Atatürk çağdaş bir devlet kurmak, Tanzimat’ın yapamadığı çağ dışı tüm kurumları ortadan kaldırarak onların yerine çağdaş olanlarını koyabilmek için “devrim” yapmak ve toplumun temelini de “çağdaş hukuk temeli” üzerine oturtmak istediği için, laik düzeni seçti.
Ancak ciddi bir sorunla karşı karşıya olduğunu gördü: Laik ülkelerde “din yani kilise ile devlet işleri” birbirinden çok kolay ayrılmıştı ve hazineden kiliseye herhangi bir katkıda bulunulmayacaktı, zira kilisenin mal varlığı ayrıca devlet desteğine gereksinim duyurmayacak düzeydeydi ama, islâmdaki “cami” kilisenin olanaklarına sahip değildi ki! Camideki imamın maaşını kim verecekti? Laik ülkelerde bu sorunun yanıtı belliydi: Papazın maaşını kilise ödeyecek, onun tüm sosyal haklarını da kilise karşılayacaktı ama, ülkemizde camilerin böyle bir varlığı yoktu.
Oysa din, Türk Devrimi içinde çok önemli bir konuma sahipti. Osmanlı döneminden hatırlanan çok feci örnekler vardı. Aynı hatalara yeniden düşülemezdi. Aydın padişahların tüm yenilikçi girişimleri geçmişte bilincsiz yobazların oluşturduğu güruhların, dini bahane ederek başlattıkları gerici ayaklanmalar nedeniyle başarısız kalmıştı. Şimdi yeniden kurulan bir devlette başlatılacak olan çağdaş kalkınma hamleleri, bu riski göze alamazdı. Dinimiz hurafelerden arındırılmalı, en yalın ve doğru şekliyle halkımıza anlatılmalıydı.
Mahalle mekteplerinde veya tekkelerde, zaviyelerde çöreklenmiş, halkın temiz din duygularını istismar eden yobazlara değil, aydın din adamlarına gereksinim vardı. Bunların sayılarını hızla arttırmalıydı. Bunun için çağdaş din kurumlarının açılmasına karar verildi .Böylece ilk İmam Hatip Okulu’nu da, İlahiyat Fakültesi’ni de Atatürk açtı.
Diğer taraftan bu din adamlarının, yaptıkları hizmeti bir meslek olarak görmeleri gerekiyordu. Buna karşılık da her türlü sosyal güvenceleri sağlanmalıydı. Laik ülkelerde kiliseler bunu kendi bünyelerinde çözümler güce sahiptiler, bu nedenle devletin katkısına gerek yoktu ama camilerin durumu aynı olmayınca, bizde bu görevi devlet üstlenmeliydi.
Aksi halde pusuya yatmış şekilde bekleyen yüzlerce cemaat ve tarikat bu boşluğu doldururdu ama bu kez de toplum ve ülke parçalanır, cemaat sayısınca bölünürdü. Devrimi yapanlar böylesine bir “karşı devrimci” grubun hortlamasına rıza gösteremez, devrimi riske atamazlardı. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kurulmasına karar verdiler ve bu kurumu başbakanlığa bağladılar. (3.3.1924).
Görüldüğü gibi bu husus bir zaruretten doğmuştu. Elbette hiçbir laik ülkede benzer bir kurum yoktu. O nedenle de günümüzde aydınların bir kesimi, bunun laikliğe aykırı olduğu savıyla, diyanet işlerinin kapatılması yönünde yoğun bir baskı uygulamaktadırlar ama “…bu teşkilat kapatılırsa binlerce din adamının o takdirde sosyal güvenceleri nasıl ve kim tarafından sağlanır ?” sorusuyla ve yanıtıyla hiç ilgilenmemektedirler. Bunlar tarikatların, cemaatların kucağına düşermiş, bu da mezhep ayrılıklarını körükler, ülkeyi içinden çıkılmaz bir felakete sürüklermiş, bu aydınların sorunu değildir. İşin bu yanıtıyla ilgilenmezler. Bu takdirde, camilerde verilen vaazların ne ölçüde islamı yansıttığı denetlenemez ya da bu denetim tarikatlarca yapılır hale dönüşürmüş, bu da bölünmeyi bir tarafa bırakın çağdaş ne kadar kurum var, kapatılması yoluna gidilirmiş, bu da bu aydınları ilgilendirmiyor.
“İslamda erkek kadına namahremdir. Kadın erkeğin olduğu yerde çalışamaz. Ben dokuz yaşındaki kızımı öpmem, çünkü caiz değildir” diyen ve halen İstanbul’un merkezinde, Çarşamba’da İsmail Ağa Camiinde görevini sürdüren Cübbeli Ahmet Hoca zihniyeti bu ülkeye egemen olursa, devrim, amaçladığı ‘muassır medeniyet seviyesini aşmak hedefine’ ulaşabilir mi? Toplumumuzun yarısı kadın. Bunların iş dünyasından çekilip, Afgan toplumunda olduğu gibi eve kapatıldıklarını bir düşünün, nasıl bir felaketle karşılaşırız.? Bunlar da güya aydın olduklarını iddia eden kesim tarafından katiyen düşünülmez.
Nasıl bir kuşatma altında olduğumuz açıktır.
Bütün bunlara rağmen Atatürk Devrimi hedefine emin adımlarla yürümektedir. Buna göre, Atatürk’ün de belirttiği gibi laiklik sadece “din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmasından ibaret değildir”. Onun yanı sıra bireylerin “din ve vicdan” özgürlüklerinin de yasalarla güvence altına alındığı bir rejimdir. Bu nedenle, hiçbir şeye inanmama özgürlüğünü kullanan bir birey de yasaların koruması ve teminatı altındadır.
Böylece Atatürk’ün kurduğu laik düzende temel yapı üç eksen üzerinde durmaktadır:
1. Yönetenler, 2. Yönetilenler, 3. Devlet
Buna göre, “yönetenler” yönetme yetkisini “ilâhi bir kaynaktan” değil, halkın özgür iradelerinden alırlar. Yani, monarşilerde ve hilafette olduğu gibi “babadan oğula” değil, seçimle iş başına ve yönetime gelirler.
“Yönetilenler”,her türlü din ve vicdan özgürlüğüne sahiptirler ve bu özgürlüklerini yasalar çerçevesinde serbestçe kullanırlar.
“Devlet”, bireylerin bu sahip olduğu her türlü din ve vicdan özgürlüğünü yasalar çerçevesinde serbestçe kullansınlar diye, her türlü tedbiri almaktan sorumludur.
O zaman “laiklik” tanımına yeniden dönelim:
“Yönetenlerin yönetme yetkisini ilâhi bir kaynaktan değil, halkın özgür iradesinden aldığı,
Yönetilenlerin her türlü din ve vicdan özgürlüğüne, yasalar çerçevesinde sahip olduğu,
İdare’nin, bireylerin sahip oldukları din ve vicdan özgürlüğünün gereklerini yerine getirebilmeleri için her türlü tedbiri almaktan sorumlu olduğu”devlete,“laik devlet” anlayışa “laiklik” ; bu fikir akımına “laisite”, bu fikri savunanlara “ laik düşünceli” denir. Laik olan kurumlardır, devlettir. Bireyler “laik düşünceli” olurlar, veya olmazlar.
Bu durumda karşımıza şu sorular çıkacaktır ve çıkmaktadır:
“Madem birey olarak ben, her türlü din ,vicdan ve inanç özgürlüğüne sahibim, o zaman devlet benim baş örtümle, türbanımla neden uğraşıyor? Üniversitelere neden böyle giremiyorum? “
Yanıt: “Devlet senin türbanınla uğraşmıyor. Sen dilediğin gibi giyinebilirsin ve inancının gereğini yerine getirebilirsin ama unutmamalısın ki laik devlet, yasa devleti demektir. Bir özgürlüğü kullanırken bir başka yasayı ihlal edemezsin. Dolayısıyla özgürlüklerini yasalar çerçevesinde kullanmalısın. “
“O nedenle, sokakta istediğin gibi giyinebilirsin. Üniversitelere gelince:
“Üniversitelerde kılık kıyafetin nasıl olması gerektiği konusunda önceden çıkarılmış bir yasa ve buna bağlı yönetmelikler var. Buna göre bilimsel eğitim yapan bu kurumlarda öğrenciler dinsel tercihlerini dışarıdan görülür şekilde teşhir edemezler, dinsel simge taşıyamazlar. Bu laikliğe aykırıdır. Bu yüzden üniversitede derslere dinsel bir simge olan türbanla, mevcut yasa var olduğu sürece giremezsin.
Aynı şekilde; “ Sınavlarına girdin ve kazandın ve Harp Okulu Öğrencisi oldun. Okul Komutanının önüne çıkıp ‘ …benim inancım kep giymemi engelliyor, çünkü saçlarım görülüyor, bu da inancıma aykırı.. Kep giymeyi reddediyorum, başımı türbanla örtmek istiyorum’ diyemezsin çünkü bu isteğin daha önce çıkarılmış olan “Silahlı Kuvvetler İç Hizmet Yönetmenliğine” aykırıdır. Askerlikte “üniforma” esastır.
Savcı veya yargıç oldun, mahkeme salonunda nasıl giyinmen gerektiği yasalarla belirlenmiş. Buna karşı “inanç özgürlüğü” ileri sürülerek, dinsel simge ifade eden kıyafetlere bürünülemez. Yargılanmakta olanlar adil bir şekilde yargılanacaklarına ilişkin en ufak bir kuşkuya sahip olmamalıdırlar. Başı açık bir sanık, başı örtülü bir savcı veya yargıç karşısında kendini huzurlu hissedemez.
Hastanelerde evrensel tıp kuralları geçerlidir. “İnancım gereği, ameliyathaneye baş örtüsüyle gireceğim, bone takınca saçlarım görülüyor, üstelik ben çıplak erkek bedenine de bakamam. Bu ameliyata girmeyi reddediyorum” diyemezsiniz. Eğer inancınız bu denli önlerdeyse, siz cerrah olmayın, bu mesleği seçmeyin. Seçiyorsanız o zaman da mesleğin gereğini yapın.
Bu örnekler benzeri mantıkla çoğaltılabilinir.
İbadet özgürlüğünüz elbette var. Ama sakın Atatürk Köprüsü üzerinde namaz kılmaya kalkmayın, kıldırmazlar. Burada trafik yasasını ihlal etmektesiniz.
İbadetinizi camilerde ve benzeri yerlerde elbette yapabilirsiniz, ama aşırı şekilde sokaklara taşıp yapmaya kalkar da trafiği engellerseniz, trafik polisi de sizi engelleyecektir.
Mesken masuniyetiniz elbette esastır ve siz evinizde dilediğinizi yapabilirsiniz. Ama “ben müziği yüksek dinlerim” diyerek gece yarısından sonra televizyonu sonuna kadar açarak dinlemeye kalkarsanız, şikâyet edilebilirsiniz. Zira bitişik komşunuzun da “dinlenme” özgürlüğü var ve sizin özgürlüğünüz, bir diğerinin özgürlük sınırında biter.
Unutmamanız gereken şudur:
Laik bir devlette özgürlükler yasaların güvencesi altındadır ve yasalarla korunur…ama, yasalar la da sınırlanabilir. Kamu yararının söz konusu olduğu durumlarda özgürlükler yasalarla sınırlanır.
Örnekleyelim: Seyahat özgürlüğünüz elbette var ve anayasa güvencesi altında. Ama bir bölgede sıkıyönetim ilan edilmiş ve size saat 08.00-17.00 arası sonra sokağa çıkmamanız bildirilmişse, “seyahat özgürlüğü” savıyla buna karşı çıkamazsınız. O saatlerde sokağa çıkmamanızda “kamu yararı” vardır.
Bir bölgede karantina ilan edilmiş ve giriş-çıkışlar yasaklanmışsa, siz seyahat özgürlüğünüz savıyla buna karşı çıkamazsınız, çünkü o bölgeden alacağınız mikrobu başka bölgelere taşıma riskiniz vardır. Bunda kamu yararı ciddi şekilde zarar görür. Bu gerekçeyle engellenirsiniz.
Demek ki özgürlükler var ama, yasalarla sınırlanabileceklerini de bilmemiz şart.
Kıyafet özgürlüğü de var ama, kamu alanı denilen bölgede görevlilerin kılık kıyafetlerinin ne olacağına ilişkin yasa ve yönetmelikler de var.
O halde çıkaracağımız sonuç:
“Özgürlükler YASALAR ÇERÇEVESİNDE kullanılır yani sınırsız değildir ve “kamu yararı” söz konusu olan durumlarda da bu özgürlükler gene yasalarla sınırlanabilir.
Maltepe Üniversitesi Atatürk İlkeleri Ve İnkılap Tarihi Bölüm Başkanı ORHAN ÇEKİÇ