Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

Zülal

Φ Üyeler
  • İçerik Sayısı

    44
  • Katılım

  • Son Ziyaret

Zülal tarafından postalanan herşey

  1. yani çektiğin an durmaz demek istiyo bekleyeceksin duarağa kadar en iyisi Natalia'nın dediği gibi... Metrosu olmayan bir şehirde yaşamalı
  2. Zoruma giden sensizlik değil,zamanın içinde seni aramak.. Aslında buda değil zoruma giden, Senden ayrı kalmak seni görememek.... Aslında senin olmadığın herşey zoruma gidiyor.. Ama asıl zoruma giden....varlığın varken şuanda yokluğunu yaşamak... Çook ama çookkk güzel yazmışsın sevgili Karakedi... Yüreğin var olsun... ... Sen hiç gelmesen bile Serzenişlerde olan gönlümü Ömrümce dindiremesem Hülyalarımda seni görmek Mütebessim yüzünle avunsam yeter Sen hiç gelmesen bile Yahud seni bir lahza görmesem Seni bulmak hayali olsa Ayağının geliş sesini Kıyamete kadar dinlesem yeter Zülal ... Mutlu olmak istiyorsanız,sevdiğini değil seni seveni seç... Yaşayıp ölmek değil,özleyipde görememek zor......... Ölmek değildir ömrümüzün en feci işi... İşte budur ki ölmeden evvel ölür kişi YAHYA KEMAL BEYATLI Bense,sevmeyi.. sevilmeye tercih etmem,seviyorsan... eğer değil,çünkü değil,herşeye rağmen sevmeli kişi. Yazılarınla,şiirlerinle bana keyif veriyorsun... eşlik etmene teşekkürler ediyorum... ... Sevgili Diloş... sana da teşekkürler
  3. amiiiinnnnn,hep birlikte
  4. İftara az kaldı... Bergamot karışımlı çayın hazır... hadi gel Pisi Pisim Hayırlı iftarlar... çay keyfin bol olsun
  5. Bir sevinçtir güneş gözlerine, Gözlerimi kıpırdamadan bakabilmek, Bilerek,sevinerek yüreğimi senin yüreğin gibi duyabilmek... Çok teşekkür ederim.. sevgili Karakedi
  6. İnsan sevdiğini göremediğinde... Kıskançlıklarla,kuşkularla,hesaplaşmalarla süren sancılı bir aşkın orta yerindeki bir sevişmeden sonra adam odadan çıktığında başlayan bir hava bombardımanda ev isabet alıyor ve adamın biraz önce geçtiği bölüm çöküyor. Daha iki dakika önce koynunuzda olan birinin yok olduğunu görüyorsunuz. O korkunç anda kadın,yaşadığı çaresizlik karşısında, aslında pek de inanmadığı Tanrı'ya sığınıyor. Dizlerinin üstüne çöküp yalvarıyor. "İnandır beni"diyor,"o yaşarsa sana inanacağım.Ona bir fırsat tanı.Bırak mutluluğuna sahip olsun.Bunu yap,inanacağım sana." Ve Tanrı'yla bir pazarlığa oturup en çok sevdiğini vermeyi öneriyor. Eğer biraz önce o kapıdan çıkan erkek yeniden o kapıdan sağ olarak dönerse,o erkeği bir daha hiç görmeyeceğine söz veriyor Tanrı'ya. "İnanlar birbirlerini görmeden de sevebilirler,değilmi" diyor,"senihayatlarında bir kere bile görmeden seviyorlar." Kapı açılıyor,kadının öldüğnü sandığı erkek içeri giriyor. Graham Greene,ZOR TERCİH isimli romanında,erkeğin dönüşünü gören kadının duygularını yalın bir dille anlatıyor. "O anda Maurice girdi içeri.Yaşıyordu.İşte şimdi onsuz olmanın ıstırabı başlıyor diye düşündüm ve yine kapının ardında ölmüş yatıyor olmasını istedim." Kadın,sevdiği erkeğe kavuşmuş ve onu kaybetmişti. Ve onun yaşadığını gördüğü anda,biraz önceki pazarlığın ağırlığını fark edip,"Keşke ölseydi" diyordu.Bundan sonra,bir insanı görmeden de sevmenin mümkün olup olmadığını öğrenecekti. Romandan yapılan filmde,'Tanr'yı görmeden seven insanların' birbirlerini de görmeden sevip sevemeyeceklerini,iki sevgili unutulması zor cümlelerle tartışıyordu. -İnsan sevdiğini göremediğinde aşk bitermi? -Düşünsene,Tanrı'yı bir kez bile görmedik ama onu seviyoruz. -Ama benimki o tür bir sevgi değil,Sarah. -Belki de başka bir tür yok,Maurice.Aşk,bir insanı Tanrı'yı sever gibi sevmek mi, onu görmeden ama onu hissederek onun varlığına bağlı kalmak mı? 'Sevmeye devam edebilmek için onu görmeliğim' demeyecek kadar büyük bir iman,büyük bir bağlanma mı? Bir ruhun bir başka ruha sarılması ve bu sarılışı bir bedene gerek duymadan da sürdürebilme mi? 'Tanrı'yı sevdiğim kadar severim seni' diyebilmek,böylesine korkunç bir bağlılığa rıza göstermek mi aşk? Peygamberler bile Tanrı'yı bir kere yüzünü göstermesi için yalvarırıken,hiç görmeden de ruhunu bir başka ruha adamak mı? Hayatın içinde,insanların sevmek için görmeye ihtiyaç duyduğuna şahit oluyoruz;kaybedişler unutuşları da getiriyor;bir bedenin aracılığı olmadan bir ruha bağlılığımızı çok sürdüremiyoruz,'Tanrımız' olmuyor sevdiğimizin sürmesi için bir kanıt görmek istemeye çok yatkınız. Ama bence,sevgiyi ve aşkı hayatımızın bu kadar önemli bir parçası kılan bu çabuk vazgeçişler değil;Tanrı'ya 'onu yaşatırsan ben onu bir daha görmemeye bile razıyım,insanlar seni nasıl görmeden seviyorlarsa ben de onu görmeden sevebilirim' diyebilen birilerinin varlığına inanmamız. 'Belki de sevmenin başka türü yoktur' diyen birilerinin romanların,filmlerin arasında dolaşması ve bizim o insanları hayatta da bulacağımıza dair ümidimiz,bizi aşaka doğru çeken. Böyle bir ümidimiz olduğu için şiirler,romanlar yazıyor,böyle bir ümidimiz olduğu için şiirler,romanlar okuyoruz. Neredeyse bütün hayatını kendi inancıyla dövüşerek geçiren Graham Greene'in,'Tanrı'yı görmeden seviyorlar,ben de onu görmeden severim' diyen bir satırı yazması,bize aşkın çekiciliğini yaşatan. Bu satırı okumak,bunun gerçek olabileceğine inanmak,bu hayali benimsemek,bizim sıradan hayatımzı,bizim yaşadığımzdan daha renkli daha heyecanlı kılan. Hiç rastlamasanız da 'bir insanı sevmenin bir Tanrı'yı sevmek gibi bir şey olduğunu' yazan birinin varlığı,sizi,bunu söyleyebilecek birinin varlığına da inandırır ve o inançtır,bence,sizin hayatınıza mana katan. Aynen,'Tanrı'yı görmeden sevmek' gibi siz de bir insanın başka bir insanı hiç görmeden sevebileceğine,o insana hiç rastlamadan inandığımızda,romanların size vaat ettiği o kutsal topraklara girmek için,o toprakların sınırlarında içiniz ürpererek dolaşmaya başlarsınız. Birisi tarafından öyle sevilmek istersiniz. Ve birisini öyle sevmek.Ancak o zaman,gerçek bir mümin gibi,çekilecek olan acıları değil,bir tanrısı olan bir kainatta yaşamanın mucizesini fark edersiniz. Acı dolu,isyan dolu bir mucize. 'Keşke inanmasaydım' dedirtecek,'keşke onu böyle sevmeseydim' dedirtecek bir mucize. Ama bütün acısına,bütün kederine,bütün yalnızlığına rağmen vazgeçilmeyecek bir mucize. O mucizeyi görenlerin ondan kolay kolay kopabileceklerini sanmam. İnsanların bütün nankörlüklerine,alaylarına,hor görmelerine,inanmamalarına karşın tek başına kendi inancıyla yaşayan,kendi inancının yüceliğinde diğer insanların zavallılığını,yetersizliğini,aşksızlığını görüp,onlar için üzülen ve kendi sevgisine sıkı sıkıya tutunan bir ahir zaman peygamberi gibi,başkalarına bomboş gözüken bir çölde,o çölün boş olmadığını hissederek yürürsünüz. Sizin bu yürüyüşünüz,bir gün bir romanda ya da bir yazıda bir satıra dönüştüğünde,sizinle alay eden nice insanın çorak ve loş hayatına sizin hayatınızdan bir ümit ve ışık sızar. Büyük bir ödülün ve büyük bir cezanın sahibisinizdir.Bir insanı bir Tanrı'yı sever gibi sevebilecek kadar güçle ödüllendirilmiş... Bir insanı bir Tanrı'yı sever gibi sevebilecek kadar güçlü olduğunuz için de cezalandırılmışsınızdır. İnsanlar Tanrı'yı görmeden seviyorlar. Ama Tanrı'ya inananların bir çoğu,bir insanın bir başka insanı hiç görmeden sevmeyi sürdürebileceğine inanmıyor. Ben,Tanrı'ya inanan Graham Green'e inanıyorum,'bir insan başka bir insanı hiç görmeden de sevmeyi' sürdürür. Benim inancımı paylaşanlar,bir gün öyle sevmeyi ve öyle sevilmeyi bekleyecekler;bu inanç,onların içine kapatıldıkları küçük hayatların sınırlarını yıkıp onları vaat edilmiş hayallere taşıyacak. ... Bir gün biri onlara diyecek ki: -Belki de başka tür sevgi yok,Maurice. AHMET ALTAN'IN "KRİSTAL DENİZ ALTI" ADLI KİTABINDAN ALINTI
  7. Berhudar olunuz der,yaklaşan Ramazan Bayramınızı sıhhatle tebrik eder ve şeker tadında bir Bayram diler...Niyazi de selam eder
  8. Karışık çay lezzetli olur Herşey nasip be Karakedi... belki bir gün bir yerlerde Bergamot karışımlı çay yudumlarsın... ama benim elimden mi olur... kimin elinden olur bilinmez
  9. Çok teşekkür ederim sevgili Karakedi... Seninde bu muhteşem hayatın içerisinde,örülen ilmeklerin hiç kaçmasın, ve yaşadığın her mekanda bir kap süt bulabilmen dileğiyle... ... Sevgilerimle...
  10. Niyazi ile birlikte tebessümüzünüzün yüzünüzden eksik olmaması dileklerimizle,sıhhatler ederiz
  11. mmmm Harikasınız... Çaylar,Kek Tarifleri... vazgeçemediklerimden Bergamot aromalı çay'ı da tavsiye ederim... normal içtiğiniz çay'a biraz Bergamot aromalı çay'dan karışıtırın... Çayı nasıl yaptın diye soracaklar
  12. 3 BIN KART NASIL YAZILIR? Bir dönem bir genel müdür yardimciligi yapmis birisianlatiyor: "Sene 1965. Bir genel müdürlükte özel kalem müdüryardimcisiyim.. Bayrama 10 gün var.. Benim müdür hastalandi.. Ise gireli 2 hafta olmus, olmamis.Genel Müdür bey beni çagirtti: - Tebrik kartlari hazir mi?.. Sasirdım - Hangi kartlar efendim? - Aman evladim, Sükrü Bey sana söylemedi mi?Bayram geldi, tebrik kartlari simdiye kadar hazir olmaliydi.. Tühtüh..Çabuk hemen hazirlayiverin. - Emredersiniz efendim! dedim. Ancak sabaha kadar3 bin karti nasil yazacagim? Genel müdür bey, bütün kartlari çini mürekkebiyle ve en güzel yazimla yazmami istedi. 3 bin karttan 2 bin tanesini kendisinden makamca alt'takilere su sekilde yazacaktim: "Bayramini kutlar, gözlerinden öperim" 1.000 tanesi de üst makamdakilere olacakti ve onlarda da su ifade yer alacakti: "Sizin ve esinizin bayramini saygiyla kutlarken, sihhatli vebasarili günler niyaz ederim." Sabaha kadar 3 binkart, düsünebiliyor musunuz?!?..Çaresiz kollari sivadim: "Bayramini kutlar, gözlerinden öperim", "Bayramini kutlar, gözlerinden öperim", "Bayramini kutlar, gözlerinden öperim" 1, 5, 10, 18, 28, 58, 108, 188, 558.. Yaziyorum,yaziyorum bitmiyor!.. Nasil sıkıntı basti!... 738, 918.. 2,5 paket Samsun'u bu arada bitirmisim. Öyle iskence çekiyorum ki, ekmek parasi olmasa birakip kaçacagim. Sira 2000.karta geldiginde safak söküyordu. Ben de bitmisim ama önümde hala yiginla kart duruyor! ... 1.000 tane de üst makamlara yazilmasi gerekenler var. 4. paket sigarayla birlikte "Sizin ve esinizin bayramini saygiyla kutlarken, sihhatli ve basarili günler niyaz ederim"e basladim.. Boyuna yaziyorum, göz kapaklarim iyice agirlasti, takoz koysam gene dekapanacak. 209, 529, 689.. Yaz babam yaz.. Ama artik kalemi parmaklarimin arasinda tutamaz oldum. Ben kaleme degil, kalem bana hakim: "Sizin ve esinizin bayramini saygiyla kutlarken,sihhatli ve basarili günlerniyaz ederim." "Sizin ve esinizin bayramini saygiyla kutlarken,sihhatli ve basarili günler niyaz ederim.", "Niyaz ederim basarili günler sizinle esinizin bayramini kutlarken.." "Kutlarken esinizin bayramini saygiyla sihhatli günler diler Niyazi ile beraber ederim.." "Niyazi ile birlikte sizin ve esinizin bayramini kutlarken ayrica sihhatle ederim.." "Önce bayraminizi eder, sonra esinizle Niyazi'ye basarili günler dilerim.." "Sizin de esinizin de Niyazi'nin de bayramini saygiyla eder, sihhat dilerim.." "Sihhatli esinizin bayramini saygiyla kutlarken,Niyazi'ye basarilar diler ayni zamanda ederim.." "Bayraminiza etmeden önce esinizi saygiyla kutlar Niyazi'nin gözlerinden öperim.." "Sizin de, esinizin de, Niyazi'nin de,bayraminida,tatilini de, gelmisinide, geçmisini de.. saygiyla ederim.." ... Sabah tam mesai saatinde, gözlerim kan çanagi birhalde kartlari yetistirdim.. Genel müdür bir-ikisine söyle birbakti: - "Aferin" dedi. - "Güzel yazmissin. Hemen postalayin!" HEMEN POSTALADIK!.. 3 gün sonra da önce bizim genel müdürü, sonra da bendenizi postaladilar!..
  13. Sevgili Karakedi... Hakikaten güzel yazıyorsun... İnsanlara hoşgörü gerçek anlamda birşeyler verebilmemizin gururunu yaşamak lazım... Çok etkilendiğim ve felsefemde taşımaya çalıştığım bir yazıdır,AHMET ALTANIN yazısındaki hikaye... Hayat bir örgü gibi... karşılaştığımız ve tanıdığımız kişiler bizim ilmeklerimiz... herkezin bir görevi var yaşamda... ve bu görevle zaten dünyaya geliyoruz... kendimize olan görevlerimiz,başkalarına olan görevlerimiz... niçin'lerimizi ve neden'lerimizi de ancak kendi benliğimize yapacağımız yolculuklarda öğrenebiliriz...
  14. Bende yeni bindim daha otobüse... yanımda yer var,gel Hoşgeldin
  15. Teşekkür ederim... RA_dya Hoşbuldum
  16. Kesinlikle katılıyorum. ... Hiçbirşeyin garantisi olmadığı gibi "asla" kelimesini kullanmamak gerektiğini, İnsanlara çok fazla inanmamak gerektiğini... Kimse göründüğü gibi olmadığı gibi... hiçbirşeyin de göründüğü gibi net olmadığını... Kimse,kendinizden daha iyi sizi anlamadığını... ve Hayatta acının da mutluluğunda bir bedeli olduğunu,öğrendim... vs. ...
  17. Merhaba Karakedi... Güzel yazmışsın... ... teşekkürler...
  18. Hoşbuldum Diloş... teşekkürler... İşte bu farkındalıkla olgunlaşıyoruz...
  19. Teşekkür ederim Verdinaz... Hoşbuldum... Buarada hoş bir ismin var
  20. Zülal

    Muhteşem Hayat

    MUHTEŞEM HAYAT Kendimizi manasız ve yararsız bulduğumuz zamanlar vardır.Değersiz bulduğumuz,sevilmediğimizi düşündüğümüz zamanlar.Takatsiz bir halde hayatın bir kenarına tutunmaya uğraşırken "niye" diye sorarız kendimize,"niye böyle oldu,neden hayatın bir kıyısında yapayalnız kaldım,neden hayallerim gerçekleşmedi?" O anda kaderin haksızlığına öylesine inanmışızdır ki,bu kaderi yaratan gücün bize ses vermesi gerektiğine,bir cevabı hakettiğimize inanırız. İnandırıcı bir cevap için bütün ümitlerimizden,hayallerimizden,beklentilerimizden vazgeçmeye bile hazırızdır. Koskoca yeryüzünde yalnızca bizim başımıza geldiğine inandığımız bu insafsızlığın,bu gizli kederin,paylaşılması zor bu acının,bu çaresizliğin bir sebebi olmalıdır. İlahi bir kaprisin kurbanı olduğumuzu düşünmekten bizi kurtaracak bir sebebi olmalıdır. Varlığımızın anlamsızlığına anlam katacak bir cevap isteriz,kusurun bizde olduğunu da kabullenebiliriz,yeter ki bize verilecek cevap inandırıcı olsun. Hatta zamanla kusurun tümüyle bizde olduğuna bile inanırız. Onun hangi kusur olduğunu bulmaya çalışırız bu kez de... Yeterince zeki mi değiliz,güzel mi değiliz,bilgili mi değiliz,eğlenceli mi değiliz? Bulacağımız neden bizi üzecek de olsa hiç değilse hayatın bir ritmi,bir düzeni,bir kuralı olduğuna bizi ikna edecektir;bizi rastgele açılmış bir ateşte vurulmuş bir zavallı olmaktan kurtarıp,hiç olmazsa bilerek hedef alınmış biri yapacaktır. Bir neden bulursak,geçmiş için üzülsek de gelecek için bir ümidimiz olacaktır. Neden varsa çare vardır çünkü. Ama nedensizlik... Bu öldürücüdür. Manasızlığı derin ve kalıcı kılar. Benim hikayelerim "çok uzun yıllar önce" diye başlıyor artık. Çok uzun yıllar önce... Sığırcık sürülerinin neşeli çığlıklarla yeni yeni tomurcuklanan ağaçlara konduğu ılık bir akşamüstü,Paris'teki küçük bir sinemaya girmiştim. Kahve,deri,zift,rutubet kokularının karıştığı siyah duvarlı loş salonda birkaç kişiydik. Eski bir Amerikan filmi izleyecektik. James Stewart'la Donna Reed'in başrollerini paylaştığı film başladı. Stewart,minik bir kasabadaki fakir bir işadamını oynuyordu.Çocukluğundan beri bütün hayali dünyayı dolaşmaktı ama art arda gelen olaylar yüzünden kasabasını terk edememiş,sonunda babasının pek de parlak olamayan işini devralmak zorunda kalmıştı.Sevdiği bir karısı ve çocukları vardı.Ama işler iyi gitmiyordu.Borçlar birikmişti.Yaşadığı hayalkırıklığına birde borçalr eklenince dayanacak gücü kalmamıştı. Karlı bir gece arabasına binip,kasabanın biraz ötesinden akan nehrin kıyısındaki bara gidip iyice sarhoş olana kadar içtikten sonra kendini köprünün üzerinden atıvermişti. Stewart sulara düşerken,karanlık göklerden gelen bir konuşma duyuldu. Tanrı,"ikinci sınıf meleklerden" birine görev veriyordu. – Eğer bu ümitsiz adama yeniden yaşama isteği vermeyi başarırısan,bende sana çok istediğin o iki kanadı verir,seni birinci sınıf melek yaparım. Ve,yeryüzüne tonton,yaşlı bir adam kılığında (başarısız) bir melek düşüyordu. O güne dek bir türlü verilen görevleri doğru dürüst yerine getiremediği için istediği kanatlara kavuşamayan kederli bir melekti bu. Görevi ise çok zordu. Tümüyle çaresiz,borçlar içinde yüzen,hayellerini kaybetmiş,istediklerinden hiçbirine kavuşamamış,dünyayı gezmek isterken önemsiz bir kasabaya sıkışıp kalmış bir adama hayatı yeniden sevdirecek onu intihardan vazgeçirecekti. Melek yeryüzüne indiğinde,bir polis Stewart'ı sulardan çıkarıyordu. Onu,kendini sulara atmadan önce son içkisini içtiği bara götürüyordu ama orası şimdi çok değişikti. Serserilerin toplandığı,pis bir batakhane olmuştu.Kimse Stewart'ı tanımıyordu. Stewart kasabaya dönüyordu ama orada da eski dostları onun kim olduğunu bilmeyen gözlerle ona bakıyorlardı. Kasaba bakımsızdı,çirkindi,karanlıktı.Eski bir okul arkadaşı arka sokaklarda fahişelik yapıyordu.Karısı ise kütüphanede çalışan zavallı yaşlı bir kızdı.O sulara atlamadan önce ünlü bir adam olarak dünyayı dolaşan erkek kardeşinin ise bir kilisenin bahçesinde mezarı duruyordu. Stewart,suya düşmesiyle çıkması arasında geçen bu beş dakikada herşeyin nasıl bu kadar değişebilmiş olduğunu anlayamadan etrafına bakarken "ikinci sınıf melek" yanına yaklaşıyordu. Ona anlatmaya başlıyordu. - Sen hayatına son vermek istedin ya,ben daha iyisini yaptım,sen hiç bu dünyaya gelmemiş gibi oldun... sen olmamış olsaydın ne olacaktı,gör... Kardeşim ne zaman öldü,diye soruyordu Stewart. - Sen dokuz yaşındayken o kuyuya düşmüştü ve sen onu kurtarmıştın...Ama ben senin doğumunu iptal edince ve sen hiç doğmayınca onu kutaracak kimse de olmadı... O çocukken öldü. - Peki sınıf arkadaşım ne zaman fahişe oldu? - Bir gün o çok parasız kalmıştı,para bulabileceği hiçbir yer yoktu ve sen ona borç vermiştin... Ama sen olmayınca o gece kendini sattı ve sonra fahişe olarak kaldı. - Kasaba niye böyle bakımsız ve korkunç gözüküyor? - Çünkü sen babanın yerini aldıktan sonra insanlardan para toplayıp kooperatif kurulmadı,o binalar yapılmadı,kasaba bakımsız kaldı,o inşaatta çalışıp para kazanan birçok insan para kazanamayıp serseri oldu. Bütün seyircilerle birlikte Stewart da,bir insanın farkına varmadan ne kadar çok başka insanın hayatına değdiğini,o hayatları varlığıyla bile bu hayatta tahmin edemeyeceği ölçüde önemi olduğunu görüyordu. Tavana asılmış,birçok değişik parçadan oluşmuş oyuncaklar vardır,her parçaya dokunarak bir rüzgar yaratır ve oyuncak dönüp durur. O parçalardan birini çıkardığınızda bütün rüzgarı kesersiniz. Oyuncak kımıltısız kalır.Frank Capra'ının o filminde de,hayatın aynen o oyuncak gibi birbirine değen insanlarla döndüğünü,aradan bir tek insanı bile çıkarıp aldığınızda hayatın dönüşünü etkilediğinizi,birçok olayın farklılaştığını,herkesin sandırğından daha büyük bir rolü ve değeri olduğunu anlıyordunuz. Değersiz ve işlevsiz kimse yoktu. Stewart,o yaşlı ve ton ton "ikinci sınıf" melek sayesinde bu gerçeği görünce intihar etmekten vazgeçiyordu.Kendisine o kadar manasız ve değersiz gözüken hayatın aslında birçok insan için ne kadar değerli olduğunu kavrıyordu. O intihar etmekten vazgeçince yeniden her şey eskisine dönüyordu. "Bu muhteşem bir hayat" isimli film,mutlu sonla biterken de gökyüzünde bir "çın" sesi duyuluyordu.Tonton meleğe,Tanrı çok arzuladığı kanatlarını veriyordu. Kendimizi manasız ve yarasız bulduğumuz zamanlar vardır.Değersiz olduğumuzu,sevilmediğimizi düşünürüz.Hayalkırıklıklarıyla dolu hayatımızda neden istediklerimizin hiç gerçekleşmediğini merak ederiz. Cevaplar ararız. Bulamayız genellikle. Cevaplar vardır aslında. Kendimizi yararsız bulduğumuzda çok yararlı işler yapmışızdır,sevilmişizdir,değersiz olduğumuzu düşündüğümüzde değerimizi bilenler çıkmıştır. Birçok hayatı aynı anda kımıldatan o sihirli rüzgarı yaratmakta bizimde farkına varmadığımız büyük bir rolümüz olmuştur. Eğer Tanrı "ikinci sınıf" meleklerinden birini bize gönderseydi,sanırım hepimiz kendimize de hayata da başka türlü bakardık. Hatta,o melek bize "istediklerimiz gerçekleştiğinde nasıl bir hayatımız olabileceğini" gösterseydi belki istediklerimizin gerçekleşmemesi için dua ederdik. Bu muhteşem bir hayattır. Cevabı ve sırrı kendi içinde saklıdır.Ve, o hayatı hep birlikte yaparız.bazen rolümüzden şikayet ediyorsak,bu da rolümüzün kıymetini bilemememizdendir. AHMET ALTAN
  21. Teşekkürler Erbay... Hoşbuldum...
  22. Hayat'ın süprizlerle dolu olduğunu düşünürdüm de ama bu denli bizzat yaşayacağım aklıma gelmezdi... Açıkcası buraya gelişim de tesadüf desemde... biliyorum ki tesadüf değil yine bir sebebi var... ve umuyorum ki bu güzel bir sebebe dönüşür.. sizlerle güzel paylaşımlarda buluşmak dileğiyle...
×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.