 
			kaan_bebeto tarafından postalanan herşey
- 
	
		
		SAKIN ELİMİ BIRAKMA
		
		amin klopatra cım sana anlattıgım gibi işte canım kardeşim, küçük tatlı cadı.... çok sevmiştim o kalpsizi.............
- 
	
		
		......()...........ŞİİR BAHÇESİ..............()...
		
		Bir deli özlem bu.. Özlüyorum seni, Yalansız bir özlem bu Dolansız, saf bir özlem. Yeni doğan bir çoçuğun Minicik elleri gibi Yumuşak ve mazlum bir özlem bu... Gökyüzü kadar büyük Senin kadar yüce bir özlem bu... Hasretten ağlayanan sevdalıların Yıllarca kavuşamayanların İki gün bile dayanılamayan bir özlem bu... Ne yapacağini bilmeyen Telefonlar bekleyen Ağlayan, isyan eden Kendisini harap eden bir özlem bu... Yolda yürürken Otobüslere dört gözle bakan Belki, onu görürüm diye Kıpır kıpır yerinde duramayan Salak salak, bos bos gezinen Seni arayan bir özlem bu. Bulutlara baktığında bile Sanki seni göreceğini sanan Orda olmadiğını bilen Ama yinede şansını deneyen bir deli özlem bu... Yani güzelim, Bir kalpsizi bile, Ağlatabilecek, bir deli özlem bu...
- 
	
		
		SEN BU FORUMUN......
		
		ilk
- 
	
		
		Erkek Severse
		
		http://www.turkish-media.com/forum/index.php?showtopic=62758 şu hikayeyi oku arkidişim sonra bir kaç cümle fikrini yazarsan ....ben bunu okuduktan sonra hayatım değişti..
- 
	
		
		kaan_bebeto
		
		kaan_bebeto şurada cevap verdi: kaan_bebeto başlık Ben Geldim - Buradan Başlayabilirsiniz - Birbirimizi Tanıyalımsevgi ve saygılar bizden.....
- 
	
		
		Erkek Severse
		
		bilmem .........eskobar kimseye güvenemiyorum artık..
- 
	
		
		kaan_bebeto
		
		kaan_bebeto şurada bir başlık gönderdi: Ben Geldim - Buradan Başlayabilirsiniz - Birbirimizi Tanıyalımarkadaşlar ben kaaan .... ben bu forumu tesadüf bir konu ararken buldum .. bulduğum günden itibaren ,bu forumdaki bir şeyi fark ettim ;oda efendi insanların toplandıgı bir forum olarak gördüm ve aynen bu dediklerime katılıyorum halen..... dedim ya bir konu için girdim , ama sevdigim bir yer oluverdi işte sanal alem böyle bişey ...bir şşeye alışırsanız bırakamazsınız... kısa br konu araken uzun bir hikayeye dönüşüverdi ....
- 
	
		
		Erkek Severse
		
		Erkek severse vazgeçmez
- 
	
		
		ŞEHİRLERİMİZİN TARİHTEKİ YERİ
		
		YEDİ TEPE (İST) İstanbul'un, surları içinde kalan bölümünün, yedi tepe üzerinde kurulduğu söylenir. Bu tepelerin yerleri: 1- Topkapı Sarayı, Ayasofya ve Sultanahmet Camiinin bulunduğu tepe. 2- Çemberlitaş ve Nuriosmaniye Camiinin bulunduğu tepe. 3- Beyazıt Camii, Üniversite ve Süleymaniye'nin bulunduğu tepe. 4- Fatih Camiinin bulunduğu tepe. 5- Yavuz Selim Camiinin bulunduğu tepe. 6- Edirnekapı semtinde, Mihrimah Sultan Camiinin bulunduğu tepe. 7- Kocamustafapaşa semtinin bulunduğu tepe. Bunlardan başka, İstanbul'da surların dışında kalan ünlü tepeler şunlardır: Beykoz'da Yuşa Tepesi, Rumelihisarı'ndaki Şehitlik Tepesi, Sarıyer'de Maden Tepesi, Paşabahçe'de Karlıtepe, Beyoğlu'nda Tepebaşı ve Fetihtepe; Şişli'de Hürriyet Tepesi, Gayrettepe, Esentepe, Kuştepe, Köğıthane'de Nurtepe, Şirintepe Seyrantepe, Gültepe, Çeliktepe; Kadıköy'de Fikirtepe, Göztepe; Usküdar'da lcadiye Tepesi, Sultantepe, Nakkaştepe, Büyük Çamlıca ve Küçük Çamlıca tepeleri. İSTANBUL SEMT İSİMLERİNİN HİKAYELERİ İstanbul’un birçok semtleri adlarını oradaki büyük camilerden almıştır: Beyazıt, Sultanahmet, Ayasofya gibi. Birçok semtlerin adı da orada oturmuş, ya da eser bırakmış kimselerden gelir. Ayrıca çeşitli tarihi olaylar, yapılar, çeşmeler de semtlere ad vermiştir. Araştırmalarımın sonucu olan bir kaçtanesini burda sizlere sunuyorum. Aksaray – Aksaray'dan gelenler buraya yerleştirilmiştir. Bu semt adını bu günkü Aksaray Şehrinden gelenler vermiştir. Ahırkapı - Padişah sarayının sonunda ki has ahırın (Padişahın atlarının barındığı ahır) yanında olduğu için Ahır Kapısı diye anılmıştır. Akaretler - Sultan Abdulaziz Taşlıkta Aziziye camiinin giderlerini karşılamak üzere bir vakıf kurmuştur. Bu vakfa gelir sağlamak için de gelir getiren anlamında Akaretler yaptırmayı planlamıştır. Bu planı bitirmek ise II.Abdulhamit'e nasip olmuştur. Bu yüzden semtede Akaretler denmiştir. Altunizade - Altunizade İsmail Zühtü Paşa'nın yaptırdığı cami, semtinde bu adla anılmasına sebep olmuşştur. Zühtü Paşa'nın babası altın alım satımı ile iştigal ettiğinden Zühtü Paşa'ya da Altunizade denmiştir. Arnavutköy – Önceleri, Boğaziçi’nin bu sevimli semtinde Arnavutlar oturduğu için buraya bu ad takılmıştı. Ataköy - Ataköy'ün eski adı Baruthane dir. II.Mahmut tarafından buraya baruthane yapılmıştır. O zamanlar Ataköy (İstanbul'un dışı sayıldığından baruthane yapımı için uygun bir alan olarak görülmüştür.) Daha sonraları Emlak ve Kredi Bankası bu bölgeye 50 - 60 bin nüfuslu bir yerleşim yeri kurmuştur(1950). Yeni yerleşim yerinin adı da Ataköy olur. Ayazağa - İsmini yeni çeri kethudası Ayaz Ağa'nın çiftliğinden almıştır. Abdulaziz döneminde buraya yaptırılan saray bugün binicilik okulu olarak kullanılmaktadır. Ayrılık Çeşmesi (Haydarpaşa’da) – Eskiden hac alayı bu çeşme çevresinde toplanır, oradan yola çıkardı. Hacca gidenler eşlerine, dostlarına orada veda ederek ayrılırlardı. Bağlarbaşı - Çok eskiden bir Ermeni manastırına ait bağların başladığı yermiş. Zamanla oraya Bağlarbaşı denmiştir. Balat - Rumca saray anlamına gelen palation sözcüğünden geldiği söylenir. Önceleri İstanbul'un kapılarından birine verilin bu ad, sonraları semtin adı olmuştur. Bebek - Fatih Sultan Mehmet Han buranın muhafazası için gönderdiği komutanın lakabından gelmektedir. (Bebek Çelebi Bebek Çavuş) Bedesten - Arapça bir söz olan Bezzaz dan türetilmiştir. Bez, kumaş taciri, Manifaturacı anlamına geliyor. Kumaş tacirlerinin bulunduğu yere de bezzazistan denildiğinden. zamanla halk arasında ağza kolay gelmesinden dolayı bedestan'a dönüşmüştür. Beylerbeyi – III. Murat devri beylerbeylerinden Mehmet Paşa’nın yalısını bulunduğu için köye bu ad verilmiştir. Cihangir – Kanuni Sultan Süleyman pek sevdiği oğlu Cihangir için burada bir cami yaptırmıştı. Semt adını bu Cihangir Camisi’ nden almıştır. Çarşamba – Samsun Çarşamba ovasından gelenler yerleştirildiği için buraya da Çarşamba denilmiştir. Çengelköy – XIX. Yüzyılda Kaptan-ı deryalıklarda, valiliklerde bulunmuş, yiğitliğiyle tanınmış Çengeloğlu Tahir Paşa burada bir mescit yaptırmıştı. Harem – Üsküdar Sarayı’ nın harem dairesine gidecekler bu iskeleye çıkarlardı. Haydarpaşa – III. Selim vezirlerinden Haydar Paşa oradaki kışlayı yaptırmıştı. İhsaniye – Selimiye kışlası ile Karacaahmet arasındaki bu mahallenin bulunduğu yerde eskiden bir saray vardı. Padişah yıkılmaya yüz tutan bu sarayın arsasını halka “ihsan” ettiği (bağışlandığı) için semtin adı “İhsaniye” kalmıştır. Kabataş – İskelenin bulunduğu yerde eskiden büyük bir taş vardı. Osmanlı devri ileri gelenlerinden “Köse Kahya” diye tanınmış Mustafa Necip çelebi bu taşı yontturup iskele haline getirdi. Kadıköy – Bugün Osmanağa Camisi diye anılan caminin yerinde eskiden Kadı Mehmet Efendi’nin yaptırdığı bir mescit vardı. Semtin adı bundan dolayı “Kadıköy” kalmıştır. Bugünkü camiyi I. Ahmet devrinde Babüssaade Ağası Osman Ağa yaptırmıştır. Diğer bazı kaynaklara göre Bizans’ın fethinden sonra burası İstanbul’un ilk kadısı Hızır Bey’e bağışlanmış, bundan ötürüde semt “Kadıköy” adını almıştır. Kanlıca - Bu bölgeye Kanuni Sultan Süleyman tarafından Anadoludan Türkmen ve göcebe bazı türk kabileleri getirtilip yerleştirilmiştir. Bu göçebelerin buraya yerleşmeleri kağnılarla olduğu ve çok uzun bir süre içinde ancak yerleşebildikleri için halk arasında bu bölgeye Kağnıca, sonralarıda Kanlıca denmiştir. Kuzguncuk – Fatih Sultan Mehmet devrinde, Kuzgun Baba diye anılan bir derviş burada oturmuştu. Taksim - İstanbul sularının bir bölümünün buradan taksimi yapıldığı için burasıda suların taksimi (ayrımı) yapılan yer olarak kalmıştır Üsküdar – Farsça “Konak” anlamına gelir. Eskiden Anadolu’ya İran’a, Arabistan’a gidip gelen kervanlar burada konaklardı. Vaniköy – Eski adı Papazbahçesi’ydi. IV. Mehmet, Şeyh-i Sultani Esseyit Mehmet Vani (Vanlı) ye bu yerleri hediye etti, o da kendisine burada bir yalı, bir iki ev yaptırdı. ...............alıntıdır...............
- 
	
		
		Marmaray projesi
		
		Projenin Hedefleri Bu proje ile, İstanbul'da 1984 yılından bu yana gerçekleştirilen kapsamlı bilimsel çalışmalar sonucunda kentteki mevcut yapımı devam eden ve planlanan raylı sistemlerle bütünleşecek bir �Boğaz Demiryolu Geçişi� nin projesi ile mevcut Banliyö Demiryolu hatlarını İstanbul Boğazı altında bir tüp tünelle birleştiren bir proje ortaya çıkmıştır. Bu sayede; • İstanbul Metrosu ile Yenikapı'da entegrasyon sağlanarak, Yenikapı �Taksim �Şişli �4 Levent � Ayazağa'ya yolcuların güvenilir, hızlı ve konforlu bir toplu taşım sistemi ile seyahat etmesi sağlanacak, • Kadıköy-Kartal arasında inşa edilecek olan Hafif Raylı Sistemi ile entegrasyon sağlanarak yolcuların güvenilir, hızlı ve konforlu bir toplu taşım sistemi ile seyahat etmesi sağlanacak, • Kent ulaşımı içinde Raylı Sistemlerin payı artacaktır. • En Önemlisi Avrupa ile Asya'yı demiryolu ile birbirine bağlayarak Asya ve Avrupa yakaları arasında yüksek kapasiteli toplu taşım imkanı sağlanacak, .• Tarihi ve kültürel çevrenin korunmasına katkı sağlanacak, • Boğazın genel yapısında bir değişikliğe yol açılmayacak,deniz ekolojik yapısı korunacak, • MARMARAY projesinin hizmete girmesi ile Gebze-Halkalı arasında 2-10 dakikada bir sefer yapılacak ve bir yönde saatte 75.000 yolcu taşıma kapasitesi sağlanacaktır. • Yolculuk süreleri kısalacak, • Mevcut Boğaz Köprülerinin yükü hafifletilecek, • İstanbul trafik sorununa kalıcı bir çözüm getirilerek trafik kazaları en az seviyeye indirgenecek, yollardaki otomobil ve otobüs sayısı azaltılarak karayolu araç trafiğini rahatlatmasının yanında, özel otomobil kullanıcılarına da hızlı bir ulaşım seçeneği sunacak, • Trafikte daha az motorlu taşıt kullanılması nedeniyle enerji tasarrufu sağlanarak, daha az hava kirliliği ve gürültü kirliliği olacağından İstanbul İli yaşanılır bir kente dönüşecek, • İş ve kültür merkezlerine kolay, rahat ve çabuk ulaşım sağlayarak kentin değişik noktalarını birbirlerine yaklaştıracak ve kentin ekonomik yaşamına da canlılık katacaktır. ..............alıntıdır.............. http://www.marmaray.com.tr/genel_projenin_hedefleri.htm
- 
	
		
		Marmaray projesi
		
		marmaray Marmaray Demiryolu Projesinin güzergahı, İstanbul Boğaz Geçişi hariç olmak üzere, mevcut banliyö demiryolu hattının güzergahına benzerlik göstermektedir. Bir başka ifadeyle, Halkalı ile Kazlıçeşme ve Söğütlüçeşme ile Gebze arasındaki mevcut istasyonların çoğu bugünkü yerlerinde kalacak; fakat binalar revizyon ve onarımdan geçirilecek veya tamamen yeni binalar inşa edilecektir. Bunlara ek olarak, Yenikapı, Sirkeci ve Üsküdar'da yeni yeraltı istasyonları inşa edilecek ve demiryolu teknolojisi, modern sistemler ve demiryolu araçları kullanılarak iyileştirilecektir. Halkalı'dan Gebze'ye bir yolculuk, Sirkeci'den Haydarpaşa'ya feribotla geçiş dahil olmak üzere, tipik koşullar altında 185 dakika sürmektedir. İyileştirilmiş banliyö demiryolu sistemi hizmete açıldığında, bu yolculuk 105 dakika sürecektir. Bir başka ifadeyle yolcular, bu yolculuktan 80 dakika kazanacaklardır. Yukarıda belirtilen durum dahil olmak üzere, yolculuk süresi ile ilgili diğer örnekler, aşağıda liste halinde sunulmuştur: • Gebze ve Halkalı arası 105 dakika • Bostancı ve Bakırköy arası 37 dakika • Söğütlüçeşme ve Yenikapı arası 12 dakika • Üsküdar ve Sirkeci arası 4 dakika Sistemin hizmete açılacağı yılda, zamandan elde edilecek toplam tasarrufun yaklaşık 13 milyon saat olacağı hesaplanmıştır; 2015 yılı itibariyle elde edilecek olan toplam zaman tasarrufu, yaklaşık 25 milyon saat olacak ve sistemlerin kapasitesi tamamen kullanılabilir hale geldiğinde, elde edilecek zaman tasarrufu yılda yaklaşık 36 milyon saat veya tüm dünya genelinde her gün insanlar tarafından kazanılan yaklaşık 100.000 saat (11.4 yıl) olacaktır! ........alıntıdır ...........
- 
	
		
		ŞEHİRLERİMİZİN TARİHTEKİ YERİ
		
		.........................İSTANBUL............................. İstanbul'un tarihi 300 bin yıl önceye kadar uzanır. Küçükçekmece gölü kenarında bulunan Yarımburgaz mağarasında yapılan kazılarda insan kültürüne ait ilk izlere rastlanmıştır. Bu dönemde gölün çevresinde Neolitik ve Kalkolitik insanların yaşadığı sanılmaktadır. Çeşitli dönemlerde yapılan kazılarda, Dudullu yakınlarında Alt Paleolitik Çağ'a, Ağaçlı yakınlarında ise, Orta Paleolitik Çağ ile Üst Paleolitik Çağ'a özgü aletlere rastlanmıştır. M.Ö. 5000 yıllarından itibaren başta Kadıköy Fikirtepe olmak üzere Çatalca, Dudullu, Ümraniye, Pendik, Davutpaşa, Kilyos ve Ambarlı'da yoğun bir yerleşimin başladığı sanılmaktadır. Ama bugünkü İstanbul'un temelleri M.Ö. 7. yüzyılda atılmıştır. M.S. 4. Yüzyılda İmparator Constantin tarafından yeniden inşa edilip, başkent yapılmış; o günden sonra da yaklaşık 16 asır boyunca Roma, Bizans ve Osmanlı dönemlerinde başkentlik sıfatını sürdürmüştür. Aynı zamanda, İmparator Constantis ile birlikte Hristiyanlığın merkezlerinden biri olan İstanbul, 1453'te Osmanlılar tarafından fethedildikten sonra Müslümanların en önemli kentlerinden biri sayılmıştır. İSTANBUL TARİHİNDEKİ BELLİ BAŞLI DÖNEMLER Bizantion (M.O. 660 - M.S. 324) Yunanistan'dan gelen Megara'lılar M.Ö. 680'lerde Marmara Denizi'ni geçerek İstanbul'a ulaştılar ve bugünkü Kadıköy'de Halkedon adını verdikleri bir kent kurdular. "Körler Ülkesi" olarak da anılan Halkedon'un halkı tarımla uğraşıyordu. M.Ö. 660'larda da Trak kökenli komutanları Bizans önderliğinde yola çıkan Mega'lıların diğer bir kolu bugünkü Sarayburnu'nun olduğu yerde başka bir kent daha kurdu. Efsaneye göre Delfi Tapınağı'ndaki kahinin öğüdüne uyarak burayı seçen Megara'lılar, komutanlarının adından hareketle, kente "Bizantion " adını verdiler. Bu yörede Megara'lılardan önce de bazı Trak toplulukları yaşadığı bilindiği için Megara'lılarla yerli halkın kaynaşmış oldukları sanılmaktadır. Pek çok istilalara uğrayan Bizantion, M.Ö. 269'da Bithynialılar tarafından yağmalanarak ele geçirildi. M.Ö. 202'de Makedonyalılar'ın tehdidinden korkarak, Bizantion Roma'dan yardım isteğinde bulundu. Bu dönemden itibaren kentte Roma İmparatorluğu'nun etkisi başlamış ve M.Ö 146'da kent Roma'nın egemenliğine girmiştir. Önceleri idari olarak varlığını sürdüren kent, daha sonra Bitinya-Pontus eyaletinin bir parçası haline gelmiştir. Böylece 700 yıllık kent devleti statüsü sona ermiştir. 73 yılında Bizantion Roma'nın Bithynia-Pontus eyaletine bağlandı. İmparator Vespasianus kentin gelişimine katkıda bulundu. 193 yılına gelindiğinde, Roma İmparatoru Septimus Severus, Partlar'ın tarafını tutan Bizantion'u kuşatarak kenti yağmalayıp, surları da yıktırdı. Daha sonra ise surları yeniden inşa ettirip, kenti imar etti. Yeni binalarla sokakları düzenledi. Hipodrom inşaatını başlattı. 269'da kent bu defa Gotlar'ın saldırısına uğradı. Zafer kazanan Gotlar, deniz kıyısına yakın bir yere sütunlarını diktiler. 313'de Nicomedialılar kenti ele geçirdiler. I. Constantinus, Nicomedialılar'la yaptığı savaşı kazanarak kenti geri aldı. Roma İmparatorluğu'nun başkenti (324 - 395) Bizantion Roma'nın Doğu'sunun yönetim merkezi olarak seçildi. Bu yeni konumu, kentin dünya kültürü ve siyaseti içindeki önemli rolünü de belirledi. I. Constantinus (324-337), Romalı soyluları Bizantion'a çağırarak kentin Romalı nüfusunu artırdı. Yeni başkentin konumuna yakışır bir imar hamlesi başlatıldı. Limanlar ve su tesisleri yeniden düzenlendi. Kent içi su dağıtım sistemlerinin temelleri atıldı. Savunma için yeni bir sur yaptırıldı. Septimus Severius'un başlattığı hipodrom inşaatı tamamlandı. 100 bin kişilik hipodromun genişliği 117, uzunluğu ise 480 metreydi. Hipodrom duvarlarının üzeri çok sayıda heykelle süslüydü. En önemlisi de at heykelleriydi. Kentin Latinler tarafından istila edilmesiyle bu at heykelleri Venedik'e, San Marco Meydanı'na taşındı. Hipodrom'daki (Sultanahmet Meydanı) imparatorluk sarayı (Sultanahmet Camisi'nin bulunduğu alan) ve anıtsal ibadethaneler, akropolis (Topkapı Sarayı'nın bulunduğu yer) yapıldı. Önceleri Nea (Yeni) Roma adı ile anılan kenti, I. Constantinus kendi adıyla özdeşleştirdi. 11 Mayıs 330 tarihinde kentin adı Constantinopolis olarak ilan edildi. Önce Aya İrini, ardından 360 yılında da Ayasofya kiliselerini yaptıraran I. Constantinus, kenti Hırıstiyan dünyası için önemli bir merkez haline getirdi. Bizans İmparatorluğu Dönemi (395 - 1453) 476'da Batı Roma'nın yıkılmasından sonra Doğu Roma İmparatorluğu, Bizans İmparatorluğu'na dönüşmüş ve İstanbul da, bu yeni imparatorluğun başkenti haline gelmiştir. 6. yüzyılın ortaları, Bizans İmparatorluğu ve İstanbul için yeni bir yükseliş döneminin başlangıcıdır. İmparator I. Jüstinyen yönetimindeki bu dönemde daha önce tahrip edilmiş olan Ayasofya bugünkü haliyle yeniden inşa edilmiş, 543'lerde kentte görülen ve nüfusun yarısının ölümüne sebep olan veba salgınının izleri silinmiştir. 7, 8 ve 9. Yüzyıllar İstanbul için kuşatılma yılları oldu. Yedinci yüzyılda Sasaniler ve Avarlar'ın saldırısına uğrayan kenti, sekizinci yüzyılda Bulgarlar ve Müslüman Araplar dokuzuncu yüzyılda ise Ruslar ve Bulgarlar kuşattılar. 1204'de kent Haçlılar tarafından ele geçirildi ve yağmalandı. Bu işgal ve yağma sonrasında ortaçağın en büyük kenti 40-50.000 nüfuslu, yoksul ve harabe bir kente dönüştü. Bu dönemden sonra İstanbul sürekli küçülmeye ve fakirleşmeye başladı. Şehrin soylu ve zenginleri İznik'e göç etti. Latin İmparatorluğu sadece İstanbul ve yöresinde egemenlik kurabildi.İznik (Nikia), Trabzon ve Yunanistan'daki Epiros'ta bir Bizans muhalefeti gelişti. 1254 yılına gelindiğinde Latin İmparatorluğu çepeçevre kuşatılmıştı. Bu esnada İstanbul çok fakirleşmis hatta Latin İmparatoru II. Baudouin ısınmak için sarayının ahşap bölümlerini yakacak olarak kullanmaya başlamıştı. Nihayet 1261 yılında Palailogos Hanedanı İstanbul'u tekrar ele geçirdi ve böylece İstanbul'daki Latin dönemi sona erdi. Osmanlı İmparatorluğu Dönemi (1453-1923) Kent, 1391 yılından başlayarak Osmanlılar tarafından kuşatılmaya başlandı. 1396'da I. Bayezid (1389-1403), Karadeniz'den gelecek yardımları önlemek için kentin Anadolu yakasına bir hisar yaptırdı. Kenti almaya kararlı olan II. Mehmed de (1451-1481), Bizans'a Kuzey'den gelecek yardımları her iki taraftan Boğaz'ı tutarak önlemek için bu defa kentin Avrupa yakasına Rumeli Hisarı'nı inşa ettirdi. İstanbul'un fetih hazırlıkları bir yıl önceden başlatıldı. Kuşatma için gerekli olan çok büyük toplar döktürüldü. 16 kadırgadan oluşun güçlü bir donanma oluşturuldu. Asker sayısı iki kat arttırıldı. Bizansın yardım almasını engellemek için yardım yolları kontrol altına alındı. Ceneviz'lilerin elinde bulunan Galata'nın da savaş esnasında tarafsız kalması sağlandı. 2 Nisan 1453 tarihinde ilk Osmanlı öncü kuvvetleri İstanbul önlerinde görüldü. Böylece kuşatma başladı. İki aya yakın süren bu kuşatma dönemi 29 Mayıs 1453 günü sabaha karşı başlayıp, öğleden sonra kentin ele geçirilmesiyle tamamlandı. Bu tarihten itibaren İstanbul bir Osmanlı kenti oldu. Fetihten sonra şehrin kalkındırılması için yeni iskan bölgeleri oluşturuldu. Bizans'ın son dönemlerinde görkemini yitirmiş olan kentte, öncelikle eskiden kalma binalar ve surlar onarılmaya başlandı. Bizans altyapıları üzerinde Osmanlı'nın temel kurumlarının binaları yükselmeye başladı. Büyük su sarnıçlarının da korunması sağlandı. Osmanlı kimliğine uygun bir gelişme gösteren İstanbul artık imparatorluğun başkenti idi. Nüfusu artırmaya yönelik bu iskan ve sürgünlerle oluşan mahalleler daha sonraki İstanbul idari yapısının temelini oluşturdu. 1459'da İstanbul her biri farklı demografik özellikler taşıyan dört idari birime ayrıldı. Bunlardan biri idarenin merkezinin olduğu Suriçi, diğer üçü ise surdışında yeralan ve "Bilad-i Selase" olarak adlandırılan Eyüp (Büyük ve Küçük Çekmece, Çatalca ve Silivri dahil), Galata ve Üsküdar'dı. 1457 sonunda eski başkent Edirne'nin uğradığı büyük yangınla şehre yeni göçmenler geldi ve şehir oldukça şenlendi. İstanbul, fetihten elli yıl sonra Avrupa'nın en büyük şehri haline geldi. 16. yüzyıla büyük bir şehir olarak giren İstanbul, Küçük Kıyamet olarak anılan 14 Eylül 1509 depreminde çok zarar gördü. 8 Şiddetinde olduğu tahmin edilen ve artçı sarsıntıları 45 gün süren depremde binlerce bina yıkıldı, binlerce kişi öldü. İstanbul, 1510'da Sultan II. Bayezıd tarafından 80.000 kişinin istihdamıyla neredeyse yeniden kuruldu. Bu yüzden günümüze gelebilen eserlerin büyük çoğunluğu bu devirden kalmıştır. 1520-1566 yılları arasında Kanuni Sultan Süleyman yönetiminde İstanbul birçok değerli esere ve izleri günümüze kadar ulaşan bir kent planına kavuşarak, gelişmiştir. Bu dönemde özellikle Mimar Sinan imzalı birbirinden değerli çok sayıda eser inşa edilmiştir. Veba salgını, yangınlar ve sellere rağmen Kanuni dönemi İstanbul için tam bir yükseliş dönemi sayılmıştır. Lale Devri olarak da anılan Nevşehirli Damat İbrahim Paşa'nın sadrazamlığındaki 1718-1730 yılları, itfaiye teşkilatının kurulması, ilk matbaanın açılması ve çeşitli fabrikaların inşasıyla İstanbul'un değişmeye başladığı dönemdir. 3 Kasım 1839'da Topkapı Sarayı'nın Gülhane Bahçesi'nde okunarak halka ilan edilen Tanzimat Fermanı ile İstanbul'da yeni bir dönem açıldı. Batılılaşma sürecinin hızlandığı bu dönemde İstanbul'da mimariden yaşama tarzına, eğitim kuruluşlarından sanayi kuruluşlarına kadar birçok alanda yenilikler yaşandı. Bu dönemde şehir yeni alanlara doğru genişlemeye başladı. Suriçi Bakırköy yönünde, Galata ise Teşvikiye yönünde yayılırken; Boğaziçi'nde Sarıyer'e iskan hızlandı. Anadolu yakası ise bir taraftan Bostancı, diğer taraftan Beykoz'a doğru büyüdü. Bu yıllar, altyapı ve kent hizmetlerinde de önemli gelişmelere sahne oldu. Haliç üzerine köprü yapılması, tünel (metro), Rumeli Demiryolu, kent içi deniz taşımacılığı yapan Şirket-i Hayriye'nin açılması, Şehremaneti (Belediye) örgütünün diğer belediye dairelerinin kurulması, ilk telgraf hattının çekilmesi, Zaptiye Nezareti'nin kurulması ve ona bağlı karakolların açılması, Vakıf Gureba Hastanesi'nin hizmete girmesi ve Atlı Tramvay Şirketi bu gelişmelerin sadece bazılarıdır. 23 Aralık 1876'da I. Meşrutiyet ve 24 Temmuz 1908'de II. Meşrutiyet ilanlarına sahne olan ve halk arasında "Üçyüzon Depremi" denen 1894 depreminde büyük zarar gören İstanbul', II. Dünya Savaşı'nın ardından 13 Kasım 1918'de İtilaf Devletleri donanmasınca işgal edildi. 1923 yılında Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşuyla İstanbul'un başkent dönemi sona erdi. Osmanlı Padişahları Osman Gazi 1299-1326 Sultan Orhan Gazi 1326-1359 Sultan Murad Hüdavendigar 1359-1389 Sultan Yıldırım Bayezid 1389-1403 Sultan Çelebi Mehmed 1413-1421 Sultan Murad II 1421-1451 Fatih Sultan Mehmed 1451-1481 Sultan Bayezid II 1481-1512 Yavuz Sultan Selim 1512-1520 Kanuni Sultan Süleyman 1520-1566 Sultan Selim II 1566-1574 Sultan Murad III 1574-1595 Sultan Mehmed III 1595-1603 Sultan Ahmed I 1603-1617 Sultan Mustafa I 1617-1623 Sultan Osman II 1617-1622 Sultan Murad IV 1623-1640 Sultan İbrahim I 1640-1648 Sultan Mehmed IV 1648-1687 Sultan Süleyman II 1687-1691 Sultan Ahmed II 1691-1695 Sultan Mustafa II 1695-1703 Sultan Ahmed 1703-1730 Sultan Mahmud I 1730-1754 Sultan Osman III 1754-1757 Sultan Mustafa III 1757-1774 Sultan Abdülhamid 1774-1789 Sultan Selim III 1789-1807 Sultan Mustafa IV 1807-1808 Sultan Mahmud II 1808-1839 Sultan Abdülmecid 1839-1861 Sultan Abdülaziz 1861-1876 Sultan Murad V 1876-1876 Sultan Abdülhamid II 1876-1909 Sultan Mehmed Reşad 1909-1918 Sultan Mehmed Vahideddin 1918-1922
- 
	
		
		ŞEHİRLERİMİZİN TARİHTEKİ YERİ
		
		ANKARA Ankara, kuruluşu binlerce yıl gerilere giden ve bu geçmiş içinde birkaç kez Anka Kuşu gibi yeniden doğmuş bir kenttir. 1920'lerde yeni cumhuriyetin beşiği olmaya hazırlanırken, sonuncu kez yeniden doğuyordu. 0 tarihte Ankara'nın nüfusu yirmi bindi; bugünse, yedi merkez ilçesinden biri olan Çankaya'nın nüfusu tek başına milyona yaklaşmaktadır. 1920'lerin Ankara'sı ıssız-sessiz, kışın yağmuru, yazın tozuması bitmez, kendi yağıyla kavrulmaya çalışan bir küçük Orta Anadolu kasabası... 1920'lerin Çankaya'sı bu ıssızlığın en ıssız köşesi; inler-cinler bile top oynamaya korkuyor sanki... O yılların Ankarası'nda, Kale'nin istasyon yönündeki sırtlarında Hıristiyanların yaptırdıkları derme çatma oteller, hanlar, lokantalar, tek ya da iki katlı evler var. Trenden inen bir yolcu, iki yanı bataklık ince bir yoldan, tek ağacın bile bulunmadığı bir mezarlığın yanından ürpertiler içinde geçmek zorunda. Kent merkezine ancak buralardan geçtikten sonra varılabiliyor. Öylesine yoksul, öylesine yoksun bir kasaba ki Ankara, daha beterini düşünmek mümkün değil. Su yok, ağaç yok, yol yok, elektrik yok, konut yok. Su sorunu yıllar yılı dert oluyor devletin yöneticilerine. Kenti ağaçlandırmak yıllar alıyor. Yol da öyle... Yazın toz kasırgalarının, kışın diz boyu kardn, çamurun geçit vermediği, yola benzemez yollar... Kuru geçen kışlarda ayazın dondurduğu topraklar Ankaralıların yüzünü güldürüyor. Çünkü ancak o zaman her taraf yol oluyor. Elektrik epey zaman sonra lokomobil denilen bir aygıtla, ancak bazı yerlere sağlanabiliyor. Titreye titreye yanan ampullerdeki ışığa elektrik demek ne kadar mümkünse artık. Bu kadarcık bir kolaylığın bile bulunmadığı yerlerde ise insanlar, genellikle gaz lambalarının titrek aydınlığıyla yetinmek, biraz ayrıcalıklı olanlar ise lüks lambalarıyla boğuşmak durumunda. Konut, en az öncekiler kadar önemli bir sorun. Kente gelen memurlar ev bulamadıkları için eşlerini, çocuklarını beraberlerinde getiremiyorlar. Zaten bulabildikleri evlerde, kendileri de üçü beşi bir arada oturuyorlar. Hatta bazıları resmi dairelerde, bakanlık binalarında kalıyorlar. Taşıt derseniz... Yerli halkın taşıtı, şu sevimli eşekler. Bazı kesimler ise fayton kullanıyor. Bu modem (!) araçla bile, avuç içi kadar Ankara'nın bir yanından öteki yanına gitmek saatler alıyor. Hele Çankaya'ya çıkmak zorunda kalanlar için bu, bugünün şehirlerarası yolculuğu gibi bir şey oluyor. Ama Çankaya'ya çıkmak da zorunlu. Çünkü Mustafa Kemal Çankaya'da havuzlu, küçük bir bağ evinde oturuyor. Çankaya o yıllarda kentin alabildiğine uzağında. Bugünkü Devlet Resim ve Heykel Müzesi'nin bulunduğu tepenin eteklerinden Çankaya'ya kadar inen her yer, asma kütükleri, bağ artıkları, yabani çiçekler ve dikenlerle dolu. Ve çok kar yağdığında aç kalan kurtlar, bugünkü Yenişehir'e kadar iniyor. Mustafa Kemal Paşa'nın köşkünden biraz aşağılarda, Cumhuriyet'in ilk başbakanı İsmet Paşa oturuyor. Yeni yaşam biçiminin gerektirdiği bazı davetler, toplantılar İsmet Paşa'nın evinde yapılıyor. Bu davetlerden birinde İnönü'nün evinde çok sayıda yabancı diplomat da var. Bu gecenin, bugün bize kemik gelecek öyküsünü Falih Rıfkı Atay'ın Çankaya adlı kitabından aktaralım: "...Gece kar o kadar yağmıştı ki, otomobiller saplanmışlar, sökülemez hale gelmişler. İngiliz Büyükelçisi George Clark, yanında müsteşarıyla birlikte Başvekil İsmet Paşa'nın evinden çıkınca, yürüyerek gitmekten başka çare olmadığını görür. Evi de birkaç yüz metre yukarıda. Fakat ara yer bomboş, kırlık. Biraz ilerleyince büyükelçiyi bir gülme tutmuş. 'Kurtların bizi parçalaması bir şey değil. Fakat kurtların parçaladığı insanlardan ilk defa olarak, kar üstünde frak ve silindir şapka parçalan kalacak' demiş." Falih Rıfkı Atay aynı kitabında, konuk olarak gittikleri evlerde kar yüzünden birkaç gece kaldıklarını, bazen evlerine gitmek için girişimde bulunup cep fenerlerinin ışığında kar ve çamurla boğuşarak yürümeye başladıklarını, ama az sonra boş ve ıssız karanlıklardan ürkerek geri dönmek zorunda kaldıklarını örneklerle anlatır. 1920'lerin Ankara'sı böyle bir Ankara. Var ama yok gibi... 1920'lerin Çankaya'sı böyle bir Çankaya. Var ama yok gibi... Ama bu 'yok'lar kasabasında, alabildiğine 'yok'ların arasında bir şey var: Türkiye Cumhuriyeti'ne can veren TBMM. Evet, TBMM 23 Nisan 1920'de Ankara'da açılmış. Atatürk'ün Ankara'ya gelişinin 11 6'ncı gününde... Şöyle dolu dolu bir dört ay bile geçmemiş aradan. Yurdun her yanından gelen temsilcilerin oluşturduğu Meclis, Sakarya kıyılarına kadar gelen düşmanın top seslerini dinleye duya çalışmalara koyulmuş. Ülkede henüz bir İstanbul hükümeti ve bir Padişah yönetimi var olduğu halde, Ankara'da bir Meclis ve bir hükümet kurulmuş. Henüz "devlet" olarak fazla ciddiye alınmasa bile, Türkiye uluslararası alanda "Ankara Hükümeti" olarak anılıyor. Bu 'yok'lar kasabasında bir şey daha var: Kurtuluş Savaşı'nın yönetildiği ve sürdürüldüğü komutanlık karargahı... Atatürk'ün 19 Mayıs 1919'da Samsun'a çıkmasıyla başlayan Kurtuluş Savaşımız güneyde, güneydoğuda, güneybatıda ve batıda yedi düvele karşı bütün hızıyla sürüyor. İstanbul işgal altında. Düşman Ankara kapılarına dayanmış. Yunan Kralı Konstantin, Ankara üstüne sefere kalkıp, zaferini Mustafa Kemal'e orada, savaşın yönetildiği Komutanlık Karargahı'nda ilan etmenin rüyasını görüyor. Ve Mustafa Kemal'e inanmayanların, güvenmeyenlerin, onu kabullenmeyenlerin ortalığa yaydıkları fısıltılar, bulandırdıkları hava alabildiğine yoğun. Dahası, ülkenin her yanında irili ufaklı çete grupları cirit atıyor. Amaaa... Ankara'da bir Meclis, o Meclis'te Mustafa Kemal'e, ulusal bağımsızlık ilkesine sonuna kadar bağlı kalacak insanlar var. Bunlar Sakarya kıyılarındaki top seslerinin gürültüsünde bile umutlarını yitirip de Ankara'dan ayrılmayı bir an olsun düşünmeyen insanlar. Ve Ankara'da çok önemli bir şey daha var. 27 Aralık 1919 günü, Dikmen tepelerinde Mustafa Kemal Paşa'ya kucak açan, onu sımsıcak bir sevgiyle ve umuda bağırlarına basanlar var. Ege'de istilacı düşman ordusuna karşı ulusal dire nişi başlatan efelerin benzeri, Ankara'nın yiğit, yurtsever seğmenleri var. Ankara tüm varlığını, maddi-manevi tüm olanaklarını Mustafa Kemal'in ayaklarına sermiş, yüreğinin bütün sıcaklığını yoluna dökmüş. Ankara, bağrında yanan ateşi, yüreğini yakan sızıyı ancak bir Zafer'in, bir Kurtuluş'un söndürebileceği bir bozkır kasabası... Umut dolu, inanç dolu bir bekleyiş Ankara... Ve tüm Ankara'nın umudu, kasabanın güneyinde bir tepede, Çankaya'da, gösterişsiz bir bağ evinde oturuyor. Onun verdiği umut, inanç, direnç dalga dalga Ankara'ya, oradan da bütün yurda yayılıyor. Ankara, neredeyse yalnızca surların içinde kalmış İstanbul yönetimini damla damla eriterek her gün biraz daha yıldızlaşıyor, giderek tüm ülkenin simgesi oluyor. Ankara, kurtuluşu özleyenlerin yüzlerini çevirdiği bir umut-kasaba. Artık içeriye ve dışarıya karşı, Türkiye topraklan üzerinde son soluğunu vermek üzere olan bir İstanbul yönetimi ve taptaze soluğunu duyumsatan bir Ankara Hükümeti var. Gecenin karanlığı, tanyerinin aydınlığında kaybolmak üzere. Ve yeni bir Güneş'in doğması çok yakın. Ozan ve kent plancısı Ali Cengizkan Ankara hakkında şunları yazıyor: "Ankara bir düşler kentidir. Kentin kendisi insanları düşler dünyasına taşıdığından değil; insan Ankara'da düş kurmadan yaşayamaz da ondan. Ya yönetimle ilgili bir düşünüz olmalı, ya mutlulukla ilgili; ya iyi insanlıkla ilgili bir düşünüz olmalı ya da iyi sanatçılıkla ilgili. Düşlersiz yaşanamaz Ankara'da; çünkü ufuklar sınırlıdır dağlarla, geniş bir ufuk düşümüz yoksa. Çünkü dereler sığdır ve denetim altındadır, göğsümüzde yüreğimiz bir çağlayana kaynak oluşturmuyorsa. Çünkü Kale terk edilmiş gözükür uzaktan, içimizde taht kuran/hüküm süren, astığı astık/kestiği kestik, ama sırasında kendini de kesen bir yönetim yoksa. Çünkü ilişkiler köhnemiş, memurin ve hesaplıdır, yaptığınız her şeyi karşılıksız yapmıyorsanız. Onun için de Ankara bir düşler yatağıdır, onun çorak bir ülke, tozlu bir kent, kısır bir yaşam ve çeşnisiz bir toprak olduğu bir yana bırakılırsa."
- 
	
		
		......()...........ŞİİR BAHÇESİ..............()...
		
		Günler Perişan yırtarak geçiyor kalbimizden hayatı da törpüleyen zaman şuramızda birşey var acıya benzer umuda benzer böyle günlerde herşey hem acıya, hem umuda benzer gün ölümle başlatıyor hayatı her şafak taze bir ölünün üstünde doğuyor her sabah ölümü anlatıyor gazeteler sol köşede ölümü kutsallaştıran bir fotoğraf yeni bir cinayetin rontgenini çıkartıyor gövdeme beynim sabırla keskin iğdişliyor haber bültenlerini, yorumları, sahte ölüm ilanlarını bizim ilanlarımız çoktan verilmiştir gelirsede bilinir nerden ve nasıl böyle ölümün yücedir adı ha kanağacı canım, ha gelincik tarlası
- 
	
		
		İçindeki nakaratı yaz...
		
		Sen tenimin tuzunda Açan mis kokan Büyülü kardelen Sen ormanda yağan Deli yağmurdan Kaçarken çıkan fırtınam Yine sonbahar yasta aşklar Yine şarkılar kalp dolunay Yine o rüzgar beni okşar Senin gibi yasak yar ...
- 
	
		
		SEN BU FORUMUN......
		
		demek öle hee yaff küstüm sana fıkracıcısın bu forumun
- 
	
		
		Benimle çıkarmısın sorusuna ne cevap vermiş bayanlar
		
		5- Seni yeterince tanımıyorum. (Tipin falan tamam ama ya diğer özelliklerin? Araba senin üzerine mi? Evin-yazlığın var mı? Kaç para kazanıyorsun? Bankada paran var mı, vs...) dikkat abi böylesine....!
- 
	
		
		KoMiK EsPiRiLeRRRR
		
		- Eger dünya delikanli olsaydi yuvarlak olmazdi ..... - Gençligim aci veriyordu ameliyatla aldirdim .......
- 
	
		
		Günün Sözü
		
		hayat bir sınavsa ,o sınav en zor olanı ...
- 
	
		
		slmmmm
		
		kaan_bebeto şurada cevap verdi: crayz_girl başlık Ben Geldim - Buradan Başlayabilirsiniz - Birbirimizi Tanıyalımhoş geldin
- 
	
		
		SAKIN ELİMİ BIRAKMA
		
		sakın elini bırakmayın sevdiğinizin..
- 
	
		
		........AHMET YESEVİ.........
		
		AHMET YESEVİ KİMDİR? Sevmiyorlar bilginler, sizin Türkçe dilini, Bilgelerden dinlesen , açar gönül ilini, Ayet Hadis anlamı Türkçe olsa duyarlar, Anlamına erenler, başı eğip uyarlar, Miskin zayıf Hoca Ahmet yedi atana rahmet Fars dilini bilir de sevip söyler Türkçeyi MİLLİYETİMİZİ BORÇLU OLDUĞUMUZ İNSAN Türk Milliyetinin, hamurkârı olan Ahmet Yesevi, Türkiye dışındaki Türk Dünyası'nda çok iyi tanınır ve bilinir. Bununla birlikte ülkemizde de Ahmet Yesevi'yi bilen ve tanıyan az değildir. Büyük şairimiz Yahya Kemal Beyatlı; "Şu Ahmet Yesevi kim? Bir araştırın göreceksiniz. Bizim milliyetimizi asıl O'nda bulacaksınız?" diyor... Ahmet Yesevi, ilk Türk-İslâm mutasavvıfıdır. Türk aydınlarının Arapça ve Farsça yazdığı bir dönemde ilk defa Türkçe şiirler söyleyen insandır. Ahmet Yesevi'nin öğrencileri ve takipçileri, O'nun "Hikmet" denilen şiirlerini yüzlerce yıldan beri tekrarlayarak Türk dilinin gelişmesini sağlamışlardır. Ahmet Yesevi, ilk Türk-İslam mutasavvıfı olarak, Türklere İslamı ve tasavvufu anlatmak için "Farsça'yı çok iyi bilmesine rağmen" hikmetlerini Türkçe yazdı, söyledi. Hikmetler, Türk Dünyasının her yerine yayıldı. Türkçe canlandı... Yesevi'nin yolundan gidenler, Türkçe söylediler. Bu manada Ahmet Yesevi olmasaydı, güzel Türkçemiz bu kadar yaygın bir şekilde varlığını sürdüremeyecekti. Yunus Emre bir Ahmet Yesevi öğrencisi ve Yesevi izleyicisidir. Yolun en büyük şairidir. Şiirlerinin ilham kaynağı Ahmet Yesevi'dir ve hatta bazı şiirleri Yesevi Hikmetlerinin tekrarlanmış şeklidir. Sözgelimi Ahmet Yesevi, Divan-ı Hikmetinde; “Işkıng kıldı şeyda mini Cümle alem bildi mini Kaygum sinsin tüni küni Minge sinok kirek sin...” Yunus Emre Divanında; "Aşkın aldı benden beni Bana seni gerek seni Ben yanarın tünü günü " İki şiirin tamamını karşılaştırdığımız zaman temanın ve bazı mısraların birbirinin aynısı olduğunu görürüz. Ahmet Yesevi ve dervişleri, henüz büyük kısmı Müslüman olmamış, olanları da yeteri kadar dini bilmeyen Türklere İslamiyeti anlatmak gayreti içinde, Türkçe söylemişler ve Türkçe'nin devamına ve gelişmesine en büyük hizmeti yapmışlardır. Gayretlerinin asıl maksadı elbette İslam'ı yaymaktı. Bunda da büyük başarı kazanmışlardır. Daha Hazret'in sağlığında, binlerce öğrenci-mürid, Ahmet Yesevi dergahından aldıkları inanç, bilgi ve bilinci Horasan'a, Deşti Kıpçak diye adlandırılan Kuzey Türklük bölgelerine, Diyar-ı Rum (Roma Diyarı) diye adlandırılan Anadolu'ya ve Avrupa Türklüğüne ulaştırmışlardır. Anadolu'da ve Rumeli'de Türk varlığının kökleşmesinde en büyük hisse yine Yesevi dervişlerinindir. Osmanlı Devleti'nin manevi kurucuları olan Şeyh Edebaliler, Hacı Bektaş Veliler, Geyikli Babalar, Ahmet Yesevi'nin takipçileridir. Prof. Dr. Ömer Lütfi Barkan'ın "Kolonizatör Türk Dervişleri" adlı eseri, bu konuda ayrıntılı bilgilerle doludur. Ahmet Yesevi'nin Anadolu'ya gönderdiği Hacı Bektaş Veli, Osmanlı ordusunun belkemiği olan Yeniçeriliğin manevi öğretmeni (piri) idi. Yine, Ahmet Yesevi'nin Hacı Bektaş'a yardımcı olarak gönderdiği Sarı Saltuk, Balkanlarda Müslümanlığı kökleştiren kişidir. Bursa'nın fethini hazırlayan Geyikli Baba, bir başka Yesevi dervişidir. Yesevi dervişleri, Anadolu'nun Türkleşmesi yıllarında, 12'nci, 13'üncü ve 14'üncü yüzyıllarda, gerektiği zaman savaşçı dervişler olmuşlar "Alperen" adını almışlar, savaşmışlar ve savaşın ruhu olmuşlardır. Gerektiği zaman ticarete ahlak ve disiplin getiren ahlak savaşçıları olmuşlar "Ahi" adını almışlardır. Kadınların aydınlanması yolunda uğraşmışlar "Bacıyan" olmuşlardır. Boş arazileri canlandırmak ve yeşertmek işini üstlenmişler, yolların güvenliğini sağlamışlardır. Gönüllerde inanç, zihinlere bilgi ışığını saçan aydınlatıcılar olmuşlardır. Osmanlı'nın temeli Gaziler, Ahiler, Bacılar ve Abdal'lardır. Bunun için de insanlık tarihinin en büyük başarısı ortaya konulmuş, dünya yüzünde asırlar süren "Osmanlı sulhü" gerçekleşmiştir. Osmanlının gerilemesinin bir sebebi de bu ruhtan uzaklaşmak olmuştur. Ahmet Yesevi, binlerce yıllık Türk Töresi'nin verdiği doğru ölçülerle de donanmış bir kişi olarak; İslamı doğru anlamış ve dosdoğru anlatmıştır. Milliyetin temeli "dil" ve "din" ise, biz dilimizin edebi hayatiyetini ve Müslüman oluşumuzu ve hatta Müslümanlık anlayışımızı geniş ölçüde Ahmet Yesevi'ye borçluyuz. Ahmet Yesevi anlayışında kadın ve erkek işte, üretimde birlikte olduğu gibi, mescitte, mecliste ve dergahta da birlikte olmuşlardır. Kadın, hayatın dışına itilmemiştir. Ahmet Yesevi anlayışında dinin on temelinden biri de bilimdir. Ahmet Yesevi'nin anlayışında İslam'a içtenlikle sarılmak, onu yaşatmak; ancak başka din mensuplarına ve bütün insanlara da şefkat ve hoşgörüyle bakmak vardır; "Sünnet imiş, kafir olsa da insanı incitme Gönlü katı, kalp incitenden Allah şikayetçidir..." İnsana bu bakış açısı, bizim tarihimizdeki hakim anlayıştır. Ve elbetteki İslam'ı doğru anlayanların anlayışıdır. Beşyüz yıl önce Avrupa'da, dinlerinden ötürü işkenceye ve yok edilme tehdidine maruz bırakılan ispanya Musevilerini gemiler göndererek İstanbul'a getiren Osmanlı Hükümdarı II. Beyazıt, bu anlayışın takipçisi ve uygulayıcısıydı. Ve II. Bayezit bir Yesevi dervişiydi. Bu anlayışa bugün de bütün insanlığın ihtiyacı vardır. Ahmet Yesevi'nin yaşamış olduğu Türkistan şehri, Uluğ Türkistan'ın kalbidir. Türkistan şehri aynı zamanda, Oğuz Han'ın da başşehridir. Hepsinden önemlisi, ilk adı "Yesi" olan Türkistan şehri, Dünya Türklüğü'nün ortak manevi atası olan Ahmet Yesevi'nin şehridir. Bu şehir, önce kendi adını O'na vermiş, daha sonra da Ahmet Yesevi'nin unvanını ad olarak almıştır. İslam Dünyasında, Ahmet Yesevi için "Türkistan'ın Piri" ve "Türkistan'ın Hazreti" denilirdi. "Türkistan'ın Hazreti'nin Şehri" ifadesi zamanla kısalarak "Türkistan" olmuştur. Türkistan'da Ahmet Yesevi'nin türbesi ve Yesevi Dergâhı vardır. Ahmet Yesevi'nin türbesi bugün de Türk Dünyasının her yerinden gelen ziyaretçilerle dolup taşmaktadır. Ahmet Yesevi Uluslararası Türk-Kazak Üniversitesi de kutlu Türkistan şehrindedir. Türkiye ve Kazakistan Cumhuriyetleri hükümetlerinin ortaklaşa kurdukları bu üniversite, bütün Türk Dünyası'na hizmet vermek için kurulmuştur ve şu anda üniversitede, binlerce öğrenci öğrenim görmektedir. Ahmet Yesevi, bizim ruh hamurkârımızdır. Milliyetimizin temel insanıdır. Bugün, Türk Dünyası birbirine yeniden kavuşurken, buluşma ve birleşme noktası, Ahmet Yesevi'nin adı, fikirleri ve hizmetleri olacaktır... .........alıntıdır........ http://www.yesevi.edu.tr/index.php?menu_id=10
- 
	
		
		PROF. DR.  MEHMET ÖZ
		
		Dünya Markası Bir Isim: Prof. Dr. Mehmet Öz ABD dogumlu dunyaca unlu Turk Doktoru Mehmet Oz`un dunyanin en saygin ve en ciddi bilimsel yayinlarini gerceklestiren Discovery Channel`daki programi Amerikalilar tarafindan ilgiyle izleniyor. Kameralar esliginde gerceklestirdigi "bypass" ameliyatlarinin, basinda cikan tanitimlarinda "Dr .Oz gectigimiz yil yuzlerce hayat kurtardi " ibaresi bulunuyor.Ihtas sahibi oldugu "kalp sagligi"nda dunyanin en iyi doktorlari arasinda gosterilen Mehmet Oz, gecen yil da benzer program yapmisti. Ne zaman ve nerede doğdunuz? MÖ: 1960 yılında New York, Delaware’de doğdum. Aileden ya da çevrenizden kendinize örnek aldığınız, size model olan biri var mı? MÖ: Evet, babam Dr. Mustafa Öz. Anne ve babanızın mesleklerini öğrenebilir miyiz? MÖ: Babam Dr. Mustafa Öz, Göğüs, Kalp ve Damar Cerrahı’dır. Annem Suna hanım ise, Atabay ilaç fabrikasının kurucusunun kızıdır. Ev hanımıdır annem, hayatını çocuklarının eğitimine adamıştır. Size 21.nci yüzyılın Dr. Bernard’ı desem abartmış olmam, ne dersiniz? MÖ: Bunu söylemeniz çok doğru olmaz sanıyorum. Ileride böylesine anılabilmek çok onur verici olurdu herhalde ve daha çok çalışmak gerekiyor. Sizi genç yaşta bu kadar başarılı kılmaya motive eden şeylerin neler? MÖ: Tutku diyebilirsiniz. Insanlara ve mesleğime duyduğum tutku. Sizi diğer kalp cerrahlarından birkaç adım öne çıkaran başarılarınız nelerdir? MÖ: Takım çalışmasının önemini çok iyi biliyorum. Bir takım kurarken, doğru kişileri bulmak gerekir. Bu kişilerin emeğinin karşışığını vermek ve onları motive etmek çok emek gerektirir; ancak doğru yapıldığında karşılığını fazlasıyla verir. Sporla da çok ilgili bir kişi olarak, tüm yönleriyle iyi bir takıma sahip olmanın işleri ne kadar kolaylaştırdığını çok iyi biliyorum. Amerika’nın yemek kültürü “fast food”a dayalı, sebze ve meyve tüketimi çok az. Siz bu konuda bir devinim yaratabilir misiniz? MÖ: Zaten amacım da bu. Eğer Amerikan halkı geleneksel Türk yemeklerini yeseler, hem damak zevkleri hem de sağlıkları düzelir. Bu Türk yemek kültürünün yaygınlaşması için hiç de fena olmaz. Türkiye’deki tıbbi gelişmeleri ve Türk doktorlarını nasıl değerlendirebilirsiniz? MÖ: Türkiye’de muhteşem doktor ve cerrahlara sahibiz, ancak Türk meslektaşlarımın yüksek verimle hizmet vermesini sağlayacak altyapı desteğinin yetersiz olduğunu düşünmekteyim. Türkiye’ye yönelik tıp alanında projeleriniz var mı? MÖ: Şimdilik hayır. Şu anda, Türk tıbbına hizmetimi, akademik kurumumda Türk öğrenci ya da doktorlarına çalışma imkanı sağlayarak vermeye çalışıyorum. Türk tıp öğrencilerine yardım ettiğinizi duyuyoruz. MÖ: Evet ve onları elimden geldiğince desteklemeye çalışıyorum. Her yıl 400’ün üzerinde hasta tedavi ediyorsunuz. Bunun yanı sıra 350’den fazla makaleniz ve birçok ödüllü kitaplarınız var. Yoğun yaşam temponuzu nasıl ayarlıyorsunuz? MÖ: Öncelikle vücuduma çok iyi bakıyorum, sürekli egzersiz yaparım. Her zaman daha verimli olmaya çabalarım, zaman kaybetmemeye çabalarım. Bir iş yaparken, hiçbir şeyin sürencemede kalmamasına dikkat ederim. “Healing from the Heart” adlı kitabınızda, yoga yapılmasını üstüne basa basa öneriyorsunuz: Peki siz yoga yapıyor musunuz? MÖ: Hergün yoga yaparım. Hafta içi on dakika, hafta sonları ise 45 dakika. Tıp alanında yazdığınız kitaplar, her kesimi okuyucuya hitap eden eserler mi yoksa tıp doktorlarına ve öğrencilerine referans olacak nitelikte mi? MÖ: Tıp konusunda yazdığım kitaplar temel olarak doktorlar için yazılmıştır. Ancak, tıp dışından olmasına karşın, eğitimli ve ilgili kişiler de bu kitaplardan faydalanabilir. Kitaplarınızı edinmek isteyen okurlarımıza önerebileceğiniz bir adres var mı? MÖ: Bu kitapları elde etmenin pekçok yolu var. Pekçok kitapçıda kitaplarımı bulabilirsiniz. Internet üzerinden de kitapları sipariş edebilirsiniz. Amazon.com ve barnesandnoble.com bunlar içinde ençok kullanılan ve bilineni. Oprah Winfrey’in “Angel Network”ünde New Orleans’ta gönüllü doktor olarak görev aldınız. Bu doğa felaketi hakkında ki yorumunuz nedir? Kaç gün orada kaldınız? MÖ: Üç gün New Orleans’da kaldım. Orada ağırbaşlılık ve asaletin hayat için ne kadar önemli olduğunu fark ettim. . Prof. Dr. Mehmet C. Oz (MD, FACS) Kimdir? Harvard Universitesi’nden mezun olan Mehmet Öz, 1960 New York, Delaware doğumlu. Kliniksel Uzmanlık Alanları; Minimally invasive heart surgery, Cardiothoracic surgery, Mitral and aortic valve surgery, Adult cardiac transplantation, Mechanical heart assistance ve Coronary by bass and aneurysm surgery şeklinde tanımlanan Mehmet Öz, Minimally invasive cardiac surgery, Complementary Medicine, Healthcare outcomes analysis ve Heart replacement araştırma alanlarında araştırmalarda bulundu. Aldığı Şeref ve Ödüllerin listesi ise şöyle; Hippocrates Magazin Dergisi tarafından “ Yılın Doktoru, Halthy Living Magazin Dergisi tarafından “Milenyum’un Iyileştiricisi”, New York Magazin Dergisi tarafından “Yılın En Iyi Doktoru”, World Economic Forum tarafından“Yarının Küresel Lideri” seçildi. Aynı zamanda 1996 yılında “Yılın Türk-Amerikalısı” şerefine layık görüldü. Adı “Castle Connolly Almanağı”na da geçen Mehmet Öz, birçok ödülün de sahibi. “For Healing from the Heart” kitabı ile “Books for a Better America Award”’a değer görüldü. Robert E. Gross Araştırma Bursuna hak kazandı.( AATS, 1994-96) “ American Society of Laser Medicine and Surgery” Araştırma Ödülü’nün de sahibi olan Mehmet Öz, Columbia Universite Doktorlar ve Cerrahlar Fakültesi’nin “ Blake more Research” Ödülü’nü de aldı.Birçok profesyonel dernek ve kuruluşa üye olan Dr. Mehmet Öz, American Board of Thoracic Surgery,(2004) ve American Board of Surgery (1992)’nin Yönetim Kurulu’ndadır. Kendisi gibi doktor olan Lisa Öz ile evli olan Mehmet Öz, dört çocuk babasıdır. Dr. Mehmet Öz, halen Columbia Universitesi Tıp Merkezi Kardiyoloji Direktörlüğü’nün yanı sıra Columbia Üniversitesi Doktorlar ve Cerrahlar Fakültesi’nde, cerrah olarak mesleğine devam ettirmektedir Dünyaca ünlü kalp cerrahı Prof. Dr. Mehmet Öz, yeni bir buluşa imza attı. Keşfettiği kliple kalp kapağı tedavilerini ameliyatsız, kasıktan girerek yapıyor. Hastalara bir müjdesi daha var; kalbi durdurmadan köprücük kemiğinin alt tarafından girerek yerleştirilecek yeni yapay kalp üzerinde çalışıyor Geliştirdiği tedavi yöntemleriyle adını tüm dünyada duyuran ABD'deki Columbia Üniversitesi New York Presbyterian Hastanesi Kalp Enstitüsü Direktörü Prof. Dr. Mehmet Öz, yeni bir tedavi yöntemine daha imza attı. AKŞAM Gazetesi ile ALEM ve PLATiN dergilerinin düzenlediği konferans için Türkiye'ye gelen Prof. Dr. Mehmet Öz, kalp kapağı tedavisinde kullandığı ameliyata gerek kalmadan hastaların iyileşmesini sağlayan buluşunu anlattı. Öz, yeni keşfi ile ilgili merak edilen soruları yanıtladı. GÖĞÜS AÇILMAYACAK Yeni tedavi yöntemini bulurken nereden esinlendiniz? Mitral kalp kapağının bir ön kısmı bir de alt kısmı var. Kadınların yüzde15'inde bu kapağı yerinde tutan lifler biraz gevşek. Bu kapakları tedavi etmek için yaptığımız ameliyatlarda gevşek olanı sağlam olana yapıştırıyoruz. Bu ameliyatı yapmak için göğsü açmak gerekiyor. Bunu yaparken bile canımız sıkılıyor. Çünkü yaptığımız ameliyat basit bir ameliyat. Ancak bunu yapmak için kalbi durdurmak şart. 1995 yılında İtalya'da meslektaşımla bir araya gelmiştim. Kapakta yırtık olan kısmın tek bir dikişle tedavi edilebileceğini söyledi. Normalde yırtık olan kısmı çıkartıyorduk. Uçakta Amerika'ya geri dönerken 'Aslında tek bir dikişi atmak için göğsü açmak da şart değil. Bir klip yapsam olur mu' diye düşündüm. YEDİ YILDIR ARAŞTIRIYORUM Çalışmalara ne zaman başladınız? 1997'de bu klibi yapacak teknik ekibi bir araya getirdim. Bunu yapmak iki yılı aldı. Tekniği önce hayvanlarda ispatladım. Bu klibin uzun bir katedrali var. Kasıktan kalbin içine giriyorsunuz. Hastanın kalbi bu sırada çalışıyor. Her şey normal devam ediyor. Mitral kapağın yaprakları arasına yaklaşıyorum sorunlu yaprağı yakaladıktan sonra bu kliple yavaş yavaş sıkıştırıyorum. Gevşek olan yaprağı sağlam olana bağlıyoruz. Bağlandıktan sonra fermuar gibi kapanıyor. Klibi kalbin içinde bırakıyoruz. Hasta ertesi sabah taburcu oluyor. Hastalarda ne kadar süredir uyguluyorsunuz? FDA'e (Amerikan İlaç ve Gıda Dairesi) başvurduk. 20 hastaya uygulamamıza izin verildi. Ameliyat gerekli insanlarda araştırmaya başladık. Son 1 yıldır 19 hastaya uyguladık. 19'uncu hastaya Türkiye'ye gelmeden önce uyguladım. 20'nci hastaya uyguladıktan sonra FDA'e tekrar başvuracağız. Hastaların tamamının 6 ay izlenmesi istendi. Bu süre geçtikten sonra tekrar başvuracağız. Önümüzdeki sene yüzlerce hastaya uygulayacağız. Bu yeni yöntemin ameliyata oranla faydaları neler? Açık kalp ameliyatları böyle kapak ameliyatlarını yapmak için keşfedildi. 50 sene aynı şekilde takip ettik.Bunu daha kolay şekilde yapmak için robotlar kullanmaya başladık. Ama biz bunu da atlattık. Robotla ameliyat yapıyorum ama bu bizim için kolay değil. Hasta 3-4 gün hastanede kalıyor. Daha az ağrı hissediyor, daha çabuk işe dönüyor ama daha kolayını yapabiliriz diye düşünmenin sonucu bu yeni yöntem ortaya çıktı. Eğer bunun daha kolay yolu varsa kliple bunu yapmak mümkünse bunu atlatırız. Daha önce ameliyat geçirmiş , 80 yaşına gelmiş hastalarda da uygulayabiliriz. Sıfır ameliyatla yapılıyor. Yani ameliyatsız tedavi gerçekleşiyor. Ortalama 3-4 saat sürüyor. Bu klibin bir adı var mı? Nasıl bir malzemeden yapıldı? Adı, E-Valve.clip (E: Endoskopik, Valve: Kapak, Clip: Klip) Üzeri polyester bir madde ile kaplı. İç kısmı metal. Ben keşfettiğim için tıp dünyasında kendi keşfettiğini konuşmak normal değil. Çünkü ben keşfettiğim şeyler hakkında daha sert konuşuyorum. Bu uyguladığımız 19 hastadan 15'inde başarılı olduk. Ben bunu daha sert dille sadece 15'inde başarılı olduk derim. Bir başka meslektaşım bu durumu; 19 hastada uyguladık hepsinin sağlık durumları şu an iyi diyebilir. Bu keşif kalp kapağı ameliyatlarını basit hale getirdi. Başarı olunmadığında hastanın pek bir kaybı olmuyor. Ameliyatla tedavi edilebiliyor. Bu yöntem hastaların üçte birinde uygulanabilecek gibi görünüyor. YENİ YAPAY KALP MÜJDESİ Rutin tedavi yöntemi olarak ne zaman uygulanmaya başlayacak? Şu anda 3 merkezde uygulanıyor. Türkiye için şu anda daha erken. Tahmin ediyorum 18 ay içinde her yerde kullanılabilecek. Şu anda tedavide önemli bir adım olacak yeni çalışmanız nedir? En büyük hedef kalbi durdurmadan takılacak yardımcı kalp. Bunun için şu anda teknik ekibi bir araya getirmeye çalışıyorum. Öncelikle cihazı yapmak gerekiyor. Bu cihazı, kalbin ıslak havlu sıkıldığında nasıl su çıkıyorsa kalbin kanı böyle sıktığı dikkate alınarak yapılması gerekiyor. En güzel geçici kalp göğsü açmadan yerleştirilecek kalptir. Bu gösterdiğim geçici kalbin biraz daha ufağını yapacağım. Bu geçici kalbi, köprücük kemiğinin altından girip oradaki arterden devam ederek kalbi durdurmadan yerleştirmeyi hedefliyorum. Şu anki hayalim bunu yapabilmek. Kullanılan yapay kalplerle ilgili gelişmeler neler? Eski jenerasyon pompalar, çok daha dayanıklı. Yeniler bozulabiliyor. Önümüzdeki senelerde eski jenerasyon pompalar kalkacak, yenileri kullanılacak. Yeni jenerasyon 250 hastaya kullandık. Bugüne dek eski pompaların ömürleri 1.5 yıl arasında yeni pompaların ömürlerini 3-4 yıl olacağını tahmin ediyoruz. Pompaların ömrünün 7-8 yıla uzayacağını tahmin ediyoruz. Şu anda yapay pompaların maliyeti 100 bin dolar civarında. Amerikan hükümeti yaşlı hastalar için bu tedavi masrafını ödüyor. Yaşlanmayı geciktirmekle ile ilgili kitap yazan Mehmet Öz, beslenmesine çok özen gösteriyor. Amerika'dayken çok özlediği Maraş Dondurması'ndan babası Prof. Dr. Mustafa Öz'ün ısrarına rağmen sadece bir kaşık yemekle yetindi. Yılda 200 kez seks yapın Prof. Dr. Mehmet Öz, kalp sağlığını korumak için reçete gibi etkili önerilerini sıraladı: l Hareketsizlik en büyük düşman. Şişmanlık tahmin ettiğiniz kadar kötü değil. Şişman ve sporcu olanlar, zayıf ve spor yapmayan insanlardan daha sağlıklıdır. l Günde yarım saat spor yapmalı. Merdiven çıkma, yürüme, seks olabilir. Kalbinizin atışlarını artıracak kadar hareket yapılmalı. l Yatağınızın başucunda 5-10 kg ağırlığında halter olsun. Hem kemik hem de kalp sağlığı için etkili. Yatmadan önce bunları kaldırın. l Yaşamı paylaşın. Yalnız insanlarda ölüm riski daha yüksek. l Yaşama isteği ve sevincini yakalayın. (Bu hissi dini inançta, yogada, meditasyonda bulabilirsiniz) l Kalp krizi geçirmiş stent takılacak 750 kişi üzerinde araştırma yaptık. Dua edenler daha hızlı iyileşiyor. l Genetik bir hastalık varsa, yakın bir akrabası 60 yaşından genç kalpten ölmüşse erkekler 35 kadınlar ise 45 yaşından sonra kontrol yaptırmalı Kolesterol, kan testleri yapılmalı, erkekler madde kalbin resmini çeken EFOR testini, kadınlar ise hareket sırasında kalbin resmini çeken EKO çektirmeli. l Yılda 200 kere seks yapılmalı. Seks yapanlar fizyolojik olarak daha genç kalıyor. Yaşlanmayı geciktiriyor. Seksi spor olarak düşünebilirsiniz. l Her gün şekerli içecekler yerine 8 bardak su içiniz. Bu sizi şişmanlatan ve doğal hormon sistemlerinizi bozan gereksiz şekerlerin vücudunuza girmesini önlediği gibi kabızlığı da engeller. l Meyve yemenin ölçüsünü günde bir avuç olarak hesaplayın, kavun karpuzu da ince birer dilim. Üzüm ve muzda çok yüksek dozda şeker var, uzak duralım. Kayısı ve incir ise çok yararlı. l Sarmısak: Vücudun koruyucu hücrelerini destekliyor ve tansiyonu düşürüyor. Kalp sağlığı için günde bin adım atılması gerektiğine dikkat çeken Prof. Dr. Mehmet Öz, 'podometer' adlı cihazın kemere takıldığını, atılan adamları saydığını söyledi. Öz, sekreterlerine bu cihazdan dağıttığını, her gün attıkları adımları kontrol ettiğini anlattı. New York'ta ünlü bir restoranda şeflik deneyimi olan Mehmet Öz'ü mutfağa soktuk. Kalbin dostu domates l B vitamini ve balıkyağı kalp hastalıklarından korunmada çok etkili. Balıkyağı depresyon riskini de azaltıyor. Kan sulandırıcı ilaçlar alanların dışında herkes balıkyağı kullanabilir. l Kızartılmış yemeklerden uzak durun. l Domates: Çok yararlı. Etin yanında çiğ domates yenildiği zaman, domatesin içindeki Lycopin adlı antioksidan etteki zararlı Omega 6'lıları zararsız hale dönüştürüyor l Semizotu faydalı sebzelerden biri. Ben sarımsaklı yoğurtla yiyorum. l Ben ofisimde badem, ceviz ve fındık bulunduruyorum. Fındıkta bulunan yağlar çok faydalı. Buzdolabında saklanabilir. Güneşten uzak dursun ki kızartılmış yağ gibi okside olmasın. l Pirinçe dikkat! Beyaz pirinç ve un her ikisi de anında şekere dönüşüyor. ................................................................................................................................................... Ünlü kalp uzmanı Prof. Dr Mehmet Öz, Türk insanında genetik olarak iyi kolesterol düşüklüğü olduğunu söyledi. Mehmet Öz, olduğunuzdan daha genç yaşamanın yollarını anlattı.. Olduğunuzdan daha genç yaşamanın yolları 1. Adım: Kalbinizi pompalayın; bol hareket edip kalori yakın Aslında vücudunuz doğal bir yağ yakıcısıdır. Her zaman kalori yakarsınız... Bahçenizle ilgilenirken, kitap okurken ya da banyo yaparken bile kalori yakarsınız. Fakat sağlıklı olmak için fiziksel egzersiz yapmanız şarttır. Haftada 3500-6500 kalori arasında yakmanız gerekir. Kalorilerin çoğu günlük aktivitelerimizi gerçekleştirirken yakılır. Fakat araştırmalar gösteriyor ki, günlük aktivitelerle yakılan kaloriler sağlıklı olabilmek için yeterli değildir. Haftada en az 60 dakika kalp ritminizi yüzde 80 artıran kardiyovasküler egzersizleri yapmanız gerekir. Sadece düzenli yürüyüş yapmak bile, LDL (iyi huylu) kolesterol seviyenizi düşürür, sağlıklı HDL (kötü huylu) kolesterol seviyenizi artırır, vücuttaki iltihabı azaltır. Egzersiz aynı zamanda kan damarlarınızı da güçlendirir. Günde sadece 20 dakika egzersiz yapmak bile kalbinizde, arterlerinizde, eklemlerinizde, davranışlarınızda ve sağlığınızda olumlu değişikliklere neden olacaktır. 2. Adım: Gerekli ölçümleri düzenli olarak yaptırın Ölçüm yaptırdığınızda çıkacak sonuçlardan korkuyorsanız bile, yine de gerekli testleri yaptırmayı ihmal etmeyin. Bu testlerin sizin sağlığınızın değişmez bir parçası olduğunu kabul edin. * Kan basıncı (tansiyon) testi: Kan basıncı testi sizin arterlerinizin duvarlarından geçen kanın kullandığı gücün miktarıdır. Eğer kan basıncınız yüksek ise, bu arterlerde küçük deliklerin oluşmasına neden olur. Fakat yüksek kan basıncının hiçbir belirtisi yoktur. Bu da bu rahatsızlığı görmezden gelmemizi kolaylaştırır. Fakat tansiyon bazı ilaçlarla ve düzgün yaşam koşullarıyla kontrol altına alınabilir. 55 yaşındaki birinin tansiyonu ideal değerlerde ise, beden yaşı takvim yaşından ortalama olarak dokuz yıl daha genç olur. * Kan testi: Yaptıracağınız kan testi ile genel sağlığınız hakkında verilere ulaşırsınız. İşte kan testinde baktırmanız gereken değerler: * Kolesterol: İyi huylu ve kötü huylu kolesterol değerlerinize dikkat edin. Kötü huylu kolesterol seviyenizi kontrol altında tutmaya çalışırken, iyi huylu kolesterol seviyenizi yükseltmeye çalışın. İyi huylu kolesterol seviyenizi yükseltmek için; günde birkaç kaşık zeytinyağı için veya 100 gram balık ya da bir avuç fındık, fıstık ya da ceviz yiyin. Günde ortalama en az 30 dakika yürüyüş yapın. Niasin (nikotinik asit) alın. Her gece bir kadeh içki içebilirsiniz ama bir gecede içmeniz gereken sınırı sakın aşmayın. Homosistein: Alınan proteinlerin sindirilmesini sağlayan bu maddenin fazlası damar duvarlarında tahribata neden olabilir. Kan testinizde bu değerin 9 mg/dl veya daha az olmasına dikkat edin. C reaktif protein: Kan testlerinde bu değerin yüksek olması, kalp hastalıkları riskinin de yüksek olması anlamına gelir. Bu değeri günde bir tane Aspirin içerek ya da düzenli egzersiz yaparak kontrol altına alabilirsiniz. Kan şekeri: Her zaman 100 mg/dl'nin altında olmasına dikkat edin. Şeker hastası olmasanız bile, çok şekerli yiyeceklerden ve doymuş yağdan uzak durun. * Fiziksel testler: * Maksimum kalp hızı: Üç dakika vücudunuzu zorlayacak bir egzersiz yaptıktan sonra, kalp ritminizin hızını ölçün. Yaşınız için öngörülen maksimum değere, yüzde 80 - 90 oranında ulaşabiliyor musunuz? Maksimum kalp hızı değerini, yaşınızı 220'den çıkararak bulabilirsiniz. * Toparlanma süresi: En ağır egzersizi yaptıktan sonra kalp hızınızı not edin. Sonra vücudunuzun soğumasına izin vermeden egzersizi bırakın. İki dakika sonra kalp hızınızı tekrar ölçün. Yaşınıza göre maksimum değerin en az yüzde 80'ine ulaşıyorsa ya da iki dakika içinde 66 veya daha fazla değer düşüş göstermeye başladıysa, takvim yaşınızdan en az beş yıl daha gençsiniz demektir. 3.Adım: Çevrenizde iyi ve güvenilir dostlarınız olsun Strese ve depresyona karşı kendinizi koruyun, olumsuz düşüncelerden uzak durun, kronik stres kalbin en önemli düşmanıdır. 4. Adım: Kalbinizi doğru besleyin; haftada bir kez balık yiyin Günde en az bir avuç fındık, fıstık ya da ceviz yiyin. Zeytinyağı ve balık yağı damarlarınızı temizlemek ve iyi huylu kolesterolü yükseltmek için bire birdir. Haftada en az bir kere balık yiyin. Günde 32 mg flavonoid alın. Kanın temizlenmesine yardımcı olan bu madde çay, üzüm, kızılcık, soğan, domates ve portakalda bolca bulunur. Düşmanlarınızı tanıyın, yağlı etten, fındık yağından, tam yağlı süt ürünlerinden ve fast food türü gıdalardan uzak durun. 5. Adım: Akrabalarınızla görüşmeyi ihmal etmeyin Böylelikle, hem akrabalarınızla vakit geçirir hem de onların da şikayetçi olduğu genetik rahatsızlıkları öğrenebilirsiniz. 6. Adım: Ecza dolabınıza özen gösterin Erkekler 35, kadınlarsa 40 yaşından itibaren kalp rahatsızlarından korunmak için her gün bir tane Aspirin alabilir. Bedeninizin ihtiyacına uygun bir multivitamin de takvim yaşınızdan altı yıl daha genç kalmanızı sağlar. Magnezyum, kalsiyum, C, E vitaminleri ve potasyum açısından zengin multivitaminleri tercih edin. 7. Adım: Düzenli olarak ihtiyacınız kadar uyuyun Düzenli uyumaya özen gösterin. Araştırmalar kadınların günde yedi - sekiz, erkeklerin sekiz - dokuz saat uykuya ihtiyaç duyduklarını ortaya koyuyor ..........tüm yazılar alıntıdır..............
- 
	
		
		Mevlana
		
		Mevlâna 30 Eylül 1207 yılında bugün Afganistan sınırları içerisinde yer alan Horasan Ülkesi'nin Belh şehrinde doğmuştur. Mevlâna'nın babası Belh Şehrinin ileri gelenlerinden olup, sağlığında "Bilginlerin Sultânı" ünvanını almış olan Hüseyin Hatibî oğlu Bahâeddin Veled'tir. Annesi ise Belh Emiri Rükneddin'in kızı Mümine Hatun'dur. Sultânü'I-Ulemâ Bahaeddin Veled, bazı siyasi olaylar ve yaklaşmakta olan Moğol istilası nedeniyle Belh'den ayrılmak zorunda kalmıştır. Sultânü'I-Ulemâ 1212 veya 1213 yılllarında aile fertleri ve yakın dostları ile birlikte Belh'den ayrıldı. Sultânü'I-Ulemâ'nın ilk durağı Nişâbur olmuştur. Nişâbur şehrinde tanınmış mutasavvıf Ferîdüddin Attar ile de karşılaştılar. Mevlâna burada küçük yaşına rağmen Ferîdüddin Attar'ın ilgisini çekmiş ve takdirlerini kazanmıştır. Sultânü'I Ulemâ Nişabur'dan Bağdat'a ve daha sonra Kûfe yolu ile Kâ'be'ye hareket etti. Hac farîzasını yerine getirdikten sonra, dönüşte Şam'a uğradı. Şam'dan sonra Malatya, Erzincan, Sivas, Kayseri, Niğde yolu ile Lârende'ye (Karaman) geldiler. Karaman'da Subaşı Emir Mûsâ'nın yaptırdıkları medreseye yerleştiler. 1222 yılında Karaman'a gelen Sultânü'/-Ulemâ ve ailesi burada 7 yıl kaldılar. Mevlâna 1225 yılında Şerefeddin Lala'nın kızı Gevher Hatun ile Karaman'da evlendi. Bu evlilikten Mevlâna'nın Sultan Veled ve Alâeddin Çelebi adlı iki oğlu oldu. Yıllar sonra Gevher Hatun'u kaybeden Mevlâna bir çocuklu dul olan Kerrâ Hatun ile ikinci evliliğini yaptı. Mevlâna'nın bu evlilikten de Muzaffereddin ve Emir Âlim Çelebi adlı iki oğlu ile Melike Hatun adlı bir kızı dünyaya geldi. Bu yıllarda Anadolunun büyük bir kısmı Selçuklu Devleti'nin egemenliği altında idi. Konya'da bu devletin baş şehri idi. Konya sanat eserleri ile donatılmış, ilim adamları ve sanatkarlarla dolup taşmıştı. Kısaca Selçuklu Devleti en parlak devrini yaşıyordu ve Devletin hükümdarı Alâeddin Keykubâd idi. Alâeddin Keykubâd Sultânü'I-Ulemâ Bahaeddin Veled'i Karaman'dan Konya'ya davet etti ve Konya'ya yerleşmesini istedi. Bahaeddin Veled Sultanın davetini kabul etti ve Konya'ya 3 Mayıs 1228 yılında ailesi ve dostları ile geldiler. Sultan Alâeddin kendilerini muhteşem bir törenle karşıladı ve Altunapa (İplikçi) Medresesi'ni ikametlerine tahsis ettiler. Sultânü'l-Ulemâ 12 Ocak 1231 yılında Konya'da vefat etti. Mezar yeri olarak, Selçuklu SarayınınGül Bahçesi seçildi. Halen müze olarak kullanılan Mevlâna Dergâhı'ndaki bugünkü yerine defnolundu. Sultânü'I-Ulemâ ölünce, talebeleri ve müridleri bu defa Mevlâna'nın çevresinde toplandılar. Mevlâna'yı babasının tek varisi olarak gördüler. Gerçekten de Mevlâna büyük bir ilim ve din bilgini olmuş, İplikçi Medresesi'nde vaazlar veriyordu. Vaazları kendisini dinlemeye gelenlerle dolup taşıyordu. Mevlâna 15 Kasım 1244 yılında Şems-i Tebrizî ile karşılaştı. Mevlâna Şems'de "mutlak kemâlin varlığını" cemalinde de "Tanrı nurlarını" görmüştü. Ancak beraberlikleri uzun sürmedi. Şems aniden öldü. Mevlâna Şems'in ölümünden sonra uzun yıllar inzivaya çekildi. Daha sonraki yıllarda Selâhaddin Zerkûbî ve Hüsameddin Çelebi, Şems-i Tebrizî'nin yerini doldurmaya çalıştılar. Yaşamını "Hamdım, piştim, yandım" sözleri ile özetleyen Mevlâna 17 Aralık 1273 Pazar günü Hakk' ın rahmetine kavuştu. Mevlâna'nın cenaze namazını Mevlâna'nın vasiyeti üzerine Sadreddin Konevî kıldıracaktı. Ancak Sadreddin Konevî çok sevdiği Mevlâna'yı kaybetmeye dayanamayıp cenazede bayıldı. Bunun üzerine, Mevlâna'nın cenaze namazını Kadı Sıraceddin kıldırdı. Mevlâna ölüm gününü yeniden doğuş günü olarak kabul ediyordu. O öldüğü zaman sevdiğine yani Allah'ına kavuşacaktı. Onun için Mevlâna ölüm gününe düğün günü veya gelin gecesi manasına gelen "Şeb-i Arûs" diyordu ve dostlarına ölümünün ardından ah-ah, vah-vah edip ağlamayın diyerek vasiyet ediyordu.
- 
	
		
		İBN-İ SİNA
		
		İBN-i SİNA İbn-i Sina; Felsefe, matematik, astronomi, fizik, kimya, tıp ve müzik gibi bilgi ve becerinin muhtelif alanlarında seçkinleşmiş İslam filozofu (980-1037). Aristotelesçi felsefe anlayışını İslâm düşüncesine göre yorumlayarak, yaymaya çalışmış, görgücü-usçu bir yöntemin gelişmesine katkıda bulunmuştur.İbn-i Sina From ansiklopedi.gen.tr (İbni Sina sayfasından yönlendirildi) İbn-i sinaİbn-i Sina; Felsefe, matematik, astronomi, fizik, kimya, tıp ve müzik gibi bilgi ve becerinin muhtelif alanlarında seçkinleşmiş İslam filozofu (980-1037). Aristotelesçi felsefe anlayışını İslâm düşüncesine göre yorumlayarak, yaymaya çalışmış, görgücü-usçu bir yöntemin gelişmesine katkıda bulunmuştur. [değiştir]Hayatı Buhara yakınlarında Hormisen'de doğdu, 21 Haziran 1037'de Hemedan'da öldü. Gerçek adı Ebu'l-Ali el-Hüseyin b. Abdullah İbn Sina'dır. Babası, Belh'ten göçerek Buhara'ya yerleşmiş, Samanoğulları hükümdarlarından II. Nuh döneminde sarayla ilişki kurmuş, yüksek görevler almış olan Abdullah adlı birisidir. İbn-i Sina, önce babasından, sonra çağın önde gelen bilginlerinden Natilî ve İsmail Zahid'den mantık, matematik, gökbilim öğrenimi gördü. Bir süre tıpla ilgilendi, özellikle, hastalıkların ortaya çıkış ve yayılış nedenlerini araştırdı, sağıltımla uğraştı. Bu alandaki başarısı nedeniyle, II. Nuh'un özel hekimi olarak görevlendirildi, onu sağlığa kavuşturunca, dönemin önde gelen tıp bilginlerinden biri olarak önem kazandı. Batı dünyasında Avicenna adıyla tanınmaktadır.] umlayan ve eleştiren İbn-i Sina'nın ele aldığı sorunlar genellikle, Aristoteles ve Farabi'nin düşünceleriyle bağımlıdır. Bunlar da, bilgi, mantık, evren (fizik), ruhbilim, metafizik, ahlâk, tanrıbilim ve bilimlerin sınıflandırılmasıdır. Belli bir düşünce dizgesine göre yapılan bu düzenlemede her sorun bağımsız olarak ele alınıp çözümüne çalışılır. Bilgi, sezgi ile kazanılan kesin ilkelere göre, sonuçlama yoluyla sağlanır. Bu nedenle, bilginin gerçek kaynağı sezgidir. Bilginin oluşmasında deneyin de etkisi vardır, ancak bu etki usun genel geçerlik taşıyan kurallarına uygundur. Ona göre "bütün bilgi türleri usa uygun biçimlerden oluşur." Bilginin kesinliği ve doğruluğu usun genel kurallarıyla olan uygunluğuna bağlıdır. Us kuralları, insanın anlığında doğuştan bulunan, değişmez ve genel geçerlik taşıyan ilkelerdir. Sonradan, duyularla kazanılan bilgi için de bu kurallara uygunluk geçerlidir. Deney verileri us ilkelerine göre, yeni bir işlemden geçirilerek biçimlenir, onların bundan öte bir önem ve anlamı yoktur. Çelişmezlik, özdeşlik ve öteki varlık ilkeleri, usta bulunur, deneyden gelmez. İbn-i Sina'ya göre varlık, tasarlamakla bağlantılıdır. Bütün düşünülenler vardır ve var olanlar tasarlanabilen düşünülür biçimlerdir (makuller). Bu nedenle, düşünmekle var olmak özdeştir. Atomcu görüşün ileri sürdüğü nitelikte bir boşluk yoktur. Uzay ise, bir nesnenin kapladığı yerin iç yüzüdür. Varlık kavramı altında toplanan bütün nesnelerin değişmeyen, sınır ve niteliklerini koruyan belli bir yeri vardır. Devinme, bir nesnenin uzayda eyleme geçişidir. Mantık insanı gerçeklere ulaştırmaz, yalnız birtakım yanılmalardan korur. Düşünme yetisi gerçeği kavramak için mantıktan geçici bir araç olarak yararlanır. Düşünme eyleminin sağlıklı olması için mantık, ilkeler ve kurallar koyabilir, anlıkta bulunan ve bilinen bilgilerden yola çıkarak, bilinmeyenleri saptama olanağı sağlar. Bu özelliği nedeniyle, mantık, düşünmenin genel kurallarını bulan, düzenleyen, bu kurallar arasındaki gerekli bağlantıyı ve birliği kuran bir bilimdir. Mantık kuralları, genel geçerlik taşıyan ve değişmeyen kesin kurallardır. Mantığın kavramlar ve yargılar olmak üzere iki alanı vardır. Her bilimsel bilgi ya kavram ya da yargılara dayanır. Kavram, ilk bilgidir ve terim ya da terim yerine geçen bir nesneyle kazanılır. Yargı ise, tasımla kazanılır. Mantığın konusu incelenirken, tanım temel alınmalıdır. Tanımlar birbirlerine bağlandıklarında, kanıt ve çıkarıma varılır. Kavram, önce tekil bir algıdır (sezgi). Yargı ise, iki tekil terim arasındaki ilişkidir. Kavramlar, açık ve kapalı belirleme olarak ikiye ayrılır. Varlığın, töz, nicelik, nitelik, ilişki, yer, zaman, durum, iyelik, etki, edilgi gibi on kategorisi vardır. İbn-i Sina mantığında en önemli yeri tanım tutar. Bir kavramı tanımlamak için, bu kavramın bireylerinden biri göz önüne alınmalıdır. Tikelin belirlenmesi tümelden kolaydır. Eksiksiz bir tanım yakın cins ile yapılmalıdır. En yetkin tanımsa, kavramın yakın cinsi ile türsel ayrımdan oluşur. Tanım ikiye ayrılır; Gerçek tanım ve sözcük tanımları. Önermeler, yüklemli ve koşullu olabilirler. Yüklemli önerme, bir düşünce ötekine yüklendiği zaman ya onaylanır ya da yadsınır. Koşullu önermeler, bir ötekinin koşulu ya da sonucu olarak bağlanan terimlerde görülür. Önermeler varsayımlı, nitelik ve nicelikleri bakımından, tekil, belirsiz ve belirli olur. Tasım, bitişik ve ayrık olmak üzere ikiye ayrılır. Bitişik tasımların öncüleri anlam bakımından, sonuç önermesini içerir. Ayrık tasımlarda ise sonuç önermesi öncüllerde bulunabilir. Tümeller, bütün varlık türlerinin oluşumundan önce, Tanrı düşüncesinde, birer tanrısal kavram olarak vardır. Varlıkların oluş nedeni ve onlara biçim kazandıran tümellerdir. Tümeller Tanrı'da ussal olarak bulunan, nesnelerde ve bireylerde içkin olan, öteki de nesnelerin dışında ve anlıkla birlikte olan mantıksal tümel diye üçe ayrılır. Birinci türe giren tümel, metafiziği ilgilendirir. İbn-i Sina fiziği, metafiziğe giriş olarak düşünür. Fiziğin konusu madde ve biçimden oluşan nesnelerdir. Biçim, maddeden önce yaratılmıştır. Maddeye bir töz özelliği kazandıran biçimdir. Maddeden sonra ilinek gelir. Biçimler maddeye, ilinekler ise, töze katılır. Doğal nesneler kendi öz ve nitelikleriyle bilinir. Bütün nitelikler de birinci nitelikler ve ikinci nitelikler olmak üzere ikiye ayrılır. Birinci nitelikler nesnelere bağlıdır, ikinciler ise, nesnelerden ayrı olarak varlığını sürdürür. İbn-i Sina'ya göre, nesnel evrende bulunan güç ve devinimin temelini ikinci nitelikler oluşturur. Nesneler, kendilerinde bulunan gizli güçle devinime geçerler. Bu güç ise, doğal güç, öznel güç, tinsel güç olmak üzere üç türlüdür. Doğal güç, nesnede doğal biçim ve yerlerle ilgili nitelikleri taşır. Çekim ve ağırlık bu türdendir. Öznel güç, nesneyi devingen ya da durağan duruma getirir. Bunda da, bilinçli ya da bilinçsiz olma özelliği bulunur. Tinsel güç, herhangi bir organın, aracın yardımı olmaksızın doğrudan doğruya bir istençle eylemde bulunmaktadır. Buna, gökkatlarının özleri adı da verilir. İbn-i Sina'nın geliştirdiği bu güç kuramının kaynağı Aristoteles ve Yeni-Platonculuk'tur. Ancak, o bu güçlerin sonsuz olduğu kanısında değildir. Ona göre, zaman ve devinim kavramları da birbirine bağlıdır, çünkü, devinimin bulunmadığı, algılanmadığı bir yerde zaman da yoktur. İbn-i Sina'nın felsefesinde, Aristoteles'in geliştirdiği düşünce dizgesine uygun olarak, ruh kavramının önemli bir yer tuttuğu görülür. Ona göre, biri bitkisel, öteki insanla ilgili olmak üzere, iki türlü ruh vardır. İnsan ruhu, gövdeye gereksinme duymadan, doğrudan doğruya kendini bilir, bu nedenle, tinsel bir tözdür. Gövdeyi devindiren, ona dirilik kazandıran bu tözün başka bir özelliği de, yetkin düşünme yeteneği anlık olmasıdır. Düşünme eylemi yaratan ruhtur, o gövdeyi gerektirmez, ancak gövde var olabilmek için tini gereksinir. İnsan ruhu gövde biçiminde değildir, usa uygun biçimleri kavramaya elverişli bir töz olduğundan, gövdesel yapıda yer alamaz. Gövde, bölünebilen öğelerden oluşmuş bir bütündür, oysa tin, bir birliktir, bölünmeye elverişli değildir, sürekli olarak özünü ve birliğini korur. Tin, bütün izlenimleri gövde aracılığıyla alır, anlık yoluyla kavramları, kavramlara dayanarak usa vurmayı oluşturur. Bu yüzden, gövdeyle dolaylı bir bağlantısı vardır. Ancak, bu bağlantı tin için bir oluş koşulu değildir. Canlı sorununa, gözleme dayalı bir ruhbilim anlayışıyla çözüm arayan İbn Sina'ya göre dirilik bir bileşimdir. Doğal organların, göksel güçler yardımıyla bileşmesinden canlılar ortaya çıkar. Bu olay da, belli aşamalara uygun olarak gerçekleşir. İlk ortaya çıkan canlı bitkidir. Bitkide tohumla üreme, beslenme ve büyüme güçleri vardır. İkinci aşamada ortaya çıkan hayvanda ise, kendi kendine devinme ve algı güçleri bulunur. Devinme gücünden isteme ve öfke doğar. Algı gücü de, iç ve dış algı olmak üzere ikiye ayrılır. İnsan özü doğal evrim sürecinde en üst düzeyde gerçekleşmiş bir oluşumdur, bu nedenle, öteki varlıklardan ayrılır. İnsanda dış algı duyumlarla, iç algı da , beynin ön boşluğunda bulunan ortak duyu ile sağlanır. Duyularla alınan izlenimler bu ortak duyu ile beyne gider. Beynin, ön boşluğunda sonunda, tasarlama yetisi bulunur. Bu yeti duyu izlenimlerini sağlamaya yarar. İnsan için en önemli olan düşünen öz yapıcı ve bilici güçlerle donatılmıştır. Yapıcı güç (us) gerekli ve özel eylemler için gövdeyi uyarır. Bilici güç ise, yapıcı gücü yönlendirir. Özdekten ayrılan tümel biçimlerin izlerini alır. Bu biçimler soyutsa onları kavrar, değilse soyutlayarak kavrar. İnsanda iyiyi kötüden, yararlıyı yararsızdan ayıran yapıcı güçtür, bu nedenle bir istenç niteliğindedir. Us konusunda İbn-i Sina ayrı bir düşünce ortaya atmıştır. Ona göre us beş türlüdür. Özdeksel us, bütün insanlarda ortak olup, kavramayı, bilmeyi sağlayan bir yetenektir. Bir yeti olarak işlek us, yalın, açık ve seçik olanı bilir, eyleme yöneliktir, durağan bir güç niteliğinde değildir. Eylemsel us, kazanılmış verileri kavrar ve ikinci aşamada bulunan ustan daha üstündür. Kazanılmış us, kendisine verilen ve düşünebilen nesneleri bilir. Aşama bakımından usun olgunluk basamağında bulunur. Bu aşamada usun kavrayabileceği konular kendi özünde de vardır. Kutsal us, usun en yüksek aşamasıdır. Bütün varlık türlerinin özünü, kaynağını, onları oluşturan gücü, başka bir aracıya gereksinme duymadan, bir bütünlük içinde kavrar. İnsan, ayrıntıları duyularla algılar, tümelleri usla kavrar. Tümelleri kavrayan yetkin us, nesneleri anlama yeteneği olan etkin usa olanak sağlar. İnsan usunun algıladığı ayrıntılar, kendi varlıkları dolayısıyla değil, nedenleri yüzünden vardır. Us, bu kavranabilir nesneleri kazanabilmek için ilkin duyu verilerinden yararlanır. Sonra duyu verilerini usun genel kurallarına göre işlemden geçirir, yargıları ortaya koymada onları aşar. Yaratılış konusunda İbn-i Sina, varlığın sıralı düzeninde, "bir'den bir çıkar" ilkesine dayanır. İlk "bir", zorunlu varlık, Tanrı'dır. O'nun varlığı yalnız kendisini gerektirir. Var olma, Tanrı'nın özünden gelen gerekimdir. İlk neden ilk gerçekliktir. Tanrı'dan ilk us ortaya çıkar. Çokluk bu usla başlar. Bundan da felek ve nefsin usları türer. Her ustan da, o usun özü ve cismi oluşur. Us cismi aracısız olarak devindiremeyeceği için, uslar sırasının sonunda etkin us, akıl bulunur. Ondan da dünya ile ilgili nesnelerin maddesi, cisimlerin biçimleri ve insan özleri doğar. Etkin us, tümünün yöneticisidir. Yaratılış önsüzdür ve yeri de maddedir. Madde, soyut ve tüm varlığın öncesiz olanı, nefsin eylem alanı, sınırı ve tüm parçaların kaynağıdır. İlk us, kendisini ve zorunlu varlığı bilir. Buradan ikilik doğar. İlk us kendinde olanaklı, ilk varlık için ise zorunludur. Her tikel feleğin ilk kımıldatıcısı vardır. İlk kımıldatıcıları eyleme sokan tinsel varlıklardır. Her feleğin de iyiliğini düşünen kımıldatıcı bir nefsi vardır. Nefsin eylemi, etkin usa ulaşır. Evrenin varlığı, zorunlu olan, Tanrı'yı gerektirir. Başka bir varlığın etkisiyle var olan evren sonsuz olamaz. Devinme, nesnenin özünde saklı güçten doğar. Her nesnenin özünde devindirici bir güç vardır. Nesne kendini kendinin etkin öznesi değildir. Bu güç, nesneye biçim de kazandırır. İbn-i Sina metafiziği genelde Aristoteles metafiziği ile Yeni-Platonculuk ve Kelam'ın bireşimidir. Konusu, ilkler ilki, tüm oluşların, yaratışların, varlık bütününün kaynağı olan Tanrı'dır. Tanrı, bütünlüğü nedeniyle nesnelerde, olay ve eylemlerde görünüş alanına çıkar. Varlık vardır, yok olamaz. Varlık üç bölüme ayrılır: 1- Olanaklı varlık, nesnelerle ilgili değişimin, oluş ve bozulmanın egemen olduğu varlıktır. Bu varlık ortamında görülen ne varsa belli bir süre içinde başlar ve biter. 2- Kendiliğinden olanaklı varlık. Olanaklı olmasına karşın, ilk nedenle ilişkilerinden dolayı zorunluluk kazanır. Tümellerin, yasaların bulunduğu evren. Gökkürelerin usları böyledir. 3- Kendiliğinden zorunlu varlık, ilk neden ya da Tanrı'dır. Değişmez ve çoğalmaz. Çokluklar ondadır. Tanrısal zorunluluk illkesi tüm yaratılanların da temel ilkesidir. İbn-i Sina'nın benimsediği tanrıbilim dört ana konuyu içerir; Evren, ötedünya, ahiret, peygamberlik, Tanrı. Evren yaratılmıştır. Yaratıcı ve var edici Tanrı'dır. O Kelamcılar'ın dediği gibi özgün yapıcı değildir, zorunludur. İlk neden önsüz ve sonsuzdur. Evrenin yaratılması, Tanrı'nın daha önceden varoluşunu gerektirir. Evrenin bütününde yer alan gök katları tanrısal evrenin varlıklarıdır, bunların özleri meleklerdir. Madde dünyasında oluş ve bozulma vardır. Onların tanrısal niteliği yoktur. Bu yaratma olayı da bir fışkırmadır. Ölüm, tinin gövdeden ayrılmasıdır. Gövdelerden ayrılan tinlerin geldikleri kaynakta toplanmaları insanda ötedünya kavramını oluşturur. Ruh, tinsel bir tözdür, ölümsüzdür. Gövdeye egemendir. Ruh gövdeye girmeden önce etkin usta vardı. İnsana bireyselliğini kazandıran odur. Gövdenin yok olması, ruhun varlığını etkilemez. Dirilme tinseldir. İnsanları yaratan Tanrı, onlara verdiği özgür istençle iyi ile kötüyü seçme olanağı sağladı. İstenç özgürlüğü, usla utku arasındaki çatışmadan ve ilkinin üstünlüğünden doğar. İnsan elinden çıkan bütün bağımsız eylemler tanrısal kayra ile gerçekleşir. Özgür istenç tüm insanlarda vardır. Peygamberler de bu bakımdan birer insandır. Ancak, onlarda insanların en yüceleri olan bilginlerde, bilgilerde olduğu gibi bir seziş vardır. Bu üstün seziş gücü, kavrayış yeteneği peygamberlerin etkin us ile buluşmalarını, gerçekleri kavramalarını sağlar. Bu üstün güç ve kavrayış vahy adını alır. Üstün anlayış gücü taşıyan melekler, vahyi peygamberlere ulaştırırlar. Tanrı, özü gereği bilicidir. Kendi özünü bilmesi yaratmayı gerekli kılar. İbn-i Sina İslâm dinine ve Kuran'a dayanarak bilmeyi yaratma olarak niteler. Yaratma eylemi Tanrı'nın kendi özüne karşı duyduğu sevgiden dolayıdır. Tanrı tümelleri bilir. Tikellerle ilgili bilgisi de, tümel nedensellikleri bilmesindendir. 1- Madde ve biçimin ilişkileri üzerinde bilimleri iç bölümde ele alırlar: 2- Maddeden ayrılmamış biçimlerin bilimi: Doğa bilimleri ya da aşağı bilimler. 3- Maddesinden iyice ayrı biçimlerin bilimi: Metafizik, mantık gibi yüksek bilimler. Maddesinden ancak zihinde ayrılabilen, kimi yerde ayrı kimi yerde bir olan biçimlerin bilimi: Matematik, geometri, orta bilimler. Zihin bu biçimleri doğru olarak maddesinden soyutlar. Felsefe ise, kuramsal ve pratik diye ikiye ayrılır. Kuramsal olan, bilmek yeteneğiyle elde edilen bilgileri kapsar. Doğa felsefesi, matematik felsefesi ve metafizik gibi pratik felsefe, bilmek ve eylemde bulunmak üzere elde edilen bilgilere dayanır. İbn-i Sina, gerek Doğu gerekse Batı filozoflarını etkiledi. Gazali, özellikle, ruh anlayışında ondan etkilendi. İbn Sina'nın deneyci yanı, Gazali'yi kuşkuculuk'a götürdü. Yapıtları 12.yy'da Latince'ye çevrildi, ünü yayıldı. Tanrıbilimci filozof Albertus Magnus, tin ve us ile güçleri konusunda İbn-i Sina'dan yararlandı.
 
     
     
     
    