Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

maytek

Φ Üyeler
  • İçerik Sayısı

    24
  • Katılım

  • Son Ziyaret

  • Lider Olduğu Günler

    1

maytek tarafından postalanan herşey

  1. Ben MHP'yi diğer partilerle karşılaştırarak söylemedim bunu. MHP elbette diğer bazı partilerden daha iyi olabilir. Ancak MHP milliyetçi bir parti değildir...
  2. ................................................
  3. "Aferim" deme zaten öyle bir kelime yok da sen kendini Allah mı sanıyosun ***** ******* ******** seni...
  4. Aferin sana ülkücü sentezci. Bu yolda devam et sen...
  5. 5-fethullahın çiftliğini cia ajanı korumuyor... Doğru tespit, fetullahın evini cia ajanları değil fbi ve dia ajanları korumaktadır.
  6. Tepitlerini şaşırarak okudum. Hepsi çok doğru ve mantıklı tespitler. Kürtlerin PKK'lı olanı da olmayanı da bu ülkeye zarar veriyor. PKK zaten herkesin malumu. Ama PKK'lı olmayanlar da bu ülkeye zarar. Adam çıkmış ben PKK'yı desteklemiyorum. Mücadelemizi silahla değil siyasi yollarla sürdürelim diyor. Mücadelen kadar başına taş düşsün. Şöyle bir etrafınıza bakın ülkede sorun çıkaran, suç işleyen, bozgunculuk yapanlar daha çok kimler? Adam dağa çıkmamış ama şehirde terör estiriyor. Ama sayın musti, siz değil miydiniz "Türk kürt kardeştir, ayrım yapan kalleştir" "Türk ne kadar Türkse, (haşa) kürt de okadar Türktür; kürt ne kadar kürtse, Türk de o kadar kürttür" "Kürtler din kardaşımızdır." diyen. bu sözleri hiçbir kürt ciddiye almıyor. Hepsi bozgunculuğa devam ediyor ama siz Türkleri afyonlayarak tehlikenin ciddiyetinin görülmesine engel oluyorsunuz... Lütfen arık gerçekleri görünüz... Tanrı Türk'ü korusun ve yüceltsin...
  7. İşte bu sözde milliyetçi, Türklük düşmanı, yobaz, sentezci, ümmetçilerin ne olduğunu herkes görüyor. Hem fetullah denen ajanı savunuyorlar hem de utanmadan milliyetçi olduklarını iddia ediyorlar. Yazıklar olsun Türklük düşmanı sentezcilere... Tanrı Türk'ü korusun ve yüceltsin...
  8. Atam, kurduğunuz devleti korumak, bu vatanve millet için her şeyimizi feda etmek hepimizin görevidir.
  9. O parti sanki milliyetçiliği tekeline almış. Hadi milliyetçilik yapsa içim yanmayacak.
  10. MHP kadar başınıza taş düşsün. Tanrı Türk'ü korusun...
  11. Şehitlerimize Allah rahmet eylesin. Ruhları şad, mekanları cennet olsun.
  12. Karşılaştığımız zaman ne olduğumu kim olduğumu anlarsın
  13. Vay be bu muhteşem mantığınla şıhının ajan olmadığını aklınsıra kanıtladın. Tebrik ederim seni...
  14. Vay be şu başlıktaki yazıları okudum da fetullahçıların, ülkücülerin yobazlığını bile beğenmediklerini, onların daha da yobaz olmaları gerektiğini söylediklerini gördüm. İlginç doğrusu. Ey fetullahçılar bulmuşsunuz ülkücüler gibi tatlısu milliyetçilerini, bulduğunuza şükredin bari. Bir gün karşınıza biz çıktığımızda anlayacaksınız bu yarı milliyetçi ülkücülerin kıymetini...
  15. Bu olayın doğrudan doğruya Amerikan Ajanı Fetullah Gülen'in emriyle yapıldığı muhtemel. Mahkemenin bunu araştıracaktır.
  16. Aaa olur mu bu iki çok muhterem(!) şahsın faziletlerini(!), yobazlık için sarf ettikleri çabaları okuyamazsak çok şey kaçırmış oluıruz. Bu iki şahıs ülkemizin en büyük değerliridir(!)
  17. Hoşbulduk cyrano. Ben de sizin yazınızdaki hatalı olduğunu düşündüğüm şeyleri belirteyim. Çerkeslerin isyan ettikleri ve Kurtuluş Savaşı sırasında da düşmanlı işbirliği ettikleri açık bir gerçektir. Kurtuluş Savaşı sırasında İngiliz desteğiyle kurulan Kuvayı İnzibatiye Çerkes ağırlıklı bir kuvvetti. Sizin çok övdüğünüz o Ethem Bey kendi birlikleri ile önce Yunanla savaşmıştır. Ancak düzenli ordu komutasına girmesi emredildiği zaman önce kendisine bir rütbe istemiş, doğal olarak kabul edilmediğinde de isyan etmiştir. Hatta daha sonra Yunana sığınmış ve ordumuza kalleşlik etmiştir. Ethemin isyanı istiklal mücadelesi sırasındaki en hain ve kalleşçe isyandır. Yaptıkları nedeniyle Ethem, TBMM tarafından vatan haini ilan edilmiştir ve bu karar hala yürürlüktedir. Bunlar tarihi gerçekler. Teşkilatı Mahsusa'da ve Cumhuriyet dönemi istihbarat teşkilatlarında Çerkeslerin istihbaratçılık yaptığı doğrudur. Ancak ne Kuşçubaşı Eşref Bey ne de arkadaşları Çerkestir. Tümü Türk oğlu Türk'tür. Ben burada Çerkes düşmanlığı yapmıyorum ama tarihi gerçekler yadsınamaz. "Vatandaşlık esasına dayalı milliyetçilik"ten bahsetmişsiniz. Ben bunu sizden önce bir de Dr. Devlet Bahçeli'den duymuştum. Ama bu "Vatandaşlık esasına dayalı milliyetçilik" denen şey maalesef ne Osmanlı Devleti vatandaşı olan Ermenilerin, Rumların, Arapların, Arnavutların vs. yaptığı hainlikleri açıklıyor ne de sert açıklamalar yapmaktan pek hoşlamayan Org. Özkök'e şu açıklamaları yaptıran ***** hainliği: "Türk Milleti engin tarihinde iyi ve kötü günler görmüş, sayısız zaferler yanında ihanetler de yaşamıştır. Ancak hiçbir zaman kendi vatanında kendi sözde vatandaşları tarafından yapılan böyle bir alçaklıkla karşılaşmamıştır. Savaş meydanında vuruştuğu bir düşmanın Bayrağına dahi saygı gösteren bir ulusun, kendi Bayrağının, kendi topraklarında sözde kendi vatandaşları tarafından böyle bir muameleye maruz kalması hiçbir şekilde izah edilemez ve mazur görülemez." Genelkurmay Başkanlığı ("Sözde vatandaş" vurgusuna dikkat lütfen!)
  18. Bozkurtmusti, sanırım yazı uzun olduğu için tamamını okumak size zor geldi ve okumadığınız bir yazıya cevap yetiştirme başırısını gösterdiniz. Sizi tebrik ederim. Yukarıda Siyasal İslamcılıktan bahseden bir yazı var. Bu yazının neresinde İslam ile Türklüğün düşman olduğunu gördünüz merak ediyorum doğrusu. Biz Karahanlılardan Türkiye Cumhuriyeti'ne kadar olan Türk tarihini ne hakla beynimizden silmeye kalkışalım. Nasıl buna cüret etmeye kalkışalım? Kimin haddine düşmüş? Bir Türk'ün Türk olmadığını iddia etmek veya bir Türk'e hakaret etmek şerefsizliktir. Ama siz "Müslümanlık ruh Türklük bedendir. Ruhsuz beden ceset olur." diyerek İslamiyetten önceki Türk devletlerini, başbuğlarını, boylarını ceset ilan ediyorsunuz. Ayrıca günümüzde yaşayan ama İslamiyet'i kabul etmemiş olan çeşitli Türk boylarını da ceset kabul ediyorsunuz. Bu yaptığınız alenen Türk düşmanlığıdır. Bizim anlayışımıza göre bütün dinler ve inançlar kutsaldır. Hepsine saygı gösteririz. Herkes elbette farklı bir dine inanabilir. Kişisel olarak her dine eşit mesafede olmak gerekmez ama din kişinin vicdanını ilgilendiren bir meseledir. Bir de utanmadan beni imana davet etmişsiniz. Ben de Müslümanım. Ama bu benim inancım ve beni ilgilendirir. Bunu asla siyasi bir propaganda malzemesi yapmam. Bölücülerle, ümmetçilerle, sentezcilerle, hainlerle her zaman mücadele edeceğiz. Tanrı Türk'ü korusun...
  19. maytek

    SİYASAL İSLAM VE YOBAZLIK

    Saygıdeğer Soydaşlarım, Türkçülük muhakkak ki Türklüğün uzak ve yakın, küçük ve büyük bütün sorunlarını tespit etmek ve bunlara çözüm üretmek gayesindedir. Bu nedenle gündemimizde yer alan konuların fazla sayıda olması doğaldır. Ancak bu sorunların içerisinde bazıları vardır ki bunların bilhassa üzerinde durmak gerekir. Bu öncelikli sorunlardan birinin laiklik üzerine tartışmalar ve siyasal İslâmcılık mevzusu olduğunu söylesek herhalde yanılmış olmayız. Konuşmamızı da bu bağlamda önce siyasal İslâmcılığın fikrî yanılgıları ve sonra milletimize yönelik zararlarını ele alarak gerçekleştirmek niyetindeyiz. Siyasal İslâmcılık akımının temelde iki unsura dayandığını söyleyebiliriz. Bunlardan birisi şeriatçılık, diğeri ise ümmetçiliktir. Şeriatçılık ile kastedilen ülke içerisinde yasaların dini kurallardan ibaret bulunması yahut dini kuralların güdümünde var olmasıdır. Ümmetçilik ile anlatmak istediğimiz ise bireyin kendini tanımlamasında din kavramının diğer bütün kavramlardan önce gelmesi ve bu şuur ile dünyada bir İslâm birliği kurulmasıdır. İslâmcılığın bu temelleri ile arzuladığı sonuca ulaşması için büyük bir fırsat vardı. Ortaçağ! Özellikle geç ortaçağ olarak adlandırılabilecek 1100-1453 yılları arasındaki dönem dünyanın birçok yerinde, Avrupa’da ve Yakındoğu’da öncelikli unsurun din olduğu bir zaman dilimi idi. Bu dönemden itibaren Müslüman Türkler diğer Müslüman toplumlarla bir arada yaşamaya başladılar. Ortaçağ’ın sonlarında Avrupa’da ümmetçi anlayış terk edilmeye başlamıştı ancak bu durum Müslümanlar için geçerli değildi. Bu nedenle hâlâ din faktörünün öncelikli bulunduğu 18. yüzyılda bile Türkler ve diğer Müslümanların büyük bir kısmı aynı devletin tebaası idi. Osmanlı mülkünde bulunan Müslüman Türkler, Araplar, Kuzey Afrikalılar, Arnavutlar, Kürtler vb. birçok topluluk yüzyıllarca ümmet olarak birlikte idiler. İşte bu İslâm Birliği’nin gerçekleşmesi ve İslâm milletlerinin ilelebet birleşmesi için ciddi bir fırsattı. Ancak tarih çok acı bir şekilde bu toplulukları bir arada tutanın din kardeşliği şuuru değil otorite ve menfaat olduğunu gösterdi. Birinci Cihan Harbi’nin sonuna kalmadan Türkler dışındaki bütün Osmanlı toplumlarının Müslüman-gayrı Müslim ayrımı olmaksızın isyan bayrağını çektiği görüldü. Osmanlı’dan alacaklarını almışlardı ve artık deyim yerinde ise, Osmanlı’nın modası geçmişti. Tarih bu acı hadiseyi kaydederken yalnızca kronolojik bir sıralama oluşturacak zamanları ve kayıtlara geçecek istatistikleri değil bir akımın, bir topluma yüzyıllardır dikte edilen bir hayat felsefesinin çöküşünü de zihinlere kazıyordu. Ortada İslâm dünyasının halifesi, yani peygamberin devamcısı vardı, küffâra karşı cihat ilân ediyordu. Oysa alınan karşılık altınlar için karnı deşilen vatan evlâtları idi. Halifelik ismen haşmetli ve fiilen bitmiş vaziyette idi. Bütün bu İslâm birliği hayalleri işte böyle bir ortamda, yani dünyanın kana bulandığı, milletlerin var oluş savaşımı verdiği bir zaman ve mekânda batmakta idi. Türk milleti yıllardır güvendiği silahını ilk kez kullanmak istediği anda bunun bir seraptan ibaret olduğunu anlıyordu. Esasen İslâmcılığı uygulayanlar da bu fikrin pratiğinden çok teorik yararına gönül vermişlerdi. Neticede yüzyıllar boyunca Osmanlı hükümdarları halife olmanın verdiği prestije sahip oldular. Ancak kendileri yahut milletleri için bunun pratikte bir fayda sağladığı görülmedi. Hatta İslâm birliğini bir tarafa bırakır da şeriat kurallarını ele alırsak, buna dahi tam olarak uyulmadığını göreceğiz. Padişah buyruğunun şer’i esaslara uygunluğunu denetleyen şeyhülislamların menfi görüş bildirmeleri halinde idam edilmek tehlikesi ile karşılaşabildikleri vakıadır. Filhakika, bunun bir nedeni vardır o da halife bile olsa, devletin şer’i esaslarla yürütülemeyeceğini anlayabilecek insanların bulunmasıdır. Soydaşlarım, İslâmcılığın dünü “özgüvenle dolu uzun bir sessizlik döneminin sonunda yaşanan hüsran” olarak özetlenebilir. Peki bugününün ahvâli nedir? Bugün İslâmcılığın Türk milletine ilişkin tek bir ana amacı vardır. Bu amaç günümüzün en gelişmiş ve güçlü Türk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti’ni kuruluş felsefesinden ayırmak, laik rejimi yok etmek, bozmak yahut değiştirmektir. Bu amacın yaratacağı düşman da doğal olarak laiklik ve laisizmi ülkemize yerleştiren Mustafa Kemal Atatürk’tür. İslâmcıların laik rejime saldırma metodları ve öncelikle teorik saldırılar üzerinde duralım. İslâmcılar propagandalarında laikliğin bize uygun, bize özgü olmadığını söylüyorlar. Laikliği batıyı taklit etmek, öz benliğini yitirmek olarak gösteriyorlar. Oysa gerçekler bunun tam aksini işaret etmektedir. Nys’in Droit International adlı eserinde belirtilene göre laiklik kurumu Hıristiyanlara Türklerden geçmiştir. Laiklik, Turanlı bir kurumdur. Çengiz Kaan dönemindeki, Hazarlar dönemindeki duruşu göz önünde bulundurularak bu kanıya ulaşmak zor olmayacaktır. Hemen burada bir anektoda yer vermek istiyorum. Yavuz Sultan Selim vaktiyle kırk kadar iç oğlanın öldürülmesini emredince bunu engellemek isteyenler sultanın huzuruna Müftü Zenbilli Ali Efendi’yi çıkarmışlar. Müftü’nün bu kırk kadar iç oğlanın affını istemesi üzerine Selim Han’ın verdiği yanıt çarpıcıdır: -Hoca, sen artık dünya işlerine de karışır oldun, istersen sana bir vezerat verelim. Bu cümle ortaya koyuyor ki ilk Osmanlı Halifesi Yavuz’un gözünde bile vezirlik ayrı müftülük ayrı idi. Din başka idi, dünya işleri başka.. Hâl böyleyken laikliğin bize uygun olmadığı iddiası yersiz ve yetersiz kalmaktadır. Laikliğin dinsizlik olarak algılanması ve anlatılması ise basmakalıp yahut klasik olarak niteleyebileceğimiz bir deli saçmasıdır ki bunun üzerinde fazla durmaya gerek görmüyoruz. Ancak Türkiye’de laikliğin kabûlünün en sıkı takipçilerinden Mahmut Esat Bozkurt’un bir sözünü aktarmakta fayda görüyorum. Bozkurt, laikliğin kabûl edilmesini şöyle yorumluyor: “Yani insanlarca kutsal olan din, hükümdarların yahut herhangi bir şefin elinde oyuncak olmaktan kurtularak el değmeyen ve ebedi olan vicdanlara mal edildi.” İşte dine gerçek saygı ve işte laisizmin gerçek mânâsı. İslâmcılar propaganda yapmak ile yetinmiyorlar elbet. Elde ettikleri makamları kullanarak da laik rejimi zayıflatmak için girişimlerde bulunuyorlar. Radyo-Televizyon Üst Kurulu’nun hazırladığı yayın yönetmeliğine başbakanlıktan gelen itirazı hatırlıyor olsanız gerektir. Sözü geçen kurulun hazırladığı yönetmelikte yer alan ve laikliğe aykırı yayın yapılamayacağını belirten hükmün “ayrıntıya gerek olmadığı” gerekçesi ile yönetmelikten çıkartılması istenmişti. Bu davranışın Türk devletinin temel ilkelerine bütünüyle aykırı olduğu gayet açıktır. Siyasal İslâmcılığın materyali bellidir. İnsanların dinî duyguları. İşte sömürülecek olan bu noktadır. Saflıkla inanılan, içinde huzur ve ebedî mutluluk aranılan dine ilişkin hisler İslâmcıların malzemesidir. Amaçları elbette ne dine ne millete hizmettir. Amaç, yalnızca çıkar elde etmektir. Atatürk’ün Rize’yi ziyaretinde etrafını çeviren mollalar medreselerin yeniden açılmasını istediğinde Atatürk’ün verdiği yanıt onların bu amaçlarını ortaya çıkarıyor muydu? Bu yanıtı tekrar gözden geçirelim, yanıtın evet olduğunu anlayacağız. Atamız mollalara şöyle diyordu: “Para istiyorsanız size millet yetecek kadar verecektir. Açsanız karnınızı doyuracaktır. Medreseler bir daha açılmayacaktır, anladınız mı?” Görüldüğü gibi Atatürk bu yanıtın içeriğine dini ya da siyasi unsurları yerleştirmemiştir. Doğrudan mollaların çıkar amacına işaret etmiştir. Yine bu çıkar amacına işaret eden bir tarihî vakıayı hatırlatmak isterim. Yıl 1687. Devlet-i Âliyye-i Osmaniye’nin hünkârı bir karar alıyor. İmdâd-ı Seferiye. Yani savaş yardımı. Bu buyruk gereğince vilayetlerden, halktan borç olarak hazineye yardım toplanacak. Padişah sağlam bir duruş sergileyerek bu buyruğun kapsamına devletten geçinenleri de ekliyor. Bu amaçla saray mensuplarından da yardım toplanıyor. Hatta padişahın eşinden ve kız kardeşinden bile. Bu sırada ulema da sarayda toplanıyor ve kendilerinden de yardım isteniyor. Ancak bu din adamları adına sözcü olarak Rumeli Kadıaskeri Hamid Efendi menfi bir cevap veriyor. Cevabı şöyle: “Biz bir alay fıkarayız. Arpalık olarak verdikleri kaza ölmeyecek kadar ihtiyacımıza yetişmez, nerden bulup verelim.” Bu sözler kimi neye ne kadar inandırır bilinmez ama belki bu şahsın Rodos’a sürüldükten sonra ölümünde evinden üç yüz seksen kese kuruş çıktığını belirtmenin bir faydası olabilir. Değerli Kardeşlerim, Bugün bile aynı şeyler olmuyor mu? Televizyonlarda, İslâmcıların kanallarına bir göz gezdirin. Bir takım sözde yardım programları var ki bunlarda belli bir yörede kendi cemaatlerine mensup tacir ve esnafların reklâmını yapmaktan başka hiçbir işle meşgul olmuyorlar. İnsanlara yardım etmek gibi bir duyguyu bile maddi çıkar kazanmak için araç haline getirebilen bir güruh ile karşı karşıyayız. Rejim düşmanlığı bu kişiler için çok daha kolay olsa gerek. Maneviyat sözcüğü bu kesimin ağzından düşmeyen bir nesnedir. Öyledir ya, bu güruhun maneviyatı ile Türk milletinin maneviyatı ne kadar örtüşür tartışmalıdır. Bu ülkede bilinen bir Çanakkale Zaferi vardır. Birinci Dünya Savaşı’ndaki en büyük başarımız, dünyaya karşı haklı ve şerefli müdafaamız, millî gururumuzu şahlandırışımız, İstiklâl Harbi için gereken morali sağlayan kaynağımız.. Çanakkale’miz. Bu büyük zafer hakkında ileri geri konuşmak, milliyet, askerlik, savaş gibi konuları alaya alan komünistlerin bile harcı olmamıştı. Ancak çok eski olmayan bir zamanda İslâmcı bir kişilik ortaya çıktı ve o mâlum sözü sarfetti: “Benim için Necef Çanakkale’den bin kat fazla faziletlidir.” Be adam, Necef’teki Araplar mı bu ülkenin Mehmetlerinden daha Müslüman yoksa Amerikalılar mı İngilizlerden daha kâfirdir? Biz Çanakkale’ye dini değil, milli bir pencereden bakarak değer veriyoruz. Fakat aksi söz konusu olsa bile Necef’in Çanakkale’den faziletli olabilmesinin ne gibi bir mantığa dayandığını anlamamız mümkün değildir. Hem o Çanakkale değil miydi ki orada Türk askerleri ve komutanları değil, gökten inen yeşil sarıklılar zafer kazanmışlardı. Bu durumda Necef’te direnenler kimlerdir, düşünmek bile istemiyorum. Burada İslâmcıların Arap hayran hayranlığı açıkça ortaya çıkmaktadır. Hatta ümmetçi olarak milliyetçiliğe karşı olsalar da gerçekleştirdikleri olgular çoğu zaman Arap milliyetçiliğinden başka bir şey olmamaktadır. İslâmî duyguların Arap milliyetçiliği uğrunda kullanılmasında ise elbette peygamberin Arap olması etki etmektedir. Vaktiyle bir yazı yazmıştık. Bu yazıda Irak’ta Ebu Musab El-Zarkavi’nin adamlarınca Murat Yüce adlı bir Türk’ün öldürülmesine tepki vermiş ve Arapların hainliklerinden bahsetmiştik. Gelin görün ki bu yazı bir gazete köşesinde peygambere küfrettiğimiz gerekçesi ile eleştirildi. Eleştiriye alışkınız da peygamberin şahsında bütün Arapların savunuculuğunu üstlenenlerin Türk milleti ile bağları nedir, bunu merak etmekteyiz. Saygıdeğer Türkçüler, Teşhis tedavinin ön koşuludur. Kanaatimizce teşhis bütün bu verilere bakılarak konulmalıdır ki ortaya çıkacak sonuç siyasal İslâmcılığın Türk milleti için tehlikeli ve salgın bir hastalık olduğudur. Ve sıra tedavidedir. Milletimizi bu çıkmazdan nasıl kurtaracağız? Soru belli, yanıt nedir? Öncelikle bu sorunun çözümünün iki aşamalı olduğunu belirtmek gerekir. Siyasal İslâmcılığın saldırılarından korunmak, devletin laik yapısının zedelenmesini engellemek, rejimi müdafaa etmek bu aşamaların ilkidir. Burada görev elbette ki devletin bizatihi kendisine düşmektedir. Rejim karşıtlarının yükselmeleri engellenmelidir. Bunu demokrasiye ve özgürlüğe aykırı bulanlar çıkabilir. Kendilerine şahsım adına yanıt vermektense Ulu Gazi’nin bir sözünü aktarmayı tercih ederim: "Biz, büyük bir inkılâp yaptık. Memleketi bir çağdan alıp yeni bir çağa götürdük. Bir çok eski müesseseleri yıktık. Bunların binlerce taraftarı vardır. Fırsat beklediklerini unutmamak lâzım. En ileri demokrasilerde bile rejimi korumak için, sert tedbirlere müracaat edilmiştir. Bize gelince, inkılâbı koruyacak tedbirlere daha çok muhtacız." Mustafa Kemal Atatürk, bu sözleri ile mücadelenin ne denli azimle ve sertlikle yürütülmesi gerektiğini belirtmiştir. İlk aşama sürekli olarak gündemde tutulmalı ve devamlılık arz etmelidir. İkinci aşama ise daha uzun bir süreç içinde gerçekleşecektir. Yüzyıllarca ümmet olarak, kul olarak nitelendirilen Türk evlâtlarının, birey olması… Kendisini tanımlarken her şeyden önce “Ben Bir Türk’üm” demesi. İşte asıl ve gerçek çözüm budur. Ancak tabiîdir ki kafaları değiştirmek kolay uğraş değildir. Bunun için çok çalışmalı ve elimizden geleni yapmalıyız. İnsanlarımızın bilinçlendirilmesi her birimizin birey olarak yapacağı fedakarlıklarla ve yine hepimizin kişisel olarak gelişmeye vereceği önemle doğru orantılı olarak gelişecektir. Amaç; Kubilay’ı şehit eden, İmparatorluğun çöküşüne ortam hazırlayan, ülke içinde sürekli gerginlik yaratan, bazen doğrudan, bazen dolaylı olarak Türk milletinin büyük önderi Mustafa Kemal Paşa’nın aziz hatırasına saldıran, ilkel ve vahşi bir akımın yer ile yeksân edilmesidir. Silâh, her şeyden önce damarlarımızda taşıdığımız asil kan ile atalar mirası kadim kültürümüzdür ve elbette müspet ilimdir, bilgidir. Bu mücadele hakkında hatrımızda tutmamız gereken uran ise Ulu Gazi’nin şu sözlerinden başkası değildir: "Baylar ve ey millet, iyi biliniz ki Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, meczuplar memleketi olamaz! En doğru ve en hakîkî tarikat medeniyet tarikatıdır." Ey medeniyet tarikatının müritleri! Ey damarında Türk kanı taşıyan asil Türk evlâtları! Ey Mustafa Kemâl Paşa’nın bozkurtları! Kür Şad’ların, Alparslan’ların, Temür Bek’lerin, Moyunçur’ların torunları! Ey kafasında tuttuğu meşale müspet ilim olanlar! Ey bu vatanın öz sahipleri! Ey Türkler! Bizim dergahımız gereksiz ümitler dergahı da değildir. İslâm Birliği’nin çıkmaz bir yol olduğunu anlamak ve anlatmak zorundayız. Ümmetçiliğin bu milletin öz kültürü olamayacağını, bir posta razı olmak felsefesinin bu milletin hayata bakışı olamayacağını anlamak ve anlatmak zorundayız. Atalarımızın Tanrıdağı’nda yakamıza yapışıp hesap sormasını istemiyorsak, haysiyet ve şerefin varlığına inanıyorsak buna mecburuz! Bu savaş, kutlu bir savaştır! Yolumuz açık olsun. Tanrı Türk’ü Korusun!
  20. Saygıdeğer Soydaşlarım, Türkçülük muhakkak ki Türklüğün uzak ve yakın, küçük ve büyük bütün sorunlarını tespit etmek ve bunlara çözüm üretmek gayesindedir. Bu nedenle gündemimizde yer alan konuların fazla sayıda olması doğaldır. Ancak bu sorunların içerisinde bazıları vardır ki bunların bilhassa üzerinde durmak gerekir. Bu öncelikli sorunlardan birinin laiklik üzerine tartışmalar ve siyasal İslâmcılık mevzusu olduğunu söylesek herhalde yanılmış olmayız. Konuşmamızı da bu bağlamda önce siyasal İslâmcılığın fikrî yanılgıları ve sonra milletimize yönelik zararlarını ele alarak gerçekleştirmek niyetindeyiz. Siyasal İslâmcılık akımının temelde iki unsura dayandığını söyleyebiliriz. Bunlardan birisi şeriatçılık, diğeri ise ümmetçiliktir. Şeriatçılık ile kastedilen ülke içerisinde yasaların dini kurallardan ibaret bulunması yahut dini kuralların güdümünde var olmasıdır. Ümmetçilik ile anlatmak istediğimiz ise bireyin kendini tanımlamasında din kavramının diğer bütün kavramlardan önce gelmesi ve bu şuur ile dünyada bir İslâm birliği kurulmasıdır. İslâmcılığın bu temelleri ile arzuladığı sonuca ulaşması için büyük bir fırsat vardı. Ortaçağ! Özellikle geç ortaçağ olarak adlandırılabilecek 1100-1453 yılları arasındaki dönem dünyanın birçok yerinde, Avrupa’da ve Yakındoğu’da öncelikli unsurun din olduğu bir zaman dilimi idi. Bu dönemden itibaren Müslüman Türkler diğer Müslüman toplumlarla bir arada yaşamaya başladılar. Ortaçağ’ın sonlarında Avrupa’da ümmetçi anlayış terk edilmeye başlamıştı ancak bu durum Müslümanlar için geçerli değildi. Bu nedenle hâlâ din faktörünün öncelikli bulunduğu 18. yüzyılda bile Türkler ve diğer Müslümanların büyük bir kısmı aynı devletin tebaası idi. Osmanlı mülkünde bulunan Müslüman Türkler, Araplar, Kuzey Afrikalılar, Arnavutlar, Kürtler vb. birçok topluluk yüzyıllarca ümmet olarak birlikte idiler. İşte bu İslâm Birliği’nin gerçekleşmesi ve İslâm milletlerinin ilelebet birleşmesi için ciddi bir fırsattı. Ancak tarih çok acı bir şekilde bu toplulukları bir arada tutanın din kardeşliği şuuru değil otorite ve menfaat olduğunu gösterdi. Birinci Cihan Harbi’nin sonuna kalmadan Türkler dışındaki bütün Osmanlı toplumlarının Müslüman-gayrı Müslim ayrımı olmaksızın isyan bayrağını çektiği görüldü. Osmanlı’dan alacaklarını almışlardı ve artık deyim yerinde ise, Osmanlı’nın modası geçmişti. Tarih bu acı hadiseyi kaydederken yalnızca kronolojik bir sıralama oluşturacak zamanları ve kayıtlara geçecek istatistikleri değil bir akımın, bir topluma yüzyıllardır dikte edilen bir hayat felsefesinin çöküşünü de zihinlere kazıyordu. Ortada İslâm dünyasının halifesi, yani peygamberin devamcısı vardı, küffâra karşı cihat ilân ediyordu. Oysa alınan karşılık altınlar için karnı deşilen vatan evlâtları idi. Halifelik ismen haşmetli ve fiilen bitmiş vaziyette idi. Bütün bu İslâm birliği hayalleri işte böyle bir ortamda, yani dünyanın kana bulandığı, milletlerin var oluş savaşımı verdiği bir zaman ve mekânda batmakta idi. Türk milleti yıllardır güvendiği silahını ilk kez kullanmak istediği anda bunun bir seraptan ibaret olduğunu anlıyordu. Esasen İslâmcılığı uygulayanlar da bu fikrin pratiğinden çok teorik yararına gönül vermişlerdi. Neticede yüzyıllar boyunca Osmanlı hükümdarları halife olmanın verdiği prestije sahip oldular. Ancak kendileri yahut milletleri için bunun pratikte bir fayda sağladığı görülmedi. Hatta İslâm birliğini bir tarafa bırakır da şeriat kurallarını ele alırsak, buna dahi tam olarak uyulmadığını göreceğiz. Padişah buyruğunun şer’i esaslara uygunluğunu denetleyen şeyhülislamların menfi görüş bildirmeleri halinde idam edilmek tehlikesi ile karşılaşabildikleri vakıadır. Filhakika, bunun bir nedeni vardır o da halife bile olsa, devletin şer’i esaslarla yürütülemeyeceğini anlayabilecek insanların bulunmasıdır. Soydaşlarım, İslâmcılığın dünü “özgüvenle dolu uzun bir sessizlik döneminin sonunda yaşanan hüsran” olarak özetlenebilir. Peki bugününün ahvâli nedir? Bugün İslâmcılığın Türk milletine ilişkin tek bir ana amacı vardır. Bu amaç günümüzün en gelişmiş ve güçlü Türk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti’ni kuruluş felsefesinden ayırmak, laik rejimi yok etmek, bozmak yahut değiştirmektir. Bu amacın yaratacağı düşman da doğal olarak laiklik ve laisizmi ülkemize yerleştiren Mustafa Kemal Atatürk’tür. İslâmcıların laik rejime saldırma metodları ve öncelikle teorik saldırılar üzerinde duralım. İslâmcılar propagandalarında laikliğin bize uygun, bize özgü olmadığını söylüyorlar. Laikliği batıyı taklit etmek, öz benliğini yitirmek olarak gösteriyorlar. Oysa gerçekler bunun tam aksini işaret etmektedir. Nys’in Droit International adlı eserinde belirtilene göre laiklik kurumu Hıristiyanlara Türklerden geçmiştir. Laiklik, Turanlı bir kurumdur. Çengiz Kaan dönemindeki, Hazarlar dönemindeki duruşu göz önünde bulundurularak bu kanıya ulaşmak zor olmayacaktır. Hemen burada bir anektoda yer vermek istiyorum. Yavuz Sultan Selim vaktiyle kırk kadar iç oğlanın öldürülmesini emredince bunu engellemek isteyenler sultanın huzuruna Müftü Zenbilli Ali Efendi’yi çıkarmışlar. Müftü’nün bu kırk kadar iç oğlanın affını istemesi üzerine Selim Han’ın verdiği yanıt çarpıcıdır: -Hoca, sen artık dünya işlerine de karışır oldun, istersen sana bir vezerat verelim. Bu cümle ortaya koyuyor ki ilk Osmanlı Halifesi Yavuz’un gözünde bile vezirlik ayrı müftülük ayrı idi. Din başka idi, dünya işleri başka.. Hâl böyleyken laikliğin bize uygun olmadığı iddiası yersiz ve yetersiz kalmaktadır. Laikliğin dinsizlik olarak algılanması ve anlatılması ise basmakalıp yahut klasik olarak niteleyebileceğimiz bir deli saçmasıdır ki bunun üzerinde fazla durmaya gerek görmüyoruz. Ancak Türkiye’de laikliğin kabûlünün en sıkı takipçilerinden Mahmut Esat Bozkurt’un bir sözünü aktarmakta fayda görüyorum. Bozkurt, laikliğin kabûl edilmesini şöyle yorumluyor: “Yani insanlarca kutsal olan din, hükümdarların yahut herhangi bir şefin elinde oyuncak olmaktan kurtularak el değmeyen ve ebedi olan vicdanlara mal edildi.” İşte dine gerçek saygı ve işte laisizmin gerçek mânâsı. İslâmcılar propaganda yapmak ile yetinmiyorlar elbet. Elde ettikleri makamları kullanarak da laik rejimi zayıflatmak için girişimlerde bulunuyorlar. Radyo-Televizyon Üst Kurulu’nun hazırladığı yayın yönetmeliğine başbakanlıktan gelen itirazı hatırlıyor olsanız gerektir. Sözü geçen kurulun hazırladığı yönetmelikte yer alan ve laikliğe aykırı yayın yapılamayacağını belirten hükmün “ayrıntıya gerek olmadığı” gerekçesi ile yönetmelikten çıkartılması istenmişti. Bu davranışın Türk devletinin temel ilkelerine bütünüyle aykırı olduğu gayet açıktır. Siyasal İslâmcılığın materyali bellidir. İnsanların dinî duyguları. İşte sömürülecek olan bu noktadır. Saflıkla inanılan, içinde huzur ve ebedî mutluluk aranılan dine ilişkin hisler İslâmcıların malzemesidir. Amaçları elbette ne dine ne millete hizmettir. Amaç, yalnızca çıkar elde etmektir. Atatürk’ün Rize’yi ziyaretinde etrafını çeviren mollalar medreselerin yeniden açılmasını istediğinde Atatürk’ün verdiği yanıt onların bu amaçlarını ortaya çıkarıyor muydu? Bu yanıtı tekrar gözden geçirelim, yanıtın evet olduğunu anlayacağız. Atamız mollalara şöyle diyordu: “Para istiyorsanız size millet yetecek kadar verecektir. Açsanız karnınızı doyuracaktır. Medreseler bir daha açılmayacaktır, anladınız mı?” Görüldüğü gibi Atatürk bu yanıtın içeriğine dini ya da siyasi unsurları yerleştirmemiştir. Doğrudan mollaların çıkar amacına işaret etmiştir. Yine bu çıkar amacına işaret eden bir tarihî vakıayı hatırlatmak isterim. Yıl 1687. Devlet-i Âliyye-i Osmaniye’nin hünkârı bir karar alıyor. İmdâd-ı Seferiye. Yani savaş yardımı. Bu buyruk gereğince vilayetlerden, halktan borç olarak hazineye yardım toplanacak. Padişah sağlam bir duruş sergileyerek bu buyruğun kapsamına devletten geçinenleri de ekliyor. Bu amaçla saray mensuplarından da yardım toplanıyor. Hatta padişahın eşinden ve kız kardeşinden bile. Bu sırada ulema da sarayda toplanıyor ve kendilerinden de yardım isteniyor. Ancak bu din adamları adına sözcü olarak Rumeli Kadıaskeri Hamid Efendi menfi bir cevap veriyor. Cevabı şöyle: “Biz bir alay fıkarayız. Arpalık olarak verdikleri kaza ölmeyecek kadar ihtiyacımıza yetişmez, nerden bulup verelim.” Bu sözler kimi neye ne kadar inandırır bilinmez ama belki bu şahsın Rodos’a sürüldükten sonra ölümünde evinden üç yüz seksen kese kuruş çıktığını belirtmenin bir faydası olabilir. Değerli Kardeşlerim, Bugün bile aynı şeyler olmuyor mu? Televizyonlarda, İslâmcıların kanallarına bir göz gezdirin. Bir takım sözde yardım programları var ki bunlarda belli bir yörede kendi cemaatlerine mensup tacir ve esnafların reklâmını yapmaktan başka hiçbir işle meşgul olmuyorlar. İnsanlara yardım etmek gibi bir duyguyu bile maddi çıkar kazanmak için araç haline getirebilen bir güruh ile karşı karşıyayız. Rejim düşmanlığı bu kişiler için çok daha kolay olsa gerek. Maneviyat sözcüğü bu kesimin ağzından düşmeyen bir nesnedir. Öyledir ya, bu güruhun maneviyatı ile Türk milletinin maneviyatı ne kadar örtüşür tartışmalıdır. Bu ülkede bilinen bir Çanakkale Zaferi vardır. Birinci Dünya Savaşı’ndaki en büyük başarımız, dünyaya karşı haklı ve şerefli müdafaamız, millî gururumuzu şahlandırışımız, İstiklâl Harbi için gereken morali sağlayan kaynağımız.. Çanakkale’miz. Bu büyük zafer hakkında ileri geri konuşmak, milliyet, askerlik, savaş gibi konuları alaya alan komünistlerin bile harcı olmamıştı. Ancak çok eski olmayan bir zamanda İslâmcı bir kişilik ortaya çıktı ve o mâlum sözü sarfetti: “Benim için Necef Çanakkale’den bin kat fazla faziletlidir.” Be adam, Necef’teki Araplar mı bu ülkenin Mehmetlerinden daha Müslüman yoksa Amerikalılar mı İngilizlerden daha kâfirdir? Biz Çanakkale’ye dini değil, milli bir pencereden bakarak değer veriyoruz. Fakat aksi söz konusu olsa bile Necef’in Çanakkale’den faziletli olabilmesinin ne gibi bir mantığa dayandığını anlamamız mümkün değildir. Hem o Çanakkale değil miydi ki orada Türk askerleri ve komutanları değil, gökten inen yeşil sarıklılar zafer kazanmışlardı. Bu durumda Necef’te direnenler kimlerdir, düşünmek bile istemiyorum. Burada İslâmcıların Arap hayran hayranlığı açıkça ortaya çıkmaktadır. Hatta ümmetçi olarak milliyetçiliğe karşı olsalar da gerçekleştirdikleri olgular çoğu zaman Arap milliyetçiliğinden başka bir şey olmamaktadır. İslâmî duyguların Arap milliyetçiliği uğrunda kullanılmasında ise elbette peygamberin Arap olması etki etmektedir. Vaktiyle bir yazı yazmıştık. Bu yazıda Irak’ta Ebu Musab El-Zarkavi’nin adamlarınca Murat Yüce adlı bir Türk’ün öldürülmesine tepki vermiş ve Arapların hainliklerinden bahsetmiştik. Gelin görün ki bu yazı bir gazete köşesinde peygambere küfrettiğimiz gerekçesi ile eleştirildi. Eleştiriye alışkınız da peygamberin şahsında bütün Arapların savunuculuğunu üstlenenlerin Türk milleti ile bağları nedir, bunu merak etmekteyiz. Saygıdeğer Türkçüler, Teşhis tedavinin ön koşuludur. Kanaatimizce teşhis bütün bu verilere bakılarak konulmalıdır ki ortaya çıkacak sonuç siyasal İslâmcılığın Türk milleti için tehlikeli ve salgın bir hastalık olduğudur. Ve sıra tedavidedir. Milletimizi bu çıkmazdan nasıl kurtaracağız? Soru belli, yanıt nedir? Öncelikle bu sorunun çözümünün iki aşamalı olduğunu belirtmek gerekir. Siyasal İslâmcılığın saldırılarından korunmak, devletin laik yapısının zedelenmesini engellemek, rejimi müdafaa etmek bu aşamaların ilkidir. Burada görev elbette ki devletin bizatihi kendisine düşmektedir. Rejim karşıtlarının yükselmeleri engellenmelidir. Bunu demokrasiye ve özgürlüğe aykırı bulanlar çıkabilir. Kendilerine şahsım adına yanıt vermektense Ulu Gazi’nin bir sözünü aktarmayı tercih ederim: "Biz, büyük bir inkılâp yaptık. Memleketi bir çağdan alıp yeni bir çağa götürdük. Bir çok eski müesseseleri yıktık. Bunların binlerce taraftarı vardır. Fırsat beklediklerini unutmamak lâzım. En ileri demokrasilerde bile rejimi korumak için, sert tedbirlere müracaat edilmiştir. Bize gelince, inkılâbı koruyacak tedbirlere daha çok muhtacız." Mustafa Kemal Atatürk, bu sözleri ile mücadelenin ne denli azimle ve sertlikle yürütülmesi gerektiğini belirtmiştir. İlk aşama sürekli olarak gündemde tutulmalı ve devamlılık arz etmelidir. İkinci aşama ise daha uzun bir süreç içinde gerçekleşecektir. Yüzyıllarca ümmet olarak, kul olarak nitelendirilen Türk evlâtlarının, birey olması… Kendisini tanımlarken her şeyden önce “Ben Bir Türk’üm” demesi. İşte asıl ve gerçek çözüm budur. Ancak tabiîdir ki kafaları değiştirmek kolay uğraş değildir. Bunun için çok çalışmalı ve elimizden geleni yapmalıyız. İnsanlarımızın bilinçlendirilmesi her birimizin birey olarak yapacağı fedakarlıklarla ve yine hepimizin kişisel olarak gelişmeye vereceği önemle doğru orantılı olarak gelişecektir. Amaç; Kubilay’ı şehit eden, İmparatorluğun çöküşüne ortam hazırlayan, ülke içinde sürekli gerginlik yaratan, bazen doğrudan, bazen dolaylı olarak Türk milletinin büyük önderi Mustafa Kemal Paşa’nın aziz hatırasına saldıran, ilkel ve vahşi bir akımın yer ile yeksân edilmesidir. Silâh, her şeyden önce damarlarımızda taşıdığımız asil kan ile atalar mirası kadim kültürümüzdür ve elbette müspet ilimdir, bilgidir. Bu mücadele hakkında hatrımızda tutmamız gereken uran ise Ulu Gazi’nin şu sözlerinden başkası değildir: "Baylar ve ey millet, iyi biliniz ki Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, meczuplar memleketi olamaz! En doğru ve en hakîkî tarikat medeniyet tarikatıdır." Ey medeniyet tarikatının müritleri! Ey damarında Türk kanı taşıyan asil Türk evlâtları! Ey Mustafa Kemâl Paşa’nın bozkurtları! Kür Şad’ların, Alparslan’ların, Temür Bek’lerin, Moyunçur’ların torunları! Ey kafasında tuttuğu meşale müspet ilim olanlar! Ey bu vatanın öz sahipleri! Ey Türkler! Bizim dergahımız gereksiz ümitler dergahı da değildir. İslâm Birliği’nin çıkmaz bir yol olduğunu anlamak ve anlatmak zorundayız. Ümmetçiliğin bu milletin öz kültürü olamayacağını, bir posta razı olmak felsefesinin bu milletin hayata bakışı olamayacağını anlamak ve anlatmak zorundayız. Atalarımızın Tanrıdağı’nda yakamıza yapışıp hesap sormasını istemiyorsak, haysiyet ve şerefin varlığına inanıyorsak buna mecburuz! Bu savaş, kutlu bir savaştır! Yolumuz açık olsun. Tanrı Türk’ü Korusun!
  21. Saygıdeğer Soydaşlarım, Türkçülük muhakkak ki Türklüğün uzak ve yakın, küçük ve büyük bütün sorunlarını tespit etmek ve bunlara çözüm üretmek gayesindedir. Bu nedenle gündemimizde yer alan konuların fazla sayıda olması doğaldır. Ancak bu sorunların içerisinde bazıları vardır ki bunların bilhassa üzerinde durmak gerekir. Bu öncelikli sorunlardan birinin laiklik üzerine tartışmalar ve siyasal İslâmcılık mevzusu olduğunu söylesek herhalde yanılmış olmayız. Konuşmamızı da bu bağlamda önce siyasal İslâmcılığın fikrî yanılgıları ve sonra milletimize yönelik zararlarını ele alarak gerçekleştirmek niyetindeyiz. Siyasal İslâmcılık akımının temelde iki unsura dayandığını söyleyebiliriz. Bunlardan birisi şeriatçılık, diğeri ise ümmetçiliktir. Şeriatçılık ile kastedilen ülke içerisinde yasaların dini kurallardan ibaret bulunması yahut dini kuralların güdümünde var olmasıdır. Ümmetçilik ile anlatmak istediğimiz ise bireyin kendini tanımlamasında din kavramının diğer bütün kavramlardan önce gelmesi ve bu şuur ile dünyada bir İslâm birliği kurulmasıdır. İslâmcılığın bu temelleri ile arzuladığı sonuca ulaşması için büyük bir fırsat vardı. Ortaçağ! Özellikle geç ortaçağ olarak adlandırılabilecek 1100-1453 yılları arasındaki dönem dünyanın birçok yerinde, Avrupa’da ve Yakındoğu’da öncelikli unsurun din olduğu bir zaman dilimi idi. Bu dönemden itibaren Müslüman Türkler diğer Müslüman toplumlarla bir arada yaşamaya başladılar. Ortaçağ’ın sonlarında Avrupa’da ümmetçi anlayış terk edilmeye başlamıştı ancak bu durum Müslümanlar için geçerli değildi. Bu nedenle hâlâ din faktörünün öncelikli bulunduğu 18. yüzyılda bile Türkler ve diğer Müslümanların büyük bir kısmı aynı devletin tebaası idi. Osmanlı mülkünde bulunan Müslüman Türkler, Araplar, Kuzey Afrikalılar, Arnavutlar, Kürtler vb. birçok topluluk yüzyıllarca ümmet olarak birlikte idiler. İşte bu İslâm Birliği’nin gerçekleşmesi ve İslâm milletlerinin ilelebet birleşmesi için ciddi bir fırsattı. Ancak tarih çok acı bir şekilde bu toplulukları bir arada tutanın din kardeşliği şuuru değil otorite ve menfaat olduğunu gösterdi. Birinci Cihan Harbi’nin sonuna kalmadan Türkler dışındaki bütün Osmanlı toplumlarının Müslüman-gayrı Müslim ayrımı olmaksızın isyan bayrağını çektiği görüldü. Osmanlı’dan alacaklarını almışlardı ve artık deyim yerinde ise, Osmanlı’nın modası geçmişti. Tarih bu acı hadiseyi kaydederken yalnızca kronolojik bir sıralama oluşturacak zamanları ve kayıtlara geçecek istatistikleri değil bir akımın, bir topluma yüzyıllardır dikte edilen bir hayat felsefesinin çöküşünü de zihinlere kazıyordu. Ortada İslâm dünyasının halifesi, yani peygamberin devamcısı vardı, küffâra karşı cihat ilân ediyordu. Oysa alınan karşılık altınlar için karnı deşilen vatan evlâtları idi. Halifelik ismen haşmetli ve fiilen bitmiş vaziyette idi. Bütün bu İslâm birliği hayalleri işte böyle bir ortamda, yani dünyanın kana bulandığı, milletlerin var oluş savaşımı verdiği bir zaman ve mekânda batmakta idi. Türk milleti yıllardır güvendiği silahını ilk kez kullanmak istediği anda bunun bir seraptan ibaret olduğunu anlıyordu. Esasen İslâmcılığı uygulayanlar da bu fikrin pratiğinden çok teorik yararına gönül vermişlerdi. Neticede yüzyıllar boyunca Osmanlı hükümdarları halife olmanın verdiği prestije sahip oldular. Ancak kendileri yahut milletleri için bunun pratikte bir fayda sağladığı görülmedi. Hatta İslâm birliğini bir tarafa bırakır da şeriat kurallarını ele alırsak, buna dahi tam olarak uyulmadığını göreceğiz. Padişah buyruğunun şer’i esaslara uygunluğunu denetleyen şeyhülislamların menfi görüş bildirmeleri halinde idam edilmek tehlikesi ile karşılaşabildikleri vakıadır. Filhakika, bunun bir nedeni vardır o da halife bile olsa, devletin şer’i esaslarla yürütülemeyeceğini anlayabilecek insanların bulunmasıdır. Soydaşlarım, İslâmcılığın dünü “özgüvenle dolu uzun bir sessizlik döneminin sonunda yaşanan hüsran” olarak özetlenebilir. Peki bugününün ahvâli nedir? Bugün İslâmcılığın Türk milletine ilişkin tek bir ana amacı vardır. Bu amaç günümüzün en gelişmiş ve güçlü Türk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti’ni kuruluş felsefesinden ayırmak, laik rejimi yok etmek, bozmak yahut değiştirmektir. Bu amacın yaratacağı düşman da doğal olarak laiklik ve laisizmi ülkemize yerleştiren Mustafa Kemal Atatürk’tür. İslâmcıların laik rejime saldırma metodları ve öncelikle teorik saldırılar üzerinde duralım. İslâmcılar propagandalarında laikliğin bize uygun, bize özgü olmadığını söylüyorlar. Laikliği batıyı taklit etmek, öz benliğini yitirmek olarak gösteriyorlar. Oysa gerçekler bunun tam aksini işaret etmektedir. Nys’in Droit International adlı eserinde belirtilene göre laiklik kurumu Hıristiyanlara Türklerden geçmiştir. Laiklik, Turanlı bir kurumdur. Çengiz Kaan dönemindeki, Hazarlar dönemindeki duruşu göz önünde bulundurularak bu kanıya ulaşmak zor olmayacaktır. Hemen burada bir anektoda yer vermek istiyorum. Yavuz Sultan Selim vaktiyle kırk kadar iç oğlanın öldürülmesini emredince bunu engellemek isteyenler sultanın huzuruna Müftü Zenbilli Ali Efendi’yi çıkarmışlar. Müftü’nün bu kırk kadar iç oğlanın affını istemesi üzerine Selim Han’ın verdiği yanıt çarpıcıdır: -Hoca, sen artık dünya işlerine de karışır oldun, istersen sana bir vezerat verelim. Bu cümle ortaya koyuyor ki ilk Osmanlı Halifesi Yavuz’un gözünde bile vezirlik ayrı müftülük ayrı idi. Din başka idi, dünya işleri başka.. Hâl böyleyken laikliğin bize uygun olmadığı iddiası yersiz ve yetersiz kalmaktadır. Laikliğin dinsizlik olarak algılanması ve anlatılması ise basmakalıp yahut klasik olarak niteleyebileceğimiz bir deli saçmasıdır ki bunun üzerinde fazla durmaya gerek görmüyoruz. Ancak Türkiye’de laikliğin kabûlünün en sıkı takipçilerinden Mahmut Esat Bozkurt’un bir sözünü aktarmakta fayda görüyorum. Bozkurt, laikliğin kabûl edilmesini şöyle yorumluyor: “Yani insanlarca kutsal olan din, hükümdarların yahut herhangi bir şefin elinde oyuncak olmaktan kurtularak el değmeyen ve ebedi olan vicdanlara mal edildi.” İşte dine gerçek saygı ve işte laisizmin gerçek mânâsı. İslâmcılar propaganda yapmak ile yetinmiyorlar elbet. Elde ettikleri makamları kullanarak da laik rejimi zayıflatmak için girişimlerde bulunuyorlar. Radyo-Televizyon Üst Kurulu’nun hazırladığı yayın yönetmeliğine başbakanlıktan gelen itirazı hatırlıyor olsanız gerektir. Sözü geçen kurulun hazırladığı yönetmelikte yer alan ve laikliğe aykırı yayın yapılamayacağını belirten hükmün “ayrıntıya gerek olmadığı” gerekçesi ile yönetmelikten çıkartılması istenmişti. Bu davranışın Türk devletinin temel ilkelerine bütünüyle aykırı olduğu gayet açıktır. Siyasal İslâmcılığın materyali bellidir. İnsanların dinî duyguları. İşte sömürülecek olan bu noktadır. Saflıkla inanılan, içinde huzur ve ebedî mutluluk aranılan dine ilişkin hisler İslâmcıların malzemesidir. Amaçları elbette ne dine ne millete hizmettir. Amaç, yalnızca çıkar elde etmektir. Atatürk’ün Rize’yi ziyaretinde etrafını çeviren mollalar medreselerin yeniden açılmasını istediğinde Atatürk’ün verdiği yanıt onların bu amaçlarını ortaya çıkarıyor muydu? Bu yanıtı tekrar gözden geçirelim, yanıtın evet olduğunu anlayacağız. Atamız mollalara şöyle diyordu: “Para istiyorsanız size millet yetecek kadar verecektir. Açsanız karnınızı doyuracaktır. Medreseler bir daha açılmayacaktır, anladınız mı?” Görüldüğü gibi Atatürk bu yanıtın içeriğine dini ya da siyasi unsurları yerleştirmemiştir. Doğrudan mollaların çıkar amacına işaret etmiştir. Yine bu çıkar amacına işaret eden bir tarihî vakıayı hatırlatmak isterim. Yıl 1687. Devlet-i Âliyye-i Osmaniye’nin hünkârı bir karar alıyor. İmdâd-ı Seferiye. Yani savaş yardımı. Bu buyruk gereğince vilayetlerden, halktan borç olarak hazineye yardım toplanacak. Padişah sağlam bir duruş sergileyerek bu buyruğun kapsamına devletten geçinenleri de ekliyor. Bu amaçla saray mensuplarından da yardım toplanıyor. Hatta padişahın eşinden ve kız kardeşinden bile. Bu sırada ulema da sarayda toplanıyor ve kendilerinden de yardım isteniyor. Ancak bu din adamları adına sözcü olarak Rumeli Kadıaskeri Hamid Efendi menfi bir cevap veriyor. Cevabı şöyle: “Biz bir alay fıkarayız. Arpalık olarak verdikleri kaza ölmeyecek kadar ihtiyacımıza yetişmez, nerden bulup verelim.” Bu sözler kimi neye ne kadar inandırır bilinmez ama belki bu şahsın Rodos’a sürüldükten sonra ölümünde evinden üç yüz seksen kese kuruş çıktığını belirtmenin bir faydası olabilir. Değerli Kardeşlerim, Bugün bile aynı şeyler olmuyor mu? Televizyonlarda, İslâmcıların kanallarına bir göz gezdirin. Bir takım sözde yardım programları var ki bunlarda belli bir yörede kendi cemaatlerine mensup tacir ve esnafların reklâmını yapmaktan başka hiçbir işle meşgul olmuyorlar. İnsanlara yardım etmek gibi bir duyguyu bile maddi çıkar kazanmak için araç haline getirebilen bir güruh ile karşı karşıyayız. Rejim düşmanlığı bu kişiler için çok daha kolay olsa gerek. Maneviyat sözcüğü bu kesimin ağzından düşmeyen bir nesnedir. Öyledir ya, bu güruhun maneviyatı ile Türk milletinin maneviyatı ne kadar örtüşür tartışmalıdır. Bu ülkede bilinen bir Çanakkale Zaferi vardır. Birinci Dünya Savaşı’ndaki en büyük başarımız, dünyaya karşı haklı ve şerefli müdafaamız, millî gururumuzu şahlandırışımız, İstiklâl Harbi için gereken morali sağlayan kaynağımız.. Çanakkale’miz. Bu büyük zafer hakkında ileri geri konuşmak, milliyet, askerlik, savaş gibi konuları alaya alan komünistlerin bile harcı olmamıştı. Ancak çok eski olmayan bir zamanda İslâmcı bir kişilik ortaya çıktı ve o mâlum sözü sarfetti: “Benim için Necef Çanakkale’den bin kat fazla faziletlidir.” Be adam, Necef’teki Araplar mı bu ülkenin Mehmetlerinden daha Müslüman yoksa Amerikalılar mı İngilizlerden daha kâfirdir? Biz Çanakkale’ye dini değil, milli bir pencereden bakarak değer veriyoruz. Fakat aksi söz konusu olsa bile Necef’in Çanakkale’den faziletli olabilmesinin ne gibi bir mantığa dayandığını anlamamız mümkün değildir. Hem o Çanakkale değil miydi ki orada Türk askerleri ve komutanları değil, gökten inen yeşil sarıklılar zafer kazanmışlardı. Bu durumda Necef’te direnenler kimlerdir, düşünmek bile istemiyorum. Burada İslâmcıların Arap hayran hayranlığı açıkça ortaya çıkmaktadır. Hatta ümmetçi olarak milliyetçiliğe karşı olsalar da gerçekleştirdikleri olgular çoğu zaman Arap milliyetçiliğinden başka bir şey olmamaktadır. İslâmî duyguların Arap milliyetçiliği uğrunda kullanılmasında ise elbette peygamberin Arap olması etki etmektedir. Vaktiyle bir yazı yazmıştık. Bu yazıda Irak’ta Ebu Musab El-Zarkavi’nin adamlarınca Murat Yüce adlı bir Türk’ün öldürülmesine tepki vermiş ve Arapların hainliklerinden bahsetmiştik. Gelin görün ki bu yazı bir gazete köşesinde peygambere küfrettiğimiz gerekçesi ile eleştirildi. Eleştiriye alışkınız da peygamberin şahsında bütün Arapların savunuculuğunu üstlenenlerin Türk milleti ile bağları nedir, bunu merak etmekteyiz. Saygıdeğer Türkçüler, Teşhis tedavinin ön koşuludur. Kanaatimizce teşhis bütün bu verilere bakılarak konulmalıdır ki ortaya çıkacak sonuç siyasal İslâmcılığın Türk milleti için tehlikeli ve salgın bir hastalık olduğudur. Ve sıra tedavidedir. Milletimizi bu çıkmazdan nasıl kurtaracağız? Soru belli, yanıt nedir? Öncelikle bu sorunun çözümünün iki aşamalı olduğunu belirtmek gerekir. Siyasal İslâmcılığın saldırılarından korunmak, devletin laik yapısının zedelenmesini engellemek, rejimi müdafaa etmek bu aşamaların ilkidir. Burada görev elbette ki devletin bizatihi kendisine düşmektedir. Rejim karşıtlarının yükselmeleri engellenmelidir. Bunu demokrasiye ve özgürlüğe aykırı bulanlar çıkabilir. Kendilerine şahsım adına yanıt vermektense Ulu Gazi’nin bir sözünü aktarmayı tercih ederim: "Biz, büyük bir inkılâp yaptık. Memleketi bir çağdan alıp yeni bir çağa götürdük. Bir çok eski müesseseleri yıktık. Bunların binlerce taraftarı vardır. Fırsat beklediklerini unutmamak lâzım. En ileri demokrasilerde bile rejimi korumak için, sert tedbirlere müracaat edilmiştir. Bize gelince, inkılâbı koruyacak tedbirlere daha çok muhtacız." Mustafa Kemal Atatürk, bu sözleri ile mücadelenin ne denli azimle ve sertlikle yürütülmesi gerektiğini belirtmiştir. İlk aşama sürekli olarak gündemde tutulmalı ve devamlılık arz etmelidir. İkinci aşama ise daha uzun bir süreç içinde gerçekleşecektir. Yüzyıllarca ümmet olarak, kul olarak nitelendirilen Türk evlâtlarının, birey olması… Kendisini tanımlarken her şeyden önce “Ben Bir Türk’üm” demesi. İşte asıl ve gerçek çözüm budur. Ancak tabiîdir ki kafaları değiştirmek kolay uğraş değildir. Bunun için çok çalışmalı ve elimizden geleni yapmalıyız. İnsanlarımızın bilinçlendirilmesi her birimizin birey olarak yapacağı fedakarlıklarla ve yine hepimizin kişisel olarak gelişmeye vereceği önemle doğru orantılı olarak gelişecektir. Amaç; Kubilay’ı şehit eden, İmparatorluğun çöküşüne ortam hazırlayan, ülke içinde sürekli gerginlik yaratan, bazen doğrudan, bazen dolaylı olarak Türk milletinin büyük önderi Mustafa Kemal Paşa’nın aziz hatırasına saldıran, ilkel ve vahşi bir akımın yer ile yeksân edilmesidir. Silâh, her şeyden önce damarlarımızda taşıdığımız asil kan ile atalar mirası kadim kültürümüzdür ve elbette müspet ilimdir, bilgidir. Bu mücadele hakkında hatrımızda tutmamız gereken uran ise Ulu Gazi’nin şu sözlerinden başkası değildir: "Baylar ve ey millet, iyi biliniz ki Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, meczuplar memleketi olamaz! En doğru ve en hakîkî tarikat medeniyet tarikatıdır." Ey medeniyet tarikatının müritleri! Ey damarında Türk kanı taşıyan asil Türk evlâtları! Ey Mustafa Kemâl Paşa’nın bozkurtları! Kür Şad’ların, Alparslan’ların, Temür Bek’lerin, Moyunçur’ların torunları! Ey kafasında tuttuğu meşale müspet ilim olanlar! Ey bu vatanın öz sahipleri! Ey Türkler! Bizim dergahımız gereksiz ümitler dergahı da değildir. İslâm Birliği’nin çıkmaz bir yol olduğunu anlamak ve anlatmak zorundayız. Ümmetçiliğin bu milletin öz kültürü olamayacağını, bir posta razı olmak felsefesinin bu milletin hayata bakışı olamayacağını anlamak ve anlatmak zorundayız. Atalarımızın Tanrıdağı’nda yakamıza yapışıp hesap sormasını istemiyorsak, haysiyet ve şerefin varlığına inanıyorsak buna mecburuz! Bu savaş, kutlu bir savaştır! Yolumuz açık olsun. Tanrı Türk’ü Korusun!
  22. "din bir bütündür" rumuzlu şahısın yazdıkları İslam'a aykırıdır. Kendi kafasına göre İslam'a kuallar koymaya çalışmakta, Allah'ın emir ve yasaklarını çarpıtmaktadır. Bu safsataları ciddiye alıp İslam'dan soğumayınız. İslam için tek geçerli rehber Kuran-ı Kerim ve Hz. Muhammed'in sünnetidir.
×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.