gelmişti, kim getirmişti, hatırlamıyorum. Çocuk kalbimizle, yerinden, yurdundan koparılışına üzülmüştük. Çok geçmeden, kavminin o meşhur ürkekliğinden eser kalmamış, ailemizin bir ferdi olmuştu. Annemle babamın altıncı çocuğu gibiydi.

     

     

    “Kekliği, babamın kucağından inmezdi. Onun elinden yer, onun elinden içerdi. Babamın dizinde dinlenirdi. Sevgisi için yarışan biz çocukları, babamla kekliğinin muhabbetini kıskanmazdık desem yalan olur. O da babama inanılmaz sadıktı. Babam evde yokken, onun sobanın arkasında kurulu minderinden kalkmazdı. Kimseyi oraya oturtmazdı. Gagası ile oturanı pişman ederdi.

     

     

    “Cismi küçücük, varlığı bir o kadar baskındı. Belki ondandır, ad koymaya gerek duymadık. ‘Kewa Babo,’ yani ‘Babamın Kekliği’ dedik sadece. Derken, bir gece babamı bizden ve kekliğinden koparıp oraya, ‘Beş No’lu’ya götürdüler...”

     

     

    Avukat Rojbin Tugan’ın satırları çoğunuza tanıdık gelmiştir, çünkü daha pazar günü Taraf’ta okudunuz. O, “Kewa Babo ya da Diyarbakır Cezaevi” başlıklı ciğerdelen yazısını, “Diyarbakır Cezaevi kapatılsın” kampanyasının bir parçası olarak mı kaleme aldı, bilmiyorum. Şu satırlar, bu ihtimali güçlendirir gibi: “(...) Tek kelime Türkçe bilmeyen, ancak gözyaşları ile babamla konuşabilen babaannemle ağabeyimin gördükleri o yer... Bu ülkenin geleceğini rehin alan zebaniler evi... Oradan sağ çıkabilmiş, gözlerinden bildiğimiz babamızın bakışları da yetti yaşadıklarını anlamamıza... Ama babamla biz Diyarbakır suskunluğumuzu bozmadık. Bugüne kadar ne biz sorabildik canım babama orada ne yaptıklarını, ne de o bize anlatabildi.”

     

    Oku, dayanabilirsen...

     

    78’liler Girişimi’nin geçen yıl başlattığı “1980’li yıllarda Diyarbakır Cezaevi’nde yaşananların soruşturulması ve sorumluların yargılanması” kampanyasından sonra, Kronik Muhalif grubu da (www.kronikmuhalif.com) geçtiğimiz günlerde cezaevinin kapatılmasını hedefleyen bir kampanya başlattı:

     

     

    “Bu kanı ve savaşı durdurmak için; Kürt Sorunu’nun çocukluğuna inilmesini talep ediyoruz. Biz aşağıda imzası bulunanlar; hâlâ çevresinde yaralı insan çığlıklarının yükseldiği, Türkiye Cumhuriyeti’nin en büyük katliam kalelerinden biri olan, DİYARBAKIR CEZAEVİ’nin kapatılmasını istiyoruz. Madem ‘kapatma’yı bu kadar seviyorsunuz; DTP’yi değil, DİYARBAKIR CEZAEVİ’ni kapatın!”

     

     

    Yürekten katıldığım bu kampanyada benim de tuzum bulunsun diye, bugün köşemi bu konuya ayırıyorum.

     

     

    Kamuoyu (“Türk kamuoyu” desem daha doğru olacak galiba), Diyarbakır Cezaevi gerçeğiyle ancak 2002’den sonra tanışabildi. Serbestî dergisinin yayımladığı tanıklıkları özetleyip aktaran Radikal gazetesi (Kasım, 2003) sayesinde oldu bu. (Neşe Düzel, ondan da önce, Haziran 2003’te o tanıklardan biri olan Selim Dindar’la uzun bir söyleşi yapmıştı.)

     

     

    Kampanyayla, nasıl bir cezaevinin kapatılmasının istendiğini anlayabilesiniz diye, bugün size Selim Dindar’ın Neşe Düzel’e verdiği söyleşiden bölümler aktaracağım. Kampanya sürerken belki Serbestî’deki öbür tanıklıkları da dikkatinize sunarım.

     

    “Biz ölüyüz...”

     

    Selim Dindar anlatıyor:

     

    “Dışarıdaki beton avludaki eğitimden canlı dönemeyeceğimizden korkuyorduk. Çünkü bu eğitimler işkenceyle yapılıyordu. Avlunun ortasında bir kapak vardı. Oradan hapishanenin ya da mahallenin lağımı akıyordu. Her birimiz tek tek o lağım suyunun içine indiriliyorduk. Lağımın içinde nefesimiz kesilene kadar tutuluyorduk. Diyarbakır Cezaevi’nde yatan herkes yaşadı bunu. O pisliği içmedim, yemedim diyen gururu yüzünden yalan söylüyordur. (...) Kıştı, bir hafta boyunca gece o beton avluda suyun içinde yatırıldık. İhtiyacımızı suyun içinde yapıp, ısınmaya çalışıyorduk.

     

     

    “Elimde sigara söndürme izini görüyorsunuz. Yumurtalık bölgemde de sigara, kibrit söndürdüler. Mahkemede bir hemşerime tebessüm ettim diye bir gardiyan elime beş milimlik çivi çaktı. Copu ısırtıp, tekmeyle vurdular ve sonra ağzımdan dişlerimi copla birlikte çıkardılar. Ağzıma soktukları copu sağa sola döndürdüler, gördüğünüz gibi ağzımı bir yanından yırttılar. İnsanoğlunun bunları nasıl yapabildiğini hâlâ kavrayamıyorum. Gözümün önünde öyle çok olay oldu ki. Ölümler, işkenceler... Abbas Çelik diye bir köy sahibi vardı. Oğluyla birlikte içerideydi. Oğluna soktukları copu çıkartıp babanın ağzına veriyorlardı. Sonra babaya soktuklarını oğlunun ağzına veriyorlardı.”

     

    Dindar, Neşe Düzel’in, bu kadar ağır işkencelerden sonra gerçeklikten kopup kopmadıkları yönündeki bir soruyu da şöyle cevaplamıştı o söyleşide:

     

    “Mesela Mehmet Salih Besen olayında gerçeklik duygumu ben tamamen yitirdim. 50 yaşlarındaydı. TKİ’de memurdu. Kendisini ve bizleri ölü zannediyordu. ‘Biz ölüyüz, şu anda kabirdeyiz’ diyordu. Biz, ‘Amca yok öyle bir şey, gerçek hayattayız’ desek de, koğuşun aslında bir mezar olduğunu öyle mantıklı savunuyordu ki, ben dahil bazılarımız ölü olduğumuza inanmaya başlamıştık. Mesela cuma günleri görüşme günümüzdü. Bize soruyordu.‘Bizi ziyarete gelenlere biz dokunabiliyor muyuz? Hayır. Bize uzaktan bakıyorlar, ağlıyorlar ve gidiyorlar. Çünkü onlar bizim kabrimizi ziyaret ediyorlar. Cizre’de biliyorsunuz kabir ziyareti cumalarıdır’ diyordu. Gardiyanların da Zebani olduğunu söylüyordu. Gerçekten de koğuşun camları boyalıydı. Biz dışarıyı göremiyorduk, koklayamıyorduk, duyamıyorduk.

     

     

    (...) Ben ülkemizde geçmişte yaşanılan bir vahşeti anlatıyorum. Bugün 43 yaşındayım, Diyarbakır Cezaevi’nden konuşulduğunda hâlâ hayattan kopuyorum. İçimdeki fren boşalıyor, bağırmak, ağlamak, haykırmak istiyorum. Benim hanımım ve çocuğum var. Kalabalık bir ailem ve dost çevrem var. İçimdeki frene basamıyorum ve herkesin önünde hüngür hüngür ağlıyorum, ağlıyorum...”

     

    Selim Dindar, bu korkunç gerçekliği ölümle protesto etmeye karar veren dört mahkûmun kendini yakışlarına da tanıklık etmiş:

     

    “Ferhat Kortay hemşerimdi, elektrik mühendisiydi, samimiyetimiz vardı. Sabaha karşı saat üç sularında koğuşta müthiş bir patlama oldu. Bir arkadaş alevlerin üstüne su döktü. Alevlerin içinden bir ses geldi. ‘Bu bir yangın değil, eylem. Kahrolsun işkence, kahrolsun vahşet’ dedi. Alevler küçüldüğünde biz o dört insanı kafa kafaya vermiş gördük. Ben Ferhat Hoca’nın başucuna gittim. Eğildim, ‘Hocam bir şeyler söyle’ dedim. Dişleri kenetlenmişti. Tıslar gibi bir sesle zorlukla, ‘Bana türküyü söyle’ dedi. ‘Sevdalım’ adında çok sevdiği Kürtçe bir aşk türküsüydü bu. Ben ağlayarak türküyü söylemeye başladım. Beni teselli etmek ister gibiydi. Ağlamamam için bana tebessüm etti. Tebessüm ederken yanaklarından etler dökülüyordu.”

     

    Neşe Düzel, o söyleşinin sunuşunda şöyle demişti: “Hasan Cemal son çıkardığı ‘Kürtler’ kitabıyla ilgili kendisiyle yaptığım konuşmada, medya adına bir özeleştiride bulunarak ‘Eğer biz gazeteciler, 12 Eylül döneminde Diyarbakır Cezaevi’nde yaşananları tam anlatsaydık, bu ülkede belki bazı şeyler değişirdi’ demişti. Medya o dönemde Diyarbakır Askerî Cezaevi’nde olanları anlatmadı. Ama medya bu dönemde de yaşanan o korkunç vahşetle yüzleşmeye pek yanaşmıyor. Halbuki Diyarbakır Cezaevi, Kürt sorununda büyük dönemeçlerden biri.”

     

     

    Ben, Neşe Düzel’in söyleşisini okuduktan sonra kendimi bir hayale kaptırmış, şöyle yazmıştım: “(...) Vakit hâlâ geç değildir ve o günleri bize anlatmaya başlayacak bir yayıncılık, bu ülkenin demokratikleşmesi için tayin edici önemdedir... Radikal ve Neşe Düzel sağ olsunlar, onlara ne kadar teşekkür etsek az olur ama bu gazetenin eti ne budu ne? Öyleyse hadi bakalım bu ülkenin büyük televizyonları ve büyük kanalları... Hadi cesaret...”

     

     

    Aradan tam beş yıl geçti ve bu görev hâlâ sahibini bekliyor. Yürekten inanıyorum: Böyle bir yayıncılık Diyarbakır Cezaevi’ni kapattırmakla kalmaz; zaten devletin esiri olan insanlara reva görülen bu zulmün zannedildiği gibi “amaçsız” değil, onları tahliye olduklarında dağlara sürme hedefine yönelik “amaçlı” bir eylem olduğunu da açığa çıkartır.

     

    alpergormus.jpg

     

    Alper Görmüş - 28.10.2008 - Taraf

  11. Gözaltında dayak, sokakta linç..

     

    demirayoral.jpg

     

    Demiray Oral

     

    Kimi zaman yazmak ne kadar zor ve saçma.

     

     

    Birkaç kere başlayıp sonra hepsini sildim yazdıklarımın.

     

     

    Bilgisayarın başında oturup, uzun uzun dışarıyı seyrettim.

     

     

    Ne söylersem söyleyeyim kelimelerin kifayetsiz kalacağını düşünerek.

     

     

    Ancak mutlaka anlatmam lazım duyduklarımı, bilmeniz lazım yaratılan nefret ikliminin sonuçlarını.

     

     

    Öfkeli ve utanç içindeyim (Sonuna “yine” eklemeliyim bir de).

     

     

    Çünkü karakollarda, cezaevlerinde gençler öldürülüyor. Yine.

     

     

    Ve “ölmesinler” demek artık sorgusuz sualsiz vatan hainliğine giriyor haberiniz ola.

     

     

    İnanmıyorsanız, size anlatacağım İstanbul’un göbeğinde yaşanmış, taze bir linç girişimi hikâyesini dinleyin.

     

     

    Çok eski bir arkadaşımın başına gelenleri...

     

     

     

     

    XXX

     

    Arkadaşım ve eşi, 16 yaşındaki kızlarını da alıp evlilik yıldönümü kutlaması için müdavimi oldukları Boğaz’daki meyhaneye giderler.

     

     

    Pazar gecesi olduğu için mekânda sadece üç dört masa doludur.

     

     

    Hepsi “çağdaş” görünümlü, genç kadın ve erkekler.

     

     

    Yenilip içilir, saatler ilerler ve her zamanki gibi bir müzisyen gitar çalıp şarkı söyler.

     

     

    Bir süre sonra müzisyen tanıdığı ve güzel şiir okuduğunu bildiği arkadaşımı yanına çağırır.

     

     

    O da eşine evlilik yıldönümü hediyesi olarak Cemal Süreya’nın bir şiirini okur gitar eşliğinde.

     

     

    Şiir, “Ne zaman hürlüğün barışın sevginin aşkına / Bir cigara atmışsak denize / Sabaha kadar yandı durdu” dizeleriyle biter.

     

     

    Arkadaşım, şiirin sonunda da canını birkaç gündür acıtan bir mevzuyla ilgili iki satır konuşur.

     

     

    Engin Ceber adlı gencin önce karakol ardından cezaevinde işkence görmesi sonucunda ölmesinden sözeder.

     

     

    Mikrofondan “Bu son olsun, gençler artık gözaltında da savaşlarda da ölmesin” der.

     

     

    Hepsi bu kadar.

     

     

    Masasına dönüp, eşi ve kızının arasına oturur.

     

     

    Ancak yanlarındaki kalabalık masadan önce laf atmalar, ardından hakaretler edilmeye başlar.

     

     

    Üstelik tacizci grup öyle mahallenin milliyetçi bıçkın delikanlıları filan değil, son derece “çağdaş” görüntüdeki tiplerdir.

     

     

    Tatsızlık çıkmaması için susar arkadaşım.

     

     

    Bunun üzerine 30 yaşlarındaki bir kadın ayağa kalkıp, “Burası Türkiye, sen her gün askerimizi öldüren teröristleri anamazsın burada” diye başlayıp galiz küfürler eder.

     

     

    Ardından masadaki diğer erkek ve kadınlar da ayağa kalkıp (hepsi acayip çağdaş görünümlüdür) aynı minvalde saydırmaya başlarlar.

     

     

    Eşi ve kızının yanında gururu kırılan arkadaşım kalkmak için hemen hesabı ister.

     

     

    İşte o sırada önce kendisine, ardından araya girmeye çabalayan eşine karşı tam bir saldırı başlar.

     

     

    Garsonlar ayırana kadar, kalabalık gruptan dakikalarca tekme-tokat dayak yerler, kızlarının gözü önünde.

     

     

    Diğer masalarda oturanlar ise kıllarını bile kıpırdatmadan olayı seyrederler.

     

     

     

     

    XXX

     

    Kavga ayrıldığında arkadaşım hemen polis çağrılmasını ister.

     

     

    O sırada eskiden beri tanıdığı bir garson “Abi emin misin polis istediğinden” diye sorar.

     

     

    Ağzı burnu kan içindeki arkadaşım “Ne demek emin misin yahu” diye tepki gösterince garson kulağına eğilip “Abi bu bölge İstinye Karakolu’na bağlı” der.

     

     

    Bizimki duruma o zaman uyanır.

     

     

    Engin Ceber’in dayak yediği yerin o karakol olduğunu okumuştur gazetede.

     

     

    Hadi bakalım, yiyorsa çağır polisi, şikayetçi ol!

     

     

    Şöyle mi diyeceksin: “Şey memur bey, ben sizin gözaltında iki gün boyunca dayak attığınız doktor raporuyla belgelenen Engin Ceber adlı gencin ölümünü şey etmiştim ama arkadaşlar yanlış anladı galiba. Vallahi billahi kimseden şikâyetçi değilim. Arkadaşlar elleri dert görmesin zaten bizi eşek sudan gelene kadar dövdü, lütfen siz yorulmayın...”

     

     

     

     

    XXX

     

    Arkadaşım, olayın ertesi günü hâlâ İstanbul’un göbeğinde karşısına çıkan bu linç kültürünün şokunu yaşıyordu.

     

     

    Ailesinin başına geleceklerden korktuğu için hiçbir şey yapamamanın ezikliği ise ayrı koyuyordu.

     

     

    “Yaşadığım ülkeden utanıyorum” dedi.

     

     

    Ama hepsinden çok, kızının sorularına cevap verememek kahrediyordu onu.

     

     

    Bana, “Sence nasıl açıklamalıyım kızıma” diye sordu.

     

     

    Hiçbir şey diyemedim o anda.

     

     

    Şimdi düşününce, galiba yapılacak şey özür dilemek.

     

     

    Bu ülkeyi yönetenler adına utanıp, tüm çocuklardan özür dilemek.

     

     

    Onlara böyle bir ülke bırakacağımız için...

     

    Demiray Oral - 14.10.2008 - Taraf

  12. Bu sabah bana verdiğin yanıtlara tek tek cevap veriyorken

    ve tam bitiyorken elektirikler kesildi!!

    Bu durum beni cevap yazmaktan soğuttu, ve vazgeçtim cevap yazmaktan.

    Zaten boşuna tartışıyoruz bir bakımdan.

    Çünkü anlamıyoruz birbirimizi..

    Sen kendin bir takım gerçekleri öğrenmek istersen görürsün.

    İnternet elinin altında zaten. Tüm kaynaklardan araştırmalar

    yapabilirsin..

     

    Elbette Kürtlerin önemli bir kısmı durumundan memnun olabilir.

    Onların çoğu da zengin olanlardır, haksızlığa uğramayanlardır.

    Ana dil-eğitim ve televizyon bazıları için pek önemli değildir.

    Hatta Kürt olmamak bile bir çoğu için önemli olmayabilir.

    Ama haksızlığa uğramış, zulüm gören Kürtlerin bu büyük sorunu göz ardı edilemez.

     

    Ahmet Altan'ın dünkü güzel yazısıyla son cevabımı vermek istiyorum.

    Sakin bir şekilde yazıyı okuyup idrak etmeni rica ederim.

    Ahmet Altan'ın kişiliği üzerinde durmadan yazıyı okumanı isterim.

    Vatanınızı

    Seviyor Musunuz..?

     

    s1%20altan1.jpg

     

    Diyelim ki hiç kimse gerçekleri açıklamadı, hiç kimse eleştirmedi.

    Her şey aynı şekilde devam etti.

    Önümüzdeki yirmibeş yılda da elli bin Kürt çocuğu öldürüldü, yirmibeş otuz bin Türk çocuğu vuruldu...

    Yüzlerce milyar lira, bomba, mermi, roket olarak havaya savruldu.

    Epeyce bir para silah satışlarının komisyonu olarak onun bunun cebine girdi.

    Kürtlerin anadilde eğitim yapmalarına izin verilmedi.

    Sokak gösterileri sürdü.

    Polisler sokaklarda insanları vurdu.

    Türbanlı kızlar üniversitelere sokulmadı.

    Anayasa Mahkemesi keyfince anayasayı çiğnedi.

    Siyasi partiler kapatıldı.

    Devletin içinde çeteler kuruldu.

    Nobelli yazarlar ülkeden kaçırıldı.

    Ermeni yazarlar sokaklarda öldürüldü.

    Katillerle hatıra fotoğrafları çektirildi.

    Üniversite önünde yapılan bombalı katliamlar ?zaman aşımına? uğratıldı.

    Diyelim ki bugünkü durum aynen sürdürüldü...

    Eee, ne olacak?

    Avrupa?nın en fakir ve en geri kalmış ülkesi olarak yaşayacaksınız.

    Çok mu mutlu edecek bu sizi?

    Çok sevdiğiniz ?vatanınızın? gelecek yirmibeş yılı için planınız bu mu?

    Aferin size, nasıl da çok seviyorsunuz ülkenizi.

    Bir nebze olsun gelişmesini istemiyorsunuz.

    Zenginleşmesini, özgürleşmesini istemiyorsunuz.

    Vatan sevgisi diye ben buna derim işte.

    ?Cinayetler, katliamlar, işkenceler sürsün vatanımda? diyen vatanseverler.

    Ya vatanınızı sevmeseydiniz?

    O zaman ne yapacaktınız?

    ?İşkenceler, haksızlıklar, cinayetler, çeteler, adaletsizlikler, eşitsizlikler, zulümler dursun? mu diyecektiniz?

    Siz bu ?vatan sevgisi? denen şeyin ne olduğunu bildiğinizden emin misiniz?

    Yoksa dindarlardan ve Kürtlerden nefret etmeyi, silaha ve orduya tapınmayı vatan sevgisi mi sanıyorsunuz?

    Cumhuriyet Bayramı?nda, ?başörtülü bir kızı? cumhurdan saymayan albay sizin vatanseverliğinizi mi okşuyor?

    Anadolu başı örtülü, türbanlı kadınlarla dolu, biliyor musunuz?

    Hepsinden nefret mi edeceksiniz?

    Nefret ederseniz ne yapacaksınız?

    Vatanın Anadolu bölümüne gidemeyecek misiniz?

    Bağdat Caddesi, Nişantaşı, Tunalı Hilmi mi ?vatanınız? olacak?

    Hele Güneydoğu...

    Ben gittim gördüm, biliyor musunuz oradaki herkes Kürt.

    Şimdi ne olacak?

    Onlardan da mı nefret edeceksiniz?

    Vatanın o bölümüne de gidemeyeceksiniz demek ki.

    Gidemeyeceğiniz yerler çoğalıyor, bilmem farkında mısınız?

    Siz ?vatanı sevdiğinizi? söylerken tam olarak hangi bölgeyi söylüyorsunuz?

    İstanbul, Ankara, İzmir civarını mı?

    O şehirlerin de bazı bölümlerini tabii.

    Varoşlar pek size uygun değil, ben size söyleyeyim.

    Oralara gidemezsiniz.

    Başörtülülerle Kürtler var oralarda.

    Hatta duyduğuma göre Çankaya?da da bir başörtülü hanım varmış.

    O hanım oradayken CHP?lilerle generaller Çankaya?ya da gidemiyorlarmış.

    Çankaya da pek ?vatan? sayılamıyor anladığım kadarıyla.

    Gidemediğiniz yer vatanınız değildir çünkü.

    Siz nerelere gidebiliyorsunuz?

    Bir saysanıza gidebildiğiniz yerleri.

    Sizin önümüzdeki yirmibeş yıllık planınız, elli bin Kürt öldürüp, karakolları bastırıp, işkenceler yapıp, davalar açıp, çeteleri alkışlayıp gittikçe daralan küçük bölgelerde, kendi halkınızdan nefret edip korkarak yaşamak mı?

    Ne plan ama...

    Ne vatansever bir plan.

    Çok da zekice.

    Zeki bir vatansever kendi ülkesinin geleceği ile ilgili böyle planlar kurmalı işte.

    Allah muhafaza bir albay başörtülü bir kıza ödül verirse, generaller türbanlı bir kadının elini sıkarsa, Kürtlere eşit haklar verilirse, insanlar özgür olursa, düşüncelerini söyleyenler serbest kalırsa ülke mahvolur biliyor musunuz?

    Öyle güzel bir cumhuriyet kurmuşsunuz ki...

    Cumhur özgürleştikçe kurduğunuz cumhuriyetin batacağını düşünüyorsunuz.

    Cumhur özgür olmasın o zaman.

    Cumhurun özgür olmadığı bir cumhuriyet...

    Her vatansever böyle bir cumhuriyet hayal eder, öyle değil mi?

    Aslında padişahlar da böyle bir cumhuriyet hayal ediyorlardı herhalde.

    Onlar tam istedikleri gibi bir baskı kuramadılar.

    Siz kurdunuz.

    Kutlarım sizi.

    Cumhursuz bir cumhuriyetiniz...

    Hiçbir yerine gidemediğiniz bir vatanınız var.

    Ne de çok seviyormuşsunuz vatanınızı...

    Ya bir de sevmeseymişsiniz?

     

    Ahmet Altan - 30.10.2008

     

    DostçaKal</SPAN></SPAN>

  13. PKK, tamda bu noktada ortaya çıkmaya başladı

    tamda burdan büyümeye başladı.

    İnsanı dağa çıkarttıracak işkenceler yaşandı

    Diyarbakır Askeri Cezaevinde...

     

    Felat Cemiloğlu'nun Diyarbakır zındanını Hasan Cemal'e anlatımı

     

    Anlatmaya basladı;

    "Hapishaneden kurtulduğum zaman genç olsaydım, dağa çıkardım."

     

    Dinledikçe içim acidi.

    "Adim, Felat Cerniloglu. 1928 Diyarbakir dogumluyum.

    1982 yilinda Diyarbakir K Tipi Askeri Cezaevî'nin 33 No'lu kogusunda yasadiklarim cehennemdi.

    Ben sekiz yasindayken, 1936'da bütün Cemiloglu ailesi ve damatlari, iskân Kanunu uyarinca degisik illere, Ordu'ya, Giresun'a, Samsun'a, Kastamonu'ya, Sinop'a, Lüleburgaz'a, Kirklareli`ne Edirne'ye, Konya'ya, Denizli'ye sürülmüsler. Bizim aileye Onlu düsmüs. Ben ilk ve ortaokulu Ordu'da okudum. Lise olmadigi için 1944'te istanbul'a, Haydarpasa Lisesi'ne yatili gönderildim. Ordu'ya sürgün gidince bizim aileye bir ev ile bir findik bahçesi verilmis borçlandirma karsiliginda,..

     

    Elli dört yasindayken, 21 mayis 1982'de gözaltina alindim.

     

    Su ve pislikleri hücrelerin önündeki genis koridora yaydiktan sonra, daha gerideki bir hücreye tekrar toplanmamin istendi. Bunlan yaparken bir taraftan coplaniyor, bir taraftan da 'Son sayi üç!' deyip, sayincaya kadar bitirmemiz isteniyordu.

     

    Bu 'Son sayi üç' enirinin sonradan her iste kullanildigini gördük. 'Son sayi üç' dedikten sonra hemen 'Bir, iki.. `deyip arkasindan 'Iki on bes... iki otuz ' diye yavas yavas sayiyorlardi. Her seferinde yapilacak is daha bitmeden `lki kirk bes.,. Üç`deyip saymayi bitiliyorlardi. Tabiî emri zamaninda yerine getiremedigin içinde ceza hemen geliyordu. Bu 'Son sayi üç' emrinin tatbik edilmedigi hiçbir animiz yoktu, Içtimada, yemekle, tuvalette, bulasik-

     

    ta, velhasil her yerde bu emirle is yapiyorduk.

     

    Pis suyu, içinde yüzen ********* birlikte istedikleri hücreye doldurduktan sonra, bu hücrenin esigi yüksekliginde bir göl meydana geldi.

     

    Bu suyla yikanmamiz emredildi.

     

    ******* birlikte avuçlayarak basimizdan itibaren bu suyla yikandik.

     

    Müteakiben hepimiz koridorda diz çökerek baslarimizi birbirimize yaklastirdiktan sonra üstümüze bir iki bidon su döktüler. Böylelikle sözde temizlenmis olduk ve l No' lu hücremize konulduk, l No'lu hücre kogus kapisinin girisindeydi. içeriye her komutan (gardiyanlara komutan denirdi) girisinde,

     

    tekmil vermemiz emredilmisti. 'Birinci kat, l No'lu hücre ......

     

    mevcuduyla emir ve görüslerinize hazirdir komutaninim!`demek lazimdi. Komutan diger hücrelerin önünden geçerken de her hücre numarasina göre ayni tekmili verirdi. Hemen hemen her tekmilden sonra, ya geç tekmil vermekten, ya yanlis ya da yüksek sesle verilmedigi için ceza almak muhakkakti.

     

    Hücredeki cezada, parmakliktan eller disan çikartilir, cop, haydar veya 'kuzuyla vurulurdu. 'Haydar', Haydar isimli bir tegmenin adindan kaynaklanan bir sopaydi ve bir baska adi da `be-seonkalas' ti. Kuzu ise yuvarlak kavak agacindan yapma bir sopaydi. Copla dövülürsen sansliydin, zira az acitirdi. 'Dayak vaziyeti al` diye bagirildi mi, iki elinin avuçlarini açar öne uzatirdin. Ceza için en geçerli bahaneleri tekmil verilirken yeterince can-, li olmamakti. Ne kadar yüksek sesle tekmil verilirse verilsin, sesin az çiktigi veya topuk sesinin iyi olmadigi bahane edilir ve kar-siliginda ceza verilirdi. Bu cezalar yalniz hatayi yapanla sinirli kalmayip bütün hücredekilere tatbik edilmekteydi. Cezada esitlige lam riayetti bunun adi...

     

    Ilk günlerde dikkatimi çeken bir husus da suydu: Coplanirken yalvaran ve sizlananlara bu yüzden, sesi çikmayanlara da ses çikarmadiklari için ceza aynen tatbik edilirdi. Sizlanmanin faydasi olmadigini gördükten sonra sekiz ay hep sikâyetçi olmadigim için dayak yedim. Hücreye konuldugum 12 haziran 1982' den sonra istiklal Marsi'nin, 'Gençlige Hitabe' nin ve `Andi-miz` maislanin tamamim ögrenmeden koguslara giremeyecegimiz söylendi.

     

    Hücrelerde sabah 5. 30' da mesai baslardi.

     

    Üst kat hücrelerinden birinden bu marslarin her kelimesi bir kisi tarafindan tek tek söylenir, bütün hücreler bunu tekrar ederdik. Marslarin çok yüksek sesle ve canli söylenmesi sartti. Bu canli söylemenin sekline hükmetmek komutanlarin keyfine bagliydi. Ne kadar canli söylerseniz söyleyin, begenilmemek muhakkakti ve arkadan da cezasi hazirdi tabiî.

     

    Marslardan sonra öglen 12'ye kadar bütün hücrelerde hayat, 'hazir ol' durumunda ayakta, yine yukan hücrelerden birinin tek tek söyledigi ve hücrelerin hepsinin tekrarladigi marslarla devam ederdi- 12'de sabah mesaisinin bitiminde tekrar 'istiklal Marsi', 'Gençlige Hitabe1 ve 'Andimiz' aym sekilde tek tek okunurdu. 12. 00-13. 30 arasi yemek ve tatil dönemiydi. 13. 30'da tekrar üç marsla Ögleden Sötira mesaisi baslardi. Esas durusta ve marslarla 18. 30'a kadar devam eder, mesai tekrar üç mars söylenerek bitirilirdi.

     

    20, 30 da yatmak mecburiydi.

     

    Hücrede, elinizde getirdiginiz posetler içindeki esyanizdan baska yastik, yatak, yorgan, battaniye gibi seyler yoktu. Posetler ekseriya yastik olarak kullanilirdi. Gece eger tuvalet kapisinin Önünde yatmamis isek, kendimizi çok mutlu hissederdik. Tutuklularin birbirlerine isimleriyle hitap etme mecburiyetleri vardi, Abi, amca, bey vs. diye hitap yasakti. Hücreye beraber kondugumuz Dicleli çocuk takriben on bes yasindaydi. Ben elli üç yasin-. daydun, Hilvanli Hamit Gerger altmis, Bedii Tan elli civarindaydi. Bu çocugun bize Hamit, Felat, Bedii diye hitap etmesini evvela çok yadirgamis, sonra alismistim.

     

    Hücrede verilen yemekler için fazla bir sey söylemeye lüzu görmüyorum- Hakaret ve eziyet yaninda yemek verilip verilme inesi benini için önemini kaybetmisti. Yemek dörtlü birlesik madenî kaplarda verilirdi. Dört bes kisiye verilen yemek ve ekmek bir kisinin dahi doymayacagi kadardi. Yemekten ziyade su prob lem oluyordu. Her hücrenin önüne birer bidon su konulurdu. Bi sudan ancak komutanin emriyle içilebilirdi. Bu da sadece yemek saatlerinde mümkündü.

     

    Mesai saatlerinde, yani 5. 30-12. 30 ve 13. 30-18. 30 arasinda içmek ve içmek için izin istemek de katiyen yasakti. Yemek saatle-rindeyse içilecek su nüktarini komutan tayin ederdi. Hücrelerde sigara içmek tamamen yasaklanmisti. Zaten hücreye girerken herkesin sigaralari alinmisti. Hücre içindeki tuvalette su akmadigi, disaridan da su verilmedigi için temizlenme imkâni yoktu.

     

    l No'lu hücrede üç dört gün geçirdikten sonra bizi daha ortalarda bir hücreye aldilar. Orada da dört kisi vardi. Hücrede sekiz dokuz kisi olduk. Verilen yemek ve su miktarinda bir degisiklik olmuyordu. Yani dört kisiye verdikleri kadar yemek sekiz dokuz kisiye veriliyordu. Yemekleri karavanayla tutuklulardan iki kisi dagitiyordu. Yemek dagitanlara kaç hücreye dagitilacagi söylenmeden her hücreye esit dagitmalari emrediliyordu. Dagitim sonunda yemek artarsa da, eksik kalirsa da, esit dagitmadiklari gerekçesiyle ceza görüyorlardi. Müteakip yemek dagitiminda ayn iki tutuklu vazifelendiriliyor, tabiî onlar da ayin akibete ugruyor ve böylelikle bütün hücredekiler dagiticilardan dolayi cezadan nasiplerini aliyorlardi.

     

    Ve komutanlar, '****** çocuktan, bir yemek dagitmasini bile beceremiyorsiimiz, bir de devlet kurmaya kalkisiyorsunuz' diye azarliyorlardi.

     

    Hücredeki yedi sekizinci gece, saat iki sulan.

     

    Cop, sopa sesleri ve feryatlarla uyandik. Sanki yüzlerce kisi dayak yiyor gibi geldi bize. Ve biz hücrelerin basildigi, siranin bize gelecegi endisesine kapildigimiz sirada, hücrelerimizi açip esyalarimizla birlikle 'son sayi üçle çikmamiz emredildi. Sirtlaniniz coplanarak bir üst kattaki-hücrelerden birine tikildik. Yerlerimize disaridan yedi sekiz kisi yine döviile dövülc getirilip yerlestirildi. 3u dayak ve yerlestirme isi bir iki saat sürdü. Bir üst kattaki hücrede sabahleyin on sekiz kisi oldugumuzu saydik. Hücremizde artik aincak yan yana ayakta durabilecek kadar yer vardi.

     

    Mesai ayni sekilde devam ediyordu. Marslari ayakta söylerken, bir kismimiz da yatak için yapilmis beton kisimda duruyorduk.

     

    Yemek ve su dagitiminda, hücreler arasindaki esitlik ve mesailer normal devam ediyordu. On sekiz kisi olmamiza ragmen gece yatmamiz bir sorun olmadi. Artik o kadar yorgunduk ki, 20, 30 oldugu-zaman açlik, susuzluk, yorgunluk, gündüz yenilen coplanil esiriyle uyumuyor, bayiliyorduk. On sekiz kisinin ayakta zor sig-igiyerde on sekiz kisi yatiyorduk.

     

    Hücre arkasindaki tuvalete de üç dört kisi isabet ediyordu.

     

    Hücrede herkesin yalniz basi üstte gibiydi. Bir kisinin üstünde üç dört kisinin bacaktan, kollan, vücudunun bir kismina isabet ediyordu. Artik yastik derdi kalmamisti. Baslar muhakkak diger birisinin vücudunu yastik gibi kullaniyordu,

     

    Hücrede komutanlarin dayagina, hakaretine, yorgunluga, açliga, sigarasizliga artik alismistik. Eli marslari da az çok Ögrenmistik. Koguslara intikalimizi dört gözle bekliyorduk. Koguslarda yatak oldugu, gezinilebildigi söyleniyordu. Üç mars için imtihan yapildiktan sonra koguslara gidebilecegimiz, ikinci defa gelen tecrübeli arkadaslardan biri tarafindan söylendi. Bu gibi hususlarda komutanlarimiz bir izahat vermedikleri gibi, onlarla konusmak ve bir sey sormak, hatta istemek de yasakti.

     

    Bu arada hesapta olmayan bir seyle karsilastik. Geldigimiz günden beri Co isimli ******* devamli muhataptik. Mesela sirayla Co'ya tekmil verdiriyorlardi. Co'nun karsisinda, 'Felat Ce-miloglu, Diyarbakir, emret komutaninim tekmilini çok yüksek sesle ve tupuk sesiyle veriyorduk, Co, tekmili begenmezse havliyordu. Ve Co'yu memnun edemedigimiz için cezalandiriliyorduk, iste bu Co, marslar söylenirken bizi kontrole gelmis ve marslari canli söylemedigimiz için ******* komutanlarimizi haberdar etmis, onun için de mars imtihanlarimiz üç gün tehir edilmisti. Hücrede üç gün daim kalacagimiz söylendi. Müteakip üç gün Co'yu kizdirmayacak davranislarda bulanmaya çalistik.

     

    Bu arada mesai sirasinda bazen bir kismimizi hücre önündeki talim yerine çikarip, ya talim yaptiriyorlar ya da birbirimize dayak attirarak bizimle alay ediyorlardi. Böyle bir günde ürfali bir baba ogulla epey eglendiler. Baba altmis bes yaslarinda, 1, 90 boyundaydi. Oglu, yirmi bes-otuz yaslarinda ve babasnidan daha iri ve cüsseliydi.

     

    Evvela oglunu babasina tokatlattilar.

     

    Yavas tokat vurdugu için hem ogul hem baba coplaniyordu, Bes on denemeden sonra ogulun babaya vurdugu siddetli tokatlan begenmediler Bu kere ogulu babanin sirtina bindirdiler. Bir taraftan babayi topluyor, daiia hizli kosmasi için zorluyorlardi. Ogul babasinin sirtindan indikten sonra aglamaya basladi.

     

    Girdigimiz sirada hepimize aglamanin, inlemenin, özellikle gül menin yasak oldugu 5 No' luda'vatan ********* bunlarin hiçbirine hakki olmadigi hepimize söylenmisti. Eta bayla ogul arasindaki bu tatbikatta hücredeki bazi tutuklular si nlims, bazilari suratlarim asmis ve ogul da aglamisti.

     

    Emirlere itaat edilmedigi için bütün hücreler cezalandirildi:

     

    'Birinci Hücre, ikinci Hücre, dayak vaziyeti al!' Bu komutla herkes iki elini üst üste koyarak hücre parmakligindan disari çikarip nasibi kadar copu yedikten sonra yerini ayni hücredeki ikinci siraya birakiyordu. 'Dayak vaziyeti al!' komutundan sonra tekmil verilerek eller birbirinin üzerinde öne uzatilirdi. Komutanin her vurusundan sonra: 'Emret komutanim!' demeye mecburduk, Hücrede onuncu günümüz doldugunda 'IstiklaJ Marsi1, 'Türk Gençligine Hitabe' ve 'Andimiz` marslarinda blok çavusuyla birlikte iki üç gardiyan bizi imtihan etti. Tam bilenler dahi stres içinde söylerken sasirdiklari oluyordu. Bu sasirmalar karsisinda küfür ve coplanmalardan sonra 21 haziran 1982 günü ögleden sonra koguslara gönderilmek üzere hücrelerden çikarildik. Hücre önündeki boslukta toplandik.

     

    Ben ayni kogusa düsebilmek için Bedii Tan' a yaklasmaya çalistim. Ellerimiz yanlara yapisik, baslarimiz önde, etrafa bakmadan bana çok uzun gelen koridorlardan geçtikten sonra, yine bir koridorda kogus gardiyanlarina teslim edildik. ********** Esyalarimiz tek tek arandi. Ondan sonra da yüzlerimiz duvara döndürüldü, emir verildi: 'DomaJ!'

     

    Hepimizin mabatlari kontrol edildi.

     

    Tabiî kimsede bir sey bulunmadi. Bulunmasi ihtimali de yoktu. Sorusturmadan, gözaltindan, hücreden gelmis, zaten defalarca kontrol edilmistik.

     

    Kogusa girerken sirayla hepimiz coplandik. Kirk-kirk bes kisiydik. Bu arada herkesin ayni kogusa gidecegini, bu kogusun 'cezali bir kogus' oldugunu, bu yüzden sansimiz olmadigini söylediler. Ve bu kogusun ceza sebebini ögrenmeye çalismanin yasak oldugunu, bize de zaten kimsenin söylemeyecegini eklediler.

     

    Kogusa girerken ismini sonradan ögrendigim Mehmet Emin Kardes'e gözleri ilisti. Meger Mehmet Emin'in 5 Nolu'ya ikinci ge-hsiymis. ikinci gelenlere çok kiziyorlardi. Sebep olarak da 'Birinci sefer demek ki ders almamis`1 diyorlardi. Mehmet Emin'i, cop, haydar ve kuzuyla hemen hemen bayiltincaya kadar dövdüler. Aksam karanligi basligi sirada cezali 33 No'lu kogusa ginük. Ko-

     

    Sun bütün camlan kapali ve kirmiziya boyanmis ve de ortasina ay-yildiz çizilmis oldugu için kogus çok lostu. Kogus, sonradan söylendigine göre atölye olarak yapilmisti. Epey büyüktü. Kapi gi~

     

    risindeki kisim bostu. Ortada, herhalde sonradan yapildigi için, yüksekçe üç tane kapisiz tuvalet vardi. Tuvaletin Önüne rastlayan ranzalar iki katli, pencere tarafina rastlayanlarsa üç katliydi.

     

    Içeri girdigimizde elli kisi kadar bir kalabalik duvar dibinde, üçlü sira halinde içtimadaydi. Ortadaki, soluk benizli iki kisi, sanki mumyadan yapilmislar intibaini veriyorlardi. Yalniz çaki gibiydiler. Her emirden sonra tekmil verip, topuklari üstünde dönerek söyleneni yaptiktan sonra tekrar geliyor, avazlari çiktigi kadar bagirarak tekmil veriyorlardi. Bunlarin kogus sorumlulari Ekrem Dal, Selim Dindar ve Fahri Tunç olduklarini sonradan ögrendim. Sorumlulara, 'kirk tane mal' getirdiklerini, ranzalarda degil talim yerinde yerde yatirilmamiz gerektigini, ihtiyar saydiklari on kisiyi ayinp geri kalanlara iki gün yemek verilmeyecegini söylediler. Bun yemek verilmeyecek gruba dahil edildim.

     

    O gece kogus sorumlulari ellerinde yazili on dört-on bes maddeden ibaret kogus talimatini bize okudular. Ve bunlara riayet etmek mecburiyetinde oldugumuzu, hatalarin cezasiz, kalmayacagini söylediler. Bu kogus talimatnamesi günde dört- bes kere anlatiliyor ve tatbikatlari yapiliyordu.

     

    Talimattan hatirimda kalanlar sunlar:

     

    (1) Kogusta konusmak yasakli. (2) Kogus içinde dolasirkein eller iki yanda yapisik gezilecekti. (3) Komutanla konusmak, bir sey istemek yasakli, (4) Kogus sorumlulari dahil her çagrilan canli tekmil verecekti. (5) Sabah 5, 30 ' da herkes uyanmis, 20. 30'da yatmis olacakti, (6) Yatislar sirtüstü ve nizamî olacak, esas durus uykuda dahil bozulmayacakti. (Üst ranzada yatiyorsan, kurtulus yok, isik gözünün içindeydi. (7) Aksam 7. 30'dan sonra tuvalde gitmek yasakti. (8) Görüsmelere on iki kisilik postalar halinde gidilecek, kapidan tekmil verilerek, sayi sayilarak çikilacakti. ( `stiklal Marsi`, 'Gençlige Hitabe', 'Andimiz' ve bunlardan gayri kirk alti mars Ögrenilecekti.

     

    Bu marslardan bugün isimleri hatirimda kalanlar arasindaki

     

    Tarihi Çevir' marsi otuz bes dakika sürerdi. Sonra 'Neslin Dede, Ceddin Baba` adini tasiyan bir mars vardi söyledigimiz, Marslai yüksek sesle, hareket halinde, dizler karina dogru çekilerek söylenirdi, iler kogus ayni anda ayni bir mars söylerdi her gün her saat, havalandirma dahil... Bu delirtici, çildirtici hir seydi.

     

    Ilk ve müteakip yirmi gün rarizalardaki yataklarin bos olmasi na ragmen yerde, beton üstünde yattik,. Ilk gece beton üstünde olmamiza ragmen, ayaklarimizi uzatarak yatabildigim için çok mesuttum. ilk üç gece üstümüze su döküyorlardi, bidonlarla su..

     

    Dümdüz, yüzüstü, kipirdamadan yatiyorsun. Tani üç gün boyunca. Kimildamak yok! Tuvalete gitmek yok!

     

    Önümüzdeki insanin *******... Sicak olurdu, ellerimizi isitirdi, hatta birazcik isinacagimiz için sevinirdik *******

     

    Kogustaki hayatimizin günlük programi: Sabah kalkis 5. 30; tras, tuvalet., Sabun yoktur. Dogru dürüst su akmaz. Bir haftaligina iki kisiye bir adet permasarp verilir. Kahvalti 5. 30- 6, 30; 6. 30-12-00 içtima, sayim, egitim; 12. 00-13. 30 öglen yemegi, istirahat; 13. 30-18, 00-19, 00 egitini; 18-19-20. 30 içtima, sayim; 20. 30 'Kaybol!' komutuyla yatma zamani... Haftada bir, on günde bir havalandirmaya çikarsin... Yemek duayla ballar

     

    'Bismillahirrahmanirrahim. Allahimiz'a hanidolsun. Ordu millet varolsun. Vatan hainleri kahrolsun!'

     

    Yemek gelir Önüne konulur, ayakta hazir olda dua okunur. Ama yine el süremezsin yemege. Önce komutanin 'Afiyet olsun P demesi lazim ki yemeye baslayabilesin. Öyle beklersin hazir olda. Bazen komutan çeker gider, afiyet olsun demeden, ün bes, yirmi, yirmi bes dakika, yemek önünde, sen hazir olda beklersin. Sonra gelir komutan, 'Getirin yemekleri ` der ve hepsini döktürür, 'Simdi sikimi yiyin !` der ve gider

     

    Mahkemeye gidis gelisler baska âlemdi. "

     

    O tarihte kogus sorumlusu olan Vasif Kahraman söyle anlatir mahkeme faslim:

     

    "Eller arkadan kelepçelenir Kelepçelerin içinden bir zincir geçer Yetmis ****en kisi zincirli. Biri düstü mü, herkes düser yere. Ve herkes dayak yer. Mahkemede, sirada oturuyorsun. Asker gözünün içine bakar. Çünkü senin gözün hiç kipirdamayacak. Avukatina biie bakaiuazsin, yasak! Benim avukat, var im, yok mu, bazen anlamazdim- Gözün kaydi mi,. tekmil vermek zorundasin hapishaneye döndügünde: 'Vasif Kahraman, Diyarbakir, emret komutanim, vukuatim vardir komutaminim!` '"Dayak vaziyeti al!'

     

    Haftada 2 bin lira para gelmesine izin verirler. Bir baskasindan 2 bin fazla geldi nü o hafta, yanarsin. Yani para örgütten mi geldi kuskusu.,.

     

    Ve dayak!

     

    Korkardik, kimseden ekstra para gelmesin dîye dua ederdik.

     

    Yatmadan sonra bütün-kogustakiler sirayla ikiser saat kogus nöbeti tutarlardi. Bunlarin biri nöbetçi onbasi, ötekisi nöbetçiydi. Aksani sayimdan sonra kapilar kiIitlenirdi. içeriye, sabaha kadar kimse giremeyecegi için rahatlardik. Disarida gece nöbeti tutan askerler, giris kapisi üstündeki mazgal kapagini açip içeriyi kontrol ederlerdi. Mazgal deligi açildiginda nöbetçiler kosarak kapi önüne gitmeye ve en yüksek sesle tekmil vermeye mecburdular. Mazgalin bazen bes on dakikada bîr açilmak suretiyle sabaha kadar tekmil durumu devain ettirilirdi. Gaye, tutuklulari rahat uyutmamakti.

     

    Tekmil kolay olmakla beraber nöbetçiler tarafindan daima su veya bu sekilde yanlis söylenirdi. Yanlisi yapan tutuklu nöbetçilerin sabah komutanlarina tekmil vermeleri emredilirdi. O nöbetçiler de sabahleyin gardiyan gelince, gece yaptiklari hatayi tekmil vererek bildirirlerdi. Tabiî ki her hatanin cezasi oldugu gibi, bu dj muhakkak cezalandirilirdi. Gece nöbetçisi, uykusunda döneni dt gürcbilmisse, onun da sabahleyin komutana tekmilinin verilmesini kogus nöbetçisine söylerdi. Sabahleyin geceki bütün vukuatlar böylece gardiyana intikal etmis olur, o da tabiî uykusunda döneii-ni'/amî yatmayan, böylece emirlere riayet etmeyen tutuklular cop veya haydarla cezalandirirdi.

     

    Kogus nöbetçileri söyle tekmil verirlerdi:

     

    'Yahya Ari, Siirt, emret komutanim, 10-12 nöbetçi onbasisiyim E Blok, 33, Kogus yüz hes mevcuduyla yatak istirahatina çekilmistir, vukuatim yoktur komutanim!1

     

    Onbasidan sonra nöbetçi er de ayni tekmili verirdi. Bu tekmilin çok yüksek sesle, sert topuk selamiyla verilmesi mecburiydi Nöbetçi komutan, sesi veya topuk sesini begenmezse, tekmili bir kaç defa tekrar ettirebilecegi gibi, mazgal deligini kapatip nöbet çiler daha kogusun öbür tarafina gitmeden tekrar açar, ayni sere moni tekrarlanirdi. Bu söylediklerimin hepsi sekiz ay müddetle hiçbir sekilde aksamadan her gece devani etti.

     

    Gece tuvalete gitme yasagi oldugu için, büyük küçük abdesti nü altina kaçiranar da sabahleyin durumlarini tekmil vererek ko mutana bildirmek mecburiyetmdeydiler. Istisnasiz bütün vukuat lar sabahleyin komutana söylenirdi. Çünkü, kogusta sik sik de gistîrdikleri zayif karakterli ajanlari vardi, ilgili sahis kendi vuku atini kendisi bildirmezse, ajanlar mutlaka bildirirlerdi.

     

    Birini getirirler, dövmüsler ***** sudan gelinceye kadar. Öli gibi atarlar kogusun ortasina. Sen de ona açilirsin, adam bu kadar dayak yemis diye... Halbuki o adam ihbarcidir, seni aldatmak için dövüp öyle atmislardir kogusun içine...

     

    Her bakimdan seni çökertmek için,..

     

    Önünde dizüstü çökertir ya da hazir ola geçirtir, sonra da derler ki:

     

    'Annen, bacin elimizde; her seyi yapariz!` Pis sular çatidan gelen yagmur oluguna baglanmisti. Pislik tikaninca tasardi. Plastik bidonlara doldururduk. Ayni bidona su doldurur getirirler, suyu ondan içerdik. Yemek çok az verilirdi. Bir bakarsin bir gün tamamen tuzlu. Ve yemegi bitirmek zorundasin. Bundan sonra da üç gün su yasagi koyarlardi. Tek tip esofman verdiler. Numarali hepsi. Kirmizi ve mavi renkli. EsofmanIar üstünde islak kalirdi, ishal olursun. Gece tuvalete çikma yasagi vardi. Gece gidersen, bunu ihbar etmeyen daha çok dayak yerdi.

     

    Bir bakarsin gece bes on asker ansizin geJir:

     

    'Kule yapin`

     

    En alttkilerden yukai dogru huni biçimde, giderek azalir tarzda üst üste yigilirsin. En alttakinin bazen kaburgasi kirilir, bayilir. Ya da bir baska komut verilir:

     

    ''Kaybol!`

     

    Bu durumda bir anda ranzalarin altina yüz bes kisi sigismak

     

    zorundasin. Hiçbir el ayak gözükmeyecek- Ya da arama yapilir. Kimin ne malzemesi varsa, yataklar, her sey kogusun ortasina ko- -nur. Sayima bitene kadar, 'Bir... iki... iki kirk bes... Üç.. ` dendi mi hazir ola geçeceksin. Esyani bulamazsan, ayni hizla dayak fasli baslar, üstelik bütün kogus dayaktan geçirilir

     

    Bütün bunlar tabii dayak, eziyet için bahanelerdi.

     

    Hamain bir baska âlemdi.

     

    Yirmi günde bir gün sicak, kaynar su. Sabun verilir, tam basini sabunlarsin, 'Bir,., iki... iki kirk bes, Üç.. ` denir Sabunlu olarak aninda çikman gerekir. Kogusa sabunlu basla gidersin. Tuvalet de öyleydi. 'Son sayi üç' vardi yine. 'Üç` dedigi an çikacaksin, ya-rimm kalsa bile... Ve derhal hazir ola geçeceksin. Haftada bir gün görüs vardi.

     

    Ori ikiser kisilik gruplar halinde gidilirdi, iki asker yaninda, ikisinin de ayaklari senin ayaklarinin üstünde. Görüsünle konusurken, ne dersen de, asker ayagina basti mi susacaksin. Tam 'Annem nasil?' diyeceksin, 'anne` der kalirsin, çünkü ayagina basil-mistir asker tarafindan,.. Görüsmeler hiçbir zaman kesintisiz bir dakikayi geçmez. Mercimek ekmistik. Soramamistim mercimek tarlalarini. Çünkü mercimek sözcügünü gizli bir sifre saymislardi bir keresinde,..

     

    Ramazan, geldi.

     

    1982'iiin temmuz ayi.

     

    Oruç tutmak serbest dediler. Sahura kalkmak yok, iftar ise sa at 20. 00'den sonraydi. Bu aslinda 'Oruç tutma, istemiyoruz!' me sayiydi. Benim ortagim ve muhasebecim Bedii Tan Bey oruç tuttu Bu arada havalandirmada, betonda, üstümüz çiplak halde dünya um idmanini yaptiriyorlar Bedii'nin orucunun farkina vardilar,

     

    Ne yaptilar biliyor musun?

     

    Kanalizasyon kapagini kaldirdilar, aviiçla pislik yedirdiler.

     

    Bedii Tan ishal oldu. Çok hastalandi. Hâlâ hatirlarim. Kogus kapisinin önünde, buz kahin gibi 'pat`diye betonun üstüne düstü. Yerde yatiyordu. Bir er ve bir çavus gardiyan geldi, kogusa girdiler. Yerde yatan Bedii Bey'in karnina bastilar. Bagirsaklari ve böbregi patladi Bedii Bey'in.

     

    Marslar kesildi.

     

    Marslar kesikli mi, ya bir heyetin geldigini, ya savcinin hapishanede oldugunu ya da birinin Öldügünü anlardik. Avrupa Konse-yi'nden heyet geldi mi, Mardin'in Mazidagi köylerinden iriyan Hasan Çelik sahneye çikardi. Iki oglu ayn ayn koguslarda PKK'dan yatiyordu. Heyet gözüktü mü kogusun kapisinda, baslardi bagirmaya: 'Allah devlete millete zeval vermesin, yemekler o kadar çok ki!'

     

    Yine bir keresinde 'Heyet geldi' dediler, Uludereli Haydar Ürün'ü alip revire götürdüler. Hasta gibi, göstermelik,,. Yemek vermisler, hizmet etmisler yatakta, hasta muamelesi yapmislar heyet ziyareti yüzü suyu hürmetine... îs bitip heyet gidince de ***** sudan gelinceye, kadar dövmüsler Haydar'i. Perisan yakiniyordu geri geldiginde, 'Ben mi istedim revire gitmeyi' diye.,.

     

    Bedii Tan öldü, elli yasindaydi.

     

    Gardiyanlara dava açildi.

     

    Diyarbakir E Tipi Askerî Cezaevi'nden çikip cezaevi hakkinda ta- nik olarak ilk konusan ben oldum. O gardiyan (6 sene 8 ay ceza yedi. Kogustaki lakabi Gestapo'ydu. Erdi, Gümüshaneli'ydi, Adnan'di ismi...

     

    Bir hadise oldu mu, herkes ayni ifadeyi verirdi. Yüz bes kisi

     

    birden ayni ifadeyi:

     

    'Bedii Tan, eceliyle öldü. Komutanlar ilaçlarim muntazaman

     

    veriyorlardi. '

     

    Bedii Bey 33 No'Iu kogusa girdikten otuz üç gün sonra Öldü, Üç gün beton üstünde, su içinde yatinca, hepimiz ishal olduk. Bedii Bey ölünce, bizi hastaneye götürdüler, kurtulduk. Hepimiz ayakta, sirada bekliyoruz.

     

    Eller popomuzda...

     

    Kaçirmamak için,., Dayak korkusu ! Altina bir kaçirdin mi dayak.,.

     

    Yazin kogusun bütün pencereleri kapali, 70 derece,.. Kisin bütün pencereler açik, eksi 23 derece, Böyle günlerde tuhaf düsüncelere kaptirirdim kendimi, 'Hiç olmazsa balkona çikabiliyor çocuklarim' diye geçerdi aklimdan... Hep çocuklarimi düsündüm, iki oglan bir kiz. iki oglum, Haluk ile Haldun, ikisi do ingiltere'de tekstil mühendisligi okumustu.

     

    Gardiyanlar kogusta hep küfürle baslardi konusmaya:

     

    *************

    Seni psikolojik olarak da çökertmek, yikmak için her sey yapilirdi. Kapinin önüne çikartarak cop sokmak,,. Seyredene de o copu yalatirlar. Kusarsan, öbürüne yalatarak yeri temizletirler

     

    PKK'nin ismini daha önce hiç duymamistim. Içeri alindiktan sonra ögrendim. O zamana kadar biz bu örgütü 'Apoailar' diye bilirdik. Bu anlamda siyasetle hiç ilgilenmemistim. Dislerimin çogu sallaniyordu. Neden mi ?

     

    Çünkü hep kalas dayagi vardi ceza olarak. Aç agzini derlerdi, kalasi getirir, iki elleriyle tutar ve küt diye çenenin altindan yukari dogru vururlardi. O kalin kalasi çenene alt taraftan yedin mi, eger tecrübesizsen dilini isirirdin. Tecrübeliysen dilini isirmazsin ama bu sefer de dislerin birbirine girer.

     

    iste söyle bir sey.

     

    "Bana bir gün bir avuç dışkı yedirdiler; öyle hazir ola geçtim !"

     

    Bana da bir gün bir avuç dışkı yedirdiler de, bu sallanan dislerimden kurtuldum!

     

    Tek ayak üstünde, duvar dibinde duruyorum. Ceza! Ama bir süre sonra yoruluyorum. Ayagim düsüyor yere, iutanuyorum. Emre itialsizlik ! Cezasi:

     

    Duvarin dibinde, kanalizasyonun kapagini kaldirdilar, bir avuç dışkı alip agzima attim. *****

    Kipirdamak yok. Temizlemek yok.

     

    Yere tükürmek yok.

     

    Öylece agzin kapali, kimildamadan ayakta, hazir olda bekliyorsun.

     

    Bir süre sonra birakti, içeri girdim.

     

    Elazigli arkadas, ismi Ramazan.

     

    Allah razi olsun, bazi dislerimi iple çekti. Çünkü temizleyeme-dim dislerimi... Altin kaplanla olan iki disten birini cebine atti, birini bana verdi hatira olarak. Hapishaneden çiktiktan sonra ilk $im disçiye gidip takma-dis yaptirmak oldu.

     

    Sekiz ay yattim, Diyarbakir E Tipi Askerî Cezaevi 33 Nolu kogusta

     

    Elli bes yasindaydim.

     

    Sekiz ayda on sekiz kilo verdim, igne iplik kaldim. Çiktigimda kimse tanimadi beni. "

     

    Felat Cemiloglu' nun basindan geçenleri ilk kez bir Diyarbakir aksaminda 1990'b yillarin basinda kendi agzindan dinlemistim, Bu kitabi yazarken Felat Bey'le 30 ekim 2002'de, Diyarbakir'in Kurt ismail Pasa, 2. Sokak, Volkan Apartman`in zemin katindaki bürosunda yeniden konustum. Anlattiklarini biraz düzelterek tirnak içinde aynen aldim kitabima.

     

    Felat Cemiloglu, 21 mayis 1982'de gözaltina alindi. 10 haziran 1982'de tutuklandi. 14 ocak 1983'te, iki ayda bir yapilan incelemenin dördüncüsünde mahkemeye çikarilmadan tahliye oldu. "Suç-lu bugün dahi ayni muameleyle karsilassa, para vermekten baska çaresi olmadigi" gerekçesiyle, TC Sikiyönetim Komutanligi Diyarbakir 2 No'lu Askerî Mahkemesi tarafindan hakkinda verilen beraat kararinin tarihi ise 18 nisan 1984.. . Felat Cemiloglu son olarak bana dedi ki:

     

    "Hapishaneden kurtuldugum zaman genç olsaydim, en azindan sorusturma, gözalti, 5 No'lu hapishane cehennemine tekrar haksiz yere girmemek için daga çikardim."

     

    hasancemalkurtler20sdc4.jpg

     

    Kaynak. Dogan kitap, Hasan cemal, Kürtler, 20. baski, Isatanbul..

     

    Not: İleti çok uzun olduğu için kabul edilmiyordu

    ve önemli bir kısmını silmek zorunda kaldım..

  14. Gelelim TMMO'nun Çözüm önerilerine(!)

     

    Ben Kürtlerin hor görülmesinden , dışlanmasından, asimile edilmesinden yana değilim, kardeş olarak ta görüyorum öncelikle yazdıklarımın yanlış anlaşılma ihtimaline karşı bunu belirtmiş olayım.

    Tamam. Aynı şekilde bende açık yüreklilikle ve iyi niyetle

    cevap vereceğimi belirtmek isterim..

     

    Yani bütün sorun Türkiyenin operasyonları öyle mi? Türkiye operasyon yapmasa PKK teröristleri silah bırakacak, evinde pijamaları çekip TV izleyecek öyle mi? Ya yapmazsa? Yani mesela bir mafya ya da hırsızlık örgütü var, devlet, diyecek ki ben size bir şey yapmıyorum, dalganıza bakın. Onlar da bu işi bırakacaklar öyle mi ?

    Türkiye'de terör, devletle vatandaş arasında bir olay değildir. Kimle kimin arasındadır? Teröristle, Türk milleti ve Türk devleti arasındadır. Yani Türk milletiyle, Türk devleti ile terörist arasındaki sorun, vatandaş ile devlet arasındaki sorun haline getirilmemelidir. PKK'nın, demokratikleşme diye bir sorunu yoktur. Terörün arkasında toprak ve bayrak isteği vardır. Yani, ne PKK'nın istekleri Kürt halkının isteğidir, ne de Kürt halkının, gerçek isteklerinin yapılması -ki yapılıyor ve yapılacaktır- terörü bitirir.

     

    Sorun Operasyonlar değildir sadece.

    Devlet bir adım attıktan sonra PKK da Ateşkes ilan edecektir muhtemelen

    ve Kürtler için birşeylerin yapılmasını bekleyecektir.

    Devlet, Kürtlerin haklarını verdikten sonra PKK dağdan inmiş olacak.

    Toprak meselesi diyorsunda, buna ne kadar eminsin?

    Takip etmiş olduğum kadarıyla PKK 15 seneden beri bağımsız devlet

    amacından vazgeçmiştir.. Temel Sorun Kürtlerin üzerindeki baskıdır.

    Bunu göremiyorsan ne yapabilirim.

    Daha önce PKK 6 defa ateşkes ilan etti biliyorsunuz belki?

    Ama Devlet Kürtler için birşey yapmadı.

    En uzun ateşkes 5 sene sürmüştü. 2000-2005 yılları

    arasında ilan edilmişti bu ateşkes.

     

    Daha önce söyledik; buna engel yok herkes kendi kültürünü geliştirebilir. Ha Kürt kimliği diye ana dilde eğitimi anlıyorsanız, ana dilde eğitim vatandaşı devletten uzaklaştırır, ayrılığa götürür. Bu her dil için geçerli. Mesela Türkçe dilekçe yazmayı bilmeyen biri nasıl devletle ilişkilerini yürütecek, Oradaki halkın büyük kısmı henüz Türkçe bilmiyor, nasıl olacak devletle ilişkileri ? ÖSS bir de Kürtçe mi yapılacak? Askerliğini Kürtçe mi yapacak? Türkçe bilmeyen önemli miktarda Kürt var zaten. Öncelik hangisi sizce çağdaş bir eğitim mi ? Ne olursa olsun Kürtçe eğitim mi? Kürtçe TV yayını mı? Benim özelikle sorguladığım bu hak ve talepler içerisinde mesela Kürtçe Eğitim. Deniyor ki okullarda tamamen Kürtçe eğitim olsun, yani Matematik, Sosyal Bilgiler, Tarih vs tüm dersler, bu doğru mu sizce ? Bunun sınırı ne ? Böyle bir şey olması ister istemez birbirine yabancılaştırıp bölünmeye götürmez mi milleti ?

     

    Anadilde eğitimden neden korkuluyor anlayamadım?

    Bu istek, dilini unutmamak adına yapılıyor.

    Nasıl insanlar İngilizce öğreniyor, İspanyolca öğreniyor.

    Kürtçe dil'de öğretilsin isteniliyor.

    Sözünü ettiğin mesele çok garip geldi bana.

    Öyle birşey yok. En başta ana dili unutmamak adına yapılıyor bu talepler..

    Kürtçe eğitim, yani isteyen herkes (Seçmeli Ders) olarak Kürtçe

    eğitim almak istiyor bu noktada.

    Zira İngilizce eğitim de alınıyor ülkede biliyorsun.

    Bunun bir zararı olabilir mi?

    Sana yanlış ve abartılı bir şekilde anlatılmış veya gösterilmiş.

     

    PKK bitirilmeden, sağlıklı bir şey yapılamaz öncelik bu, ancak bu demek değildir ki şu anda çağdaş ve objektif olma koşuluyla eğitim vermeyelim. Ben soru sordum sadece. Bana göre tabii ki, güvenlik tedbirleri ve operasyonları ile birlikte, eğitimin de paralel olması gerekir. Ha bu sadece yöre halkına verilecek eğitimle sınırlandırılacak bir şey değil. Elbette, uç noktada görev yapan askere de yani alt kademeye, erlere vs. verilecek bu eğitim polise de hukuk ve yetki dışı davranışlarını engelleme amaçlı. Ancak bunların olabilmesi için tabii ki bir de dirayetli bir hükümetin olması gerekir.

     

    Kürt Sorunu halledilmeden PKK'da bitmez nasıl olacak?,

    PKK Bitsede muhtemelen başka örgütler çıkacaktır ortaya.

    Zira PKK Kürt Sorununun Son Ürünüdür.

     

    Kürtçe yayın, hali hazırda TRT tarafından hazırlanıyor, yakında başlayacak. Eğitim konusunda ise CHP’nin Kürtçe seçimlik ders teklifi de var, değerlendiriliyor. Özel yayın denirse de burada ince çizgi açılacak Kürtçe TV ve yayınlanacak gazetelerdeki ayrılıkçı söylemlerin dikkatle takip edilmesi ve kurunun yanında yaşın yanmasına mani olunarak denetime tabi tutulması konusu. Bugün mesela Turan Dursun sitesini gerekçesiz kapatıp demokrat olduğunu iddia edenlerden ne derece bu yönde objektiflik beklenebilir o da ayrı bir tartışma konusu.

     

    DTP ve Kuzey Irak Yönetimiyle görüşülmezse eğer

    Eğitim hakkı ve Kürtçe televizyonun bir yararı olmayacaktır.

    Herşey diyalogla çözülür ancak.

    Mesut Barzani ile temas kurdu Türkiye, görüyoruz

    fakat bu yeterli olmayacaktır.

    DTP ile görüşmesi daha sağlıklı olacaktır.

    Devlet Demokrat olduğuna inanıyorsa görüşmelidir bu kururmlarla.

    Diyalog olduğu zaman bizim bu şikayetlerimiz

    azami seviyelere düşmeye başlayacaktır.

    Yani herkes daha sağduyulu olacak birbirine karşı.

     

    Türkler’in ve Kürtler’in bir arada kardeşçe ve eşitlik içinde yaşayabilecekleri demokratik bir düzen için, şu aşamada, Kürt, Türk, Türkmen, Çerkez, Arnavut, Laz vs. bütün Türk vatandaşlarının yapması gereken, çetelerden arındırılmış, tam bağımsız, demokratik ve onurlu bir Türkiye için çalışmak, kendilerini bu anlamda temsil edecek dirayetli, eşitlikçi, demokrat, sosyal faydayı gözeten, aydın fikirli ancak tam bağımsızlıkçı bir siyasal partide/partilerde oylarını birleştirmek, eğer böyle bir parti yoksa da sivil insiyatifle bir siyasal oluşum meydana getirmek ve hızla partileşme sürecine gitmeleridir Ancak, bu sayede oynanan oyunlar bozulabilir ve gerçek çözüme ulaşılabilir.

    AK Parti'ye biraz güven vardı bu konuda, fakat gün geçtikçe

    özellikle güneydoğudaki seçmeni hayal kırıklığına uğramaya başladı.

    Vatandaşlar kime güveneceğini bilemiyor artık.

    CHP ve Deniz Baykal çok katı tutum içinde.

    Ergenekon'u savunmaktan çekinmiyorlar.

    Ya Ergenekon'un kim olduğunu bilmiyorlar

    yada onlarında Ergenekon'la ilişkisi var.

    Bak ben buraya yazıyorum: Deniz Baykal'ın ismide çıkacaktır Ergenekon'da.

    Hemde önemli bir lider olarak çıkacaktır.

    MHP'nin sağı solu belli olmuyor..

    AK Parti'nin Politikasından beslenmeye çalışıyor sanki?

     

    Bu tespit doğrudur ancak eksiktir. Köyler neden yakıldı ? Öncelikle neden boşaltıldı onu bilmek gerek. Köyler ve mezralar dağınık ve kontrol dışı olduğundan oradaki halk PKK baskınlarına, baskılarına maruz kalıyorlardı. Halkı korumak için, her köye askeri bir birlik bulundurmak imkansız gibi idi. Bu nedenle köyler, mezralar mecburen boşaltıldı. Bu seferde PKKlı militanlar bu köyleri, mezraları, evleri kullanmaya ve üs haline getirmeye başladılar. Bu yüzden de köyler yakılıp yıkılarak teröristin yuvalanması engellenmiş oldu. Devletin ise en büyük ayıbı evlerini yaktığı bu insanlara, başka bir yerde aynı koşullarda imkan sağlamaması yada bu evleri güvenlik sağlanınca tekrar yaptırmaması, bu konuda maalesef duyarsız ve sorumsuz davranması

     

    Yeşülyurt Köyü olayını biliyormusun?

    Jandarmalar 1993'te Köylülere Dışkı Yedirmişti.

    Detayını araştırmanı tavsiye ederim..

    Köyler ve yemyeşil ormanlar öyle yada böyle yakıldı/yıkıldı.

    Köylüler çok eziyet çekti.

    Yurtlarından edildiler.

    Suçları Kürt olmaktı, ve PKK ya yardım etmesinler diye boşaltılmuştı.

    Halbuki bu durum, köylülerin yüzünü dağlara, PKK'ya çevirmişti.

     

    Bu bir iddia! Yani Kürtlerin siyaset yapmalarındaki engeller?? Neymiş bu engeller? Siyasi partiler yasasındaki ırkçı, ayrılıkçı parti kurulmasındaki yasaklar. Sadece Kürtler için mi bu yasa? Hayır! Öyleyse bu iddia bir çarpıtma anlamına gelir. Türk siyasi partilerinde siyaset yapmayı reddedip sorunları ırkçı temele indirgemek isteyen düşünüş biçimini simgeler. Kaldı ki bu söz edilen Kürtler azınlıktadır yani 20 yada 12 milyonda sadece iki milyon belki de daha az...

     

    Savaş bitsin denildiği zaman, ve bunun için yürüyüşler

    yapıldığı zaman neden izin verilmiyor? PKK yandaşları mı oluyor onlar?

    Kaç milyon kişi bu yandaşlar? Ve bu yandaşları ne yapacağız?

    Ülkeden mi kovacağız, yoksa bu savaşı durdurmak için operasyonlar dışında

    birşeyler mi yapmalıyız?.. İnan çözüm diyalog'tan geçiyor.

    DTP neden öcü gibi görülüyor hayret ediyorum.

    Sözünü ettiğin Kürtler 7-8 milyonu aşmaktadır.

    Baskıları kaldığın zaman bu Kürtler 15 Milyon'u aşacaktır.

    Tabii her taraftaki Kürtlerden söz ediyorum, sadece Türkiye'deki Kürtler değil.

    Zaten en çok Türkiye'de bulunuyor bu Kürtler.

     

    DTP'nin kuruluş felsefesinde, iç tüzüğünde, parti programında bölgesel olduğu, bir etnik grubun partisi olduğu ibareleri asla yoktur, olamaz da. Çünkü anayasamıza, partiler kanununa aykırıdır. Öyle olsa zaten baştan reddedilir, öyle bir parti kurulamaz. Burda yapılan takiyye diye tabir ettiğim hadise budur. Yani, bunlar kanunlara göre yasal ideolojik bir sol parti görünümünde meclise girip, mecliste ise dokunulmazlıklara sığınarak, bölgesel, ırksal söylemlerde bulunmuşlar sonra da anayasal merciler tarafından hesap sorulduğunda bunu antidemokratik olarak gösterme çabasında olmuşlar ve Kürt halkını temsil ettikleri iddiasıyla yasaklamaları Kürt halkına yapılan bir şeymiş gibi gösterip, AB'yi yanlarına çekerek dürüst olmayan, kurnazca ve haince bir tutum içerisine girmişlerdir yıllardır. AKP de bu paralelde düşünülmelidir.

     

    Öyle yada böyle, DTP Kürtlerin en büyük temsilcisidir.

    Avrupa Birliği ne oluyor, bana anlatırmısın?

    Kaç Ülkeden oluşuyor? Kaç Ülkesinin ne kadar sorunu var?

    Biz Avrupa'dan dahamı Demokratız? Hayır, koskoca bir yalan.

    Avrupaya meraklı olduğumdan demiyorum ben bunu,

    zira görünen köy klavuz istemez

    arada çok fark var..

    Bugün Avrupa yeni bir çağa atlamaya yakın

    ama biz henüz onların şu an bulunduğu çağdan uzaktayız.

     

     

    Buna kimsenin itirazı olmaz. Ancak, PKK bitirilmeden böyle bir şey olabilmesi imkansız görünüyor. O halde, şu aşamada, bütün Türk vatandaşlarının yapması gereken, çetelerden arındırılmış, tam bağımsız, demokratik ve onurlu bir Türkiye için çalışmak, kendilerini bu anlamda temsil edecek dirayetli bir siyasal partide/partilerde oylarını birleştirmek, eğer böyle bir parti yoksa da sivil insiyatifle bir siyasal oluşum meydana getirmektir. Ancak, bu sayede oynanan oyunlar bozulabilir ve gerçek çözüme ulaşılabilir. PKK bitirilmeden bunun yapılması sizce mümkün mü ? PKK okulları yakıp, öğretmenleri öldürürken ? önceliklerin sıralamasının da yapılması gerekir diye düşünüyorum.

     

    Ben doğuda kalıyorum :)

    Öyle bir şeye bu güne kadar tanık olmadım.

    İnanmıyorsan gel kendi gözlerinle gör.

    1990'lı yıllarda çok felaketti buralar biliyorsun sanırım?

    O yıllarda her taraftan ölüm ve zulüm haberleri duyuluyordu.

    İnsanlar kim vurduya gidiyordu, ve faili "Belli"

    kişilerce öldürülüyordu çoğu zaman..

    Ama şu anda öyle bir şey hiç yok sayılır.

    Öyle her okuduğuna ve duyduğuna inanma istersen.

     

    Demokrasinin olabilmesi için insanımızın bilinçlenmesi, bakış açısını değiştirmesi gerekir, bu bir süreçtir, karşılıklı emek ister, karşılıklı iyi niyet ister, topyekün bir eğitim seferberliği ister. Bu da Ulusal, çağdaş bir devlet içerisinde olabilir ancak, anlatabiliyormuyum ?

     

    Demokrasinin gelmesi için insanlar birbiriyle diyaloga girmelidir.

    Batıda, doğudan çekinen, yada doğu ve doğu insanını yanlış görenler

    doğuya bir kereliğine gelmelidirler. Gelip nasıl bir coğrafya olduğunu

    insanların nasıl yaşadıklarını görmelidirler.

    Ön yargıları kırmak için bunlar gerekli gerçekten..

    Doğu insanları ve Doğu bölgesi dolaylı olarak yıllarca karalanmıştır/karalanıyor.

    Özelliklede Medya ve Basın tarafından..

    Halbuki beyinlere empoze edilenin neredeyse tam tersidir buralar.

     

     

    Oldu, gözlerim doldu. PKK gelsin işgal etsin. Olağanüstü Hal, Koruculuk Sistemi, İller Yasası ve Merkezi Kriz Yönetmeliği neden var ? Durup dururken mi çıkarılmış ? PKK bunların sonucu mu ? Yoksa, bunlar PKK’nın sonucu mu ? 12 eylül dönemi tüm yurtta herkese, her kesime yapılan baskıları PKK kendi tezinin argümanı olarak kullanıyor. Sadece, Kürtlere yapılmış gibi gösteriyor. BU kabul edilince de PKK, sanal ‘Kürt sorunu’ nun sonucu oluyor. PKK bitirilmeden, sağlıklı bir şey yapılamaz öncelik bu

     

    PKK Dağdan indikten sonra korucuya ne gerek olacak artık?

    12 Eylül'ün zararlarından birçok kişi etkilenmiştir.

    Ama Kürtler kadar asla kimse haksızlığa uğramamıştır.

    Yaşayanlar bilir. Diyarbakır Askeri cezaevi en basit örneğidir bunun.

    Dünyada 5. Sırada seçildi, en kötü cezaevi diye.

    Ve, Kürt Sorunu 12 eylülde başlamadı dikkatini çekmek isterim.

    PKK bitecektir elbette, ama eğer devlet isterse.

    DTP ile bu konu hakkında diyaloga geçirilirse.

    Ve Asker siyasetten uzak durursa.

     

    PKK’lılar, teröristler, bebek katilleri affedilsin. Hatta, yasalardan adam öldürmek, silahlı örgüt kurmak suçları da kaldırılsın. Bebek katilleri, vicdanları rahat bir şekilde ovada siyaset yapsın. Geceleri, pijamaları çekip, kaşına kaşına TV izlesinler.

     

    Başka bir çözüm yolu var mı?

    Hep böylemi devam etsin herşey.

    İnsanlar ölmeye devam mı etsin?

    Tabii bizim tuzumuz kuru, ondan bu kadar rahat konuşuyoruz herhalde.

    Kürt Sorununu göz ardı etmeden düşün istersen.

    Kürt Sorunu olmasaydı PKK'da olmazdı..

     

    Bunu ben de istiyorum, tabii ki herkes hesap vermelidir, yetkisi dışına çıkan güvenlik görevlileri de, PKKlılar da… Yalnız, PKK’lılar, teröristler affedilsin de bu görevliler içeri atılsın nasıl bir yaklaşım.

    Buradan çıkan sonuç: PKK, ana dilde eğitim, TV, gazete için terör yapıyor. Bunlar serbest kalırsa-ki serbesttir- PKK eylem yapmayacak.Komik ama aslında kendi içinde mantıklı bir söylem, PKKnın ayrılıkçı bir örgüt olduğunu kabul ettiğinizi gösteriyor. Daha doğrusu tüm dünya, AB, ABD, PKKnın ayrılıkçı bir terör örgütü olduğunu kabul ettiğine göre, ana dilde eğitimin serbest bırakılmasıyla terörün sona ereceğini söylemek, ana dilde eğitimin ayrılığa sebep olacağını kabul etmek anlamına gelir, yani PKKnın amacına ulaşacağını ve daha fazla mücadele için neden olmayacağını ifade eder.

     

    PKK'yı ve bu sorunları ortaya çıkaranlar yargılansın denmek istemiş bu noktada.

    PKK'yı ortaya çıkaran "Ergenekon"un ta kendisidir,

    yada en azından zihniyetidir.

    Kürtler asimile edilmeye çalışıldığı için

    hor görüldüğü için

    ikinci sınıf karekteri muamelesi gördüğü için

    yerinden yurdundan edildiği için

    türküsünü rahatça söyleyemediği için

    şiirini rahatça yazamadığı için

    yıllarca sömürüldüğü için

    bu savaş var olmakta.

    Sadece eğitim-televizyon ve gazeteden ibaret birşey değil bu sorun.

    Belki eski baskı yok ama yinede ülke hala ciddi bir sorun yaşamakta.

    Sen bunları yaşamadığın anlayamazsın tabii.

    Sallayıp, bir cevap yapıştırıp geçersin.

     

    Bu da başka bir mantıksızlık örneği. PKKnın ‘Özgürlük Savaşçısı’ olduğunu söylemek safdilliliği, PKKnın kendini fesh edebileceğine inanmak yani ABDnın BOP planını göz ardı etmek, bir zamanlar ABDnin Irak’a demokrasi götüreceğini savunanlar gibi…Şeyh Sait ayaklanmasının, İngiliz ve Fransızlarla Musul sorunu için masaya oturulacağı sırada çıkmış olması bir şey ifade etmiyor mu size?

     

    BOP Meselesini sen düzgün okuyamamışsın galiba?

    Dünyayı yönetenler,

    Barışı isteyen Katolik ve Müslümanlara karşı çıkmaktadır, BOP için..

    Kürtler bugün barışı istemektedir.

    Ama devlet Kürtleri anlayamıyor/anlamak istemiyor sanki.

    Yani, analitik düşünebilen Mühendis ve Mimarların oluşturduğu TMMO’dan böyle bir çıkış beklemezdim. Onlar bile bu Kürt dalgasına, Kürt sevdasına kapılmışlarsa vay halimize derim.

     

    Keşke sende anlayıp görebilseydin.

    Bunlardamı Vatan Haini oluyor yoksa?

    Kendin araştırırsan, gerçekten bazı gerçekleri sende görürsün.

    İnsanların içine, her kesimin içine girmelisin.

    Anlamaya çalışmalısın. Neden böyle herkes öcü gibi görülüyor?

    Düşmanın bile olsa, onu takip et ve hep daha iyi tanımaya çalış.

    Bu, bir dost tavsiyesidir..

    Selametle

  15. Vatanınızı

    Seviyor Musunuz..?

     

    s1%20altan1.jpg

     

    Diyelim ki hiç kimse gerçekleri açıklamadı, hiç kimse eleştirmedi.

    Her şey aynı şekilde devam etti.

    Önümüzdeki yirmibeş yılda da elli bin Kürt çocuğu öldürüldü, yirmibeş otuz bin Türk çocuğu vuruldu...

    Yüzlerce milyar lira, bomba, mermi, roket olarak havaya savruldu.

    Epeyce bir para silah satışlarının komisyonu olarak onun bunun cebine girdi.

    Kürtlerin anadilde eğitim yapmalarına izin verilmedi.

    Sokak gösterileri sürdü.

    Polisler sokaklarda insanları vurdu.

    Türbanlı kızlar üniversitelere sokulmadı.

    Anayasa Mahkemesi keyfince anayasayı çiğnedi.

    Siyasi partiler kapatıldı.

    Devletin içinde çeteler kuruldu.

    Nobelli yazarlar ülkeden kaçırıldı.

    Ermeni yazarlar sokaklarda öldürüldü.

    Katillerle hatıra fotoğrafları çektirildi.

    Üniversite önünde yapılan bombalı katliamlar “zaman aşımına” uğratıldı.

    Diyelim ki bugünkü durum aynen sürdürüldü...

    Eee, ne olacak?

    Avrupa’nın en fakir ve en geri kalmış ülkesi olarak yaşayacaksınız.

    Çok mu mutlu edecek bu sizi?

    Çok sevdiğiniz “vatanınızın” gelecek yirmibeş yılı için planınız bu mu?

    Aferin size, nasıl da çok seviyorsunuz ülkenizi.

    Bir nebze olsun gelişmesini istemiyorsunuz.

    Zenginleşmesini, özgürleşmesini istemiyorsunuz.

    Vatan sevgisi diye ben buna derim işte.

    “Cinayetler, katliamlar, işkenceler sürsün vatanımda” diyen vatanseverler.

    Ya vatanınızı sevmeseydiniz?

    O zaman ne yapacaktınız?

    “İşkenceler, haksızlıklar, cinayetler, çeteler, adaletsizlikler, eşitsizlikler, zulümler dursun” mu diyecektiniz?

    Siz bu “vatan sevgisi” denen şeyin ne olduğunu bildiğinizden emin misiniz?

    Yoksa dindarlardan ve Kürtlerden nefret etmeyi, silaha ve orduya tapınmayı vatan sevgisi mi sanıyorsunuz?

    Cumhuriyet Bayramı’nda, “başörtülü bir kızı” cumhurdan saymayan albay sizin vatanseverliğinizi mi okşuyor?

    Anadolu başı örtülü, türbanlı kadınlarla dolu, biliyor musunuz?

    Hepsinden nefret mi edeceksiniz?

    Nefret ederseniz ne yapacaksınız?

    Vatanın Anadolu bölümüne gidemeyecek misiniz?

    Bağdat Caddesi, Nişantaşı, Tunalı Hilmi mi “vatanınız” olacak?

    Hele Güneydoğu...

    Ben gittim gördüm, biliyor musunuz oradaki herkes Kürt.

    Şimdi ne olacak?

    Onlardan da mı nefret edeceksiniz?

    Vatanın o bölümüne de gidemeyeceksiniz demek ki.

    Gidemeyeceğiniz yerler çoğalıyor, bilmem farkında mısınız?

    Siz “vatanı sevdiğinizi” söylerken tam olarak hangi bölgeyi söylüyorsunuz?

    İstanbul, Ankara, İzmir civarını mı?

    O şehirlerin de bazı bölümlerini tabii.

    Varoşlar pek size uygun değil, ben size söyleyeyim.

    Oralara gidemezsiniz.

    Başörtülülerle Kürtler var oralarda.

    Hatta duyduğuma göre Çankaya’da da bir başörtülü hanım varmış.

    O hanım oradayken CHP’lilerle generaller Çankaya’ya da gidemiyorlarmış.

    Çankaya da pek “vatan” sayılamıyor anladığım kadarıyla.

    Gidemediğiniz yer vatanınız değildir çünkü.

    Siz nerelere gidebiliyorsunuz?

    Bir saysanıza gidebildiğiniz yerleri.

    Sizin önümüzdeki yirmibeş yıllık planınız, elli bin Kürt öldürüp, karakolları bastırıp, işkenceler yapıp, davalar açıp, çeteleri alkışlayıp gittikçe daralan küçük bölgelerde, kendi halkınızdan nefret edip korkarak yaşamak mı?

    Ne plan ama...

    Ne vatansever bir plan.

    Çok da zekice.

    Zeki bir vatansever kendi ülkesinin geleceği ile ilgili böyle planlar kurmalı işte.

    Allah muhafaza bir albay başörtülü bir kıza ödül verirse, generaller türbanlı bir kadının elini sıkarsa, Kürtlere eşit haklar verilirse, insanlar özgür olursa, düşüncelerini söyleyenler serbest kalırsa ülke mahvolur biliyor musunuz?

    Öyle güzel bir cumhuriyet kurmuşsunuz ki...

    Cumhur özgürleştikçe kurduğunuz cumhuriyetin batacağını düşünüyorsunuz.

    Cumhur özgür olmasın o zaman.

    Cumhurun özgür olmadığı bir cumhuriyet...

    Her vatansever böyle bir cumhuriyet hayal eder, öyle değil mi?

    Aslında padişahlar da böyle bir cumhuriyet hayal ediyorlardı herhalde.

    Onlar tam istedikleri gibi bir baskı kuramadılar.

    Siz kurdunuz.

    Kutlarım sizi.

    Cumhursuz bir cumhuriyetiniz...

    Hiçbir yerine gidemediğiniz bir vatanınız var.

    Ne de çok seviyormuşsunuz vatanınızı...

    Ya bir de sevmeseymişsiniz?

     

    Ahmet Altan - 30.10.2008

  16. Selamlar...

     

    Araf Suresi 179. ayet...

     

    Necip Fazıl'ın mı acaba gerçekten. İnternette aradığımda Hüseyin TUZTAŞ'ta Kuklalar adlı şiirinde belirtmiş. Tabii o da tersinden söylemiş.

     

    Her ne ise; Necip Fazıl'da söyleyebilirdi belki söylemiş de olabilir ama nihayetinde bu bir ayet. Bu ayetin bir kısmı. O kısım için Necip Fazıl'ın güzel sözü demeyelim isterseniz...

     

    Çok affedersin :)

    Sabah sersemliğiyle cevap yazarken

    bir an karıştırdım.

    Saat 12'ye doğru gelirken hatalı yazdığımın farkına vardım

    ama iş işten geçmişti:)

    Evet o söz Necip Fazıl Kısakürek'e ait değil

    Araf Süresi'ne ait..

     

    ********"

     

    Teşekkür ederim

×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.