
ohb
Φ Üyeler-
İçerik Sayısı
62 -
Katılım
-
Son Ziyaret
İçerik Tipi
Profil
Forumlar
Bloglar
Fotoğraf Galeresi
- Fotoğraflar
- Fotoğraf Yorumları
- Fotoğraf İncelemeleri
- Fotoğraf Albümleri
- Albüm Yorumları
- Albüm İncelemeleri
Etkinlik Takvimi
Güncel Videolar
ohb tarafından postalanan herşey
-
Sarı perdeyle ayrılmış iki yol uzanıyor önümde, İki yoldan ilkini nedense seçemedim, üzgünüm! Siz yolcuysanız varın geçin, daha bekleyebilirim ben… Kararsızım; tekin değil belli bu yoldan ikisi de; Nice çalılar bitmiş baksanıza, uzanıyor önümde! İyi gibi görüneni; kendine çekti, aldı beni Nice nice üstünlüklerini bir bir saydı döktü. Renk renk çiçekliydi, üstelik yemyeşildi… Yolcular birer birer geçtikçe bu yoldan, Ayak uçlarında uzanırdı yemyeşil dağ yolu. Sabaha çıkabilen iki kişiden siyaha basanı, Sıra sıra boyanmış adımlarından bilinir. Vay bana, başka günler umuduyla ben onu tuttum; Yollarım çatallaşınca bilgili sandığımı seçtim… Dönmek istesem de şimdi, dönebilir miydim? Yüreğimdekini içimi çeke çeke açık etsem de Yanaklarımda süzülür yalnızca göz yaşlarım değil mi? Şimdi ne iki yol, ne tahta perde var: Ayrıldım ben de, Bu defa da yolcusu az olanı seçmeliydim değil mi? Başka olan, başta yapmam gereken buydu belki de! Oyhan Hasan BILDIRKİ Çeviri: Robert FROST (1874–1963 / Dağ Mesafesi, 1920).
-
Gülsün, Çalışmalarından dolayı seni kutlarım. Sevgilerimle. http://oyhanhasan.sitemynet.com/oyhanhasanbildirki/index.htm
-
Ali Nihat Özer, şair. Aşka,sevgiye ve dostluklara kapılar açmış bir adam. Usta “sayacı”larımızdan. Sayacılık, ayakkabıcılık demek. Sayacılık ve şairlik… “Bu ikilinin birbiriyle ne ilgisi var?” derseniz, söyleyeyim. Sayacılık işinde dikkat ve sabır gerekiyor. Ayrıntıları izlemek, sayacının vazgeçilmezi. Bir şair için de bu dediklerim lâzım. Şiir bir gönül işi ya, gönlünden akanları geldiği gibi yazamazsın. Gerekirse kanallar açacaksın, setler öreceksin, dinlenme havuzları yapacaksın, çağlayanlarla ya da fıskiyelerle süsleyeceksin. Ali Nihat Özer’de, son saydıklarımı gördüm ben. Üstelik çevresinde sevilen, hem işiyle, hem de şairliğiyle tanınan bir kişi. 1943 yılından beri ne zanaatını, ne da sanatını bırakmış; her ikisini bir koltuğuna sığdırabilmiş. Halkıyla iplerini koparmamış. Aşka aşık bu şair, arada bir destan denemeleri de yapmış: “Onların marifeti çok, Zıpkın gibi dalıyorlar. Kan vermeye gerek yok, Ücretsiz alıyorlar. … Öldür öldür, bitmiyorlar Karınca yuvası gibi. Başucundan gitmiyorlar, İncesaz havası gibi. … Onlar ev sahibi gibi Önce “Hoş geldin!” diyorlar. Sonra yatar yatmaz daha Ücretini istiyorlar.” Ah, bu sivrisinekler! Söyler misiniz başka nasıl anlatılabilirdi? Yüzlerce şiir yazan Ali Nihat Özer’i, kısmen inceledim. Kendisiyle ilgili olarak aldığım notların unutulmamasını istedim. 800’ün üzerinde şiiri bulunan şair; genel olarak üç ana temaya uygun şiirler yazıyor: Aşk, İlâhî aşk ve herkesi anlatan şiirler. Şiirlerinde kullandığı tarz, ilkin sizi yanıltıyor. İlk şiirlerle birlikte tamam diyorsunuz; yine bir halk şairiyle baş başayım. İlerledikçe işin öyle olmadığını anlıyorsunuz. Sizi yanıltan sebeplerin arasında; şairin dörtlüklerle yazdığı şiirlerinde hece veznini kullanması, halk şairleri gibi mahlas (ad) belirtmesi öne çıkıyor. Ama şairin kullandığı dil, daha doğru bir deyimle kelimelerini istif edişi, onlardan farklı. Şiirlerin tamamını okuduğunuzda, satır satır gizlenmiş bir aşk hikâyesini de öğreniyorsunuz. Zaman zaman kafiye yapmak için, sadece kelimeler arasındaki ses benzerliğinden yararlanıyor. Hatta Aydın ağzının etkisinden de kurtulamıyor. Tasavvufi öğeler şiirinin ana mayası. Bunda inancının, yaşadıklarının ve sabrının etkisi var. Bütün şiirlerinde şarkıya yakın bir hava görülse de, türküler söylüyor. Sanırım Ali Nihat Özer, bütün şiirlerini yazarken; içinden, daha doğrusu yüreğinden mırıldanıyor. “Sevgiden başka ne varsa her şeyi boşlayacağım, Kendimi bir sonsuz hayata devrediyorum. Anlayın, bundan sonra ruhumla yaşayacağım, Emaneti bir başka Nihat’a devrediyorum.” (Devrediyorum) Yarına ya çıkarım, ya çıkmam de de Duanı yap öyle yat, yatmadan önce. Sakın dünyaya kanma ey Ozan Dede; Sen onu sat, o seni satmadan önce.” (Bir Ozan Dedeye) “Yarın yaşamakta yoksa bir kısmet; Uyudun, uyanmadın, gitin işte. Her an hayatını bir güne benzet, Akşam oldu, gün battı, bittin işte.” (Bir Hayat Hikâyesi) “Yüzünde gül açtı sandım, gülünce Gönlümce koklayıp sevmeli bence. Seni çılgın gibi seven bir gence, Bir bakış yeter mi? Yapma, günah kız!” (Bir Güzele) Bu güzel dörtlüklerin şairini kutlarken ve daha nice yıl bu kalem susmasın derken, bir şiirini tekrarlamadan geçmek istemiyorum. HASRET Akşam olur, sular soğur buzlanır; Yüreğime ateş düşer, közlenir. Canım arzulanır, gönlüm sızlanır. Bir yağmur damlası bulutlardasın, Sen yine bu akşam umutlardasın! Güneş batar tepelerin ardına, Kuşlar döner yuvasına, yurduna, Garip gönlüm yine düşer derdine. Bir yağmur damlası bulutlardasın, Sen yine bu akşam umutlardasın! Acıdır, gurbetin kahrı çekilmez, Güzelleri çoktur ama sevilmez, Garibin halinden kimseler bilmez. Sen yine bu akşam umutlardasın, Bir yağmur damlası bulutlardasın! Düğünlere gelir, kızlar salınır Şarkılar söylenir, sazlar çalınır; Düğün dernek biter, yalnız kalınır. Sen yine bu akşam umutlardasın, Bir yağmur damlası bulutlardasın! Zavallı gönlümün gülmek neyine? Felek haciz koymuş her bir şeyine. İlk akşamdan düştün gönlüme yine: Sen yine bu akşam umutlardasın, Bir yağmur damlası bulutlardasın! Ali Nihat ÖZER Ah, felek ah! Bakalım daha nelere hacizler koyacaksın? Oyhan Hasan Bıldırki
-
SAATİNİZ KAÇ? Şehir plânına uymak için, cephesini sokağa vermek zorunda bırakıldığım çok köşeli evimden çıkmaya hazırlanıyordum. Salondaki aynada, kendime çekidüzen verdim. Ayak kaplarım elimde, balkonu geçtim. Huyumdur, sahanlıkta ayaklarımı giydirirken, daima, bitişikteki baba ocağımıza bir göz atarım. Avludaki erik, zeytin ve incir ağacını seyretmekten, onlardaki gelişmeyi adım adım incelemekten büyük zevk duyarım. Filizdi, çiçekti, yapraktı derken, ansızın olgun meyvelerle karşılaşırım. Ya, dallardaki kuşlar? Kanat çırpmalarına, cıvıl cıvıl ötüşlerine, birbirlerine cilve yapmalarına doyum olur mu? Yine öyle yaptım, sahanlıkta durdum. Öğle sonu sıcak lığı, sokağımızı bir uçtan diğer uca, alev alev kavuruyordu. Zeytinler kırmalık hale gelmiş, dal uçlarında kalan erikler kıp kırmızı, incirler tek tük olgunlaşıyor, beride üzümlere güneş benek düşürmüş, kabarıyor. Aşağıdaki çeşme açıldı. Tazyikli su gürledi. Baktım, kardeşimde bir telâş, sağa sola koşuyor. Seslendim. “Hayrola, ne var? Bakıyorum, dolap beygiri gibi dönü yorsun?” “Yok bir şey!” “Peki, bu telâşın niye?” “Oğuz’a bir güvercin getirdim de.” “Eee?” “Yer hazırlıyorum. Henüz daha yeni kanatlanmış. Keyfine baksana.” Sütbeyaz güvercin, söylenenleri anlamış olmalı, geldi, çeşme havuzunun kenarına kondu. Su sesinden ürkü yormuş gibi, etrafına bakındı. Bir tehlike görmediğinden olacak, kendini suya verdi. Eğildi, kalktı, içti. Kardeşim sordu: “Ortalık sus pus. Seninkiler yok mu?” “Yengeme gitmişlerdi. Neredeyse dönerler. Yalnız, tek güvercin durmaz derler. Bir iş yapmayı düşünmüşsün. Bu, çok iyi. Fakat, umarım az sonra, güvercini kaçırmaz sın.” “Eşini daha sonra gönderecekler.” “İyi, iyi!” Bomboş sokaktan yokuş aşağı indim. Sıradan taşlarla döşeli sokak, sıcaktan mıdır nedir, ekşimsi kokan bula şık suyuna doymuş olacak, dışarıya boca edilen artıkları kusuyor. Sokak boyu, tepeden aşağıya, ince, küçük bir ırmak gibi sürüp gelen su yolu, yosun bağlamış. Tuttum, bir sigara yaktım. Dumanını, derin derin içime çektim. Ekşim si kokulardan kurtuldum. Gömleğimin iki düğmesini daha çözdüm. Marangozu geçmek üzereydim, döndüm. Bu mevsimde, durmaksızın, bıkıp usanmadan kasa çakmakla uğraşan ustaya seslendim. “Bana, acele bir kafes lâzım. Sende çıta bulunur mu?” Tezgâhının başında, dudaklarının arasına yerleştirdiği çivileri, tek tek alarak, kasa köşelerine çakan Aliihsan, terini kuruladı. Keserinin sapını eliyle yokladı. Oynamadığını anlayınca, bana döndü. “Beyim,” dedi, “biliyorsun. Biz, kapı kasası yapmıyor, meyve sebze kasası çakıyoruz. Aradığını bizde bulamazsın. Yalnız, acele diyorsun. Sana yardımcı olayım. Az bekle. Taşlı tarla’ya inelim. Oradan bir arkadaştan alırız.” “Seni işinden etmeyeyim. Ben gider, bulur, alırım. Sen, işine bak, e mi?” “Canın nasıl isterse, öyle olsun beyim.” Nedense, öyle olmadı. Hem sıcaktan, hem de kahvedeki arkadaşların baskısından olacak, koca çamın koyu, serin gölgesinde oturup kaldım. Çıtayı da, sütbeyaz güvercini de unutmuştum. Son gün ışıkları, karşı tepeye vurmuştu. Artık bütün pencereler, som altın kesilmiş, akşam alacası, kendisini göstermeye başlamıştı. Yaptığımız sohbet tavsamış, yavanlaşmış, geriye sözün çürüğü kalmıştı. Arkadaşlardan ayrıldım, evime döndüm. Az önceki sokak, canlanmıştı. Sanki birbirinin üze rinde yükselen, biri diğerine omuz veren, saçak saçağa girmiş evlerin önünde, sokağın kadınları öbek öbek toplanmış, gevezelik ediyorlar. Çocuklar bağırıyor. Kızım, yaşıtlarıyla ip atlıyor. Oğuz da, henüz ötmeyen iki horozuna yem ve su veriyor. Sokağı hızla geçtim. Kadınlardan bazıları toparlandı, bazıları aldırmadı. Meğer ailemizin, en ağzı boş olanı da benmişim. Sütbeyaz güvercin aklıma düştü. Boş bulundum. “Oğuz!” dedim, “güvercinin ne âlemde?” “Ne güvercini?” “Amcanın sana verdiği sütbeyaz...” Bahçede, çiçeklere su veren kardeşimin karısı, sözümü kesti. “Abi! Abi!” dedi. “Güvercin müvercin yok.” Benden önce, oğlum atıldı. Kime söylediği belli ol mayan, aniden havada kalan bir soruyla gürledi. “Yalancılar! Beni kandırıyorsunuz değil mi?” Öteden kızım Hilâl, koştu. Bir şey arayan gözleriyle sağa sola baktı. Karım, gözüyle işaret etti. Sanki, üstüne varma demek ister gibiydi. Hatamı anladım, tamire kalkıştım. Oğuz’u durdurmak mümkün mü? Derhal, aşağıya, amcasının evine indi. Yem artıklarını gördü, avazı çıktığı kadar ağladı. Akşam akşam, belânın çöreklisine çatmıştık. Kardeşim, olan biteni kısaca anlattı. Sütbeyaz güvercin, ona oyun etmiş, uçmaz gibi durmuş, fırsatını yakalayınca, mavi gökyüzüne yükselmişti. Oğuz’la birlikte, hemen çatıya çıktık. Sütbeyaz güvercini gözledik. Hiçbir yer de yoktu. İpini kırmış, kim bilir hangi deliğe yuvalanmıştı. Bir yıldan bu yana mürekkep yalamaya başlayan Oğuz’a, söz verdim. Birlikte önce kafesi yapacak, sonra da erkekli dişili çift güvercin bulacaktık. Karanlığın çökmesiyle birlikte, kaçırılan sütbeyaz güvercinden umudunu kesen Oğuz: “Yalnız,” dedi, “yarın kahveye gitmek yok... Bana kafes yapacağız değil mi?” “Olur!” dedim. Karımın, sofraya çağıran sesi üzerine, çatıdan indik. Oğlan, bütün gece uyumadı, sayıkladı. Sabah, kuş cıvıltılarıyla uyandık. Tanyerindeki kızıllık, oldukça açılmış olmalı, keskin aydınlık gözlerimi kamaştırdı. Başımda hafiften bir ağırlık var. Umarım, bütün gece oğlanın sayıklamalarını dinlemenin ceremesini, bu ağırlıkla çekeceğiz. Az sonra, bütün gücümle kendimi işime verdim. Kafamda bir taslak oluşturdum. Kullanacağım aletlerle malzemeleri tasarladım. İlk defa bir kafes yapacaktım. Kafes dedim ya, öyle söylediğime kanmayın. Bir yandan kümese benzer kafes azmanıyla uğraşacak, bir yandan da Oğuz’un merakının doruğa tırmanmasını hazırlayacaktım. Halbuki o, sütbeyaz güvercini unutmuştu bile. Kahvaltıda, nedense bu konuyu hiç açmadı. Yalnız, kafesi bitirmem için anne sinin sıkı tembihi var. Kargaburnunu, keseri, penseyi, çekici, metreyi ve çivi torbasını aldım, arka bahçeye geçtim. Yukarıya, çatıya çıktım. Orada, evliliğimizin ilk günlerinden kalma, modası geçmiş bir sofra ve albenisini kaybetmiş, seyyar bir çanaklık vardı. Onlarla birlikte aşağıya indim. Odunluğa geçtim. Oradan da işime yarayacağını umduğum tahta ve çıta par çalarıyla döndüm. Eski sofrayı ters çevirdim, tezgâh olarak kullandım. Testereyle ilkin, tahta ve çıtaların biçimsiz yerlerini doğradım. Tam bu sırada, oğlum Oğuz geldi, başıma dikildi. Hiç konuşmuyor, her davranışımı kolluyor, gözlerinde gülümseme, boş bulunuyor, burnumun ucuna kadar sokuluyor. Hem işin zorluğundan, hem sıcağın verdiği etkiden olacak, bunaldım. Sabah temizliğini bitiren karım, odaları havalandırmak için, pencereleri açmış, sesleniyor: “Kolay gele, usta! Bakıyorum, iyisiniz maşallah!” Ter, burnumdan akıyor. Penseyle söküp çıkardığım eski, paslı çivileri, keserle doğrultuyorum. Oğlum, kıs kıs gülüyor. Ona takılmak, fiyakasını bozmak istedim. “Evlât,” dedim, “tut keseri. Şu tahtaları ver. Hadi, canlan biraz. Bu kafes benim değil, senin. Göster kendini.” Oğlan, canlandı. Keseri tuttu, bir köşeye bıraktı. İstediğim tahtaları aldı, getirdi. Onları ölçtüm, biçtim. Kullanılacak çivileri hesapladım. Yorulmuştum... Tezgâhtan ayrıldım, çiçek tarhının beton kenarına oturdum. Oğuz’da sabır tükenmişti. Derhal beni taklit ederek, tezgâhın başına kuruldu. Zar zor, bir iki paslı çivi çıkardı. Yüreğimde hem sevinç, hem kaygıların yarışı başladı. Gönlüm bunaldı, da yanamadım. “Oğuz be,” dedim, “bu çiviler de bize yetmez. Koş, nalbura git. Bir koşu, şunları, şunları al gel, olmaz mı?” Yüzüne dikkatle baktım. Hiçbir mızıklaşma izi yok tu. Bazen, bir şey alıp gelmesi için, çarşıya zor gider, mırın kırın eder, bin dereden su getirir, işi Hilâl’in üzerine yıkardı. Bu defa öyle yapmadı. Hemen kabullendi. “Yalnız,” dedi, “ben, hepsini aklımda tutamam. Bir kağıda yazar mısınız?” Denileni yaptım. Oğuz fırladı, az sonra, bütün ısmarladıklarımla geri döndü. Bana destek oldu. Çanaklığı ikiye böldük. Kafesin iskeletini kurduk. Çakım işini de bitirdik. Doğrusu, kafes bozmasını kendim de beğenmiştim. Fakat Oğuz, sesini yükseltti. “Kapısı nerde, baba?” “Kapısı mı?” “Evet!” “Yok mu?” “Hani? Gel göster.” Baktım, kapıyı unutmuşuz. “Şimdi çaresine bakarız. Bak, gör işte. Acemi nal bant, eşeği böyle nallarmış. Şu da var ki: Adam adama gerek olur, iki serçeden börek olurmuş.” Çıtalardan birkaçını söktüm. Kapı yeri karşımda duruyordu. Atılmış iki takunya lastiğinden faydalandık, menteşe derdinden kurtulduk. Bir kasanın kısa kenarı, pekâlâ kapı olabilirdi. Aradık, bulduk. Biten kapıyı yerine taktık. Sofranın oval kenarından da, alınlık çıkardık. Suluktur, yemliktir, tünekliktir artık aklıma ne geldiyse, iç düzenini de tamamladım. Ortaya çıkan kafes, gelin gibi oldu. Aldık, çatıya yerleştirdik. Şimdi, bütün işimiz, bir çift güvercine kaldı. Aybaşında, maaşımı almak için ilçeye gitmiştim. Orada bizim taraftan, marangoz bir arkadaşım vardı. Marangoz dedim ya, önce işe kapı, pencere yapmakla başlamış, sonra da mobilyacılıktan dekorasyona kadar çıkmıştı. Ne zaman dükkânına gitsem, boş oturduğunu görmedim. Çelimsiz, kara kuru yapısına rağmen, sanatkâr ellerinin kendisine geriye bıraktığı zamanlarda da, cins Hint horozları ve soylu güvercinler yetiştirmekle uğraşırdı. İlçeye iner inmez, ona uğradım. Kendisi yoktu. Çıraklarından sordum. Az sonra geleceğini bildirdiler. Maki neler susmuş, çıraklar bitirilen işleri, dışarıdaki kamyonete taşıyorlardı. Rıfkı’yı bekledim. Çayımı bitirmek üzereydim, çıktı geldi. Hâl hatır soruşup, kucaklaştıktan sonra; “Neredesin be, iki gözüm?” dedim. “Mavişehir’e gidiyorduk. Sıkıldım, biraz hava alayım demiştim.” “Yolculuk hemen mi?” “Görüyorsun.” “Senden bir isteğim olacaktı da.” “Neymiş o?” “Bizim Oğuz’u bilirsin. Hanidir güvercin diyor da, başka bir şey demiyor. Oğlan, uyumaz oldu. Bulabilecek miyiz?” “Hemen mi?” “Hemen. Kafes bitti. Oğlan başında bekliyor.” “Az bekle, şimdi geliyorum.” “Olur!” Rıfkı Usta, dükkândan çıkarken, çıraklarına yapacaklarını söyledi. Kamyonet yükünü aldı, dükkânın teşhir salonu boşaldı. Rıfkı Usta, iki eli dolu, döndü. Bir çift, karı şık duman renkli, hem paçalı, hem tepeli, pembe gagalı güvercini boş salona bırakıverdi. Güvercinler kıpır kıpır, kanat çırptılar. Guruldadılar. Usta, çıraklarından birine seslendi. “Bant getir.” “Buyur usta!” “Hangisi erkek, biliyor musun?” “Bu, olmalı.” “Bilemedin.” “Ya hangisi?” “Tepeli olanı, oğlum.” Tepeli güvercini yakaladı. Bantla, bir kanadının teleklerini sardı. Aynı işlemi diğerine de yaptı. “Şimdi,” dedi, “bunlar artık uçamaz.” Bana döndü. “Haydi,” dedi, “bekletme oğlanı.” Güvercinler iki elimde, hemen dükkândan ayrıldım. Yola düştüm. Meraklılar sordu: “Satılık mı bunlar?” “Bu merak sende de var mı?” Doğruca kız kardeşime gittim. Kuşları ona bıraktım. İlçedeki işlerimi bitirince, kasabaya döndüm. Karım, elim de paketler, kapıda beni karşıladı. “Aman,” dedi, “Oğuz görmesin seni. Bütün gün kıyameti kopardı. Hani güvercinler?” Güvercinler guruldadı. Karım anladı. Oğlan ortalıkta yoktu. Onu, bazı şeyler alması için çarşıya göndermişler. Sürpriz yapmak amacıyla, hemen çatıya çıktım. Güvercinleri, yeni yuvalarına yerleştirdim. Yemini, suyunu verdim. İnecektim, arkamda oğlum bitti. Baktım, gözleri sevgi doluydu. Merakının, beni zorlamasının sonucunu almış olmanın gururunu yaşıyordu. Ben indim, o, uzun zaman çatıda kaldı. Aşağıdan, onlarla konuştuğunu duyuyordum. Güneş kavuşunca, aşağıya indi. Sofrada, güvercinler üzerine, bana, bir hayli soru sordu. Dilimin döndüğünce anlattım. Hem sevinçten, hem yorgunluktan olmalı, uyudu. Ertesi akşam, görevimden döndüm. Kafamda, onlarca sorunun karşılığı var. Öyle ya, oğlana mahcup olmamalıydım. Oysa Oğuz, elinde bir çift olta, beni karşıladı. “Baba,” dedi, “yarın balığa gidelim mi?” Kızdım. Bu defa ben, çatıya çıkmadım. Soruyu da, duymaz dan geldim. İçerde, bir divana uzandım, uyudum. Oyhan Hasan BILDIRKİ
-
KATLİAMI BİZ DEĞİL, ERMENİLER YAPTI
ohb şurada yorum gönderdi ohb'nın blog başlığı içinde Oyhan Hasan Bıldırki
Osmanlı soykırım yapmış olsaydı Sırp, Yunan ve Ermeni kalır mıydı? Dünyada soykırımın sadece Türkler'e yapıldığını söyleyen Eskişehir Valisi Kadir Çalışıcı, "Bunlar bize teşekkür etmesi gerekirken aynaya bakmadan iftira atıyorlar. Türkler, 19. yüzyılın başından itibaren sürgüne ve katliama maruz kalan millettir" dedi. ESKİŞEHİR Valisi Kadir Çalışıcı, "Dünyada bir soykırım yapıldıysa bu sadece Türklere yapıldı" dedi. Çalışıcı, Eskişehir Türk Ocağı tarafından Yunusemre Kültür Merkezi'nde düzenlenen, "Tarih Boyunca Türklere Uygulanan Sürgün ve Katliamlar" konulu panelde, "Stalin gibi gelmiş geçmiş en büyük zalimin kıyımına uğrayan bir ailenin çocuğu" olduğunu kaydetti. Türkiye'nin sadece kendisi için değil, dünyanın her yerindeki soydaşları için de güçlü olması gerektiğini ifade eden Vali Çalışıcı, şöyle konuştu: İftira atıyorlar "Dünya adeta bir kurtlar sofrası oldu. Türkler, insanlık suçu nedir bilmezler. Bin yıl dünyaya düzen vermemize rağmen geçmişimizde başımızı öne eğdirecek bir olay yoktur. Osmanlı soykırım yapmış olsaydı, Sırplar, Yunanlar ve Ermeniler kalır mıydı? Bunlar bize teşekkür etmesi gerekirken, aynaya bakmadan iftira atıyorlar. Bu konuda herkes üzerine düşen görevi yapmalıdır. Ecdadı olduğu gibi anlatmamız gerçeklerin ortaya çıkmasına yetecektir." Vali Çalışıcı, propagandanın gücüne değinerek, bu gücün bazen zalimlerle mazlumların yerini değiştirdiğini bildirdi. Türk milletinin bu gücü yeterince kullanamadığını anlatan Vali Çalışıcı, şöyle konuştu: Türk Millleti asla zalim olmadı "Bu yüzden mazlum olduğumuz konularda zalim gibi gösteriliyoruz. Dünyada bir soykırım yapıldıysa bu sadece Türklere yapıldı. Belki Yahudiler de bu kategoriye sokulabilir ama Türklere yapılan daha büyüktür. Ne acıdır ki bu tarihi gerçekleri ortaya çıkarmak varken zulmü yapan onlar değil de bizmiş gibi gösteriliyor. Sadece gerçekleri söyleyerek bu durumu düzeltebiliriz. Atalarımızın alnında asla leke yok. Türk milleti asla zalim olmamıştır. Sadece yeri geldiğinde vatanı savunmak zorunda bırakılmıştır. Osmanlı 600-700 yıl bölgede çok çeşitli etnik ve dini kesimlere mensup toplulukları hoşgörüyle idare etmiştir." Sürgüne ve katliama maruz kalan milletiz Eskişehir Türk Ocağı Başkanı ve Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Nedim Ünal da toplantının Türkiye'de ilk defa yapıldığını belirterek, Türk milletinin çok unutkan bir toplum olduğunu ifade etti. Türk milletinin geçmişinde bir leke olmamasına rağmen insanlık suçuyla itham edildiğini belirten Prof. Dr. Ünal, şöyle konuştu: "Türkler, 19. yüzyılın başından itibaren sürgüne ve katliama en çok maruz kalan millettir. Özellikle 1821 Mora İsyanı'ndan bu yana, Türk milletti mütemadiyen sürülüyor, katliamlara muhatap oluyor. Banları gerek çocuklarımız gerekse aydınlarımız tam manasıyla bilmiyor. Dünyanın bundan haberi yok. Kırım, Ahıska, Karaçay, Kafkasya ve Rumeli Türklerinin başına gelenleri insanlığa anlatmak için Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğünden aldığımız belge ve fotoğraflarla bu toplantıyı düzenledik. Toplantının Eskişehir'de yapılmasının ayrı bir önemi vardır. Eskişehir, Kırım Türklerinin en yoğun olduğu yerdir. Kent nüfusunun yüzde 42'si muhacirdir." Ortadoğu Teknik Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Ömer Turan, Bilkent Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Hakan Kırımlı ve Dumlupınar Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Aygün Attar'ın konuşmacı olarak katıldığı panel sonrasında tarih boyunca Türklere yapılan sürgün ve katliamları gösteren belge ve fotoğraflardan oluşan sergi gezildi. -
Erzurum'da Ermeni zulmünü gören son tanıklarından Nusret Kış, Ermeniler'in masum Türkleri katlettiklerine şahit olduğunu belirterek, "Ben, Ermeniler'in katliamlarını gördüm. Zulmü onlar yaptı ama Müslümanlar'ın üzerine atıyorlar" dedi. Erzurum'da 1917 yılında Ermeniler'in yaptığı zulmü gözleriyle gördüğünü söyleyen 101 yaşındaki Nusret Kış, "1917 yılında 12 yaşlarındaydım. Ruslar bir şey etmedi, tavuğun başını bile kesmezlerdi. İki sene Erzurum'da kaldılar. Yemek pişirirler, ahaliye, çoluk-çocuğa verirlerdi. Daha sonra çekildi gittiler. Ardından gelen Ermeniler vuruyordu, kırıyordu, kesiyordu, yakıyordu. Ermeniler genç, yaşlı, kadın, çocuk demeden herkesi damlara doldurup yakıyordu. Ermeni çeteleri köyleri basarken biz ailece Çat İlçesi'ne bağlı Yarımca Köyü'ne sığındık. Ermeni çeteleri bu köye giremedi. Çünkü 4 köy birleşmiş Yarımca Köyü'nde mevzi almıştı. Tepeye kadar gelirlerdi, bizimkiler ateş ederlerdi. Bu yüzden bizim kaldığımız köye giremediler. Kadınları mevzilere götürüp tabanlarından delik açarak çiviliyorlardı" diye konuştu. Hayatını yatağa bağımlı olarak sürdüren Nusret Kış, şöyle devam etti: "Ermeni çeteler köyleri tek tek basıp çoluk-çocuk demeden ahırlara doldurup ateşe veriyordu. Bizim sığındığımız köye girmeyen Ermeniler çevredeki diğer köylerde büyük katliamlar yaptı. Biz çevremizdeki köylere yardım için gittiğimizde Ermeni çetelerinin yaptıkları işkencelere ve katliamlara bizzat şahit olduk" İkisi kız 6 çocuğu, 60'dan fazla torunu olan Nusret dede, 5 yıl önce hayat arkadaşını kaybettikten sonra şimdi 75 yaşındaki kızıyla yaşıyor. Torunlarının torunlarını görme şansını yakaladığını anlatan Nusret Kış, Ermeniler'in Türkiye hakkındaki sözde soykırım iddiaları karşısında büyük bir şaşkınlık yaşadığını söylüyor. "Katliamı bizler değil, onlar yaptı" diyen Nusret dede, katliamın tanıklarının hala yaşadığını ve bu tanıklardan birisinin de kendisi olduğunu söyledi.
-
TÜRKMEN ÇAĞRISI IRAK Türkmen Cephesi Başkanı Sadettin Ergenç, "Türkmenler'e verilen destek konusunda 2003'ten beri pasif döneme girildi" dedi. Ergeç, Kerkük'ü ele geçirmek için komplolar kurulduğunu, , 500 binin üstünde Kürdün bölgeye kaydırıldığını bildirdi. Ergenç, Türkiye'nin Türkmen gerçeğıine daha duyarlı davranmasını istedi. Irak Türkmen Cephesi Başkanı Sadettin Ergeç, Irak'ın milli bir serveti olan Kerkük'e büyük oranda Kürt nüfusun kaydırıldığını belirterek, "Zamanımız çok dar, pasif politikalardan uzak durmak, aktif olmak gerekir" dedi. Ergeç Irak'taki son gelişmeler, hükümet kurma çalışmaları, Türkmenlerin durumu ve yeni hükümette temsiliyetleri gibi konulara ilişkin soruları yanıtladı. Türkiye'ye "manevi destek" almak için geldiklerini söyleyen Ergeç, Türkmenlerin zor şartlar altında yaşadıklarını ve Irak'a komşu ülkelerin bölge konusunda önemli rolleri bulunduğunu, çünkü Irak'taki sorunların bu ülkelere sıçrayabileceğini kaydetti. Zararlı çıktık Ergeç, Türkiye ile Türkmenler arasındaki ilişkiler ve arayışı içinde oldukları manevi destek konusundaki sorular üzerine, kendilerine verilen destek konusunda, "2003 yılından beri, tezkereninreddedilmesinin de etkisiyle daha pasif bir döneme girildiğini" savundu. Ergeç, bu pasif politikanın Türkmenlerin zararlı çıkmasına neden olduğu görüşünü dile getirerek, Türkmen hareketinin seçim sonuçlarına göre değerlendirildiğini kaydetti. Ergeç, "Benim kanaatime göre son seçimin sonuçlarına göre değerlendirme yapmak yanlış olur. Çünkü Türk yetkililer oradaki seçimlerin nasıl olduğunu şimdi daha iyi anlamış durumdalar. Irak'taki seçimlerin sonucu gerçekleri yansıtmıyor. Dolayısıyla bu sonuçlara göre oradaki hareketi değerlendirmek büyük bir yanlış olur. Önümüzdekidönemde Türkiye'den daha aktif bir rol bekliyoruz" diye konuştu. Kerkük'ün durumu Sadettin Ergeç, Kerkük'ün durumuna ilişkin 2007 yılı sonlarında yapılması öngörülen referandumdan önce 2003 yılından beri büyük bir Kürt nüfusun bölgeye kaydırıldığına dikkati çekerek, Saddam Hüseyin dönemindeki nüfus değişiklikleri bahane edilerek, Kürtler lehine çok sayıda değişiklik yapıldığını, 500 binin üstünde Kürdün bölgeye kaydırıldığını bildirdi. Bölgenin zaten karışıklıklara gebe olduğunu belirterek, "Allah korusun 2007'de her şey olabilir" diyen Ergeç, bu nedenle referanduma sadece Kerkük vilayetindekilerin değil de bütün Iraklıların katılmasını talep ettiklerini ifade etti. Kerkük'ün Irak'ın bir parçası olduğunu vurgulayan Ergeç, petrol gelirinin büyük bir bölümünün, milli bir servet olarak nitelendirdiği Kerkük'ten geldiğine işaret etti. Ergeç, Kerkük'ün özel bir statüye sahip olmasını da istediklerini belirterek, Ankara'daki görüşmelerinde Kerkük'ün durumunu da ele alacaklarını bildirdi. Ergeç, Kerkük'ü ele geçirmek için komplolar kurulduğunu söyleyerek, "Onun için söylüyorum, zamanımız çok dar, pasif politikalardan uzak durmak, aktif olmak gerekir" dedi. Ergeç ayrıca, Irak Kürdistan Demokrat Partisi (IKDP) lideri Mesud Barzani'nin bir süre önce yapılan Dünya Kürt Edebiyatçıları konferansında "Büyük Kürt devletinden" bahsettiğini ileri sürdü. Hükümet kurma çalışmaları Irak'ta yeni hükümet kurma çalışmaları ve Türkmenlerin temsiliyetine ilişkin soruları da yanıtlayan Ergeç, yeni hükümette en az 1 başbakan yardımcılığı ve 2 bakanlık koltuğunun kendilerine verilmesi gerektiğini kaydetti. Ergeç, seçimlerde sayısız sahtekarlıklar yapıldığını ve bu nedenleortaya çıkan sayıların gerçekleri yansıtmadığını belirterek, "Türkmenlerin de 3. ana unsur olarak temsil edilmesi gerekir ama böyle bir şey olmayacak. İsteğimiz aşırı değil ama niyetlerinde böyle bir şey görmüyoruz" diye konuştu.
-
Şu albümden: MANZARA RESİMLERİ
Bağlarımız var demek ki? -
Şu albümden: MANZARA RESİMLERİ
Mazide kalan yaşantı izleri -
RAHATLAMAK Çocuklarda bir sevinç. Hop oturup, hop kalkıyorlar. Bir türlü yerinde duramıyorlar. Besbelli, gezmenin umu dundalar. Ama benim gönlümde fırtınalar kopuyor. Gez meyi sevmem mi? Yok, yok! Severim. Fakat ben, küçük, şirin, sessiz bir kasabanın çocuğuyum. Doğduğum yerin havası bütün ruhuma sinmiş. Küçük şeylerden mutluluk duyan, sessizliği seven bir kişiyim. Bu yüzden olsa gerek, çocuklarımın yaşadığı sevinci, onlarla paylaşamıyorum. Beynimde bin türlü acabalar kervanı dolaşıyor. Bilet bulabilecek miyim? Yolculuk sırasın da gerilerde oturmak, tekerlek üstü koltuklara düşmek istemem. Çünkü karımı müthiş araba tutuyor. Sonunda aradığıma yakın biletleri, güç belâ bulabildim. Arabanın orta sıralarına yerleştik. El sallamalar ve gözyaşlarının süslediği, binlerce kilometre taşlarından olu şan yolculuğumuz başladı. Henüz kasabadan ayrılmıştık. Karımın gözleri daldı, yüz hatları gerildi. Anladım. Rahatı kaçmıştı. Hiç konuşmuyordu. Çocuklarım cıvıl cıvıl. An nelerine, karşılık almadıkça, yeniden sorular soruyorlardı. Duruma el koydum. - Yavrularım, dedim, benim şirin ağustos böceklerim! Annenizi konuşturmayın. Biliyorsunuz! - Peki, olur! dediler. Dar, bol dönemeçli Anadolu yolları nedense bitmek bilmiyor. Sarsıntı, çocuklarımı da etkiledi. Uyumaya adım adım yaklaştılar. Karım, safra boşaltmaya başladı. Arabanın muavini ne lâf anlamaz birisiymiş? Torbaları tek tek getiriyor, birinden diğerine koşuyordu. Yer yer kucak dolusu yeşillikler arasından geçen, zaman zaman bozkırda kaybolur gibi olan yol bitti. En büyük şehirlerimizden iki sini birbirine bağlayan geniş, ferah yola girdik. Ayılmalar, bayılmalar, safra boşaltmalar geride kaldı. Torba taşıma işi durdu. Derin bir nefes aldım. Sıkıntılarım azaldı. Bazıları için ölüm kapanı olarak adlandırılan yol, benim gözümde kurtulma sevincinin ışıklarını parlattı. Başımı, koltuğumun arkalığına yasladım. Yorgunluğun verdiği etkiden olacak, dalmışım. Gözlerimi açtığımda, serinletici deniz havasıyla karşılaştım. Yolda, irili ufaklı binlerce araç, vızır vızır gelip gidiyor. Az sonra trafik yoğunluğu birdenbire arttı. Akşam güneşinin yer yer perdelediği şehir girişi göründü. Çocuklarım sordu; - Geldik mi baba? - Evet, dedim. Bu “evet”le birlikte, beynim, düşüncelerimin akınına uğradı. Kafamda bir arı kovanı. Düşüncelerim oğul ver meye başladılar. Kalbim küt küt atıyor. Kaptana seslendim. - Şehrin yabancısıyım. Bizi ineceğimiz yerde bırakır mısın, lütfen? Olur anlamında başını salladı. Yine de heyecanım yatışmadı. Kavşaklar, yolu kesti. Hiç düşündünüz mü bilmem: Modern çağın, büyük şehir girişlerine getirip kondurduğu kav şaklar, alt üst geçitler, taşralı için aşılması güç olan eski surlar dan başka bir şey değildir. Taşralı, kavşaklarda şaşırır. Ne kadar uğraşırsa uğraşsın, kılavuzu yoksa, bir türlü şehre giremez. Umutları kararır, sevinci kursağında kalır. Yüreğe korku veren acabalar tufanlarının baskınına uğrar. Halbuki ne derler? Giden yol alır, duran da kalır. Bostancı girişini döndük. Az aşina olduğum Bağdat Caddesi’ne girdik. Güneş batmıştı. Fakat vitrin ışıkları, araba farları, sokak lâmbaları ortalığı bir ışık cennetine çevirmişti. Arabamız yavaşladı. Şoförün gözü bende, haydi ha zırlan, geldik der gibi. Hemen toparlandım. Çocukları uyardım. Ivır zıvır katmak için koltuk arasına koyduğumuz el çantasını aldım. Aşağıya indik. Araba hareket etti, gitti. Sağ tarafta, modern binaların temelleri atılırken kaynağı kurutulan ve şimdilik akmaz hale getirilen Çatalçeşme’yi gördüm. Hayıflandım. Acaba hayâl mi görüyorum? Muavin, bize doğru koşar adım geliyor. Yoksa,yanlış yerde mi indirildik? Zaten sıkıntı burnumun ucunda. Baktım muavin yere eğildi, az önce unuttuğu takozu aldı, döndü, koştu. Yüreğime soğuk sular döküldü, serinledim. Caddenin karşı tarafında aradığım apartman yükseliyor. Kendi kendime söylendim: - “Şimdi batı kaynaklı kurallar başlıyor, aslanım!” dedim. “Ha gayret, göreyim seni. Sakın hata yapma, ha! Ayıp olur değil mi?” Yukarı çıktık. Zile bastık. Bekledik. Duyuramadık mı ne? Yeniden zile dokundum. Kasabada zil mil yok. Gideceğin yere vardığında, seslenir, geldiğini haber verirsin. Seni sesinden tanıyanlar, içeriye buyur ederler. Çok defa dışarıya bile çıkmazlar. Halbuki şehirde öyle mi ya? Binlerce insan, elektrikli aletlerin veya makinelerin seslerinin esiri olmuşlar. Sanki ses çıkarmasınlar diye küçük dillerini yutmuşlar. Kilitli kapının gerisinde ayak sesleri. Çocuklarım zile yetişemediklerinden olacak, kapıyı dövmeye başladılar. İçeriden zayıf bir ses sordu: - “Kim o?” - “Biziz!” diye karşılık verdik. Kilitlerde anahtarlar çevrildi. Kapı açıldı. Selâmlaş tık. İçeri girdik. Halamlar bizi, hemen konuk odasına aldılar. Büyük halam; - “Hiç beklemiyorduk sizi!” dedi. “Bilseydik, az da ha durur, yemeği de birlikte yerdik. Karnınız açtır. Sofra kuruyorum.” - “Olur,” dedik. Büyüğünden sonra, küçük halam da mutfağa geçti. Karım bana döndü. - “Bak ha,” dedi, “bunlarda adettir. Sofraya konan geri çevrilmez. Hele hele tabağında hiçbir artık bırakma. Önüne konanı sil süpür. Olur mu?” Karşılık vermedim. Buna zamanım da yoktu. Büyük hala şıp diye kapıda göründü, sofranın hazır olduğunu bildirdi. Kalktık, yemek odasına geçtik. Sofra kurulmuş, herkese dolu dolu ayrı tabaklar konmuş, yanlarına da çatal, bıçak bırakılmıştı. Su içilecek bardaklar bile sayılıydı. Sofraya oturduk. Yemek konusunda fazlaca nazlıyım. Evimde olsa, yüzüne bakmayacağım yemekleri zar zor bitirdim. Baktım, karımın gözleri parlıyor. Fakat oğlumun yemeği öylece duruyor. Büyük hala; - “Kız Şükriye!” dedi. “Zorlama çocuğu. Ayrı koruz. Yarın yer. Baksana, zavallım uyukluyor.” Oğlum, arka bulmanın rahatlığı içinde hemen sofra dan kalktı. Kızım da onu izledi. Karım, sofranın toparlanmasına yardımcı oldu. Ben, yemeğin dozunu fazla kaçırmışım. Karnım şişti. Sıkıntı burnumun ucunda. Lavaboya girdim. O da ne? Banyo, tuvalet, el yıkama yeri hepsi bir arada. Üstelik tuvalet alafranga. Vay başıma gelen. Rahatım kaçtı. Ellerimi yıkadım. Misafir için ayrılan havluyla kurulandım. Ayak seslerine dışarı çıktım. Beynimde düşünceler... Bu insanlar, batı kaynaklı bunca kuralın esiri olmuşlar. Taşranın sıcaklığından, samimiyetinden uzaklaşmışlar. Köyde, lokma lokma koparılan ekmek, burada, sol elin hüneriyle ve bıçakla kesilmeye başlanmış. Sofra görgüsü de değişmiş. Bilmem ya, yarı tok taşralı, böyle sofralardan aç kalkar. Güzelim hürriyet bir takım kurallarla boğulmuş, şehirli kibarlığın verdiği zarafetle incelmiş. Karnım gittikçe şişiyor. Sıkıntı burnumun ucunda. Damlayacağı da yok. Tuvalete gitmek için, hemen herke sin uyumasını bekledim. Zamanın elverdiğine emin olduktan sonra, ayak parmaklarımın uçlarına basa basa tuvalete girdim. Otur ha, o tur! Kulağım kirişte. Ürküyorum! Olmadı. Döndüm, karımı kaldırdım. Sıkıntımı ona anlattım. Gelip kapıda bekçilik yapmasını söyledim. Of, of! Karnım şişiyor. Sıkıntı burnumun ucunda. Fakat damlamıyor. Sabahı zor ettim. Kahvaltıdan sonra bir sebep uy durdum. Caddeye çıktım. Sıkıntımı giderecek bir yer aradım. İskeleye gittim. Yok! Parka girip çıktım. Bulamadım! İş hanlarında aynı tuvaletler. Ne yapsam, acaba? Yürüdükçe, sıkıntılarım arttı. Caddeyi bir uçtan bir uca geçtim. Baktım, sağ tarafta göğe yükselen minareler. Adımlarım, kendiliğinden sıklaştı. Çaresiz, cami avlusuna girdim. Öteye beriye bakındım. Büyük, küçük şu kadar yazısı bulunan tuvalete daldım. Rahatlamıştım! Oyhan Hasan BILDIRKİ
-
YILDIZLAR YİNE GÖKYÜZÜNDE KALACAK Yıldızlar yine gökyüzünde kalacak Arkamızdan -belki- birkaç kişi ağlayacak Sonra sonra adımız da unutulacak İşte ölüm bu! Zehir zıkkım sevgiler yorgan döşek Sanki hiç yaşanmamışa dönecek Kim ne diyecek, kim ne söyleyecek Zaman azgın atlar gibi yarıştıkça Teker teker her şey unutulacak İşte ölüm bu! Suya inen yavru ceylanın üstüne ansızın Bir aslanın gölgesinin düşmesi Top tüfek sesleri arasında kalmış çocukların Yeni sabahları bir daha görememesi Can anaların dinmez gözyaşları Kırılan umutların inleyen şelalesi İşte ölüm bu! Çölde suya hasret bir lale Tutuşmuş bir sevdanın türküsünü söylüyor Gölde can evinden vurulmuş bir suna Son umudunun peşinden koşuyor Yeniden ayaklanıyor gönlümün sızısı Hava zindan, gökyüzü kan kırmızısı İşte ölüm bu! Gün olur kar kuşları ateş topuna dönerse Irak bataklıklarda henüz ayaklanmış bebeler yiterse Vurgun yemiş anaların bağrında evlât acısı Filize durmuş sayısız umut çiçekleri Ah, şu kahrolası barış türküleri Ah, şu kahrolası barış türküleri Yeni dünyanın korkusuz çobanı Meydanlara inmiş çağdaş kelle avcısı Yeniden, yeniden ayaklanıyor gönlümün sızısı Hava zindan, gökyüzü kan kırmızısı İşte ölüm bu! Savaşın kör topal tüyü bitmedik çocukları Sanki uçsuz bucaksız arpa tarlası Yakıver gitsin, yakıver gitsin Savaşlar da bitsin, İnsanlık da bitsin! Yüzyılın bağrında zehirli hançer sızısı Hava zindan, gökyüzü kan kırmızısı İşte ölüm bu! Oyhan Hasan BILDIRKİ
-
Şu albümden: MANZARA RESİMLERİ