Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

bradost

Φ Üyeler
  • İçerik Sayısı

    105
  • Katılım

  • Son Ziyaret

bradost tarafından postalanan herşey

  1. Futbol sahasında 11 asker mi? Beşiktaş'ın Liverpool galibiyeti herkesi sevindirdi, yenilgisi üzdü. Keşke futbol spor olarak kalsaydı. Dünyaya her fırsatta meydan okuma tavrı, hak edilmiş, oturmuş bir gururun, özgüvenin değil, bariz bir özgüvensizliğin ifadesi AHMET İNSEL Tanıl Bora, milliyetçilik ve faşizm üzerine yazdığı yazıları derlediği kitaba, Medeniyet Kaybı başlığını uygun bulmuştu. Gerçekten de, içinde bulunduğumuz durumu kavramak için başvurulan akıl tutulması kavramının yetersizliğini, "medeniyet kaybı" tespitinin ifade ettikleri büyük ölçüde karşılıyor. Milliyetçi zihniyet kalıplarının normalleşmesi değildir sadece bu. Kitabın sunuş yazısında Tanıl Bora'nın işaret ettiği gibi, herhangi bir konunun, herhangi bir olayın, kendine özgü bağlamı içinde konuşulamaz, düşünülemez hale gelmesi, bunun üzerine mutlaka bir milli hâle kondurulması, her meselenin bir milli mesele olarak anlamlandırılmasının yanında, her türlü komplo teorilerinin revaç bulması, açık ırkçı ve savaş kışkırtıcısı yayınların, sözlerin aşırı rağbet görmesidir de. Bu medeniyet kaybının diğer yüzünde ise, milliyetçilik söylemi ve simgelerinin, işini iyi veya hiç yapmayan, haksız kazanç sağlamak isteyen, hak etmediği bir şeyi elde etmeye çalışan insanlar tarafından kullanılması yer alır. Bora, kitabın sunuş yazısında, 2005 Mart'ında, Mersin'de Newroz kutlamalarında ortaya çıkan bayrak krizini izleyen "Bayrağa sahip çık" gösterileri sırasında, Birecik'te bir işyerini soyan hırsızların, kendi ifadeleriyle "kaportaya astıkları Türk bayrağı sayesinde Eskişehir'e kadar rahat geldiklerini", ancak sonra ihbar üzerine yakalandıklarını hatırlatıyor. Geçtiğimiz günlerde Bursa'da sekiz kişi hakkında, Kürt kökenli ailenin işyerini yağmalama iddiasıyla soruşturma açıldı. Zaten çoğunun iş üzerinde çekilmiş, yüzleri açık fotoğrafları basında yayımlanmıştı. Bunların altısının adi suçlardan kalabalık sabıka dosyaları varmış. 6-7 Eylül olaylarında gayrimüslimlere ait işyerlerini yağmalayanların çoğu da benzer kişilerdi. Ama tarihimizde bu tür olaylar öncesinde, kimin Kürt, kimin Rum, Ermeni veya Yahudi, kimin Sabetayist, kimin Alevi veya komünist olduğunu işaret edenler, adi suçtan sabıkası olmayan, kerli ferli devlet adamları, profesörler, saygın siyasetçiler ve düşün adamları oldu. Gladyatörler En sıradan bir olaydan en büyüğüne kadar her şeyin milli mesele haline getirilmesini, "Türk'ün Türkten başka dostunun olmadığı bu günlerde", milli hassasiyetlerimizin çok büyük bir duygu ve zaman zaman şiddet boşalması içinde ifade edilmesini, halkın kendiliğinden geliştirdiği refleksler olarak ele almak, olayın bu fırsatçılık yanını gözden kaçırmak demektir. Bu fırsatçılık, siyasal olabildiği gibi ticaridir, meslekidir, kültüreldir. Kitle heyecanının doruğuna çıktığı alanlarda, çok daha fütursuzca sergilenebilir. Sportif faaliyetlerde, hele futbol gibi, antik dönemlerde kanlı at yarışlarının, gladyatör savaşlarının yapıldığı yerlerin mekân olarak bir kopyası olan, onbinlerle ifade edilen seyirci kalabalığının etrafını çevirdiği stadlarda son dönemlerde görülenler gibi. Bu karşılaşmaların incir çekirdeğini doldurmayacak olan cephelerinin bitmek bilmez tartışmalarda ele alındığı ve milyonlarca kişinin akli melekelerini uyuşturarak saatlerce izlediği programlarda sergilenen hamaseti aşan tavırlar gibi. Geçtiğimiz günlerde futbol konusunda yapılan bir Siyaset Meydanı programında, taraftar gruplarının liderleri, ağızbirliği etmişcesine, "Irak'a atom bombası atılsın" diye bağırıyorlardı. Gol atınca asker selamı verme modası hızla yayılıyor. Milli takım karşılaşmaları dışında da İstiklal marşının açılışta okunması, nasıl kısa zamanda gayriresmi bir kural olarak yerleştiyse, yakında bu selam da bir "stad baskısı" konusu olabilir. Yok artık, o kadar değil diyebilir misiniz? Sportif faaliyetlerin totaliter bir iktidarın propaganda aracına bariz biçimde dönüştürülmesi, 1936 Berlin Olimpiyatları'dır. Aryen ırkın üstünlüğünü bu vesileyle ispat etmek ve Nazi Almanya'sının teknik gelişme olarak en ileri ülke olduğunu göstermek isteyen Hitler, bu olimpiyatlara büyük önem veriyordu. Stad dışında, şehrin çeşitli mekânlarında canlı yayın ekranları uygulaması da ilk kez Berlin'de yapılmıştı. Almanlar işlerini iyi yapmaya gayret gösterdiler. Ama ABD'li siyah atlet Jesse Owens, başta 100 metre yarışı olmak üzere, dört altın madalya alarak, aryen üstünlüğü gösterisine izin vermedi. Jesse Owens, barbarlığın geri tepmesi olan Nazizme karşı, medeniyetin ümit veren simgesi oldu. Daha sonra, 1970'lerde yayımlanan Owens'in biyografisinde eşinin, kocasının Almanya'da Nazilerden, ABD'deki ırkçılardan gördüğü kötü muameleyi görmediğini söylediğini de hatırlatalım. Türk milletini sevindirmek Başta sportif faaliyetler olmak üzere, her şeyin milli mesele haline dönüştürülmesi, sonuçta "milli meseleyi" de zor durumda bırakabiliyor. Beşiktaş'ın İstanbul'da Liverpool'u 2-1 yendiği maç, 12 askerin öldüğü PKK baskını sonrasında yapılmıştı. Tribünler bütünüyle bu konuda yaşanan toplumsal duyarlılığın ifadesine, teşhirine hasredilmişti. Maçın bitiminde BJK teknik direktörü, "Sahaya çıktığımızda seyircinin atmosferi müthişti. Bu destek karşısında kazanmamak zordu. Bizi kendilerine çağırıp 'Bu maçı şehitler için kazanın' diye bağırdılar. O zaman çok duygulandık" dedikten sonra, "galibiyeti şehit ailelerine, askerlere ve tüm Türk ulusuna armağan ettiklerini" belirtiyordu. Akan kanların durması ve bu acıların bitmesi temennisinde bulunmayı ihmal etmeyerek. Beşiktaş'ın gollerinden birini atan Serdar Özkan da, "Türk'ün, Türk'ten başka dostunun olmadığı günlerde, 'Herkes bize bu grupta puan alamazsınız, gol atamazsınız' dedi. Niye böyle denildi anlamıyorum. Dün Fenerbahçe deplasmanda PSV Eindhoven ile berabere kaldı ve puan aldı. İnşallah yarın da Galatasaray yener. Hepimiz birbirimizin arkasında durmalıyız. Herkes şunu bilsin ki Türk'ün, Türk'ten başka dostu yok. Biz de bu üç puanla Türk milletini sevindirdiysek ne mutlu bize" diyordu. Yeni Şafak'ta maç sonrası şu yorum yer alıyordu: "Sahada 11 Beşiktaş askeri, canını dişine taktı, mağrur İngilizler'e unutamayacakları bir ders verdi!" İki hafta sonra, aynı Beşiktaş, aynı Liverpool'a bu kez 8-0 yenilerek, bambaşka bir tarih yazdı. Bu maçın kime armağan edildiğini söyleyen biri çıkmadı. İngiliz fanatikleri ne dediler, bilmiyorum. Ama bu galibiyeti, Liverpool dışında bir yere armağan etmediklerini tahmin edebiliriz. Maç sonrası, "olur böyle şeyler, futbol bu" diyerek Beşiktaşlıları teselli ettikleri söylendi. Bu dünyaya her fırsatta meydan okuma tavrı, hak edilmiş, oturmuş, sindirilmiş bir gururun, bir özgüvenin değil, bariz bir özgüvensizliğin ifadesi değil midir? Son milli maçta, Yunanistan'a yenilirken de, mehteran kıyafeti giymiş seyirciler, asker selamları gırla gidiyordu. Sonuçta yenildik. İnsan o zaman, her şeyi hamaset dozunda üst sınırı olmayan bir milli mesele haline getirerek, o "milli meseleyi" ayaklar altına aldırmıyor muyuz diye sormaz mı kendine? Bağış Erten, Yunanistan maçı ertesinde yazdığı bir yazıda şöyle diyordu: "Dün gece, bu toplumun yaşadığı tüm travmaları (ve tabii ki en başta da en büyüğünü, silahların susmak bilmez acımasızlığını) yine yeşil çimlere havale ettik. Bir spor karşılaşması anlam istiap haddini aştıkça aştı. Oldu olacak tezkereyi de Milli Takım'a verelim, referandumu da onlar yapsın, anayasanın kurucu meclisi de onlar olsun. Dünkü referanslarımızın hiçbiri futbola dönük değildi". Ve yazısını, sadece futbolu kapsamayan şu hatırlatmayla bitiriyordu: "Bir de keşke Hava Kuvvetleri Komutanlığı'nın kapısında yazan şu cümle hatırlatılsa: 'Vatanını en çok seven işini en iyi yapandır." Zurnanın zırt dediği yer galiba burası.
  2. ***** milliyetçiliği Yıldırım Türker Adalet bakanlarımızdan Cemil Çiçek, mart ayının sonunda açıklamıştı: 2002-2005 yılları arasında 21 bin 111 çocuk tecavüz ve taciz mağduru oldu. Çiçek, bir milletvekilinin 2002-2006 yılları arasında arasında çocuk istismarı nedeniyle açılan dava sayısına ilişkin soru önergesini soğukkanlı bir tavırla yanıtlamış, Adalet Bakanlığı'nın, 2002-2005 döneminde çocuklara tecavüz ve taciz olaylarının istatiklerini açıklamıştı. Gazetelere kalırsa rakamlar, cinsel saldırı suçlarındaki 'vahim' tabloyu ortaya koyuyordu. Buna göre, TCK'nın, 'ırza geçme', 'küçükleri baştan çıkarma' ve 'iffete saldırı' suçlarını düzenleyen 414 ve 415. maddeleri kapsamında 18 bin 788 dava açılmış, 21 bin 111 çocuk mağdur olmuştu. Gerçek sayının, bakanlığın kayıtlarına kadar düşmüş vakaların en az on katı olduğunu rahatlıkla düşünebiliriz. İntihar süsü verilmiş çocuk ölümlerinin ardından sırıtan gerçek de bu. Örtbas edilmiş daha kaç bin vaka vardır kim bilir. Ömür boyu ortalıkta birer hayalet gibi gezecek olan susturulmuş, yaralanmış çocukların sayısını bilsek ne olacak. Gün geçmiyor, bacak kadar çocuklara topluca tecavüz eden ve bu vahşeti uzun uzun sürdüren köy ahalileri, amcalar, dayılar, abiler çıkıyor ortaya. Yetiştirme yurtlarında, sarı kamunun vicdan bilmez uğraklarında çocuklar durmadan hırpalanıyor, tecavüze uğruyor, öldürülüyor. Bu topraklarda çocuklar korunamıyor. Korunmuyor. Resim, budur. Bu resmin ortasına düşüveren Alman oğlan-İngiliz kız çarpıntısının başta amiral gemisi olmak üzere basına yansıyışındaki kıyıcı üslubu tartabilmek için kendimizin de bu resmin ortasında durduğumuzu hiç unutmamak zorundayız. Nitekim kimi 'kanaat önderi' fikir erbabının konuya yaklaşımının sonsuz kalınlıkta bir tacizci üslubu taşımasına şaşırmamak gerek. Basınımızın ebedi kalemlerinden Hasan Pulur elbette çıtayı yükseltendi. Batı'nın Türkiye'ye yaklaşımından yakınırken, "Adamın bize verdiği değer çöl kabilesinden farklı değildir" derken yazısına attığı başlık, "İngiliz Alman'ı becermiş, tasası bize düşmüş" idi. Bu değerli kalem, incelikli analizinde, "Yahu kız İngiliz, ******* de Alman, pirincin taşını ayıklamak Türkiye'ye düşüyor" diyordu. Ama Pulur, yaklaşımında yalnız değildi. Birgün yazarı, eski parlamenter Fikri Sağlar'ın sosyal ve demokrat yorumunun imlâsı da aynıydı. O da, "Hâsılı bunca sıkıntı varken, 'Alman'ın İngiliz'i yakalandığında şey yapmaya teşebbüs etmesi' milli sorun oldu. Acınacak durumdayız. İşsizlik, açlık unutuldu. Bakıyorum ki, gâvur çocukların namusunu koruma çabamız, AB'ye girişimize engel olur hale geldi" derken olaya uyanık bir solcu gözüyle baktığını düşünüyordu besbelli. Onun yazısının başlığı da, "Alman İngiliz'e saldırınca olan bize oldu" idi. İşler iyice kazışmıştı. Hürriyet gazetesinin olayı başından beri bir çocuk ***** dizisi olarak yayınlıyor olması işte gereken tepkiyi uyandırmış, kimi erkek yazarlar şirazeden çıkıvermişti. Özkök, bu yayın dilini savunurken, kendini arabulucu tayin ediyor, kız mı yoksa oğlan mı yalancı? sorusunun peşine düşerek çocuk haklarını bir kez daha ihlâl etmekten çekinmiyor: "O İngiliz kızı kardeşimiz, kızımız, akrabamız, arkadaşımız da olabilirdi" diyor ve tarafsızlığını kanıtlamak için o gün de kızın anlatısını yayımladıklarını duyuruyordu. 13 yaşında bir kız çocuğunun savcıya verdiği ifadeyi bulup yayımlamanın etik karşılığı üstüne, doğal olarak hiçbir şey söylemiyordu. Çocukların arasında yaşanmış cinsel yakınlaşmayı inanılmaz ayrıntılı ve doğal olarak salyalı bir dille aktarmanın nasıl ve nereye kadar savunulası olduğunu tartışmayacağız elbette. Asıl soru şudur: Seçimlerle demokrasisini bir kez daha kurtarmaya hazırlanan şanlı memleketimizin dünya çocuk ***** tüketimi listesinde ön sıralarda olmasının basınımızın bu konudaki yaklaşımıyla bir bağlantısı kurulamaz mı sizce? Bu alçakca ürünün ancak karanlık kötü adamlarca pazarlanan bir şey olmadığının kanıtı, basınımızın bu konulardaki dilidir. (Hatırlatmadan nasıl geçelim? Yakın zamanda aynı gazetede çocuk po*nosu haberinin yanında bir çocuk po*nosu görüntüsü basılmıştı.) 17 yaşındaki Alman çocuğun resimlerini boy boy basıp 'o gece'nin anlatısını defalarca aktarmak, utangaç ya da gözü dönmüş çocuk po*nosu tüketicisine göz kırpmaktır. Böyle kitle gazetesi olunur. Böyle çok satılır. Akabinde Alman hükümetinin davayla ilgilenme biçimine yönelik öfke de tamamıyla karşılıksız kalıyor. Çocuklara karşı böylesine kıyıcı olabilen, fikir adamlarının dili fütursuz, ilgililerin ilgisiz, işkencecilerin hâlâ ve gururla iş başında olduğu, mahpus olanların hiçbir güvencesi kalmadığı ayyuka çıkmış bir ülkeye kim rahatlıkla 17 yaşındaki bir vatandaşını teslim edebilir? Sizin oğlunuzun başına gelse dünyayı ayağa kaldırmaz mıydınız? BİR DE ŞU VAR Avukat Seda Akço bianet'e olayı yorumlarken şöyle diyordu: "Derdi anlatmak için çok iyi bir örnek. Türkiye'de, ceza kanununda reşit olmayanlar arası cinsel eylemleri değerlendirmeye dair ayrı bir madde var ama bu ayrı bir hüküm değil. Türkiye'de reşit olmayanlar arasında cinsellik içeren eylemler suç olarak değerlendiriliyor... Avrupa ülkelerinde yaşları yakın çocuklar arasındaki cinsel eylemler suç sayılmadığı, cezalandırılmadığı ve o tür eylemler için ayrıca düzenlenmiş yasalar olduğu için Avrupa medyası bu kadar şaşırdı. Böyle bir durumda kimi fail kabul edeceğimiz belirsiz. Çocukların ikisi de 'o başlattı' diyor. Hukuk sistemi otomatik yaklaşımla erkeği fail kabul ediyor, bu da Türkiye'de kadın cinselliğine bakışı resmediyor. Çocukların gelişimine yabancı olduğumuz ortada. Çocuk adalet sisteminin bütün temel prensipleri ihlal edilmiş durumda. Çocukların fotoğrafları verildi, hikâyenin ayrıntıları verildi. Olay "çocuk po*nografisi' gibi yayımlandı." Akço burada devreye ceza hukukunun değil çocuk aktivistleri, sosyal hizmetler ve ailenin girmesi gerektiğini söylüyor. Ama ne gam. Cinsellik hakkındaki kendi korkularımızı çocuklara da vakit kaybetmeden aşılamak zorundayız. Onların doğal gelişiminde, birbirlerine dokunmayı, vücutlarının egemenliğini ellerine geçirmenin tadına varmayı keşfetmelerini lanetlerken, onları riyakâr ve ihtiyar bir dünyayı erotize etmek için kullanıyoruz. Cinsellik, en vahim hataların işlenebileceği bir platform değildir. Vahim olan, çocuk cinselliği hakkında acımasız bir inkârı büyütürken çocukları cinsel nesnelere dönüştürmenin kapısını aralamaktır. Po*nografi, bir tüketim biçimi olarak hayatımızın her alanına sızmışsa, bunun suçlusu ne 'Alman' oğlan ne de 'İngiliz' kızdır. Bu dava konusunda dünyaya yiğitçe diklenmek de ancak ***** milliyetçiliği olur.
  3. Maalesef Ermeniyiz! Yıldırım Türker Tarihi Tahrif Kurumu (TTK) Başkanı Yusuf Halaçoğlu, onlarca yılın umutsuz hedefi-tepemizde asılı kılıç olan 'birlik ve beraberlik' ülküsü konusunda nihai adımı atıp az kalsın hepimizi birleştiriyordu ki suçüstü yakalandı. Doğal olarak da ırkçılık ve bölücülükle suçlandığında şaşkınlıktan iyice hırçınlaşmış bir bilim insanı olarak muradının bölücülüğün tam tersi olduğunu ünledi. Gerçekten ve içtenlikle hayli uzun sürmüş başkanlığı süresinde muradının Anadolu'nun çok çatlaklı, mozaikle özdeşleştirilen tarihi ve kültürel mirasının üstüne şıpınişi beton dökme gayreti olduğunu defalarca kanıtlamıştı. Halaçoğlu'nun, linççi bir kalabalık karşısında aslanlar gibi savaşan özbeöz Türk bir bilim insanı olarak dimdik durup heyheylenmesinde bir içtenlik okumak mümkün. Söylediklerine gerçekten inanıyor. Gazetesinden atıldıktan sonra demokrasi mücahidi ilan edilen Emin Çölaşan gibi bu saldırılardan rütbesine rütbe ekleyerek çıkabileceğini umuyor besbelli. Ama artık makam arabasını yolda durdurup bizzat alnından öpecek bir Cumhurbaşkanı da yok. Kendini Bostancıbaşı sandığını daha vize meraklısı Belediye Başkanı'yken belli etmiş Başbakan tarafından kapı gösterilmeyeceği için mağdur durumuna da düşmeyecek. Dolayısıyla Halaçoğlu'nun 'galiptir, bu yolda mağlup' bir gazi olamayacağı da kesin. Aslında daha önce de değerli tahrifat-tezvirat işlemleri sırasında suçüstü olmuş lâkin itibarından ve çalışma azminden hiçbir şey kaybetmemişti. Baskın Oran, dün Radikal İki'deki mükemmel yazısında durumu özetlemişti. Bu 30'lu yıllardan kalma tarihçi bilim insanımızın özgeçmişinde mükemmel noktalamalar mevcut. Bir tarihçiden çok bir komplo teorisyeni, bir işkilli Türk olarak tanıdığımız Halaçoğlu, Orhan Pamuk'u da Nobel aldığında 'casus' ilan etmişti. En az Çölaşan kadar gözükara ve egosu nefretle şişmiş bir milliyetçi olduğu için Hrant'ın cenazesindeki kalabalık bile bu bilim insanının asabını bozuyordu. Çölaşan, ne kadar katil sever olsa da sonuçta bir gazeteciydi. Şahsi fikirlerini yazıyordu. Halaçoğlu ise Başbakanlığa bağlı bir kurumun başında bulunan bir devlet görevlisiydi. Buna rağmen konuşurken en ufak bir çekincesi olmadığını biliyoruz: "Elde kafa biçimindeki pankartlar önceden hazırlanmıştı. Sanki bu ölüm onlar tarafından önceden biliniyormuş gibi tavır takındılar. O kafalar sayesinde katılanlar iki misli göründü... kimler finansman sağladı?" demekte bir beis görmemişti. Her fikirden insanın aklını başına toplayıp tarihçilere havale ettiği Ermeni katliamı konusuna kendini adamışlığına daha önceki çalışmalarından tanık olduğumuz Halaçoğlu'nun son yiğitlik gösterisi de kof çıkmıştı. Daha önce TTK ile Ermeni tarihçi Ara Sarafyan, Harput Ermenileri üzerine araştırma yapmak üzere sözleşmiş, ancak Halaçoğlu'nun 1915 yılı Harput'una ait belgeler bulunmadığını açıklamasıyla çalışma daha başlamadan sona ermişti. Geçtiğimiz ekim ayında Gündem gazetesinde Nusaybin'in Kuru (Xirebaba) Köyü'nde köylüler tarafından bulunan toplu mezardan fotograflar yayınlandı. Pek çok kafatası ve kemik fotografları. Mezar yeri için kazılan araziden geniş odalı bir mağara, mağaradan birçok kemik çıkmıştı. İsveç'te 'soykırım uzmanı' olarak görev yapan Prof. David Gaunt, mezarın 1915 ve sonrasında katledilmiş Ermeni ve Süryanilere ait olabileceğini iddia etti. İddianın İsveç Parlamentosu'na taşınması üzerine Halaçoğlu, hodri meydanı çekip Gaunt'a ortak araştırma önerisinde bulundu. Önceki gün ilk araştırma yapıldı. İsveç'tan kalkıp gelen profesör Gaunt'u sevimsiz bir sürpriz bekliyordu. Nitekim on beş dakika süren 'saha çalışması'nın ardından durumun 'bilimsel açıdan bir kâbus' olduğunu söyleyecekti. Gaunt, sağanak yağmur altında mağaraya inildiğini ve gördükleri karşısında şaşkınlığa uğradığını anlatıyordu: "Mezara indiğimizde daha önce fotoğraflarda görülen iskeletler ve kafatasları yoktu. Birkaç kemik parçası dışında mezar boştu. Bütün yolu, içinde neredeyse hiç iskelet olmayan bir mezara atlamak için mi geldim...? Üstelik iskeletlerin olmadığına bir tek ben şaşırdım. Diğer profesörler, kaymakam, arkeolog gayet mutlulardı. 'Nerede iskeletler?' demediler. Yağan yağmurun suyuyla kemiklerin toprağın altına gömülmüş olabileceğini söylediler ama kazıp çıkarma girişiminde bulunmadılar. Demek ki orada bir şey olmadığını onlar da biliyorlardı. Hiçbir koşul bilimsel çalışma yapmaya uygun değildi, bilimsel açıdan kâbus gibiydi." Geçtiğimiz ekim ayında mezarın ilk halinin fotoğrafını çeken Dicle Haber Ajansı muhabiri Bergüzar Oruç, mezara ilk geldiğinde kemiklerin, iskeletlerin ve 50'ye yakın kafatasının sayılabildiğini söylüyor. Şimdi ise sadece birkaç kemik kaldığını teyit ediyordu. Bu arada Halaçoğlu, mezarın Roma döneminden kalma olduğu iddiasında ısrarlıydı. Her fırsatta bu görüşünü tekrarlıyor, "Antropologlara, adli tıp uzmanına, savcıya falan gerek yok; işte gittik gördük, örnek aldık, bunlar Roma kalıntılarıdır" diyordu. Gaunt'a göreyse durum farklıydı: "Mezar Romalılardan kalmış olabilir ama Romalılar ölülerini çok daha özenli gömüyorlardı. Fotoğraftaki iskeletler dağınık bir şekilde duruyordu. Romalılar o şekilde gömmüyorlardı ölülerini. Ayrıca biliyoruz ki, I. Dünya Savaşı sırasında yaşanan olaylarda cesetleri kuyulara, mağaralara atıyorlardı. Mezar mekânı Romalılara ait olsa bile, kemiklerin kime ait olduğu hâlâ belli değil. Kimdi o insanlar?" Halaçoğlu, "Yağmurla içeriye yarım metre su dolmuş, biraz da toz toprak girmiş ve kemiklerin üzeri örtülmüş," diyor. Ona kalırsa araştırma, mağara Roma dönemine ait olduğu için son buldu. "Dedim ki, parça ister misiniz, topraktan, analiz yapacak mısınız? Yok dediler. Çünkü kemikler Roma dönemine aitti. Eline kazmayı da verdik, küreği de. Bakmadı bile." David Gaunt yanıtlıyor: "Toprağı kazıp örnek alabileceğimi, bazı küçük kemikleri alabileceğimi söylediler. Bunun bilimsel çalışma için yeterli olmayacağını, normal bilimsel prosedürü takip edip etmediğimizden emin olmadığımı söyledim." TTK (Tarih Tahrip Kurumu) Başkanı Halaçoğlu, Cumhuriyetini seven mutlu bir Türk. Yani bir Mutlu Türk Bilim İnsanı. Şimdi de çıkmış sinsice Ermenilikten dönenlerin nüfusumuzdaki yoğunluğu üstüne değerli bilimsel açıklamalarda bulunuyor. Taha Akyol türü bezdirici sonradan görme liberaller tarafından anlayışla karşılanan tezi gerçekten tüyler ürpertici. 30'lu yıllara yaraşır tezi, bir taşla bütün kuşları vurup Cumhuriyet'i yeniden esas demografik temellerine oturtma çabasını yansıtıyor. Onun için oldukça acul ve fazlaca gayretkeş. Bu teze göre, Kürtler zaten yoktular. Hiç olmadılar. Onlar Türkmen boyu. Alevi diye dışlananları da Kürt sanmayın. Onlar Türk. Alevi Kürt denilegelenler de MAALESEF Ermeni. Dağların alikıran başkeseni Kürtler de zaten dönme Ermeniler. Öldürünce sünnetsiz çıkıyorlar. Ki Akşener bacı zamanında bunu belirtti diye Ermeni cemaatinden özür dilemek zorunda kalmıştı. Hicap duymadan 'Maalesef Ermeni' diyebilen bir adam, ırkçı olduğunu reddediyor. Elindeki listelerden kişisel hazinesi olarak bahsederken de devleti adına bir itirafta bulunmuş oluyor. Ama bunları zaten biliyorduk. Minnesota Üniversitesi öğretim üyesi Taner Akçam anlatıyor: "1915'de tehcirin ölüm demek olduğunu hemen hemen herkes biliyor. Hayatlarını kurtarmak için bazı Ermeniler Müslümanlığa geçtiler. Başlangıçta müsaade edildi. Fakat canlarını kurtarmak için çok sayıda Ermeni din değiştirince, özel bir emirle din değiştirme yasaklandı. Dönmelerin bol miktarda seyahat ettikleri görülünce hükümet bu Ermenilerin nüfus kayıtlarına özel bir işaret koyulması ve nüfus cüzdanlarının 'dönme' oldukları anlaşılabilecek şekilde doldurulması gerektiğini bildirdi. Yani 1930'larda dönmeleri tespit etmek için özel bir çalışma yapmaya gerek yok. Çünkü elde yeteri kadar belge vardı. Bugün bile meselâ, askeri okullarda bile vatandaşların etnik kökenine dikkat edilir. Eğer yok edilmediyse bu din değiştirenlerle ilgili belgeler Osmanı dönemine ait arşivlerde halen bulunuyor. Dönemin yabancı kaynaklarında da belgeler mevcut. Asıl ve en önemli kaynak Osmanlı arşivleri." Kısacası, Halaçoğlu, bir bilim insanı değil, öncelikle Türkiye Cumhuriyet tarihinin duramamış patlamış bir bekçisidir. Tarihin iyi olduğunu kim söylemiş
  4. DTP ve parlamento Yıldırım Türker DTP'nin kapatılma sürecine girdik. Tarihin tekerrürden ibaret olduğunu kanıtlamaya, bu kendinden menkul gerçeği kafamıza kakmaya adanmış güçler bir kez daha geçici bir zafere hazırlanıyor. Halkın iradesiyle milletvekiliğine hak kazanmışlar, bir kez daha kürsüden men edilecek. Konuşmanın, uzlaşmanın, barışmanın yolu bir kez daha kapatılacak. Yargıtay Başsavcısı'nın hazırladığı 'kapsamlı' rapor, DTP'nin 'PKK'ya yardım ve destek sağladığını' kanıtlamak için bin dereden su getiriyor. Partinin kapatılmasıyla yetinmeyip idam cezasının kaldırılmasına için için hayıflanan bir ruh haliyle milletvekillerini de müebbeten siyasetten koparma önerilerinde bulunuyor. Başsavcının revnaklı kalemi, partinin adının Demokratik Toplum Partisi olmasını da 'trajikomik' bulduğunu belirtiyor. Beklenmedik bir gelişme değil elbet. Genelkurmay Başkanı'nın bir devlet memuru olmasına rağmen 12 Eylül düzeninin kendine tanıdığı ayrıcalıkla 'adını anmak istemediği'ni ilan ettiği bir parti, milletvekilleri toplam kaç milyon oyla seçilmiş olursa olsun, temsiliyet gücü hiçlenmiş, meşruiyetini yitirmiş demektir. DTP'nin çizgisi, yapabildikleri, yapamadıkları bir yana, bu durumun işaret ettiği daha geniş bir resme bakmalıyız. DTP'nin hataları, sevapları bu noktada tartışmamız gereken değildir. Sonuçta DTP da bu toprakların siyaset geleneğinden beslenen, bu topraklara has otorite ve iktidar yapısının dayattığı bütün hatalarla malûl bir parti. Öncelikle DTP'nin Meclis'e buyur edilme üslubu konusunda bu toplumun demokrasi hassasiyetini önde tutan insanlar olarak hiç de hassas davranmadığımızı kabul etmek zorundayız. Birçok konuda meşru bilinen, resmi olarak da tasvipten öte destek gören hassasiyetlerin dışında kalan bir hassasiyetten söz ediyorum. Demokrasi ve barış konusundaki hassasiyetten. DTP milletvekillerinin medyada birer yaban olarak boy göstermesinin on yıllardır çözülemeyen sorunun vurucu bir aynası olduğu aşikârdır. Kadın milletvekillerinin giyim kuşamından söz ederken kurulan dil de kimin elinin kimin tarafından sıkıldığı, kimin onlara selam verdiğinin dökümü de, onların geçmişlerinden söz ederken âdetleri bambaşka olan bir dünyanın tuhaf yerlilerini anlatırmış gibi kurgulanan dil de bize bir şeyi açıkça gösteriyordu zaten. DTP milletvekilleri ve onların temsil ettiği Kürtler, seyretmesi ilginç, güvenilmesi imkânsız yabanlardır. Bu dilin, Barzani-Talabani söz konusu olduğunda ediniverdiği peçesiz ve kıyıcı tonlama zehirli gündemimiz Irak harekâtını da çıkmaza sokan unsurdur. Katliamlardan arta kalmış, kılıç artığı acılı bir halkın inandığı, güvendiği, ya da inanıp güvenmek zorunda kaldığı liderleri muhatap almayan, onlara kapının dışında yer gösteren resmi devlet yaklaşımı barışı değil, karşısına aldıklarının burnunu sürterek kazanılan bir zaferi hedefliyor. Aşiret reisi lakabıyla küçümsediğin bir liderden daha sonra işbirliği beklemek, beklemekten öte talep etmek ne kadar diplomasi kurallarına uygun bir dildir? DTP milletvekillerinin medya tarafından bu denli aşağılanarak manşetlere oturtulması; onlar hakkında piyasaya sunulan her bilgi kırıntısının hiç gerçeklik tartısından geçirilmeden yayımlanıvermesine alıştık. Daha dün bir haber programında Kurtulan'dan sonra bilmemkim de PKK eğitiminden geçmiş diye altyazı geçiyordu. O fotoğrafın Kurtulan'a ait olup olmadığı henüz kesinleşmemişken ve milletvekilinin kendisi o fotoğrafı reddederken. Aynı dilin salyasının Diyarbakır Belediye Başkanı Osman Baydemir'e de nasıl bulaştırıldığı hakkında yıllar önce yazmıştım. Derdimize örnektir: 'Osman Yolcu', 'Çek Git Osman' ve benzeri manşetlerle karşılandı, Baydemir'in öldürülen gerillanın ailesine taziye ziyaretinde bulunması. Konunun askere havale edilip son sözün bir kez daha silahlı kuvvetlere bırakılması pek az demokratı incitmişe benziyor. Osman efendinin işine son verenler, onu işe alanın kendileri olmadığını unutmuş elbet. O, Diyarbakır halkının büyük bölümünün seçmiş olduğu belediye başkanı. Hani, geçenlerde İstanbul şehrinin göbeğinde belediye hizmetlerinin yetersizliği yüzünden bir bodrum katında boğularak ölen üç bebenin gelmiş oldukları şehir. Hani üstüne kimsenin 'Kadir efendi, çek git' diye bağırmadığı belediye cinayetinden söz ediyorum. Barışın tanımını statükoyu özenle muhafaza etmek zannedenler yanılıyor. Muhafazakârlar muhafazası kârlı olanı çok iyi bilirler. Gelgelelim muhafazakâr kelimesini hakaret olarak alan demokratlarda da bir çırpıda bir 'had bildirici çoğunluk sözcüsü' edası boy gösterdi. Onlar da Kürtlerin çektiklerini biliyor, bu konuda devlet politikalarını eleştiriyorlardı, ama Baydemir'in taziye ziyaretini de lüzumsuz bir provokasyon olarak görüyorlardı. Bu hepimizi bir anda kıskıvrak pençesine alan tavrın bir refleks özelliği taşıdığını sakın ola unutmayalım. Bu refleksin gölgesinde de bu ülke nüfusunun önemli bir bölümünü oluşturan, tarihin uzun bir kesitinde yok sayılmış, ezilmiş, aç bırakılmış, zorbalığın her türüne maruz kalmış bir halka yönelik duygularımız dinleniyor. En demokrat Türk'ün bile siyasi bir varlık olarak Kürtleri için için kendinden küçük gördüğünden; hayat alanını oluşturma yolundaki seçimleri üstüne rahatlıkla ahkâm kesebileceğine olan sarsılmaz inancından söz ediyorum. Siyasi Kürt hareketinin manevralarını onaylamıyor, hatta şiddetle kınıyor olabilirsiniz. Baydemir'in ziyaretinin ardında belki bizim içinden çıkamayacağımız karmaşıklıkta bir iç iktidar mücadelesinin stratejik bir karşılığı yatmaktadır. Benim daha ön plana çıkararak sorgulamak istediğimin, işin bu kısmıyla hiçbir ilgisi yok. Hepimizin bir an durup düşünmemiz gereken; duymak-görmek-bilmek istemediğimiz onca şeyin arasından bize sunulana inanıvermek konusunda neden bu kadar acul davrandığımız. Bu dilde insana, hayata, barışa yönelik bir dikkat, bir heves, bir ihtiyaç görebiliyor musunuz? Rehinlerin başı vurula DTP'lilere Meclis'te de kapıcı dairesinin gösterildiğini, bir süre diğer partilerin yararlanabildiği koşullardan uzak tutulduğunu hatırlarsınız. İlk günlerinden itibaren de her alanda ve her platformda itirafa zorlandılar, rehin muamelesi gördüler. Bununla başa çıkabilme konusunda yeterince cevval ve hazırlıklı oldukları söylenemez elbet. Ama konumuz bu değil. Onlar, Meclis'e, içinden çıkılamayan ve hemen her gün her iki taraftan da can alan savaşı durdurabilmek sözüyle geldiler. PKK çizgisine yakın olabilirler. Bunu tasvip etmek mümkün olmayabilir. Ama halkın seçtiği bu insanlara bir siyaset alanı açmak, onlara kulak vermek, PKK'nın savaşına da darbe vuracaktı. Başbakan'ın "Seçimle gelenleri parlamento dışına atarsanız onları da dağa gönderirsiniz" uyarısı gerçekten de hayatidir. DTP davasında başsavcının trajikomik sözü bana da bir Yunan tragedyasını hatırlattı. Hikâyesini bilirsiniz. Şimdiki Gürcistan topraklarında kral kızı olan Medea, Altın Post'un izine düşmüş Iason'a âşık olup, onunla işbirliği içinde kendi kardeşini öldürüp babasının yenilgisine önayak olur, Iason'un gemisiyle Korintos'a gelin gider. Uygarlığa gelin olmuştur. Lâkin orada makamının yüceliğine rağmen herkes tarafından barbar muamelesi görür. İtilir kakılır. Sonunda bu kuzeyli kadın, Iason tarafından Kral'ın kızı uğruna terk edilmeyi hazmedemeyip Korintos'un kralını öldürür. Tarihçilere göre kaçarken çocuklarını bırakmak zorunda kalır. Çocuklar da Korintoslular tarafından parçalanır. Oysa Euripides, oyununu yazarken çocuklarını kin ve nefretten gözü dönmüş Medea'ya öldürtecektir. Medea, uygar dünyanın temsilcisi Iason'dan olma çocuklarını da katleder. Medea, uygarlık cilasıyla vahşetini sürdüren 'Batı' dünyasında barbar diye adlandırılır. Masumiyeti can yakıcıdır. İntikamı da öyle güçlü olur. Savaş ancak barışla biter. Barışı sağlamanın yolu barışmaya yönelik bir niyetten geçer. Zafer kazanmak, kafa ezmek, yok etmek, sindirmek, sürmek isteyenlerin şimdiki durumdan hoşnut olduğunu varsaymak zorundayız. DTP'nin kapatılması daha çok ortak çocuğumuzun öleceği anlamına geliyor.(vicdan sahibi olmak)
  5. Kurd işareti yapıp kan isteyip uluyanlara en insani yanıt zafer işareti gibi evrensel bir harekettir,faşizme karşı hep beraber sokaklarda zafer işareti ile dolaşalım.
  6. bradost

    Türkmen katliamı

    Osmalı türkmen katliamı,ermeni tehciri,dersim,zilan,çorum,maraş,sıvas madımak,1 mayıs katliamaları,önce kendinizle yüzleşin,mağdur rolü yapan,sahte gözyaşı döken türkçüler,türkmenleri kirli siyasetinize alet etmeyin,daha önce atatürkün evi bombalandı yalanını yapıp,azınlıkların evlerine,mabetlerine,dükkanlarına saldırıp,yağmalayan siz değilmisiniz,haberiniz yok ama,sadece kuzey ırakın erbil kentinde 400 bin türkmen yaşamakta ve kürtlerle hiçbir sorunları olmamıştır kaldiki,saddam türkmenleri katlederken çıkmayan sesiniz,orada bir kürd oluşumu ortaya çıktığında,kinle,türkmen ve kürd kardeşilğini dinamitlemekten kendinizi alamıyorsunuz,önce bir araştırın ırakta kaçtane türkmen partisi vardır ve konumları nedir,sizin söylediklerinize ne kadar uzaktırlar,sadece sözde türkmen cephesi adlı örgütü,muhatap almak,en büyük yanlış olur,sahi aklıma gelmişken,siz ırakta türkmenlerin kendilerine istediklerini,kendi yurttaşlarınız kürdlere de istiyormusunuz,kimliğe anayasal güvence,kürd dilinin resmi kullanımı falan falan,yoksa rabbena hep banamı diyorsunuz.
  7. AKP'nin doğu kalkınması aldatmacası Yoksulluk, doğunun en gelişmiş kentlerinden Diyarbakır'ın da yakıcı sorunu. Başbakan bölgedeki gücünü ağalık kurumundan ve köylülüğün dinsel ideolojisinden aldığını yadsıyor. Seçimlerdeki başarısını başlattığı 'sözde' kalkınma hamlesiyle açıklıyor. Oysa, AKP'nin yatırımları güvenlik amaçlı TARIK ZİYA EKİNCİ Tek Parti döneminde şark Tek parti döneminde Fırat'ın doğusu 'memnu mıntıkaydı', yabancıların bu sınırı aşması yasaktı. Bölgede bilimsel inceleme ve araştırma yapmak casusluk sayıldı. Şark vilayetlerinde inceleme yapmak, rapor yazmak parti müfettişlerinin, umumi müfettişlerin ve valilerin göreviydi. Bu raporlarda asayiş sorunları ile aşiretlerin devlete mensubiyet durumları yazılırdı. Toplanan bilgilerin kaynağı jandarmaydı. Mecburi iskan kanununun uygulanmasında, 12 Mart ve 12 Eylül dönemlerinde de bu raporlar kullanıldı. Yargılamalarda da bu raporlar dayanak olurdu. Devlet düşmanı damgasını alanlar siyasetten ve devlet yaşamından soyutlanır, dost olarak tanımlananlar için de ikbal kapıları açılırdı. Kürtleri temsil eden milletvekilleri çoğunlukla Türk kökenlilerdi. Az sayıda rejime sadık eşraftan olanlar da vardı. Örneğin Diyarbakır'da yerli milletvekilleri Pirinççizade, Zülfüzade, Nakipzade ve Uluğlardan seçilirdi. Eski başbakanlardan Ferit Melen; "...(şarkta) 1950'lere kadar büyük bir baskı dönemi yaşandı. Jandarma kimseye gözünü açtırmazdı. Oraların her şeyi jandarma onbaşısı idi. Zaten Güneydoğu Anadolu 'memnu bölge' durumuna getirilmişti. Kimseler gitmez, kimseler geçmezdi" diyor ve ekliyor: "...Devletin söylenmeyen politikası (Kürtler) 'zenginleşmesinler, okumasınlar' şeklindeydi. Örneğin askerde yüksek rütbelere pek çıkmazlar, devlet dairelerinde belirli bir düzeyin üstüne katiyen ulaşamazlardı". Bölgede sadece güvenlik için yatırım yapılırdı. Hizmet amaçlı yatırım tehlikeli sayılırdı. Örneğin, okullaşmaya karşı çıkan Fevzi Çakmak, "Ne okulu? Biz cahili ile başa çıkamıyoruz, okumuşuyla hiç halleşemeyiz" diyor. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü için de Kürt sorunu bir güvenlik sorunuydu. 1946'da Celal Bayar'la yaptığı bir görüşmede "Doğu'da parti teşkilatları kurmayalım. Siz kurmazsanız biz de bizimkileri lağvedelim... Particiliğin milli birliği bozmasından endişe ederim" önerisinde bulunuyordu. Çok partili dönemde şark Çok partili döneme geçişte Kürtler, DP'yi destekledi. İlk yılların DP adayları CHP'nin dışladığı eşraftan seçildi. Diyarbakır'da sürgünden dönen Mustafa Ekinci ile Yusuf Azizoğlu ve Kürt kimliğini koruyan Mustafa Remzi Bucak seçildiler. DP'li Kürt eşrafın Meclis'teki muhalefeti şarkın ihmal edildiği iddiasına dayanıyordu. Bu söylem bölgede etkiliydi. 1946'dan sonra şark kalkınmasına değin sözel bir yarış başladı. Muhalefet CHP'yi şarkı ihmal etmekle suçluyordu. CHP ise, bugünküne benzer bir biçimde, yaptığı harcamaları açıklıyor ve suçlamaları reddediyordu. Oysa yapılanlar güvenlik amaçlı harcamalardı. DP iktidarında aynı şikayetler CHP tarafından dillendirildi. O da şarkın kalkınmasını savunuyordu. Ama, DP de güvenlik amaçlı olanlar dışında, yatırım yapmadı. Çok partili dönemdeki 'şark kalkınması edebiyatı' özünde, popülist bir seçim propagandasıydı. Bu söylem 1950'li ve 60'lı yılların en yaygın propaganda aracı oldu. Bu yıllarda jandarma baskısında görece bir azalma olmakla birlikte, 'şark meselesi' yine bir güvenlik sorunu olarak kaldı. 1954'ten sonra DP, sadakatinden emin olmadığı eşrafı tasfiye ederek, rejime sadık yeni bir kadro oluşturdu. Menderes'in "şark kalkınıyor" iddialarına karşın, ekonomik gerilik ve bölgeler arası dengesizlik devam etti. Toprak mülkiyetine dokunulmadı, köylülerin yaşamında bir iyileşme olmadı. Buna karşılık, feodalizm bir iç evrim geçirdi. Eski prekapitalist kurumlar kapitalist 'toprak ağalığına' dönüştü. DP, büyük mülk sahiplerine kredi ve sübvansiyonlar sağladı ve tarımda kapitalist ilişkiler kurmalarına yardımcı oldu. Yeni tarım burjuvazisi siyasette ve ticarette de ön aldı. Ağalar, partilerde, yerel ve genel seçimlerde söz sahibi oldu, ekonomik ve siyasal güç kazandı. Buna karşılık, köylüler daha da fakirleşti. Kapitalistleşmenin etkisiyle tarım dışına itilenler köylülük değerlerini şehir varoşlarına taşıdılar. Bugün büyük şehirlerin etrafını çevreleyen gecekondu nüfusu ile kırsaldaki Kürt köylülerinin yaşadıkları büyük sefaletin nedeni, tarımda, sanayisiz kapitalistleşmedir. Boşaltılan köylere korucular el koydukları için köye dönüşün de yolu kapalıdır. AİHM'in denetiminden kurtulmak için çıkarılan tazminat yasası da fiilen işlemiyor. Yurdun çeşitli illerine dağılmış yüz binlerce Kürt ailesi yokluk ve yoksulluk içinde yazgısıyla başbaşa kaldı. AKP'nin adatmacası Bugün de kasıtlı ihmal politikasına bağlı olarak Doğu'da sosyoekonomik gerilik, işsizlik, yokluk ve yoksulluk devam ediyor. Bunu gizlemek için kullanılan retorik daha da abartılıdır. Başbakan bölgedeki gücünü ağalık kurumundan ve köylülüğün dinsel ideolojiden aldığını yadsıyor. Seçimlerdeki başarısını başlattığı 'sözde' kalkınma hamlesiyle açıklıyor. Oysa, AKP'nin yatırımları da güvenlik amaçlıdır. Nitekim iktisatçı Mustafa Sönmez'in yaptığı çalışmalar, AKP döneminde doğunun daha da fakirleştiğini gösteriyor. 2002-2006 arası teşvik yatırımlarının yüzde 39'u Marmara, yüzde 14'ü İç Anadolu, yüzde 12'si Ege bölgesine verilmiş. 21 Doğu ve Güneydoğu ilindeki 18 milyon nüfus için ayrılan teşvik yatırımlarının payı sadece yüze 4,5'tir. Refah derecesini gösteren yeşil kartlı nüfusun oranı bölgenin 21 ilinde yüzde 41'dir. Van'da ise yüzde 47. Türkiye genelinde her 1000 kişiye 80 özel otomobil düşerken, bu oran 21 bölge ilinde 20'dir. Hakkari'de 7, Muş'ta 9, Şırnak'ta 10, Bitlis ve Bingöl'de 11'dir. Toplumsal refah göstergeleri bölgede yoksulluğun arttığını gösteriyor. 2001 yılında Türkiye'de kişi başına gelir ortalaması 2 bin 146 dolar iken, Ağrı'da 568 dolardı. 21 ilin en zengini Elazığ'da bile ancak 1704 dolardı. DPT'nin 2003 yılında yayımladığı illerin sosyoekonomik gelişmişlik raporunda bölgenin 17 ili 81 ilin en alt 20'lik diliminde yer alıyor. 2006'da Türkiye'de yüzde 12,6 olan tarım dışı işsizlik bölge illerinde yüzde 14,5'tir. Göç nedeniyle Diyarbakır'daki oran yüzde 70'dir. 2006'da Türkiye'de asker ve polis için ayrılan bütçe payı yüzde 13 iken, 21 bölge ilinde yüzde 29'dur. Tunceli'de bu pay yüzde 64'tür. 21 ildeki okuryazar oranı Türkiye ortalamasının yarı düzeyindedir. UNICEF'in 'Bölgelerin Gelişim Raporu'na' göre Türkiye'de okuma-yazma bilmeyen kadınların oranı yüzde 25 iken, bölge illerinde yüzde 55'tir. 21 ildeki okullaşma oranı da aynı geriliktedir. 21 ildeki üniversite mezunu sayısı ülke ortalamasının onda biri kadardır. Bölge illerinde eğitimin kalitesi düşüktür. 21 il lisesinin ÖSS'deki başarı oranı ortalamanın yüzde biridir. AKP, DTP'li belediyeleri başarısız göstermek için yatırım projelerini engelliyor. Örneğin, Diyarbakır Belediyesi'nin AB ülkelerinden sağladığı 15 milyon avro kredi ve hibenin kullanılması engellendi. Diyarbakır'da 2 bin kişilik istihdam hedefi olan Diyar AŞ, İçişleri Bakanlığı tarafından lağvedildi. GAP'ın bölge kalkınmasına katkı yaptığı iddiası yaygındır. Ne var ki GAP, büyük köylü yığınlarının yaşamında hiçbir iyileştirme yapmadı, sadece sınırlı sayıdaki büyük mülk sahiplerini kalkındırdı. GAP bölgesinde araştırma yapan Şevket Ökten, "Hiç toprağı olmayan aile oranı yüzde 59, 50 dönümden daha az toprağı olanlar yüzde 67'dir. Kiracı ve yarıcı olanların oranı yüzde 47,8'dir. 51-100 dönüm arası toprağı olanlar yüzde 27, 101-200 dönüm arasındakiler yüzde 3,1, 200 dönümden büyük toprağı olanların yüzde 2,5 olduğu saptandı. (...) Bu işletme biçimleri, sosyal bağımlılık nedenidir. Bunun da, bireyselleşme ve demokratikleşmenin önünde ciddi engeller oluştuduğu" değerlendirmesini yapıyor. Ve sonuç olarak da "İnsan odaklı bir kalkınma projesi olan GAP'ın hedef kitlesi olması gereken topraksız ve az topraklı köylülerin bu dengesiz mülkiyet dağılımı nedeniyle GAP'tan yararlanmalarının maddeten mümkün olmadığı" hükmü çıkarılıyor. Demirel ve ardıllarının öne sürdüklerinin aksine, GAP köylünün yaşam seviyesini yükseltmedi. Çünkü bu proje Kürt köylülerini değil, demokrasi dışı düzene payandalık yapan bir avuç toprak ağasını kalkındırdı ve onların gücüne güç kattı. Sonuç: AKP'nin bölgede büyük yatırımlar yaptığı koskoca bir yalandır. Yapılanlar güvenlik amaçlıdır. AKP döneminde bölgede kalkınma değil, fakirleşme oldu. Kalkınma sözle değil, ancak, gerçek bir demokraside, yerinden yönetilen, özerk yerel yönetimlerce hazırlanıp denetlenecek bölgesel kalkınma planlarının uygulanmasıyla sağlanır.
  8. bradost

    Milliyetçilik ve faşizm

    AHMET İNSEL Tanıl Bora, milliyetçilik ve faşizm üzerine yazdığı yazıları derlediği kitaba, Medeniyet Kaybı başlığını uygun bulmuştu. Gerçekten de, içinde bulunduğumuz durumu kavramak için başvurulan akıl tutulması kavramının yetersizliğini, "medeniyet kaybı" tespitinin ifade ettikleri büyük ölçüde karşılıyor. Milliyetçi zihniyet kalıplarının normalleşmesi değildir sadece bu. Kitabın sunuş yazısında Tanıl Bora'nın işaret ettiği gibi, herhangi bir konunun, herhangi bir olayın, kendine özgü bağlamı içinde konuşulamaz, düşünülemez hale gelmesi, bunun üzerine mutlaka bir milli hâle kondurulması, her meselenin bir milli mesele olarak anlamlandırılmasının yanında, her türlü komplo teorilerinin revaç bulması, açık ırkçı ve savaş kışkırtıcısı yayınların, sözlerin aşırı rağbet görmesidir de. Bu medeniyet kaybının diğer yüzünde ise, milliyetçilik söylemi ve simgelerinin, işini iyi veya hiç yapmayan, haksız kazanç sağlamak isteyen, hak etmediği bir şeyi elde etmeye çalışan insanlar tarafından kullanılması yer alır. Bora, kitabın sunuş yazısında, 2005 Mart'ında, Mersin'de Newroz kutlamalarında ortaya çıkan bayrak krizini izleyen "Bayrağa sahip çık" gösterileri sırasında, Birecik'te bir işyerini soyan hırsızların, kendi ifadeleriyle "kaportaya astıkları Türk bayrağı sayesinde Eskişehir'e kadar rahat geldiklerini", ancak sonra ihbar üzerine yakalandıklarını hatırlatıyor. Geçtiğimiz günlerde Bursa'da sekiz kişi hakkında, Kürt kökenli ailenin işyerini yağmalama iddiasıyla soruşturma açıldı. Zaten çoğunun iş üzerinde çekilmiş, yüzleri açık fotoğrafları basında yayımlanmıştı. Bunların altısının adi suçlardan kalabalık sabıka dosyaları varmış. 6-7 Eylül olaylarında gayrimüslimlere ait işyerlerini yağmalayanların çoğu da benzer kişilerdi. Ama tarihimizde bu tür olaylar öncesinde, kimin Kürt, kimin Rum, Ermeni veya Yahudi, kimin Sabetayist, kimin Alevi veya komünist olduğunu işaret edenler, adi suçtan sabıkası olmayan, kerli ferli devlet adamları, profesörler, saygın siyasetçiler ve düşün adamları oldu. Gladyatörler En sıradan bir olaydan en büyüğüne kadar her şeyin milli mesele haline getirilmesini, "Türk'ün Türkten başka dostunun olmadığı bu günlerde", milli hassasiyetlerimizin çok büyük bir duygu ve zaman zaman şiddet boşalması içinde ifade edilmesini, halkın kendiliğinden geliştirdiği refleksler olarak ele almak, olayın bu fırsatçılık yanını gözden kaçırmak demektir. Bu fırsatçılık, siyasal olabildiği gibi ticaridir, meslekidir, kültüreldir. Kitle heyecanının doruğuna çıktığı alanlarda, çok daha fütursuzca sergilenebilir. Sportif faaliyetlerde, hele futbol gibi, antik dönemlerde kanlı at yarışlarının, gladyatör savaşlarının yapıldığı yerlerin mekân olarak bir kopyası olan, onbinlerle ifade edilen seyirci kalabalığının etrafını çevirdiği stadlarda son dönemlerde görülenler gibi. Bu karşılaşmaların incir çekirdeğini doldurmayacak olan cephelerinin bitmek bilmez tartışmalarda ele alındığı ve milyonlarca kişinin akli melekelerini uyuşturarak saatlerce izlediği programlarda sergilenen hamaseti aşan tavırlar gibi. Geçtiğimiz günlerde futbol konusunda yapılan bir Siyaset Meydanı programında, taraftar gruplarının liderleri, ağızbirliği etmişcesine, "Irak'a atom bombası atılsın" diye bağırıyorlardı. Gol atınca asker selamı verme modası hızla yayılıyor. Milli takım karşılaşmaları dışında da İstiklal marşının açılışta okunması, nasıl kısa zamanda gayriresmi bir kural olarak yerleştiyse, yakında bu selam da bir "stad baskısı" konusu olabilir. Yok artık, o kadar değil diyebilir misiniz? Sportif faaliyetlerin totaliter bir iktidarın propaganda aracına bariz biçimde dönüştürülmesi, 1936 Berlin Olimpiyatları'dır. Aryen ırkın üstünlüğünü bu vesileyle ispat etmek ve Nazi Almanya'sının teknik gelişme olarak en ileri ülke olduğunu göstermek isteyen Hitler, bu olimpiyatlara büyük önem veriyordu. Stad dışında, şehrin çeşitli mekânlarında canlı yayın ekranları uygulaması da ilk kez Berlin'de yapılmıştı. Almanlar işlerini iyi yapmaya gayret gösterdiler. Ama ABD'li siyah atlet Jesse Owens, başta 100 metre yarışı olmak üzere, dört altın madalya alarak, aryen üstünlüğü gösterisine izin vermedi. Jesse Owens, barbarlığın geri tepmesi olan Nazizme karşı, medeniyetin ümit veren simgesi oldu. Daha sonra, 1970'lerde yayımlanan Owens'in biyografisinde eşinin, kocasının Almanya'da Nazilerden, ABD'deki ırkçılardan gördüğü kötü muameleyi görmediğini söylediğini de hatırlatalım. Türk milletini sevindirmek Başta sportif faaliyetler olmak üzere, her şeyin milli mesele haline dönüştürülmesi, sonuçta "milli meseleyi" de zor durumda bırakabiliyor. Beşiktaş'ın İstanbul'da Liverpool'u 2-1 yendiği maç, 12 askerin öldüğü PKK baskını sonrasında yapılmıştı. Tribünler bütünüyle bu konuda yaşanan toplumsal duyarlılığın ifadesine, teşhirine hasredilmişti. Maçın bitiminde BJK teknik direktörü, "Sahaya çıktığımızda seyircinin atmosferi müthişti. Bu destek karşısında kazanmamak zordu. Bizi kendilerine çağırıp 'Bu maçı şehitler için kazanın' diye bağırdılar. O zaman çok duygulandık" dedikten sonra, "galibiyeti şehit ailelerine, askerlere ve tüm Türk ulusuna armağan ettiklerini" belirtiyordu. Akan kanların durması ve bu acıların bitmesi temennisinde bulunmayı ihmal etmeyerek. Beşiktaş'ın gollerinden birini atan Serdar Özkan da, "Türk'ün, Türk'ten başka dostunun olmadığı günlerde, 'Herkes bize bu grupta puan alamazsınız, gol atamazsınız' dedi. Niye böyle denildi anlamıyorum. Dün Fenerbahçe deplasmanda PSV Eindhoven ile berabere kaldı ve puan aldı. İnşallah yarın da Galatasaray yener. Hepimiz birbirimizin arkasında durmalıyız. Herkes şunu bilsin ki Türk'ün, Türk'ten başka dostu yok. Biz de bu üç puanla Türk milletini sevindirdiysek ne mutlu bize" diyordu. Yeni Şafak'ta maç sonrası şu yorum yer alıyordu: "Sahada 11 Beşiktaş askeri, canını dişine taktı, mağrur İngilizler'e unutamayacakları bir ders verdi!" İki hafta sonra, aynı Beşiktaş, aynı Liverpool'a bu kez 8-0 yenilerek, bambaşka bir tarih yazdı. Bu maçın kime armağan edildiğini söyleyen biri çıkmadı. İngiliz fanatikleri ne dediler, bilmiyorum. Ama bu galibiyeti, Liverpool dışında bir yere armağan etmediklerini tahmin edebiliriz. Maç sonrası, "olur böyle şeyler, futbol bu" diyerek Beşiktaşlıları teselli ettikleri söylendi. Bu dünyaya her fırsatta meydan okuma tavrı, hak edilmiş, oturmuş, sindirilmiş bir gururun, bir özgüvenin değil, bariz bir özgüvensizliğin ifadesi değil midir? Son milli maçta, Yunanistan'a yenilirken de, mehteran kıyafeti giymiş seyirciler, asker selamları gırla gidiyordu. Sonuçta yenildik. İnsan o zaman, her şeyi hamaset dozunda üst sınırı olmayan bir milli mesele haline getirerek, o "milli meseleyi" ayaklar altına aldırmıyor muyuz diye sormaz mı kendine? Bağış Erten, Yunanistan maçı ertesinde yazdığı bir yazıda şöyle diyordu: "Dün gece, bu toplumun yaşadığı tüm travmaları (ve tabii ki en başta da en büyüğünü, silahların susmak bilmez acımasızlığını) yine yeşil çimlere havale ettik. Bir spor karşılaşması anlam istiap haddini aştıkça aştı. Oldu olacak tezkereyi de Milli Takım'a verelim, referandumu da onlar yapsın, anayasanın kurucu meclisi de onlar olsun. Dünkü referanslarımızın hiçbiri futbola dönük değildi". Ve yazısını, sadece futbolu kapsamayan şu hatırlatmayla bitiriyordu: "Bir de keşke Hava Kuvvetleri Komutanlığı'nın kapısında yazan şu cümle hatırlatılsa: 'Vatanını en çok seven işini en iyi yapandır." ***** ***** dediği yer galiba burası.
  9. AHMET ALTAN PKK’lı teröristlerin kaçırdığı ve iki hafta sonra, aralarında DTP milletvekillerinin de bulunduğu heyete tutanakla teslim ettiği 8 asker, önceki gün Van’da Askeri Mahkeme tarafından tutuklandı. Dün manşetlere taşınan bu gelişme doğrusu beni hiç şaşırtmadı... Çünkü, daha birkaç gün önce yazdığım ‘Sekiz Asker’ başlıklı yazıda şunları söylüyordum: ‘Bu gidişle tüm fatura sekiz askere kesilecek gibi... Kendi topraklarımızda askerlerimizin bu kadar kolaylıkla şehit edilmelerini... Rahatça yapılan baskınları... Esir alınmaları... Soğukkanlı ve sistemli bir biçimde değerlendirilip zaaflarımız sorgulanmayınca... Olayın mağdurları ‘suçlu’ ilan ediliyor. Kısacası, olup bitenden şöyle bir sonuç çıkıyor: Başımıza gelenler bu sekiz asker yüzünden. Kendisiyle bir türlü hesaplaşamayan... Kendisiyle bir türlü yüzleşemeyen Ankara... Şehit çocuklarımızın nasıl ve neden şehit düştüğünü sormuyor ama... Esir düşenlere öfkeleniyor. Sanki öfkelenmek bir çözümmüş gibi...’ *** Halbuki köklü bir çözüm aransa, galiba, dün de yazdığım gibi profesyonel ordu konusuna demir atacağız. Üstelik profesyonel ordu, önceki gün bu konuya değinen Genel Kurmay Başkanı ile askerleri suçlayan savcı ve tutuklayan askeri mahkeme arasındaki çelişkiyi de çözebilecek. Genel Kurmay Başkanı profesyonel ordu için ne diyordu? ‘Bu elbette düşünülebilir. Şu anda Türk Silahlı Kuvvetleri bütçeden önemli pay alıyor ama profesyonelleşme olursa bu payın iki katına çıkması gerekir. Bu olayın bir yönü ama asıl olan Mehmetçiğin vatan sevgisidir. Kurtuluş Savaşı’nı da bu Mehmetçikle yapmadık mı?’ Genel Kurmay Başkanı böyle söylüyor ama sekiz asker: 1. Askeri disiplini aşırı derecede sarsmak. 2. Askeri itibarı zedelemek. 3. Emre itaatsizlik ve bu yüzden ağır kayıp verilmesi dolayısıyla suçlanmakta... Üstelik, askerlerden ikisi de bu suçlamalara ek olarak ‘yurtdışına firarla’ itham edilmekte... *** Bizdeki gelenek şudur: ‘Altta kalanın canı çıksın...’ Fatura sekiz askere kesilirse, Sistemin vicdanı rahatlayacak mı? *** Kaçırılıp serbest kaldıktan sonra önceki gün tutuklanan askerler... Bana... Mart ayında Basra Körfezi’nde İranlılar tarafından esir alınan 15 askeri anımsattı. 15 İngiliz askeri de İran tarafından propaganda vesilesi olarak kullanılmış, sonra da bir zaman içinde serbest bırakılmışlardı. Onların serüvenleri bizim sekiz askerden çok daha farklı gelişti... Belki bu bir kültür farklılığı... *** Nedir bu kültür farklılığı? Kendimizle yüzleşmemek... Kendimizle hesaplaşmamak... Hele konu askeriye olduğu vakit, yönetime toz kondurmamak... 90 bin askerin tek kuşun atamadan donarak öldüğü Sarıkamış faciasını sorduk da mı, son bir aydır yaşadıklarımızı derinlemesine sorgulayacağız? Artık buna da muhtemelen gerek kalmayacak... Neden? Çünkü, sanırım bütün bu olup bitenlerin potansiyel failleri belli oldu: Şimdi Van’da tutuklu sekiz asker...
  10. israil ve filistin heyetleri kan revan savaş çığlıkları arasında kaldığımız şu günlerde ankarada arabuluculuğumuzla bir araya geliyor,insanın bu ne aymazlık diyesi geliyor,onların sorunundan çok daha basit ve maliyet istemeyen sorununu yıllardır çözmüyorsun,insanların ölmesine toplumun kutuplaşmasına izin veriyorsun,senden beklenen kendi iç sorununu daha çetrefilleşmeden,uluslarası aktörler dahada çoğalmadan çözmendir,yoksa devlet bu sorunu başkasının çözmesini mi istiyor?
  11. Malum,dağlıcada alıkonulan askerlerle ilgili genelkurmay,basın,hükümet ve kamu oyu onlar hiç yokmuşlar gibi davrandı,cenazelerdeki o istedikleri gidiş sekteye uğramıştı ve sonra salıverilmeleri ile gelişen linç kampanyası,en insanlık dışı beyanlarda mekanik bir siyaset güden akp den geldi,ölüm kutsaldır yaşamak ise ihanet,gencecik bedenler üzerinden yıllardır süregelen milliyetçi rant hesapları bozulmamalıydı,memleketi bir mezarlık gibi düşleyen insanlardan başka ne beklenilebilirki,onlarında anneleri hikayeleri,aşkları var,siyasi sorumsuzluğun yıllardır sürdürdüğü,çözümsüzlüğün sorumlusu askerler değil bizzat,otuz yıllık siyasi askeri elittir.
  12. bradost

    Türkmen katliamı

    Kuzey ırakta türkmenlerin durumu,bir çok batılı ülkenin azınlıklarının erişemeyeği haklara sahiptirler türkmenler,medya,eğitim alanında özgürdürler,ayrıca kuzey ıraktaki federal devlette bakanlıkları vardır,kendilerine ait onlarca parti dernek ve okulları vardır, Ancak türkiyedeki türkçü turancı kesimin kurdurduğu türkmen cephesi adlı örgüt,bölgedeki milyonlarca türkmeni,siyasal faaliyet olarak tehdit etmektedir,türkiyeden kaçan,çetecileri bünyesinde barındırıp bölgede türkmen ve kürtlere karşı onlarca cinayet işlemişlerdir,sanılanın aksine çok az oy alan bu örgüt nedese türkiye tarafından muhatap alınmaya devam ediyor,onlarca türkmen,parti ve grubu dışlayarak.
  13. bradost

    hallaçoğlu masum muş?

    hallaçoğlunu istifasını beklerken,mahkemenin hallaçoğlunu toplumuzu geren yaklaşımını onaylaması,devlette çok derin kaygı uyandıran bir türkçü kadrolaşmanın,tamamlandığını görüyoruz,ermenileri,kürtleri,alevileri,********** çalışan zat ayrıca,elimde dönmelerin listesi var diyerek,nazi döneminin tehdit mantığını yaşadığını gösterdi.
  14. Bırakın abuk sabuk bölünme hikayelerini,ekmeğimizi bölüyorlar,yüreğimizi bölüyorlar,greve destek çıkalım,aksaklıklardan grev değil,telekom,yönetimi,sorumludur bilinciyle,yaşasın,iş,ekmek,özgürlük.yaşasın halkların kardeşliği.
  15. Bu başlığın altına birşey yazasım gelmedi,saldırgan,sesler,açlığı sefaleti,eşitsizliği örtmek için kullanılıyor.
  16. "Seviyenin olmadığı bir yerde ne özgür düşünce, ne de demokratik bir ortam oluşabilir." ==ANTİK KÜRT TARİHİ== Kürtler tarih boyunca bir çok krallık, devlet ve beylik kurmuştur. Milattan önceki tarihlerde Mezopotamya’da tarih sahnesine çıkmış birçok topluluğun Kürt olması büyük ihtimaldir. Mesela isimleri tarihlerde anılan; Subarlar,Guti,Lulu, Kusi, Kassit, Mitaniler, Mannai, Urartu, Cyrtii (Kyrti/Kur-ti-i, Kimmer, Kardu, Med v.s. gibi kavimlerin çoğu Kürddür. Etimolojik olarak incelendiğinde bugünkü Kürtlerin atalarından bahsedildiği çok açıktır. ==YUNANLI KSENEFON VE ANLATIMLARI == Günü Gününe Onbinlerin Kürdistan'dan Geçişi Kürdistan’a giriş tarihleri Milattan önce 14 Kasım 401 idi. 20 Kasım’a kadar Kürdistan içerisinde yol alan Ksenefonun ordusu, 21 Kasımda Kendriti Nehri denilen bugünkü Botan çayına ulaştı. Grillos’un oğlu, Diodoradan doğma Tarihçi ve filozof Xenophon veya Ksenefon Milattan önce 431 yılı civarında Atina yakınlarındaki Erxieon’da doğdu. Yunanca Sokrates olarak telaffuz edilen filozof Sokrates’in öğrencisi idi. Ünlü filozof ve tarihçi olan Atinalı Ksenophon (M.Ö.430-355) Anabasis (sefer) adlı eserinde(6) yaşanan olayların yanı sıra geçtiği bölgelerde yaşayan halklar konusunda birçok bilgiler verir . Pers İmparatorluğunun Batı Anadolu valisi olan Kiros/Keyhüsrev’in babası Pers kralı Darius (Kürdçe DARA) ölmüş. Büyük oğlu Artakserksis tahta geçmiş ama Kiros adlı küçük kardeş tahta çıkan kardeşi II Artakserksise (M.Ö. 404-358) karşı isyan etmiş ve tahtı ele geçirmek için ordu toplamaya başlamıştı. Kiros Kral olan kardeşi Artakserksis’e karşı sefere hazırlanıyordu.Yunanlı bir ordu toplayıp 10 bini aşkın savaşçının katıldığı İran seferini başlatmıştı. Sonuçta Ksenefon, Milattan önce 401 tarihinde Pers kralının oğlu Kiros’un komutanlığında, Kral ikinci Artakserksis’e karşı sefere katıldı. Ksenefon’un Ellinika adlı kitabı, III. kitap, I. bölüm). Kiros komutanlığındaki bu sefer M.Ö. 6 Mart 401 tarihinde bugünku Manisa ilinin Salihli ilçesi yakınlarındaki Sardes şehrinden çıkışla başladı. Anadolu’yu boydan boya geçip Babil yakınlarındaki Kunaksa’da 5 Eylül 401 tarihinde iki pers kral adayı orduları karşı karşıya geldiler. Kunaksa savaşında, ordusu galip gelmesine rağmen, Kiros öldürüldü. Böylece Ksenefon kral adayı ve dostu Kiros’u kaybetti. Yunanlılar savaşı kazanan taraf olmasına rağmen, destekledikleri kral adayı Kiros öldürülmüştü. Bu yüzden de, bir yandan savaşı kazandıkları için galip sayılırlarken, öte yandan da, destekledikleri Kiros öldürüldüğü için mağlup sayılıyorlardı. Kunaksa yenilgisinden sonra memleketlerine dönmek üzere yola çıkan Helen askerlerinin kumandanı da öldürüldüğü için 10 bini aşkın Yunanlı asker başsız ve komutansız kalmıştı. Bunun üzerine Ksenefon yeteneği ile kendisini komutan seçtirmişti. Ve Yunanlılar Ksenefon komutasında Yunanistan’a geri dönmeye başladılar. İşte bu dönüş tarihte “Onbinlerin Donüşü olarak” adlandırıldı. (Yunancası “Kiru Anavasi”). Ksenefonun heykeli Onbinler, donüşlerinde Kurdistandan ve Ermenistan da geçtiler. Komutan Ksenefon da başından geçenleri yazdı. Kiru Anavasi kitabı ortaya çıktı. Kiru Anavasi’nin 4. kitap olarak adlandırılan bölümü, Onbinlerin Kurdistandan geçişini anlatır. Onbinler, donüşlerinde Kurdistandan ve Ermenistan da geçtiler. Komutan Ksenefon da başından geçenleri yazdı. Kiru Anavasi kitabı ortaya çıktı. Kiru Anavasi’nin 4. kitap olarak adlandırılan bölümü, Onbinlerin Kurdistandan geçişini anlatır. Yunanistana geri dönen ordunun Kurdistana giriş tarihi: Milattan Önce 14 Kasım 401 idi. 20 Kasım’a kadar Kurdistan içerisinde yol alan ordu, 21 Kasımda Kendriti Nehri denilen bugünkü Botan çayına ulaştı. Ermenistana girdi. -------------------------------------------------------------------------------- ==KSENEFON VE KURDİSTANDAN GEÇİŞİ == Yazar, filozof, tarihçi ve komutan Ksenefon (Xenophon) Milattan önce 401 yılında yazdığı Anabasis adlı eserinin üçüncü kitabındada Karduklardan sözeder. Yunanlı Xenophon 10 bini aşkın ordusuyla Pers ordusunu yendikten sonra başladığı yolculuktan geri dönerken Kardukların ülkesinden geçer ve Kardukların saldırısına uğradığını anlatır. Mesela: * Kürdlerin kimsenin hakimiyetini kabul etmeden özgür yaşadıklarını yazmış. Onun tarifine göre Karduklar dağlar arasında yaşayan savaşçı bir halktı. Akamenid kralına bağlı değildiler. Onların ülkesinden sonra Ermenistan gelmekteydi. Ksene = yabancı, fon = ses. Ksenefon= yabancı ses, yabancılarla konuşan demektir. Yazar, filozof, tarihçi ve komutan Ksenefon, üçüncü kitabının sonunda değinmeye başladığı Karduklardan bahseder: *Karduklar çok savaşçı ve pek çevik insanlardı, İran Şahının düşmanı olup; ona tabi değillerdir. O kadardı ki Karduklar bir defasında 120 bin kişilik İranın kraliyet ordusu bunların ülkesini işgal etmiş, bir teki bile geriye dönemeden yok olmuştur, sebebide Kurdistanın çok karışık oluşu. Ksenefon, Kardukhların, İranlılardan bambaşka soydan ve onlara çok düşman olduklarını, bir tanık olarak anlatmıştır. Ksenefon dördüncü kitabında tekrar döner ve şunlardan bahseder: *Kardukların ülkesine girdiklerinde düşmanın geçiş yollarını kapamamaları için sessiz ve hızlı bir şekilde ilerleme düşünceleri olduğunu yazmış. *Kardukların toplanarak öndeki askerlere saldırdığını bazılarını öldürdüğünü ve diğerlerinide yaraladıklarını ve bu saldırının kendilerini sürpriz bir şekilde yakaladığını yazmış. Eğer Kardukhlar daha büyük bir rakamla bu saldırıyı yapsalardı ordusunun büyük bir bölümünün yokedilmiş olacağını anlatmış. *Kardukların çok iyi savaşçılar olduğunu, ellerinde boyları büyüklüğünde yayları ve uzun okları olduğunu yazmış. Mükemmel okçu olduklarını ve yayları gererlerken sol ayağı ile yayın ağaç kısmına basıp kirişi gerdiklerini belirtmiş. Kürd oklarının büyük ve kuvvetli olduğundan Yunan askerlerinin kalkanlarını ve göğüs zırhlarını delip geçtiğini ve askerleri öldürdüğünü yazmış. Kürd oklarının bu özelliklerinden dolayıda Yunan askerlerinin o okları yerden alıp mızrak yerine geri fırlattığıı yazmış. *Sapan kullandıklarını yazmış. Taş, ok ve sapanlarla bir nevi gerilla savaşı yürüttüklerini yazmış. Hep beraber saldırdıklarında , hep bir ağızdan, saldırı marşı biçiminde bir marş söylediklerini yazmış (Kürdçedir herhalde). * İşgal sırasında Kardukların çoluk çocuğunu alarak dağlara çekilip işgalciye karşı direndiklerini yazmış. Kürd köylerindede epeyce bakır eşya olduğunu yazmış. *Karduklarin dağlarda ateşler yakarak, bu ateşlerle biribirleriyle haberleştiklerini yazmış. '''NOT: KSENEFON İ.Ö 401 YILINDA GÖRDÜĞÜ KÜRDLERİ ANLATIYOR.''' * Kürd köylerinde, Kürd evlerinin çok güzel olduğunu, bol yiyecek bulunduğunu ve bu evlerde bolca şarap bulduklarını, şarap saklama sarnıçlarının sıvalanmış iyi sarnıçlar olduğunu yazmış. Kürdlerin çok modern ve gelişmiş bir toplum olduğunu anlatmış. *Kürdlerin geçiş yollarını tıkadıklarını ve üstlerine tonlarca ağırlıkta kayalar attıklarını ve askerlerinin paramparça olduğunu, bazılarının öldüğünü diğerlerinin kol ayakların koptuğunu anlatmış. Birkaç çarpışmadan sonra Ksenefon anlaşma önerdiğini, ölü Yunanlılar’ın cesetlerini istediğini anlatmış. Kürdlerinde, Yunanlılara “evlerimizi yakmazsanız ölülerinizi size teslim ederiz”, dediklerini yazmış. Tarihteki ilk Kürd-Yunan anlaşması. Bu anlaşma yapılırkende tercüman kullanılmış herhalde: Yunanca - Kürdçe. *Anlaşmaya rağmen görüşmeler daha bitmeden Karduklar yeniden taşlar yuvarlamaya başlarlar. Yürüyüş ertesi gün Karduklar’la savaşa savaşa devam eder. *Nihayet Yunanlılar “Kurdistan” ile Ermenistan’ı ayıran sınır olan Centrites Nehri‘ne (Ancient Turkey kitabının yazarı Seton Lloyd’a göre bu nehir Dicle’nin doğu kolu olan modern Botan Irmağı’dır) ulaşır. * Kurdistandan 7 günlük geçiş süreci boyunca hiç uyuyamadıklarını ve sürekli savaştıklarını, çok sayıda silahlı Karduklar’ın saldırıları altında çatışarak Kurdistandan çıktıktan sonra rahat bir uyku uyuyabildiklerini yazmış. Sonraki yürüyüşleri Ermenistan içine devam etmiş. (IV. Kitap, s. 287-91). Bu haritada Ksenefon’un anlattığı Kurdistan ve Ermenistanı ayıran sınır. Dicle’nin doğu kolu olan modern Botan Irmağı Van Gölünün altındaki uzun koludur. Ksenefonun izlediği yol Kürdler bu sınırların diğer yerlerindede yaşıyordu tabiki. Ksenefonun anlattıkları özellikle Kurmanci Kürdleri olabilir. Ermeniler bu bölgeye eskiden Trakya-Balkan bölgesinden göç ettikleri ıspatlandı. Frigce ve Ermenice çok yakındır birbirine zaten. Ermeniler oralara daha gelmemişken Ermenilerin yaşadığı yerlerde Kürdler yaşıyordu. *Ksenefon Kürdistandan geçişleri süresinde başlarına gelen felaketlerin, Pers ordusuna karşı savaştıklarında başlarına gelenlerden daha fazla olduğunu yazmış.Ksenefonun 10 bini aşkın ordusuyla çıktığı yolda geri sadece 2 bin asker dönebilmiş. Ksenefon’un “Karduklar" ve “Kardukhia” hakkında kısmen dedikleri bunlardır. Kardukların modern Kürdler’in ataları olduğu görüşü bilim dünyasında kabul görmüştür. ====Etimolojik açıklama==== '''NOT: Ksenefon Kürdlere Kard-ukh-i demektedir.''' Kard: Kürd, demek. Kürdçedeki ‘u’ harfini Yunanlılar telaffuz edemiyorlar. Bundan dolayı da “a” olmuş. “-ukh” eki eski Ermenice çoğul ekidir yani Türkçedeki -LER ile -LAR eki karşılığıdır. Ermeniler Kürdlere Kurd-ukh/Gurd-ukh diyorlardı eski çağlarda bu da Kürt-ler demektir. Yani Ksenefonun kullandığı “Kard-ukh” Kürd-ler demek. Ama Ksenefon bu kelimeye bir de yunanca çoğul eki olan Kardukh-i'yi ekleyerek KARD-UKH-İ’ demiş. Bugünkü Türkçeye de ‘Kard-ukh-lar’ olarak çevrilmiş. '''Yani KARD-UKH-İ “KÜRD-LER-LER” demek.''' Karduklar özellikle Kurmanc Kürtleriyle yakınlık göstermektedir Kürdistan – millattan önce 63 yılı Kaynak http://onlinebooks.library.upenn.edu...?name=Xenophon Ksenefonun bütün kitapları -------------------------------------------------------------------------------- ==KURDUENE KRALLIĞI== Yunanlı tarihçi ve komutan Ksenefon’un (Xenophon) milattan önce 401 yılında yazdığı Anabasis adlı eserinde “Kardukhi” dediği Kürdler tarafından Korduene Krallığı adında kurulmuş bir krallık vardı. Bu krallık Hakkari ve Diyarbakır arasında kurulmuştu. Kurduene krallığı Kürt prensleri tarafından yönetiliyordu. Ksenefonun dediğine göre bağımsız yaşayan bir halkdı ve Akamenid kralına bağlı değildiler. Daha sonra ise Ermeni olduğu sanılan Kral Tigranesin hükümdarlığını kabul etmiş Kürdler. Modern Ermeni tarihçilerinden Nicholas Adontz (Armenia In The Period Of Justinian, 1970) ve Cyrıl Toumanoff (Studies In Christian Caucasian History, 1963)’un görüşlerini de kısaca not etmek gerek. Toumanoff, lokal “Kardukhi hanedanlıkları”ndan, bir “Gordyene Krallığı”ndan ve “Korduene prensleri”nden, 298 yılından sonra onbeş kalesi bulunan Korduene prensliğinde/devletinde Roma kontrolünden sözeder (a.g.e., s. 181-182). Adontz, Tigran’ın ordusundaki etnik gruplar arasında “Gordyen’ler”i de sayar (s. 318), modern Kürtler’in atalarının “Kurti”ler olduğunu söyler. Kürtler Kral Tigranesin ordusunda yer alıp birçok yerleşim yerini o dönemlerde hakimiyeti altına almıştır. Bunlar Mezopotamya, Azerbaycan, Suriye, Kapadokyadır. Kürtlerin orduda yer alması sayesinde Ermeni Kral İmparatorluğunu genişletebilmiştir. Kral Tigranesin Kürt olduğuna dair iddialarda vardır. Tigranes adı Kürtçe kökenlidir. Kürtçede, Tir ve Tigr “Ok” demektir. Bu isim Dicle nehriyle bağlantılıdır. Avrupada Dicleye Tigris denir. –is eki ise Yunanca kelimelerin sonuna gelen ekdir ve –is eki çıkarılınca geriye “Tigr” kalıyor. Yani nehirin ok gibi gidiyor olmasından kaynaklanıyor Dicle nehrinin adı. Yunancada j harfi yok ve yerine g harfı kullanılır, ondan Tij Tig olmuş olabilir. Tij-Tijr-Tig-Tigr-Tigris. Tij-Dij-Dic-Dicle Tij ve Tir kelimeleri Kürdçe kökenlidir; keskin sivri ve ok anlamına gelmektedir. Yani Dicle nehrinin özellikleri. Daha sonra ise Korduene Krallığı Roma imparatorluğunun bir eyaleti oldu ve Romalılar döneminde Kürt prensler tarafından yönetilmeye devam etti. == STRABON == Ünlü coğrafyacı ve tarihçi ''Strabon'' (Latince: Strabo) M.Ö. 63 Amasya'da doğmuştur. Amasya'dan ayrılıp Nil boyunca gezmiştir. Kendisi batıda Sardunya'ya, kuzeyde Karadeniz'den güneyde Etiyopya'nın sınırlarına kadar seyahat ettiğini söylemektedir. En ünlü eseri o dönemin bilgisine göre dünya coğrafyasını anlattığı "Coğrafya"dır (Geographika). Dünyanın ilk coğrafyacısı olarak da bilinen Strabon'un bu ünlü eseri bir çok dile çevrilmiştir. Yunanlı Strabon Geography adlı kitabındada Kürdlerden bahsetmektedir. Geography Of Strabo, 14. Kitap, s. 161-62, Suriye başlıklı bölüm). İngilizce metni: 24. Near the Tigris lie the places belonging to the Gordyaeans, whom the ancients called Carduchians; and their cities are named Sareisa and Satalca and Pinaca, a very powerful fortress, with three citadels, each enclosed by a separate fortification of its own, so that they constitute, as it were, a triple city. But still it not only was held in subjection by the king of the Armenians, but the Romans stok it by force, although the Gordyaeans had an exceptional repute as master-builders and as experts in the construction of siege engines; and it was for this reason that Tigranes used them in such work. But also the rest of Mesopotamia became subject to the Romans. Eskilerin Kardukhi dediği halka kendisi Gord diyor. K>G dönüşümü var. Yunanlılar Kürdçedeki ‘u’ harfini telaffuz edemedikleri için Straboda Kürd yerine Gord demiş. *Dicle nehrinin bulunduğun yerlerin Kürtlere ait olduğunu söylüyor. Gordyaei (Gordyaea) bölgesine de değinen Strabon, bu bölgenin antiklerin “Kardukhi” dedikleri aynı yöre olduğuna işaret eder. Strabon, Gordyaei’ye dahil yerleşmeleri Sareisa, Satalca ve Pinaca şeklinde saymakta, yapı ve kuşatma tekniğinde usta olan Gordyaeiler’in bu sebeple Artaxiad hanedanlığının en ünlü kralı olan Tigranes (Tigran II) tarafından hizmete alındıklarını, Gordyaea ülkesinin en büyük ve en iyi parçasının Roma generali Pompey tarafından Tigranes’e verildiğine işaret etmektedir. Bugün tarihi Kurdistanda bulunan yapıtların önemli bir kısmıda Kürdler tarafından inşa edilmiştir. Ermeni yapıtlarının bazılarınıda Kürdler inşa etmiştir. ==DİON CASSİUS== II.Yüzyılda yaşayan Romalı Tarihçi Dion Cassius’da Kürdistana, “Gordyen” (Gord-Yurdu); 359 yılında, Sasanlılar tarafından Romalıların Amida (Diyarbakır)da kuşatılması sırasında bu şehirde bulunan A.Marcellinus ise, “Korduen” (Kord Yurdu) diyor. Tarihçilerin kullandığı Kard, Kord, Gord ve Gordyaea adları Kürd ve Kürdistan adlarıyla aynıdır. Kürd Yurdu – millattan önce 63 yılı ==KOMAGENE KRALLIĞI== Kommagene krallığı MÖ 162 - MS 72 yılları arasında Anadoluda bugünkü Adıyaman ili cıvarlarında Kürtler tarafından kurulmuştur. Nemrud Dağı Kürt krallığının en önemli merkezi, başkentiydi. Bu krallığın en ünlü ismi kuşkusuz Kral Nemruddur. Kral Nemrud Kürd olup adıda Kürtçedir. Nemrud kelimesi Kürtçedeki “Namır” kelimesinin Türkçeleşmiş şeklidir ve “ÖLÜMSÜZ” demektir. Yani Nemrud ölümsüz kraldır. Bu yüzdendir ki kendisinin heykellerini ve mimari eserlerini Nemrud dağının tepesine kendisini ölümsüzleştirmek için inşa ettirmiştir. Kürtlüğün tüm kriterlerini üzerinde taşıyan yuvarlak tepe, örnek inşa planları ve karmaşık renkli duvarlarıyla dizayn edilmişti. Kürtler'in tüm tarih, gelenek, görenek ve kültür mirasları Kürtçe'nin derinliklerinde gizlidir. Yazılı belgelerde MÖ. 850 yılında görülen krallığın ismi o dönemlerde “kummu” olarak geçer. Kral 1.Antiokhos'un (Tanrılar Dağı) Nemrud dağına yaptırdığı görkemli kutsal alan, kendi heykeli ve herbiri 9 m yüksekliğinde olan Tanrı heykelleri 1987 yılında UNESCO tarafından “insanlığın kültür mirası” listesine alınmıştır. Yüzyıllardır ışık Anadoluya Tanrılar dağı Nemruddan doğar ve tüm dünya uygarlığa uyanır. Kommagen Kralı bir keresinde Asurlulara başkaldırır. Asur kralı Sargon Kommagenleri yener ve yenilen asi kralı: “Tanrılardan korkusu olmayan tanrısız bir adam bu. Sadece kötü planlar yapan bir hilekar,” diyerek suçlar. Kral Sargon’un nitelemesi fazlasıyla öznel görünebilir. Ancak Sargon sözlerine söyle devam eder: “karısını, oğullarını ve kızlarını, malını ve hazinelerini aldım ve son olarak halkını aldım ve onları Mezopotamya’nın güneyine (bugün Irak) sürdüm.” Anlaşılan, yerleşik halkları yurtlarından topraklarından sürmek o zamanlarda da uygulanan bir yöntemdi. ===Komagenenin Tarihi Eserleri=== Gündoğumu ve günbatımının tüm ihtişamıyla izlenebildiği bu tepede, Kommagene Kralı 1. Antiochos kendisi için görkemli bir anıt mezar, mezar odasının üzerine kırma taşlardan oluşan bir tümülüs ve tümülüsün üç tarafını çevreleyen kutsal alanlar inşa ettirmiştir Doğu ve batı teraslarda; sıra halinde dizilmiş blok halinde 8 yontma taşın üst üste oturtulmasıyla oluşturulan 8-10 metre yüksekliğinde muhteşem heykeller, kabartmalar ve yazıtlar bulunmaktadır. Heykeller, bir aslan ve bir kartal heykeliyle başlar ve aynı düzende son bulur. Hayvanların kralı olan aslan yeryüzündeki gücü, tanrıların habercisi olan kartal ise göksel gücü sembolize eder. Heykeller her iki tarafta da şu şekilde sıralanmıştır: -------------------------------------------------------------------------------- ==MİTANİ KRALLIĞI== Mitaniler, Hurri konfederasyon denemesinden sonra kurulan daha güçlü bir federasyon konumundadır. Habur çayının doğduğu yerde Vaşukani adlı bir kent merkezine sahip olduğu, buradan çıkan tabletlerden anlaşılmaktadır. Hurri dil grubu konuşulmakta, ağırlıklı olarak orta Mezopotamya da, bugünkü Urfa, Mardin ve Şırnak bölgelerinde hüküm sürmektedir. M.Ö 1500-1250 yılları arasında yaşamıştır.Demiri kendi tekelinde tutmuştur. At yetiştiriciliğinde meşhurdur.Asur ve Hititlerle sürekli ve şiddetli bir çatışma ortamını yaşamıştır. Mitaniler Suriye, Amuriye, Asur memleketiyle Kurdistanin Kerkük bölgesine kadar olan topraklara hüketmişlerdir. En son Asur İmparatoru Salmanassar tarafından varlığına geçici olarak son verilmiştir. Mitanilerin başkentinin adı Vaşukanidir. Kürtçede başikani veya hoşkani “güzel pınar” demektir. V-B-H harflerinin sesleri birbirine çok benzer. Zamanla ses değişimi olmuş olması yüksek olasılıktır. Belkide Kurdistanda halen V harfini kullanıyorlardır. Mitanilerin aryen kökenli oldukları biliniyor. Büyük olasılıkla Mitaniler Kürdlerin atalarıdır. ==GUTİ KRALLIĞI== Zagros dağları ve Aşağı Zap nehrinin kıyılarında yaşayan ve bu günkü Kürtlerin atalarından biri olan Gutiler, M.Ö. 2700 yıllarında müstakil bir devlet kurar, Mezopotamya ve çevresindeki verimli topraklara yerleşirler. Mezopotamya kuzeyindeki Akad memleketlerini M.Ö. 2649 yıllarında işgal edip tam iki asra yakın, Sümer ve Akadları idare ettiler. Gutiler daha çok Sümerlerin doğusunda Zagros eteklerinde yaşayan Aryen kökenli bir etnik gruptur. “Guti” kelimesi Sümer kökenlidir ve manasıda (Gud=öküz, sığır) bugünkü Kürtçe’de yer alan “öküz, sığır sahibi halk” anlamına gelmektedir. En son Guti kralının adı Tirigandır. Tir Kürtçede “Ok” demektir. Tirigan ise “Okçu” demektir. ==SUBARLAR== Subarlar 'ın yazılı tarihi hakkında ilk bilgileri Hitit tabletlerinden almaktayız. Buna göre yörenin ilk sakinleri Mitanni adında bir devler kuran Huriler olmuştur. M.Ö.3000 ve 4000 bin yıllarında bölgede Subarlar 'ın yaşadıkları ve Fırat isminin bunlar tarafından verildiği ileri sürülmüştür. Subarlar 'ın Huriler'le aynı kökten geldikleri ve yeryüzünde madeni ilk işleyen kavim oldukları bilinmektedir. Hatta işlenen madenlerin Mezopotamya'ya da ihraç edildiği anlaşılmaktadır. Mezopotamya'da gelişen kültürlerin kökenini burada aramanın daha doğru olacağı kanaatindedirler. M.Ö.3000 ve 4000 bin yıllarında Yukarı Fırat boylarında Subarlar'ın yaşadıklar Fırat adının bu kavim tarafından verildiği de ileri sürülmüştür. Subarlar Huriler'le aynı kökten geldikleri ve yeryüzünde madeni ilk işleyen kavim olduk bilinmektedir. Hatta işlenen madenlerin Mezopotamya'ya, da ihraç edildiği anlaşılmaktadır. Bundan dolayı bilginler, Mezopotamya'da, gelişen kültürlerin kökenini burada aramanın daha doğru olacağı kanaatindedirler . M.Ö. 17. yüzyıl içindede Subariler Mitanni Krallığı’nı kurdu. ==KAYNAKÇA== http://onlinebooks.library.upenn.edu...?name=Xenophon Ksenefonun bütün kitapları http://penelope.uchicago.edu/Thayer/...rabo/16A*.html Strabo: The Geography, MÖ 30 yılları, Chapter 1-Paragraf 21-24 http://penelope.uchicago.edu/Thayer/...s_Dio/68*.html Cassius Dio: Roman History, Epitome of Book LXVIII - 26 paragraf, yıl 200 http://www.armenian.com/history1.html Ermeniler Trakya bölgesinden doğu Anadoluya göçmüşler http://ancienthistory.about.com/libr...anabasis_4.htm Xenophon Anabasis or March up Country http://www.fordham.edu/halsall/ancie...-anabasis.html *** http://home.arcor.de/mazlumkaya/s-ce...rinorijini.htm Kürtlerin Orijini http://en.wikipedia.org/wiki/Corduene Kurduene Krallığı http://www.kurdistanica.com/english/...ticles-02.html Exploring Kurdish Origins http://home.arcor.de/mazlumkaya/s-ce...rinorijini.htm Kürtlerin orijini http://www.adiyaman.gov.tr/turizm/nemrut1.html Komagene Krallığı http://www.iranian.com/History/2005/March/Gutians/ Gutiler “İşçinin milliyeti ne Fransız, ne İngiliz ne de Alman’dır, onun milliyeti emektir, özgür köleliktir.” "İşçinin vatanı yoktur" (Karl Marx)
  17. bradost

    iç savaş isteyenlere

    ADİLOŞ BEBENİN NİNNİSİ Doğdun, Üç gün aç tuttuk Üç gün meme vermedik sana Adiloş Bebem, Hasta düşmeyesin diye, Töremiz böyle diye, Saldır şimdi memeye, Saldır da büyü... Bunlar, Engerekler ve çıyanlardır, Bunlar, Aşımıza, ekmeğimize Göz koyanlardır, Tanı bunları, Tanı da büyü... Bu, namustur Künyemize kazınmış, Bu da sabır, Ağulardan süzülmüş. Sarıl bunlara Sarıl da büyü.
  18. geçti o eski asimilasyon dönemleri,kürd yoktur falan filan,kendiniz bile yazdıklarınıza gülüyorsunuzdur,umarım.
  19. Başkasının gencecik evladının kanı üzerinden siyaset yapılmalımı,eğer savaş bir kişinin dahi ölümüne sebep olacaksa sorumluluğu kabul edilmelimi,amacınız pkk mı yoksa bütün kürdler mi? peki günlerdir sınır ötesi diye bağımak,*** istemek değilmi,şu saniyeden itibaren,35 yıllık vicdan erozyonun sorumluları varmı,chp nin mhp nin içinde olduğu hükümetler,gencecik evlatların ölmesinde ne kadar sorumludur,*** *** diyenler çözemediyse,neden farklı çözüm düşünmüyorlar,bugün kaybedilen canlardan,evrenden başlayıp günümüze kadar süregel siyasiler sorumlu değilmi?bu otuzbeş yıllık süreci yargılayacak bir hukuk yokmu,peki yarın ölecek insanların sorumluluğunu kabul ediyormusunuz,ileride 40 bin kişinin ve kimbilir bu zihniyetle daha kimlerin,sizi yargılamalarına izin veriyormusunuz,savaşa bu kadar güvendiğinize göre,peki iç savaşı kaşıdığınızın ve farkındamısınız,bu sorumluluğu alacakmısınız. Türkiye bir yol ayrımında,ya demokrasi yada hiç.
  20. Size bir önerim var,annenize bugünden başlayarak ingilizce öğretmeye başlayın,bunu hatta zorunlu hale getirin,türkçe müziğe izin vermeyin,türkçe televizyonu kısıtlayın,köyünün ismini ingilizceye çevirin,hatta adınıda değiştirin,bakalım yapabilecekmi veya kaç gün bu işkenceye dayanacak,ondan sonra vicdanınızı alın karşınıza derin derin kürdleri düşünün,bakalım işin içinden çıkabilecekmisiniz.
  21. Burası türkiye insanlar,bölünmekle kafalarını bozmuşlar,uyduruk tarih masallarıyla büyümüşlerdir,hak hukuk kavramı vicdanları incitmiyor,kardeş bir halkın diline kültürlerine sessiz kalmak,tuhaf bir doygunluk hissi veriyor,*******.
  22. bradost

    ölmek öldürmek

    Günün Köşe Yazıları Fikri Sağlar [email protected] Ölmek ve öldürmek çozum mu? 25/10/07 Türkiye, "puslu havada bekleyen fırsatçıların" doluştuğu bir yer haline geldi. "Neyi ve kimi bekliyorlar?.. Her tarafı "kin" sardı... Öyle büyük tahrik var ki; Tabutlar başında gerçekten içleri yanarak "ağlayanlara" bile fırsat vermiyorlar. Şehit aileleri kuşatılmış! Kederlerini doya doya yaşayamıyorlar!.. Kaderlerine "yanamıyorlar!" En doğal insan hakları ellerinden alınmış! Bir tarafta; Askerden kaçma yollarını bilen ama her askere gidenin arkasından "en büyük asker bizim asker" naralarını atanlar. Diğer yandan; Cenazelerin arkasında "kurt işareti" yaparak acıları sömürenler... O acılı insanları, Bu "öfkeli" milleti, sürekli "tahrik" ediyor!.. Nara atanlar. Meydanlara çıkanlar. Kendinden olmayanı "linç" etmeye kalkanlar. Aklı değil. Sağduyuyu değil. Şiddeti davet ediyor!.. Teröre "lanet" okuyanlara çözümün "silahla" olacağı söyleniyor. Askeri harekâttan "çıkar" bekleyenler, Sonrasını görmeden Uçaklar Irak'ı vursun talebinde bulunuyor. Akacak "kanın şiddeti" sanki onları memnun edecek! Savaş çığlıkları her yanda Fırsatçılar ortada!.. *** Umut yok oldu... Korku her tarafı sardı!.. Savaşın "örtüsünü kaldırın ve saldırın!" diyenler başarılı olursa, Geleceğimiz pek parlak olamaz!.. *** Terör, sadece demokrasiyi, özgürlükleri ve yaşama hakkını yok etmiyor. Ortak aklı ve sağduyu da yok ediyor!.. Tabii bu arada PKK da amacına ulaşıyor. Ülkedeki Kürtlerle Türkleri ayrıştırıyor... Kürtlerin Türkiye Cumhuriyeti ile olan "yurttaşlık" bağlarını gevşetiyor!.. Özellikle gençleri "kışkırtarak" karşılıklı "kini" körüklüyor. Başta DTP olmak üzere, Kürt aydınları bu oyuna gelmemeli. *** Irak'ın toprak bütünlüğüne saygı duyan Türkiye, uzun ve kalıcı kara harekâtı yaparsa bu kanlı bir savaş "nedeni" olmayabilir. Asıl "savaş," o ülkenin toprağında "gözü olan" ,"haksız taleplerde" bulunan ve "Kürtlerin soydaşlarını" öldüren konuma gelindiği takdirde, "Türkiye içinde" çıkacaktır!.. Diğer yandan, İran ve Suriye'nin Türkiye ile birlikte Irak'a karşı harekete geçmesi ABD'nin de devreye girme zorunluluğunu getirecek... Bu durumda Barzani ve Talabani aradığı fırsatı yakalayacak ve " 2.cephe de" burada açılacaktır. " Böyle bir durum sonrası Türkiye'yi düşünmek bile istemem!.. *** Başbakan doğru yapıyor. Diplomasiyi sonuna kadar denemeli. Tehditlere, tahriklere kapılmamalı. Hele hele MHP'nin "savaş çığlıklarına" hiç kulak asmamalı! Daha fazla şehit verecek, ülkeyi yıllarca geriye götürecek "akıldışı" bir hareket yapılmamalı. Bilinmeli ki; teröre karşı aranılan "Meşruiyet", savaş istemekle değil, önce ve sonuna kadar "barışı" korumakla elde edilecektir... Ve asıl terörün "beli", Türkiye'deki tüm farklı kökenli insanlara saygı duyan ve onları mutlu ve zengin yapan.açlık ve işsizlikten kurtaran projelerle kırılacaktır!.. Muhalefet bu konuda "tahrik kar" değil,"yapıcı" olmamalı. Ölmek ve Öldürmek çözüm değil!..
  23. bradost

    galeyan kardeşliği

    Galeyan kardeşliği SİZİ gidi "SMS milliyetçileri" sizi... Savuşmuş mantığınızın ürünü üç beş sersem sloganla her şeyi açıkladığınızı sanmaya devam edin bakalım... Sizi gidi "Youtube *********ı" sizi... Adınızın saklı kalacağından emin olarak ettiğiniz ******** küfürlerle kalleş kalleş takılın bakalım... Sizi gidi "e-mail dünyasının korkusuz kahramanları" sizi... Sınırsız sorumsuz kışkırtıcı cümlelerinizle kardeşlik bağlarına hiç çekinmeden *************... Sizi gidi "facebook mücahitleri" sizi... Artistik fotoğraflarınızın yerine al yıldızlı bayrağı koyarak görev yerine getirilmiştir duygusuyla rahatlayın bakalım... Sizi gidi "fırsatçılar" sizi... Halka bayrak asma çağrıları yaparak galeyandan prestij çıkarmaya çalışın bakalım... Sizi gidi "avantacılar" sizi... Halka bayrak dağıtıp yürüyüş yaptırarak "İşte vatansever bir belediye başkanı" havası basın bakalım... Zaten benim sözüm, sizin gibi fırsatçılara, avantacılara, küfürbazlara değil... Benim sözüm... 27 yıldır bu topraklarda süren "düşük yoğunluklu savaş"a ve verilen onca şehide rağmen... Ne Türk'ün Kürt'e ne de Kürt'ün Türk'e bir tek gün bile "düşman" gözüyle bakmadığı o derin kardeşlik hukukunu gözetip kollama kararlığında olanlaradır. Çünkü... Gün, fırsatçının, avantacının, küfürbazın, düşüncesizin, yükselen dalganın üzerine binmek için, heyecana gelip mantığını kaybetmişin ya da tepki gösterişçisinin günü değildir. Gün, "kardeşlik bayrağı"nı yükseğe, en yükseğe dikme iradesini gösterenlerin günüdür. Durup iki saniye düşünmek bile... Düşmanın asıl hedefinin, bin yıllık kardeşlik bağını darmadağın etmek olduğunu anlamaya yetip de artar... O halde... Tehlikeli bir "galeyan kardeşliği" oluşturmak yerine... "Heyecana kapılıp mantığı savuşturmak" yerine... Dağıtalım bu ****** galeyan halini... Sesimizi yükseltelim... Türk ile Kürt arasındaki o derin hukukun bayrağını yükseğe, en yükseğe dikelim. Ahmet hakan
  24. Kaç gündür terörü bahane eden organize,türkçü,turancı,milliyetçi,ülkücü guruplar,çeşitli şehirlerde kürdlere saldırmış dükkanlar yağmalanmıştır,gece ırkçı türkçü gruplar kimlik kontrolü yapıp kürd ve demokrat vatandaşlarımızı taciz etmişlerdir,bursada bir kürd vatandaşın evi ve arabası yakılmış,muhacır pazarı yağmalanmıştır,ege üniversitesine dışardan ırkçı gruplar getirilmiş öğrenciler taciz edlmiştir,ayvalık,istanbul bursa malatya,erzurum,kuşadasında da kürdlere ve sol partilere saldırılmış talan edilmiştir,devletin derhal tedbir alması,ırkçı,türkçü,turancı,ülkücü gruplara pkk yla aynı muameleyi göstermesi bir varlık sorunu haline gelmiştir,saydığım bu gruplar son olaylardan çok önce organize olmuşlardır,gencecik asker cenazelerini kürdlere,sol ve sosyalistlere demokratlara saldırı aracı haline getirmişlerdir.
  25. kütçü eşittir türkçü
×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.