Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

acem kızı

Φ Üyeler
  • İçerik Sayısı

    45
  • Katılım

  • Son Ziyaret

Blog Başlıkları gönderen: acem kızı

  1. acem kızı
    ..Genç antikacı hem merakı hem de ticaret nedeniyle Anadolu’nun en ücra köşelerini dolaşıyor ve gözüne kestirdiği malları yok pahasına satın alarak büyük paralar kazanıyordu. Kış kıyamet demeden sürdürdüğü seyahatler sırasında başına gelmeyen kalmamış gibiydi. Fakat, bu seferki hepsinden farklı görünüyordu. Yolları kapatan kar yüzünden arabasını terk etmiş ve yoğun tipi altında donmak üzereyken, bir ihtiyar tarafından bulunup onun kulübesine davet edilmişti. Yaşlı adam, antikacının yürümesine yardım ederken:
     
    - Günlerdir hasta olduğumdan, odun kesmek için ilk defa dışarıya çıktım, dedi. Meğer seni bulmak için iyileşmişim.
     
    Diz boyuna varan karla boğuşup kulübeye geldiklerinde, antikacının beyaz göre göre donuklaşan gözleri fal taşı gibi açıldı. Odanın orta yerindeki kuzine sobasının etrafını saran üç-dört iskemle, onun şimdiye kadar gördüğü en güzel antikalar olmalıydı. Saatlerdir kar içinde kalan vücudu bir anda ısınmış, buzları bir türlü çözülmeyen patlıcan moru suratını ateşler kaplamıştı. Yaşlı adam, misafirini yatırmak için acele ediyordu. Ona birkaç lokma ikram edip sedirdeki yatağını hazırlarken;
    - Bugün soba yakamadım evladım, dedi. Ama bu yorganlar seni ısıtacaktır.
     
    Ev sahibi, yıllar önce vefat eden eşiyle paylaştıkları odaya geçerken, antikacı da tiftikten örülen battaniyelerin arasına gömüldü. Ancak bütün yorgunluğuna rağmen bir türlü uyuyamıyordu. Ertesi gün gitmeden önce ne yapıp yapıp o iskemleleri almalı, bunun için de iyi bir senaryo uydurmalıydı. Mesela, hayatını kurtarmasına karşılık ihtiyara birkaç koltuk satın alabilir ve eskimiş olduğu bahanesiyle dışarıya çıkarttığı iskemleleri, çaktırmadan minibüsün arkasına atabilirdi. Hatta onları kaptığı gibi kaçmak bile mümkündü. Yürümeye dahi mecali olmayan ihtiyar, sanki onun peşinden koşacak mıydı?
    Genç adam, kafasındaki fikirleri olgunlaştırmaya çalışırken dalıp dalıp gidiyor ve rüzgârın sesiyle uyandığı zamanlar, kaldığı yerden devam ediyordu. Bu arada yaşlı adamın sabah namazına kalktığını fark etmiş, hatta hayal meyal olsa bile odun parçaladığını duymuştu. Gözlerini açtığında, onun kuzine sobasının üzerinde yemek pişirdiğini gördü ve etrafına bakınırken, birden iskemleleri hatırladı. Hafifçe doğrulup çevresine baktı:
    -Aman Allah’ım! Antikalardan hiçbiri ortada yoktu. İhtiyar kurt, herhalde planını hissetmiş ve belki de uykudaki konuşmasını duyarak onları emin bir yere kaldırmıştı. Sakin görünmeye çalışarak:
     
    - İliğim kemiğim ısınmış, dedi. Çorbanız da güzel koktu doğrusu. Ama akşamki iskemleleri göremiyorum.
     
    Yaşlı adam, odanın köşesine yığdığı iskemle parçalarından birini daha sobaya atarken;
    -İskemle dediğin, dünya malı be evladım, dedi. Biz misafirimizi hiç üşütür müyüz?
  2. acem kızı
    tI6cyBWMnXs




    Kalbime aşkın öyle bir yerleşmiş ki,
    Sen bana cefa etsen bile senin aşkın kalbimin en derininde
    Yazıklar olsun bana ki sana kalbimin sırrını açıkladım
    Ona Kalbimin onun aşkıyla yanıp tutuştuğunu söyledim (kalbimi ona şikayet ettim)
    Ve gözlerinde ateşi ve yanışımı gördüm
    Bana dedi ki Senin aşkın benim kalbime haramdır
    Aşkın benim hayatımdı sen uzaklaşınca ben den ölüm bana daha merhametli
     
    Ölüm bana en merhametli el olmuş
    Bütün kasideler bütün şiirler gözlerinin güzelliğinden
    ellerinin sıcaklığından geliyor gibi geliyor bana
    Bu kasideler bu şiirler herhangi bir şey değil ey canım
    Bütün kasideler bütün şiirler sana doğru
     
    Bütün bu şarkılar senelerce sana olan aşkımın ifadesidir
    Bütün bu kasideler gözyaşımdır
    En hüzünlü bestemdir ve özlemimdir
    Ve kasideler seni
     
    Ve kasideler seninle geçirdiğim zamandır(bütün hayatımdır)
    Bu kasideler benim acıyan kalbimdir
    Senin aşkın olmadan ben kimim ki


  3. acem kızı
    Medine'nin kadınları hem güleryüzlü, hem de güzeldirler.
    Ancak Hifa Hatun başka güzeldir ve bambaşka gülümser. Öylesine sıcakkanlı ve öylesine samimidir ki kadınlar onu canları gibi severler. Oğlu, abisi, erkek kardeşi olanlar akraba olmaya kalkar, hatta bazıları beylerine ister. Onu ciddi ciddi sıkıştırır, araya hatırlıları koyup, izdivaç teklif ederler.
    Hifa Hatun'un methi hızla yayılır ve çoook uzaklara gider. Bırakın hekimleri, tüccarları, vezirler, sultanlar sıraya girer. Ancak o Necaşi gibi bir İmparatoru bile reddeder sadece ve sadece Allah'ın rızasını diler.
    Ama taliplerin ardı arkası kesilmez. Kimi ayaklarına halılar serer... Kimi cevahirler döker... Yüz kızıl tüylü deveyi getirip kapısına bağlayanları mı sorarsınız, yoksa saray anahtarlarını önüne atanları mı?
    Hifa Hatun bütün bunlara dönüp bakmaz bile, Efendimizin huzuruna çıkıp "Ey Allah'ın Resûlü" der, "beni cennete götürecek bir şeyler öğretsene." Doğrusu o, Peygamber Efendimiz'in (sallallahu aleyhi ve sellem) 'gündüzleri oruç tut' ya da 'geceleri namaz kıl' gibi bir tavsiyede bulunacağını sanır ama Server-i Kâinat "Önce evlenmen lâzım" buyururlar "zira bununla dininin yarısını emniyete alırsın!" Hifa, büyük bir teslimiyetle boynunu büker ve "siz kimi münasip görürseniz ben ona razıyım" der.
    Mâlum, o sıradan bir hanım değildir ve onu nikahına alacak erkeğin de "özel" olması gerekir. Lâkin Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) ne kimseye ümid verir, ne de kimsenin ümidini kırar. Her zamanki gibi basit ve pratik bir çare bulur "yarın sabah mescide ilk gelenle evlen" buyururlar. Bu teklifi herkesin hoşuna gider, talipler erken kalkmak için tedbirler düşünür, kendilerince hazırlık yaparlar.
    Bu haberi elbette Hazret-i Suheyb de duyar ama dikkate almaz. Zira o fakir ve kimsesiz biridir. Evi yurdu yoktur ve karnını zor doyurur. Kah ağaç altlarına uzanır, kâh mescid gölgelerine kıvrılır. Uzun boyuna rağmen o kadar zayıftır ki, rüzgar sert esse ayaklarını yerden kaldırır.
    Ama bakın şu işe ki o gece Allahü teâlâ bütün sahabelere derin bir uyku verir, Hifa Hatun'un talipleri gözlerine çöken ağırlığa yenilirler. Resulullah Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) her zamanki gibi imsak sökerken mescide gelir ve büyük bir merakla talihli sahabeyi bekler. Nitekim mescidin eşiğinde bir gölge uzar ve Süheyb içeri girer.
    Resulullah Efendimiz namazdan sonra Hifa Hatunu çağırtıp neticeyi bildirir. Hazret-i Hifa büyük bir teslimiyetle kabul eder.
    Efendimiz güzel bir hutbe okur ve nikah akidlerini yaparlar. Sonra şanslı sahabeye döner "Ey Süheyb" buyururlar, "şimdi hanımına bir hediye al ve tut elinden evine götür."Suheyb Radıyallahu anh ellerini çaresizlikle iki yana açar. "İyi ama" diye mırıldanır, "benim ne bir dirhem gümüşüm, ne de sığınacak evim var."
    Hifa Hatun kocasının boynunu büktürmez, ona içinde on bin dirhem gümüş olan süslü bir heybe gönderir ve "filanca yerdeki köşkümü sana hediye ettim" der. Alemlerin Efendisi çok hislenir onlara hayır dualar ederler.
    Süheyb, o gün Medine sokaklarında dolanır durur, akşama doğru utana sıkıla konağa sokulur. Kendisi için hazırlanan muhteşem sofradan ya bir, ya iki hurma alır ve "Ya Hifa" der, "biliyorum sen benim için bulunmaz bir nimetsin, ben ise senin için sadece mihnetim. Ben şükretsem gerek, sen sabretsen gerek. İster misin şu geceyi taat ve ibadetle geçirelim zira Efendimiz (Sallallahü aleyhi ve sellem) "Cennette yüksek bir çardak vardır. Orada yalnız şükredenlerle sabredenler otururlar." buyurdular.
    Ve öyle de yaparlar. Seccadelerini gözyaşları ile ıslatır, kalplerini zikr ile aydınlatırlar. Cebrail Aleyhisselam olup biteni Resulullah Efendimize anlatır ve onları Allahü teâlânın cenneti ve cemaliyle müjdeler.
    Ertesi sabah, namazdan sonra Efendimiz Suheyb'i yanlarına oturtur "Ey Süheyb" buyururlar "geceki halini sen mi anlatırsın ben mi anlatayım?" Süheyb gözlerini kucağına indirir, zor duyulan bir sesle "Allahın Resulü en iyisini bilir" cevabını verir.
    Efendimiz onlara "ne mutlu size" gibilerinden bakar, "İkiniz de cennetliksiniz" buyururlar, "... ve Allahü teâlâyı göreceksiniz!" Süheyb derhal secdeye kapanır ve "Ya Rabbi!" diye yalvarır, "o ki beni mağfiret ettin, günahlara bulaşmadan canımı al!"
    Allahü teâlâ bu yanık duayı kabul eder, Suheyb, secdede kalakalır. Mescidde bulunanlar ağlamaklı olurlar. Resulullah Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) "Size daha şaşılacak bir şey söyliyeyim mi? Şu anda Hifa Hatun da ruhunu Hakka teslim etti" buyururlar. Namazlarını, yüzü suyu hürmetine yaratıldığımız o yüce Server kıldırır. İkisini yanyana toprağa bırakırlar. Baş uçlarına küçük bir tahta çakar.
     
    Birine "Şükredenlerden Suheyb" yazarlar, öbürüne "Sabredenlerden Hifa!"...
     
    ….gayrısına aşk demeye utanıyor insan...
  4. acem kızı
    Saklı Kalan
     
    günlüğü eksik tutulan güz
    usulca çekilmiş de kıyıya
    bütün gürültülerden uzakta
    eğiriyor suların köpüğünü
    belli ki duymuyor dağların
    uğuldayan yalnızlığını
     
    bekleyişin ve acıların
    uğultusudur yalnızlıklar
    kimi kez kuşatabilir büsbütün
    doğayı, aşkı ve yaşamı
    ama kayalıkların karanlıklarına
    hiç sığar mı bir dağın yalnızlığı
     
    bir çiçek bile doldurabilir
    uçurumların derin oyuklarını
    oysa o bir çatlaktan fışkırıp
    bir yangın gibi büyüyendir
    belli ki duymaktadır kalbinde
    aşkın saklı yalnızlığını
     
    anımsanan ne varsa şimdi
    biraz acıya dönüktür yüzü
    ve solgun bir gülümseyiş
    gibi sararken sessizliği
    taşır bekleyişin gizinde
    aşkın saklı yalnızlığını
     
    günlüğü eksik tutulan güz
    eğirirken suların köpüğünü
    ey alıngan susuşundan,
    üzünç gibi öfkesinden
    kan sızan
    kalbini suların göğsüne bastır
    duyacaksın kalbimizin atışlarını
     
     
    Ahmet Telli
  5. acem kızı
    İnsan yürüdüğü yola benziyor,
    günlük defteri oluyor gözleri.
    Okunuyor, nasıl bir yağmur yağmış hayatına
    ve nasıl bir kar.
    Örneğin, bir düş yüzünden
    hapiste yatmışsanız eğer,
    yılların ördüğü oya gibi bir iz
    utangaç bir tavırla içinizi beziyor
    ve kamçı izleri gibi esaret günleriniz
    yüzünüze vuruyor.
    İnsan yürüdüğü yola benziyor.
    Eğer yüreğiniz aşk tınılıysa,
    aşk kokuyor üstünüz başınız.
     
    Metin Cengiz
  6. acem kızı
    AŞK….
     
    Aşk, kocaman bir yürek ister önce ,
    Sonra, cesaret.
    Yufka yürekle , olmaz aşk…
    Fedakarlık bekler maşuk eğer varsa …….
    Aşk, yumuşak yataklarda,
    Kırışık çarşaflarda yaşanan şeyin tarifi değildir…
    Aşk, pavyonların loş ışıkları altında yaşanan,
    Çakır keyf olmakda değildir….
    Hercai gönüller aşkı ne bilir…Yada her çiçekten bal alan…
    Aşk hesap sorar adama …aşk adamı vurur…
    Aşka, olmaz ihanet…
    Falcıda anlamaz bundan.
    Cevaplayamaz hiçbir kehanet…
     
    ***
    Günübirlik sevişmelerin adına,
    aşk dendiği bu zamanda,
    Aşkı nasıl anlatsın ki…
    Her yeri et pazarına dönmüş bu ülkede yaşayanlar,
    Aşkı nereden bilsin ki….
    Fiziksel beğeniyi, cinsel dürtüyü aşk zannedenler,
    Aşkı nasıl anlayabilsin ki…
     
    ***
    Fuzuli yi bilmeyen aşkı bilirmi…
    Yunus u bilmeyen aşkı bilirmi…
    Mevlana yı bilmeyen aşkı bilirmi…
    Hallacı bilmeyen ,
    Mansuru anlamayan .
    Aşkı ne bilir…
     
    ***
    Ne cinsiyeti vardır aşkın,
    Ne de fiziki yapısı .
    Ama, yinede fiziki bedende, fizik ötesi bir duygudur o…
    Aşık olanın, ne fiziki bedeni kalır, nede kendine has doğruları…
    Aşk alır götürür adamı …
    Kul eder kendine ….kölesi olunur aşkın….
    Bunu nasıl anlasın, bedene yada dünyaya köle olmuş şaşkın
    Akıllı işi değildir aşk…
    Aklıbaşındalık kabul etmez….
    Bir kere başladımı asla bitmez…
    Aşk adamı terketmez….
     
    ***
    Aşk, yürek işidir kısacası…
    Yürekli olmalı aşık…
    Bi kere girdimi o bir yere ,
    Herşeyi yakar, yıkar ,
    Kendinden başka hiçbir şey bırakmaz
    Girdiği yerde…
    Aşık her doğruyada , her dostluğada
    Kolayca ihanet eder….
    Çünkü ;
    Aklı başında olmaz aşığın
    O aşkın kölesi kuludur artık
    Aşığın akıl yelkeni yırtık,
    Gemisi batıktır artık….
    Ne gam vardır aşığa
    Ne de kasavet
    Aşık için herşey
    Sevgilinin iki gözünden ibaret…
     
    Can özünden yaş dökenlere
    Aşk’ a aşık yüreklere
    AŞK OLSUN…
  7. acem kızı
    ÖDÜNÇ HAYATLAR
     
    “Yaşamak değil , beni bu telaş öldürecek" dediği gibi şairin ;
     
    O telaşla, bırakın Paris yolunda ılık rüzgarla taratmayı saçlarımızı
     
    Sevdiğimizle doyasıya bir sohbet bile edemedik biz ...
     
    Gözümüz saatte söyleştik hep,
     
    Koşuşur gibi seviştik, yarışır gibi çalıştık ..
     
    Hep yetişilecek bir yerler vardı.
     
    Aranacak adamlar, yapılacak işler ..
     
    Bir sonraki günün telaşı, bir öncekinin tersine bulaştı;
     
    Başkalarının hayatı bizimkini aştı ..
     
    Kör karanlıkta çalar saat sesi yerine ,
     
    Kuşluk vakti kızarmış ekmek kokusu
     
    Veya yavuklu busesiyle uyanma düşlerini
     
    Ha babam erteledik ..
     
    20'li yaşlardayken 30'lu yaşlara kurduk saatin alarmını ,
     
    30'larımızda 40'lara, belki sonra 50'lere ...
     
    Lakin öyle yanlış kurgulanmış ki hayat ,
     
    Kuşlukta uyanma fırsatını sunduğunda size ,
     
    Artık uyku girmez oluyor gözlerinize ..
     
    Doyasıya söyleşmek ,
     
    Telaşsız sevişmek için bol zamana kavuştuğunuzda ,
     
    Söyleşecek, sevişecek kimsecikler kalmıyor yanınızda ..
     
    Özenle yarına sakladığınız bir sarı lira gibi ömrünüz ;
     
    Vakti gelip sandıktan çıkardığınızda
     
    Bir de bakıyorsunuz ki tedavülden kalkmış ...
     
     
    Can DÜNDAR
  8. acem kızı
    Hz.Aişe-i Humeyra (r.a) Rasülullah’a (s.a.v.) tarife sığmayan bir aşkla bağlı.
    Rasülullah (s.a.v.) da Onu derin bir bağla seviyor.
    Vakitlerinin çoğunu Onun hanesinde geçiriyor.
    Hane-i Saadet, genelde Resul’ümüzün evi demekse de özelde Hz. Aişe’nin hanesi demek!..
    Rasülullah’ın bir adeti var; suyu önce Aişe’ye verip ardından kendisi içiyor.
    Ama bu değişik bir içiş...
    Rasülümüz, Aişe'nin dudaklarının değdiği yerden içiyor suyu. Yemekte de tavrı aynı,
    Onun ekmek bandığı yerden, Onun elinin değdiği yerden yiyor.
    Basit gibi görünen bu tavrın altında büyük bir aşk var!..
     
    Paylaşmanın doruğu bu…
    Aşkı böylesine düşünen, böylesine yaşayan incelik numunesi kaç mümin çift var acaba?...
     
    Çiçek vermek, yemeğe çıkmak gibi adet kabilinden aşk gösterilerine aykırı olarak,
    sevdiğinizin içtiği yerden içmeyi, yediği kısımdan yemeyi denediniz mi hiç?..
     
    Hijyen, bakteri, mikrop gibi kaygılar sevdiğinizle aranıza perde çekmiyorsa bunu bir deneyin!..
     
    Rasülullah(s.a.v) böyle yapmışsa, aşka dair bir hikmet mutlaka vardır değil mi?..
  9. acem kızı
    Adam oğlunun odasının önünden geçerken hayretle bakakaldı. Yatağı güzelce toplanmıştı ve odası hiç olmadığı kadar derli toplu görünüyordu. Sonra adam yatağın üzerine bırakılmış mektup zarfını farketti. Üzerinde -Babama- yazıyordu. Aklından geçen bin bir kötü düşünceyle mektup zarfını açtı ve titreyen elleriyle mektubu okudu:
     
    Sevgili baba;
    Sana bu satırları derin bir pişmanlık ve üzüntü içinde yazıyorum. Kız arkadaşımla kaçmak zorundaydım cünkü seni ve annemi yaşanacak rezaletten uzak tutmak istedim. Gerçek tutku ve aşkı ben Joanla buldum ve o öyle tatlı ki anlatamam... Şunu biliyordum siz onun vücudunun her yerine taktığı küpeleri, derisine işlettiği dövmeleri, kendine has o çılgın giyim tarzını asla ama asla onaylamayacaktınız ve tabi benden cok büyük olması da bir sorundu. Fakat benim için bunlar sorun değildi gerçek tutku ve gerçek aşk... Baba Joan hamile! Joanın dediğine göre çok mutlu olacağız. Ormanda kendine ait bir karavanı ve tüm kış yetecek kadarda yakacağı var. Bir sürü çocuğa sahip olma düşüncesi rüyalarımızı süslüyor. Joan benim gözlerimi esrar gerçeğine açtı ve artık biliyorum ki esrar kimseye zarar vermez. Esrar yetiştirecek ve insanlara pazarlayacağız ve yine bu sayede ihtiyacımız olan kokain ve ekstaziye ulaşacağız. Artık tam anlamıyla bilime yalvarıyoruz dualar ediyoruz şu AIDS in çaresi bulunsun ve Joan sağlığına kavuşsun diye..... O kesinlikle iyileşmeyi hakediyor. Endişelenmeyi bırak baba ben 15 yaşındayım ve kendi başımın çaresine bakabilirim. Eminim birgün geri döneceğiz ve sen kendi torunlarıni tanıyacak, seveceksin.
    Oğlun Osman…
     
    NOT: Baba yazdığım mektubun tek kelimesi bile doğru değil. Ben Mehmet'lerdeyim.
    Sadece sana; masamın üzerinde seni bekleyen karneden daha kötü şeylerin olduğunu hatırlatmak istedim.
     

    {ALLAH BÖYLE EVLATLARDAN KORUSUN…}


  10. acem kızı
    Elif olmak zordur...
    Çünkü elif olmak;
    Yuvarlak bir dünyada dik durmanın,
    Dik ve önde,
    Belki acıyla
    Ama, vazgeçmeden durmanın,
    Dünya ne kadar dönerse dönsün
    Olduğu yerde kalmanın adıdır elif olmak...
    Kaç silah varsa elife çevrilir!
    Elif hep olduğu yerdedir...
    Silahlar patladığında ilk vurulan eliftir!
    Zordur elif olmak...
    Elif olmak hep vurulmaktır!
    Elif olmak yalnızca elif olmaktır...
    Ne B, ne T, ne S
    Elif...
    Yalnızca elif...
    Elif demeden hiçbir şey denilemez.
    Ben elif dedim
    Artık her şeyi söyleyebilirim...
     
    Hz.Mevlana


  11. acem kızı
    Bekir COŞKUN ...............27.12.2006
     
    Atatürk gelse -2-
     
    VAKTİ-saati gelip çattı ve Atatürk'ün Ankara'ya gelişinin yıldönümünde, işte ben yine "Ya Atatürk çıkıp gelse" yazımı yazıyorum:
     
    - Gazi, yanında silah arkadaşları, beyaz bir atın üzerinde Ahlatlıbel'den gözüktü, aşağıdaki Ankara'ya bakıp İsmet Paşa'ya sordu:
    "Yanlışlıkla Meksiko City'e inmiş olmayalım Paşa, bu ne?.."
     
    "Angara..."
     
    "Şu dumandan ucu gözüken ne?.."
     
    "Atakule..."
     
    "Vatanı beton ile örtmüşler, kulenin ucu açıkta kalmış demek... Peki bu
    kendi etrafında dönüp duran efendi, oynamayı unutmuş Ankara seymeni
    midir?.."
     
    "Hayır Gazi Hazretleri, o Başvekil Tayyip Bey..."
     
    Gazi Başvekil'e dönerek:
     
    "Söyle bakalım Başvekil, bu her taraftaki delikler ne, düşmanın top ateşine karşı müdafaa hattı mıdır?..."
     
    "Altgeçit Atam..."
     
    "Bu soba borusu nevinden havadakiler ne?.."
     
    "Üstgeçit..."
     
    "Peki, muasır medeniyet seviyesine geçit temin edilmiş midir?.."
     
    "Hedef buyurduğunuz istikamette hayırlara vesile olacak şekilde ilerleme sağlanmış, şükürler olsun ki dış itibarımız son yetmiş yılın en yüksek noktasına yükselmiş, Allah'ın izni ile yabancı sermaye bilhassa bankacılık,turizm, sanayi, haberleşme, ulaşım, konut alanlarına akın etmişlerdir..."
     
    Gazi, İsmet Paşa'ya eğilerek:
    "Biz Büyük Taarruz'da akını püskürttük, demek ki dönüp öte yandan
    gelmişler..."
     
    Ata, kırbacı ile işaret ederek:
    "Şu cüz hocası kılıklının elindeki flama ne, Suudi Kralı da mı bizi
    karşılamaya gelmiştir?..."
     
    "Hayır, o Büyükşehir Belediye Başkanı, elindeki de Ankara'nın amblemi Gazi Hazretleri..."
     
    At binemedikleri için bir at arabasının içinde bekleyenleri göstererek sorar Gazi:
    "Bunlar kim, hamamcı esnafı mı?..."
     
    "Kabine üyeleri..."
     
    "Mekteb-i Mülkiye'den midirler?.."
     
    "Hayır Gazi Hasretleri, ekseriyet imam-hatip'ten..."
     
    Gazi, kabine üyelerine "Memleketin durumu nedir?" diye sorduğunda, onlar hep bir ağızdan "Hamd olsun..." diye bağırırlar.
     
    İsmet Paşa'nın kulağına eğilir Gazi ve derki:
     
    "Hilafeti kaldırdık da laikliğe geçtik gibi aklımdaydı, yanlış kalmış demek ki..."
  12. acem kızı
    Çıktık açık alınla on yılda her savaştan;
     
    On yılda on beş milyon genç yarattık her yaştan.
     
    Başta bütün dünyanın saydığı Başkumandan;
     
    Demir ağlarla ördük Ana yurdu dört baştan.
     
     
    Türk'üz Cumhuriyet'in göğsümüz tunç siperi,
     
    Türk'e durmak yaraşmaz, Türk önde Türk ileri.
     
     
    Bir hızla kötülüğü geriliği boğarız,
     
    Karanlığın üstüne güneş gibi doğarız.
     
    Türk'üz bütün başlardan üstün olan başlarız;
     
    Tarihten önce vardık, tarihten sonrada varız.
     
     
    Türk'üz Cumhuriyet'in göğsümüz tunç siperi,
     
    Türk'e durmak yaraşmaz, Türk önde Türk ileri.
     
     
    Çizerek kanımızla öz yurdun haritasını,
     
    Dindirdik memleketin yıllar süren yasını.
     
    Bütünledik her yönden İstiklâl kavgasını.
     
    Bütün dünya öğrendi, Türklüğü saymasını.
     
     
    Türk'üz Cumhuriyet'in göğsümüz tunç siperi,
     
    Türk'e durmak yaraşmaz, Türk önde Türk ileri.
     
     
    Örnektir milletlere açtığımız yeni iz;
     
    İmtiyazsız, sınıfsız kaynaşmış bir kütleyiz;
     
    Uyduk görüşte bilgiye, gidişte ülkeye biz;
     
    Tersine dönse dünya yolumuzdan dönmeyiz.
     
     
    Türk'üz Cumhuriyet'in göğsümüz tunç siperi,
    Türk'e durmak yaraşmaz, Türk önde Türk ileri
     
    Söz : Behçet Kemal ÇAĞLAR
    Faruk Nafiz ÇAMLIBEL
    Beste : Cemal Reşit REY
  13. acem kızı
    İstanbul'un fethinden sonra Fatih Sultan Mehmet bütün mahkumları serbest bıraktırmıştı. Fakat bu mahkumların içinden iki papaz zindandan çıkmak istemediklerini söyleyerek dışarı çıkmadılar. Papazlar Bizans imparatorunun halka yaptığı zulüm ve işkence karşısında ona adalet tavsiye ettikleri için hapse atılmışlardı. Onlar da bir daha hapisten çıkmamaya yemin etmişlerdi. Durum Fatih'e bildirildi. O, asker göndererek, papazları huzuruna davet etti. Papazlar hapisten niçin çıkmak istemediklerini Fatih Sultan Mehmede anlattılar. Fatih; o dünyaya kahreden iki papaza şöyle hitap etti: "Sizlere şöyle bir teklifim var: Sizler İslam adaletinin tatbik edildiği memleketimi geziniz, Müslüman hakimlerin ve Müslüman halkımın davalarını dinleyiniz. Bizde de sizdeki gibi adaletsizlik ve zulüm görürseniz, hemen gelip bana bildiriniz ve sizler de evvelki kararınız gereğince uzlete çekilerek hâlâ küsmekte haklı olduğunu ispat ediniz." Sultan Fatih'in bu teklifi papazlar için çok cazip gelmişti. Hemen padişahtan aldıkları tezkere ile İslam beldelerine seyahate çıktılar. İlk vardıkları yerlerden biri Bursa idi... Bursa'da şöyle bir hadiseyle karşılaştılar: Bir Müslüman bir Yahudi'den bir at satın almış, fakat hiçbir kusuru yok diye satılan at hasta imiş. Müslüman'ın ahırına gelen atın hasta olduğu daha ilk akşamdan anlaşılmış. Müslüman sabırsızlıkla sabahın olmasını beklemiş, sabah olunca da erkenden atını alıp kadının yolunu tutmuş. Fakat olacak ya, o saatte de kadı henüz dairesine gelmemiş olduğundan bir müddet bekledikten sonra adam kadının gelmeyeceğine hükmederek atını alıp ahırına götürmüş. Atını alıp götürmüş ama at da o gece ölmüş. Hadiseyi daha sonra öğrenen kadı, atı alan Müslüman'ı çağırtıp meseleyi şu şekilde halletmiş:
     
    Siz ilk geldiğinizde ben makamımda bulunsa idim, sağlam diye satılan atı sahibine iade eder, paranızı alırdım. Fakat ben zamanında makamımda bulunamadığımdan hadisenin bu şekilde gelişmesine mademki ben sebep oldum, atın ölümünden doğan zararı benim ödemem lazım, deyip atın parasını Müslüman'a vermiş.
    Papazlar İslam adaletinin bu derece ince olduğunu görünce parmaklarını ısırmışlar ve hiç zorlanmadan bir kimsenin kendi cebinden mal tazmin etmesi karşısında hayret etmişler. Mahkemeden çıkan papazların yolu İznik'e uğramış. Papazlar orada şöyle bir mahkeme ile karşılaşmışlar: Bir Müslüman diğer bir Müslüman'dan bir tarla satın alarak ekin zamanı tarlayı sürmeye başlar. Karasabanla tarlayı sürmeye çalışan çiftçinin sabanına biraz sonra ağzına kadar dolu bir küp altın takılmaz mı? Hiç heyecan bile duymayan Müslüman bu altınları küpüyle tarlayı satın aldığı öbür Müslüman'a götürüp teslim etmek ister: "Kardeşim ben senden tarlanın üstünü satın aldım, altını değil. Eğer sen tarlanın içinde bu kadar altın olduğunu bilseydin herhalde bu fiyata bana satmazdın. Al şu altınlarını." Tarlanın ilk sahibi ise daha başka düşünmektedir. O da şöyle söyler: "Kardeşim yanlış düşünüyorsun. Ben sana tarlayı olduğu gibi, taşı ile toprağı ile beraber sattım. İçini de dışını da bu satışla beraber sana verdiğimden, içinden çıkan altınları almaya hiçbir hakkım yoktur. Bu altınlar senindir dilediğini yap." Tarlayı alanla satan anlaşamayınca mesele kadıya, yani mahkemeye intikal eder. Her iki taraf iddialarını kadının huzurunda da tekrarlarlar. Kadı, her iki şahsa da çocukları olup olmadığını sorar. Onlardan birinin kızı birinin de oğlunun olduğunu öğrenir ve oğlanla kızı nikahlayarak altını çeyiz olarak verir. Papazlar daha fazla gezmelerinin lüzumsuz olduğunu anlayıp doğru İstanbul'a Hazreti Fatih'in huzuruna gelirler ve şahit oldukları iki hadiseyi de aynen nakledip şöyle derler: "Bizler artık inandık ki, bu kadar adalet ve birbirinin hakkına saygı ancak İslam dininde vardır. Böyle bir dinin salikleri başka dinden olanlara bile bir kötülük yapamazlar. Dolayısıyla biz zindana dönme fikrimizden vazgeçtik, sizin idarenizde hiç kimsenin zulme uğramayacağına inanmış bulunuyoruz."
     
    NOT:BİZLERDE FATİH'İN TORUNLARIYIZ.BİZLER, MÜSLÜMAN TÜRKLERİZ. FAKAT HER NE HİKMETSE BİRBİRİMİZİN HAKKINA SAYGI GÖSTERMEKTEN UZAĞIZ. ÜLKEMİZ ÜZERİNDE SÜREGELEN BÖLÜCÜLÜĞE ÇANAK TUTUYORUZ. ACABA ÜLKEMİZİN BÖLÜNMESİNİ ASLINDA İSTEYEN BİZLERMİYİZ Kİ MOZAİĞİMİZE SAYGI DUYMUYORUZ? ÖNCE SEVELİM ÖZÜMÜZÜ, TOPRAĞIMIZI İNSANIMIZI. BİRŞEYİ KAVRAYALIM ÖNCE HERKESİN VE HERŞEYİN ÖLÇÜSÜ AYRIDIR.KİŞİLERİ KENDİ ÖLÇÜMÜZLE DEĞERLENDİRDİĞİMİZ SÜRECE TERÖR VE KARMAŞA DEVAM EDECEKTİR. UNUTMAYALIM ATALARIMIZ,DEDELERİMİZ TEK YÜREK OLUP BU GÜZİDE TOPRAKLAR İÇİN KANLARINI DÖKTÜLER. ŞİMDİ KENETLENME ZAMANIDIR. BİZLER FATİH'İN TORUNLARIYIZ. MEVLANA YILINDA GÖSTERELİM SEVGİ VE TEVAZUUMUZU TÜM DÜNYAYA.. SEVGİ VE DUALARIMLA...ACEM KIZI..
  14. acem kızı
    Bir gün susmayı öğrendim.
     
    Öyle bir sustum ki belki sonsuza kadar susacaktım. Çünkü susmak benim küçücük dünyamda babamla kurduğum iletişim tarzıydı. Babam aksamları eve yorgun dönerdi. Ben bütün gün evde sıkılır onun gelişini iple çekerdim. Daha o kapıdan girer girmez boynuna atılır onunla oynamak isterdim. Babam sarılır, öper sonra da, hadi odana git, derdi. Yemek hazırlanınca annem çağırır bu defa masada bir araya gelirdik babamla. Onlar annemle konuşurken ben araya girer, sesimi duyuramayınca da bağırırdım. Babam sinirlenir, 'Bütün gün insanlara kafa patlatmaktan bunaldım, birde sen kafamı ütüleme!' derdi. Annem de 'Bütün gün zaten seninle uğraştım, bir çift laf da mı konuşturtmayacaksın babanla?' diye çıkışır, beni odama gönderirdi. Çaresiz bir şekilde boynumu büker odama yani hapishaneme doğru yol alırdım. Babam arkamdan, 'Bizim bir odamız bile yoktu, her şeye sahip, hâlâ ne istiyor anlamadım.' diye bağırmaya devam ederdi.
     
    'Keşke benim de bir odam olmasaydı, keşke bizim de evimiz bir odalı olsaydı da hep birlikte otursaydık' derdim içimden; ama yüksek sesle söylemeye cesaret edemezdim.
     
    Yemekten sonra babam kanepeye uzanır, eline kumandayı alır, televizyon seyrederdi. Beni yanına çağırır biraz severdi. Onun izleyeceği önemli birşey varsa beni adeta yerimden bile kıpırdatmazdı. Azıcık hareket edip koşup oynamaya çalışsam oda hapsim yeniden başlardı. Bir gün anladım ki susunca babamla daha iyi anlaşıyoruz. Bu defa susarak yapabileceğim oyunlar geliştirmeye başladım. Önce resim yaparak başladım işe. Babam çizdiğim resimleri çok beğeniyor; 'Bak, böyle uslu uslu oyna işte.' diyordu. Babam bazen göz ucuyla bakıyor, resimle ilgili bir şey sorsam afallıyordu. Ama bana kızarak beni artık odama göndermiyordu. 'Son günlerde ne de akıllandı benim oğlum.' diye komşulara anlatıyordu annem halimi. Resimlerim arttıkça ortalık dağılmaya başladı. Annem 'Odanı topla!'diye odama kapattığında ise nereden başlayacağımı bilemiyordum. Ben bunlarla uğraşırken zaman geçiyor; ama odamı toparlamayı beceremiyordum. Annem odama gelip 'Bak sana resim yapmayı yasaklayacağım.' dedi bir gün. Susuyor olmamı usluluk olarak değerlendiren ailem resim yapmayı da elimden alırsa ben ne yapacaktım? Bu düşüncelerle bir aile tablosu yaptım. Babam eve gelince uygun zamanı kolladım. Her zamanki gibi yemekler yendi, odaya geçildi. Babam oturur oturmaz çizdiğim resmi getirdim. Babam baktı.
     
    Hımm, dedi 'Çok güzel olmuş.Bu adam benim herhalde' dedi. Ben 'Hayır o adam değil, bu çocuk sensin.'dedim. O 'Hayır, bu adam benim,bu çocuk sensin, bu küçük kız da arkadaşın.'dedi. Ben yine 'Hayır, o büyük adam benim, bu küçük adam sensin, bu küçük kız da annem.' dedim Babam benimle uğraşmaktan vazgeçip: 'Peki neden bizi küçük çizdin?' dedi. Heyecanla başladım anlatmaya.
     
    Ben büyüyüp adam olacağım. İş bulup çalışacağım. Siz yaşlanıp küçüleceksiniz. Beliniz bükülecek, komşumuz Ahmet amca ile Ayşe teyze gibi küçücük kalacaksınız. Ben işten geldiğimde yorgun olacağım. Siz benimle konuşmaya çalıştığınızda işyerinde kafam şişmiş olacağından sizi duymayacağım bile. Siz benimle bir şeyler paylaşmak istediğinizde 'Hadi odanıza çekilin de kafa dinleyeyim.' diyeceğim. Ve bir de bağıracağım. 'Her şeylerini alıyorum. Sıcacık odaları da var, daha ne istiyorlar' diye.
     
    Annemle babamın gözleri fal taşı gibi açılmıştı.
     
    Duyduklarına inanamıyorlardı.
     
    Bana sarılıp beni öyle içten bir okşayışları vardı ki sonsuza kadar konuşsam hiç bıkmadan dinleyecek gibiydiler. Farkında Olmalı insan...
     
    Kendisinin, Hayatın Olayların, Gidişatın..
     
    Farkında Olmalı.
  15. acem kızı
    Bir dağbaşı yalnızlığı yaşıyorum yeniden.,
    Dağbaşı yalnızlığı ölümden beter.
    Hiç kimse aramasa sormasa beni
    Sen gelsen yeter..
    Huzur ellerinin güzelliğidir.
    Gözlerin karşımda mutluluk denizi.
    Her sabah soframızda ekmeğimizi
    Sen bölsen yeter..
    Yüreğim seninle yaylalar kadar serin
    Ne bir çizgi hasret, ne bir nokta gam
    Yayla dumanı gibi gözlerime her akşam
    Sen dolsan yeter..
    Bende çaresizlik sonsuz kördüğüm.
    Bende sabır sende naz..
    Gündüzünden vazgeçtim düşümde biraz
    Bir yüz görümlüğü sen olsan yeter..
    Duymasa da hiç kimse şâir gönlümün,
    Sende karar kıldığını...
    Ve içimin şerha şerha yarıldığını,
    Sen bilsen yeter..
    Bir gün duysan bittiğimi, tükendiğimi..
    Çıkıp gelsen uzaklardan korkulu ürkek..
    Bir incecik dal gibi üzerime titreyerek,
    Eğilsen yeter...........
  16. acem kızı
    Ya Râb Belâyı Aşk İle Kıl Aşina Beni
    Bir dem belâ-yı aşktan etme cüdâ beni
     
    Az eyleme inâyetini ehli derdden
    Yani ki çok belâlara kıl mübtelâ beni
     
    Oldukça ben götürme belâdan iradetim
    Ben isterim belâyı çü ister belâ beni
     
    Gittikçe hüsnün eyle ziyâde nigarımın
    Geldikçe derdine beter et müptelâ beni
     
    Öyle zaîf kıl tenimi firkatinde kim
    Vaslına mümkün ola getürmek saba beni
     
    Nahvet kılıp nasib fûzûlî gibi bana
    Ya râb mukayyed eyleme mutlak bana beni
     
    Ya râb belayı aşk ile kıl aşina beni
    Bir dem belâ-yı aşktan etme cüdâ beni
     
    Az eyleme inâyetini ehli derdden
    Yani ki çok belâlara kıl mübtelâ beni
     
    Oldukça ben götürme belâdan iradetim
    Ben isterim belâyı çü ister belâ beni
     
    Gittikçe hüsnün eyle ziyâde nigarımın
    Geldikçe derdine beter et müptelâ beni
     
    Öyle zaîf kıl tenimi firkatinde kim
    Vaslına mümkün ola getürmek saba beni
     
    Nahvet kılıp nasib fûzûlî gibi bana
    Ya râb mukayyed eyleme mutlak bana beni
  17. acem kızı
    Sana gelmeliyim
    geçip ayrılığın gül bahçesinden
    ateş kesilmeli damarlarımdaki kan
    gecenin en koyu karanlığında gelmeliyim sana
    göz gözü görmemeli
    dilimde şiirlerim olmalı bir de
    yüreğim papatya dolu kırlar
    öyle gelmeliyim sana..
     
    Avuçlarımda umut dolu yarınlarla gelmeliyim sana
    başımda temmuz akşamları
    sonra bir yıldız kaymalı
    yüreğimin kuytu bir köşesinden
    bakılmaya doyum olmayan gözlerin olmalı bir de
    dolunay olmalı yüzün
    öyle gelmeliyim sana..
     
    Hasretin dağ gibi oturmalı yüreğime
    öyle gelmeliyim sana
    kimseler görmemeli yüzümü
    kimseler bilmemeli
    hafiften bir rüzgâr esmeli sana gelirken
    gözlerimde yalnızlık
    saçlarımda yıldızlar olmalı bir de
    inceden bir yağmur yağmalı sonra
    ve kavuştuğum gün sana
    yüreğimi avuçlarının tam ortasına koymalıyım
    kuru bir gül misâli
    öyle gelmeliyim sana..
     
    Acılarım elpençe divan durmalı karşımda
    uykuya dalmalı aşkı bilmeyenler
    dalıp gitmeliyim bir zaman
    mushaf gibi duvarlara astığım sûretlerine
    utanmalı geceler sonra
    gözlerinin karasından
    işte öyle gelmeliyim sana..
     
    Yangın panayırları kurmalıyım bir de
    yaşadığın şehrin meydanlarına
    âhımdan tutuşmalı yarasaların kanatları
    ardına bakmadan kaçmalı benden
    aşkı tanımayanlar
    bir sen kalmalısın yanımda, bir de hayâlin
    öyle gelmeliyim sana..
     
    Sana geldiğimde sesimden değil
    gözlerimden değil
    gözlerimin altından tanımalısın beni
    boynumdaki ip izlerinden bir de
    biliyorum yakışmazdı bana
    darağaçlarını süsleyemeden gelmek kapına
    ama öylece gelmeliyim
    gelmeliyim ve sesinden öpmeliyim seni sonra
    işte öyle gelmeliyim sana..
     
    Kıpkızıl güller getirmeliyim sana
    adı şiir olan
    aşkın kerbelâsı olmalı yüreğim
    kan olmalı sokaklar seni gördüğümde
    görür görmez
    bir “âh" koymalıyım kaşlarının arasına
    cennetim olmalı gözlerin
    öyle gelmeliyim sana..
     
    Sol yanından ne haber deme bana sakın
    bir aynadır şimdi yokluğun cebimde
    bakıp bakıp delirdiğim
    hergün
    bir bilinmeyene gitmek hazırlığı yüreğimde
    rüyalarımda yağmur yüzlü dervişler
    boynumda sensizlik yaftası
    ellerimde gül ve karanfil kokuları
    kessem şiir akacak bileklerimden
    kesmesem sen
    kalmadı yanacak yerim gayrı
    sana mâlumdur elbet
    dokunsalar değil
    artık dokunmasalar da ağlıyorum yâr
     
    İşte böyle gelmeliyim
    gelirsem sana
    ve ciğer kanım olmalı sana sunduğum güller
    bir sen kalmalısın
    sevdâ nöbetlerimden geriye
    bir sen
    sonra cennet kokuları gelmeli uzaklardan
    kokun gelmeli bir de
    yeşil kanatlı yağmur kuşları olmalı omuzlarımda
    ellerimde yokluğun
    hasretin heybemde
    bir de şiirlerim yüreğimde
    öyle gelmeliyim sana..

  18. acem kızı
    seninle hiç İstanbul'da olamadık
    göremedi İstanbul ikimizi...
     
    ne Emirgânda bir semaver tüketebildik
    ne Aşîyanda hüzün
    bir tepeden seyretmek için bu güzelim kenti
    ne Çamlıca kısmet oldu ne Piyer Loti
    hiç bir vapur taşımadı bizi Marmara'da
    bir güvertede seni
    liseli aşıklar gibi dakikalarca öpemedim
    ellerini avuçlarımda tutup ta içimi dökemedim...
     
    şöyle bir elimi atıpta omzuna
    kolun belimde
    yürüyemedim seninle Beyoğlu'nda
    bir sinema ya da tiyatro koltuğunda
    parmak uçlarıma değmedi dudakların
    pasajda arjantinleri çekip
    Nevizade'de bir iki tek atamadık
    doyulmaz uykulara bir türlü yatamadık...
     
    seninle hiç İstanbul'da olamadık
    duyamadı İstanbul sesimizi...
     
    sahaflarda yorulupta kitaplara bakmaktan
    Çınaraltı'nda mola veremedik
    karışıp çılgın kalabalığına Kapalı Çarşı'nın
    tadına varamadık bir öğlen rakısının
    ya da Sultanahmet'te bir müzeyi gezip
    dostlara uğrayamadık...
    Gülhane'den uzanıp Sarayburnu'na
    intiharı düşünemedik enine boyuna
    ne Lâleli'den geçebildik sevgilim
    ne kendimizden...
    bir çalgılı Kumkapı meyhanesinde
    ağlayamadım doyasıya sımsıcak göğsünde
    eski İstanbul'da gezdiremedim seni
    Yemiş'te, Asmaaltı'nda ...
    ne kaldırımlarımı gördün ne çayhanelerimi
    ne çocukluğumu bildin ne gençliğimi...
     
    seninle hiç İstanbul'da olamadık
    saramadı İstanbul hiç bizi...
     
    çılgınlar gibi dolanamadık otobüslerle
    trenlere binemedik
    bırak bütününü bu koca kentin
    sadece bir tek semtin
    içinde bile olamadık
    İstanbul hiç doymadı bize bir tanem
    biz de ona doyamadık ....
  19. acem kızı
    Bir mavi gül bahçesi yorganım/
     
    Uyku saçlarımın meçhul şarkısı/
     
    Sonra yastığımda ilk gölgen kızlık/
     
    Ve ilk unutuluş hürriyet raksı..
     

     
    Yumuşaklığında köpükten öpüşlerin/
     
    Mukaddes günahlar cenneti oda/
     
    Dikişsiz beyazlığında tüllerin/
     
    Bir ay süzülecek buluta..
     

     
    Ve bir mavi şarap gözlerindeki/
     
    Musiki gölgelerinde yorgun/
     
    Sen hep öylesine güzel sevdalım/
     
    Ben sana Alahsızcasına vurgun…
     
    Ahmed ARİF
  20. acem kızı
    Kudüs' e atanan bir Amerikalı gazeteci, Ağlama Duvarı'nın önünden gelip geçerken, bir musevinin her gün duvarin önünde diz çöküp dua ettiğini farketmiş. Haftalarca aynı manzarayı görünce dayanamamış ve sonunda adamla bir ropörtaj yapmaya karar vermiş. Adamdan izin aldıktan sonra teybini açmış ve konuşmaya başlamış:
     
    - "İsminiz?"
    - "David. Polonya yahudisiyim. 65 yaşındayım. Smalla'da bir manav dükkanım var. Evliyim. İki çocuğum Tel Aviv' de bir çiçek serasında çalışıyorlar..."
     
    - "Sizi her gün burada, Ağlama Duvarı'nda, dua ederken görüyorum."
    - "Evet, her sabah dükkanımı açmadan önce buraya gelir, dünya barışı ve ulusların kardeşliği için dua ederim...Öğle tatilinde yine gelir; bu kez yeryüzündeki acıların ortadan kalkması ve bütün insanların refaha kavuşması için dilekte bulunurum... Akşamda eve dönmeden önce yine uğrar; bu kez iyi ve dürüst insanların esenliği için dua ederim... Cumartesi günlerimin tamamınıda burada geçiririm, aynı şeyler için dua ederek..."
     
    - " Çok güzel.... Ne kadardır sürüyor bu?"
    - " İsrail kurulup da buraya göç ettiğimden bu yana... Yani 40 yıldan fazla oldu..." Gazeteci etkilenmiştir.
     
    Duygulu bir ses tonuyla sorar:
    - " 40 yıldır burada dua ediyorsunuz... Bunca yıl sonra nasıl bir duygu var içinizde? Nasıl hissediyorsunuz?..."
     
    Yaşlı musevi; ümitsiz, bıkkın ve üzgün bir ifadeyle duvara bakar ve kırgın bir ifadeyle cevap verir:
     
    - " Bilmiyorum. Sanki, duvara konuşuyormuşum gibi bir duygu var içimde..."
     
    NOT: Siz siz olun insanoğlunun inşaasıyla yapılan eserlere tapıp, duanın rotasını şaşırmayın. Rehberdeki (Kur’an-ı Kerim) altın öğütleri uygulayın. Daha kazançlı çıkacaksınız.
     

  21. acem kızı
    ......Kendi idam sahnesi.......
     
     
    Dostoyevski, Çar' ın baskı döneminde, arkadaşlarıyla bir sohbet grubu kurmuştu. Yakalandı. 28 yaşında idam isteğiyle yargılandı. Mahkemenin sonucunu beklediği gece hücresinden alındı. Ölüm kararı yüzüne karşı okundu. Papaz günah çıkarttırdı. Gözleri kapali olarak bir direğe bağlanıp, müfreze karşısına geçirildi. "Ateş" emrini beklerken gerçek karar bildirildi kendisine. ...Aslinda mahkeme 8 yil hapis vermiş, Çar bunu 4 yıla indirmişti; ama ona ders olsun diye böyle bir gösteri planlanmıştı. Böylece "ölüm" le tanıştı; oysa bu sefil oyunda asıl keşfettiği şey, "yaşam"dı. Stefan Zweig'a göre 4 yıl sonra yaralı parmaklarından zincirleri çıkardıkları zaman sağlığı bozulmuş, şöhreti uçup gitmişti, ama kırık dökük bedeninden her zamankinden daha parlak fışkıran tek bir şey vardı. Yaşama sevinci...
     
    Durumu en iyi anlatan cümle Nietzsche'nindir:
     
    "Hayatı kaybetmenin kıyısına yaklaşanlar, onu daha iyi tanırlar".
×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.