Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

Asfalt

Φ Üyeler
  • İçerik Sayısı

    284
  • Katılım

  • Son Ziyaret

Asfalt tarafından postalanan herşey

  1. Asfalt

    CHP

    Elbette açıklayabililirim bunların kimler olduğunu,öncelikle bürokrasinin kilit noktalarını ellerinde tuttan ve bu yüzden CHP ye yamanmış olan kesimdir bunlar. (Sadece kendi konumlarını koruduğu için bu partiyi yücelten kesimdir) Konuyu başka bir mecraya çekmek istiyorsun ama onada cevap vereyim. Benim bu forumda AKP lehine bir tek yazımı bulamazssın.CHP yi teşkil eden unsurlarını eleştirmekte sadece AKP lilere has bir özgürlük anlayışı olmasa gerek. Senin birtürlü anlamak istemediğin şeyde işte bu...CHP li olabilirsin yazdıklarım sana dokunuyor olabilir. Ancak bu ülkenin ezici bi çoğunluğu tarafından istenmeyen bir partinin elbette neden sonuç ilişkilerini irdeliyeceğim.Dikkat et yazdıklarımda herhangi bir partinin amigoluğunu yapmıyorum.Sadece cumhurbaşkanlığı meselesi bize bu partinin iç yüzünü daha iyi görme imkanı vermiştir. Benim yazdıklarımla cevap vermen hoşuma gider. Tabi CHP li kimliğini bir kenara koyup yapacaksan bunu buyur dükkan senin..
  2. Deniz bir tek şeyin cevabını ver öyleyse...40 yıldır eğitim düzeyi 3,5 yıl olan bu halkın ......e bir don biç.... Salt eleştiri yeterli değil birazda üretim................
  3. Merhaba umarım uzun soluklu bir merhabadır
  4. Sardunyam demişki;Dünyanın üçte iki petrolü Ortadoğudan çıkıyor.ABD ırağa girdikten sonra petrol gelirlerini dörde katlamıştır.Demek ki ırağa kimyasal silahlar var bahanesiyle girmiş ve onunda doğru olmadığı ortaya çıkmıştır. Daha bir çok yalan dolan hukuksuzluk ne arasan var.Zaten tüm dünya nefesini tutmuş bu cinayeti izlemekte. En kötüsü bu cinayete tepkisiz bakabilmek.Tüm dünya halkları gün gelecek elbet bu ABD cinayetlerine dur diyecek.Dünyanın başkada şansı kalmamıştır.........
  5. Asfalt

    CHP

    Sevgili deniz niye bu kadar hiddetleniyoruz anlamıyorum.Faşist olarak nitelediğim parti kapatılsını anladım ama oldu olacak MHP de kapatılsın demekle ne söylemek istediğini inanki anlamadım.Silahlı kuvvetler tüm dünyada sivil bakanlığa bağlıdır zaten. Ama milli refleks dediğin şey aslında sömürünün bir başka adıdır bu ülkede. Evet sevgili deniz,malesef demokratik geriliğimizin yegane sebebi bu statükocu ******* solculardır.Onları heryerde görme imkanın var.Bazı forumlarda yazılarıyla halkı yerden yere vururlar.Kimse anlamaz sanırlar (çünki onlar *** ******.Biz bitli piyade) Ama bilirler bunların ne mene bir şey olduklarını.Bir tek kendileri bilmezler.Halkın bunların içlerindeki megolonamik yapıyı bildiklerini. Nede olsa onlara göre halkın % 40 ı akıllıdır.Değilmi
  6. Asfalt

    CHP

    CYRANO demişki; AKP uzlaşmayla bir cumhurbaşkanı seçilmesini ve krizin bitmesini istiyormuydu? Hayır isteseydi tüm partilerin üstünde anlaşabileceği Abdullatif Şener'i aday gösterirdi. ----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------- Hangi anayasada ve hangi hukuk kitabında Cumhurbaşkanı uzlaşma ile seçilecek diye bir madde var. Halk bu görevi hükümete havale etmiş olmuyormu oyunu vererek. e hükümette seçemiyor anayasa mahkemesinin kararı gereği....Kuralları koyan bürokratik oligarşi,kıvırma konusunda usta olanlarda yine aynı kesim...Bu sizi hiç rahatsız etmiyormu?.......
  7. 4 milyon kilometre gerçektende uçuk bir rakam. Ama galiba bu arabaya epey bir zaman ayırmış olması gerekiyor. Yoksa 4 milyon km ye ne motor nede başka bir aksam dayanabilir. İlginç gerçekten ilginç....
  8. 80 Anayasının değiştirilmesini ve sivil bir anayasa oluşturulmasını canı gönülden destekliyorum. (özellikle 80 anayasası diyorum) Bu yüzyıla bu anayasayla devam etmek mümkün değildir. Türkiye gerçeklerinden apayrı bir anayasadır ki ( kimler hazırlamış ve türk halkına dayatmıştır iyice incelemek gerekir ) Anayasının bir maddesi hakkında fikri olmayanlar kulaktan dolma bilgilerle karşı çıkıyorlar. Atatürk ilke ve inkilaplarını sanki Atatürk koydurdu bu anayasaya...Onun kadar demokrat olamadıkları için bir takım yazar tayfasıda başladı mızırdanmaya. Peki hiç bir resmi tarih yada anlı şanlı atatürkçü proflar,Atatürkün 1918 Temmuz ile 1919 Mayıs arasında neler yaptığından haberi varmıdır? Atatürk öncelikle Vahdettinin kızıyla evlenmek istemiştir. Bu olmayınca İstanbulda muhalif bir gazete kurup mücadeleyi buradan sürdürmek istemiştir. Bu amacınada ulaşamıyacağını anlayınca her onurlu türk vatandaşı gibi ulusal kurtuluş savaşının kıvıılcımı olan samsun çıkarmasını yapmıştır. Yani tarih kitapları cumhuriyetimizin tarihini 19 Mayıs 1919 dan başlayarak yazmışlardır.O bir yıllık süreçte Atatürkün sivil mücadelesi asla gündeme getirilmemiştir. Çünki getirilmekte istenmemiştir açıkçası.Türkiyede sıkı bir bürokratik hegemonya hakimdir düzene.Bu hegemonya kırılmadıkça ülke iki ileri bir geri adım atmak zorunda kalacaktır.Bazı kemalist yazarlarıda hayretle izliyorum( lafın gelişi ) Hani devrimciydiniz.Hani halkçıydınız.Hani egemenlik kayıtsız şartsız halkındı.Hani yenilikçiydiniz. Bu ülkede en katı muhafazakarlar şüpehesiz onlardır.Hala küçük bir çemberin içerisinde debelenmekten akılalmaz bir zevk almaktadırlar.Hep söylüyoruz,çağ ilerleme ve entegrasyon çağı.Yüzyıllık gelenekçi yapıyla bu çağın çıtasında yerinizi bulmanız imkansız.Daha çok demokrasi daha çok özgürlük, toplumun gelişmesi adına inanılmaz bir ivmedir.Faslı şair Abdellatif Laebi ( sıkı solcudur haaa) "Demokratik olmayan toplumlar hasta toplumlardır" demiş. Cumhurbaşkanını halkın seçmesinden korktuğunuz yetmedi, şimdide sivil anayasadan korkar oldunuz. Vallahide billahide pes.............
  9. Bizi de 1914'de öldürülebilir halklar, öldürülebilir insanlar kategorisine sokup hiçbir çığlığımıza batıdan kimse cevap vermedi. Koma haline girdi kültürümüz. Beynimiz süresiz bir ölüm yaşadı. Bu yüzden hala nerden başlayacağımızı şaşırdık. Hangi kültürün içinden geldiğimizi karıştırdık. Türkümüzü, şarkımızı unuttuk, yasakladık. Bir yüzyıl bu imha hareketinin sonuçlarıyla kendi içimizde birbirimizi yedik. Kuzey Afrika'yı, Orta-doğu'yu bir midyenin içini yer gibi elimizden alıp lüp diye yutuverdiler! Bu olup biten savaş bizim maceramızdan birşey hatırlatmıyor mu sana!
  10. Ya sev ya sevr bugüne kadar vermiş olduğun çaba ve azimden ötürü seni kutluyorum. İnandıklarını senin gibi ifade eden ve savunan insanlara şimdi dünden daha fazla ihtiyaç var.
  11. Asfalt

    ÖLDÜRÜLEBİLİR HALKLAR

    Michael Jackson'un son klibini de seyrettik, pek zahmet ettin Amerika. Eşcinsellikten, çocuklara tecavüz suçlamalarından çok çekti, şimdi erkek kılığında bir barda, üstelik bir kız için dövüşüyor. İyi fikir doğrusu: dans ve dövüş! Bir Woody Allen vardı, şimdi ne yapıyor Amerika. Eminem'e ödül vermiş, Madonna'yı evlendirmişsin, hayırlı olsun Amerika! Kaldığın yerden devam et Amerika! Savaş uçaklarının ekranlar için çok lezzetli bir ziyafet daha çekeceğinden hiç şüphem yok. Sen Afgan dağlarında eğlencene devam et Amerika! Amerikalı bizim gibi insan değildir. Amerikalı, aynı zamanda Amerikan hayatını yaşayan kutsal bir imgedir. Amerikan yaşamının kutsallığı batı uygarlığının pazarı. Amerikan yaşamı tüm dünyanın gözlerini kamaştırır. Ağzımızın suyunu akıtır. Onlar nasıl yaşıyorsa 'ideal yaşam' odur. Özeniriz. Güvenlik, gökdelen, araba, sigorta, banka kartları, giysi-içecek-ayakkabı markaları. Bir ülkeye saldırıldığı için değil, kutsanmış Amerikan yaşamına saldırıldığı için, batılı devletlerin tümü ABD'ye hukuküstü bir destek verip, kutsala dokunmanın cezalandırılmasını istiyorlar. Amerikan yaşam tarzına biz de çok çalıştık, plazalar, uzun siyah arabalar, olmadı, beceremedik. Cavit Çağlar birgün dayanamadı Amerikan cezaevlerine. İnsanda istidad (doğuştan gelen yetenek) olacak. Sonradan görmeyle olmuyor, Amerikan yaşam tarzı körü körüne bağlılık ister, burasını becerdik. Sormadan harcayacak, sormadan hayran olacak, sormadan tüketecek, buraları da yirmi yıldır becerdik, ama şu halimize bakın!Bir şey eksik, doğuştan yetenek değil, doğuştan "kutsallık", yani orda doğmuş olmak! Amerika'da doğmamış herkes zan altında! Bugünlerde Tanrı Amerika'da doğmamışları korusun! ABD'nin yepyeni bir savaşa hazırlanmasına hepimiz inanır olduk. ABD'nin savaşı bitmiş miydi? Irak'a her yıl 400 bin ton bomba yağdırdığını kendi söylüyor. Körfez savaşı öncesine dönün, tüm dünyayı Irak ve Saddam'a karşı nasıl hazırlamıştı? Saddam gitti, Taliban geldi. Şimdi de Afgan ve Pakistan halklarının öldürülmelerine hazırlanıyoruz. Hazırlık aşamaları şöyle, birincisi milyonlarca çocuğun başına atılan bombalardan kesinlikle vicdan azabından kurtulmuş olarak harekete geçeceğiz, hepimiz. İkincisi, öldürmeden başka bir çözüm var mı diyen uluslararası kurumların sürekli yeni bir yol arayışları, yani "iyilik arayışları"nın bütünüyle anlamsız olduğuna inanmış oluyoruz.. Üçüncüsü: Bosna'da yüzbinlerin ölümüne sessiz kalan Avrupa ve dünya, yeni bir suskunluğa hazırlanıyor, ancak şimdi daha da derin bir suskunluk, artık suskunlukları çaresizlikten değil, infaz yargıcının suskun bekleyişinde... Ve sonuncusu, gazetelerde, TV'lerde, katliamı ve yoketmenin utancını hatırlatacak her türlü tartışma şimdiden yasaklanmış durumda. Yahudiler ve Amerikalılar modern dünyanın kutsal kavimleri. Sonunda onlar da başardı. Dünya tarihinde ilk kez bütün evreni bir linç girişimine ikna etti. Hiroşima'ya bilinmeyen bir bomba attılar, otun, böceğin dahi yokolduğunu görüp tam emin olduktan onbeş dakika sonra ikincisini atmaya karar verdiler! TV'ler bir tarafta kutsal Amerikan yaşamına saldırının en ağır şekilde cezalandırılmasını normalleştirirken, diğer taraftan, tam tersi "yaşanmaya değmeyen hayatların artık öldürülmelerine" karar veriyor. Yaşanmaya değmeyen hayatlar nerdedir? Kimlerdir? 1. Kendini geçindiremeyen halklar! 2. Kendine batılı hukuk içinde hayat-düzen kuramayan halklar! 3. Pislikten, açlıktan, hastalıktan kurtulmayı beceremeyen halklar! 4. Amerika'ya kafa tutmuş halklar! (Bir zamanlar Japonya, Vietnam, Irak gibi) İlk üç sıradaki halklar evrensel yasalar uyarınca "kutsal" sayılır, ama, birbirlerini öldürür, katleder (Ruanda'daki gibi, Taliban'ın muhalifleriyle olduğu gibi) yokederlerse, birşey denmez, seyredilir. Yani, yaşanmaya değmeyen hayatları olan halklar birbirlerini nasılsa yokediyor. Amerika'yı ilgilendiren, "kafa tutan halklar!". Savaş tezgahının ideolojik, hazırlığı daha da vahim şeyler üretiyor. Mesela, müslüman halkları "akıl hastaları" gibi göstermeye çalışıyorlar. Biliyorsunuz Hitler kutsal Alman ırkını inşa için ülkedeki tüm akıl hastalarını ve ailelerini yoketmeye başlamıştı. Akıl hastalarının öldürülmeleri dünya sağlığı için çok gerekli. Müslümanların giyinişleri, sakalları, çok evlilikleri, çok çocukları, arapça sloganları, batı hukukuna değer vermeyişleri çok uzun zamandır batılı basında bir akıl hastalığı şeklinde yorumlanmaya başlanmıştı bile. Ülkemizin islamcı aydınları da bu akıl hastalığının pekişmesine pek katkısı oldu, özellikle TV'lerdeki görüntüleriyle. Başka şeyler de oluyor. İnsan ve vatandaşlık hakları bildirgesi bizim bildiğimiz batı uygarlığının Tanrısı gibiydi. Dikkat edin hem insan hakkı, hem vatandaşlık. Yani kendi ulusundan olmayanların da hakları sözkonusu. Çoktandır kendi toprağında doğmamış mültecilerin hakları batının hem düzenini, hem aklını, hem de hukukunu bozmuş durumda. Birkaç yıldır batıda şu sorular sorulmaya başlanmıştı bile. Başka topraklarda doğmuş olanların hakları var mı? Batıyı ürküten buydu. Güzel bir fırsat doğmak üzere. Mültecileri kendi topraklarında, yani, potansiyel mülteci doğulu halkları yokedilerek, mültecilik telafi edilebilir. Ve, başka tür hayat yaşayanlara oluşturulan nefret, tiksinti, batılı hayattan dışlamanın ötesinde, batı coğrafyasında yaşamalarının artık mümkün olmadığını yavaş yavaş herkesi inandırmaya, ikna etmeye başladı bile! Ve dünyanın dev ilaç şirketleri atılacak gaz bombalarının insanlara etkisini araştırmak için Pentagon'dan çoktan izin almıştır! Biliyorsunuz yahudiler, bilmem kaç derece bomba sıcaklığı ve zehrine dayanıklı mı diye deneylere sokulmuştur. Ayrıca bu bilimadamları Nurenberg'de yargılanırken, dünyanın dev şirketleri, bunlar itibarlı bilimadamlarıdır, dünya sağlığına, bilime katkıları çoktur, işte yaptıkları deneyleri bütün dünyada kullanıyoruz diye, bilimadamlarını savunmuşlar, aflarını sağlamışlardır. Bir başka soru? Devletlerin yargılamadan mutlak öldürme hakkı var mı? Siyasal alanda bu yetkiyi Türk devleti gibi Amerika'da acımasızca uyguluyor. (Bir teröristi saklıyor diye bir köyü yakabilir. Saddam'ı saklıyor diye Irak'ı hergün vurabilirsiniz.) Türkiye'nin Amerika'ya aşkı da burdadır. Zaten her ülkenin birbiriyle ilişkisi, hukuki-siyasi ekonomiktir, yalnız bizimki aşktır. Aşıklar diğer insanlara "bizi ayrı bırakın, biz başkayız, bizim hukukumuz sizin mahkemelerinizi ilgilendirmez" der. Yani, canan, dövse de, sövse de, köle-kurban etse de bu aşıkları ilgilendirir. Aşk, hukukdışı bir ilişkidir. İşte ABD'nin en sadık dostu Suudi Arabistan üstleri kapattı. Biz, dünyada tek aşkı Türkiye, canını fedaya hazır. Bush birçok devlet başkanıyla telefonda görüştü, geceyarılarına kadar bekledik, bizi bir türlü aramadı. Biz de oturduk kıskançlık mektupları yazdık. Gerçek bir aşk mektubu. Günlerce telefonu gelmeyen aşık kurmaylar kafa kafaya verip, içli, bağlılık, sadakat, dünyada senden başka sevdiğim yok, sözleriyle dolu inanılmaz bir mektup. Kurmaylarımızı da aşklarından ötürü harcamayalım, bizim batıya olan aşkımız: Kamusal bir yükümlülüktür! Ve artık ekonomik de bir yükümlülük. Krize dolar bulmak zorundayız. Yani, Dinç Bilgin, Erol Aksoy, Cavit Çağlar'lar yüzünden şimdi Afgan dağlarında çocukları yokedeceğiz. Bu bir sömürgeleri düzene koyma savaşı, bu bir yoksul- zengin savaşı, ama yoksulla zenginin savaşına yine dindar bir kılıf, yine kilisede uydurulmuş bir senaryo arıyorlar. Medeniyetler savaşı diye bir yalan. Bir eski zaman maskesiyle gizliyorlar. Daha şimdiden hristiyan-müslüman savaşı diye yazıyorlar tarih kitaplarına. İnsan aklının almayacağı, keyifleri uğruna açtıkları bu korkunç savaşı, yine İncil'in sayfalarıyla örtüyorlar. Kutsal, aziz ilan edilmek için mi, din savaşı diyorlar. Savaş tüm dünyaya yayılsın diye mi? Güzelim medeniyetlerinin vicdanı sızlamasın diye mi? Alevli gazlarla bebeklerin pespembe yanaklarını yakmak için dahi bilimadamlarının müthiş buluşu: Tanrı diye bir gerekçe! Oturan Boğa söylemişti, "biz, beyaz adamı görünce, Manitu'nun beyaz adamı da yarattığını öğrendik, Manitu beyaz adamı da yarattığına göre bu topraklar hem beyaz adamın hem bizim". Beyaz adam her on yılda bir başka ülkeyi yakıyor. Beyaz adamın savaşmadığı kıta, yoketmediği ırk kalmadı. Din savaşı-din savaşı diye dilinizi yormaktan vazgeçin. Dünyanın tüm ülkelerini ölüm tarlaları haline getirdiniz! Afrikalı ülkelerin, kızılderililer'in, Vietnamlılar'ın savaşmak için sadece zehirli küçük okları vardı. Beyaz adamın bahaneleri her zaman çoktu. Yıldızların bile dönüp bakmadığı şu ağaçsız, otsuz boşluklara çıldırarak bombalar atmanın din savaşıyla ne ilgisi var. Asya'nın en ümitsiz dağları, taşları. En sıska katırlarının eşelediği bu topraklardan çamur bile olmaz, testi, çömlek hiç olmaz. Burnunu çekerek toprak damlarda yaşayan bebeklerin üstüne alevler dökecek din savaşı diyeceksiniz. Bir kiraz ağacı, bir ceviz ağacı bile olmayan, bir davul dahi çalınmayan, hiçbir kadını mesut, hiçbir çocuğu mutlu olmayan, şeftaliler, üzümleri hiç tanımayan bu halkın üzerine kan kırmızı bir fırtınayla alevler döküp din savaşı diyeceksiniz. Yirmi yıldır aralıksız bombalamaktan, kavrulmaktan lavlar gibi taşı kayası demirleşmiş bomboş bu dağlarda, tek bir kilimi, tek bir tahtası olmayan bomboş bu topraklarda neyi yokedeceksiniz. İçi kıvıl kıvıl kurt kaynayan bir köpek leşi dahi bulunmayan bu mekanları neden cezalandıracaksınız? Borsanın düşüşünü önlemek için, birkaç nükleer deneme! Nükleer av başlıyor. Yamaçlardan akan sular. Sevimli birkaç küçük ot. Metal şatolar uçuyor derin göklerde. Kırmızı yanaklı sümüklü çocukların gözlerine anneler sürme çekmiş, peçe altında görünmeyen kendi gözlerini anlatmak için. Yıldızlarda saklanmış efsane yaratıklar gibi bombalar. Dilini yutmuş sert kayalar. Dilini yutmuş toz toprak. Alevden gazlar uğursuzca solukları kesecek. Gün doğduğunda keyifle gezinecek kameralar. "Aklımızdan hiç çıkmayacak" diye haber geçecek muhabirler, hiç ürpermeyen insan türleri. Cana, ota, böceğe kıyanların ekranları, yine İslamabad'dan bildirecek. Ki, onlar yıllar boyu, fotoğrafçısı, dağcısı, belgeselcisi, Tanrı misafiriyim diye bir fotoğraf çekme eğlencesiyle kaç bin kez konakladığı o köylerde. Şimdi, buz gibi esen sessiz bir yel. Zehirden bir yağmur, biberden bir duman taşıyacak. Cam kırıkları gibi hava takılacak gırtlaklarına. Hızla yayılan alevli gazın sıcaklığı önce gözleri patlatacak. Ömrü duayla geçmiş, birkaç keçisinin başında yün büken Afganlı bir ihtiyar. Eski halıların yıpranmış uzamış püskül telleri gibi sakalları, salyangoz kabuğu gibi burun deliklerine asitli su gibi dökülecek hava. Amerikan tşörtleri giymediği için yakılarak cezalandırılacak. Şok boğulma! Hani şakır şakır ağlayacak zamanı kalabilseydi. Az önce yusufcuk böceğiyle oynamış çocuk, büyülü gözleriyle tesbih gibi toparlanmış böceğin nasıl da çabucak tehlike anında gizlendiğini meraklı gözlerle izlemişti, neye baksa kan kırmızı bir fırtına, bunun adı: Din savaşı! Çiçeklerin havalanmadığı, ilkbaharın hiç yaşanmadığı, Tanrıların terkettiği o bomboş dağ yamaçlarında, elleri hiç okşanmamış çocuklar "din savaşı yüzünden yokedilecek!" Bu azmanlar, bu canavarlar, bu vampirler, bu frankeştaynlar her defasında bir bahane bulabilmek için şehirlerinin her bir yakasına onbinlerce üniversite açtılar! Ah Tanrım keşke burda olsaydın! Biz, bağrından çıktığımız doğuyu, doğulu halkları terk etmedik. Terketseydik, bayram, ölüm, tören gibi arada bir uğrardık hemşerilerimizin yanına. Biz, kendimizi doğu topraklarından koparttık. Sanki hiç olmamış gibi, büsbütün yitirdik. Doğu defterini ebediyyen kapattık. Doğulu hemşerilerimiz de bizi yanlış anlamasın, batıya karar verdiğimizde otomobil, telgraf dahi icad edilmemişti. Bize heveslenen doğulu kardeşlerimiz de gizlice ve sırayla çıkmaya başladılar evlerinden, ama yalnız parası, petrolü olanlar çocuklarını okutabildiler, o kadar. Üzerinde binyıl seviştiğimiz İran halısını, Türk kilimini sudan ucuz satlığa çıkarttık. Batı kültürünü ideal edindik, batılı kadınların ağzını sevdik, o tatlı ağız aklımızı aldı. Yüzelli yıldır küçük bir kamıştan yapılan kavalla piyano arasında her tartışmaya girdik. Artık o bin hatıralı geçmiş gecelere dönüş de yok! Bodoslama, hiçbir şey bilmeden belirsizliğe doğru gidenler, "kadere kırkbeş" der, kadere kırkbeş atıldık batıya. Hititler'den serviliklere kadar, bu en güzel mezarlıklardan korkup kaderimizden kaçıverdik. Temiz bir sayfa açmak için. Kültür ve siyasi tarihimizin en büyük yanlışı, en vahim suçunu işledik. Aynı kültür coğrafyasından, aynı tarihten beslendiğimiz, aynı bedende can olduğumuz Pakistan, Irak, Suriye, İran, Tunus, Fas gibi toprak parçalarına bir daha dönüp bakmadık. Tarihin kanlı hışmına uğramış bu eski avlulara bir daha girmedik. Duaları afyon gibi bu eski ve kızgın yoksulluktan utandık. Müzikal melekler gelip bizi kurtaracaktı. Çok sesli müziğin enstrümanları tuhaf boruların seslerini, işte sevgilimiz bizi çağırıyor aşkıyla, marşıyla dinledik. Yalnız sivrisineklerin soktuğu bu yoksulluğu, bizden sonra Yahudiler ısırdı, batılılar bu toprakları sömürdü, kullandı, oynadı. Bize iyilikler getirecek bilim, batılılar buralara tıp, sanat, hukuk öğretmek için gönüllü misyonerler de yolladı. Doğu dipsiz bir uçurumdu. Gül yağını bırakıp parfüme koştuk, muhabbeti bırakıp tartışmaya girdik. Türk aydınları yemin etmiş gibi bu topraklara bir daha bakmadı. Doğu, geçmiş loş uçurumlarmış gibi, bu toprakların çocuklarına ülkemizde bir üniversite açıp davet bile etmedik. Büyük bir sahipsizlik ve yoksulluk kayasında altında iniltilerine, kuşkularına, türkülerine değer vermedik! Türk aydınlarının bu esrarlı topraklarda anlatacağı çok şey vardı. Türkiye kendine ölümsüz bir şafak istiyorsa siyasi, kültürel bir varlık olarak yaşamak için bu topraklara mutlaka insani ve evrensel nedenlerle koşmalıydı. Yeni dünyanın ilahlarının emirlerine uyduk. Modern giyinmek, modern gezinmek gibi küçük tatlı ihtiraslarımız oldu. Batılılaşmayı batıya yalvarıp yakarma sandık. Doğu topraklarında acilen iki yöne koştuk. Biri ırkçı-siyasi nedenlerle Orta-Asya'ya.. Yitik bir zamanı aradık. Aşkımızı söyledik. Bizden daha kurnaz kardeşlerimiz ağlayan yüzümüze Manas destanı okuyup bizi geri yolladı. Diğeri, islami ideolojik sebeplerle islam ülkelerine koştuk. Bu ihtiyar sakallı gençler kapkara bir mum gibi kapkara ülkeler kurmuş, kapkara cinayetler işliyordu. Artık sokulgan değildik. Sesimiz seslerine benzemiyordu. Ateş yıldızı gibi gözleri hala duruyordu ama herbirinin ceplerinde bombalar gizliydi. Zaten biz de, sırf insanlık için, ya da sırf Allah rızası için bu toprakların çocuklarına ayrım gözetmeksizin koşacak aydınlardan, kültürden, zihniyetten yoksunduk. Bizimle ilgili ne varsa unutmuşlardı. Evrensel dediğimiz her şey sanki batıdaymış gibi algıladı Türk aydını. İşin kötüsü çok da yaralıydık. Bu komşularımız, kardeşlerimiz, bizimle aynı evrende, aynı acılar içinde yaşamıyorlarmış gibi davrandık. Asırlardır altından nallarıyla dörtnala geçtiğimiz o topraklarda elimizde ne dizgin kaldı, ne üzengi! Bir büyük bahane de biz bulduk, I.Dünya Savaşı'nda arkamızdan vurdular bizi, ebediyyen kilitledik doğu kapılarını. Sevgili sultanların hükmü altında tek bir güzel günümüz de mi yoktu? Artık suları çoktan uyumuş, güneşi çoktan donmuş bu topraklardan iğrenmeye başladık. Şimdi, dün bizi vuranlarla kolkola, biz onları vuruyoruz. Ve çocuklarımız hiçbir şey bilip anlamadan tatlı tatlı seyrediyorlar kardeşlerimizi vurduğumuz bu ekranları. Geçmişin o bayram günlerinden bir el sıkışması dahi kalmadı anımızda, yüzyılların uğultusu kovdu bizi doğup büyüdüğümüz tarihten! Bir tarih, bir evrensel bir insanlık derdimiz olsaydı, bize en yakın dünya acıları içinde bu kardeşlerimize koşardık. Batı bizi nasıl sarhoş etti ki o eski mutlu şehirlerimize bir gün olsun gitmedik. ********, *******, ********** aydınlarımızın ne bir makalesini, ne bir şiirini , ne bir konuşmasını duyduk, doğunun hala mahmur hala derin uykusunu bize anlatan. O mahzun ceylan gözlü kızları coğrafya dergilerinin fotoğrafçılarına terk ettik. Lağım, kolera, açlık, ışık hızıyla çoğalan nüfus, tabutsuz ölüler, korkunç yakarmalar, bir mahallede bir milyon kalabalık ve hepsi çöp evlere, hepsi karanlığa hepsi pisliğe gömülmüş kardeşlerimizi suskunlukla seyrettik. Aman bize bulaşmasınlar, aman düşündüklerimi duymasınlar diye, kapkara zindanlarda yalnız bıraktık. Bizim de elimizi atacağımız, hukuk, siyaset, sanat konuşacağımız ülkeler yok muydu? O muamma dolu semavi koşuyu, orda bıraktık. Ne kadar derdimiz varsa Avrupa'ya sürdük, kendi siyasetimizi, kendi ekonomimizi, el açıp Batı'ya dilendik. Çözün sorunlarımızı, yardım edin bize diye batının kapısında köpekten beter ağladık. Şimdi, ortada kalakaldık, çırılçıplağız. Duygusuz gözlerimizden kalbimize tek damla gözyaşı inmedi! Ey rüzgar, git ve pişman olduğumuzu söyle adını unuttuğumuz o ülkelere, adını unuttuğumuz o eski gecelerin mutlu şehirlerine! Ey rüzgar, söyle onlara ne uzun bir acıdır bu, tükenmek bilmiyor! Aşk kelimesini, mecnun kelimesini öğrendiğimiz o topraklarda kıyılan, yok edilen insanlar umurumuzda değil artık! Kara peçeler de giysen, uzun eteklerde giysen, yağlı, kirli, sakallarla çirkinleşse de yüzün, sen benim asırlardır aynı kilim üstünde kıvrılıp yattığım kardeşimsin diyecek tek bir aydın kalmadı. Sırf senin şairlerinin ustalaştırdığı bir kederle sana koşacak, gönüllü koşacak, gönlünü verecek tek bir kültür adamı, tek bir yazar kalmadı. Ey rüzgar, git söyle onlara yüzyıl burada edebiyat, kültür değil, ihanet planladık. Ebedi bir küslükle arkamızı döndük doğu'ya. Ve şimdi, üslerimiz, askerlerimiz, bizim çocuklarımız, bizim işbirliğimizle Amerika'yla başbaşa bu toprak parçalarını nükleer temizlikten geçirmek için, doğulu halkların karşısına dikildik. Batı kültürünü ruhen benimsemiş olabiliriz. Ruhen, islamcılık, kıyafetleri, siyasetleri, diktatörlerinden iğreniyor olabiliriz. Ama buralara, **********, ***********, nükleer bomba taşıyıcılığından başka yapacak, söyleyecek insanlık görevimiz yok muydu? Sen ne yapıyorsun Türkiye! Doğup büyüdüğümüz aynı şairler, aynı geçmiş, aynı hikayelerin topraklarına elin gavuruyla bir olmuş bombalamaya koşuyorsun! CNN'deki Afganlı, Pakistanlı müslüman görüntülerinden çok mu tiksindin! İnfilak edecek olan Yunus Emre'dir, Muhammed İkbal'dir. Mustafa Kemaldir, Cinnah'tır! Sen ne yapıyorsun Türkiye! Ne çabuk unuttun, 1914 yılında batı basınında bizim de aynı resimlerimiz aynı vahşi çirkinlikte yayınlanıyordu. Bu düşmanların aynıları, aynı sebeplerle 1914'de bizim topraklarımıza aynı silahlarla girdiler! Irak topraklarında, Yemen'de bugün çıkan petrol kadar kan döktük biz! Kağnılarla savaştık deyip ağlıyoruz, mermi taşıyan kadın resimlerini hala paralarımıza basıyoruz. Ballı meyvelerini kim yedi bu kanlı coğrafyanın. Görmüyor musun, kaç yıldır İran, Irak sınırından ülkemize gizlice girmek isteyen mültecileri tarayarak öldürüyoruz, basın suskun, kimsecikler duymuyor. Ağrı, Van illerimizde mülteci sayısı on binleri buluyor. Her savaş yüz bin, milyon mülteci demek, sınır karakolunda hepsini yine makineli tüfekle tarayacak mısın? Sen ne yapıyorsun Türkiye! Hangi uygarlığa koşarsan, hangi uluslararası pakta koşarsan koş, bu kardeş ölülerinin sesleri ardından gelmeyecek mi? Alnımıza derin bir kahpelik yarası açıyorsun Türkiye! Ebedi bir azap içine sürüklüyorsun çocuklarını. Kendi ülkemizin köylerine gönderecek doktor bulamıyoruz, oralara nasıl gönderelim, diye küstah bir yalanla kendini kandırıyorsan, Kurtuluş Savaşı'nı bir daha düşün. Bir zafer değildi, I.Dünya Savaşı'yla birlikte bir imha hareketiydi, bir imhadan geçirildik. Şimdi aynı topraklarda 1914 yılında trenlerimizle süvarilerimizle, genç doktorlarımızla cepheden cepheye koşuyorduk. Bu savaşlar yok etti bizi, tarihten silindik. Dağlarımızda bir topal *****, Ankara'mızda bir sağır İsmet kaldı. Hukukumuzu, siyasetimizi, ekonomimizi kuracak işletecek aydın kadroları cephelerde bir mezar küreğiyle orda bıraktık. I.Dünya savaşı ve kurtuluş savaşının yıkımıyla yüzyıldır toparlanamıyoruz, yüzyıldır başımızı kaşıyamıyoruz. Dünya tarihinin en cani soyguncuları, bankacıları, gazetecileri nereden türedi sanıyorsun. Sahipsiz bu ülkeyi yağmalamaktan zevk alan bu bankacıları hangi şartlar, kimler doğurttu. Çıtları çıkmayan, hepsi kör bir uykuya dalmış bu aydınları kim büyüttü sanıyorsunuz. Sadece Kerkük topraklarımızda kalsaydı, Diyarbakır değil doğu'nun Avrupa'nın en parlak şehri olmaz mıydı? Kafkasya'da, Süveyş'te, Yemen çöllerinde bizi imha edenler, şimdi yine kaldıkları yerden saldırıyorlar. Sen ne yapıyorsun Türkiye? Bizi de 1914'de öldürülebilir halklar, öldürülebilir insanlar kategorisine sokup hiçbir çığlığımıza batıdan kimse cevap vermedi. Koma haline girdi kültürümüz. Beynimiz süresiz bir ölüm yaşadı. Bu yüzden hala nerden başlayacağımızı şaşırdık. Hangi kültürün içinden geldiğimizi karıştırdık. Türkümüzü, şarkımızı unuttuk, yasakladık. Bir yüzyıl bu imha hareketinin sonuçlarıyla kendi içimizde birbirimizi yedik. Kuzey Afrika'yı, Orta-doğu'yu bir midyenin içini yer gibi elimizden alıp lüp diye yutuverdiler! Bu olup biten savaş bizim maceramızdan birşey hatırlatmıyor mu sana! Biz imha edilirken burada, arkamızdan sadece Pakistan para toplayıp göndermedi mi Mustafa Kemal'e. Sen ne yapıyorsun Türkiye! Amerikan bombaları Pakistan'a düşerse şimdi, öldürülmenin korkunç acısı değil, hiçbir tarihin yazmadığı bir ihanetin baş suçlusu olacaksın! Sen ne yapıyorsun Türkiye? Hıristiyanlarla-Müslümanların savaşıysa, senin hristıyanların yanında ne işin var? İyilerle kötülerin savaşıysa, senin kötülerin yanında ne işin var? Burada, yüz binlerce evladın bugünlerde oturmuş, kara kara bunları düşünüyor! Tarih sahnesine ilk çıktığımız, İpek Yolu'na ilk düştüğümüz günden beri, şimdi bombaladığımız o şehirlerde, unutma Türkiye, eski bir sevgilimiz vardı. Kızgın güneş altında, sıskacık bedenleriyle. Duman renkli sarıklarıyla sadece yiyecekleri kadar dilenen. Vebalı gibi tirtir titreyerek ilahiler söyleyip aşk, aşk, aşk deyip üç kıtanın dağlarında gezinen dervişlerimiz, erenlerimiz, abdallarımız vardı, aynı aşkın çocuklarıydık biz.Dünyanın en güzel kalpli bu dervişlerin çocukları! Bu aşkı kim bitirdi?................................................................................ ............................................. (NİHAT GENÇ)
  12. Asfalt

    BAYKALI TANIMAK

    Çok değerli arkadaşım sardunyam.Düşüncelerinizi o kadar net ve okadar duru bir ifadeyle anlatmışsınızki, gayri tüm bu yazdıklarınıza arzı endam etmem gerekiyor.Ülkenin makus kaderi bu çapsız dar görüşlü kişiler tarafından şekillendiriliyor.Yanlız iyi olan birşeylerde var.En azından bu dokuzuncu bilmem neyin modası geçmiş siyasi muhalefetininde artık bir yerde bittiğini gösterir.Allah izin verirse ulu önderin partisinin gerçek demokrasinin ve her kesimini kucaklayan bir parti olacağınıda göreceğiz. Bu forumda partili partisiz her insan bunu arzulamakta.Biz bıktık bu ilkokul seviyesindeki siyaset anlayışından.Umarım CHP yi oluşturan partililerde buna kulak verir.Yanlız şuda unutulmamalıdır.Baykalın CHP deki tahrifatı en az on yıl sürer.... sayın Livanelinin "Bad-el harab-ül Basra" ( Kötü yıkıldı basra şehri ) boşuna söylenmemiştir.Acıda olsa bu parti baykaldan kurtulamıyacağına göre halk bu partiden kurtulacaktır tezi en gerçekçi yaklaşım olacaktır. Bunun için önümüzde daha uzun bir en az dört yıl var.Son birkez diyenlerin artık bu faşist partiye güvenebileceğini hiç sanmıyorum.Atatürkün adından yeterince nemalandılar.Gerçek Atatürkçülerin sıtkını sıyırdılar.Faşist söylemlerini Atatürkle perdelemek istediler.Alkış verenlerinde aynı yolun yolcusu olduğunu herkez çok iyi biliyor.Gazetelerinide alıp gitme vakti artık bu sözde entellere helalimizdir.Battıkça batanların sadece kendilerine değil bütün bir topluma zararları var.Yinede sizin gibi laikliği en güzel algılayan entellektüeller,eminimki içlerindeki güzelliği yansıtacak bir yol bulacaktır.Buna tüm kalbimle inanıyorum...
  13. Asfalt

    BAYKALI TANIMAK

    Vatan Gazetesi yazarı Zülfü Livaneli'den şok açıklama. Livaneli, CHP lideri Deniz Baykal'ın Başbakan Tayyip Erdoğan'la gizlice buluşup anlaşma yaptığını iddia etti. Livaneli'nin Baykal'a ağır eleştiriler yönelttiği işte o yazı. İşte o yazı Seçimler öncesi CHP’ye zarar vermemek için bildiğim birçok konuyu içime gömerek sustum, bundan sonra da bu parti ve liderine ilişkin hiçbir şey yazmayacağım. Çünkü bir faydası olacağına inanmıyorum. BAYKAL'DAN JET YANIT İşte Baykal'ın yanıtı AKP’nin o zamanki genel başkanının siyasal haklarını kazanarak parlamentoda görev yapmasını demokrasinin gereği içinde düşündüm ve bu anlayışla hareket ettim. Parti içinde buna karşı çıkanlar oldu ama ben bunlara inanmadım. Bir parti başkanı 360 milletvekilini parlamentoya soktuysa kişisel olarak değerlendirmek doğru değildir. Bununla iftihar ediyorum. Ve hala hiç kuşku duymuyorum. Aksini savunmak demokratik değil sığ bir anlayış olur. Ama hiçbir yerde AKP Genel Başkanı’nın iflas edeceğini söylediğimi kimse iddia edemez. Böyle bir şey söylemedim. Ama bu konudaki son yazımda size bir tanıklığımı aktarmak zorundayım. Bunu bir borç olarak görüyorum: *** Deniz Bey lütfen hatırlayın: 19 Aralık 2002 tarihinde karlı bir Ankara gününün akşamında Mehmet Sevigen’in evindeydik. Ben Cumhurbaşkanı ile görüşmeden geliyordum. Abdullah Gül Başbakandı, Tayyip Erdoğan’ın ise Meclis’e girme umudu kalmamıştı. Cumhurbaşkanı Sezer bir gün önce, Tayyip Erdoğan’ın “milletvekili olmadan başbakan olma” önerisini reddetmişti. Türkiye’nin kaderi o akşam o evde değişti, çünkü siz “Tayyip Erdoğan başbakan olacak!” diye tutturdunuz. Sizi “Çok tehlikeli bir oyun bu!” diye uyaran parti dışından önemli şahsiyetlere kızdınız, “Hayır!” dediniz “İki ay dayanamaz. Göreceksiniz iki ay dayanamaz.” Sizin bu iddianıza karşılık ben ne dedim: “Erdoğan herhangi bir kişi değil, bütün tarikatların birleşerek Erbakan’ın yerine seçtiği siyasetçi; arkasında Amerika, Avrupa desteği de var. Program Türkiye’yi ılımlı İslam cumhuriyeti yapma programı. Sizin dediğiniz gibi iki ayda gitmeyecek; tam tersine, bu odada bulunan herkesin siyasi hayatını bitirecek.” İki ay dayanamaz iddianızı, “görüşleri gereği IMF ile anlaşma yapmaz, ekonomiyi zora sokar ve dayanamazlar.” tezine oturttunuz. Ama bunların hepsi bahaneydi çünkü siz iki partili rejimin işinize yaradığını anlamış ve seçim sonuçlarına sevinmiştiniz. Çünkü size ana muhalefet partisi lideri olmak ve soldaki rakiplerinizi yok etmek yetiyordu. Bu iş birliğini daha sonra da sürdürdünüz. O zaman ben sizin Tayyip Erdoğan’la seçim öncesinde Beylerbeyi’nde gizlice buluştuğunuzu ve bir anlaşma yaptığınızı bilmiyordum. Bu gecenin tanıkları var: Önder Sav, Eşref Erdem, Mehmet Sevigen, Bülent Tanla, Yaşar Nuri Öztürk. Belki bazıları sizden korkar ve tanıklık etmez ama bir kısmı da bu sözlerin doğru olduğunu açıklar. Yani tanıklar var. Ötekiler de söylemese bile içten içe bunun doğru olduğunu bilir. Siz de bilirsiniz. Tartışmanın sonunda dediniz ki: “Bu gece birbirimizin fotoğrafını çektik. İki ay sonra çıkarıp bakalım. Ama rotuş yapmadan. Hangimiz haklı çıkmışız?” Şimdi, 2007 seçimlerinin ardından o fotoğrafı cebinizden çıkarıp bakın Deniz Bey. Ve düşünün; Meclis grubunda “Erdoğan’ı başbakan yapıyor diyorlar. Evet yapıyorum. Var mı itirazı olan!” diye bas bas bağırmanıza değdi mi? Erdoğan’la Beylerbeyi’nde gizlice buluşmaya ve size oy veren milyonları hiçe sayarak gizli anlaşmalar yapmanıza değdi mi? (Deniz Bey, biliyorsunuz ki bu gizli buluşmanın da tanığı var.) Başbakan olmak, elbette Erdoğan’ın demokratik hakkıdır. Ama bunun için olağanüstü çaba harcamak CHP’nin birinci görevi değildir. Üstelik dokunulmazlık kaldırılmadan. Bir milletvekilinin mazbatasını iptal ettirip, Anayasa’yı değiştirip, grubu baskı altına alıp, Siirt seçimlerini es geçip Erdoğan’ı meclise sokmak ve dokunulmazlık zırhına kavuşturmak için verdiğiniz canhıraş çabanın yüzde birini partiniz için verseydiniz sonuç bambaşka olurdu. Size o gün söylediğim gibi, Türkiye’nin kaderini değiştirdiniz. Deniz Bey; sözlerimde en ufak bir çarpıtma varsa çıkıp söyleyin. “Öyle değildi. Böyle konuşmadık.” deyin. Genel Sekreterinizin ve en yakınlarınızın tanık olduğu bu konuşmayı inkâr edin. Ya da başınızı önünüze eğin ve tarihin hakkınızda vereceği yargıyı düşünün. Deniz Bey; çok ağır şeyler yazdığımın farkındayım. O akşamki tartışmaya kadar bir dostluğumuz vardı, bunları yazmak istemezdim. Ama hem duruma doğru teşhis koyamamanız, hem de aşırı derecede inatçı olma huyunuz yüzünden hepimizi tehlikeye attınız. Tayyip Erdoğan’ın yüzde 34 oyla meclisin üçte ikisini ele geçirmesinin manivelası oldunuz. Daha önce Refah Partisi’nin belediyeleri ele geçirmesi de sizin oyları bölmeniz sayesinde gerçekleşmişti.. Tayyip Erdoğan’ların ve yine çok yakın dostunuz olan Melih Gökçek’lerin en büyük şansı sizdiniz. CHP’nin ise en büyük şanssızlığı oldunuz. Bu ülkenin sola şiddetle ihtiyaç duyduğu bir dönemde, bütün uyarılarımıza rağmen partiyi sağa çekmekte, Kürtlerden, Alevilerden, solculardan ayırmakta ısrarlı oldunuz. Erdal İnönü, Hikmet Çetin, Murat Karayalçın, Fikri Sağlar, Ercan Karakaş, Mehmet Moğultay, Seyfi Oktay, Celal Doğan ve daha birçok sosyal demokratla el ele tutuşup halkın karşısına çıkmanız gerekirken; eski MHP’lileri, eski ANAP’lıları, idamla yargılanmış sağcı militanları parti vitrinine çıkarmakta ısrar ettiniz. Size defalarca “Bir şeyin aslı varken kopyasına kimse bakmaz!” dememize rağmen, sol politikaları değil, MHP çizgisini tercih ettiniz. Sağcıları ve sekreterinizi Meclis’e sokarken, İsmet Paşa’nın Avrupa Konseyi’nde komisyon başkanı olma başarısını gösteren torunu Gülsün Bilgehan’ı Meclis dışında bıraktınız. İnanın ki bunları yazarken samimi olarak üzülüyorum. Keşke haklı çıkmasaydım, keşke sizin tahminleriniz doğrulansaydı diyorum ama durum ortada. Yazık oldu Deniz Bey, hem size, hem partinize, hem de size inanan temiz yürekli sosyal demokratlara. Artık bundan sonra istifa etseniz de bir etmeseniz de. Bad-el harab-ül Basra! Not:Yorum falan yapmama gerek yok.Bu halkı görmeyenlerin nelerle uğraştığını görmemiz gerekiyor...
  14. Asfalt

    kim bunlar *****..

    Dediğin gibi oldu be nazan....İşte insanları hakir görenlerin kaçınılmaz sonu... Sen deki ben bu hayatta hiç varolmadım... Yine deki bu Marcus hiç matah bir adam değildi... Ama bif gerçek varki o da bypass edilecek bir husus değil. Bu gerçeği anlamadan,başarılı olmanın bir başka yolu yoktur. Ben yinede umutluyum.En azından bu çirkef denizin dalgaları elbet birgün son bulacak.... Adam yerine konulmayanlar,adam yerine koymayanların adamlığını anladıklarında... .................................... işte öyle.............
  15. Asfalt

    CHP

    Bu son derce gerçekci yazı için size teşekkür ederim sayın zedan.....
  16. Asfalt

    CHP

    Cumhurbaşkanını halk seçecek ve Cumhuriyeti tökezleten kirlenmişliğe son verecek. Bunu tüm ******* solculara ve tehlikecilere rağmen başaracağız. Çünki biz halkız....
  17. Hazin bir son.Ama geçmişte yaptıklarıyla bu gün herşeyi açıklayabiliyor. Polis şefinden parti başkanı yada diğer bir değişle parti başkanı olamıyacağı ortada. Hiç kimse tarafından sevilmeyen birisinin bu beklenen sonu bana Türkiyenin geleceği hakkında büyük umutlar aşılamıştır. Darısı CHP nin başında bir bela olmaya devam eden malum kişiye.....Ben bu gün için ve yarın için umutluyum.Bürokrasinin sonu geldi. En çok ona seviniyorum...........
  18. Asfalt

    kim bunlar *****..

    Bir takım kesime iyi ders oldu.... Eğere ders alma gibi bir meziyetleri varsa tabiki.... Halk için görüşlerini yeniden gözden geçirsinler. Yalandan hikayeden uydurma izdüşümlerine hoşçakal.. Halk kazandı daha ötesi varmı......
  19. Evet Tehlikeciler için artık susma vakti gelmiştir. Sussunlarki bu millet hak ettiği yeri bulsun. Bunlara kalsa yandı gülüm keten helva..
  20. Türkiyede tablo fazla değişmez.Bu açıdan fazla heyacanlı olmaya gerek yok. Halkı küçümseyenler,onlar birşeyden anlamaz biz bilirizciler bu kez gerekli cevabı hakkıyla alacaktır.Yarın Türkiyede yenibir sayfa açılacak.Bu sayfa halkın bürokrasi tarafından üzerinde yıllardır uygulanan ağır işkencenin sonumu gelecek,yoksa bu iflah olmaz atanmışların mızıkçılığıylamı geçecek,buna karar verilecek. Bağımsız ve güçlü bir Türkiye için halka güvenmek zorundayız. Hiçbir halk geleceğini ateşe atmak istemez. Osmanlı İmparatorluğu halkı adamdan saymadığı için büyük yanlışların içine girdi. Ve ne yazıkki görkemli bir imparatorluk çöktü. M.Kemal halka inandı,halkta M.Kemale inandı. Sonuç bütün bir dünya emperyalizmi için kabusa dönüştü. Türkiyenin en büyük kaybı Atatürkün gerçek anlamda anlaşılmaması olmuştur. Tek parti döneminde kendisine muhalif parti kurduran ve istanbuldaki gazeteleri kendisini ve uygulanan sosyoekonomik koşulları eleştirmeleri için teşvik eden bir liderden geriye işte bugünki çarpık yapı kaldı elimize. Gelecekte halk,parti içinde demokrasinin işlediği partileri yeğleyecek. O zaman Türkiye daha aydınlık ve daha ileri bir ülke olacak. Türkiyeyi gerçekten halkın yönettiği günleri görmek ümidiyle. Hayırlısı olsun......
  21. Şizofreni nedir ? Şizofreni, kişinin duygu, düşünce ve davranışlarında önemli değişikliklere neden olan, belirtileri ve seyri kişiden kişiye değişiklik gösteren, hastaların bir kısmında iyileşmeyle, bir kısmında ise toplumsal ilişkiler ve entellektüel faaliyetlerde önemli kayıplara yol açan bir ruhsal rahatsızlık türüdür. Başlama yaşı genellikle 15-35 yaşları arasındadır. Şizofreniyi nasıl farkederiz ? Şizofreni kendisini insanın dış görünüşünde, konuşmasında, duygularını ifade etmesinde, davranışlarında,düşüncelerinde yaptığı değişiklikler ve bunların toplumsal yansımalarıyla belli eder. Başlıca belirtiler şu şekilde özetlenebilir: Giyim-kuşama özen ve kendine bakım azabilir, alışılagelmişin dışında giyinme görülebilir. Mimikler ve jestlerde azalma, çevrede olup bitenlere karşı ilgisizlik görülebilir. Bazılarında yüz ifadesi donuklaşabilir. Bazı hastalarda konuşma bozulur. Dağınık ve muğlak olabilir. Yer yer kopmalar içerir, gereksiz ayrıntılarla doludur, belirli bir mantık örgüsü izlenmez. Bazılarında ise konuşma normal görünümdedir İçine kapanma veya yakınlarına bağımlılıkta artma görülebilir. Amaçsız ve anlamsız davranışlar gösterebilirler. Hiç hareket etmeme, devamlı bir noktaya bakarak hiç konuşmama veya saldırgan davranışlar olabilir. Hastaların çoğunda takip edildiklerini, öldürüleceklerini, aleyhlerinde komplo-tuzak kurulduğunu düşünme ve korkma görülebilir. Bir kısmı kendileriyle ilgili yayın yapıldığı düşüncesiyle çevreden, televizyondan gazetelerden rahatsız olabilirler. Kimileri vücudunda değişiklik olduğunu veya bedensiz olduklarını düşünebilirler. Bazıları kendileri ile konuşan, kendilerine emreden, hakaret eden, hareketleri hakkında yorum yapan sesler işitebilirler. Bazı hastalar da da uyanıkken gözlerinin önüne çeşitli görüntüler geldiğini ifade edebilirler. Bu hastalık toplumda ne kadar sıklıkla görülebilir? Her 100 kişiden 1’inde görülebilmektedir. Bu hastalığın sebepleri nelerdir ? Biyokimyasal: Sinir aralığındaki ileticilerden bazılarının (özellikle dopamin ve serotonin) etkinliklerinin bozulması. Genetik: Yakınlarında şizofreni hastası olanlarda şizofreni gelişme olasılığı normal insanlara göre biraz daha fazla olabilir. Şizofreni tamamen iyileşir mi ? Şizofreni tanısıyla tedavi olan kişilerin beşte birinde zaman içinde belirtilerin tamamen ortadan kaybolduğu saptanmıştır. Genel olaraksa hastalık yok olmaz, ancak hastaların büyük kısmında düzenli ve sürekli ilaç tedavisi ile önemli iyileşmeler elde edilebilir. TEDAVİ Tedavide öncelik ilaç kullanımındadır. Ancak şizofreniyle ilgili bütün sorunların çözümünde ilaç tedavisi tek başına yeterli olmamaktadır. Bu nedenle özellikle toplumsal yaşantıya ait yakınmaların çözümlenmesinde ailenin anlayışlı, destekleyici ve teşvik edici yaklaşımı, hastaya nasıl davranacaklarına dair hekimle işbirliği yapılması son derece önemlidir. Lütfen, sağlığınız için aşağıdaki tavsiyelere uyunuz. İlaçlarınız uyuşturucu değildir, alışkanlık yapmazlar. Verilen ilaçlar düzenli olarak alınmalıdır. Ağız kuruluğu, kabızlık, yerinde duramama,özellikle yüz ve boyun kaslarında kasılmalar, ellerde titreme, robot gibi olma durumu gibi yan etkiler görülebilir. Bu yan etkiler tehlikeli değildir. Ancak bu durumlarda ilaç kesilmemeli,doktora danışılmalıdır. Hekiminiz doz ayarlaması yaparak ya da yardımcı ilaçlar (Akineton, Benadryl, Dideral gibi) vererek bu yan etkileri en aza indirmelidir. Genellikle tedavinin, ,uzun yıllar aksatılmadan sürüdürülmesi önerilir. Kontrollere doktorunuzun verdiği randevulara göre gelinmelidir. Tedavinin amacı, hastalığı yok etmek değildir; hastalığın belirtilerini gidermektir (Ör;Şeker hastalığı gibi). Ailenin hastaya karşı tutum ve davranışları, hastalığın seyrini ve tedavisini önemli ölçüde etkilemektedir. Özellikle, hastayı aşırı eleştiren, itici yaklaşımlar ya da tam tersi aşırı, koruyucu, kollayıcı tutum en yanlış davranışlardır. Mümkün olduğunca hastanıza karşı doğal ancak hasta olduğunu da bilerek davranınız -------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------- Bu yazıya ek olarak Nobel ödüllü, matematik dehası John Nash'in yaşamı Oscarların favorisi "Akıl Oyunları"na konu olmasaydı onu tanımak için kılımı kıpırdatmazsım. Kendisi gibi MİT mezunu ve matematikçi eşi Alicia'ya matematik dersleri yüzünden çektiğim acıyı ölünceye kadar yüreğimde taşıyacağımı söyleyince tatlı bir kahkaha attı: "Matematik tıpkı resim yapmaya benzer; içinde varsa "sanatçı" olursun; ben de ondan anlamam" dedi. El Salvadorlu bir doktorun kızı olan Alicia Nash, 12 yaşındayken ailece New York'a yerleşmiş. MİT gibi matematikle beyni ve kalbi aynı anda çarpanların barınabileceği o ünlü üniversitede, asrın 2. Einstein'ı olarak tanınan John Nash'in sınıfına girmiş Alicia. Hocalığından sonra John'un kocalığını da denemeye karar veren bu tatlı kadın: "Her şey çok güzel başladı" dedi, "Ancak bugün 46 yaşında olan tek oğlumuz Martin 6-7 yaşlarındayken John'un 1958'de paranoid şizofren teşhisi ile yaşamımız bir kâbusa dönüştü." Ona olan sonsuz sevgisi ve şefkati sayesinde Alicia çok az insanın dayanabileceği acılara ancak arkadaşlarının desteği ile dayanabilmiş. 'Ama" diyor, "Bir ara ondan ayrılmak zorunda kaldım. Sonra 1970'lerde iyileşince tekrar evlendik." "Akıl Oyunları'nı defalarca seyrettik" Nash'lerin öyküsünü film yapma projesi önlerine getirilince ikisi de senaryoyu okuduktan sonra çekimine izin vermişler. Alicia: "Biz tanınmak için değil, bu hastalıkla boğuşanlara ümit vermek için filmin yapılmasını istedik" diyor. Alicia seyrederken sürekli ağladığı sahnelerde kendisini canlandıran film yıldızına hayran olmuş. Şimdi sakin ve mutlu yaşantılarını Princeton'da sürdüren Nash ailesi çok çalışmaktan şikâyetçi değil. Alicia: "John üniversitede ders veriyor, ben bir computer şirketinde çalışıyorum. Oğlumuz Martin de babası gibi matematikçi ama aynı zamanda dünyaca tanınmış bir satranç ustası. Ben ona küçükken kurallarını öğrettim; o işi büyüttü" diyor. Hayatında hiç cep telefonu kullanmayan, nerede olursa olsun asansör yerine merdivenleri hızla çıktığını söyleyen John Nash'e yemek yerken hangi soruyu yöneltsem: "Political correctness" cümlesiyle yanıt vermeye başladı ve örneklerini sıraladı: "Hadım edilen harem ağalarının teşhir edilmesi veya Siyah Afrikalılara zenci denilmesi 'political correctness' değildir." "Peki, sizin kadınlarla aranızın nasıl olduğunu sorsam political correctness olur mu?" Sözümü kesti, ilk defa güldü: "O, political discreet'e (politik gizlilik) girer" diye yanıtladı. Gelecek yılki Amerika seçimleri hakkında ne düşündüğünü sorduğumda "Demokratlar Bush'tan beterini bulmazlarsa kazanabilirler" dedi. "Peki, siz Bush'u seviyor musunuz?" diye sordum, ilk defa gözlerinde, hınzırca bir pırıltıyla bu defa o sordu: "Siz Erdoğan'ı seviyor musunuz?..."
  22. Unutulmaz film Bronosetz Potyomkin'in (Potemkin Zirhlisi) unutulamaz yönetmeni, gelmis geçmis en büyük sinema kuramcilarindan biri olan Sergei Eisenstein, 23 Ocak 1898'de Riga'da dogdu. O öyle bir usta ki 1925 yilinda çektigi 'Potemkin Zirhlisi' adli filmi 1952'den beri 10 yilda bir yapilan 'Tüm Zamanlarin En Iyi Filmleri' listesine istisnasiz her seçimde giriyor. Genç nesil yönetmenleri onun filmleri ve kuramlari ile yetisiyor. Eisenstein, ünlü, yetenekli sinema sanatinda kendini tüm dünyaya kanitlamis yönetmenlerden biri. Simdi onun hayat hikayesini ögrenelim ve hepsi birbirinden degerli basyapitlarinin incelemesini yapalim. Sergei Eisenstein, 1916 yilinda ailesiyle yaptigi Paris seyahatinde ilk kez sinemayla tanisti. 1908'de Riga'da Fransizca ve Ingilizce egitim veren bir okula baslayan Eisenstein, daha sonra Petersburg'a giderek mühendislik okuluna yazildi. Ama güzel sanatlara olan egilimi onun buradan ayrilmasini ve Güzel Sanatlar Akademisi'ne geçmesini sagladi. 1917'de patlak veren Sovyet Devrimi nedeniyle Kizil Ordu'ya katildi. 1920'de Proletkult Tiyatrosu'na dekor hazirlayici olarak girdi. Sinemaya 1923 yilinda "Glumov'un Günlügü" adli ilk kisa filmini çekerek fiilen ilk adimini atmis oldu. Sergei Eisenstein, 1925'te "Potemkin Zirhlisi", 1929'da "Eski ile Yeni", 1938'de "Aleksandr Nevski", 1944'te "Korkunç Ivan" gibi sinema tarihine geçen klasiklesmis filmlerin yaraticisi ve sinemaya kurumsal temel kazandiran kitaplarin yazari olarak 11 Subat 1948'de Moskova'da öldü. Eisenstein öldügünde elli yasindaydi. Yasadigi dönem yirminci yüzyilin ilk yarisina rastlar. Ve bu yillar tüm dünyada siyasal ayaklanmalarin, savaslarin, toplumsal ve sanatsal devrimlerin oldugu dönemdir. Eisenstein bu yüzyilin ilk yarisinin bütün siyasal, toplumsal, sanatsal serüvenlerinin çogunu fiilen yasadi; iki dünya savasinin yikinti ve acilarini gördü. Tarihin dönüm noktalarindan olan bir devrimin dogusuna tanik oldu; bunun dogum sancilarini çekti. Tomurcuklanan, yeseren, olgunlasan ya da kaybolup giden sanat akimlarini izledi; bazilarina dahil oldu. Eisenstein tüm sanatçilar gibi çok yönlü birisiydi. Tiyatro ve sinema yönetmeni, ressam, karikatürist, yazar, kuramci, ögretmen. Üç yil mühendislik egitimi almis olmanin verdigi bilgi ve ilgiyle bilime, uygulamaya, matematige, çözümlemeye yatkindi. Tüm eserlerinde bu çok yönlülügü ve mantikliligi farketmemek mümkün degildir. Gereksiz ve amaçsiz hiçbir seye ne kisisel hayatinda, nede eserlerinde yer vermistir. Eisenstein resim, müzik, felsefe, tarih gibi çesitli konularin hepsi hakkinda bilgi sahibiydi. Henüz 20 yasindayken geleneksel sanat haricinde yeni birseyler yapma atesiyle yanip tutusuyordu. Sanatin gizemlerini ortaya çikararak, sanat ile bilimi sentezlemek istiyordu. Eisenstein, bu amacini gerçeklestirmek için eline geçen tüm firsatlari degerlendirerek okudu, inceledi, kafa yordu, ögrendi, uyguladi, yazdi, ögretti, kesfetti, herseyi arastirdi, merak etti. Sanatin kuramini ve uygulamasini bir arada yürütmeye çalisti. En çok sevdigi ve takdir ettigi kisi olan Leonardo da Vinci'nin yolundan yürüdü. Çünkü, bu Rönesens dahisini kendine prototip olarak almisti ve bir benzeri olmak istiyordu. Ve bence bunu büyük ölçüde de basardi. Geride biraktigi yayimlanmis yazilari, notlari, yarim kalmis kitaplari, filmleri, kisacasi tüm eserleri sinema sanati konusunda düsülebilecek handikaplardan, en gerçekçi çikis noktalarini gösteren ipuçlariyla doludur. Eisenstein, sinemanin dogusundan itibaren yarim yüz yillik serüvenini gördü ve fiilen de yasadi. Sinemaya hem yaratici, hem kuramci, hem de egitimci olarak büyük katkilar sagladi. Bugüne kadar ki bütün sinema tarihinin belki de en büyük yapiti "Potemkin Zirhlisi", onun da en büyük eseridir. Eisenstein'in çalismalari sinemanin tüm alanlarini (yaraticilik, kuramcilik, ögretim) kapsar. Eisenstein'a göre bunlar, birbirinden ayri degil, iç içe geçmis, doguslari birbirinden kaynaklanan etkinliklerdir. Eisenstein, bir film yapacagi zaman önce onun kuramsal özelliklerinin ne olacagini belirler, kuramini gelistirirken ise, bu kurami uygulama yollarini saptar. Henüz proje halindeki filmlerini, kuramlarini derslerinde gereç olarak kullanir. Derslerde ögrencileriyle birlikte hazirladigi mizansenler, projeler ileride yaratacagi filmlerinin temelini olusturur. Anliyoruz ki kuram, Eisenstein'in tüm eserlerinin, filmlerinin ayrilmaz bir parçasidir. Eisenstein'in, 1964-1970 yillari arasinda yayimladigi "Alti Ciltte Seçme Yapitlar" adli büyük boyda, dört bine yakin sayfadan olusan kitabi, bazilari henüz yayimlanmayan kuramsal çalismalarinin üçte biridir. Buradan yola çikarak sinema dahisi yönetmenin çalismalarinin boyutu hakkinda bir fikir sahibi olabiliriz. Ne yazikki su an arsivlerde Eisenstein'in bütün çalismalarini içeren bir kitabi bulunmuyor. Eisenstein, 50 yil gibi kisa süren yasamini okadar yogun geçirdiki, kendi çalismalari ve dönemin arkasi kesilmeyen kargasalari yönetmenin böyle bir eser hazirlamasina firsat vermedi. Eisenstein, kisa süren yasamina veda ederken filmleri, film tasarilari ve kuramsal yapiti da ardinda yarim kaldi. Yukarida belirttigim gibi sinemayla beraber büyüyen Eisenstein, 50 yillik hayatinda kendiyle beraber sinemaninda gelisimine tanik oldu, gözlemledi. Her yenilikle birlikte oda yeni kuramlar gelistirdi, asla yerinde saymadi. Çalismalari için düzeltmeler, eklemeler yapmaktan çekinmedi. Evet Eisenstein nadir yetisen dahi sinemacilardan biridir. Ve iste yillar sonra yeni jenerasyon sinema gençleri onun yapitlarinin sinemaya kattigi degeri yücelterek, anisini yasatiyor. Eserlerine verdikleri deger ile Eisenstein'a saygisini gösteriyor. FILMLERI Grev: Bu filmde, isçi sinifinin tarihi ve Rusya'da yasanan devrim konu edilmistir. Grev, geleneksel öykülü bir film yapisinda degil, daha çok belgesel film yapisinda çekilmis. Çarlik döneminde yasanan bir grev olayini anlatiyor. Grev, yapisal olarak belgesel filmi andirsa da yönetmenin tutumu, anlatis tarzi ve üslubu farkli bir hava veriyor. Filmde çarpici kurgunun en iyi örneklerinden birini görüyoruz. Potemkin Zirhlisi: Aslinda 'Bronozets Potyomkin' için söylenecek fazla birsey yok. Çünkü, bu filmi ifade edebilmek, hakkini vererek puanlamak, incelemek çok zor. Söylenebileceklerin basinda sunlar geliyor; her seyden önce alabildigine yalin, saglam kuruluslu, çok basarili bir yapit. Bu basarisi, oyunculugun bütün fazlaliklardan arindirilmis olmasindan, konunun birbirine bagli iki olaya dayanmasindan (zirhlidaki ayaklanma ve merdivenlerdeki kiyim) ve mükemmel isleyisten kaynaklaniyor. Potemkin Zirhlisi, sessiz sinemada kurgunun dorugudur. Eisenstein, kurgunun sadece her hangi bir konunun düzgün, akilci, mantikli anlatma araci olmadigini göstermistir. Eisenstein, Grev filminde oldugu gibi bunda da çarpici kurguyu kullanmistir. Eisenstein, sinema tarihinde ilk kez sinema kahramani olarak kisiyi degil de halki kullanmistir. Eisenstein, bireyleri canlandiracak kisileri seçerken gösterdigi titizlikle, ikinci oyun ögesini yani 'tiplemeyi' sinemaya yerlestirmistir. Fazla söze ne hacet, 'Potemkin Zirhlisi' tek basina bir ekoldür. Ekim: Eisenstein, filmlerinin en dikkat çekici özelligi olan kurguyu bu filmde gerçek amacinin yaninda düsünceleri, kavramlari anlatmada kullandi. Filmin görünen sahnelerinden yola çikarak, görünmeyen anlamlarin farkedilmesini sagladi. Çagrisim yapici kurguyu özellikle denedi ve Grev filmindeki anlik kurguyu gelistirerek, Ekim'de soyut kavramlarin anlatiminda kullandi. Eski ile Yeni: Eisenstein, ilk kez olarak bu filminde güncel bir konuyu ele almistir. Kirsal bölge ve buradaki insanlarin sorunlarina deginmistir. Filmin ilk adı "Genel Çizgi"dir. Bu film yönetmenin sinemayi yönlendirmeye çalistigi filmlerden birisidir. Yasasin Meksika - Bejin Batakligi: Eisenstein'in yarim kalan filmlerinden biridir. Filmin çekilen bölümlerinin görüntüleri çok iyidir. Aleksandr Nevski: Yurtseverlik ve ulusal direnis filmin ana temasini olusturuyor. Eisenstein bu filmin yapisina yorumsal nitelikler katmistir. Aleksandr Nevski, deha yönetmenin bastan sona sesli çekilmis ilk yapitidir. Bu film ayni zamanda görsel bir sölendir. Aleksandr Nevski, görsel ve isitsel sanatlarin en ustaca kullanildigi film olarak ele alinir. Korkunç Ivan: Film üç ana bölümden olusuyordu. Birinci bölüm; Korkunç Ivan, ikinci bölüm; Boyarlarin Düzeni; üçüncü bölüm ise çevrilememistir. Filmde ruhbilim incelemesine dogru bir yönelis söz konusudur. Zaman ve mekan bilinenden çok farklidir. Aleksandr Nevski'deki düsmanlarin saldirisina karsi ulusal direnis ve birlikte savasma olgusu, Ivan'da devlet kurma yoluna gider. Korkunç Ivan, Eisenstein'in sinemanin bütün sanatlarini ustaca kullandigi filmi olarak degerlendirilir. Filmografi: Ivan the Terrible, Part II (1946) Ivan the Terrible, Part One (1943) Alexander Nevsky (1938) Que Viva Mexico (1930) The General Line (1929) Ten Days That Shook the World (1927) October (1927) The Battleship Potemkin (1925) Strike (Toward the Dictatorship of the Proletariat) (1924)
  23. Asfalt

    BÜYÜK ÜSTAD

    Çok acı çekmiş olan Türk halkının ünlü düşmanları için bile, artık bu ülkede neler olduğu apaçıktır: Sağlıklı bir milli diriliş süreci. Daha önceden buna inanmamış ya da bundan kuşku duymuş olanlar, bunu derilerinde hissediyorlar. Türk işçi ve köylülerinin ve ilerici Türk entelijensiyasının Türkiye'nin milli dirilişi çalışmasına adanmış süngüleri, kime gerekiyorsa gerçekçi düşünmeyi öğretti. Batı Avrupa emperyalistlerinin Doğuya giden yolu kendilerine açmak için güney Türkleri olan Osmanlıları yenmesi gerekiyordu. Batı halklarının Doğuya ilerlemesinden önce Türkiye onlara doğru umutsuz bir atak yapmamış mıydı? Asya ve Afrika'daki konumlarının gerçek sahipleri olabilmek için, Avrupa halklarının Osmanlı savaşçılarının cesetleri üzerinden geçmesi gerekiyordu. Avrupa'nın da onları zayıflatmak ve onları Balkanlar'dan, Mısır'dan, Arabistan'dan, Mezopotamya'dan vb. çıkartmak için güney Türkleriyle yüzlerce yıl süren savaşlar yapması gerekti. Avrupalı yöneticiler Türkiye'nin gövdesinden parçalarını koparmayı başardılar. Ama Türkiye'yi parçalamayı başaramadılar. O yaşadı ve yaşayacak. Bize göre, o sadece yaşamakla kalmayacak, eskiden onun olan, ondan Avrupa'nın zoruyla koparılan parçalarına, Yakın Doğu'nun geri kalanına da yaşam verecek. Sultan GALİYEV
  24. İnanç farklı bir olgudur. İnançsızlığın özünde sonsuz ve sınırsız bir özgürlük anlayışı vardır. Bu uzuuuuuuuuun ama garip çelişkiler toplamından yeniden allah ve onun büyüklüğü çıkar. Zaten inanmayana bunu anlatmanın bir anlamı yok. İnanmamak için sarf ettiği eforu inanma adına yapsa her şey daha farklı olurdu....
×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.