Zıplanacak içerik

bradost

Φ Üyeler
  • Katılım

  • Son Ziyaret

bradost tarafından postalanan herşey

  1. ben sadece sizin durduğunuz yerden bakmaya çalıştım,durduğunuz yerde bile ciddi mantık hataları yapıyorsunuz veya durduğunuz yeri bile algılayamıyorsunuz.saygılarımla
  2. bradost şurada cevap verdi: bradost başlık Güncel Konular
    bu kini toplumdan uzaklaştırmak lazım.
  3. Önsöz İnsanlık ailesinin bütün üyelerinde bulunan haysiyetin ve bunların eşit ve devir kabul etmez haklarının tanınması hususunun, hürriyetin, adaletin ve dünya barışının temeli olmasına, İnsan haklarının tanınmaması ve hor görülmesinin insanlık vicdanını isyana sevkeden vahşiliklere sebep olmuş bulunmasına, dehşetten ve yoksulluktan kurtulmuş insanların, içinde söz ve inanma hürriyetlerine sahip olacakları bir dünyanın kurulması en yüksek amaçları oralak ilan edilmiş bulunmasına, İnsanin zulüm ve baskıya karşı son çare olarak ayaklanmaya mecbur kalmaması için insan haklarının bir hukuk rejimi ile korunmasının esaslı bir zaruret olmasına, Uluslararasında dostça ilişkiler geliştirilmesini teşvik etmenin esaslı bir zaruret olmasına, Birleşmiş Milletler halklarının, Antlaşmada, insanın ana haklarına, insan şahsının haysiyet ve değerine, erkek ve kadınların eşitliğine olan imanlarını bir kere daha ilan etmiş olmalarına ve sosyal ilerlemeyi kolaylaştırmaya, daha geniş bir hürriyet içerisinde daha iyi hayat şartları kurmaya karar verdiklerini beyan etmiş bulunmalarına, Üye devletlerin, Birleşmiş Milletler Teşkilatı ile işbirliği ederek insan haklarına ve ana hürriyetlerine bütün dünyada gerçekten saygı gösterilmesinin teminini taahhüt etmiş olmalarına, Bu haklar ve hürriyetlerin herkesçe aynı şekilde anlaşılmasının yukarıdaki taahhüdün yerine getirilmesi için son derece önemli bulunmasına göre, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, İnsanlık topluluğunun bütün fertleriyle uzuvlarının bu beyannameyi daima gözönünde tutarak öğretim ve eğitim yoluyla bu haklar ve hürriyetlere saygıyı geliştirmeye, gittikçe artan milli ve milletlerarası tedbirlerle gerek bizzat üye devletler ahalisi gerekse bu devletlerin idaresi altındaki ülkeler ahalisi arasında bu hakların dünyaca fiilen tanınmasını ve tatbik edilmesini sağlamaya gayret etmeleri amacıyla bütün halklar ve milletler için ulaşılacak ortak ideal olarak işbu İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’ni ilan eder. Madde 1 Bütün insanlar hür, haysiyet ve haklar bakımından eşit doğarlar. Akıl ve vicdana sahiptirler ve birbirlerine karşı kardeşlik zihniyeti ile hareket etmelidirler. Madde 2 Herkes, ırk, renk, cinsiyet, dil, din, siyasi veya diğer herhangi bir akide, milli veya içtimai menşe, servet, doğuş veya herhangi diğer bir fark gözetilmeksizin işbu Beyanname’de ilan olunan tekmil haklardan ve bütün hürriyetlerden istifade edebilir. Bundan başka, bağımsız memleket uyruğu olsun, vesayet altında bulunan, gayri muhtar veya sair bir egemenlik kayıtlamasına tabi ülke uyruğu olsun, bir şahıs hakkında, uyruğu bulunduğu memleket veya ülkenin siyasi, hukuki veya milletlerarası statüsü bakımından hiçbir ayrılık gözetilmeyecektir. Madde 3 Yaşamak, hürriyet ve kişi emniyeti her ferdin hakkıdır. Madde 4 Hiç kimse kölelik veya kulluk altında bulundurulamaz; kölelik ve köle ticareti her türlü şekliyle yasaktır. Madde 5 Hiç kimse işkenceye, zalimane, gayriinsani, haysiyet kırıcı cezalara veya muamelelere tabi tutulamaz. Madde 6 Herkes her nerede olursa olsun hukuk kişiliğinin tanınması hakkını haizdir. Madde 7 Kanun önünde herkes eşittir ve farksız olarak kanunun eşit korumasından istifade hakkını haizdir. Herkesin işbu Beyanname’ye aykırı her türlü ayırdedici mualeleye karşı ve böyle bir ayırdedici muamele için yapılacak her türlü kışkırtmaya karşı eşit korunma hakkı vardır. Madde 8 Her şahsın kendine anayasa veya kanun ile tanınan ana haklara aykırı muamelelere karşı fiilli netice verecek şekilde milli mahkemelere müracaat hakkı vardır. Madde 9 Hiç kimse keyfi olarak tutuklanamaz, alıkonulanamaz veya sürülemez. Madde 10 Herkes, haklarının, vecibelerinin veya kendisine karşı cezai mahiyette herhangi bir isnadın tespitinde, tam bir eşitlikle, davasının bağımsız ve tarafsız bir mahkeme tarafından adil bir şekilde ve açık olarak görülmesi hakkına sahiptir. Madde 11 Bir suç işlemekten sanık herkes, savunması için kendisine gerekli bütün tertibatın sağlanmış bulunduğu açık bir yargılama ile kanunen suçlu olduğu tespit edilmedikçe masum sayılır. Hiç kimse işlendikleri sırada milli veya milletlerarası hukuka göre suç teşkil etmeyen fiillerden veya ihmallerden ötürü mahkum edilemez. Bunun gibi, suçun işlendiği sırada uygulanabilecek olan cezadan daha şiddetli bir ceza verilemez. Madde 12 Hiç kimse özel hayatı, ailesi, meskeni veya yazışması hususlarında keyfi karışmalara, şeref ve şöhretine karşı tecavüzlere maruz bırakılamaz. Herkesin bu karışma ve tecavüzlere karşı kanun ile korunmaya hakkı vardır. Madde 13 Herkes herhangi bir devletin sınırları dahilinde serbestçe dolaşma ve yerleşme hakkına haizdir. Herkes, kendi memleketi de dahil, herhangi bir memleketi terketmek ve memleketine dönmek hakkına haizdir. Madde 14 Herkes zulüm karşısında başka memleketlerden mülteci olarak kabulü talep etmek ve memleketler tarafından mülteci muamelesi görmek hakkını haizdir. Bu hak, gerçekten adi bir cürüme veya Birleşmiş Milletler prensip ve amaçlarına aykırı faaliyetlere müstenit kovuşturmalar halinde ileri sürülemez. Madde 15 Her ferdin bir uyrukluk hakkı vardır. Hiç kimse keyfi olarak uyrukluğundan ve uyrukluğunu değiştirmek hakkından mahrum edilemez. Madde 16 Evlilik çağına varan her erkek ve kadın, ırk, uyrukluk veya din bakımından hiçbir kısıtlamaya tabi olmaksızın evlenmek ve aile kurmak hakkına haizdir. Her erkek ve kadın evlenme konusunda, evlilik süresince ve evliliğin sona ermesinde eşit hakları haizdir. Evlenme akdi ancak müstakbel eşlerin serbest ve tam rızasıyla yapılır. Aile, cemiyetin tabii ve temel unsurudur, cemiyet ve devlet tarafından korunmak hakkını haizdir. Madde 17 Her şahıs tek başına veya başkalarıyla birlikte mal ve mülk sahibi olmak hakkını haizdir. Hiç kimse keyfi olarak mal ve mülkünden mahrum edilemez. Madde 18 Her şahsın, fikir, vicdan ve din hürriyetine hakkı vardır; bu hak, din veya kanaat değiştirmek hürriyeti, dinini veya kanaatini tek başına veya topluca, açık olarak veya özel surette, öğretim, tatbikat, ibadet ve ayinlerle izhar etmek hürriyetini içerir. Madde 19 Her ferdin fikir ve fikirlerini açıklamak hürriyetine hakkı vardır. Bu hak fikirlerinden ötürü rahatsız edilmemek, memleket sınırları mevzubahis olmaksızın malümat ve fikirleri her vasıta ile aramak, elde etmek veya yaymak hakkını içerir. Madde 20 Her şahıs saldırısız toplanma ve dernek kurma ve derneğe katılma serbestisine maliktir. Hiç kimse bir derneğe mensup olmaya zorlanamaz. Madde 21 Her şahıs, doğrudan doğruya veya serbestçe seçilmiş temsilciler vasıtasıyla, memleketin kamu işleri yönetimine katılmak hakkını haizdir. Her şahıs memleketin kamu hizmetlerine eşitlikle girme hakkını haizdir. Halkın iradesi kamu otoritesinin esasıdır; bu irade, gizli şekilde veya serbestliği sağlayacak muadil bir usul ile cereyan edecek, genel ve eşit oy verme yoluyla yapılacak olan devri ve dürüst seçimlerle ifade edilir. Madde 22 Her şahsın, cemiyetin bir üyesi olmak itibariyle, sosyal güvenliğe hakkı vardır; haysiyeti için ve şahsiyetinin serbestçe gelişmesi için zaruri olan ekonomik, sosyal ve kültürel hakların milli gayret ve milletlerarası işbirliği yoluyla ve her devletin teşkilatı ve kaynaklarıyla mütenasip olarak gerçekleştirilmesine hakkı vardır. Madde 23 Her şahsın çalışmaya, işini serbestçe seçmeye, adil ve elverişli çalışma şartlarına ve işsizlikten korunmaya hakkı vardır. Herkesin, hiçbir fark gözetilmeksizin, eşit iş karşılığında eşit ücrete hakkı vardır. Çalışan her kimsenin kendisine ve ailesine insanlık haysiyetine uygun bir yaşayış sağlayan ve gerekirse her türlü sosyal koruma vasıtalarıyla da tamamlanan adil ve elverişli bir ücrete hakkı vardır. Herkesin menfaatlerinin korunmasi için sendikalar kurmaya ve bunlara katılmaya hakkı vardır. Madde 24 Her şahsın dinlenmeye, eğlenmeye, bilhassa çalışma müddetinin makul surette sınırlandırılmasına ve muayyen devrelerde ücretli tatillere hakkı vardır. Madde 25 Her şahsın, gerek kendisi gerekse ailesi için, yiyecek, giyim, mesken, tıbbi bakım, gerekli sosyal hizmetler dahil olmak üzere sağlığı ve refahını temin edecek uygun bir hayat seviyesine ve işsizlik, hastalık, sakatlık, dulluk, ihtiyarlık veya geçim imkânlarından iradesi dışında mahrum bırakacak diğer hallerde güvenliğe hakkı vardır. Ana ve çocuk özel ihtimam ve yardım görmek hakkını haizdir. Bütün çocuklar, evlilik içinde veya dışında doğsunlar, aynı sosyal korunmadan faydalanırlar. Madde 26 Her şahsın öğrenim hakkı vardır. Öğrenim hiç olmazsa ilk ve temel safhalarında parasızdır. İlköğretim mecburidir. Teknik ve mesleki öğretimden herkes istifade edebilmelidir. Yüksek öğretim, liyakatlerine göre herkese tam eşitlikle açık olmalıdır. Öğretim insan şahsiyetinin tam gelişmesini ve insan haklarıyla ana hürriyetlerine saygının kuvvetlenmesini hedef almalıdır. Öğretim bütün milletler, ırk ve din grupları arasında anlayış, hoşgörü ve dostluğu teşvik etmeli ve Birleşmiş Milletler’in barışın idamesi yolundaki çalışmalarını geliştirmelidir. Ana baba, çocuklarına verilecek eğitim türünü seçmek hakkını öncelikle haizdirler. Madde 27 Herkes, topluluğun kültürel faaliyetine serbestçe katılmak, güzel sanatları tatmak, ilim sahasındaki ilerleyişe iştirak etmek ve bundan faydalanmak hakkını haizdir. Herkesin yarattığı, her türlü bilim, edebiyat veya sanat eserlerinden mütevellit manevi ve maddi menfaatlerin korunmasına hakkı vardır. Madde 28 Herkesin, işbu Beyanname’de derpiş edilen hak ve hürriyetlerin tam tatbikini sağlayacak bir sosyal ve milletlerarası nizama hakkı vardır. Madde 29 Her şahsın, şahsiyetinin serbest ve tam gelişmesi ancak bir topluluk içinde mümkündür ve şahsın bu topluluğa karşı görevleri vardır. Herkes, haklarının ve hürriyetlerinin kullanılmasında, sadece, başkalarının haklarının ve hürriyetlerinin gereğince tanınması ve bunlara saygı gösterilmesi amacıyla ve ancak demokratik bir cemiyette ahlâkın, kamu düzeninin ve genel refahın haklı icaplarını yerine getirmek maksadıyla kanunla belirlenmiş sınırlamalara tabi tutulabilir. Bu hak ve hürriyetler hiçbir veçhile Birleşmiş Milletler’in amaç ve prensiplerine aykırı olarak kullanılamaz. Madde 30 İşbu Beyanname’nin hiçbir hükmü, herhangi bir devlete, zümreye ya da ferde, bu Beyanname’de ilan olunan hak ve hürriyetleri yoketmeye yönelik bir faaliyete girişme ya da eylemde bulunma hakkını verir şekilde yorumlanamaz
  4. Türbanlaşma-Çeteleşme Türkiye, döneminde en fazla ‘faili meçhul cinayet’ işlenmiş bir Emniyet Genel Müdürü’nü bakan yapmış bir ülke. K.Maraş katliamı sırasında emniyet amiri olan bürokratı da uzun süre içişleri bakanlığı koltuğunda gördük. Bir hukuk devletinde bunun tam tersi olması gerekmez mi?O halde...Eşelendiğinde ardından resmi bir karanlığın bulunduğu skandallara adı karışanın aralıksız yükselmesi nasıl oluyor? * * * ‘Hukuku değil, devleti tutarım’ diyenlerin yargı mekanizmasında rahatlıkla yer bulduğu bir ülkede... ‘Devleti hukuksal olarak örgütlenmiş bir hizmet örgütü’ olmaktan ziyade, ‘silahlı bir güç’ olarak görme eğiliminin üstelik de hukukçular arasında yaygın olduğu bir ülkede... Belki buna şaşana şaşıyorlardır. Üstelik bir de İttihat ve Terakki geleneği var. ‘Hukukun üstünlüğünü’, ‘vatanseverliğin’ karşıtı sanan, bu nedenle de Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküp gitmesine neden olan zorba anlayış. Kimin, nasıl ve neden belirlediği belli olmayan bir ölçüyle, şiddet uygulamayı ‘ vatanseverlik’ sanma ve yargının yerine kendini koyma alışkanlığı... Bu nedir? Bu sapına kadar çeteleşmedir... * * * Malatya’da zirve yapmış bir psikopat vahşetin kurbanı olan insanlar ve olay deşildikçe ortaya çıkan büyük ve ürkütücü karanlık, ‘laiklerin’ çok ilgisini çekmiyor galiba? O katliamda devlet içi çeteleşme işaretlerinin hepsi var. Ama gel gör ki... Bu çeteleşmenin en birinci sanığının... Hastanedeki günlerindeki ziyaret kayıtları konusu karanlıkta. Malatya Emniyet Müdürü ‘kayıtlar silinmedi’ derken, Kaçakçılık ve Organize Suçlarla Mücadele Şubesi, savcılığa gönderdiği resmi yazıda kayıtların silindiğini belirtiyor. Taraf Gazetesi, ‘sanık tedavi süresince hiç konuşmadı’ ifadesinin de doğru olmadığını ileri sürüyor... Bir polis memuru, Malatya Katliamı’nın bir numaralı sanığının 50. numaralı kasette susturulduğunun görüldüğünü söylemekte. * * * Çeteleşme... Devlet içinde yuva yapmış çeteler... Devleti ve toplumu orman yasalarına mahkum eden bir çürüme... Türban konusu kadar ilgi çekmiyor galiba? Türbanlaşma konusundaki çelişkili rakamlar polemiği hızla sürüyor. Keşke onunla birlikte çeteleşmeyi de ilk plana alsak, Malatya üzerindeki kanlı tül perdesini hep beraberce kaldırmaya sıvansak, hukuk devletinin pekişmesine yardımcı olsak... * * * Bunu yapmamız... Hukuk devletini... Demokrasiyi... Ve demokratikleşmeyi yerli yerine oturtmamız halinde... Acaba ‘türbanlaşma’ ya da ‘muhafazakarlaşma’ korkusu kalır mı? Toplumun eğilimlerinin ne olduğu değil, bunun ‘demokratikleşmeyle’ çelişip çelişmediği önemli. Farklı yaşam çeşitlerinin... Farklı düşüncelerin varlığının... Güvencesi hukuk... Ve demokratikleşmedir. İçki içmeyen... Kapanan... Batılı yaşam tarzından hoşlanmayan bir irade... Kamuya ait ele geçirdiği bir yeri sadece ve sadece kendi anlayışıyla yönetmeye kalkarsa ya da kendinden başkasına yaşam hakkı tanımayan bir bağnazlığı topluma dayatırsa... Orada sorun nedir? Muhafazakarlaşma mı, demokratikleşme mi? ‘Öteki’nin hak ve hukukuna yapılan saygısızlığa karşı çıkmayan bir ülke çürür... Hukuksuzlaşır çünkü. Zaten temel sorun da hukuksuzluktur bu ülkede. Onun için, korkulması gereken de hukuksuzluğun yaygınlaşmasıdır. * * * Türbanlaşma tartışması yerine... Dört nala çeteleşmenin üstüne gitmek... Muhafazakarlaşmanın, demokratikleşmenin önünü kesecek bir tehdide dönüşmesi ihtimalini de önler. Hukuk var ise, ‘öteki’ de sere serpe var olacak demektir çünkü... Hukuk var ise demokrasi de var demektir çünkü. * * * Çeteleşmeyi yok sayarak, sadece çelişkili rakamlar eşliğinde ‘türbanlaşmayı’ konuşmak, gerçek bir hukuk devleti ve demokratik bir toplum arayışına ne kadar yakındır, ne kadar samimidir? 8 Aralık 2007, Cumartesi [email protected]
  5. “Zor spas”: çok teşekkürler Beyaz Türk ırkçılığının artık giderek sıradanlaşmaya başlayan hezeyanlarının yeni bir örneğini, Birgün gazetesinde Mithat Sancar’ın, “Türkiye’den Irkçılık Manzaraları: İzmir’in Mardinlileri” başlıklı yazısından öğrendim. Sancar, Hikmet Çetinkaya’nın 30 Kasım 2007 tarihli Cumhuriyet gazetesindeki köşe yazısında okumuş bu son cevheri... Çetinkaya şöyle yazmış: “İzmir Konak Belediye Meclisi’nde meclis üyelerinin çoğunluğu Mardinli... İzmir’de Mardinliler Konak’ı işgal etmiş. Dönerciler, kokoreççiler o güzelim Halit Ziya Bulvarı’nın içine etmişler... Bir süre önce İzmir’de o çirkin görüntüleri görünce çok üzüldüm... O güzelim kent giderek İzmirlilerden uzaklaşıyordu...” Bir de bir zamandır beyaz Türk ırkçılığının klasikleri arasına girmiş olan ve kendisine yakıştırdığı isimle tam bir mizah örneği sunan “Türk Solu” dergisinin en son performansı çıkmış piyasaya; “Alışverişimi Türk’ten yapıyorum, param PKK’ya gitmiyor” yazılı rozetler dağıtmaya başlamış bu derginin promosyon sorumluları... Daha önce de çeşitli zamanlarda “Kürt yemekleri yemeyin”, “Kürt müziği dinlemeyin” gibi bildiriler yayınlayan bu grup, bu rozet kampanyasını desteklemek için sarılmışlar gene kaleme, kağıda ve bir yandan “Hiçbir yerde Türkçeden başka dil kullanmamalıyız, kullananlara da taviz vermemeliyiz” derken, diğer yandan “Türk’üm diyen herkesin önündeki en acil milli ve devrimci görev”in özellikle ekonomide olduğunu, “düşmana” karşı verilecek temel savaşın bu alanda olduğunu yazmışlar. Yani bu “devrimci ekonomik mücadele doktrini” temel olarak “alışverişlerimizi Türklerden yapmak – Kürtlerden yapmamak” gibi oldukça tekamül etmiş, derin bir tefekkür ürünü olan bir prensibe dayanıyor. Aslına bakılırsa, inşaatında Kürt işçilerin çalıştığı binalarda oturmamak, mutfaklarında Kürt aşçı ve yamakların çalıştığı lokantalarda yemek yememek gibi yeni faaliyetlerin de gerekliliği ortaya çıkıyor. Bu yüzden her lokantanın ya da binanın kapısında şu türden bir tabela olmalı mesela: “Bu binanın inşaatında / yemeklerin pişirilmesinde Kürtler çalışmıştır / ya da çalışmamıştır” gibi... Ya da kapıya yedi göbekten etnik köken şeceresini gösteren bir belge konmalı mesela... Buruşmayacak şekilde, bir şeffaf naylon dosya içine güzelce konulursa iyi olur; güneşte solmaz, yağmurda erimez... Ama bu yedi göbek nasıl bulunur ve ispatlanır, onu bilemem... Tabii, başka seçenekler de gündeme gelebilir; mesela çoluk çocuk bütün Kürtlerin göğüslerinin üzerine –bir zamanlar Yahudiler için uygulandığı gibi- sarı bir yıldız (ya da daha yaratıcı bir işaret) konulabilir... Bu doktrin çerçevesinde, savaşa katılacak olan “ekonomi devrimcilerinin” Mardin’e falan da asla gitmemeleri gerekir; çünkü orası bildiğiniz gibi Mardinli kaynayan bir şehirdir ve lokantalarında bol miktarda Mardinli çalışmaktadır; tabii ki binalar, oteller de Mardinliler tarafından inşa edilmiştir. Bu Mardinliler ise Kürt ve Arap gibi “Türk olmayan” her tür insan olabilir... Yani bu durumda “Türk olmayan” bir ekonomiye çok büyük bir hizmet edilmiş olunur... Yani mazallah! Neyse, “Mardinlilerin çirkinliklerini”, “Kürt yemekleri ve müziklerini” dert edinenler, verdikleri mücadelenin ayrıntılarını düşünedursunlar; artık beyaz Türk ırkçılığı gizlenmeye, lafı dolaştırmaya gerek duymuyor; samimi, dürüst bir şekilde içini dışarıya açıyor... Yani “içi dışı bir” artık. Bu tabii ki çok hayırlı bir gelişme. Özellikle bu memleketi zihinlerinde bölmüş olanların bölücülüklerinin böyle ortaya serilmesi, açıkça bilinmesi, onların böldüklerini nasıl birleştirmemiz gerektiği hakkında da ipuçları veriyor. Birleştirmenin ipuçları, adını “Kürdistan” olarak telaffuz etmekten korktuğumuz, bir iç tüketim malzemesi olarak varlığı “tehlike” olarak ilan edilip, kriz nedeni olarak tüketilen “Kuzey Irak”tan geliyor mesela... Geçtiğimiz günlerde yaşadım böyle bir deneyimi... Irak’ın kuzeyindeki Kürdistan bölgesinde... Beyaz Türk ırkçılığının bir başka “tehlike” olarak adlandırdığı Fethullah Gülen hareketinin okullarını ve bölgeyi biraz olsun yakından görmek maksadıyla gittiğim Erbil ve Kerkük’te... Kuzey Irak’ta 1994’ten bu yana faaliyet gösteren Feza Eğitim Kurumları’na bağlı 7 okul bulunuyor. Bu okullarda Kürt, Türkmen, Arap, Keldani, Asuri; Müslüman ve Hıristiyan öğrenciler okuyorlar. Türkçe, İngilizce, Kürtçe ve Arapça dillerini öğreniyorlar... Dile kolay; dört dil öğreniyorlar, dört dilde birbirlerini anlıyorlar... Türkçe, Kürtçe, Arapça dillerinde birbirlerinin şarkılarını söylüyorlar; birbirlerinin halkoyunlarını oynuyorlar... “Koskoca Türkiye”nin beyaz ırkçılarının hem korkuyla hem aşağılayarak baktıkları “Kürdistan”da, Türkiye kökenli okullar verdikleri barış mesajına cevap buluyorlar. “Küçücük Kürdistan”da, bütün iç gerilimlere ve çatışma potansiyeline rağmen, bölünmeye karşı, “bir arada yaşayarak, içiçe geçerek” nasıl durulacağının mütevazı dersi veriliyor. Kürdistan bölgesi için o topraklarda Kürtlerin, Türklerin, Arapların, Asurluların, Keldanilerin bulunması zenginlik yaratıyor... Aynı Türkiye’de Türkler, Kürtler, Ermeniler, Çerkesler ve içiçe geçmiş daha bir çok kültürün olmasının yarattığı zenginlik gibi... Beyaz Türk ırkçıları anlamasalar bile, savaş açsalar ve bölseler de, insanlar aslında burada da iletişim kurarak birbirlerini tanıyorlar ve kalplerinde çoğalıyorlar. Orada veya burada, “sınır”lı milliyetçiliklerin ve onların en uç tezahürü olarak ırkçılığın tersine, çok daha evrensel bir mesaj dolaşıyor. Bu durumda, bu evrensel mesajın yaşamasında varlıklarıyla destek verenlere, bizim zihnimizin pencerelerinin, sınırlarının açılmasını sağlayanlara savaş açmak değil; teşekkür etmek gerekir. Hiç olmazsa onların dillerinden bir şeyler öğrenerek, mesela Kürtçe “zor spas” diyerek, çok teşekkür ederek... 6 Aralık 2007, Perşembe
  6. Medyanın eğitimli toplumlarda fazla bir ederi yoktu,ancak eğitim düzeyi düşük toplumlarda bir silah olarak kullanılabilir ve çok yanlış sonuçlara yol açabilir.
  7. Yukardaki başlığımın amacı,toplumda problem çözüm yetisinin gelişmesidir,tabik başlıktan hareketle suçl sadece baykal ve bahçeli değildir,bu günkü siyasal duruşlarının yirmi yıl öncesini hatılatmasıdır onları konu edinmem.
  8. Daha önce devletin pkk ya karşı kurup kolladığı hizbullahın kontrolden çıkıp mezar evler oluşturması ve sonuçta emniyet müdürü gaffar okanı katletmesine kadar varan süreci hepimiz hatırlıyoruz,unutmadık. Şimdi ise çok daha tehlikeli bir süreç destekleniyor,hemen hemen batını bütün gecekondu semtlerinde başta nakşi tarikatı olmak üzere onlarca tarikata çalışma alanı sağlanmış olup,bunların hadep in güçlü olduğu mahallerde açtıkları vakıf ve dernek türü yapıları finanse edilmektedir. buralarda verilen dini eğitim gerici,şeyhine bağlılığı temel alan islamın sorgulayıcı mantık yapısından uzak tamamiyle kul yetiştirmeye dayalıdır,müritler demokrasiyi cumhuriyeti redde dayalı bir bilincle eğitilip,o günü beklemektedirler,katıdırlar,dönüşümleri oldukça güçtür. Kürd siyasi hareketlerinin içinde bağımsızlıkçılardan tutunda dünya kürdlerinin birliğini savunan milliyeçi gruplar mevcuttur fakat tabandan yoksun bu hareketlerin ciddi bir şansı yoktur,dtp ise sosyal demokrat ve hatta sosyalist fikir yapılarını içinde barındırdığından,birliği savunduğu için türkiyedeki egemen siyasal güçler dışında,milliyeçi kürd gruplarında hedefindedir,öteki kürd parti ve grupları gördükten sonra,dtp kürdler için bir şansmış gibi görünmektedir. Devletin çok daha akılcı ve demokratik davranıp tarikatların yarın zaptedilemeyeceğini hesaba katması lazımdır,kürdlere demokratik birlik içinde taleplerine akılcı çözümler getirmesi lazımdır,kürdlerin kendilerini demokratik ifadelerinin önü açılmalı,tarikatlere teslim olmaları için yapılan ekonomik,siyasal çalışmalara son verilmelidir. sosyal demokrat veya veya sosyalist bir kürdle çok rahat konuşulabilir,ancak milliyetçi veya ***** tarikatçı bir kürdle hiçbir sorunu konuşamazsınız,şeyh izin vermez.
  9. Atatürk türkiye cumhuriyetini kurarken,şimdiki siyasi,milliyetçi, görmeyenleri görmüş olacakki ta o günlerde etnik vurgu yapmadan türklük kavramına açıklık getirmiştir,türkiye cumhuriyetini kuran türkiye halkına(türk,kürd,laz,çerkes, vs)türk denir demiştir.Türklüklük cümle içinde hem bir etnik tanımdır hemde ulusal bir yelpazeyi açıklar,etnik tanım ulusal tanımın önüne geçtiği an çu an içinden çıkılamayan durumlara sebebiyet verir. Bir kürdün veya başka etnik bir gurubun kendini bu geniş türklük yelpazesi içinde ifade etmesine müsade etmez,türklük tanımını etnik algılar ve bunun içine dünyadaki diğer türki etnisiteleri katarsanız,türkiye halkı,kategorisindeki diğer unsurlara düşmanca ve yabancılaştırıcı yaklaşırsanız,baştan yanlışın oluşturduğu sorunlara çare bulamaz,etnik yalnızlığa savrulur,atatürkün oluşturduğu o muntazam renkli direniş mantığını çözemez,dar bir milliyetçiliğin içinde boğulursunuz.
  10. bradost şurada cevap verdi: bradost başlık Güncel Konular
    insan haklarını ayaklar altında olduğu bu günlerde hrant dink malatya hadiselerinde bizzat devlet yetkilileri yer alırken hala vatan millet sakarya komedisiyle olaylarin üstünü örtmek isteyen arkadaşlar,ülkemizdeki anti demokratik davranışlara kirli ilişkilerede ses çıkarın,net olun.
  11. burayı vatan bilmek gerek vatan bir toprak parçasından ibaret değildir,üzerinde yaşayanlarla birşey ifade eder,işte bütün mesele orta asyayı vatan belleyen bir avuç insanın,hala bu vatanı özümseyememesinden kaynaklı sancılardır hastalığımızı ağırlaştıran,gecekondu mantığı yurdu özümseyememekten kaynaklıdır.
  12. bradost şurada cevap verdi: bradost başlık Güncel Konular
    Çağdaş demokrasilerin kendilerini koruma güdüleri vardır hiçbir demokrasi kendi içinde kendini şiddetle yok edecek fikirlere müsade etmez,şiddeti teşvik eden,şiddeti öneren,nefreti ön plana çıkaran hareketler engellenmelidir,malatya yayın evi katliamındaki ideolojik zihniyetei dehşetle izliyoruz.
  13. sayın arkadaşım,söze çatışma istemiyoruz diye çıkmışsınız,tabiki ölüm hiçbir insanın istemeyeceği bir şeydir,ancak sonunda kalsik ırkçı ve kürdleri reddeden sözlerle devam edişiniz aslında kardeşlik isteminizin kürdlerin yokluğuna dayandığını ortaya koymaktadır,bu söylem yıllarca ırkçılar tarafından söylenmiş ve bizzat onlar tarafından yalan olduğu beyan edilmiştir,kürdlerin kökeni ile ilgili bilimsel kanıt sunma gereği bile duymuyorum,ırkçılar hariç bütün dünya kürdlerin varlığı ve kökeni ile ilgili bilgiye sahiptir,kürdlerin antik dönemdeki varlıkları,bizzat mezopotamyaya sefer yapılan eski yunan komutanları tarafından yazılmıştır,orhun yazıtları bile bu tarihten 2500 yıl sonra yazılmıştır,mesele aynı kökene sahip olma değildir,kaldıki bu milliyetçi ve ırkçı,tekçi furya ister istemez yok olacaktır,hangi millete mensup olursa olsun ırka dayalı hesaplar boştur,bilim gelecekte kültürlerin ve etnik yapıların karma evllilik kültürel etkilenmeler sonucunda yok olacağından söz etmektedir,bu doğal sonuçtrur. insanlar kendilerini hangi köke ait hissediyorlarsa etsinler,kökenleri ister uydurma olsun ister yeni icad olsun bu onların kendilerini ifade etme biçimidir. bizim sorunumuz ülkemizde yakıcı bir hal alan sorunların tesbitinde karşıtımızı dinlemek ve onun adına karar vermemekle mümkündür.
  14. bradost şurada cevap verdi: Efendi Türkler başlık Güncel Konular
    Bu yurdun kahraman evladı deniz,senin darağacında haykırdığın,kürd ve türk halklarının kardeşilği şiarını hala göremeyenler var,onlara demokratik haklarını çok görenler var,ve bu şoven linc kampanyasının mimarları,**********,kampüslerde sana saldıranların,kardeşleri,yeğenleri dahada pervasızlaşıyor,buramda yaşıyorsun.
  15. bradost şurada bir başlık gönderdi: Güncel Konular
    1970 Yıllarda devrimci sosyalist gençler mhp kapatılsın diye yürürlerdi,duvarlarda o sloganlar hala var,dtp nin kapatılma gerekçelerini görünce,bunun mhp nin de başına gelebilme ihtimalini düşündüm,işte sebeplerim,ülkücü çeteler,susurluk dahil ülkemizde bulunan çetelerin çoğu,bu siyasi ideolojiden beslenmişlerdir,hrant dinkin katili,malatya cinayet,aynı zihniyet,ilkokul,liselerde şiddet ,üniversitedeki her saldırı bu siyasi,projeden çıkıyor ve en tehlikelisi herhangi bir olayda mhp yönetimi teşkilatlarına sağduyulu olma talimatı veriyor,ya bu talimat verilmese ne olur,bir partinin,devleti tehdit edecek seviyede,kurumlara sahip olması,hoşgörülebilinirmi?bir parti başka bir ülkedeki(azerbaycan)yönetimi(haydar aliyevi) devirmek için darbe yapabilirmi,kapatılmak için daha ne sebeplere sahip olunmalı.
  16. bradost şurada cevap verdi: hasan17 başlık Güncel Konular
    (Tarafsan tarih seni yanıltabilir) bir başka barzani Irak Kürdistan Demokrat Partisi (IKDP) lideri Mesut Barzani tarafından kaleme alınan “Barzani ve Kürt Ulusal Hareketi” isimli iki ciltlik kitapta yer alan bilgilere göre, Ermenilerle birlikte Osmanlı askerine kurşun sıkan “Barzani Kuvvetleri” içinde Mesut Barzani’nin babası Molla Mustafa Barzani bizatihi rol almış. Mustafa Barzani’nin babası Şeyh Muhammed ölünce oğlu Şeyh Abdulselam hem şeyhlik hem de liderlik postuna oturur. Osmanlı’ya isyan edip bölücülük yaptığı gerekçesiyle Abdulselam Barzani 1914’te Musul’da idam edilir. Abdulselam’dan boşalan şeyhlik postuna Şeyh Ahmet otururken, askerî ve siyasi liderliğe ise Molla Mustafa Barzani getirilir. Bu sırada Ermenilerin Van’da başlattığı isyanlar sonrası Osmanlı Devleti ‘tehcir’ kanununu devreye sokup sakıncalı Ermenileri göç ettirmeye başlar. Bir kısım Ermeniler Osmanlı tarafından kıyıma uğradıklarını ileri sürer. Ermenilerin önde gelenlerinden Antranik Paşa, Şeyh Ahmet’e bir mektup göndererek yardım ister. Barzaninin tehcirdeki ermenilere yardımı Yardım talebi Barzani ailesinden büyük destek görür. Mesut Barzani, kitabında, babasının ağzından Barzani-Ermeni işbirliğini şöyle aktarıyor: “Şeyh Ahmet, başlarında Veli Bey ile silahlı 200 kişiyi Antranik’in yardımına gönderdi. Ben de Veli Bey’in liderliğindeki silahlı grubun içindeydim. Ermenilere yardım etmek için harekete geçtik. Reykan ve Hormari gibi aşiretlerin bölgesinden geçtiğimiz sırada bize ‘Nereye gidiyorsunuz?’ diye sorduklarında, ‘Ermenileri vurmaya gidiyoruz.’ diyorduk. Çünkü maalesef Türk hükümeti, bu olayın Müslümanlarla Hıristiyanlar arasında bir savaş olduğuna ve Türk hükümeti’nin İslam adına savaştığına bunları inandırmıştı. Biz Ermenilere yardım ettik ve onları Suriye’ye kadar götürdük. Kurtardığımız aileler arasında Antranik Paşa’nın ailesi de vardı. Ermenilere yardım ederken Türk ordusu ile girdiğimiz çatışmalarda 14 şehit vermiştik.” Olayı aktaran Mesut Barzani, babasının 1978’de Washington’da Antranik Paşa’nın torunu ile bir markette karşılaşmasını tarihî bir rastlantı olarak anlatıyor. Mesut Barzani, ailesinin tarihini anlatırken 1931’deki Barzani ayaklanmasını başlangıç noktası olarak alıyor. Rusya macerası anlatıldıktan sonra Baas rejiminin Mustafa Barzani’ye suikast düzenlediği de aktarılıyor. 29 Eylül 1971’de suikastten Barzani’nin kıl payı kurtulduğu dile getiriliyor. Kitapta, IKDP’nin suikastı savaş nedeni saydığı ancak Mustafa Barzani’nin buna karşı çıktığı, “Eğer savaşmamız gerekiyorsa Kerkük için savaşırız.” dediği belirtiliyor. Barzanilerin Kerkük sevdasının günümüzle sınırlı olmadığı, geçmişe dayandığı da ortaya çıkıyor böylece. Peşmergelerin 1975’te Kerkük’e hâkim olmak için Irak ordusuna karşı savaştıkları, kitapta önemli bir ayrıntı olarak zikrediliyor. Mesut Barzani, Kuzey Irak’taki Kürt hareketini merkeze ailesini koyarak anlatırken sır sayılabilecek bazı konuları da deşifre ediyor. Kendilerine yönelik saldırılara misillemede bulunmak için dönemin Musul Valisi Hayrullah Talaf’ın evini bombalamak için plan yaptıklarını ancak babasının buna karşı çıktığını belirtiyor. Mesut Barzani bu konuyu şöyle aktarıyor: “Başarıya ulaşacak bir eylemdi. Ben şahsen bu eylemin örgütümüzün yeterliliğini gösterecek bir başarı olacağını düşündüm. Barzani’ye gidip bu öneriyi sundum. Buna kızdığı yüzünden belli oluyordu. Kadınları ve çocukları öldürmekten sakının. Bu Allah’tan korkmaz ödleklerin işidir. İntikam almak istiyorsanız bizzat eylem yapanlardan alın.” Ocak 1946’da İran’da kurulan Mehabat Kürt Cumhuriyeti’ni destekleyen Barzani aşiretinin Ruslarla ilişkilerinin 1947’de Mustafa Barzani’nin Rusya’ya sığınması öncesine uzandığı da kitapta altı çizilecek bir diğer ayrıntı. Şeyh Abdulselam Barzani’nin 1907’de Kürt bölgelerinde, Kürtçe’nin resmî dil olarak kabul edilmesi, eğitimin Kürtçe olması ve yerel yöneticilerin Kürtçeyi iyi bilen kimselerden seçilmesini talep eden bir telgrafı Bab-ı Ali’ye gönderir. Ayrılıkçı harekete başlayan Abdulselam Barzani’nin bu çıkışına karşı Osmanlı harekete geçer. Bunun üzerine Şeyh Abdulselam, Rus Çar’ından destek ister. Rusya ile sürekli irtibat halinde olan Barzani, Urumiye yakınlarında yardım beklerken Osmanlı askerleri tarafından yakalanır. 1979 yılında babasından liderliği devralan Mesut Barzani daha 16 yaşındayken önemli görevler üstlendi. Kuzeydeki Kürt hareketinin istihbarat mekanizmasını da yöneten Barzani, Irak’ın genelinde etkin rol almaktan çok kuzeyde var olmayı yeğliyor. Barzani, kitabı niçin yazdığını önsözde şöyle anlatıyor: “...Kürt Halkı’nın mücadele tarihinin araştırılması ve bu tarihin akışı içinde belirleyici ve yön verici bir kilometre taşı konumunda olan Barzanilerin ulusal misyonuna dikkat çekmek için böyle bir eseri yazma gereği duydum.”
  17. bradost şurada cevap verdi: hasan17 başlık Güncel Konular
    Tabiki barzani ne yahudi değildir,bunu bilmek için yahudiliği bilmek gerekir. (Molla) Mustafa Barzani, (d. 14 Mart 1903, Barzan-Irak – ö. 3 Mart 1979 Washington D.C.). Mesut Barzani'n babası. 1946 yılından ölümüne kadar Irak'ta Kürdistan Demokratik Partisinin (KDP) başkanı olarak siyaset yaptı. Genç yaşlarında Osmanlı hamidiye ordu birlikleri, kendisi ve ailesini tutuklayıp Diyarbakır'a sürgün ve hapise gönderdiler. 12 yaşında iken, ağabeyi (Abdülselam) idam edildi. 1919 yılında İngiliz işgalcilere karşı yürütülen isyana katıldı. 1931'de büyük kardeşi Şeyh Ahmed'in başlattığı ayaklanmaya katıldı. Ertesi yıl Barzan aşiretinin başkanı oldu. II. Dünya Savaşı'nda karışıklıklardan yararlanarak 1943'te Bağdat yönetimine başkaldırdı. Ağustos 1945'te geniş çaplı bir ayaklanmaya dönüşen bu hareketin bastırılması üzerine aşiretiyle birlikte İran'a geçti. 13 Ocak 1946'da SSCB'nin desteğiyle Mahabad'da ilan edilen kürt Mahabad Cumhuriyeti'nin kuruluşunda önemli rol oynadı ve tümgeneral rütbesiyle başkomutanlığa getirildi. SSCB'nin İran'dan çekilmesiyle (1947) Kürt Cumhuriyeti'ne son verilince, 500 silahlı adamıyla Türkiye-İran sınırı üzerinden SSCB'ye kaçtı. Burada kaldığı yıllarda Moskova Dil Enstitüsü'nde öğrenim gördü. Abdülkerim Kasım'ın 1958'de krallığa son veren darbesinden sonra Irak'a döndü. Yasal bir kimlik kazanan Kürdistan Demokratik Partisi'nin önderi olarak önceleri yeni yönetimi destekledi. Ama ekonomik ve kültürel haklar konusunda verilen sözler yerine getirilmeyince, Eylül 1961'de ayaklandı ve peşmerge (ölüm öncüsü) denen gerilla kuvvetiyle Kuzey Irak'ın büyük bir bölümüne egemen oldu. Irak yönetimindeki çeşitli değişiklikler doğrultusunda zaman zaman ateşkes anlaşmaları yapmakla birlikte, Kuzey Irak'ta özerk bir yönetim kurmaya yönelik silahlı mücadeleyi başarıyla sürdürdü. Mart 1970'te Kürtlerin isteklerini kabul eden bir antlaşmanın imzalanması üzerine, silahlı mücadeleye son verdi. Antlaşmanın uygulanması için öngörülen dört yıllık sürenin bitimine doğru Irak yönetiminin 1957 nüfus sayımını temel alan sınırlı bir kültürel özerklik planı sunması, ilişkileri gerginleştirdi. Bu sırada Irak ile anlaşmazlık halinde olan İran'dan destek alarak yeniden silahlı mücadeleyi başlatan Barzani, 1975'te bazı ödünler karşılığında Irak ile anlaşmaya varan İran şahı Muhammed Rıza Pehlevi'nin yardımı kesmesi üzerine, çatışmayı durdurarak İran'a geçti.1976'da ABD'ye gitti ve orada öldü.
  18. neden kürd tarihini kendi tarihimiz olarak görmüyorsunuz,bin yıllık kardeşliğe bu revamı,onlar sizin tarihinizi ezberleyip benimseyecek siz ise onları inkar edeceksiniz,bu yazımın türk tarihine karşı yazıldığını nereden çıkarıyorsunuz,amaç burada kürd ve türk tarihini yarıştırmak değil ki,zaten kürd ve türk birlikteliği bin yıla dayanır,benim bahsettiğim antik dönemde türkler daha orta asyadan çıkmamıştı bile,yani bağımsız bir tarihten bahsediyorum,türk tarihiylee çakışmayan bir dönemden bahsediyorum neden üstünüze alındığınızı anlamakta güçlük çekiyorum.
  19. Tabiki ermenileri ve diğer azınlıkları koruyacağız ve onları korurken gerekise onların kimliklerine bürünüp yalnız olmadıklarını haykıracağız,ermenide olacağız,kürtde olacağız,alevide,hristiyanda,müslümanda,çünkü biz insanız yok öyle üstümüze yapıştırdığımız,kirli kimliksel etiketler.
  20. bradost şunu cevapladı bir başlıkta ileti içinde Güncel Konular
    Zafer işareti ne kadar insanı tedirgin ediyormuş,şaşırdım,oysa insanız,acı ve ölümden sonra ruh,zafere ihtiyaç duyar ve zafer işareti bu istemin dışa vurumudur,ortada herhangi bir zafer olmasa bile,filistinli bir çocuğun bu hareketi yapmasını böyle algılar bir fransız veya türkiyeli olmayan herhangi bir dünyalı,oysa kurt işaretini gördüğümüz sahneleri bir anımsayalım,hiçbiri barış ve demokrasi amaçlı değildir hemen hemen hepsi saldırı amaçlıdır.
  21. bradost şunu cevapladı bir başlıkta ileti içinde Güncel Konular
    Petkimi azeriler aldı,vay başımıza gelenler,üstelik azeri şirketi en yüksek fiyat veren firma bile değilken.
  22. bradost şunu cevapladı bir başlıkta ileti içinde Güncel Konular
    Sadece barzanimi,yabancılardan haydar aliyev,binlerce kilometre uzaktan,saparmurat niyazov,nursultan nazarbayev,kazakistan özbekistan devket başkanlarıda ülkemizde ticaret denen yıkıcı faaliyetlerde bulunuyorlar,yoksa barzaninin şahsında,probleminiz kürdlerlemi,ozaman,başka.
  23. Futbol sahasında 11 asker mi? Beşiktaş'ın Liverpool galibiyeti herkesi sevindirdi, yenilgisi üzdü. Keşke futbol spor olarak kalsaydı. Dünyaya her fırsatta meydan okuma tavrı, hak edilmiş, oturmuş bir gururun, özgüvenin değil, bariz bir özgüvensizliğin ifadesi AHMET İNSEL Tanıl Bora, milliyetçilik ve faşizm üzerine yazdığı yazıları derlediği kitaba, Medeniyet Kaybı başlığını uygun bulmuştu. Gerçekten de, içinde bulunduğumuz durumu kavramak için başvurulan akıl tutulması kavramının yetersizliğini, "medeniyet kaybı" tespitinin ifade ettikleri büyük ölçüde karşılıyor. Milliyetçi zihniyet kalıplarının normalleşmesi değildir sadece bu. Kitabın sunuş yazısında Tanıl Bora'nın işaret ettiği gibi, herhangi bir konunun, herhangi bir olayın, kendine özgü bağlamı içinde konuşulamaz, düşünülemez hale gelmesi, bunun üzerine mutlaka bir milli hâle kondurulması, her meselenin bir milli mesele olarak anlamlandırılmasının yanında, her türlü komplo teorilerinin revaç bulması, açık ırkçı ve savaş kışkırtıcısı yayınların, sözlerin aşırı rağbet görmesidir de. Bu medeniyet kaybının diğer yüzünde ise, milliyetçilik söylemi ve simgelerinin, işini iyi veya hiç yapmayan, haksız kazanç sağlamak isteyen, hak etmediği bir şeyi elde etmeye çalışan insanlar tarafından kullanılması yer alır. Bora, kitabın sunuş yazısında, 2005 Mart'ında, Mersin'de Newroz kutlamalarında ortaya çıkan bayrak krizini izleyen "Bayrağa sahip çık" gösterileri sırasında, Birecik'te bir işyerini soyan hırsızların, kendi ifadeleriyle "kaportaya astıkları Türk bayrağı sayesinde Eskişehir'e kadar rahat geldiklerini", ancak sonra ihbar üzerine yakalandıklarını hatırlatıyor. Geçtiğimiz günlerde Bursa'da sekiz kişi hakkında, Kürt kökenli ailenin işyerini yağmalama iddiasıyla soruşturma açıldı. Zaten çoğunun iş üzerinde çekilmiş, yüzleri açık fotoğrafları basında yayımlanmıştı. Bunların altısının adi suçlardan kalabalık sabıka dosyaları varmış. 6-7 Eylül olaylarında gayrimüslimlere ait işyerlerini yağmalayanların çoğu da benzer kişilerdi. Ama tarihimizde bu tür olaylar öncesinde, kimin Kürt, kimin Rum, Ermeni veya Yahudi, kimin Sabetayist, kimin Alevi veya komünist olduğunu işaret edenler, adi suçtan sabıkası olmayan, kerli ferli devlet adamları, profesörler, saygın siyasetçiler ve düşün adamları oldu. Gladyatörler En sıradan bir olaydan en büyüğüne kadar her şeyin milli mesele haline getirilmesini, "Türk'ün Türkten başka dostunun olmadığı bu günlerde", milli hassasiyetlerimizin çok büyük bir duygu ve zaman zaman şiddet boşalması içinde ifade edilmesini, halkın kendiliğinden geliştirdiği refleksler olarak ele almak, olayın bu fırsatçılık yanını gözden kaçırmak demektir. Bu fırsatçılık, siyasal olabildiği gibi ticaridir, meslekidir, kültüreldir. Kitle heyecanının doruğuna çıktığı alanlarda, çok daha fütursuzca sergilenebilir. Sportif faaliyetlerde, hele futbol gibi, antik dönemlerde kanlı at yarışlarının, gladyatör savaşlarının yapıldığı yerlerin mekân olarak bir kopyası olan, onbinlerle ifade edilen seyirci kalabalığının etrafını çevirdiği stadlarda son dönemlerde görülenler gibi. Bu karşılaşmaların incir çekirdeğini doldurmayacak olan cephelerinin bitmek bilmez tartışmalarda ele alındığı ve milyonlarca kişinin akli melekelerini uyuşturarak saatlerce izlediği programlarda sergilenen hamaseti aşan tavırlar gibi. Geçtiğimiz günlerde futbol konusunda yapılan bir Siyaset Meydanı programında, taraftar gruplarının liderleri, ağızbirliği etmişcesine, "Irak'a atom bombası atılsın" diye bağırıyorlardı. Gol atınca asker selamı verme modası hızla yayılıyor. Milli takım karşılaşmaları dışında da İstiklal marşının açılışta okunması, nasıl kısa zamanda gayriresmi bir kural olarak yerleştiyse, yakında bu selam da bir "stad baskısı" konusu olabilir. Yok artık, o kadar değil diyebilir misiniz? Sportif faaliyetlerin totaliter bir iktidarın propaganda aracına bariz biçimde dönüştürülmesi, 1936 Berlin Olimpiyatları'dır. Aryen ırkın üstünlüğünü bu vesileyle ispat etmek ve Nazi Almanya'sının teknik gelişme olarak en ileri ülke olduğunu göstermek isteyen Hitler, bu olimpiyatlara büyük önem veriyordu. Stad dışında, şehrin çeşitli mekânlarında canlı yayın ekranları uygulaması da ilk kez Berlin'de yapılmıştı. Almanlar işlerini iyi yapmaya gayret gösterdiler. Ama ABD'li siyah atlet Jesse Owens, başta 100 metre yarışı olmak üzere, dört altın madalya alarak, aryen üstünlüğü gösterisine izin vermedi. Jesse Owens, barbarlığın geri tepmesi olan Nazizme karşı, medeniyetin ümit veren simgesi oldu. Daha sonra, 1970'lerde yayımlanan Owens'in biyografisinde eşinin, kocasının Almanya'da Nazilerden, ABD'deki ırkçılardan gördüğü kötü muameleyi görmediğini söylediğini de hatırlatalım. Türk milletini sevindirmek Başta sportif faaliyetler olmak üzere, her şeyin milli mesele haline dönüştürülmesi, sonuçta "milli meseleyi" de zor durumda bırakabiliyor. Beşiktaş'ın İstanbul'da Liverpool'u 2-1 yendiği maç, 12 askerin öldüğü PKK baskını sonrasında yapılmıştı. Tribünler bütünüyle bu konuda yaşanan toplumsal duyarlılığın ifadesine, teşhirine hasredilmişti. Maçın bitiminde BJK teknik direktörü, "Sahaya çıktığımızda seyircinin atmosferi müthişti. Bu destek karşısında kazanmamak zordu. Bizi kendilerine çağırıp 'Bu maçı şehitler için kazanın' diye bağırdılar. O zaman çok duygulandık" dedikten sonra, "galibiyeti şehit ailelerine, askerlere ve tüm Türk ulusuna armağan ettiklerini" belirtiyordu. Akan kanların durması ve bu acıların bitmesi temennisinde bulunmayı ihmal etmeyerek. Beşiktaş'ın gollerinden birini atan Serdar Özkan da, "Türk'ün, Türk'ten başka dostunun olmadığı günlerde, 'Herkes bize bu grupta puan alamazsınız, gol atamazsınız' dedi. Niye böyle denildi anlamıyorum. Dün Fenerbahçe deplasmanda PSV Eindhoven ile berabere kaldı ve puan aldı. İnşallah yarın da Galatasaray yener. Hepimiz birbirimizin arkasında durmalıyız. Herkes şunu bilsin ki Türk'ün, Türk'ten başka dostu yok. Biz de bu üç puanla Türk milletini sevindirdiysek ne mutlu bize" diyordu. Yeni Şafak'ta maç sonrası şu yorum yer alıyordu: "Sahada 11 Beşiktaş askeri, canını dişine taktı, mağrur İngilizler'e unutamayacakları bir ders verdi!" İki hafta sonra, aynı Beşiktaş, aynı Liverpool'a bu kez 8-0 yenilerek, bambaşka bir tarih yazdı. Bu maçın kime armağan edildiğini söyleyen biri çıkmadı. İngiliz fanatikleri ne dediler, bilmiyorum. Ama bu galibiyeti, Liverpool dışında bir yere armağan etmediklerini tahmin edebiliriz. Maç sonrası, "olur böyle şeyler, futbol bu" diyerek Beşiktaşlıları teselli ettikleri söylendi. Bu dünyaya her fırsatta meydan okuma tavrı, hak edilmiş, oturmuş, sindirilmiş bir gururun, bir özgüvenin değil, bariz bir özgüvensizliğin ifadesi değil midir? Son milli maçta, Yunanistan'a yenilirken de, mehteran kıyafeti giymiş seyirciler, asker selamları gırla gidiyordu. Sonuçta yenildik. İnsan o zaman, her şeyi hamaset dozunda üst sınırı olmayan bir milli mesele haline getirerek, o "milli meseleyi" ayaklar altına aldırmıyor muyuz diye sormaz mı kendine? Bağış Erten, Yunanistan maçı ertesinde yazdığı bir yazıda şöyle diyordu: "Dün gece, bu toplumun yaşadığı tüm travmaları (ve tabii ki en başta da en büyüğünü, silahların susmak bilmez acımasızlığını) yine yeşil çimlere havale ettik. Bir spor karşılaşması anlam istiap haddini aştıkça aştı. Oldu olacak tezkereyi de Milli Takım'a verelim, referandumu da onlar yapsın, anayasanın kurucu meclisi de onlar olsun. Dünkü referanslarımızın hiçbiri futbola dönük değildi". Ve yazısını, sadece futbolu kapsamayan şu hatırlatmayla bitiriyordu: "Bir de keşke Hava Kuvvetleri Komutanlığı'nın kapısında yazan şu cümle hatırlatılsa: 'Vatanını en çok seven işini en iyi yapandır." Zurnanın zırt dediği yer galiba burası.
  24. ***** milliyetçiliği Yıldırım Türker Adalet bakanlarımızdan Cemil Çiçek, mart ayının sonunda açıklamıştı: 2002-2005 yılları arasında 21 bin 111 çocuk tecavüz ve taciz mağduru oldu. Çiçek, bir milletvekilinin 2002-2006 yılları arasında arasında çocuk istismarı nedeniyle açılan dava sayısına ilişkin soru önergesini soğukkanlı bir tavırla yanıtlamış, Adalet Bakanlığı'nın, 2002-2005 döneminde çocuklara tecavüz ve taciz olaylarının istatiklerini açıklamıştı. Gazetelere kalırsa rakamlar, cinsel saldırı suçlarındaki 'vahim' tabloyu ortaya koyuyordu. Buna göre, TCK'nın, 'ırza geçme', 'küçükleri baştan çıkarma' ve 'iffete saldırı' suçlarını düzenleyen 414 ve 415. maddeleri kapsamında 18 bin 788 dava açılmış, 21 bin 111 çocuk mağdur olmuştu. Gerçek sayının, bakanlığın kayıtlarına kadar düşmüş vakaların en az on katı olduğunu rahatlıkla düşünebiliriz. İntihar süsü verilmiş çocuk ölümlerinin ardından sırıtan gerçek de bu. Örtbas edilmiş daha kaç bin vaka vardır kim bilir. Ömür boyu ortalıkta birer hayalet gibi gezecek olan susturulmuş, yaralanmış çocukların sayısını bilsek ne olacak. Gün geçmiyor, bacak kadar çocuklara topluca tecavüz eden ve bu vahşeti uzun uzun sürdüren köy ahalileri, amcalar, dayılar, abiler çıkıyor ortaya. Yetiştirme yurtlarında, sarı kamunun vicdan bilmez uğraklarında çocuklar durmadan hırpalanıyor, tecavüze uğruyor, öldürülüyor. Bu topraklarda çocuklar korunamıyor. Korunmuyor. Resim, budur. Bu resmin ortasına düşüveren Alman oğlan-İngiliz kız çarpıntısının başta amiral gemisi olmak üzere basına yansıyışındaki kıyıcı üslubu tartabilmek için kendimizin de bu resmin ortasında durduğumuzu hiç unutmamak zorundayız. Nitekim kimi 'kanaat önderi' fikir erbabının konuya yaklaşımının sonsuz kalınlıkta bir tacizci üslubu taşımasına şaşırmamak gerek. Basınımızın ebedi kalemlerinden Hasan Pulur elbette çıtayı yükseltendi. Batı'nın Türkiye'ye yaklaşımından yakınırken, "Adamın bize verdiği değer çöl kabilesinden farklı değildir" derken yazısına attığı başlık, "İngiliz Alman'ı becermiş, tasası bize düşmüş" idi. Bu değerli kalem, incelikli analizinde, "Yahu kız İngiliz, ******* de Alman, pirincin taşını ayıklamak Türkiye'ye düşüyor" diyordu. Ama Pulur, yaklaşımında yalnız değildi. Birgün yazarı, eski parlamenter Fikri Sağlar'ın sosyal ve demokrat yorumunun imlâsı da aynıydı. O da, "Hâsılı bunca sıkıntı varken, 'Alman'ın İngiliz'i yakalandığında şey yapmaya teşebbüs etmesi' milli sorun oldu. Acınacak durumdayız. İşsizlik, açlık unutuldu. Bakıyorum ki, gâvur çocukların namusunu koruma çabamız, AB'ye girişimize engel olur hale geldi" derken olaya uyanık bir solcu gözüyle baktığını düşünüyordu besbelli. Onun yazısının başlığı da, "Alman İngiliz'e saldırınca olan bize oldu" idi. İşler iyice kazışmıştı. Hürriyet gazetesinin olayı başından beri bir çocuk ***** dizisi olarak yayınlıyor olması işte gereken tepkiyi uyandırmış, kimi erkek yazarlar şirazeden çıkıvermişti. Özkök, bu yayın dilini savunurken, kendini arabulucu tayin ediyor, kız mı yoksa oğlan mı yalancı? sorusunun peşine düşerek çocuk haklarını bir kez daha ihlâl etmekten çekinmiyor: "O İngiliz kızı kardeşimiz, kızımız, akrabamız, arkadaşımız da olabilirdi" diyor ve tarafsızlığını kanıtlamak için o gün de kızın anlatısını yayımladıklarını duyuruyordu. 13 yaşında bir kız çocuğunun savcıya verdiği ifadeyi bulup yayımlamanın etik karşılığı üstüne, doğal olarak hiçbir şey söylemiyordu. Çocukların arasında yaşanmış cinsel yakınlaşmayı inanılmaz ayrıntılı ve doğal olarak salyalı bir dille aktarmanın nasıl ve nereye kadar savunulası olduğunu tartışmayacağız elbette. Asıl soru şudur: Seçimlerle demokrasisini bir kez daha kurtarmaya hazırlanan şanlı memleketimizin dünya çocuk ***** tüketimi listesinde ön sıralarda olmasının basınımızın bu konudaki yaklaşımıyla bir bağlantısı kurulamaz mı sizce? Bu alçakca ürünün ancak karanlık kötü adamlarca pazarlanan bir şey olmadığının kanıtı, basınımızın bu konulardaki dilidir. (Hatırlatmadan nasıl geçelim? Yakın zamanda aynı gazetede çocuk po*nosu haberinin yanında bir çocuk po*nosu görüntüsü basılmıştı.) 17 yaşındaki Alman çocuğun resimlerini boy boy basıp 'o gece'nin anlatısını defalarca aktarmak, utangaç ya da gözü dönmüş çocuk po*nosu tüketicisine göz kırpmaktır. Böyle kitle gazetesi olunur. Böyle çok satılır. Akabinde Alman hükümetinin davayla ilgilenme biçimine yönelik öfke de tamamıyla karşılıksız kalıyor. Çocuklara karşı böylesine kıyıcı olabilen, fikir adamlarının dili fütursuz, ilgililerin ilgisiz, işkencecilerin hâlâ ve gururla iş başında olduğu, mahpus olanların hiçbir güvencesi kalmadığı ayyuka çıkmış bir ülkeye kim rahatlıkla 17 yaşındaki bir vatandaşını teslim edebilir? Sizin oğlunuzun başına gelse dünyayı ayağa kaldırmaz mıydınız? BİR DE ŞU VAR Avukat Seda Akço bianet'e olayı yorumlarken şöyle diyordu: "Derdi anlatmak için çok iyi bir örnek. Türkiye'de, ceza kanununda reşit olmayanlar arası cinsel eylemleri değerlendirmeye dair ayrı bir madde var ama bu ayrı bir hüküm değil. Türkiye'de reşit olmayanlar arasında cinsellik içeren eylemler suç olarak değerlendiriliyor... Avrupa ülkelerinde yaşları yakın çocuklar arasındaki cinsel eylemler suç sayılmadığı, cezalandırılmadığı ve o tür eylemler için ayrıca düzenlenmiş yasalar olduğu için Avrupa medyası bu kadar şaşırdı. Böyle bir durumda kimi fail kabul edeceğimiz belirsiz. Çocukların ikisi de 'o başlattı' diyor. Hukuk sistemi otomatik yaklaşımla erkeği fail kabul ediyor, bu da Türkiye'de kadın cinselliğine bakışı resmediyor. Çocukların gelişimine yabancı olduğumuz ortada. Çocuk adalet sisteminin bütün temel prensipleri ihlal edilmiş durumda. Çocukların fotoğrafları verildi, hikâyenin ayrıntıları verildi. Olay "çocuk po*nografisi' gibi yayımlandı." Akço burada devreye ceza hukukunun değil çocuk aktivistleri, sosyal hizmetler ve ailenin girmesi gerektiğini söylüyor. Ama ne gam. Cinsellik hakkındaki kendi korkularımızı çocuklara da vakit kaybetmeden aşılamak zorundayız. Onların doğal gelişiminde, birbirlerine dokunmayı, vücutlarının egemenliğini ellerine geçirmenin tadına varmayı keşfetmelerini lanetlerken, onları riyakâr ve ihtiyar bir dünyayı erotize etmek için kullanıyoruz. Cinsellik, en vahim hataların işlenebileceği bir platform değildir. Vahim olan, çocuk cinselliği hakkında acımasız bir inkârı büyütürken çocukları cinsel nesnelere dönüştürmenin kapısını aralamaktır. Po*nografi, bir tüketim biçimi olarak hayatımızın her alanına sızmışsa, bunun suçlusu ne 'Alman' oğlan ne de 'İngiliz' kızdır. Bu dava konusunda dünyaya yiğitçe diklenmek de ancak ***** milliyetçiliği olur.
  25. Maalesef Ermeniyiz! Yıldırım Türker Tarihi Tahrif Kurumu (TTK) Başkanı Yusuf Halaçoğlu, onlarca yılın umutsuz hedefi-tepemizde asılı kılıç olan 'birlik ve beraberlik' ülküsü konusunda nihai adımı atıp az kalsın hepimizi birleştiriyordu ki suçüstü yakalandı. Doğal olarak da ırkçılık ve bölücülükle suçlandığında şaşkınlıktan iyice hırçınlaşmış bir bilim insanı olarak muradının bölücülüğün tam tersi olduğunu ünledi. Gerçekten ve içtenlikle hayli uzun sürmüş başkanlığı süresinde muradının Anadolu'nun çok çatlaklı, mozaikle özdeşleştirilen tarihi ve kültürel mirasının üstüne şıpınişi beton dökme gayreti olduğunu defalarca kanıtlamıştı. Halaçoğlu'nun, linççi bir kalabalık karşısında aslanlar gibi savaşan özbeöz Türk bir bilim insanı olarak dimdik durup heyheylenmesinde bir içtenlik okumak mümkün. Söylediklerine gerçekten inanıyor. Gazetesinden atıldıktan sonra demokrasi mücahidi ilan edilen Emin Çölaşan gibi bu saldırılardan rütbesine rütbe ekleyerek çıkabileceğini umuyor besbelli. Ama artık makam arabasını yolda durdurup bizzat alnından öpecek bir Cumhurbaşkanı da yok. Kendini Bostancıbaşı sandığını daha vize meraklısı Belediye Başkanı'yken belli etmiş Başbakan tarafından kapı gösterilmeyeceği için mağdur durumuna da düşmeyecek. Dolayısıyla Halaçoğlu'nun 'galiptir, bu yolda mağlup' bir gazi olamayacağı da kesin. Aslında daha önce de değerli tahrifat-tezvirat işlemleri sırasında suçüstü olmuş lâkin itibarından ve çalışma azminden hiçbir şey kaybetmemişti. Baskın Oran, dün Radikal İki'deki mükemmel yazısında durumu özetlemişti. Bu 30'lu yıllardan kalma tarihçi bilim insanımızın özgeçmişinde mükemmel noktalamalar mevcut. Bir tarihçiden çok bir komplo teorisyeni, bir işkilli Türk olarak tanıdığımız Halaçoğlu, Orhan Pamuk'u da Nobel aldığında 'casus' ilan etmişti. En az Çölaşan kadar gözükara ve egosu nefretle şişmiş bir milliyetçi olduğu için Hrant'ın cenazesindeki kalabalık bile bu bilim insanının asabını bozuyordu. Çölaşan, ne kadar katil sever olsa da sonuçta bir gazeteciydi. Şahsi fikirlerini yazıyordu. Halaçoğlu ise Başbakanlığa bağlı bir kurumun başında bulunan bir devlet görevlisiydi. Buna rağmen konuşurken en ufak bir çekincesi olmadığını biliyoruz: "Elde kafa biçimindeki pankartlar önceden hazırlanmıştı. Sanki bu ölüm onlar tarafından önceden biliniyormuş gibi tavır takındılar. O kafalar sayesinde katılanlar iki misli göründü... kimler finansman sağladı?" demekte bir beis görmemişti. Her fikirden insanın aklını başına toplayıp tarihçilere havale ettiği Ermeni katliamı konusuna kendini adamışlığına daha önceki çalışmalarından tanık olduğumuz Halaçoğlu'nun son yiğitlik gösterisi de kof çıkmıştı. Daha önce TTK ile Ermeni tarihçi Ara Sarafyan, Harput Ermenileri üzerine araştırma yapmak üzere sözleşmiş, ancak Halaçoğlu'nun 1915 yılı Harput'una ait belgeler bulunmadığını açıklamasıyla çalışma daha başlamadan sona ermişti. Geçtiğimiz ekim ayında Gündem gazetesinde Nusaybin'in Kuru (Xirebaba) Köyü'nde köylüler tarafından bulunan toplu mezardan fotograflar yayınlandı. Pek çok kafatası ve kemik fotografları. Mezar yeri için kazılan araziden geniş odalı bir mağara, mağaradan birçok kemik çıkmıştı. İsveç'te 'soykırım uzmanı' olarak görev yapan Prof. David Gaunt, mezarın 1915 ve sonrasında katledilmiş Ermeni ve Süryanilere ait olabileceğini iddia etti. İddianın İsveç Parlamentosu'na taşınması üzerine Halaçoğlu, hodri meydanı çekip Gaunt'a ortak araştırma önerisinde bulundu. Önceki gün ilk araştırma yapıldı. İsveç'tan kalkıp gelen profesör Gaunt'u sevimsiz bir sürpriz bekliyordu. Nitekim on beş dakika süren 'saha çalışması'nın ardından durumun 'bilimsel açıdan bir kâbus' olduğunu söyleyecekti. Gaunt, sağanak yağmur altında mağaraya inildiğini ve gördükleri karşısında şaşkınlığa uğradığını anlatıyordu: "Mezara indiğimizde daha önce fotoğraflarda görülen iskeletler ve kafatasları yoktu. Birkaç kemik parçası dışında mezar boştu. Bütün yolu, içinde neredeyse hiç iskelet olmayan bir mezara atlamak için mi geldim...? Üstelik iskeletlerin olmadığına bir tek ben şaşırdım. Diğer profesörler, kaymakam, arkeolog gayet mutlulardı. 'Nerede iskeletler?' demediler. Yağan yağmurun suyuyla kemiklerin toprağın altına gömülmüş olabileceğini söylediler ama kazıp çıkarma girişiminde bulunmadılar. Demek ki orada bir şey olmadığını onlar da biliyorlardı. Hiçbir koşul bilimsel çalışma yapmaya uygun değildi, bilimsel açıdan kâbus gibiydi." Geçtiğimiz ekim ayında mezarın ilk halinin fotoğrafını çeken Dicle Haber Ajansı muhabiri Bergüzar Oruç, mezara ilk geldiğinde kemiklerin, iskeletlerin ve 50'ye yakın kafatasının sayılabildiğini söylüyor. Şimdi ise sadece birkaç kemik kaldığını teyit ediyordu. Bu arada Halaçoğlu, mezarın Roma döneminden kalma olduğu iddiasında ısrarlıydı. Her fırsatta bu görüşünü tekrarlıyor, "Antropologlara, adli tıp uzmanına, savcıya falan gerek yok; işte gittik gördük, örnek aldık, bunlar Roma kalıntılarıdır" diyordu. Gaunt'a göreyse durum farklıydı: "Mezar Romalılardan kalmış olabilir ama Romalılar ölülerini çok daha özenli gömüyorlardı. Fotoğraftaki iskeletler dağınık bir şekilde duruyordu. Romalılar o şekilde gömmüyorlardı ölülerini. Ayrıca biliyoruz ki, I. Dünya Savaşı sırasında yaşanan olaylarda cesetleri kuyulara, mağaralara atıyorlardı. Mezar mekânı Romalılara ait olsa bile, kemiklerin kime ait olduğu hâlâ belli değil. Kimdi o insanlar?" Halaçoğlu, "Yağmurla içeriye yarım metre su dolmuş, biraz da toz toprak girmiş ve kemiklerin üzeri örtülmüş," diyor. Ona kalırsa araştırma, mağara Roma dönemine ait olduğu için son buldu. "Dedim ki, parça ister misiniz, topraktan, analiz yapacak mısınız? Yok dediler. Çünkü kemikler Roma dönemine aitti. Eline kazmayı da verdik, küreği de. Bakmadı bile." David Gaunt yanıtlıyor: "Toprağı kazıp örnek alabileceğimi, bazı küçük kemikleri alabileceğimi söylediler. Bunun bilimsel çalışma için yeterli olmayacağını, normal bilimsel prosedürü takip edip etmediğimizden emin olmadığımı söyledim." TTK (Tarih Tahrip Kurumu) Başkanı Halaçoğlu, Cumhuriyetini seven mutlu bir Türk. Yani bir Mutlu Türk Bilim İnsanı. Şimdi de çıkmış sinsice Ermenilikten dönenlerin nüfusumuzdaki yoğunluğu üstüne değerli bilimsel açıklamalarda bulunuyor. Taha Akyol türü bezdirici sonradan görme liberaller tarafından anlayışla karşılanan tezi gerçekten tüyler ürpertici. 30'lu yıllara yaraşır tezi, bir taşla bütün kuşları vurup Cumhuriyet'i yeniden esas demografik temellerine oturtma çabasını yansıtıyor. Onun için oldukça acul ve fazlaca gayretkeş. Bu teze göre, Kürtler zaten yoktular. Hiç olmadılar. Onlar Türkmen boyu. Alevi diye dışlananları da Kürt sanmayın. Onlar Türk. Alevi Kürt denilegelenler de MAALESEF Ermeni. Dağların alikıran başkeseni Kürtler de zaten dönme Ermeniler. Öldürünce sünnetsiz çıkıyorlar. Ki Akşener bacı zamanında bunu belirtti diye Ermeni cemaatinden özür dilemek zorunda kalmıştı. Hicap duymadan 'Maalesef Ermeni' diyebilen bir adam, ırkçı olduğunu reddediyor. Elindeki listelerden kişisel hazinesi olarak bahsederken de devleti adına bir itirafta bulunmuş oluyor. Ama bunları zaten biliyorduk. Minnesota Üniversitesi öğretim üyesi Taner Akçam anlatıyor: "1915'de tehcirin ölüm demek olduğunu hemen hemen herkes biliyor. Hayatlarını kurtarmak için bazı Ermeniler Müslümanlığa geçtiler. Başlangıçta müsaade edildi. Fakat canlarını kurtarmak için çok sayıda Ermeni din değiştirince, özel bir emirle din değiştirme yasaklandı. Dönmelerin bol miktarda seyahat ettikleri görülünce hükümet bu Ermenilerin nüfus kayıtlarına özel bir işaret koyulması ve nüfus cüzdanlarının 'dönme' oldukları anlaşılabilecek şekilde doldurulması gerektiğini bildirdi. Yani 1930'larda dönmeleri tespit etmek için özel bir çalışma yapmaya gerek yok. Çünkü elde yeteri kadar belge vardı. Bugün bile meselâ, askeri okullarda bile vatandaşların etnik kökenine dikkat edilir. Eğer yok edilmediyse bu din değiştirenlerle ilgili belgeler Osmanı dönemine ait arşivlerde halen bulunuyor. Dönemin yabancı kaynaklarında da belgeler mevcut. Asıl ve en önemli kaynak Osmanlı arşivleri." Kısacası, Halaçoğlu, bir bilim insanı değil, öncelikle Türkiye Cumhuriyet tarihinin duramamış patlamış bir bekçisidir. Tarihin iyi olduğunu kim söylemiş

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.