DİPNOT tarafından postalanan herşey
-
GÖÇ
Sevgili nazanözkan sizi çok anlayabiliyorum.. Ancak sevgili la_bohéme arkadaşımıda çok ama çok iyi anlayabiliyorum... Ve bu nedenle de kimsenin yaşını sorma gibi bir niyetle ortaya çıkmıyorum... Ki böyle bir yaklaşımla yola çıkıldığında önümdeki engellerden bizzat kendimin sorumlu olacağını hatırlatan kösteklere mutlaka rastlayacağımdan eminim... Her neyse konunun özüne dönersek yurtdışında veya yurt içinde bir insanımız/vatandaşımız eğer ''yarış atı'',''ezberci sistem'',''nazım'',''deniz'' şeklinde bir düşüncesini eleştirir ve onun felsefeyi yapısın bu yönde küçümsiyeceksek öncelikle orada bir duracağız çünkü bunu bilemeyen, kendi değerine sahip çıkamayan, onu zindanlara atan bir zihniye izmet etmiş oluruz.. Diğer taraftan ise buralara gelmemiş olsa bile mahir,deniz,sistem gibi laflar pekala da edebilir insan çünkü bizde bugün hukuk, bilim, sanat, edebiyat ve uygarlık anlamında batının birçok isim ve gelişmesini pekala şablon olarak kullanabiliyor ve bunların yazın, edebiyat ve kültürlerinden çok iyi yararlanabiliyoruz. Yararlanmalıyızda çünkü öncelikle insanız, sonra ise bedenimizin hiç bir organının değeri olmama bilinciyle düşünsel ve ruhsal zenginliğimizle varlığımızı, katılımızı, araştırmalarımızı ve sorgulamalarımızı ortaya koyarak var olmaya çalışmalıyız... Sevgili arkadaşımız da bunlarda biri... Tıpkı benim gibi.. Senin gibi.. Bu nedenle sevgili la_bohéme arkadaşımızın düşüncelerini burada ifade etme konusundaki özgürlüğünü ne pahasına olursa olsun destekliyor onu sonuna kadar yanında olacağımı belirtiyorum... Ve şunu çok iyi biliyorum.. OKUMASINI BİLİYORSAN HER İNSAN BİR KİTAPTIR.. Sevgiyle kalın..
-
BENİ DUYUYOR MUSUN? Leyla Navaro
:clover:
-
KIRILGAN...
Minik merak, küçük şaşkınlık ve büyük varlık..
-
NE DERSENİZ DEYİN... 'ŞİDDET ARTIK BİR KÜLTÜRDÜR...' (İnsan için; Yaşatan ve anlamlandıran her şeye kültür diyorsak,şiddet artık bir kültürdür diyorm)
Şiddet artık bir kültürdür... İnsanın doğa ile başka insanlarla, çevresiyle ilişkilerini kuran, yaşatan ve anlamlandıran her şeye kültür diyorsak, şiddet artık bir kültürdür. Şiddet, artık bireyin kendini ifade etme biçimi olmuştur. Şiddet, artık bireyin kendini anlamlandırma yolu olmuştur. Şiddet, artık bireyin varoluşunu simgelemektedir. Şiddet, artık bireyin sorununu çözme yöntemi olmuştur. Görülen odur ki, şiddet kültürü, giderek daha da yaygınlaşacak, uygarlığın gelişmesini de ciddi boyutlarda tehdit edecektir. Bu durum, bütün dünya için de, bizim toplumumuz için de son derece tehlikeli bir gelişmedir. Peki ama neden? İnsanlar neden sorunlarını, anlaşmazlıklarını 'barışçı yöntemlerle, anlaşmayla, uzlaşmayla' çözmemekte, enerjilerini ortak sorunların çözümü için değil de birbirlerinin gücünü azaltmak, yok etmek için kullanmaktadırlar? Eğer bu sorunun doğru yanıtı bulunursa belki de dünyanın geleceğine en büyük hizmet yapılmış olacaktır. Ama bu yanıtı bulmak kolay olmayacaktır. Çünkü, bu soruya herkesin yanıtı 'kendi işine geldiği gibi' dir. Şiddet kültürünün temelinde 'haksızlık' vardır. İnsanlar 'haksızlıkla' dünya nimetlerinden hak ettikleri payı almaktan yoksun bırakılmaktadır. 'Haksızlık' , şiddetin anasıdır. İnsanlar haksızlık yoluyla engellenmektedir. Engellenen insan şiddete başvurmayı meşru sayar. Haksızlık ve engellenme yoksunluğa yol açar. Haksızlığa uğramış, engellenmiş, yoksun bırakılmış insan ne yapabilir? Şu yollardan birisini seçebilir: - Öğrenilmiş çaresizlik içinde boynunu büker, verilene razı olur. - Kendine bir başarı alanı seçer, orada başarı kazanmayı amaçlar. - Şiddet yolunu seçer, saldırganlaşır. - Kendine bir bağımlılık geliştirerek rahatlamaya çalışır. - Alkol ve uyuşturucu gibi nesnelerle acıdan kaçar. - Yapıcı sorun çözme yolunu seçer. - Kendi bedenine ilişkin hastalıklarla uğraşır. Yani, her haksızlığa uğrayan, engellenen, yoksun bırakılan insan şiddet yolunu seçmez. Bu yollardan hangisini seçeceği, neden seçeceği bireysel, toplumsal koşullara, koşullandırmalara bağlı olarak belirlenir. Şimdi çocuğun, doğumundan başlayarak hangi koşullar içinde büyüdüğüne bakalım: - Küçük çocuklar ev içinde şiddete tanık ve hedef oluyor mu? - Çocuklar büyüdükçe dövenin ve vuranın kazandığını görüyor mu? - Okulda yetkilinin, büyüğün ve güçlünün dövme hakkı olduğunu görüyor mu? - Toplumda haklının değil güçlünün kazandığını görüyor mu? - Paranın haklıdan değil güçlüden yana olduğunu görüyor mu? - Saygınlığın yolunun güçten geçtiğini öğreniyor mu? - En beğenilen insanların haklı olanlar değil, güçlü olanlar olduğunu kavrıyor mu? Bu durumda bir çocuğun 'neleri örnek alması', bir gencin 'yolunu nasıl çizmesi' gerektiği toplum tarafından öğretilmiyor mu? Konu bir tokat atıverme ya da birkaç kişinin dövüşmesi değildir.. konu bir kültürün oluşumudur. Şiddet de sadece fiziksel şiddet değildir. Şiddeti doğru tanımlamak gerekir. Fiziksel şiddet, şiddetin bir boyutudur. En ilkel, en çıplak boyutu. Ya paranın şiddeti? Ya yetkinin şiddeti? Ya sosyal eşitsizlik şiddeti? Bunları görmeden şiddetin nesini anlayabiliriz? Gerçekleri görmek, hele de kabul etmek sanıldığından daha çok cesaret ister... Sevgili Erdal Atabek'e sevgi ve saygılarımızla...
-
okulda bir gün daha
DİPNOT şurada cevap verdi: iLyAdA başlık Yardım - Gönüllü Yardım - Okul - Dernek - Yardım KuruluşlarıEn duyarlı anneye saygılarımızla...
-
ACİL ÇAĞRI! Çocukların cinsel sömürüsüne karşı
İnsanlık olduğu müddetçe çocuklar, çoçuklar olduğu müddetçe de hayat olacaktır...
-
okulda bir gün daha
DİPNOT şurada cevap verdi: iLyAdA başlık Yardım - Gönüllü Yardım - Okul - Dernek - Yardım KuruluşlarıBöyle bir kampanyaya duyarsız ve sessiz kalmak ülkenin geleceğine sessiz ve duyarsız kalmaktır... Forum arkadaşlarımızı burada görmek; gelececeğimiz olan çocuklarımıza bir gün daha verebilemek ve günümüz zorluklarına ve güçlüklerine karşı var olabilmelerine bir ışık olabilmektir... Dileğim bu ışığım parlak olması...
-
YENİ KÜRESEL KORKULARIMIZ... (Yüzyıllar geçti, insanlar hâlâ ölümden korkuyorlar, savaştan, hastalıklardan korkuyorlar ama.. bu temel korkulara, tek-)
Yeni Küresel Korkularımız... Acaba dünyanın ilk uygarlıklarında insanlar en çok neden korkarlardı? Hiç kuşkusuz ölüm, kavrayamadıkları doğal olaylar, (ayın karanlığın içinden ansızın çıkması, sonu gelmeyen yağmurlar gibi), vahşi hayvanların saldırısı, hastalıklar, savaş ya da doğal afetler nedeniyle evlerini, yurtlarını yitirmek onların korkularının temelini oluştururdu... Yüzyıllar geçti, insanlar hâlâ ölümden korkuyorlar, savaştan, hastalıklardan korkuyorlar ama.. bu temel korkulara, teknolojinin ve iletişimin gelişmesi, yoksulluğun küresel olarak yayılmasıyla birlikte pek çok yeni korku eklenmiş durumda... Örneğin yoksulluk ve işsizlik ve buna bağlı olarak yaşam standartlarının gerisinde kalmak önemli bir korku kaynağı. "PAuperfobia'' diye adlandırılan bu korku türü giderek artıyormuş. Çok doğal, çünkü her an başımıza bir şey gelebilir. Yoksulluk ve işsizliğin artmasının yanı sıra pek çok ülkede, çalışanların ve yoksulların bir zamanlar yaşamlarını kolaylaştıran haklar tek tek yitiriliyor. Bencillik artıyor, binlerce insan gelecek kaygısı nedeniyle mutsuz ve yaşamdan umudunu kesmiş durumda. Bu arada plastik cerrahi ve kozmetik sanayii insanları öyle bir bombardımana tutuyor ki, kitlelerin en büyük korkularından biri de çirkin olmak. Bu korkunun adı: "Quasimodofobia". Medyanın da yardımıyla belirlenen, her an gözümüze sokulan öyle bir güzellik anlayışı var ki, vay buna uymayanlara.. onlar daha hayata başlarken yitirilmiş sayılıyor. Kendileri de buna inanıyor, ondan sonra gelsin işkenceye benzeyen diyetler, adeta bir uyuşturucu bağımlısı gibi her an bir bıçak altına yatıp bir yerlerini kestirmeler... Bu korku en çok kadınlar arasında yayılıyormuş, öyle ya, henüz on sekizli yaşlarda pek çok genç kızın yüz gerdirdiği bir dünyada yaşamaya başladık. Gerisini siz düşünün... Vallahi benim hiç aklıma gelmemişti ama, böyle bir korku da gelişmeye başlamış. Adı " Amazonefobia". Adından da anlaşılıyor, bu daha çok erkekler arasında var olan bir korku türü. Temeli, güçlü kadın yöneticileri erkeklerin gücüne karşı tehdit olarak görmek. Ama bu korku sadece yöneticiler düzeyinde değil, yaşamın hemen her alanında yayılan bir korku. Pek çok ülkede kadınların gücüne karşı örgütlenen erkekler var. Teknoloji korkusu, teknolojinin özel yaşamı kontrol ve müdahale etme olanakları insanlarda bu korkunun doğmasına yol açmış. Anlatılanların yalancısıyım, Gamze Özçelik ve Ali Kırca olayından sonra pek çok işadamı güvenlik şirketlerini arayıp ofislerini, yatlarını sıkı sıkı kontrol ettirmişler, gizli kamera var mı diye... Ayrıca ben kendimden yola çıkıyorum, gerçekten bir gün canı sıkılan biri şifremi kırıp bütün e-maillerime bakabilir. Düşünün bütün sırlarınız bir anda sır olmaktan çıkıyor. Bu insan ruhuna yapılmış en haşin saldırı. Ayrıca, pek çok Avrupa ülkesinde, bizde de, bir miktar güvenlik nedeniyle hepimizi yirmi dört saat gözetleyen sokak kameraları var. Ayrıca telefon konuşmalarımızın dinlenmediğini kim bilebilir? Adı, " Oicofobia" olan bu korkunun büyük bir hızla yangınlaştığından hiç kuşkum yok. Bir de hepimizin bildiği " İslamofobia" var ki, bu da tüm Müslümanların potansiyel terörist olarak algılanması. Bu korkunun yayılmasında İslam ülkelerinin de büyük bir payı olduğu söyleniyor. Gelelim Çin'in oluşturduğu korkuya... Nüfusu ve büyük rekabetçi gücü nedeniyle Çin, özellikle Avrupa ülkeleri ve Amerika'da adı " Sinofobia" olan bir korkunun şiddetle yayılmasına neden oluyormuş. Bu korku bizde de yaygınlaşıyor, Çin malları piyasaya girdiğinden beri tekstil, ayakkabı, oyuncak, hediyelik eşya üretiminde büyük bir düşüş yaşanıyor. Üstelik bu rekabet, pek çok ülkede işsizliği arttırdığı için, gelecek kaygısını da şiddetle pompalıyor. Bu arada AIDS gibi salgın hastalıklardan, kıyametten, iktidarsızlıktan, terörden, yalnız kalmaktan, kötü bir yaşlılıktan da korkuyormuşuz. Kısaca çağımızın insanı korkuların kucağında salınıp duruyor. İyi sallanmalar. _______________________________________________________ 19.12.2006 / IŞIL ÖZGENTÜRK'e Teşekkür ve sevgilerimizle..
-
Çocuk Pornosuna karşı
Çok güzel tespitler bunlar sevgili la_bohéme tebrikler... Dünyada her yıl yaklaşık 1 milyon 800 bin çocuk, oyun oynaması,okula gitmesi gereken yaşta "seks tacirleri" nce yoksulluğun kör gözle dahi görüldüğü ülkelerden kaçırılıp zengin Batı ülkelerine götürülerek pornografi sektörünün ortasına bırakılıyor. Çocuk ticareti şebekelerinin 7-12 yaş arasındaki bu çocukları kaçak olarak götürdüğü ülkelerden biri de ne yazıkki galiba Türkiye. Bence internette suiistimale uğrayan çocuklar kendilerini koruyamadıkları için büyüklerin bir adım atması gerekiyor ve sorun global olduğu için de global bir desteğe ihtiyaç var. O nedenle Daha çok bilgiye, desteğe, duyarlılığa, bilince ve kararlılığa ihtiyaç var... Lütfen böyle bir toplumsal / evrensel soruna sessiz kalmayın derim...
-
ÇİMDİK YEMEDEN... :) (Diyeceğim o ki, birileri bizi çimdirip bir şeyler hatırlatmaya çalışıyorsa onlara kızmamak gerekiyor. Çünkü çimdik yiyince geç )
Çimdik yemeden... Hayat kendi akışı içinde giderken ve bizler de bu akışa kendimizi kaptırmışken birden görünmez bir el bize bir çimdik atar. Bu çimdik genelde bizi bir değişiklik yapmaya iter. Çimdiğin öncesinde bir arkadaşımız için farkında olmadan sırf o istiyor diye yaptığımız ve alışkanlık halini almış olan bir davranışımızla burun buruna gelebiliriz. Ya da sevdiğimiz için farkında olmadan kendimizden neleri eksilttiğimizi anlamış da olabiliriz. Hatta bazen çocuklarımız için kendimizi dünyaya kapamış olduğumuzu, ama bunu o ana kadar fark etmediğimizi bile fark etmiş olabiliriz. Ancak esas olan o çimdik ile farkında olmaktır. Farkında olmak bizi değişiklik yapmaya iter. Kendi hayatımızı başkası istiyor diye değiştirmek değil tabii. Kendimiz istediğimiz için hayatımızı değiştirmek, değiştirebilmek önemli olan. Kendimiz dışında başkaları için yaşarken "aslında ben ne istiyorum"u unutuveririz. Ben ne istiyorum? Bu çok önemli bir cümledir. Ve ben, yapmak ve yaşamak istediklerimi yaparken yanımda kimler kalıyor? İşte bu da ayrı bir konudur. Kendi hayatımızı mutlu olacağımız şekilde bağımsız yaşamaya karar verirken yanımızda kimler kalacaktır? Tabii ki beni ben olduğum için sevenler. Yüklendiğimiz sorumluluklar, aman kimseyi kırmayayım derdi, o ne der, bu ne der söylemlerine kafayı takmalar, hayatımızAda bize rol oynatır bir süre sonra. Toplum ve çevre baskısı çoğu zaman mutlu olacağımız hayat şeklini bize yaşatmaz ve biz yaşadığımız hayatın içinde mutluluk oyunları oynarken buluruz kendimizi. Arkadaşımıza kırılır diye esas düşüncemizi söyleyemezken ya da benzer bir yığın durumla karşı karşıya kalıveririz... Ancak bütün bunları yaşarken de karşımızdakilerin de ne kadar bencilleştiğini fark ederiz. Biz onlara adanan, onların isteği doğrultusunda hayatlar yaşarken ve ben olmaktan çıkarken, onların da hep daha çok ödün vermemizi beklediğini görürüz. Çoğunlukla evliliklerde olur bu durum, ama arkadaşlıklarda da... Karşımızdakini olduğu gibi değil istediğimiz gibi görme ve o şekle sokma derdine düşeriz. Onları değiştirmeye uğraşırız. Onu, o yapan özellikleri görmezden gelip onu o olduğu için sevmeyi unutarak oturtmaya çalışırız ilişkimizi. Diyeceğim o ki, birileri bizi çimdirip bir şeyler hatırlatmaya çalışıyorsa onlara kızmamak gerekiyor. Çünkü çimdik yiyince geç kalınmış olabiliyor. Çimdik yemeden çimdirilmeyle yetineceğimiz güzel ve istediğimiz gibi günler yaşamamız dileğiyle... Sevgiler... ______________________________________ A. Kotil.. C. 18.12.06
-
İSRAİL BİR DEVLET DEĞİL, BİR PROJEDİR... (Beyrut tratejik Araştırmalar Merkezi Başkanı Prof. Dr. Muhammed Nureddin:'İsrail devlet değil bir projedir,)
- Nedir asıl mücadele? - Bu açıdan 1701 sayılı kararın gerçek hedefi, Hizbullah'ın askeri gücünü dolaylı bir şekilde denizden, karadan ve havadan yok etmektir. Acaba çeşitli ülkelerden gelen çok sayıda savaş gemisi Lübnan sahillerini neden kontrol ediyor? Neden o kadar kara birliği Güney’e geliyor? Neden Lübnan-Suriye sınırına BM güçlerini yerleştirmeyi düşünüyorlar? Her şey İsrail için. BM adına Lübnan’ı işgal ediyorlar. Bu pencereden Türkiye'nin Lübnan'a asker göndermesine bakabilirim, tabii bu çok acı bir şeydir. Lübnan’ı Amerikan cephesine sokmak istiyorlar. Condoleeza Rice'ın adlandırdığı ya da Martin İndek'in önerdiği gibi bu cephenin adı: “Sünni Mutedil Ülkeleri!” Halbuki bu cephenin Sünniler veya Şiiler ile hiçbir alakası yok. Bu cephenin asıl amacı, anti-Amerikan cephesini yok etmek veya zayıflatmaktır. Yani amaç Hizbullah’la birlikte; Hamas’ı, Suriye’yi ve İran'ı yok etmek ve sonrasında Ortadoğu’yu bir Amerikan-İsrail bölgesine dönüştürmektir. - Peki Türkiye'nin yeri nedir bu yeni Ortadoğu coğrafyasında? - Bence eğer Türkiye'nin stratejik tercihi Avrupa Birliği ise, o zaman Türkiye'nin kaderi ve geleceği AB ile bağlıdır. Ve biz bu birliğin ana siyasi hatlarını görebiliyoruz; yeniden her şey İsrail için. Her şey Batının çıkarları için. Bu çıkar, Ortadoğu ülkelerini daha küçük, etnik ve mezhebe dayanan parçalara bölmektir. Yani Türkiye'nin geleceği için iki seçenek var önünde: ya Batıya tabii ve onun bir parçası olmak ya da iki veya daha fazla parçalı bir yapıya bölünmesi... Üçüncü seçeneği de var tabii: bu bölgenin bir parçası olarak kalmak. Gelenek ve çıkarları, tarihi, coğrafi ve dini özellikleri bakımından Türk kimliği, bu bölgenin koparılmamış bir parçasıdır. Türkiye'nin kendi öz yeri burada, bu coğrafyada. Bu misyonu Türk halkı cesaretle üstlenmelidir. Aksi halde tarih affetmez. ___________________________________ Prof. Dr. MUHEMMED NUREDDİN? 1954’te Lübnan’da doğdu. Lübnan Üniversitesi’nde tarih, Türk Dili ve Kültürü dersleri veriyor. Halen Beyrut Stratejik Araştırmalar Merkezi Başkanlığını yürüten Muhammed Nureddin, “Şuun Alausat” (Ortadoğu Sorunları) adlı derginin de Genel Yayın Yönetmeni. 1991- 1995 arasında “Şuun Türkiye” ( Türkiye Sorunları) adlı aylık bir dergi çıkarttı. As-safir (Lübnan), As-şark ( Katar), Al –Halij ( BAE) gibi gazetelerde Türkiye hakkında yazılar yazıyor. Çağdaş Türk edebiyatı ve tarihi üzerine çeşitli kitaplar yayınlayan ve yakında F. Hüsnü Dağlarca üzerine yeni bir kitabı da okurla buluşacak olan Nureddin, Arapça, Fransızca, Bulgarca, Rusça ve Türkçe’nin yanı sıra Osmanlıca biliyor. Yayınlanmış kitapları arasında; Değişen Zamanda Türkiye: Kimlik Kavgası ve Tercihlerin Mücadelesi,Tereddütlü Türkiye Cumhuriyeti: Din, Siyaset ve Dış ilişkiler Üzerine Araştırmalar, Şapka ve Sarık: Türkiye’de İslamcı Hareketler, Kemalizm ve Kimlik Problemi, Modern Türk Edebiyatı: Çizgi ve Örnekler gibi çalışmalar bulunurken; Türk Edebiyatı Üzerine Araştırma ve Yazılar ve Çok Boyutlu Dış Politika Döneminde Türkiye adlı çalışmaları da yayınlanmayı bekliyor.
-
KOSKOCA TÜRKİYE MİLLETVEKİLİ PROFİLİ BU MU OLMALI... (Bu ülkenin bütün vatandaşları olara sizlere soruyorum ve yanlışım varsa lütfen düzeltin çünkü...
Sözlü anlaşılır olmadığı için sadece karikaritürize ifade etmek istedim... __________________________________________________________________ Sevgili Nuri Kurtcebe'ye yürekten sevgi ve saygılarımla...
-
TÜRK DEVE YOLLARINA İKİ BİLET LÜTFEN... :(-Pilot: 666 Sefer Sayılı Devoing 257 inişe geçmektedir! İniş izni istiyorum. -Minare: Ya velleke havli! İzn)
Atatürk Havalimanı'nda boğazı kesilerek öldürülen, derisi yüzülüp etleri parçalanan, parçalanan etleri, bu kanlı boğazlanmayı gözlerinden ışıltılar saçarak izleyen Türk Hava Yolları personeline, evlerine götürüp de afiyetle yesinler diye dağıtılan devecik işte böyle bir hayvandır... Ve vahşeti oldu bittiye getirenler... Yani arkadaşlar.. Şu "deve olayı" nı önemsemeyeyim dedim, olmadı, yapamadım. :lol: :lol:
-
TÜRK DEVE YOLLARINA İKİ BİLET LÜTFEN... :(-Pilot: 666 Sefer Sayılı Devoing 257 inişe geçmektedir! İniş izni istiyorum. -Minare: Ya velleke havli! İzn)
Maalesef bugün artak islah edilemez, güdülemez, oynatılamaz olan "Türk"; bugünün Türk'ü değil, doğal ki. 1920'lerin Türk'ü. (Bugünün Türk'ü) okuyor, mühendis oluyor, önemli görevlere geliyor, ülkesine kakalanan yüz milyonlarca dolarlık tapon uçaklardan kurtuluşunu havalimanı apronlarında deve keserek kutluyor. Olan bence deveye oluyor.
-
KOYUN SÜRÜSÜ...:) (Ne var ki insanlar, kendilerine hayvan muamelesi yapmaya kalkarak kendini sürünün sahibi sananları yanlarındaki çobanları ve köpek)
Koyun Sürüsü... HAYATINDA iki koyun gütmemiş olanlar erken seçim istiyormuş; aç tavuk kendini buğday ambarında sanırmış. Tut kelin perçeminden. Bir kere aç tavuk kendini buğday ambarında değil darı ambarında sanır. İkincisi artık aç tavuklar kendilerini ithal mısırla besleyip pek de güzel semiriyor! Şimdi sen al tavuğunu da git ulan! Yoksa. Al deveni de aprona çık ulan mıydı? Deveye "neden boynun eğri" diye sormuşlar, "görünen köy kılavuz istemez" demiş. Üstelik kılavuzu karga olanın burnu çok iyi koku alırmış! Kazma gibi adam, vur beline saksağanı! Gelelim asıl meseleye: Hayatında iki koyun gütmemiş olanlar erken seçim istiyormuş. İki koyun değil iki bin koyun gütse ne olacak? Tecrübeli çoban olacak. Çoban tecrübeli olsa ne olur, tecrübeli olmasa ne olur? Tecrübeli çoban yanındaki köpeğiyle birlikte koyun sürüsünü iyi yönetir, hayvanları iyi besler; tecrübesiz çoban kurda kuşa yem yapıp telef eder. Hayvanlarını iyi beslemişse, sürünün sahibi çobanın sırtını sıvazlar; hayvanları telef olmuşsa çobanın kıçına tekmeyi vurur. Koyun sürüsü, davar sürüsü, manda sürüsü, öküz sürüsü, keçi sürüsü fark etmez, bütün sürülerde çoban, sürü sahibine karşı sorumludur. Çobanlar, sürünün yanına kattıkları köpeklerini de bu yönde eğitir. Sürü sahibi çobanın, çoban köpeğin, köpek de sürünün efendisidir. Çoban, sürü sahibine çok para kazandırırsa sürü sahibi sürüsüne sürü katar. Sürü büyüdükçe çoban da daha çok köpekle çalışmak ister. Çobanın şanı köpeklerinden belli olur! Yanında ne kadar çok köpeği varsa o kadar başarılı çoban olur! Evcil veya vahşi, hayvan sürülerinin güdülmesinde çobanların ve köpeklerin önemli bir yeri vardır. Şimdi başka bir konu: Tarih boyunca kimi ruh dengesi bozuk diktatörlerin insan topluluklarını hayvan sürülerine benzetip gütmeye kalkıştıkları görülmüştür. Ne var ki insanlar, kendilerine hayvan muamelesi yapmaya kalkarak kendini sürünün sahibi sananları yanlarındaki çobanları ve köpekleriyle birlikte tarihin çöplüğüne göndermiştir. Bundan böyle de gönderecektir!... __________________________________________________ D. Som. C. 17.12.2006
-
TÜRK DEVE YOLLARINA İKİ BİLET LÜTFEN... :(-Pilot: 666 Sefer Sayılı Devoing 257 inişe geçmektedir! İniş izni istiyorum. -Minare: Ya velleke havli! İzn)
Katkı, paylaşım ve yorumlarınızı için çok teşekkür ediyorum sevgili arkadaşlar... Bugün Biliyoruz ki hayvan sevgimiz öyle ilerlemiş halde ki, yeryüzünde hayvanla konuşan bir Tarzan var, bir de biz. Deveye sormuşlar, boynun neden eğri? Deve de, nerem doğru ki demiş. Nedir bu? İnsan-deve diyaloğu. Biri soruyor, öbürü cevaplıyor. Gül gibi anlaşıyorlar. Bakın deve dedim, aklıma geldi. Dikkat ederseniz, 20 insanın öldüğü trafik kazalarını haber bile yapmayan, şehit cenazelerini görmezden gelen, emekliye uygulanan ekonomik soykırıma göz yuman, milyonlarca genç gelecek endişesiyle ihtiyarlamışken, işinden atılan babalar evlatlarının yüzüne bakamazken sesini bile çıkarmayan bizim medya... Deve kesen THY'ye ateş püskürdü. Koyun de... Çıt yok. Devenin kılına dokun... Manşet. Zannedersin ağıldan arkadaşıdır... Nedersiniz... Sevgiler...
-
TÜRK DEVE YOLLARINA İKİ BİLET LÜTFEN... :(-Pilot: 666 Sefer Sayılı Devoing 257 inişe geçmektedir! İniş izni istiyorum. -Minare: Ya velleke havli! İzn)
KANATLI POSTMODERN DEVE İCAT OLUNDU! -Pilot: 666 Sefer Sayılı Devoing 257 inişe geçmektedir! İniş izni istiyorum. -Minare: Ya velleke havli! İzni önce allahtan alacaksınız, sonra bizden, İnişe geçmeden önce Furkan duasını okudunuz mu! -Pilot: Okudum sayın ya Minare! Ayrıca bir şey olursa diye yedek olarak Fatiha da okuyoruz tüm mürettabat-ül müslimin olarak. Önce Cenab-ı Allahtan sonra da sayın Müslümin Minareden iniş izni istiyorum. Hepimizin boynunda yazılı dualarımız sağlam durumdadır. -Minare: Develerin inişini engelleyebilecek Cinleri kovmak için devenin boynundaki E-Cinni- Ya –Cinni duasını da en az yedi kez okumanız gerekmektedir! Üç kez devenin sağ kulağına, üç kez sol kulağına, bir kez de havaya okuduktan sonra devenin her iki kulağını üç kez çekiniz ve üfleyiniz. Ayrıca Devenin boynundaki muskanın yerinde olup olmadığını kontrol ediniz! -Pilot: Tamamdır ya Minare! Uçan devemizdeki cinci baba gereken önlemleri de almıştır. Devemize yaklaşıp da develerimizi ürkütmeye ve şaşırtmaya çalışan iki cin özel dualar ve tütsülerle cinler alemine iade edilmiştir. Başka cin saldırısı beklememekteyiz sayın Minare! Devenin boynundaki muska yerindedir ya Minare! -Minare: Develerin kanatlarını zaviye sabitine alınız. Sağ arka iki kanat, sol arka iki kanat arasındaki zaviyeyi sıfırlayınız! -Pilot: Aldım ya Minare! Sıfırlandı. -Minare: Devenin burnunu üç hurma ağacı uzunluğunu görecek biçimde eğdiriniz! -Pilot: Eydirdim ya Minare! -Minare: Devenin iniş takımlarını hazırlayıp, ayaklarındaki tırnaklarına takılı erke dönergeci takımlarının tekerlerini zımbırtlayınız! -Pilot: Erke Dönergeci alt takımlarını Zımbırtladım ya Minare! -Minare: Devenin karlanma gözlüklerini kontrol ediniz! -Pilot: Ediyorum ya Minare! -Pilot: .............................. -Minare: Ne durumdadır, beni duyuyor musunuz? Karlanma ne durumdadır? -Pilot: Eyvah devenin gözlükleri karla kaplı, erke dönergecinin ürettiği ısı enerjisi gözlüklerin karlanmasını eritemiyor ya Minare. Deveoing 257 şu anda bir kör kadar kötü durumda! Ne yapmam gerekli ya Minare! -Minare: Karlanma takımlarını açıp, Karlanma duasına geçiniz! -Pilot: O duayı unuttum ya Minare! Durum kötüleşiyor, deve artık göremiyor ya Minare! - Minare: Yedek deveyi devreye sokunuz! -Pilot: Yedek devenin de gözlüklerinde kar birikmiş ya Minare! İkisi de bir köstebek kadar kör! -Minare: Eyvah! Şimdi naneyi yediniz işte! Son Duanızı yapmanızı öneriyorum. Tüm mürettabat ve yolcular olarak El-fatiha duası okuyunuz! Biz tüm arkadaşlar sizin için El-Fatiha okuyoruz. -Pilot: Şakayı bırakın ya Minare! Hızla yere çaklıyoruz. Ayrıca karlanma nedeniyle Devenin hörgüçleri de çalışmadığı için yedek iniş takımlarını da açamadım. Hızla yere çakılıyoruz. -Minare! Yapacak bir şey yok! Ölüm de, yaşam da Cenab-I Haktan gelir! Kaderimiz alnımızda yazılıdır. Cennette ruhlarınız şad olur inşallah! -Pilot: Saçmalama ya Minare! Yere çakılmak üzereyiz! -Minare: Bundan böyle Devoing 257 alırsak iki olsun! Elimizdeki son numuneleri bitirince de iki deve keseceğim inşallah kurban olarak! -Pilot: Ya Minare! Asıl biz kurban oluyoruz bu arada! Birşeyler yapın! -Minare: Şer de, iyilik de Allahtan gelir! Kaderinizi kabullenin. Biz arkadaşlarla şu anda ruhunuza Fatiha okumaya başladık bile. -KKKKRRRASSSSSSSHHHHHHH! GGGÜÜÜÜÜÜÜMMMMMMMMMMBBBBBÜÜÜÜÜÜÜÜÜÜÜÜRRRTT.. Minare: Allah Ruhlarını Cennette şad etsin! Evet artık anladım! Türkiye’deki bu gelişmeler benim ciddi yazılar yazmamı engelliyor ve engelleyecek! Ya da ciddi yazılar yazmamam için bu bir KOMPLO! Gündem öylesine PosTModern ve Sürreel şeylerle dolu ki, artık elimizde değil düzgün, ciddi yazılar yazmak! Ben de ellerimi kaldırıp, teslim oluyorum ve bu sitelere söz verdiğim ciddi yazıları bir süre erteleyip PosTModern yazıları sürdürüyorum! Türk Hava Yolları artık Deve Keserek, istemediği RJ uçaklarının alımını durdurup, kurban edilen develerden medet ummuş. THY resmi bir devlet kurumudur! THY, bilimin mucizesi olan uçakların kullanıldığı ve bilimin hat safhada inanılması gereken bir kurumdur! Türk Hava Yollarını yönetenler de bu bilimin ve bu yüksek teknolojinin bir parçası olmak zorundadırlar. Bireysel inançları ne olursa olsun sistemin parçası olan bu insanlar çağdaş ve bilimsel ilkelerle yaşantılarını sürdürmek ve kurumda da bu ilkelere uygun davranmak zorundadırlar. Bu çizgiden çıkıp laik sisteme aykırı olarak ruhban ideolojisini veya sistemini, bu yapının içine yerleştirmeye çalışırlarsa bu çok ciddi bir kaos doğurur. Ayrıca ruhban ideolojisini devlet kurumlarının günlük yaşantılarına sokmaya çalışmak ANAYASAL BİR SUÇTUR! Tabii ki savcılarımız bu cumhuriyeti korumak yerine, cumhuriyeti bireysel çabalarıyla korumaya çalışan bizlerle, vatanseverlerle, Türk Silahlı Kuvvetleriyle ve Atatürkçülerle uğraştıkları ve bir cadı avına giriştikleri için yukarda bahsedilen ANAYASAL ilkeleri hiç birisi pek görememektedir. Çünkü artık Türkiye bir HUKUK DEVLETİ olmaktan çıkmıştır. PosTModern yazılar yazmayı sürdürmemin nedeni artık Türkiye’nin akıl almayacak sürrealiteler ve saçmalıklarla idare edilmesi, her gün başka bir absürdite ile karşılaşmamızdır. THY’de Deve Kesmişler! Niçin! RJ uçaklarının alımı durdurulduğu için! İnsanlar niçin kurban keser! Bazı inançları veya hedefleri gerçekleştiği için veya bunların gerçekleşmesini arzuladıkları için! Kurban kesmek bir çeşit doğaya hükmetmek arzusundan doğar! Kurbanın eti de sevap kazanmak için, fakirlere verilir! Kurbanın kesiliş amacı egosentriktir, bencildir! Koyu Kapitalistçedir! Ama etinin fakire dağıtılması paylaşımcı ve iyi bir sosyal olgudur! Kurban kesmek dinlerden önce de var olan bir davranıştı! Hatta bu maksatla insanlar, genç kızlar kurban edilirdi! İnsanlar kan akıtmanın kendilerine olumlu bir şans getireceğini, doğal kozmik olayların kendi istedikleri çizgide devam edeceğini düşünüyorlar! Kurban kesmenin bilimsel bir tabanı var mı? YOK! Bilimsel tabanı olmayan bir çok yöntem artık Türk Devletini yönetenlerin temelini oluşturuyor. Rüyalarda görülen Şeyhlerden medet umuluyor! Mesajlar alınıyor. Ulemalar Devletin Politikasını belirliyor. Şeriat devletlerinde görülemeyecek şekilde din uleması ve ruhban sınıfı laik bir devletin temel nitelikleriyle çelişecek biçimde Laik ve Demokratik Cumhuriyet geleneğimizin temeline dinamit koyuyorlar. Bu başka neyle çelişiyor? Atatürk Milliyetçiliğiyle! Atatürk bize neyi miras bırakmıştı? Akılcılık ve Bilimi! Yukarda anlatılanların ve bugün devletin başında olanların yaptıklarının tümü akılcılık ve bilimle bağdaşmakta mıdır? Hayır! Anayasayla bağdaşmakta mıdır? Hayır! Laik ve Demokratik Sosyal Hukuk Devletiyle bağdaşmakta mıdır? Hayır! Batı bilimi ve teknolojisiyle bağdaşmakta mıdır? Hayır! Neyle bağdaşmaktadır! Gericilik! Sefalet! Sömürgeleşme! Ticcanilik! Şeriat devleti! THY’de kurban olarak deve kesmişler, buna Türkçe’de en iyi hangi terminoloji ile karşılık verilebilir? Yuh! DEVE! ***** Hurafeler, mistik hezeyanlar ve tutarsız inançlar, devletin taa tepesini işgal edenlerin temel düşünce sistemini belirliyor! Ülkeyi yöneten kişiler Cumhurbaşkanı için demişler ki, ‘İki koyunu yönetemeyecek insanlar laf ediyor’ Niçin demişler? ‘Nisan 2007’de erken seçim olsun, yeni Cumhurbaşkanını Türk halkını daha iyi temsil edebilecek daha uygun bir meclis seçsin’ dedi diye! Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer haklı mı? Yerden göğe kadar haklı! Bugünkü mecliste Ampül toplumun yüzde kaçını temsil etmektedir? Sadece % 24’ünü. Milli İradenin sadece % 24’ünü temsil eden bir meclis çok stratejik önemi ve yetkileri olan Cumhurbaşkanlığı makamını seçebilir mi? Hayır seçemez! Bu sahtekarlık olur! Üstelik bu hükümet bir diktatörlükten daha beter davranmaktadır! Kıbrıs konusunda Devletin kurumlarını bilgilendirmeden Kıbrısı veren ve ek protokollerle Sevr Koşullarını kabul eden bir yönetimden bahsediyoruz! Artık ne Cumhurbaşkanlığı, ne MGK, ne Genelkurmay hiç bir konuda bilgilendirilmiyor! Hepsi birer Yalova Kaymakamı! Türkiye de Dingonun Ahırı! Peki neden erken seçimden bu kadar korkmaktadırlar bu milletvekilleri? Bir daha meclise giremeyeceklerinden?! Neden seçilemeyeceklerdir? Çünkü Ampul bu seçimlerde % 20-24’den fazla oy alamaz. Üstelik pek çok milletvekilinin dokunulmazlığı kalkınca beklemekte olan yüzlerce davayı yiyeceklerdir, afiyetle! Yolsuzluklar hat safhadadır! Peki Cumhurbaşkanı Meclisi LAĞV ederse ne olur! İyi olur! Neden iyi olur? Çünkü, Devlet geleneği ve devlet sistemi, protokolü artık ortadan kalkmıştır! Türkiye’yi yönetenler Anayasayı Deli Hasan’ın delikli çorabı haline getirmişler ve değişmez maddeleri bile ihlal etmişlerdir! Bölücülük, Kürtçülük, PKK, Şeriatçılık, Karşı Devrim, Atatürk İlkeleri Karşıtlığı, Anasayal ilkelerin yokedilmesi bizzat ANKARA’DAN desteklenmekte ve uygulanmaktadır. BİNDİK BİR UÇAN DEVEYE GİDİYORUZ KIYAMETE! Türkiye’nin bölünmez bütünlüğü tehdit altında mıdır? EVET! Laik ve Demokratik Cumhuriyet tehdit altında mıdır? EVET! Şeriat Devleti tehtidi var mıdır? EVET! Tükiye Dış tehtid altında mıdır? EVET! Kıbrısı kaybetmek üzere midir? EVET Cumhurbaşkanı’nın Anayasaya uygun olarak bu Meclisi lağv etme yetkisi var mıdır? EVET Buna ihtiyaç var mıdır? KESİNLİKLE EVET! O zaman Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer acilen Meclisi fesh etmelidir ve Nisan’da erken seçime gidilmelidir!
-
Rufai tekkesinde Aşk Cinayeti
. Hem insanın kafasına bıçak çakmaları, hem karısını elinden almaları, bu yetmiyormuş gibi bir de öldürmeleri akıl alacak işler değil. Tarikatların gücünü burada görüyoruz. Telkinle insanlara her şeyi yaptırabiliyorlar. Haydi Hikmet bey saf bir Anadolu çocuğuydu diyelim. Ya Şeyhlerinin emriyle adam öldüren müritlere ne demeli? 'Ya Şeyhim müritlerin eşlerini ayartmak, sonra da onları öldürtmek dinin neresinde yazar?' demek neden akıllarına gelmez? Koşullandıkları ve Şeyhlerini eleştirilemez saydıkları için olmalı. Böyle müritlerin olduğu yerde öyle şeyhler elbette olacaktır. Bir ara gene öyle tarikatların foyaları ortaya dökülüp saçılmıştı. Birbirlerinin eşlerini ayartan tarikat liderleri, garip ayinler, işkenceyle öldürülen, sonra evlerin içine veya bahçesine gömülen kişilerin tüyler ürpertici öyküleri, tarikatlardan sağlanan maddi çıkarlar... Mübarekler tarikat değil de sanki iyi örgütlenmiş birer suç örgütüydü. Sonra ne oldu? 28 Şubat geldi, tarikatlerin sesi duyulmaz oldu. Şimdi tekrar tarikat ayinleri, cinayetleri, seks öyküleri gündeme gelmeye başladı. AKP iktidarından mı güç alıyorlar, yoksa başka mekanizmalar mı çalışıyor, bilmiyorum. Ne yapmalı, derseniz, ben tarikatların yasaklanmasında bir yarar görmüyorum. Yasaklama, hastalığı daha da ağır hale getiriyor, kangrenleşmesine neden oluyor. Yapılacak iki şey var. Birincisi, bu tür tarikatları kamuoyunun gündemine getirerek teşhir etmek, ikincisi de çocuklarımızı laik bir eğitimden geçirmek. AKP iktidarından böyle bir şey beklemek elbette safdillik olur. Radikal'den Türker Alkan'a teşekkürler...
-
HARAM PARA İLE İBADET GEÇERLİR OLURMUŞ... (DİYANET; Çalınmış, hırsızlık malı, yetim hakkı, kirli parayla insanların ibadet yapabileceğini kabul ediyo)
HARAM PARA İLE İBADET... "HARAM parayla kesilen kurban geçerli olur" diyen Diyanet İşleri Başkanlığı’nın belki de başka seçeneği yoktu. "Haram parayla kurban-murban kesilmez" deseydi bu ülkede kimsenin kurban kesmemesi gerekirdi. Ki bu da deri toplayıcıları açısından iyi bir şey değildi. Nasıl olsa yer haram, gök haram... Böyle durumlarda "orta yol" her zaman bulunur. Zaten Diyanet İşleri Başkanlığı da "İbadet helal parayla olur. Bununla birlikte kişi haram parayla kurban kesmişse, bu geçerli olur" diyor. Sağolsun... * Bir ulusun inanç dünyasını düzenleyen kurum eğer "Haram parayla ibadet geçerli olur" diyorsa... Çalınmış, hırsızlık malı, yetim hakkı, kirli parayla insanların ibadet yapabileceğini kabul ediyorsa... Pes... Bir canlıyı yere yatırıp gırtlağını keserek ibadet etmek dahi çağdaş yaşama yakışmazken ve bu bilinçli din adamları tarafından reddedilirken... Bir din kurumunun, haramı ibadette uygun görme fetvası hangi dinin yüceliğine yakışır bilemem. Yeryüzünde gelmiş-geçmiş, haram parayla ibadet etmeyi uygun gören, hoş karşılayan bir din var mıdır?.. Olabilir mi?.. * Canım sıkıldı, canım... Ben böyle bir kurumu yok sayarım. Oraya asla saygı duymam. Benim helal aylığımdan kesilen vergilerden Diyanet’e düşen parayı haram ederim. (Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bütçesi, 1.122.203,000 YTL’dir. Bu İçişleri, Dışişleri, Çevre ve Orman, Bayındırlık, Ulaştırma, Sanayi ve Ticaret, Enerji, Kültür ve Turizm bakanlıklarının bütçelerinden çok daha büyük bir bütçedir.) Yaşamsal görevi olan bu bakanlıklardan daha fazla paranın Diyanet İşleri’ne verilmesi, ucundan köşesinden "haramı" kılıfına uydurmak için midir?.. * Hırsızlık, soygun, yağma yüzünden çok acı çekmiş ve hálá çalınmakta, yağmalanmakta olan bir ülkede... Ahlaki değerlerin en güçlü kalesi olması gereken Diyanet İşleri Başkanlığı’nda hangi din adamı (!) bu görüşü "fetva" olarak "www.diyanet.gov.tr" internet adresinden kamuoyuna sundu, yüzünü görmek isterim. Sormak da isterim; böyle mi olur din adamlığı?.. ______________________________________________ Kaynak: Bekir COŞKUN / Hürriyet / 12.12.2006
-
Forum Bir ay içinde güncellenecektir.
Herşey hak edildiği ve ettiği gibi.... Teşekkürler...
-
ALLAH RAHMET EYLEMESİN... (Faşit Pinochet için DİLERİM VARDIR BİR CEHENNEM yoksa binlerce insan nerede olduğunu bilmediğimiz mezarlarında rahat uyuya)
ALLAH RAHMET EYLEMESİN... Kahramanlar gibi poz verdiklerinde gazetecilere onların suratlarındaki “meymenetsizliği” fotoğrafçıların çabası bile saklayamamıştı. “Vatanlarını kurtarmak” adına karartanların başındaki general bir insan olamazdı. İnsanların kalbi olur. Onunsa kahverengi üniforması, kılıcı, kafasından büyük şapkası ve madalyaları vardı. O ve onun gibi kalpsizlere “yaratık” demek daha doğru olur. Çünkü ancak “insanlıktan nasibini almayanlar” bir gece ansızın aldıkları bir işaretle yakıp yıkarlar insanlık adına var olan tüm değerleri. Postalları ile çiğner geçerler insanı insan yapan güzellikleri. Dediğim gibi insan olamazlar “Doldurun hepsini stadyuma” emrini verenler. Futbol statlarını işkencehaneye ve idam sehpasına dönüştürenler üniformalarını giyerken kaybederler insanlıklarını. Üniversite öğrencilerini, sendika üyesi işçileri, hukuk devletine sahip çıkan polisleri, sanatçıları ve hatta seçmenleri işkencehanelerde katledip de ardından denize atıyorlarsa ya da sönmüş volkanların kraterlerini toplu mezara dönüştürüyorlarsa çok iyi biliyorlardır aslında yaptıklarının insanlık suçu olduğunu. İşte bu “bilinçli canilik” onları iyice “yaratıklaştırır”. İnsana düşman, insanlığa düşman ve de tüm güzelliklerine bu dünyanın düşmandır bu yaratıklar. Kahverengi üniforması, kılıcı, madalyaları ve şapkasıyla iktidara el koyduğunda böyle bir yaratık tüm Şili bir dullar ve öksüzler ülkesi oldu. Ülkenin aydınlarını yok etti gücü yettiğince. Binlerce insan onun emri ve sürüsünün emir komuta zinciri uygulamaları ile katledildiler ve kaybedildiler. Onbinlerce insan işkencehanelerde insan olduklarına pişman edildi. Yüzbinler ülkelerinden uzak kıtalarda sürgüne mahkum oldu. Ne dünyaya çarpan bir dev göktaşı, ne onlarca metrelik dalgalar, ne bir atom bombası ne de bir koca deprem Şili’ye bu üniformalı yaratığın verdiği zararı verebilirdi. Genç insanlar 18 yaşından küçük oldukları halde darağacında asıldılar sahte belgelerle. Sendikacıların ağzına tabanca namluları sokularak sorguları yapıldı. Köylüler kendi dışkılarını yemek zorunda kaldılar. Kadınlara ve genç kızlara tecavüz edildi. Yargısız infazlarda insanlar sorgusuz sualsiz ve de suçlu ya da suçsuz taranarak katledildiler. Çünkü Şili’deki bu üniformalı yaratık düşünen ve direnenleri hapishanede “beslemektense” “asmaktan” ve “yok etmekten” yanaydı. Ve sonunda insanlar kazandı yaratıklara karşı savaşı. Hatta faka bastı ve 1998 yılının Ekim ayında İngiltere’de ter döktü alnından öpülesi yiğit bir İspanyo hakim sayesinde. Diplomasi onu kurtaramasaydı “toplu katliam, terör ve işkence” suçlarından yargılanacaktı. Ve sonunda öldü Augusto Pinochet. Bir Hitler ya da Mussolini gibi olmadı sonu. Ama son yıllarda en büyük korkusu buydu. Ben dindar bir insan değilim. Cennet ve cehennem konusunda söyleyecek fazla bir sözüm yok. Ama “inşallah vardır bir cehennem” diye düşünmek ve dilemekteyim iki gündür. Ve genelde hep uyduğum bir kural vardır, ölenin arkasından kötü konuşulmaz diye. Bugün bozuyorum o kuralı ve diyorum ki: “Sorarlarsa nasıl bilirdiniz merhumu?” diye açık benim cevabım kısa ve net: “Allah belasını versin ve allah ona rahmet eylemesin”. Dilerim vardır bir cehennem yoksa binlerce insan nerede olduğunu bilmediğimiz mezarlarında rahat uyuyamayacaklar! _________________________________________________ Kaynak: OZAN CEYHUN / 11 Aralık 2006 / A. G. Ya bizim Şili'ye benzer yanımıza ne demeli.. Şili'de 1969'da kurulan Halk Birliği, ertesi yıl seçimlerde büyük başarı kazanmış; yabancı sermaye egemenliğine karşı başlatılan Marksist mücadele, Salvador Allende 'nin Latin Amerika'da seçilen ilk Marksist lider oluşuyla taçlandırılmıştır. Soğuk Savaş'ın hararetli günlerinde süregelen komünist avından, 1973'te Allende'nin önderliğindeki Şili de payını almış ve General Pinochet'nin 1990'a kadar devam edecek diktatörlüğü başlamıştır. Elbette, Pinochet'nin "en önemli icraatları" ilerici, aydın ve solcu Şililileri hapse atma, ülkeden sürme, kaybetme ve idam etme biçiminde şekillenmiştir. 11 Eylül'deki darbede başkanlık sarayında öldürülen Allende'nin yanı sıra; o gün, darbe öncesi koşullara dönüleceğini umarak Pinochet'ye destek veren "ılımlılar" ve "liberaller" de cunta tarafından tasfiye edilmiş, daha sonra Pinochet, 1987'de siyasi yasaklar kalkana dek kanlı diktatörlüğünü sağlam kılmak için elinden geleni ardına koymamıştır. 1973 Şili darbesinden tam yedi yıl sonra, Türkiye de benzer bir müdahaleye tanık olmuş, 12 Eylül 1980'de tüm demokratik yapı, Kenan Evren başkanlığındaki konsey tarafından alaşağı edilmiştir. 12 Eylül saat 04.00'ten günümüze kadar etkileri devam eden; sosyal ve kültürel yaşamı derinden sarsan, açtığı yaralar kapanmayan darbe, pek çok insanın fişlenmesine, işkence görmesine, tutuklanmasına ve idamına yol açmıştır. "Asmayalım da besleyelim mi" sözüyle idamları savunan Evren'in, belki de en bilinen kurbanı Erdal Eren 'in infaz süreci Türkiye'nin kara bir lekesidir. 13 Aralık 1980'de, 17'sindeyken "naylon raporla" yaşı büyütülerek sehpaya çıkarılan Erdal Eren'in; idam cezasına çarptırılma gerekçesi ise "bir eri öldürmek" ti. Her ne kadar eri öldüren kurşunun, piyade tüfeğinden ateşlendiği belirlense de; bu raporların, Eren'in "yaş büyütme" raporu kadar kolay gündeme gelememesi, 12 Eylül'ün "özel koşullarıyla" ilgiliydi! 1973'te CIA destekli Şili darbesi ile CIA görevlilerinin "Bizim çocuklar başardı" diye muştuladığı 12 Eylül Türkiye darbesi ve darbecilerin suçsuz yere idam ettiği 17 yaşındaki bir genç; tıpkı Şili'de, Pinochet'nin imzasıyla kalemi kırılan, kaybolan, işkencelerden geçen, kurşuna dizilen ve tren raylarına bağlanıp okyanusa atılan yüzlerce yaşıtı gibi. İki ülkenin yakın siyasi tarihindeki kimi olaylar ve yaşanan acılar, birbirine ne kadar benziyor değil mi?
-
Okul Kütüphanesi
DİPNOT şurada cevap verdi: sananda başlık Yardım - Gönüllü Yardım - Okul - Dernek - Yardım KuruluşlarıSevgili Sedelina ve taurusmutis arkadaşlarımın yardım konusunda ve belirledikleri yöntemlerde yanlarında olacağımı belirtmek ister ve Yenidoğan İlköğretim Okulu 56500 Kurtalan/siirt ile ilgili olarak üzerime düşen yardımı yapacağımı belirtmek istiyor ve orada görev yapan sevgili öğretmenimize sevgi ve saygılarımı sunuyorum...
-
AŞK BUNALIMDA... (Kadın ve erkek arası ndaki gizler ortadan kalkınca duygusallık yerini cinselliğe bıraktı... Peki artık bizi bulmaz mı?...)
Aşk bunalımda... ''Aşk!'' eski günlerin hatırlı sözcüğü. Yalan mı, var mı yok mu, anlatılamaz mı, olanaksız mı? Peki artık bizi bulmaz mı? İnsanın bu altüst oluşunu kimileri bazı hormonların hareketine bağlarken kimileri bir yanılsama, kimileri ise salt cinsellik ya da görme yitimi olarak değerlendiriyor. Şimdiki gençler ise daha da ileri gidip ''aşk aptallıktır'' diyebiliyor. Öyle geceler boyu uyumadan sevgiliyi düşünmek, günlerce o sokaktan geçmesini beklemek falan yok. İnsanlık tarihi ile eşit bu arayışın yerini çabuk tükenen ilişkiler alıyor... Tamam aşka inanmıyoruz, kapılarımız kapalı ama azınlıkta kalan, gülüp geçtiğimiz aşıkları içten içe kıskanmamız da ne oluyor?.. Aşkın şimdiki halini sorduğumuz felsefeci, şair, yazar, Prof. Dr. Afşar Timuçin'e göre aşkın biteceğine inanmak, insanlığın biteceğine inanmak demek. Günümüzde insan ilişkilerinin kolaylaşması ile aşkın bunalım yaşadığını kabul eden Timuçin, ''Yüce değerlerin peşinde olmak insanın yazgısı gibi bir şey. O değerlerden kopamayacağı için aşktan da kopamayacak'' diyor. Timuçin, duygulanmamanın insani özellik sayıldığı günümüz dünyasında yaşadıklarımızın da bir kasılma olduğunu söylüyor. İNSAN OLMANIN KOŞULU: Aşkın insan olmanın temel koşulu ve bir kültür ilişkisi olduğunu vurgulayan Timuçin, ''Hiçbir insan ilişkisinin aşk ilişkisi kadar yapıcı güçlendirici ve geliştirici olduğunu düşünmüyorum'' diyor. Timuçin'e göre, insanın insanı tanıması da iki yerde mümkün. Birincisi, insanın içtenliğini ortaya koyduğu sanatta, ikincisi ise aşkta. Maskeler, kalıplar sanatta ve aşkta kırılıyor. Bu anlamda aşk, sanattan biraz daha önemli. Çünkü bir yerde kurgusal olanla karşı karşıyasınız, bir yerde gerçek olanla. Aşkta gerçek bir içtenlik yaşanıyor. Kurgusal olanı dönüştüremiyorsunuz ama karşınızdaki insanı dönüştürüyorsunuz ve onunla dönüşüyorsunuz. Ve bu kültür ilişkisi içerisinde insan sürekli kendini aşmanın koşullarını yaratıyor. Karşıdaki insanın da kendisini aşması için koşullar oluşturuyor. AŞKIN TEMEL YASASI: Aşk denilince tam bir adanmışlığın düşünülmesi gerektiğini söyleyen Timuçin'e göre vatan aşkı, edebiyat aşkı gibi ifadeler yanlış. Onlar sevgi ya da yönelim olabilir. İnsan sevgilisini sever gibi edebiyatı sevemez. Çünkü sevgiliye yönelişte tam bir 'adanma' vardır ve aşkın temel yasası da budur. Orada hiçbir şekilde kendinizi korumuyorsunuz. Ve hatta bilincinizin dağılmasını, toplumla bağlarınızın zayıflamasını göze alıyorsunuz, yakınlarınızla kavga ediyor, savaşa giriyorsunuz... Tabii ki hiçbir zaman cinselliğin temelde olduğunu düşünmemek koşulu ile... Ruhbilimcilerin Eros ve Agape karşıtlığına değinen Timuçin, aşkta tersliklerin, uyumsuzlukların, ezici yanların olduğunu anlatıyor. Sertlik ve yumuşaklık bir arada olduğu zaman aşk, aşk oluyor. Denge ortadan kalktığında, her zaman daha sert Eros ya da sevecen Agape ağır bastığı zaman aşktan söz etmek olanaksızlaşıyor. KISKANIYORLAR: Toplumun iki kişinin arasına girmesinin değişik ruhsal nedenleri olduğunu, aşıkların başkalarını kıskandırdığını söyleyen Timuçin, Fransa'da gece hırsızları anlamına gelen Ay Işığı Kuyumcuları adlı romandan örnek veriyor. ''Romancı kitabın bir yerinde diyor ki: 'Aralarında her şey güzeldi çok büyük bir aşk yaşıyorlardı. Yalnız bir hata işlediler aşklarını başkalarına göstermeyi göze aldılar.'' Gerçek aşk yaşayanların, herkesin enine boyuna aşk yaşayamaması nedeniyle göze batarak toplum dışı sayıldıklarını söyleyen Timuçin, ''Toplum böyle bir adanmışlığı kabul etmiyor, akılsızlık sayma eğiliminde. Çünkü bütün insan ilişkilerini çıkar ile hesaplamak istiyor'' diyor. Bizim toplumumuzun aşkın nasıl yaşanacağını bilmediğini, aşkı aşağıladığını ve yasakladığını dile getiren Timuçin, şöyle devam ediyor: ''Bizim türküler hep evliliklerden söz eder. Alaturka şarkılarda ise yalnızca özlem, ayrılık vardır. Hiçbir zaman canlı, güçlü, sağlam aşkı anlatan şarkılarla karşılaşmadık.'' GİZ KALMADI: Günümüzde aşkın olanaksız gibi görünmesini, karşı cinsle ilgili gizlerin kalmaması ve kadın ve erkeğin rahat yakınlık kurabilmesiyle açıklayan Timuçin, ''Şimdi telefon aşkları, otomobil aşkları, işyeri aşkları var. Bunlar iç içe olmanın getirdiği sonuçlar. Oysa aşk belli bir gizin içinde tıpkı sanat gibi gizlerini koruyarak kendini var ediyor'' diye konuşuyor. Hiçbir zaman aşk yaşayamamaktan şikayet etmeyen ve her yaşta aşık olabildiğini söyleyen Timuçin, ''Aşkı gerçekten çok iyi yaşadım. Yoksul bir aile, çalışarak, acılarla, parasızlıkla, geçen ömür, devlet baskısı, işsizlik, rahmetli eşten alınan cep harçlığı... Ama aşk her zaman sağlam ve bozulmadan durdu'' diyor. SALT CİNSELLİK OLMAMALI: Kadın ve erkek arasındaki mesafenin kalkmasıyla, iki cinsin birbirini keşfetmiş gibi olduğuna işaret eden Timuçin, bir cep telefonunun bile işi nasıl kolaylaştırdığına dikkat çekiyor. Günde beş kez mesaj yazdığımız sevgilimizle üç kere konuştuğumuza, aynı yerlerde yaşayıp, aynı ortamlarda bulunduğumuza, gizler kalmayınca da aşkın cinselliğe indirgendiğine işaret ediyor. Bu tanımlamayı da kesinlikle yanlış bulan Timuçin, ''Cinsellik başlı başına aşkı anlatmaz. Çünkü aşk duygusallıkla taçlanmış bir cinselliktir'' diyor. Mutsuz ilişkilerin fazla olmasını, ilişkilerin daha çok çıkara dayanmasına bağlayan Timuçin, gençler arasında beğenmeye dayalı bir ilişkinin olduğunu, beğenmenin de aşk olmadığını söylüyor. Eskiden, kadın ve erkeğin şimdiki gibi bir araya gelme şansının olmadığını anımsatan Timuçin, ''Hep bir çekinik yakınlık olurdu. Biz bazen gece uyumadan sabaha kadar sevgilimizi düşünürdük, şimdi öyle bir şey olduğunu sanmıyorum. Ama güzel yanının da o olduğunu sanıyorum'' diyor. Timuçin, insanın bir sevinci, sonuna kadar bir acı ile yaşamadan, sevdiğine kendisini veremeyeceğini ya da sevdiğinden kendisi için herhangi bir yönelim bekleyemeyeceğini düşünüyor. UYUMSUZLUK NEDEN?: Aşkta kadın erkek uyumsuzluğu sorununu, erkeğin cinsel yaşam koşulları ile kadınınki arasındaki farka bağlayan Timuçin, cinselliğin tabu gibi yaşandığı toplumlarda kadının, erkeği ya da erkeğin kadını kültürel anlamda bile tanıyamadığını anımsatıyor. Kadın ve erkeğin bu bilinmezlikte yan yana gelmelerinin büyük patlamalara neden olduğunu dile getirerek ''Kadın ve erkek cinsel ve duygusal olarak birbirlerinin ne istediğini bilmiyorlar. O yüzden bütün birliktelikler son derece çatışmalı oluyor. Yollarda genç insanları gözlemliyorum, biz sevgilimizle giderken sadece güler, söylerdik. Şimdi sürekli kavga ediyorlar'' diyor. BATILILARIN İŞİ: Timuçin, aşkın daha çok Batılıların işi olduğunu, Doğu'da ise egemen erkek cinselliğinin belirleyici olduğunu ifade ediyor. Batı'nın aşka daha yatkın olmasını da aşktaki kişi olma sorumluluğunun öne geçmesine bağlıyor. ''Yani kendini ortaya koyabilmek ve ben varım diyebilmek. Kendini ortaya koyarken hiçbir ödün kabul etmeyecek biçimde davranabilmek. Oysa Doğulu mütevekkildir, başı eğiktir. Doğulu herhangi bir Ayşe 'ye Fatma 'ya değil, kadına yöneliktir'' diyor. Doğu'da kadının ev, at, otomobil gibi bir mülk olarak görüldüğünü dile getirerek Batı'da kadının da erkek kadar kendi olabildiğine işaret ediyor. Doğulunun kadını salt cinsel bir varlık olarak görmesini ise onu aşağı bir varlık olarak görüp gönül bağı kurmaması ile açıklayan Timuçin, Anadolu'da bazı gelinlerin yıllarca eşlerinin babaları ile konuşmadığına dikkat çekerek ''Kayınpeder 15 yıl gelinin sesini duymuyor. Böyle bir vahşet olabilir mi? İnsan sayılmamak gibi bir şey, insan sayılmayarak da insan olmuyor kadın'' diyor. MEKANİK YAŞAM: İçine çekildiğimiz mekanik ve olumsuz anlamda maddeci yaşam biçimi nedeniyle 'duygulanmamanın' bir insani temel özellik gibi görüldüğünü dile getiren Timuçin, birinin biri için kendini üzmesinin ya da kendini birine adamasının son derece çocukça hatta aptalca bir iş gibi görüldüğünü söylüyor. Birbirlerini sevmeyen insanların 'yarar' öngörerek bir araya geldiklerini anlatan Timuçin, bu şekilde gerçekleşen evliliklerin de hemen dağıldığını, aşksız birleşmelerin sonunun hüsran olduğunu söylüyor. Kişilerin, özellikle de çocukların çok kötü zedelendiğini söyleyen Timuçin, ''Aşk o kadar kalıcı bir şey olmayabilir ama onun sonra güzel bir sevgiye dönüşmesi olasılığı var. Aşk yaşanmadığı zaman o güzel sevginin kurulması olası değil. Belki iki insan birbirine güzel davranabilir ama belli ki orada herkes kendi yalnızlığını yaşıyordur'' diyor. MANTIK EVLİLİĞİ: Timuçin, mantık evliliğine ilişkin tartışmalara da 'akılla ancak ticarethane kurulabilir' yanıtını veriyor. İki insanın belli koşullar çerçevesinde yan yana gelmesine akıl birlikteliği diyen Timuçin'e göre aşk, 'bir kültür alışverişi' alanı. Aşkta iki bilinç birbiri ile iletişim kuruyor. Gündelik yaşamda insanlara kendimizi tam olarak açamazken ya da hepimiz, hemen hemen belli bir maskenin arkasında dolaşırken aşkta o maskeyi atıyoruz. Zaten o maske atılmadığı zaman aşk, aşk olmuyor. Sadece bedensel olarak değil, ruhsal olarak da bir çıplaklık söz konusu oluyor. O çıplaklığın olmadığı yerde bireylerin karşılıklı olarak birbirlerini bulmaları pek olası değil gibi görünüyor. Tabi çıkar hesapları da insanları rahatça bir araya getirebiliyor ama bu hesapların sonu acı oluyor. 21. YÜZYIL KASILMASI: Timuçin, ''Ben aşkta bir dünyayı keşfediyorum bir dünya beni ayrı bir dünya olarak keşfediyor. Benim dünyamda hiçbir şey yoksa benim dünyamda borsa hesapları, yükselme problemleri, bir yakınımın ayağına karpuz kapuğu koymak varsa, ün unvan zenginlik kazanmak peşindeysem böyle bir bilincin aşkla ne ilişkisi olabilir'' diyerek dünyanın sıkıntılarının olduğunu, kültür alanlarında duraklamaların yaşandığını, 21. yüzyılın ikinci yarısından sonra felsefenin, sanatın iyiden iyiye dağıldığını, bilimin tam olarak teknolojiye indirgendiğini anlatıyor. Bu geçici bunalımların aşka da yansıdığını dile getiren Timuçin, ''İnsanların aşktan vazgeçmesi demek kendi gelişimlerinden vazgeçmesi demektir. Duraklama zamanları olsa da yaşama bakış böyle kalmayacak'' diyor. Gelişimin, tarih boyunca genişleme ve kasılma noktaları olduğunu, şimdi kasılmayı yaşadığımızı söyleyen Timuçin, insanların hala aşkı aradığını, aşk olmadığı zaman sanatın da içi boşaltılmış bir çuval gibi duracağını vurguluyor. Timuçin, ''İnsan değerlerinin dışında yaşabilecek bir varlık değil. Bugün bazı değerler yıpranmış olabilir ama o değerler nasıl olsa yaşamda yine etkin olacaktır'' diyor.
-
ÖMRÜMDEN UZUN İDEALLERİM VAR... (SUNA KIRAÇ)... [Çalıkuşu macerası.. 'Hafif sol espride' yaşam.. 'Tam Kominist yapacaktık'.. 'Aileme Küfredenler'.. ]
Hayallerinin peşini bırakmadığı ''Bu kitapta; bir anne, bir iş kadını olarak, duygularımı, deneyimlerimi, ideallerimi ve son yıllardaki sağlık savaşımı okuyacaksınız'' diyor Suna Kıraç dostlarına yazdığı mektupta. 1998 yılında anılarını yazmaya karar veren Koç Holding Yönetim Kurulu Başkanvekili Suna Kıraç'ın kitabı, eşi İnan Kıraç tarafından notları derletilerek gazeteci Rıdvan Akar'ın editörlüğünde yayıma hazırlandı. 3 Haziran'da Suna Kıraç'ın doğum gününe yetiştirilen kitap 12 Haziran'dan itibaren raflarda yerini alacak. Kitabın geliri Suna Kıraç'ın fikir önderi ve kurucularından olduğu Türkiye Eğitim Gönüllüleri Vakfı'na bırakılacak. Kitabının önsözünde de samimi itiraflarda bulunuyor Suna Kıraç. Yaşamı bir MR makinesine benzetiyor mesela. Kaygı dolu bir belirsizlik içinde, kendi isteğinizle girdiğiniz kopkoyu bir tünele benzetiyor. Kaderden bahsediyor, dolu dolu yaşamaktan bahsediyor... Babasından bahsediyor. Ve sevgiden, ve saygıdan, ve insan olmaktan bahsediyor. Disiplinden ve istikrardan bahsediyor. ''Aşklarla, olaylar ve skandallarla dolu, ilginç bir aile yapımız olduğunu söylemek mümkün değil. Ancak Osmanlılardan sonra aristokrasisi olmayan ülkemizde, yaşam stili farklılık yaratan ama Türk sanayisi ve iş dünyasında öncü ve her zaman zirvede kalan bir ailenin öyküsünü; babam Vehbi Koç'tan sonra - bu defa ikinci kuşak üyelerinin birinden okuyacaksınız'' diyor Suna Kıraç kitabının önsözünde. Ardından okuyacaklarımızın Suna Kıraç'ı ve onun dünyasını bizlerle paylaştığını, bu paylaşımın başta bu ülkenin nüfusunun yarısını oluşturan kadınlarımıza, gençlerimize, iş dünyasının parlayan yeni yıldızlarına, sayıları yüz binleri bulan evlatları için yol gösterici olmasını dilediğini belirterek.. ÇALIKUŞU MACERASI ''O minik yaşlarımıza karşın hayal dünyası ile örülü ideallerimiz vardı. Bu yıllarda bir çok yaşıtım genç kız -adayı- gibi beni de en çok etkileyen kitaplardan biri Reşat Nuri 'nin ''Çalıkuşu'' romanı oldu. Feride öğretmenin idealizmi düşlerimi süslüyordu. Onun gibi olmak istiyordum. Kolej'de orta 2. sınıfta okuduğum yıl, yaz tatilinde Kadırga İlkokulu'nda, gönüllü öğretmenlik yapmak için gittim. O okulda ülkenin yaşadığı sefaleti ve eğitimin içler acısı durumunu bütün ağırlığı ile hissettim. Öğretmenlik özveri isteyen bir meslekti ve o uçarı ve ergenlik öncesi ruh halimle böylesi bir sevdanın bana göre olmadığını düşündüm ve vazgeçtim. Ancak o okuldaki tecrübem, sonraki yıllardaki tercihlerimi ve eğitime önem verilmesi konusundaki kararlılığımı çok etkiledi. 'HAFİF SOL ESPRİDE' YAŞAM Lisede okumaya başlamıştık.. Değişik bir grubumuz vardı. Daha ziyade arkadaşlarımızdan, okulu yarım bırakan ve Cevat Çapan ile evlenen Mine Cezzar 'ın evinde toplanıyorduk. Eve sık girip çıkanlar arasında Engin Cezzar , Halit Refiğ , toprağı bol olsun Amerikalı zenci yazar James Baldwin , Genco Erkal , Spiro Kostof , Çiğdem Selışık , İçten Erkin , Bengi Veziroğlu (Işıklı) , Ayşe (Şasa) ve ben sonsuz tartışmalar yapıyor, şiirler, tercümeler, tiyatro ve film eleştirileri ile entelektüel bir atmosferi paylaşıyorduk. Güzel bir arkadaşlığımız oldu. Ben Engin'e hayran: Çiğdem, Genco Erkal ile çıkıyor: Ayşe, Halit Refiğ'in ağzının içine bakıyor. Hafif sol espride yaşıyoruz. SEVGİ SAÇINA BİRA SÜRÜNCE Kolejde unutamadığım olaylardan biri de Sevgi'nin haksız yere disipline çıkmasıdır. Sebep de saç spreyi olarak kullandığı biraydı. O zaman doğru dürüst saç spreyi yok, saçlara iyi tutsun diye biraz bira sürülürdü. Sevgi de bir plastik şişede bira getirmiş. Yatakhane sorumlusu öğretmen, ''bu kız içki içiyor'' diye koşa koşa disiplin kurulan gitti. Annemi okula çağırdılar, annem ne olduğunu anlattı da Sevgi ceza almaktan kurtuldu. 'TAM KOMÜNİST YAPACAKTIK...' İlginç arkadaşlarım vardı. Solculuğa heves eden, ancak servetin her türlü imkanlarından yararlanan bir gruptuk. Evlendikten sonra bir akşam İnan'la birlikte Divan Oteli'nin barında Yaşar Kemal 'e rastladık. İnan'a ''Damat! Kızımızı tam komünist yapacaktık, elimizden aldın'' diye takıldı. KÜÇÜK PRENS VE KLASİK MÜZİK Günler geçiyor iş ve özel yaşamda kurduğumuz ilişki ile İnan'la daha sık görüşüyorduk. İnan'ın bana olan ilgisini hiç kaale almıyordum. Ben çılgın, İnan ise düzgün, olgun bir adamdı. Benim ilgileneceğim insanın 'Küçük Prens' i okuyup, zevk alması gerekirdi. Klasik müzik dinleyip, etkilenmesi şarttı. 'İNAN'I SONRA SEVMEYE BAŞLADIM' İnan ile evliliğim, yaşam biçimi haline getirdiğim mantığımın eseriydi. İnan'ı evlendikten bir hayli sene geçtikten sonra sevmeye başladım, çünkü İnan'ı değiştirmeye çabalamaktan vazgeçtim. Kendi zevk ve beğenilerimi ona dikte ettirmek yerine, evlililkte aynı şeylerden zevk almanın lüzumsuzluğunu öğrendim. İnan, sinemaya zor giden, konsere ve tiyatroya hiç gitmeyen bir tipti. İnan'ın en çok yadırgadığı ve sık sık tartıştığımız şey ''İstanbul sosyetesi'' denilen benim çevremdi. Hep şu laflardı söylerdi: ''Sen karısına bayılmıyorsun, ben kocasıyla aynı frekansta değilim, niye görüşüyoruz bu çiftle? Her davete gitmek mecburiyetinde miyiz?'' derdi. 'MIR MIR'IN ÖYKÜSÜ Her çiftin gündelik yaşamda kendilerine özgü bir dili olduğuna inanırım. Bizim de İnan'la bu tür gergin anlar için ikimiz tarafından belirlenmiş bir şifremiz var. Tartışmalarımız sonrası kim kendisini haksız bulursa ya da gönül almak isterse, diğerine kedilerin çıkardığı 'mır' diye seslenir. Böylece aramızdaki gerginliği hafifletip normal yaşantımıza döneriz. Ancak ilişkinin yeniden normalleşmesi için karşı tarafın mutlaka 'mır mır' demesi gerekir. 'AİLEME KÜFREDERLER' 1979'da Selahattin Beyazıt Galatasaray başkanlığı için listesini hazırlarken İnan'a ''Galatasaray'da bir ilke daha imza atalım. Listemiz seçildiğinde sen başkan olacaksın, ben de yönetim kurulu üyeliği yapacağım'' demiş. Konuyu akşam yemeğinde açtı. Ona sadece 'Böyle bir şey yaptığın takdirde ayrılırız, boşarım seni" dedikten sonra yemekten kalktım ve uyumaya gittim.. Ertesi sabap kahvaltıda konuyu yeniden açtı. Dedim ki: ''Öncelikle bir maç kazanacaksınız, herkes pohpohlayacak ama kaybettiğiniz takdirde de herkes küfredecek. Dolayısıyla bu küfür nedeniyle benim aileme de küfür edecekler. Koç'la, Galatasaray birbirine karışır hale gelecek.'' KIRILAN POT VE RESİM AŞKI Evliliğimizin ilk yılında Mefküre Şerbetçi hanımın açtığı Galeri Ada'da Rasin Ersebük'ün sergisi vardı. Ben ısrarla İnan'ı sergiye gelmesi için zorladım. o da fabrikadan geldi, sergiyi gezdik. Rasin bey yanımıza geldi, ''beğendiniz mi?'' diye sordu. Ben ne kadar beğendiğimi anlatırken, İnan araya atladı ve ''İnşallah yakında sizin de serginize geliriz'' deyiverdi. Adam ne olduğunu şaşırdı, ben bozuldum, surat astım. Şimdi olsa aldırmam. İnan'ın resim aşkı o kırdığı pottan sonra başladı. Şimdi rafine resimler satın alıyor. Ben ise İnan'ı değiştirmekten vazgeçtim.
-
FATİH SULTAN MEHMET İSLAMİ ŞEHİR İSTEMEDİ... (Şeriatçılar Fatih'in bir Rum'a böyle büyük değer biçmesine, devşirmeler ise Bizans asillerinin kendisin)
Fatih İslami şehir istemedi... Fatih, hem İstanbul'un gayri Müslimlerini orada tutmak konusunda bir dizi dinsel ve ekonomik güvence sunmuş hem de bununla yetinmeyip dışarıdan yoğun bir gayrimüslim nüfus getirtmiştir. İstanbul'u Müslümanlık, yanı sıra Ortodoksluk, Ermenilik ve Yahudilik açısından da kurumlaşma merkezi yapmıştır. Özel kıyafetiyle ve büyük bir gösteriş içinde Saray'a gelen Patrik Gennadios, Sultan'ın ''Hıristiyanlara ve patriklerine karşı, benden önce imparatorlarınızın gösterdiği korumayı göstereceğime güvenebilirsiniz'' diyen Fatih'in elinden, dinsel otoritenin simgesi olan asa ve taç alır. Taç giyme töreninden sonra Fatih, din hocalarının hoşnutsuzluğuna aldırmadan Patriği Saray'ın dış kapısına kadar uğurlar. Fethin sonrasındaki çok önemli bir uygulama da, Fatih 'in gayri Müslimlere ilişkin politikasıdır. Önemlidir çünkü tarih içinde Fatih'in gerçek kimliğini anlamamızda belirleyici bir önem taşımaktadır. Zorla ele geçirilen şehirlere uygulanan şeriat hukuku, kılıçtan geçirme, talan ve köleleştirme olmuştur. ''Boyun eğip cizye (kelle vergisi) vermek koşuluyla yaşam güvencesi'' (Tevbe-29) ise silahlı direniş göstermeden teslim olan Hıristiyan ve Museviler içindir. Nitekim Fatih'in kendisi de, zafer öncesi uyarılarında buna atıfta bulunmuş, ancak Bizans, 60 bin ölü ve çok daha fazla yaralı pahasına direnmiştir. Hal böyleyken Fatih'ten beklenen, 3 gün boyunca verdiği yağma izninde de olduğu gibi İstanbul'u salt Müslüman bir şehir olarak kurmak, canlı Rumları köle konumda tutmak ve tüm tapınakları camiye çevirmektir. Oysa O, talan kararını bile son çare olarak vermiş ve sonuçlarından da büyük bir üzüntü duymuştur. Bundan sonra ise şeriata aykırı bir İstanbul örgütlemiştir. Şeriat, salt İslam bir İstanbul isterken Fatih, kozmopolit imparatorluğunun tüm renklerini içeren, kozmopolit bir kent kuracaktır. Bu bağlamda başvezir Natoras 'a, tüm ailesiyle birlikte özgürlüğünü iade eder. Natoras'tan isimlerini saptadığı Bizans soylularını, fidyelerini bizzat ödeyerek kölelikten kurtarır. Bununla da yetinmez, Bizanslıların bu siyasal önderine, şehrin idare işlerinin yönetimini önerir. Gerçi daha sonra Natoras'ı öldürtecektir ama bunun şeriatçı ve devşirme güçlerin muhalefetini etkisizleştirmek gereksiniminden kaynaklandığı konusunda geniş bir ittifak vardır. Şeriatçılar Fatih'in bir Rum'a böyle büyük değer biçmesine, devşirmeler ise Bizans asillerinin kendisine rakip olmalarından duydukları kaygıyla Fatih'i, Natoras'ı öldürtmeye zorlamışlardır. Nitekim Fatih'in tarihçilerinden Kritovulos , ''bilahare çıkan kıskanç fikirler, Padişah'ın iyi düşüncelerinin ortaya çıkmasına imkan bırakmadı. (..) Natoras'ı şehrin imar ve yerleştirilmesine nezaret etmek için şehremini (belediye başkanı) tayin etmek istiyordu. Hatta bu konuda onunla konuşmuştu da. Fakat Padişah'ın yanında sözü geçen kişilerin tesiriyle bu düşündüklerinin yerine getirilmesi engellendi'' diye yazacaktır. F. Dirimtekin de, ''Fatih şehre girdiği günden itibaren şehrin imar ve iskanını düşünmeye başladı. Hatta bu maksatla Natoras ile görüşerek onun fikrini aldı. Kendisini bu işlere nezaret için şehreminiliğine tayin etmeyi düşündü. Fakat bu Natoras'ın felaketine mucip oldu. Çünkü aleyhinde kıskançlık ve düşmanlık başladı'' diyecektir. Özetle Fatih Natoras'ı hal'ledecek, ancak biraz gerilemiş de olsa planını uygulamaktan vazgeçmeyecekti. Onun kurmak istediği İstanbul, temel ideolojisi İslam olmakla birlikte kozmopolit imparatorluğa uygun kozmopolit bir başkentti. Mümkün olabildiğince, ''değişen şeyin yalnızca imparatorluk olduğunu, bunun dışında kendisine tabi olacak Hıristiyanlara her şeyin eskisi gibi devam edebileceğini izah etmek istemiştir.'' (S. Tansel) Natoras ile birlikte Bizans asillerini esirlikten kurtarmasını takiben bunların bir kesimini, Türk-Müslümanlara kapalı tuttuğu kapıkulluğu sistemine alacak (R. Matran); yani fetedilenlerin bir kısmını fethedenlerin yöneticisi haline getirecektir. GENNADİOS'A SAYGI Yine şeriat hukuku gereği kendi payına düşen (1/5) esirleri kölelikten azat edip Fener bölgesi evlerini de onlara vererek, yeni İstanbul'un ilk Rum semtini oluşturacaktı. Artık onlar köle değil sadece ''zimmi'' , yani Müslümanlardan ayırımla kelle vergisi (cizye) veren insanlardır. Aynı şekilde diğer esirleri de yine şeriat hukuku hilafına ücretle çalışan ücretliler konumuna geçirerek, onlara, devrine göre yüksek sayılacak 6 akçe ücret verme zorunluluğu getirecekti Üstelik o, çok daha büyük saygıyı Gennadios adlı yine muhalif rahibe gösterecek ve onun üzerinden, şeriatçılarla arasını iyice açacak bir işi, Ortodoks kilisesinin özerkliğini ve merkezi örgütlenmesini sağlayacaktır. Bu bağlamda önceki dönemdeki bir patriklik otoritesi yaratacak, bu göreve en uygun kişinin ise, hem Katolik dünyası karşısında uzlaşmaz kimliği hem de Rum halkı nezdindeki güçlü konumu nedeniyle Gennadios olduğunu saptayacaktı. Ancak öncelikle Gennadios'un, fidyesi ödenip kölesi olduğu Edirne'li ağadan kurtarılması gerekiyordu. Fidyesi ödenerek özgürleştirilmesinin ardından Gennadios, önce Havariyun Kilisesi piskoposluğuna, ardından da Ortodoks dünyasının patrikliğine getirildi. Patrikliğin onay töreni oldukça görkemli kılınacaktı. Özel kıyafetiyle ve büyük bir gösteriş içinde Saray'a gelen Patrik Gennadios, Sultan'ın ''Hıristiyanlara ve patriklerine karşı, benden önce imparatorlarınızın gösterdiği korumayı göstereceğime güvenebilirsiniz'' diyen Fatih'in elinden, patrik atandığını gösteren ve kendisine tanınan hakların sonraki patriklere de devredilmesini sağlayan ferman yanı sıra dinsel otoritenin simgesi olan asa ve tac alır. Taç giyme töreninden sonra Fatih, din hocalarının hoşnutsuzluğuna aldırmadan Patriği Saray'ın dış kapısına kadar uğurlar. İSLAMBOL MU, İSTANBUL MU? Fetih sonrası İstanbul'una dair gerçek tablo budur. Fatih, kozmopolit imparatorluğuna kozmopolit bir başkent oluşturmaktadır; İslamın egemen renk olduğu, ama tüm dinsel merkezlerin devlet güvencesinde örgütlendiği, çok dinli bir başkent kurmaktadır! Bu bağlamda Bizans resmi belgelerindeki Konstantinopolis, Osmanlı resmi belgelerinde Konstantiniyye olurken, halkın dilindeki Stanpolis de İstanbul olacaktır. Durum buyken Türk- İslamcı yazında, İstanbul'dan sıklıkla ''İslambol'' olarak sözedilecek, dahası bizzat Fatih'in Konstantinopolis'e bu adı taktığı ve zaten onu Hıristiyanlardan temizlemek için fethettiği gibi absürd iddialarda bulunulacaktır. Fatih, hem İstanbul'un gayri Müslimlerini orada tutmak konusunda bir dizi dinsel ve ekonomik güvence sunmuş hem de bununla yetinmeyip dışarıdan yoğun bir gayri Müslim nüfus getirtmiştir. Özetle, İstanbul'u Müslümanlık yanı sıra Ortodoksluk, Ermenilik ve Yahudilik açısından da kurumlaşma merkezi yapmıştır. Bunun sonucudur ki, 1480'de şehir nüfusunun %58'ini Türkmenler oluştururken, % 23'ünü Rumlar, % 19'unu ise Ermeni, Yahudi ve Latinler oluşturur. HADDİNİ BİLMEZLİK! Fetih sonrasında gayri Müslimlere ilişkin uygulanan bu politika, doğaldır ki, şeriatçılarca ağır eleştirilere uğrayacaktı. Öyle ki şeriatçı din adamları, "Şevket-i Muhammediye'nin kuvvet ve kudreti bu derece yükselmişken, Hıristiyanları, kılıç ile İslam'ı kabul etmeleri arasında bırakmaya ne mani var? Hele yıkılan devletin ileri gelenlerini serbest bırakmak, mülk içinde bir fesat fırkasının bekasına cevaz vermek değil midir?" yollu ta'rizlere kalktılar. Fatih ise, "Din-i Mübini, hazreti Allah'tan ziyade himaye iddiasında bulunmak ne büyük haddini bilmezliktir' cevabıyla birinci itirazı reddeylemiştir. " (Namık Kemal, Evrak-ı Perişan, s.127) Dikkat edilirse oldukça 'laik' bir tutum sergileyen Fatih, dinin sahibi Allah varken dini korumak size mi düştü diyerek şeriatçılığı açıkça "haddini bilmezlik" olarak yargılıyor. Bu yaklaşımlardan, elbette ki Fatih'in "gizli bir Hıristiyan" olması gibi bir sonuç çıkarılamaz. Aksine tipik bir imparator portresiyle karşı karşıyayız. Fatih, gerçek bir imparator gibi, dinsel kalıpların ötesinde, her türden dinsel tutuculuktan uzak bir yöneticiydi. Bu politikasıyla yapmaya çalıştığı şey de, çok dinli imparatorluğuna çok dinli bir merkez oluşturarak, 1- Rum tebaasının gönlünü kazanmak ve bu yoldan onları denetlemek, 2- onları Katolik dünyasının etkisinden kurtarmak, hatta onlara karşı kullanmak ve 3- Başkentinde şeriatçı güçlere karşı bir denge gücü sağlamaktır. ______________________________________________________________ Kaynak: Hafta Sonu 10.06.2006 / ERDOĞAN AYDIN