gloria tarafından postalanan herşey
-
Kaiken, Jean Christophe Grange'ın yeni kitabı çıktı.
Kaiken’in zamanı geldi Doğan güneş karardığında, Geçmiş, çıplak bir kılıç gibi keskinleştiğinde, Japonya artık bir anı değil, kâbus olduğunda, Kaiken’in zamanı gelmiş demektir. 1 Yağmur. Tüm zamanların en boktan haziran ayı. Birkaç haftadan beri aynı gri gökyüzü, aynı yağmur, aynı soğuk hava, yani aynı nakarat. Ve daha da kötüsü hâlâ gece. Başkomiser Olivier Passan, namlusuna mermi sürdükten sonra Px4 Storm SD’sini emniyet mandalı açık bir şekilde dizlerinin üstüne koydu. Sol eliyle yeniden direksiyonu kavradı, diğer eline iPhone’unu aldı. Dokunmatik ekranda GPS programı çalışıyor, alttan vuran ışıkla aydınlanan yüzü bir vampirin yüzünü andırıyordu. -Neredeyiz? diye homurdandı Fifi. Lanet olsun, burası neresi? Passan cevap vermedi. Arabanın farlarını söndürmüş, etrafı güçlükle görerek ağır ağır ilerliyorlardı. Borgesvari dairesel bir labirentte gibiydiler. Sayısız girişe, geçide, dolambaçlı yola açılan, gizemli bir merkezi koruyormuşçasına kendi çevresinde dolanan bir Çin Şeddi gibi, davetsiz misafirleri dışarı püskürtmeye hazır tuğla örülü, pembemsi sıvalı, eğri büğrü duvarlar. Labirent, SKB (Serbest Kentsel Bölge) olarak sınıflandırılan semtlerden biriydi. Stains’de, Le Clos-Saint-Lazare’daydılar. -Burada bulunma yetkimiz yok, diye mırıldandı Fifı. Seine-Saint-Derıis Bölge Polisi öğrenirse… -Kapa çeneni! Passan dikkat çekmemek için koyu renkli giysiler giymesini istemişti. Ama sonuç ortadaydı: Polisin üzerinde bir Hawaii gömlek ile kaykaycıların giydiği kırmızı bir şort vardı. Olivier onunla buluşmadan önce Fifi’nin neler yuttuğunu bilmemeyi tercih ediyordu. Votka, amfetamin, kokain… Kuşkusuz üçü birden. Direksiyonu bırakmadan arka koltuğa uzanıp kurşun geçirmez bir yelek aldı; kendi ceketinin altında da aynısından vardı. Giy şunu. -Gerek yok. -Geçir şunu sırtına diyorum. Üstündeki bu gömlekle seni Gay Yürüyüşü’ne katılan şu homolardan biri sanacaklar. Fifi, namı diğer Philippe Delluc, söyleneni yaptı. Olivier çaktırmadan ona baktı. Oksijenle rengi açılmış dağınık saçlar, sivilce izleri, dudaklarının kenarında piercing’ler. Açık yakasından, sol omzu ile kolunu kaplayan bir ejderhanın ağzı belli belirsiz seçiliyordu. Üç yıllık ortaklıktan sonra bile, böyle bir serserinin on sekiz ay boyunca Ulusal Polis Akademisi’nin kurallarına, motivasyon görüşmelerine, sağlık kontrollerine nasıl dayandığına hâlâ akıl erdiremiyordu… Ama sonuç ortadaydı. Geceler boyunca çalışarak tek bir satırı atlamadan telefon dökümlerini ayıklayabildiği gibi her iki elini de kullanarak elli metre uzaktaki bir hedefi 9 mm’liğiyle vurabilen bir polis. Hiç tereddüt etmeden en az beş kere silahını ateşlemiş otuzundaki bir komiser. Bugüne kadar sahip olduğu en iyi yardımcı. -Bana adresi uzat. Fifi ön panele yapıştırılmış Postrit’i aldı. -Sadi-Camot Sokağı, 134 numara. GPS’e göre oldukça yaklaşmışlardı ama sürekli başka isimlerle karşılaşıyorlardı: Nelson-Mandela Sokağı, Moliere Meydanı, Pablo-Picasso Caddesi… Her on metrede bir üzerinden geçtikleri hız kesici tümsekler arabayı sarsıyordu. Sürekli yinelenen bu kasisler midesini bulandırmaya başlamıştı. Passan semt planının çıktısını alma fırsatı bulmuştu. Clos-Saint-Lazare Mahallesi Seine-Saint-Denis’nin en büyük yerleşim yerlerinden biriydi. Büyük bölümü ağaçlı bir parkın içinde yılan gibi kıvrılan bir dizi binadan oluşan bu sosyal konutlarda yaklaşık on bin kişi yaşıyordu. Bunların çevresinde dümdüz uzanan heybetli bloklar nöbet tutan muhafızları andırıyordu. -Lanet olsun, diye dişlerinin arasından fısıldadı Fifi, ıslığı andıran bir sesle. Yüz metre uzaklarındaki bir sundurmanın altında, bir grup Siyah, yerde yatan bir adamın üstüne çullanmıştı. Passan frene bastı, vitesi boşa aldı ve gruba doğru arabayı kaydırmaya başladı. Yerdeki adam saldırganların tekmelerinden yüzünü korumaya çalışıyordu. Darbeler yağmur gibi iniyor ve farklı, beklenmedik açılardım adamı buluyordu. Saldırganlardan biri, yırtık kot pantolonla ve kasketli olanı, ayağını adamın ağzına bastırdı ve adamın kırılmış dişlerini yutmasına neden oldu. Pabuçlarımı yala, Yahudi ibnesi! Yala onları, pislik! (Siyahi adam basket ayakkabılarını adamın kanlı dişetlerine biraz daha bastırdı.) YALA, GÖT VEREN! Fifi CZ 85′ini kavradı ve arabanın kapısını açtı. Passan onu durdurdu. -Yerinden kımıldama. Her şeyi berbat edeceksin. Bir bağırtı yükseldi. Kurban bir hamlede ayağa fırlamış, hızla basamakları tırmanmış ve bir binaya girmişti. Siyah derililer kahkahayı bastı, ancak adamın peşine düşmediler. Passan vitesi bire taktı ve adamların yanından geçti. Fifi yavaşça kapısını kapattı. Yeniden hız kesici tümseklerin üzerinden geçmeye başladılar. Subaru, derinlerde seyreden bir denizaltıdan daha fazla gürültü çıkarmıyordu. Passan iPhone’una göz attı. -Sadi-Camot Sokağı, diye mırıldandı. Burası… -Sen bir sokak görüyor musun? Sağda bir şantiyenin duvarlarının ardında gözden kaybolan bir yol vardı. Mahalle kentsel dönüşüm planın bir parçasıydı. Bir reklam panosunun üzerinde ciddi ciddi “Felins Parkı” yazıyordu. Dip tarafta, molozların ve inşaat malzemelerinin arasında binalar, boş araziler, kimsenin oturmadığı yapılar göze çarpıyordu. Banliyöde bu tarz yapılar depo olabileceği gibi, okul da olabilirdi. -128… 130… 132, diye Passan alçak sesle saydı. Orada. Gözleri bir blokun kapısına doğru çevrildi. Passan motoru durdurdu, iPhone’unu kapattı. Sadece yağmur damlalarının vurduğu kapkara ve yağlı su birikintileri ayırt ediliyordu. -Ne yapıyoruz? diye sordu Fifi. -Gidiyoruz. -Kararından emin misin? -Hiçbir şeyden emin değilim. Gidiyoruz, hepsi bu. Bir kadın çığlığı duyuldu. Gözlerini kısarak çığlığın nereden geldiğini anlamaya çalıştılar. Bilileri geliyordu. Hıçkıra hıçkıra ağlayan ve yürümemekte direnen yeni yetme bir kızı itekliyorlardı. Adamlardan biri kızı arkadan tekmeliyor, diğeri ise ensesine şaplak indirip duruyordu. Şantiye alanındaki bir karavana doğru ilerliyorlardı. Fifi yeniden arabanın kapısını açtı. Passan onu kolundan tuttu: -Bırak gitsinler. Buraya bunun için gelmedik. Anladın mı? Punk öfkeyle ona baktı: -Ama bunun için polis oldum, öyle değil mi? Olivier tereddüt etti. Bir çığlık daha duyuldu. -Lanet olsun! diyerek pes etti Passan. Ellerinde silahlarıyla, aynı anda Subaru’dan fırladılar. Park halindeki birkaç araba boyunca koştular, sonra heriflerin üzerine atıldılar. Hiçbir uyanda bulunmamışlardı. Passan’ın kafa darbesiyle ilk adam bir kum yığının üstüne devrildi. Fifi ikinci herife çelmeyi takıp yüzüstü yere yıktı, kelepçelerini çıkardı. Üçüncü adam, bir iblis gibi avaz avaz küfrederek kaçtı. Aynı anda korkudan titreyen bir karaltı halindeki dağınık saçlı kız ortadan kayboldu. İki polis birbirlerine baktı. Her şey çok kısa sürmüştü. Ortada ne kurban ne saldın, hiçbir şey yoktu. Duraksamadan yararlanan yerdeki herif Fifi’nin 9 mm’liğine uzandı ve ayaklarının üzerinde doğruldu. Bir el silah sesi duyuldu. Kelepçeler tangırdayarak bir yerlere fırladı. Herif gecenin karanlığında çoktan gözden kaybolmuştu bile. -Kahretsin! diye küfretti Passan. Gayriihtiyari hangara doğru bir göz attı, kapısı açılıyordu. Kel kafayı, bodur silueti, soluk mavi ameliyat eldivenlerini fark etti. Bu anı o kadar çok hayal etmişti ki, şu anda kafasında her şey çok belirgin, sarih ve milimetrikti. 45′Iiğini doğrulttu ve bağırdı: -Kımıldama! Adam olduğu yerde kaldı. Yan aralık kapının ağzında yağmurdan ıslanmış kel kafası parlıyordu, içerisi yanıyordu. Çok geç kalmışlardı. Aynı anda kafasında bir şimşek çaktı. Arkasına döndü ve mahalleye doğru kaçmakta olan ırz düşmanım fark etti. Fifi nişan aldı, parmağı tetikteydi. Passan onun kolunu tutup indirdi: -Ateş etmeyeceksin, değil mi? Tekrar arkasına döndü. Kel herif de ters yöne doğru hızlı adımlarla sıvışıyordu. Siyah muşamba üstlüğü yağmurun altında uçuşuyordu. Başarısız olacaklardı. Passan göz ucuyla Fifi’ye baktı. Yeniden atış pozisyonu almış, kaçmakta olan iki herife sırayla nişan alıyordu. -Bırak kuşu, kaçsın! diye bağırdı Passan. Guillard’ı yakala! Komiser şantiyeye yöneldi. Passan depoya doğru koştu. Beretta’sını kılıfına soktu, beceriksiz hareketlerle eldivenlerini giydi ve raylara monte edilmiş kapıyı kaydırdı. Kendisini neyin beklediğini biliyordu. Bu çok daha kötüydü. Motorlarla, zincirlerle, aletlerle, birbirleriyle alakasız çeşitli parçalarla dolu yaklaşık yüz metrekare genişliğindeki atölyede, genç bir kadın yerden bir buçuk metre yüksekteki bir tanka asılmıştı. Kolları ve bacakları ayrık bir şekilde kayışlarla bağlanmıştı. Adidas marka eşofman giymiş bir Mağribi’ydi. Pantolonu ve külotu ayak bileklerine kadar indirilmiş, tişörtü yukarı sıvanmıştı. Karnı göğüs kemiğinden pubise kadar açılmış, bağırsakları yere kadar sarkıyordu. Tam önünde, alevli bir birikinti içinde bir fetüs yanıyordu. Her zamanki modus operandi. Birkaç saniye, birkaç yüzyıl gibi geçti. Passan artık yerinden kımıldamıyordu. Etler boğucu duman içinde kızarıyordu. Bebek alevden kavrulmuş gözleriyle ona bakar gibiydi. Sonunda manzaranın etkisinden kurtuldu ve lastiklerin, krank millerinin, egzoz borularının arasında gezinmeye başladı. Bir halı aldı ve söndürmek için yaptığı birkaç denemeden sonra küçük bedenin üstüne örttü. Ayarlanabilir bir merdiven buldu. Düğmesine basarak mekanizmayı çalıştırdı ve sımsıkı bağlanmış kadının hizasına kadar çıktı. Öldüğünü biliyordu. Yine de teyit etmek için iki parmağını boynuna bastırdı. iPhone’u çaldı. Ceplerini yokladı, az kalsın merdivenden düşüyordu. Fifi’nin nefes nefese sesi duyuldu: -Ne cehennemdesin? -Onu yakaladın mı? -Bir sürü terslik oldu. Herif kaçtı! -Sen neredesin? -Bitmiyorum! -Geliyorum. Passan yere atladı ve elinde silahıyla kapıya doğru yöneldi. Beton karma makinelerinin arasında ilerledi; tuğla, çimento torbası, çelik çubuk dolu zeminde sendeleyerek yürüdü. Hiçbir şey görmüyordu. Birkaç metre sonra boylu boyunca yere serildi. Ayağa kalktı ve kendisini neyin düşürdüğünü görmeye çalıştı: Ayağı bir alçı levhaya takılan Fifi’ye çarpmıştı. -Düştüm, Passan… Düştüm… Olıvier gülsün mü ağlasın mı bilemiyordu. Ona yardım etmek için eğildi, ancak Fifi bağırdı: -Beni bırak! O göt vereni bul! -Herif nerede? -Duvarın orada! Passan arkasını döndü ve yüz metre ileride, birkaç yüz metre boyunca uzanan penceresiz duvan gördü. Oranın biraz uzağındaki devlet karayolunda ışıklar titreşiyordu. Elinde Beretta’sıyla koştu, bir yokuş buldu, tırmandı, bacağını duvarın üstünden aşırdı. Diğer tarafa yuvarlandı, hemen ayağa kalktı. Birkaç hektar genişliğindeki karanlık bir arazideydi. Uzaktan arabalar geçiyordu. Araba farlarının sayesinde, Patrick Guillard’ın silueti karaltı halinde görünüyordu. Adam balçıklaşmış arazide sendeleyerek yürüyor, yola doğru güçlükle İlerliyordu. Passan Beretta’nın namlusuna mermi sürdü. Çelik yeleğinin altında soluk soluğaydı. Ayakları çamura gömülüyordu. Ayaklarını vıcık vıcık, yapışkan topraktan güçlükle kurtarıyordu. Yine de ilerlemeyi başarıyordu. Guillard yukarıdaki otoyola varmıştı. Passan adımlarını hızlandırdı. Herif tam güvenlik bariyerini aşıyordu ki Passan onu bacaklarından yakaladı ve yamaçtan aşağı doğru çekti. Katil otlara tutunmaya çalıştı. Passan onu boynundan yakaladı, sırtüstü çevirdi ve kafasını birkaç kez beton su kanalının kenarına vurdu. -Kahrolası ibne! Guillard onu itmeye çalıştı. Passan silahının kabzasıyla herife vurmaya başladı; parmaklarının, gözlerinin, sinirlerinin kanla ıslandığım hissediyordu. Birkaç metre yukarılarındaki yol, geçen arabalardan dolayı sarsılıyordu. Passan birden durdu. Gözleri yuvalarından fırlamış bir halde ayağa kalktı, tabancasını kılıfına soktu, herifi yola kadar sürükleyerek toprak rampayı Ormandı. Araba farları karanlığın içinde patlıyordu. Bir yük kamyonu son hızla yaklaşıyordu. Polis, bir tekme darbesiyle Guillard’ı tekerleklerin altına atmayı düşündü. Ayağıyla sırtına bastırarak herifi olduğu yerde tuttu. TIR sadece birkaç metre uzaktaydı. Gözlerini kapattı. O, Kanun’du. O, Adalet’ti. O, Adaletin Kılıcı ve Uygulayıcısı’ydı. Kamyon katilin kafasını ezmeden bir saniye önce Passan kendine geldi. Guillard’ı tutup ayağa kaldırdı, ikisi birlikte güvenlik bariyerinin üstünden aşağı düştüler ve rampanın dibine kadar yuvarlandılar. Kamyon uzunlarını yakarak, koma çalarak, birbirine dolanmış bedenlerinin birkaç metre uzağından şiddetli sarsıntılarla geçti. 2 İşin boku çıkacak. Yemin ederim işin boku çıkacak! Passan cevap vermeden suç önleme birimi komiserine dikkatle baktı. Kot ceketinin içinde kıpırdanıp durdukça Sig Sauer tabancası görünen, kısa boylu, tıknaz bir tipti. Biriminin logosu – bir silahın gezinden görünen bir dizi bina- ceketinin koluna dikilmişti. Bir helikopter güçlü projektörleriyle çatılan tarayarak bölgenin üstünde uçuyordu. Passan bu tür semtlerde yeterince ayakkabı eskittiğinden devriyelerin ne aradığını biliyordu: Şişelerle, molotoflarla, taşlarla saldırmaya hazır, bir yerlere gizlenmiş sokak çeteleri. Asayiş polisi, taş dolu el arabalarını bulmak için çoktan mahzenlere inmişti bile. Olivier derisini kazımak ister gibi yüzünü sıvazladı, sonra birkaç adım atarak kalabalıktan uzaklaştı. Çılgınlık düzeyindeki bu savaş ortamı ona hitap etmiyordu. Kendi çılgınlık krizinden kurtulmaya çalışıyordu. Kamyonun kör edici farlan. Katilin cellat kütüğünü andıran asfaltın üzerindeki kafası. Adaleti uygulamak niyetiyle içinde uyanan öldürme arzusu. Yeniden Tom Pouce’un yanına gitti. -Bu acil bir durumdu, dedi sonunda. -Ve böylece benim bölgeme geldin, kimseye haber vermeden, öyle mi? -Son dakikada bir tüyo aldık. -59. maddeyi hiç duymadın nu? -Lanet olsun! Suçüstü yapmamız gerekiyordu. Hızlı olmalıydık. Ve büyük bir gizlilik içinde hareket etmeliydik. Adli polis komiseri pis bir kahkaha attı: -Gizlilik uğruna havanı aldın! Çevrelerinde tepe lambalarından, polis şeritlerinden, üniformalardan, beyaz tulumlardan oluşan bir girdap vardı. Suç önleme • birimi polisleri, yerel polisler, özel güvenlikçiler, asayiş polisleri, olay yeri inceleme teknisyenleri, herkes oradaydı. Bol tişörtleri ya da kapüşonlu ceketleri içinde kaybolmuş onlarca çocuk san polis şeridinin ardına yığılmıştı. -En azından Doğumcu olduğundan emin misin? Olivier atölyenin kapısını işaret etti: -Bu senin için yeterli değil mi? Ceset kaldırılmış, götürülüyordu. İki cenaze levazımatçısı bir sedyeyi itiyordu – kurban plastik ceset torbasına konmuştu. Peşlerindeki bir başka görevli, üzerinde Kızılhaç işareti bulunan bir buzluk taşıyordu. İçinde kavrulmuş fetüs vardı. Adli polis komiseri pazıbendini düzeltti: -Tüm mahalleyi tehlikeye attınız, lanet olsun! -Zaten senin mahallen tehlikenin bizzat kendisi. -Ne yani, bu benim hatam mı? Passan onun bakışlarındaki yorgunluğu ve bıkkınlığı fark etti. Bir anda ona duyduğu kızgınlık geçti. O sadece, yıllarca hiçbir sonuç almadan şehir çeteleriyle uğraşmaktan yıpranmış, öfkesi burnunda bir polisti. Yeniden, ara ara yanıp sönen tepe lambalarının aydınlattığı çevreyi inceledi. Pencerelere çıkmış aileler, güvenlik çemberinin etrafına toplanmış genç kızlar, kapı eşiklerinde yerlerinde duramayan pijamali çocuklar ve kaskları, gaz bombası atan silahlarıyla kitlenin üzerine ateş etmeye hazır güvenlik güçleri… “Etnik” kökenleri farklı -“polis” üniformalarıyla caka satan Siyahlar, Mağribiler- birkaç polis çevredekileri yatıştırıyordu. Passan, Batı Amerika’daki iz sürücüleri, gizemli ve düşman bir dünyada Beyazlara yol gösteren Yerlileri düşündü- Bu polisler de bir tür iz sürücüydü. Geri döndü, arabasına doğru yürümeye başladı ve onu cehennemin kapısına kadar getiren olaylar hızla gözünün önünden geçti. Yirmi sekiz yaşındaki, sekiz buçuk aylık hamile Leila Monjawad’ın ortadan kaybolması. Birkaç saat önce mali şubeden alman istihbarat ve asli şüpheli Patrick Guillard’ın, yöneticisi olduğu bir holdinge bağlı offshore şirketinin Stains’de, Sadi-Canıot Sokağı 134 numarada bir atölyesi olduğunun öğrenilmesi, ilk üç cesedin bırakıldığı yerlere en fazla Uç kilometre uzaklıkta bulunan, kimsenin bilmediği bir hangar. Fifı’yi aramıştı. Hemen yola çıkmışlardı. Ancak çok geç kalmışlardı. Lei’la ile çocuğunun hayatları birkaç dakika önce son bulmuştu… Passan meslek yaşamında, bu adaletsiz düzene isyan edecek kadar çok sayıda olayla karşılaşmıştı. Birden bir çığlık bütün gürültüyü bastırdı. Genç bir adam asayiş polislerini itekledi ve cenaze arabasına doğru koştu. Passan onu hemen tanıdı. Mohamed Monjavvad. Otuz bir yaşında. Leîla’nın kocası. Dün Saintr-Denis’deki yerel adli polis merkezinde Passan onun İfadesini almıştı. Bu gecelik bu kadarı yeterliydi. Savcı birazdan gelirdi. Yeni bir sorgu yargıcı atanmıştı; seri cinayet davalarına bakan Yargıç Ivo Calvinl’yle uğraşması gerekecekti. Ama her halükârda bu soruşturmayı ona vermeyeceklerdi. En azından hemen vermeyeceklerdi. Öncelikle hatalarının bedelini ödeyecekti. Yasadışı arama. Başarısız suçüstü. Guillard’a iki yüz metreden fazla yaklaşmama emrinin ihlali. Masumiyet karinesini gözetmeksizin bir şüpheliyi darp. Pislik herifin avukatları onun ciğerini sökecekti. -Tüyüyor muyuz? Fifi, Subanı’da oturmuş, sigara içiyordu. İlkyardım görevlileri tarafından pansuman yapılmış ve bandajlanmış kıllı bacaklarından biri arabanın açık kapısından dışarı sarkıyordu. -Bana bir saniye izin ver. Passan suç mahalline geri döndü. Olayla ilgili delil bulma fırsatım kaçırmıştı. Olay yeri inceleme ve kimlik tespit şubesine bağlı bir sürü teknisyen iş üstündeydi. Bir fotoğrafçının flaşları duvarları aydınlatıyordu. Pudralar, fırçalar, delil torbalan elden ele dolaşıyordu. Binlerce kez gördüğü, mide bulandırıcı aynı manzara. Her zaman adıyla hitap ettiği, operasyon koordinatörü Isabelle Zacchary’yi gördü. Beyaz tulumu içinde kurbanın iç organlarından kalan kapkara izlerin yanında ayakta duruyordu. -Şu an elinde ne var? -Davaya sen mi atandın? -Senin de çok iyi bildiğin gibi hayır. -Ben bilmiyorum, yani… -Senden sadece bir ilk görüş istiyorum. Zacchary kapüşonunu indirdi, bunalmış gibiydi. Boynunun çevresindeki yatay hava filtreli maskesiyle bir mutantı andırıyordu. Her hareket edişinde, buruşturulan kâğıt gibi bir gürültü çıkarıyordu. Ona mesafeli ve seksi bir hava katan gözlüğü gözündeydi. Ancak bu akşam, bunu düşünmenin sırası değildi. -Şu an için sana bir şey söyleyemem. Her şey laboratuvarda belli olacak. Passan gözleriyle çevreyi taradı. Kanlı tank, sarkan ipler…
-
Kaiken, Jean Christophe Grange'ın yeni kitabı çıktı.
Merhaba @@cantara Umarım buralara ugruyorsundur ve bu yazdıklarımı görürsün, yazıyı gönderdiğinde evet tatildeydim ve kitabı tatilde bitirdim. Grange beni hayal kırıklığına uğrattı açıkçası ama yine de kitabın baştaki başarısızlığına göre sona doğru en azından bir parça merak uyandı içimde.. Bazı kitaplar bitiyor diye üzülürüm ama bu kitap bittiği için hiç üzülmedim... Çocukken babaannem kazak, hırka vb. örmeye başlamadan önce oturduğu odaya koşarak girmemi ve "kolay gelsin" dememi isterdi böylece işler hızlı gidermiş... Bu kitabı okumaya başladıktan sonra diğer bütün kitaplarım yavaş ilerliyor
-
Dan Brown Cehennem Kitabında Bahsedilen Sanat Eserleri ve Tüm Yerler
2. BÖLÜM Floransa’da mıyım? Robert Langdon’ın başı zonkluyordu. Hastanedeki yatağında dikilmiş sürekli çağrı butonuna basarken, vücut sistemine yayılmış sakinleştiricilere rağmen kalbi hızla çarpıyordu. Dr. Brooks atkuyruğu şeklindeki saçlarını sallayarak telaşla içeri girdi. “İyi misiniz?” Langdon sersemlemiş bir ifadeyle başmı iki yana salladı. “Ben… İtalya’da mıyım?” Dr. Brooks, “Çok iyi,” dedi. “Hatırlıyorsunuz.” “Hayır!” Langdon pencereden görünen uzaktaki büyük binayı işaret etti. “Palazzo Vecchio’yu tanıdım.” Dr. Brooks ışıkları yakınca Floransa manzarası bir anda kayboldu. Langdon’m yatağının yanına gelip sakin bir sesle konuşmaya başladı. “Bay Langdon endişelenmenize gerek yok. Küçük çaplı bir hafıza kaybı yaşıyorsunuz, ama Dr. Marconi beyin fonksiyonlarınızın normal olduğunu söyledi.” Çağn butonunu duyan sakallı doktor da aceleyle içeri girmişti. Dr. Brooks hızlı ve akıcı bir İtalyancayla bir yandan Langdon’m İtalya’da olduğunu öğrenince ne kadar agitato olduğundan bahsediyor, bir yandan da kalp monitörünü kontrol ediyordu. Langdon öfke içinde, heyecanlanmak mı, diye düşündü. Daha çok, şok oldum! Salgılamakta olduğu adrenalin, bedenine yayılmış…
-
Dan Brown Cehennem Kitabında Bahsedilen Sanat Eserleri ve Tüm Yerler
1. BÖLÜM Hatıralar… dipsiz bir kuyunun karanlığından yüzeye çıkan kabarcıklar gibi yavaşça canlandı. Peçeli bir kadın. Robert Langdon kan kırmızısı suların köpürerek aktığı bir nehrin karşı kıyısından ona baktı. Kadın, kıyının uzak bir yerinde, örtüsünün altına gizlenmiş yüzü ve vakur tavrıyla karşısında kıpırdamadan duruyordu. Elinde, ayağının dibindeki ceset denizinin onuruna kaldırdığı, mavi bir tainia bezi tutuyordu. Her yerde ölüm kokusu vardı. Kadın, “Ara,” diye fısıldadı. “Bulacaksın” Langdon, kadın sanki bu sözleri kafasının içinde söylüyormuş gibi duydu. “Kimsin sen?” diye bağırdı ama sesi çıkmadı. Kadın, “Zaman daralıyor” diye fısıldadı. “Ara ve bul.” Langdon nehre doğru bir adım attı ama suyun, dibi görünmeyecek kadar derin ve kan kırmızısı olduğunu gördü. Bakışlarını yeniden kadına çevirdiğinde, ayaklarının altındaki cesetlerin iki katına çıkmış olduğunu fark etti. Şimdi yüzlercesi vardı, belki de binlercesi… Bazıları hâlâ hayattaydı; acıyla kıvranıyor, akla gelmeyecek ecellerle ölüyorlardı… Ateşlerde yanıyor, dışkının içine gömülüyor, birbirlerini yiyorlardı. Langdon karşı kıyıdan gelen acı dolu feryatları duyabiliyordu. Kadın sanki yardım ister gibi, narin ellerini uzatarak ona doğru yaklaştı. Langdon, “Kimsin sen?!” diye bağırdı. Kadın, bunun karşılığında uzanıp yavaşça peçesini kaldırdı. Çarpıcı derecede güzel olmasına rağmen, Langdon’ın tahmin ettiğinden daha yaşlıydı; altmışlarında olabilirdi, tıpkı zamansız bir heykel gibi vakur ve güçlüydü. Sert bir çene yapısı, anlamlı gözleri, omuzlarına bukleler halinde dökülen uzun, gümüş grisi saçları vardı. Boynunda lacivert renkli bir nazarlık taşıyordu: sütuna sarılmış tek bir yılan. Langdon, kadını tanıdığını hissetti. Ona güvendiğini. Ama nasıl? Neden? Şimdi kadın, yerden tepetakla çıkarak, kıvranan bir çift bacağı işaret ediyordu. Beline kadar baş aşağı gömüldüğü anlaşılan zavallı bir ruha ait olmalıydı. Adamın solgun uyluğunda çamurla yazılmış tek bir harf vardı: R.R mi, diye düşündü, emin olamıyordu. Robert’taki gibi mi? “Bu… ben miyim?” Kadının yüzünden hiçbir şey anlaşılmıyordu. ‘Ara ve bul,” diye yineledi. Kadın birdenbire beyaz bir ışık yaymaya başladı… gittikçe parlaklaşıyordu. Tüm vücudu sarsılarak titreşti ve sonra şiddetli bir patlamayla binlerce ışık parçasına ayrıldı. Langdon haykırarak uyandı. Oda aydınlıktı. Yalnızdı. Havada keskin bir ilaç kokusu vardı ve bir yerlerdeki makine, kalbinin ritmiyle bipliyordu. Langdon sağ kolunu hareket ettirmeye çalıştı ama derin bir sancı ona engel oldu. Bakışlarını indirdiğinde, koluna serum bağlandığını fark etti. Nabzı hızlanınca makineler de daha hızlı biplemeye başladı. Neredeyim? Ne oldu? Başının arkası korkunç bir ağrıyla zonkluyordu. Baş ağrısının kaynağını bulmak için dikkatlice uzanıp tepesine dokundu. Keçeleşmiş saçlarının dibinde, kurumuş kanla kaplı yaklaşık bir düzine dikiş, kabarıklar halinde eline geldi. Geçirdiği kazayı hatırlamak için gözlerini kapattı. Hiçbir şey. Tam bir hiçlik. Düşün. Sadece karanlık. Langdon’m hızlanan kalp monitörünün harekete geçirdiği doktor üniformalı bir adam telaşla içeri girdi. Gür bir sakalı, posbıyığı ve kaim kaşlarının altında, derin ve şefkatli bakan gözleri vardı. Langdon, “Ne oldu?” diyebildi. “Kaza mı geçirdim?” Sakallı adam parmağını dudağına götürdü ve aceleyle dışarı çıkıp koridordan birine seslendi. Langdon başını çevirdi ama bu hareketi tüm kafatasma yayılan bir ağrıyı tetikledi. Derin nefesler alarak ağrının geçmesini bekledi. Sonra çok yavaş ve sistemli bir şekilde içinde bulunduğu steril ortamı inceledi. Hastane odasında tek yatak vardı. Çiçek yoktu. Kart yoktu. Eşyaları şeffaf bir plastik torba içinde, yanındaki tezgâhın üstüne konmuştu. Her yerinde kan vardı. Tanrım. Çok kötüydü herhalde. Daha sonra başını yavaşça yatağının yan tarafındaki pencereye çevirdi. Dışarısı karanlıktı. Geceydi. Camda tek görebildiği kendi yansımasıydı: kül rengi bir yabancı, solgun ve yorgun, tüplere ve kablolara bağlanmış, tıbbi cihazlarla çevrelenmiş. Koridordaki ses yaklaşınca bakışlarını odaya çevirdi. Doktor, yanında bir kadınla dönmüştü. Kadın, otuzlu yaşlarının başındaydı. Üzerinde mavi doktor üniforması vardı, sarı saçlarını yürürken arkasında sallanan bir atkuyruğu şeklinde toplamıştı. İçeri girerken Langdon’a gülümseyerek, “Ben Dr. Sienna Brooks,” dedi. “Bu gece Dr. Marconi’yle birlikte çalışıyorum.” Langdon hafifçe başını evet anlamında salladı. Uzun boylu ve çevik bir kadın olan Dr. Brooks, bir atlet gibi kendinden emin adımlarla yürüyordu. Üzerindeki biçimsiz üniforma ince bedeninin zarafetini saklayamıyordu. Langdon’ın görebildiği kadarıyla yüzünde makyaj olmamasına rağmen cildi, dudağının üstündeki minik ben dışında pürüzsüzdü. Açık kahverengi gözleri, kendi yaşındaki birinin nadiren karşılaşabileceği derin bir tecrübe edinmiş gibi, alışılmışın dışında etkileyiciydi. Yanma otururken, “Dr. Marconi İngilizceyi pek konuşamaz,” dedi. “Kabul formunuzu benim doldurmamı istedi.” Yeniden gülümsedi. Langdon hırıltüı bir sesle, “Teşekkürler,” dedi. Dr. Brooks bir işkadını edasıyla, “Pekâlâ,” dedi. “İsminiz nedir?” Biraz düşündü. “Robert… Langdon.” Dr. Brooks, Langdon’m gözüne ışıklı kalemini tuttu. “Mesleğiniz?” Langdon bu bilgiyi daha yavaş hatırladı. “Öğretim üyesi. Sanat tarihi… ve simgebilim. Harvard Üniversitesi.” Dr. Brooks şaşkınlıkla bakarken ışığı indirdi. Kalın kaşlı doktor da onun kadar şaşkın görünüyordu. “Siz… Amerikalı mısınız?” Langdon, Dr. Brooks’a anlam veremeyen gözlerle baktı. “Sadece…” Brooks tereddüt etti. “Bu akşam geldiğinizde üstünüzde kimlik yoktu. Harris tüvit ceket ve Somerset mokasenler giyiyordunuz, bu yüzden İngiliz olduğunuzu düşündük.” Langdon bir kez daha, “Amerikalıyım,” diyerek durumunu açıklamaya çalıştı. Kıyafet seçimine yorum getiremeyecek kadar yorgundu. “Ağrınız var mı?” Langdon, “Başım,” diyerek cevap verdi. Işıklı kalem, zonklayan başının ağrısını daha da artırmıştı. Neyse ki doktor onu artık cebine atmış, Langdon’ın bileğinden nabzını ölçüyordu. Dr. Brooks, “Haykırarak uyandınız,” dedi. “Sebebini hatırlıyor musunuz?” Langdon yeniden, etrafı kıvranan vücutlarla çevrilmiş peçeli kadının tuhaf görüntüsünü hatırladı. Ara, bulacaksın. “Kâbus görüyordum.” “Neyle ilgili?” Langdon gördüklerini anlattı. Defterine not alırken Dr. Brooks’un ifadesi hiç değişmedi. “Böyle korkutucu rüyalara neyin sebep olabileceği hakkında bir fikriniz var mı?” Langdon hafızasını yoklayıp başmı iki yana sallayınca, bu hareketinin karşılığı yine zonklama oldu. Genç doktor yazmaya devam ederken, “Pekâlâ Bay Langdon,” dedi. “Size birkaç rutin sorum olacak. Hangi gündeyiz?” Langdon biraz düşündü. “Cumartesi. Günün erken saatlerinde kampusta yürüdüğümü hatırlıyorum… Akşamüstü derslerine gidiyordum, sonra… son hatırladığım şey bu. Düştüm mü?” “O konuya geleceğiz. Nerede olduğunuzu biliyor musunuz?” Langdon bir tahmin yürüttü. “Massachusetts Hastanesi mi?” Dr. Brooks başka bir not aldı. “Aramamızı istediğiniz biri var mı? Eşiniz? Çocuklarınız?” Langdon alışkın olduğu üzere, “Kimse yok,” diye cevap verdi. Seçmiş olduğu bekâr hayatının ona sağladığı yalnızlık ve özgürlüğün keyfi tartışma götürmezdi ama itiraf etmeliydi ki, içinde bulunduğu durumda, yanında tanıdık bir yüzün olmasını tercih ederdi. “Arayabileceğim bazı iş arkadaşlarım var ama iyiyim.” Genç doktor not almayı bitirdikten sonra daha yaşlı olan Dr. Marconi yaklaştı. Kalın kaşlarını düzelterek cebinden küçük bir ses kayıt cihazı çıkarıp Dr. Brooks’a gösterdi. O da başını, anladığını belli eder şekilde sallayıp yeniden hastasına döndü. “Bay Langdon bu akşam geldiğinizde üst üste aynı şeyi mırıldandınız.” Dijital kayıt cihazının düğmesine basan Dr. Marconi’ye bir göz attı. Kayıt çalmaya başladığında Langdon, aynı sözleri tekrarlayan kendi hırıltılı sesini duydu. “Ve… sorry. Ve… sorry.” Genç kadın, “Bana sanki ‘Very sorry. Very sorry’ diyormuşsunuz gibi geldi,” dedi. Langdon da onunla aynı fikirdeydi ama hiçbir şey hatırlamıyordu. Dr. Brooks gözlerini, huzurunu kaçıracak şekilde Langdon’a dikti. “Bunu neden söylediğinize dair bir fikriniz var mı? Bir şeye mi üzülüyorsunuz?” Langdon zihninin karanlık köşelerini yoklarken yeniden peçeli kadını gördü. Etrafı cesetlerle çevrili kan kırmızısı bir nehrin kıyısında duruyordu. Ölüm kokusu geri gelmişti. Langdon birden içgüdüsel bir tehlike sezinledi… Sadece kendisi için değil, herkes için. Kalp monitörünün biplemesi hızlandı. Kasları gerildi ve yatağında doğrulmaya çalıştı. Hemen Langdon’ın göğsüne elini koyan Dr. Brooks, onu yerine yatırdı. Yanındaki tezgâha doğru yürüyüp bir şeyler hazırlayan sakallı doktora şöyle bir baktı. Dr. Brooks, Langdon’ın üzerine eğilerek fısıldadı. “Bay Langdon, beyin sarsıntısı geçirenlerde endişe sık rastlanan bir durumdur ama nabzınızın hızlanmaması gerekiyor. Hareket etmeyin. Heyecanlanmayın. Yatıp istirahat edin. İyileşeceksiniz. Hafızanız zamanla tazelenecek.” Geri gelen sakallı doktor, elindeki şırıngayı Dr. Brooks’a uzattı. O da Langdon’m serumuna enjekte etti. “Sizi yatıştıracak hafif bir sakinleştirici,” diyerek açıkladı. “Ağrınıza da iyi gelecek.” Gitmek üzere ayağa kalktı. “İyileşeceksiniz Bay Langdon. Siz uyuyun. Bir şeye ihtiyacınız olursa yatağınızın yanındaki düğmeye basın.” Işığı kapatıp sakallı doktorla birlikte dışarı çıktı. Karanlıkta yatan Langdon, ilacın sistemine hemen yayılarak vücudunu, içinden çıktığı o derin kuyuya sürüklediğini hissetti. Gözlerini odanın karanlığında açık tutarak bu hisle mücadele etti. Doğrulmaya çalıştı ama bedeni adeta taş kesmişti. Dalmadan önce kendini pencereye bakarken buldu. Işıklar kapalıydı ve karanlık camdaki kendi görüntüsü yavaş yavaş yok olurken yerini uzaktaki ışıklı şehir manzarasına bırakıyordu. Şimdi Langdon’ın görüş alanında, kuleler ve kubbelerin arasında görkemli cephesi olan tek bir yapı görünüyordu. Bu muazzam taş kalenin yukarı doğru yükselip dışa doğru çıkıntı yapan doksan metrelik kulesinin mazgallı siperleri göze çarpıyordu. Başı ağrıdan patlayacakmış gibi olan Langdon yatağında doğruldu. Zonklamayla mücadele ederken bakışlarını kuleye çevirdi. Bu ortaçağ yapısını iyi tanıyordu. Dünyada bir eşi yoktu. Ne yazık ki, aynı zamanda Massachusetts’ten altı bin beş yüz kilometre uzaktaydı. Langdon’m penceresinin dışında, Via Torregalli’nin gölgeleri arasına saklanmış güçlü yapılı bir kadın, BMW motosikletinden çevik hareketlerle indi ve avının peşindeki bir panter gibi ilerledi. Delici bakışları ve kirpi gibi saçları vardı. Üzerine giydiği siyah deri motosiklet ceketinin yakasım yukarı kaldırmıştı. Susturuculu silahını kontrol etti ve başını kaldırıp Robert Langdon’m ışıklarının kapandığı pencereye baktı. Akşamın erken saatlerindeki görevi inanılmaz derecede ters gitmişti. Tek bir kumrunun ötüşüyle her şey değişti. Şimdiyse bu işi düzeltmeye gelmişti.
-
Dan Brown Cehennem Kitabında Bahsedilen Sanat Eserleri ve Tüm Yerler
Önsöz Ben Gölgeyim. Acılar kentinden kaçarım. Sonsuz kederin içinden uçarım. Arno Nehri kıyısında nefes nefese sürünüyorum… Via dei Castellani’ye doğru sola dönüyor, kuzeye yöneliyor, Uffizi’nin gölgelerinde koşturuyorum. Hâlâ peşimden geliyorlar. Şimdi, tükenmez bir kararlılıkla avlanırken ayak sesleri daha da yükseliyor. Yıllarca peşimi bırakmadılar. Onların bu ısrarcılığı, yeraltında kalmama… arafta yaşamama… khthonik bir canavar gibi toprağın altında çabalamama sebep oldu. Ben Gölge’yim. Burada, yerin üstünde, gözlerimi kuzeye dikiyor ama doğruca kurtuluşa giden yolu bulamıyorum… Çünkü Apennin Dağlan, şafağın ilk ışıklarını karartıyor. Mazgal siperli kulesi ve tek kollu bir saati bulunan meydanı geçiyorum. Sabahın erken saatlerinde, nefesleri lampredotto(Büyükbaş hayvanların işkembesinden yapılan bir İtalyan yemeği) ve fırınlanmış zeytin kokan sokak satıcılarının arasından Piazza di San Firenze’ye kıvrılıyorum. Bargello’ya gelmeden karşıya geçerek Badia Kulesi’ne doğru batıya yöneliyor ve merdivenlerin dibindeki demir kapıyla karşılaşıyorum. Burada tüm tereddütler geride bıraktlmalı. Kapı kolunu çeviriyor ve dönüşü olmadığını bildiğim pasaja adımımı atıyorum. Kurşun gibi ağır bacaklarımı dar merdivenlerden yukarı çıkmaya zorluyorum… Yıpranmış, çukurlu, yumuşak mermer basamaklardan yukarı, gökyüzüne doğru dönerek çıkıyorum. Sesler aşağıdan yankılanıyor. Arıyorlar. Durup dinlenmeden peşimdeler, yaklaşıyorlar. Neyin yaklaştığını da… onlara ne yaptığımı da anlamıyorlar! Nankör dünya! Ben tırmanırken görüntüler belirginleşiyor… Şehvetli bedenler kızgın yağmurda kıvranıyor, açgözlü ruhlar dışkı içinde yüzüyor, hainler şeytanın buzlu ellerinde donuyor. Son basamakları sendeleyerek çıkıp yukarıya vardığımda, sabahın nemli havasında neredeyse öleceğim. Başımın hizasındaki duvara doğru koşuyor, aralıklardan dışarı bakıyorum. Çok aşağılarda, beni sürgün edenlerden yaptığım kendi mabedim, o kutsanmış şehir var. Ardımdan yaklaşan sesler bağırıyor. “Senin yaptığın delilik!” Delilik deliliği körükler. “Tanrı aşkına,” diye sesleniyorlar. “Nereye sakladığını bize söyle!” Ben de tam olarak Tanrı aşkına, söylemeyeceğim. Şimdi, sırtımı soğuk taşa vermiş, köşeye sıkıştırılmış öylece duruyorum. Bakışlarını yeşil gözlerime dikmişler; ifadeleri sertleşiyor, artık aldatıcı değil tehdit ediciler. “Biliyorsun, kendi yöntemlerimiz var. Yerini söylemen için seni zorlayabiliriz.” Ben de bu yüzden, cennete giden yolu yarıya kadar tırmandım. Sonra bir anda arkamı dönüp uzanıyor, yüksek çıkıntıya parmaklarımla tutunuyor, kendimi yukarı çekiyor, dizlerime dayanıyor ve ayağa kalkıyorum… Uçurumun başında dengesizce duruyorum. Boşlukta rehberim ol sevgili Vergilius. Ayaklarımdan yakalamak için şaşkınlık içinde ileri atılıyorlar ancak dengemi bozup beni düşürmekten de korkuyorlar. Şimdi çaresizlik içinde yalvarıyorlar ama arkamı döndüm. Yapmam gerekeni biliyorum. Aşağılarda, baş döndürecek kadar aşağılardaki kırmızı tuğla çatılar bir alev denizi gibi yayılmış. Bir zamanlar devlerin gürlediği toprakları aydınlatıyor… Giotto, Donatello, Brunelleschi, Michelangelo, Botticelli. Ayak parmaklarımı iyice kenara getiriyorum. “İn aşağı!” diye bağırıyorlar. “Henüz çok geç değil!” Sizi cahiller! Geleceği görmüyor musunuz? Yaratımın ihtişamını anlamıyor musunuz? Peki ya gerekliliğini? Bu son fedakârlığı severek yapacağım… ve aradığınız şeyi bulma ümidinizi yok edeceğim. Asla zamanında bulamayacaksınız. Parke taşlı meydan, onlarca metre aşağıdaki sessiz bir vaha gibi beni çağırıyor. Daha fazla zamana nasıl da ihtiyacım var… ama zaman, geniş servetimin bile satın alamayacağı bir şey. Bu son saniyelerde meydana bakıyor ve beni şaşırtan bir manzarayla karşılaşıyorum. Yüzünü görüyorum. Bana karanlığın içinden bakıyorsun. Gözlerin kederli ama başardığım şey sebebiyle bakışlarında bir saygı seziyorum. Başka seçeneğim olmadığını anlıyorsun. İnsanlık aşkına, başyapıtımı korumalıyım. Şimdi bile büyüyor… bekliyor… yıldızları yansıtmayan lagünün kan kırmızı sularının altında kaynıyor. Gözlerimi seninkilerden ayırıyor ve ufku seyre dalıyorum. Bu ağır yüklü dünyanın üstünde son kez yakarıyorum. Sevgili Tanrım, dünyanın beni günahkâr bir canavar olarak değil, bir kurtarıcı olarak hatırlaması için dua ediyorum. Öyle olduğumu biliyorsun. Ardımda bıraktığım hediyeyi insanlığın anlaması için dua ediyorum. Hediyem, gelecektir. Hediyem, kurtuluştur. Hediyem, cehennemdir. Bundan sonra fısıltıyla âmin diyerek… boşluğa son adımımı atıyorum.
-
Dan Brown Cehennem Kitabında Bahsedilen Sanat Eserleri ve Tüm Yerler
Kitabı henüz okumaya başlamamış olan ve okumak isteyen arkadaşlar için kitap içeriğinden birkaç sayfa paylaşmak istiyorum. Okuması kolay olsun diye birkaç iletiye böleceğim, malum uzun yazılar okunmak istemez Da Vinci Şifresi’nin yazarından… Inferno adını koyarken yazar, Dante’nin İlahi Komedya kitabının ilk bölümü olan Inferno’dan esinlenmiş. Bununla ilgili şöyle söylüyor: “Inferno’yu öğrenciyken okumuştum; ancak bu ölümsüz eserin modern dünyayı ne kadar etkilediğini bir süre önce Floransa’da araştırma yaparken fark ettim. Yeni romanımda kodlar, semboller ve gizli tünellerden daha fazlası olacak. Inferno’nun kahramanı, Melekler ve Şeytanlar’la tanıştığımız Harvard Üniversitesi simgebilim profesörü olan Robert Langdon *** Teşekkür Her zamanki gibi öncelikle, editörüm ve yakın arkadaşım Jason Kaufman’a, kendini işine adayışı ve yeteneği, ama en çok da güler yüzlü yaklaşımı için teşekkür ederim.Olağanüstü eşim Blythe’a, romanın yazım sürecinde gösterdiği sevgi, sabır ve ayrıca ön editör olarak olağanüstü önsezileri ve samimiyeti için teşekkür ederim. Yorulmak nedir bilmeyen ajanım ve güvenilir dostum Heide Lange’ye, birçok ülkede tahmin edemeyeceğim kadar çok konuda ustalıkla yürüttüğü görüşmeler için teşekkür ederim. Yeteneği ve enerjisi için sonsuza dek minnettarım. Doubleday’deki tüm ekibe coşkuları, yaratıcılıkları ve tüm kitaplarım için gösterdikleri çabalar için teşekkür ederim. Suzanne Herz’e (bu kadar çok şapka giydiği ve onları böylesine iyi taşıdığı için), Bili Thomas’a, Michael Windsor,a/ Judy Jacoby’ye, Joe Gallagher’a, Bob Bloom’a, Nora Reichard’a, Beth Meistor’a, Maria Carella’ya ve sonsuz desteği için Sonny Mehta’ya, Tony Chirico’ya, Kathy Trager’a, Anne Messitte’ye ve Markus Dohle’ye teşekkür ederim. Ayrıca, Random House satış bölümündeki muhteşem insanlara teşekkür ederim. Bilge danışmanım Michael Rudell’e küçük veya büyük her konudaki önsezileri ve dostluğu için teşekkür ederim. Yeri doldurulamaz asistanım Susan Morehouse’a zarafeti ve enerjisi için teşekkür ederim. O olmasaydı her şey kaosa dönüşürdü. Transworld’deki tüm dostlarıma, özellikle de yaratıcılığı, desteği ve neşesi için Bili Scott-Kerr’e, liderliği için Gail Rebuck’a teşekkür ederim. İtalyan yayıncım Mondadori’ye, özellikle Ricky Cavallero, Piera Cusani, Giovanni Dutto, Antonio Franchini ve Claudia Scheu’ya teşekkür ederim. Türk yayıncım Altın Kitaplar’a, özellikle Oya Alpar, Erden Heper ve Batu Bozkurt’a bu kitapta geçen yerlerle ilgili sağladıkları özel hizmetlerden ötürü teşekkür ederim. Dünyanın dört bir tarafındaki yayıncılarıma tutkuları, yoğun çalışmaları ve bağlılıkları için teşekkür ederim. Bizimle Floransa’da bu kadar çok zaman geçirdiği ve şehrin sanatına, mimarisine hayat getirdiği için Dr. Marta Alvarez Gonzâlez’e teşekkür ederim. İtalya gezimizi zenginleştirmek adına tüm yaptıkları için eşsiz Maurizio Pimponi’ye teşekkür ederim. Floransa ve Venedik’te bana zaman ayırarak uzmanlıklarını paylaşan tüm tarihçilere, rehberlere ve uzmanlara; Biblioteca Medicea Laurenziana’dan Giovanna Rao ve Eugenia Antonucci’ye, Palazzo Vecchio’dan Serana Pini ve personeline, Uffizi Gale- risi’nden Giovanna Giusti’ye, vaftizhane ve II Duomo’dan Barbara Fedeli’ye, San Marco Bazilikasından Ettore Vito ve Massimo Bisson’a, Dükalar Sarayı’ndan Giorgio Tagliaferro’ya, tüm Venedik için Isabella di Lenardo, Elizabeth Carroll Consavari ve Elena Svalduz’a, Biblioteca Nazionale Marciana’dan Annalisa Bruni ve personeline, ayrıca yukarıdaki listeye eklemeyi unuttuğum birçok kişiye en içten teşekkürlerimi sunarım. Sanford J. Greenburger Associates’tan Rachael Dillon Fried ve Stephanie Delman’a burada ve yurtdışında yaptıkları her şey için teşekkür ederim. İstisnai beyinler Dr. George Abraham, Dr. John Treanor ve Dr. Bob Helm’e bilimsel uzman görüşleri için teşekkür ederim. Yazım sürecinde fikirlerini sunan ilk okuyucularım; Greg Brown, Dick ve Connie Brown/ Rebecca Kaufman, Jerry ve Olivia Kaufman ve John Chaffee’ye teşekkür ederim. Web dâhisi Alex Cannon’a, Sanborn Media Factory’deki ekiple birlikte internet dünyasında harıl harıl çalıştığı için teşekkür ederim. Bu kitabın son bölümlerini yazarken bana Green Gables’ta sessiz bir sığınak sağladıkları için Judd ve Kathy Gregg’e teşekkür ederim. Mükemmel internet kaynakları Princeton Dante Project e, Columbia Üniversitesi Digital Dante’ye ve World of Dante ye teşekkür ederim. *** Cehennemin en karanlık yerleri, buhran zamanlarında tarafsız kalanlara ayrılmıştır. *** GERÇEKLER Bu romanda bahsi geçen tüm sanat ve edebiyat eserleri ile bilim ve tarih gerçektir. “Konsorsiyum” yedi farklı ülkede şubeleri bulunan özel bir kuruluştur. Güvenlik ve mahremiyetini korumak için ismi değiştirilmiştir. Cehennem, Dante Alighieri’nin epik şiiri İlahi Komedya’da betimlenen yeraltı dünyasıdır. Eserde cehennem, “Gölge” denilen varlıkların, yani yaşamla ölüm arasındaki bedensiz vücutların bulunduğu, çok ayrıntılı bir dünya olarak tasvir edilir.
-
Biraz Oku Sonra Al!
Bir kitapçıdan kitap satın alırken kitabın sayfalarını açar ve hatta içinden birkaç sayfa da okuruz işte bu site de bunu yapıyor, kitabı satın almadan önce biraz okumamız için bize bir fırsat sunuor, sonra beğenirsek alırız işte Amazon ve İdefix de buna benzer hizmetler veriyor aslında ama olsun bu tarz sitelerin desteklenmesi gerektiğini düşünüyorum, bunlar güzel hizmetler. Tabii kitabı kitapçıdan almanın tadı ayrı... http://www.birazoku.com/
-
Dan Brown Cehennem Kitabında Bahsedilen Sanat Eserleri ve Tüm Yerler
Sevgili @@parpali bu yazıyı yeni farkettim kusura bakma... Eğer diğer kitaplara da başlayacak olursan burada bir sayfa da sen açarsın, çok iyi olur. Ben artık yeni sayfayı yeni kitaba
-
#DirenODTÜ
Ne kadar doğru bir yorum bu...
-
#DirenODTÜ
Bu "YOL GEÇECEKSE CAMİYİ DE YIKARIZ" söylemi Anadolu Ajans tarafından sansürlenmiş. Grup toplantısında ODTÜ’de yaşananlara ilişkin konuşan Başbakan Erdoğan, 'Yol medeniyettir. Ama medeni olmayanlar yolun kıymetini anlamazlar. Önünde cami bile olsa yol oradan geçecekse o camiyi yıkar, o camiyi gider başka yerde inşa ederiz' dedi. Başbakan Erdoğan’ın bu sözleri Anadolu Ajansı tarafından sansürlenerek verildi. Erdoğan’ın “camiyi yıkarız” sözlerini Anadolu Ajansı (AA) “Biz ammeye hizmet ediyoruz bireye değil. Yol uğruna her şey feda edilebilir çünkü yol medeniyettir" şeklinde sansürleyerek verdi.
-
Petrol - What Goes Up
Yönetmen: Björn Henriksson Yapım: Sweden / 2008 Our world's dependency on oil is brought home in this vivid animation.
-
La Migala (The Bird Spider) : Kırık Bir Kalbin Hikayesi
Yönetmen: Jaime Dezcalla Yapım: Spain / 2011 Sevgilisi Beatriz kendisini terk ettikten sonra ev artık onun için bir cehennemden farksızdır ve o da bu cehenneme kendisini öldürmesi için çok zehirli bir örümcek getirir ve örümceği serbest bırakır. Film İngilizce altyazılı bu nedenle konusundan kısaca bahsettim, Görseller zaten yeteri kadar anlaşılır, konuyu okuduktan sonra filmi anlaması da çok zor değil. Etkileyici bir yapım. Paylaşmak istedim.
-
Baobab : Bir Zamanlar Cennette Yaşayan Çok Güzel Bir Ağaç Vardı
Yönetmen: Nicolas Loesner, Anaelle Moreau, Marina Steck, Simon Taroni, Benjamin Tron / Yapım: France / 2012 Baobab: Baobab (Adansonia), ebegümecigiller (Malvaceae) familyasının Adansonia cinsinden Afrika ve Asya'nın tropikal bölgelerinde yetişen, yapraklarını döken ağaç türlerinin ortak adı. Boyları 18 m'yi bulabilir. Gövde çevresi 30 m'yi, çapı 9 m'yi bulur. Bu yumuşak ve süngerimsi dev gövde, bir su deposu görevi yapar ve oran olarakyapraklar ile dallara göre çok büyük olduğu izlemini verir. Ağaç, dalların uçlarını aşağıya doğru sarkmasıyla bir kubbe biçimini alır. Kabuğundan ve yapraklarından "adasonina" adı verilen ateş düşürücü madde elde edilen baobabın odunundan kâğıt yapılır. Portakal büyüklüğünde, yumurta biçiminde olan meyvesinin ekşi etli bölümü, şeker ekilerek yenir.
-
SUPERNATURAL
Dizinin 9. sezonu başladı... Sanırım bu sezon 8. sezonun sonunda Metatron tarafından gökyüzünden düşürülen meleklerle uğraşacağız. Ayrıca Ezekiel isimli yeni bir karakterimiz var. Ve tabii ki geçen sezondan kalma Abaddon... Bu 3 kişi sanırım bu sezona asıl damgalarını buracak karakterler.. Sonunda da Abaddon ölür herhalde...
-
Yabancı Dizi Önerir misiniz?
Monk isimli diziden bahsediyorsun sanırım, güzel eğlenceli bir dizi evet...
-
#DirenODTÜ
ODTÜ için toplanma yerleri -İstanbul 19.00 Galatasaray Lisesi önü -İzmir 20.00 Sevinç Pastanesi önü -Adana 19.00 Atatürk Parkı -Ankara 14.00 100.yıl Migros Önü -Eskişehir 17.30 Kanatlı Avm önü -Kocaeli 16.00 Kocaeli Üniv. Sosyal Tesisleri -Mersin 17.00 Pozcu Royal yanı
-
#DirenODTÜ
Bu da Erdoğan: 200 BİN AĞAÇ SÖKERİZ, 3 MİLYON DİKERİZ İstanbul’da 3. Boğaz Köprüsü’nün temellerini attık. Birileri çıkıyor, yok şu kadar ağaç kesiliyor, yok şu kadar ağaç sökülüyor. Biz ammeye hizmet veriyoruz. Tüm insanlık bu köprüden istifade edecek. Oradan 200-300 bin ağaç sökersin. Bunların yerine 3 milyon, 5 milyon ağaç dikersin. Bizim Türkiye’de ne kadar ağaç diktiğimizi bilmeyenler şimdi nasıl olur da bir yerden engeller koyalım. YOL İÇİN CAMİYİ YIKAR, BAŞKA YERE İNŞA EDERİZ. (Kendileri için en önemli şey cami olduğundan dolayı cami örneğini veriyor tabii, kendisiyle empati koyup anlayabilelim diye yani mesela siz de en sevdiğiniz şeyi koyun cami kelimesi yerine anlayın efendiyi.. Sinirim bozuluyor her söylediğine bunun ) Yol medeniyettir. Ama medeni olmayanlar yolun kıymetini anlamazlar. Önünde cami bile olsa yol oradan geçecekse o camiyi yıkar, o camiyi gider başka yerde inşa ederiz. ODTÜ’DEKİ OLAYLAR ODTÜ’de her şey yapılmış. Planı şu bu kişi yapmaz. Belediyeler yapar ve uygulamaya sokar. Burada da birileri çıkıyor, bu yolu kesmek istiyor. Kim? Bütün yolsuzlukların mimarı olan CHP. (yok artık, bunu da CHP'ye attı ya daha ne desem boş, çığrından çıkmışlık hali son raddede...) MODERN EŞKİYALAR ÖN KESİYOR. KARARLIYIZ, YAPACAĞIZ Ankara Büyükşehir Belediyemiz kararlılıkla yol yapımına devam ediyor. Sıkıntıların aşılması için yapılması lazım. Birileri ön kesiyor diye duramayız. Geçmişte eşkıyalar yapardı. Şimdi de modern eşkıyalar yapıyor. Kararlıyız. Kim yolumuzu kesmeye kalkarsa bizim çelik irademizi görecektir. (hıııııııı) ORADA ÇOK ÇALI ÇIRPI TOPLADIK 10 yılda 17 bin km bölünmüş yol yaptık. Demek ki bu yolları takip edemediler. Etselerdi biz orada çok çalı çırpı topladık. Çalı çırpıları toplamasan o kadar yolu yapamazdın. (Çalı çırpı dediği orman... Ormanlara çalı çırpı diyor, 17 bin km yol yaptık bir sürü orman katlettik o zaman niye sesiniz çıkmadı diyor )
-
#DirenODTÜ
Bülent Arınç insanının açıklamaları: "Sonunda hukukun dediği olacaktır. Böyle bir yolun yapımına ihtiyaç varsa ağaçlar ve ODTÜ ormanında ağaçlar zarar görmeyecekse, 5'i gider 15'i gelecekse millet Ankara Büyükşehir'i haklı görür. Parlamentoda hiç işe yaramayanların birer fidan dikmeye çalışması şova dönük gösterilerdir. Millet bunun karşılığını verir. Geçmesi gereken bir yol var, o yolun zarar vermeden geçebileceği konusunda Çevre Şehircilik Bakanlığı'nın ODTÜ'ye sunduğu kabul edilmiş bir proje var. Ama yeniden Gezi benzeri olaylar çıkarma gayretleri var."
-
#DirenODTÜ
AB Türkiye Delegasyonu Başkanı Büyükelçi Jean Maurice Ripert, ODTÜ’de yol yapımı için gece yarısı başlatılan operasyona sert tepki gösterdi. Ripert özetle şu mesajları verdi: “(ODTÜ’de yaşananlar) Nihai kararı beklemeden bunu yapmaları talihsiz bir durum. Görüşmeler sürüyordu. Bu bazılarının işini yapmadığının da göstergesi. Vali mi, belediye başkanı mı şuan da tam hatırlamıyorum ama birisi bu kararı aldı. Birileri olaylardan ders almamış. Sürpriz olduysa da en azından durdurabilirdi. Bizim AB içerisinde insan hakları, demokrasi, hukukun üstünlüğü kurallarımız vardır. AB’de insanların bu hakları için savaşması sorgulanmaz, inkar edilmez. (Gezi eylemleri) Gösteriler iki şeyi gösterdi. Bir bu ülkedeki reformlar hayata geçirilmiş. İki sivil toplum dinlenmek ve saygı duyulmak istiyor.”
-
#DirenODTÜ
(soL - Haber Merkezi) Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek, ODTÜ düşmanlığında sınır tanımayarak şimdi de ODTÜ'ye otobüs seferlerini durdurdu. Belediyenin gerekçesi ODTÜ'de 2 araca zarar verildiği iddiası oldu.
-
İki Kocası ve Bir Sevgilisi Var.
Finlandiya'da yaşayan 2 kocası ve bir de sevgilisi olan Meri'nin hayatı şu an Finlandiya gündeminde Meri 23 yaşında ve Pasi ve Janne isimli iki tane kocası var. İki kocasının haberi olduğu bilinen bir de erkek arkadaşı var. İki kocasıyla Helsinki'de bir evde yaşayan Meri, sevgilisiyle de başka mekanda buluşuyor. Eşlerine eşit zaman ayırma konusunda dikkatli davranmaya çalıştığını belirtirken, iki kocası ve bir de erkek arkadaşı dışında artık hayatında başka erkek istemediğini de dile getiriyor.
-
Post Mortem (Ölümden Sonra) Fotoğraflar
Fotoğraf çektirmek ölmek mi yoksa ölümsüzleştirmek mi, bilemedim şu an...
-
#DirenODTÜ
Nasıl enteresan insanlar bunlar, haber bile vermeden gecenin bir yarısı gidip ağaçları kesiyorlar, direnişle karşılaşınca yine haber vermeden hemen hesaba para aktarıyorlar sonra biz paralarını ödedik diyorlar... Yalan ve hileyle boğuşup durmaktansa biraz dürüstlük ve güzellikle her şey ne de güzel olabilirdi aslında
-
GÜNAYDIN
Günaydın evrimcim Günaydın herkese
-
GLORİA ve DEEP için
hoş buldum o baby baby