DİPNOT tarafından postalanan herşey
-
AKP Lideri Erdoğan:Başkanlık sistemi Amerikan emperyalizminin tavsiyesidir
Hiç istememe ve uygun görmeme rağmen, başkanlık sistemi Türkiye'de zaten var gibi arkadaşlar.... Başkanlık sisteminden beklenen güç birliği, güç zaten Türkiye’de Başbakan’ın elinde toplanmış durumda değilmi... Saygılar...
-
YENİ BİR DİNDARLIK DALGASİ...
Yeni bir dindarlık dalgası Laikliğin kalesi sayılan Fransa da içlerinde olmak olmak üzere Avrupa ülkelerinde yeni bir dindarlık dalgasının yükseldiği söyleniyor. Daha doğrusu, bu gibi ülkelerde uzun süredir ihmal edilen, önemsenmeyen dinsel değerlerin yeni bir yükseliş ivmesi kazandığı ileri sürülüyor. Amerika Birleşik Devletleri için böyle bir sorun Batı Avrupa için olduğu kadar güncel değil. Çünkü bu ülkede, göstermelik olarak ya da gerçekten, dinsel değerler ve simgeler zaten hep ön planda olmuştur. İslam coğrafyasının geneli için de böyle bir sorun yok. İslam dininin egemen olduğu ülkelerde, bunlar arasında laikliğin kalesi sayılan bizim ülkemiz de içlerinde olmak üzere, dinsel değerlerin köktenci bir yaklaşımla tartışılması hiçbir zaman gerçek anlamıyla söz konusu olamamıştır. Bununla birlikte, Türkiye’de yakın zamanlara kadar ülke yönetiminde günümüzde görüldüğü ölçüde etkili olması söz konusu olmayan din, günlük yaşama da günümüzdeki kadar girmiş değildi. İktidardaki dinci partinin baskısıyla ya da çıkar sağlamak amacıyla kendini böyle göstermek zorunda hisseden ya da tam tersine aynı baskının sonucunda dinsel değerlere tepki duyan kişi ve çevreleri bir yana bırakıyorum. Bunların ötesinde de, dinle pek fazla ilişkisi olmamış toplumsal kesimlerde ve hatta bir zamanların ateistlerinde bile, dinsel değerlere yakınlık eğilimlerinin görüldüğü bir gerçek... *** Bu olgu, Sovyetler Birliği’nin dağılması ve postmodern bir dünyada yaşıyor olmamızla açıklanıyor. Postmodern bir dünyada yaşamanın ne demek olduğunu pek anlayabilmiş değilsem de Sovyetler Birliği’nin dağılması sonucunda sosyalizm idealinin sarsılmış olduğu, bunun da farklı ideolojilerin, bu arada dinlerin yeni bir canlılık kazanmasına yol açtığı yadsınamaz. Yanı sıra, “pozitivist” (olgucu) dünya görüşünün (insanlığın ilerlemesine olan sarsılmaz inancın) özellikle yirminci yüzyıldaki iki büyük savaş sonucunda büyük yaralar aldığı, günümüzde de haklı gerekçelerle tartışılmakta olduğu yine yadsınamayacak bir başka gerçektir. Bütün bunlar bizi nasıl bir sonuca götürüyor, ya da götürmeli? *** Yeni bir dindarlık dalgasını açıklayan gerekçeleri, özellikle de sosyalizmle ilgili olanı irdelemeye çalışalım... Sovyetler Birliği’nin ve onunla ilişkili sosyalist sistemin dağılması sosyalist ideolojinin ağır yara almasına kuşkusuz ki neden olmuştur. Fakat sonuç olarak hatalarıyla ve insanlığa kazandırdıklarıyla bu bir uygulamaydı. Sosyalizm ideali kuram olarak ve dağılan Sovyetler Birliği başta olmak üzere çeşitli ülkelerdeki uygulamalarının bu ülkelerin insanına ve insanlığa kazandırdıklarıyla sapasağlam ayaktadır. Herhangi bir başka seçeneği de yoktur. Günümüzde de insanlığın geleceğini tehdit eden, gezegenimizi yok oluşa sürükleyen kapitalist-emperyalist sistem içinde sosyalizme seçenek aramak boşunadır. Sosyalizmi pozitivizmle de karıştırmamak gerekiyor. İnsan iradesini hiçe sayan pozitivizmin, bu anlamda dinsel kadercilikten pek de farkı yoktur... *** Toplumsal bilimler, akıl ve sağduyu, dinlerin de insan ürünü olduğunu ne kadar söyleseler de, dinsel değerlere bağlılık var olmayı çok uzun zaman sürdürecektir... Kaldı ki, kişisel bir inanç ya da toplumsal töre ve simgeler olarak dinsel değerleri yadsıyıp reddetmek ancak yine kişisel bir tavır ve seçim olarak yerinde ve anlamlıdır. Dinin toptan yadsınışı ne kadar yanlışsa, günümüzde görüldüğü gibi (üstelik entelektüel bir “karşı-pozitivizm” sosuna batırılmış olarak) insanlığa yeni bir ideoloji gibi sunulması da en az o kadar yanıltıcıdır. İnsanlık bugün yaşanmakta olan düşünsel ve duygusal karmaşadan, doğa ötesi yanılsama ve hayallerle değil, hümanizmle dengelenmiş bir sosyalist ideal ve kendi yazgısına kendisinin sahip olduğu bilinciyle kurtulabilir... l Ataol Behramoğlu...
-
GÜNÜN KARİKATÜRÜ... (Kendi dilini oluşturmak için, karikatür, metafor yaparak kendine has bir anlatım dili oluşturuyor... :). :(. :|...)
- TV'DE İZLENEBİLECEK GÜNÜN FİLMİ / FİLMLERİ... (Sinema severlerin beğenisine sunduğum günün TV film/filmleri...)
‘Şeref Madalyası’, Yaşlılık ve farkında olmadan kaybedilen değerleri sorguluyor Yalnızlıktan kurtuluş bileti... Yönetmen Calin Peter Netzer’in 6 yıl aradan sonra çektiği ikinci filmi “Şeref Madalyası-Medal Of Honor”, bu akşam Kanal 24’ün “24 Tematik Film Kuşağı”nda ekrana geliyor. Film, Romen sinemasının sosyal gerçekçi karakter hikâyelerini oyuncuların üstün performansları ile anlatıyor. ‘2009 Selanik Jüri Özel Ödülü’, ‘En İyi Senaryo Ödülü’ kazanan ve katıldığı festivallerden çeşitli ödüller alan filmin konusu şöyle: II. Dünya Savaşının bitişinin 50.yıl onuruna açıkça belirtilmeyen “kahramanca” davranışlarından dolayı 75 yaşındaki Ion’a (Radu Beligon) onur madalyası verilir. Komünizm sonrasıdır, Ion karısı Nina (Camelia Zorlascu) ile orta halli bir yaşam sürmektedir. Ion’nun aldığı bu madalya, toplumun aşağılamalarından, karısının ihmalinden ve yalnızlıktan kurtuluş bileti gibidir. Sorun şu ki, bunu hak edecek bir şey yaptığını hatırlamıyordur. Çok geçmeden, yetkililerin sözüne inanır ve madalyanın esiri olur. Yönetmen Calin Peter Netzer, aynı zamanda kendi yaşantılarına ince eleştiriler ve geçmişlerine göndermeler yaparak, filme samimi bir anlam kazandırmıştır. “Şeref Madalyası”, yaşlı bir çiftin üzerinden hikâyeyi hicvederek yaşlılık, iletişimsizlik ve farkında olmadan kaybedilen değerleri sorgulayan dokunaklı bir yapıt. ■ Kanal 24, 20.30 Radu Beligon, 75 yaşındaki Ion’a karakterini başarıyla canlandırıyor.- İslam İsyanı Bize Umut... “İsyan”, hele sınıfsal isyan, İslam ülkelerinin “tabiatında” yoktu!...
Mübarek Sonrası Senaryolar Washington’da bir diplomat dostuma “senaryoları” sordum. “Senaryodan ziyade ortada ‘korkular’ ve ‘umutlar’ var!” dedi... Mübarek sonrası döneme ilişkin korkular malum; “kaos” ve “Müslüman Kardeşler...” Umutlar ise bu aşamada kapsamı çok müphem olan bir “orderly transition/düzenli geçiş!” olarak tarif ediliyor. Enteresan! Güney ve Doğu Avrupa’nın “demokratikleşme” süreçleri, “demokrasiye geçiş” tanımıyla tabir edilirdi. Mısır örneğinde hiç kimse -ne Obama, ne Hillary, ne AB’li ortaklar- “demokrasiye geçiş” ifadesini ağza almıyor. Bunu ya gülünç olmamak için, ya “geçilecek şeyin” ne olduğuna dair uzun boylu fikirleri olmadığından yeğliyorlar… “Her halükârda ‘düzenli geçiş’ nedir?” dediğinizde, “körün fili tarifi” denen durum çıkıyor ortaya: Kimi hortum, kimi bacak, kimi kepçe kulak diyor… Bazıları bununla “Mübarek’siz Mübarek düzeni” anlamına gelen bir “düzen korumasına” vurgu yapıyor… Bazıları da iktidar yapısının, “güç boşluğu” ya da kontrolsüz bir “darbeye” yol açmaksızın, “yeniyi”(!) şekillendirecek kadrolara; öngörülebilir bir “düzende” gücün devredilmesinden bahsediyor… Varılmak istenen hedefin köklü bir “değişim”den çok, eninde sonunda bariz biçimde “statükonun korunması” olduğu anlaşılıyor... ‘Düzenli geçiş’ ya da ‘askeri vesayet’ İtiraf etmek gerekir ki Mısır’da demokrasi arayışının önündeki tek engel yalnız Batılı güçlerin bölgedeki “istikrar” kaygısından ibaret değil. Bunun yanı sıra “demokrasinin” üzerine inşa edilebileceği bir yapı yok Mısır’da. Gözlemcilerin “50 yıllık siyasi çöl” diye tanımladığı ülkede, örgütlenmiş tek siyasi hareket “Müslüman Kardeşler”. Bunun ötesinde örgütlü sivil toplum kuruluşları, siyasi partiler, kurumlar yok. Mısır’da kurumlaşan tek yapı “ordu”… “Düzenli geçiş” tanımının açılışı, hasbelkader dolayısıyla bir “askeri vesayet rejimiyle” eşanlama geliyor. Bu da işte BOP’un cilvesi! BOP Eşbaşkanı Erdoğan Türkiyesi’nde; “demokratikleşme” adı altında “askeri vesayete” son verilirken; aynı “demokratikleşme” namına Mısır’da “düzenli geçiş” tanımı kapsamında gündeme getirilen “askeri vesayetin” hesapları yapılıyor... Avrupa ekseninden çıkıp Ortadoğu eksenine kaydığınızda, kavramlar böyle duruma göre alabildiğine “oynak” içerikler kazanabiliyorlar... Kavram ve de ilkeler bağlamında kör kör parmağım gözüne Mısır’da ortaya çıkan bu çarpıcı çelişkiyi “Time”da sorgulayan Mark Thompson (“Sharing Democracy with the Egyptian Military/Mısır ordusuyla demokrasiyi paylaşmak”); “hakem rolü oynamak zorunda kalabilecek” Mısır ordusunun rolü için açık açık “Demokrasilerde normalde ordunun bir kenara çekilmesi düşünülür. Ancak Mısır örneğinde tersine askerlerin rolü, önümüzdeki aylar hatta yıllarda büyük ihtimalle öne çıkmak zorunda kalacak!” demekten kendini alakoyamıyor… DİPNOT / KAYNAK: ___ ... Yada buradan...- ÜLKEMİZDE YOLSUZLUKLAR ve ÖNLEMLERİ...
İstanbul’da 77 bin dönüm yeni 2B arazileri daha talana açıldı Rant yarattılar Orman özelliğini yitirmiş alanlar için kullanılan 2B arazilerinin satışını öngören tasarısının önümüzdeki günlerde TBMM gündemine gelmesi beklenirken yaratılan rantın boyutları da soru işaretleri yarattı. Türkiye genelindeki 4 milyon 730 bin dönümlük 2B alanının 182 bin 330 dönümünün yani yüzde 3.9’unun İstanbul’da bulunduğu biliniyordu. Ancak geçtiğimiz aylarda tamamlanan 2B kadastrosu rakamlarına göre yaklaşık 77 bin dönüm arazi üzerinde 59 bin parsel daha üretildi. 2B işgalcilerinin belirlenmesi sırasında yeni üretilen 59 bin 2B parselinin yüzde 20’sine itiraz edildi ve yaklaşık 12 bin dava açıldı. İştah kabartan 7 ilçe Harita ve Kadastro Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi II. Başkanı Mehmet Hışır, İstanbul’daki 2B arazilerinin Beykoz, Sultanbeyli, Ümraniye, Pendik, Tuzla, Çatalca ve Silivri’de yoğunlaştığını, 2. köprünün güzergâhında yer alan Beykoz, Ümraniye ve Sultanbeyli’de rantın daha yüksek olduğunu anlattı. Hışır, rantın yüksek olduğu yerlerde yeni ortaya çıkan 2B parsellerinin kadastrosu yapılırken işgal edenlerin bilgilerinin de şerh düşüldüğüne, buraların işgalcilerine satılacağı gibi bir hava yaratıldığına dikkat çekti. Aslında AKP hükümetinin 2B’leri barınma hakkını kullanan yoksul yurttaşa verme gibi bir niyetinin olmadığını vurgulayan Hışır, “Çünkü yasa taslağında TOKİ’ye istediği yeri alma hakkı tanınıyor. Deniz ve orman manzaralı rantı yüksek araziler lüks konut yapılmak üzere TOKİ’ye verilecektir. Satışla ilgili yasa taslağında, işgalciye satılabilmesi için geriye dönük 5 yıl süreyle orada oturma zorunluluğu aranıyor. Örneğin 2009 yılında parasını ödeyerek orayı almış olan vatandaş, satışı sırasında hak iddia edemeyecek. 2B parselleri de sürekli el değiştirdiğine göre tapu alma hayali yaşayan birçok yurttaş hayal kırıklığına uğrayacak” diye konuştu. Davaların nedeni Hışır, 2B işgalcilerinin belirlenmesi sürecine sadece İstanbul’da 12 bin civarında dava açılmasının nedenlerini şöyle sıraladı: “2B alanlarında oturanların yaklaşık yüzde 50-60’nın kiracı olması ve uzun yıllardır burada bulunmaları nedeniyle hak talebinde bulunulması, arazilerin tapusuz olması nedeniyle satışların belgelenememesinden birden fazla hak talebinde bulunanların olması, 2B arazisi olduğunu bilinmeyen ama ölçümler sırasında 2B arazisi olduğu belirlenen boş arazilerin sanki işgalcisi varmış gibi hak talebinde bulunulması...” Yine iptal edilebilir 2B arazilerinin yasa çıkartılarak satılmasının anayasanın 169 ve 170. maddelerine aykırı olduğunu yineleyen Hışır, konunun Anayasa Mahkemesi’ne taşınması halinde daha önce 5 kez iptal kararı veren yargının bu satışları da iptal edeceğine kesin gözü ile bakıldığını söyledi. Hışır bu durumda ortaya çıkacak mülkiyet sorununun boyutunu da ortaya koydu: “Satışların iptali halinde geriye dönük yapılan satışlar yolsuz tescil durumuna düşeceği için tekrar Hazine adına tescil edilmesi gerekecektir. Bu durumda da devletin tapu siciline güven ilkesine dayanarak, tapudan gidip bu yerleri satın alan vatandaşların elinden bu yerler alınacak ve bu durum Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne taşınarak Türkiye milyonlarca tazminata mahkûm edilecektir.” DİPNOT/KAYNAK: ... ÖZLEM GÜVEMLİ- Mustafa Kemal Atatürk
- GÜNÜN KARİKATÜRÜ... (Kendi dilini oluşturmak için, karikatür, metafor yaparak kendine has bir anlatım dili oluşturuyor... :). :(. :|...)
- İslam İsyanı Bize Umut... “İsyan”, hele sınıfsal isyan, İslam ülkelerinin “tabiatında” yoktu!...
BÖLGEYLE İLGİLİ TAHMİNLER 1- Tunus ve Mısır’daki halk isyanı, henüz devrim aşamasında değildir. Muhtemelen ilk aşamada sistem içi uzlaşmalar ve ileri reformlarla sonlanacaktır. 2- Muvazaa çoğulculuk ve yandaş demokrasi tezi çökmüştür. (Bilal Hasan, El Şark El Awsat, 30 Ocak 2011) 3 Mübarek rejiminin düşmesi, bölgedeki depremin tetikleyicisi olabilir; etkileri, bir ülkeden diğerine göre farklılık gösterecektir. 4 - ABD, köhne rejimlere, miadını doldurmuş yöneticilere bağlı kalmayacak; işine geldiği yönetim ve şahsiyetlerle yeni işbirliği olanakları arayacaktır. 5- ABD’nin iradesi her şeyi belirlemez; değişim ve ilişkilerin boyutunu, halkların mücadele kararlığı da belirleyecektir. 6 - Bu yüzden, artık tek tek politikacılar ve simge isimler yerine, ABD ayaklanma sonrası simgeleşmiş halk unsuru denen bir olguyu da göze alabilecektir. 7 - Bu çerçevede, “AKP modeli” pazarlanmaya, devreye sokulmaya çalışılacaktır. 8 - Demokratik açılımlar, her kesimden siyasi fikrin önünü açacaktır. Kriz sonrası boşluğa en fazla örgütlü ve hazır olan İslamcı kesimler, kazanımlardan azami ölçüde ve fırsatçı taktiklerle yararlanmayı deneyecekler. İngiliz ve Amerikan basını, yeni bir demokratik ortamdan en fazla yararlanacak gücün İslamcılar olacağı konusunda hemfikir. Bu ihtimal ise İsrail ile Batı’yı korkutmaktadır. 9 - Durum ne olursa olsun, Uluslararası Stratejik İlişkiler Enstitüsü’nden (IRIS) Kerim Emile Bitar’ın deyişiyle şimdilik mutlu son beklememek gerek. (Le Nouvel Observator sitesi, 1 Şubat 2011)- İslam İsyanı Bize Umut... “İsyan”, hele sınıfsal isyan, İslam ülkelerinin “tabiatında” yoktu!...
Türkiye ve Mısır Dersleri Tunus’taki halk ayaklanması ülkemizde Mısır’daki ayaklanma kadar yankı bulmadı. Bunun başlıca nedeni Mısır’ın hem tarih hem coğrafya bakımından ülkemize daha yakınlığı olabilir. Kavalalı Mehmet Ali Paşa hanedanının Mısır’ı Osmanlı’dan koparması liseli yıllarımızdan bu yana zihinlerimizde bir travma olarak durmaktadır. Bence ne Osmanlı ne Türkiye tarihi Kavalalı olgusuyla tam olarak hesaplaşıp onu tarihte yerli yerine oturtabilmiş değil. Bu Paşa, Osmanlı’ya neden isyan etti. Hain mi yoksa kahraman mıdır? Bunları yazarken Kavala’daki Mehmet Ali Paşa Anıtı’nı anımsadım. Yunan tarihi Kavalalı’yı Kavalalı olduğundan mı yoksa Osmanlı’ya isyan ettiği için mi kahraman olarak görüyor? *** Mısır, üzerinde pek çok krallık ve devlet kurulmuş birkaç bin yıllık tarihe sahip bir ülke. Bu, bizim Anadolu’daki yaklaşık bin yıllık hikâyemize göre çok daha köklü bir tarih... Buna karşılık 1517’de başlayan Osmanlı egemenliği 400 yıl kadar sürebilmiş... 1914-1922 yıllarında Osmanlı egemenliğinin sona ermesiyle Mısır’da başlayan krallık yönetimi, 1953’te (bizde cumhuriyetin kuruluşundan otuz yıl sonra) askerlerin ilan ettiği cumhuriyete kadar devam ediyor... Mısır Cumhuriyeti diye adlandırılan yönetim biçimi ise, esas olarak, günümüze kadar süregelen tek adam yönetimleridir... Bütün bu olgularla birlikte düşünüldüğünde, Mısır (ve Tunus’taki) halk ayaklanmalarından, Türkiye bakımından nasıl bir çıkarsama yapılabilir?.. *** Türkiye yakın zamanlara kadar Batı Avrupa ülkeleriyle ölçülnürdü. Şimdilerde Ortadoğu’da, Afrika’da olup bitenlerden kendimize örnek çıkarır olduk. Mısır ve Tunus’taki ayaklanmaları irdeleyen kimi konuşmacı ve yazarlar, bizdeki iktidar partisinin liderine, gelinim sen anla dercesine, tek adamlık hevesinden ve bu yöndeki zorlamalardan vazgeçmezsen senin sonun da oralardaki diktatörlerinkine benzer demeye getiriyorlar… Bizdeki tek adam heveslisi bu dokundurmaları üstüne alınmadığı gibi Mısır’daki tek adama demokrasi öğüdü vermeye yelteniyor. Bu çok ilginç bir Türkiye fotoğrafıdır. Monarşiye son vererek cumhuriyet kuran ve bir zaman sonra da çok partili demokratik sisteme geçen Türkiye, şimdilerde iki partili bir sisteme ve başkanlık yönetimine özendirilmek isteniyor... Bir başka deyişle, monarşiye son verilerek cumhuriyetin kurulduğu, sonrasında da o dönemin zorunlu ve ilerici tek adamlığından çoğulcu demokratik sisteme geçilmesinin başarıldığı ülkemize, şimdi tarihin makarası tersine çevrilerek ya da dürbüne tersinden bakılırcasına, Tunus’ta ve Mısır’daki halk ayaklanmalarıyla sarsılıp yıkılmakta olan tek adam yönetimlerinin çok daha gerici ve demokrasi karşıtı bir benzeri dayatılmaya çalışılıyor... Bunun gerçekleştirildiğini varsayarak tarihin tekerleğini bu kez ileriye çevirdiğimizde ya da dürbünü doğru tarafıyla geleceğe yönelttiğimizde ise, Tunus’ta ve Mısır’da bugün yaşanmakta olanların benzeriyle yıllar sonra kendi ülkemizde karşılaşacağımızı görebiliyoruz... *** Sözcüğün tam anlamıyla “anakronizm” (tarihe aykırılık, tarih bakımından terslik, çağdışılık, çağa uymazlık) demek olan bu saçma durum şöyle de ifade edilebilir: Yakın geçmişinde Tunus’a, Mısır’a örnek oluşturmuş Türkiye Cumhuriyeti’nin geleceğinde olabileceklere, şimdi bu ülkelerde yaşanmakta olanlar olası örnek oluşturuyor... Yukarıdaki cümlenin güç anlaşılır karışıklığının farkındayım... Ne yapalım ki durumun kendisi böylesine karışık... Türkiye bu saçma, kapkara gelecek senaryosunu hak etmekte midir? _____________ Ataol Behramoğlu...- DİPNOT'lar...
Tuz da Dayanamadı! Abdullah Gül, Çankaya’ya çıktığında, hakkındaki, “belgede sahtecilik”le bağlantılı olarak açılmış ünlü “Kayıp Trilyon Davası” sürüyordu. Ayrıca Gül’ün daha önce de bir davadan hükme bağlanmış (sabıka) durumu da olmuştu. Devlet Bakanı’yken, “kişisel” harcamalarını “devlet”e ödetmekten “mahkûm” olmuş, cezasını faiziyle ödemişti. Dava konularının akçe ile ilgili olması da dikkat çekiciydi, kısacası örnek bir yurttaş olmaktan oldukça uzak bir tutum ve durum. Buna karşın Gül, hiçbir “çekince” duymadan görevi kabullenip Çankaya’ya çıkmıştı. Üstüne üstlük bu “tür” olumsuzluklarının yanı sıra, Çankaya’yı, daha doğrusu “Laik Türkiye Cumhuriyeti Devleti”ni yaratan Atatürk’e “karşı” bir duruş da sergiliyordu. Türkiye’ye en “ağır tahribatı laiklik ilkesi”nin yaptığını söyleyen; Anayasamızın cumhuriyeti, laikliği tanımlayan, koruyan “ilk üç maddesinin çok ilkel” olduğunu bildiren; “Cumhuriyet döneminin sonunun geldiğini” açıkça ilan eden biriydi A. Gül. Ama yine de “Laik TC Devleti”nin ve Ankara’nın tepesinde, Çankaya’da oturuyordu. Çankaya’nın bu durumunu; Türkiye Gençlik Birliği’nin (TGB) kimi yöneticilerinden, kimi öğrenci konseyi başkanlarından oluşan bir grup öğrenciyi, Gül’ün kabul etmemesinin üzüntüsünü içimden çıkarıp atamadığım için anımsattım. Çünkü; Gül’ün sözünü ettiğim durumlarıyla, gençleri kabul etmemesinin “nedeni” arasında bir bağlantı vardı sizlerin de gördüğü gibi. Bu grup; Gül’ün seçtiği -bir eli yağda bir eli balda- on bir “Öğrenci Konseyi” başkanıyla yapılacak söyleşide; türlü sıkıntıları olan yüz binlerce öğrencinin sorunlarının dile getirilemeyeceğini, dolayısiyle kendilerinin de bir kez dinlenmesini istiyordu. Ayrıca bu gençlerin, Çankaya’da Cumhurbaşkanı’nca kabullerini engelleyecek bir durumları, görüşleri de yoktu. Örneğin, poliste bir kayıtları bulunmuyordu; “sabıkalı” değildiler; hiç “mahkûm” olmamışlardı. “TGB” Başkanı İlker Yücel’in dediği gibi “temiz”diler. Yine örneğin, “1923 Devrimi”nin ilkelerine, “laik rejim”e karşı değildiler; tam aksine Atatürk’e, devrimine, laik çağdaş “Cumhuriyet”e, ülkenin bölünmez bütünlüğüne bağlılıklarını haykırıyorlardı her yerde. Dolayısiyle bu konuda da, “Atatürk’ün Çankayası”nda Cumhurbaşkanı’nca kabullerini engelleyecek bir tutumları yoktu. Ne var ki onların bu durumu, günümüz Çankaya’sı “sakini”nin bu konulardaki görüşüne, yaklaşımına “taban tabana zıt”tı. Dolayısiyle kabul edilselerdi, öğrencilerden biri şöyle bir soru sorabilirdi Gül’e: Sincan Mahkemesi’nin sizin de yargılanabileceğinizi bildiren kararını, “Cumhurbaşkanı makamının zedelenmesinden korkarım!” diye yorumladınız; görevi kabul ederken bu “korku”yu duyumsamadınız mı? Aklanmadan cumhurbaşkanı olmakta hiçbir sakınca görmediniz mi? Ardından bir başka genç: “Laiklik ilkesine, laik sistem”e tümden karşı olduğunu açıkça ilan eden biri olarak; gerek milletvekili gerek cumhurbaşkanı olduğunuzda, “laik Cumhuriyet ilkeleri”ne “Atatürk ilke ve inkılapları”na bağlı kalacağınıza, milletin, tarihin huzurunda “namus ve şerefiniz” üzerine “ant” içtiniz; peki nasıl oluyor bu, diye sorsaydı, Gül ne yanıt verirdi dersiniz? “Ah bu çocuklar, bir türlü takıyyeyi öğrenemediler...” diye hayıflanarak içinden geçirse de, ne denli bir sıkıntı içinde kalacağını, dahası, ülkede böyle bir tartışmanın da başlamasının korkusunu yaşayacağını kestirmek pek de güç olmasa gerek. Ne ki bu öğrenci gençlere karşı, bu “utançlı” tutum Çankaya’yla noktalanmaz. Bilindiği gibi Başbakan’ın Erzurum’da, üniversite öğrencileriyle yapacağı toplantıya çağrılmadıkları gibi, Erzurum’a da sokulmadılar. “TGB” ve Öğrenci Kolektifleri üyeleri bu gençlerin, İstanbul’dan yola çıkan otobüslerinin her iki saatte bir “polis”çe durdurulup, saatlerce sürdürülen kimlik kontrollerini Ulusal Kanal’da izlerken, “işkenceye” varan dayanılmaz kertedeki “baskı” karşısında üzüntüden öte, derin bir “utanç” içinde kaldım. Otobüsler hem bir ilçeye girerken hem de çıkarken durduruluyordu; “hayvan hırsızları”nı ya da “bomba” aramak için... “14” saatlik yolu, “9” kez arabaları durdurulan gençler, “30” saatte aldılar... Açıkça görülüyor ki, AKP iktidarı, ülkede tuzu bile kokuttu. Yaratılan bu “koku”da, bu çürümüşlükte “soluksuz” kalmaları için, başta eylemsel direniş olmak üzere bütün yasal haklarımızı kullanmalıyız. Katılır mısınız?... Sevgili Meriç Velidedeoğlu'na saygı ve sevgilerimizle...- GÜNÜN KARİKATÜRÜ... (Kendi dilini oluşturmak için, karikatür, metafor yaparak kendine has bir anlatım dili oluşturuyor... :). :(. :|...)
- İslam İsyanı Bize Umut... “İsyan”, hele sınıfsal isyan, İslam ülkelerinin “tabiatında” yoktu!...
Dipnot / Kaynak ... Bütün bunların bize ders olmasını umuyorum... Saygılar...- ÜLKEMİZDE YOLSUZLUKLAR ve ÖNLEMLERİ...
Avrupa Rüşvet Lideriyiz!... Uluslarası Yolsuzluk Anketi, Rüşvete Karşı Global Koalisyon tarafından yapılıyor. 2010 yılına ait anket sonuçlarına göre geçtiğimiz yıl her 4 kişiden biri hizmet alabilmek için rüşvet vermek zorunda kaldı. Koalisyonun yayınladığı ankette yurttaşlara, '9 temel hizmeti almak için vermeleri gereken rüşvet' soruluyor. Eğitim, sağlık, vergi ve güvenlik gibi hizmetleri alabilmek için rüşvet vermek gereken ülkeler açıklandı. Listenin 6. sırasında Türkiye var... Uluslarası Yolsuzluk Anketi'nin (Global Corruption Barometer) son sonuçlarına göre geçtiğimiz yıl her 4 kişiden biri ihtiyacı olan hizmeti alabilmek için rüşvet verdi. Yolsuzluk karşıtı Transparency International örgütün yayınladığı anket halktan sıradan insanları 9 temel hizmeti almak için vermesi gereken rüşvete odaklanıyor. En çok rüşvetin yüzde 29 ile polise verildiğini gösteren ankette gümrük, eğitim, yargı, sağlık, evrak, emlak, vergi ve kamu hizmetleri için en çok rüşvetin Liberya, Afganistan ve Irak en çok rüşvet verilen ülkeler olarak sıralanıyor. The Economist'in de haberinde yer verdiği ankette 6. sırada Türkiye var. İlk 5 ülkenin de Avrupa'dan olmadığını düşünüldüğünde Türkiye bu tabloyla Avrupa'da ilk sırada yer alıyor. Dipnot / Kaynak: ...- İslam İsyanı Bize Umut... “İsyan”, hele sınıfsal isyan, İslam ülkelerinin “tabiatında” yoktu!...
İpucu: bu kutunun içine tıklayarak editörü yükleyebilirsiniz- İslam İsyanı Bize Umut... “İsyan”, hele sınıfsal isyan, İslam ülkelerinin “tabiatında” yoktu!...
. İslam İsyanı Bize Umut... • Tunus ve Mısır’da olanlar ve öncelikle diğer Arap ülkelerinde olacaklar, Marks zamanına denk gelseydi, “proletarya”nın isyanı olurdu, Paris Komünü, Rus ve Çin, Küba ihtilali gibi kanlı savaşlara yol açardı! Sınıf savaşları olarak tarihe geçerdi! Ya, Latin Amerika’da, Almanya’da, İtalya’da Yunanistan’da vb olduğu gibi kanla bastırılır ya da iktidar el değiştirirdi! • Ama günümüz dünyasında, o dönemin şaşaalı “sınıf mücadelesi” yoktur. O dönemin “zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi olmayan” ve halkın büyük çoğunluğunu oluşturan saf proletaryası, önemli ölçüde tarihe karıştı. Bu sınıf, zengin ülkelerde, toplumun en yoksul ve üretimdeki gücü sıfırı tüketen minik bir azınlığa dönüştü... Onun yerini, bu ülkelerde, tatili, evi barkı, arabası, hisse senedi, hedge fonlarda emeklilik parası vb. olan “sınıf” aldı. Onlarda “isyan” tükendi veya uzun bir süre tatile çıktı! Oysa dünyada dağınık ama yoksul 2 milyar insan var! • “İsyan”, hele sınıfsal isyan, zaten İslam ülkelerinin “tabiatında” yoktu! İslam ülkeleri -Arap ülkeleri, ilginç bir şekilde, dünyanın göbeğinde, hanedan, kral veya günümüz türevleri olan “başkan”larca, insanın “yüzyıllarca” diyesi gelen bir zaman süresince yönetiliyor! • İslam ülkelerinde “başkanlık sistemi”, parlamenter rejimi sahtekârca kullanan krallık, hanedanlık yönetimleridir! Hiçbir Arap ülkesinde demokrasi yoktur! Büyük petrol paraları olan Suudi gibi hanedanlık ve küçük krallıkların petrol kaynaklı zenginliklerini saymazsak, bütün Arap ülkeleri yoksuldur! Zengin Batılı “Hıristiyan” beyninin pazar sömürgesi durumundadırlar. Batı, bilim ve teknolojiye dayalı ekonomisiyle üretiyor, Müslüman da tüketiyor! • Bugünkü isyan, geç kalmıştır! Bence bu gecikmenin temel iki nedeni var: 1) İsrail gibi bir “dış düşman”ın sürekli varlığı! Bu, “ulusal birlik” politikasını hep güncellemiş, diktatörlere uzun nefesli bir yönetim olanağı sunmuştur! 2) Günü-müz bilgi toplumunun insan güçlerinin gecikerek bu ülkelerde ortaya çıkması! • Bu yeni toplumun aydınlatılmış güçleri, İslam ülkelerinde sayıları az olsa bile, etkinler. İletişim teknolojilerinin bütün olanaklarını kullanıyorlar! Tunus’ta kendini yakan “seyyar sebzeci” bir bilgisayar mühendisiydi! • İsyanın ortamını hazırlayan önemli bir etken de küreselleşmedir! • Küreselleşme, kapitalizmde yeni bir dinamik doğurdu! Arkada olanlardan bir kısmı, akıllı ülke yönetimleri, bilim ve teknolojiyi etkin kullanarak ve üreterek, ileri ülkelere yetişme olanağı buldular. • Küresel kapitalizmin diğer dinamiği ise siber uzayda yepyeni bir topluluk, örgütlenme ve isyana hazırlık yaratmış olmasıdır. Ülkeler ve insanlar arasındaki mesafe küçülmüş, ülkeler, uzak gibi ama yan yana yaşar olmuşlardır... Yaşam biçimleri, demokrasi, yönetim tarzları, halk katılımı, çoğulculuk, özgürlük, eleştirme, demokrasi vb. gibi pek çok “insanlık kazanımı kavramlarında”, ışık hızında kıyaslama olanağı doğdu! • Yaşadığımız dünya, Mısır ve Tunus’ta diktatörlerin, “halk kıyımı” yapmalarını zorlaştırılmıştır! Hele savaşlarda sonra şimdi de devrimlerin naklen yayınının yapıldığı günümüzde! Kitleler bunun bilincinde! İkinci bir nokta şu: Bu ülkeler orduyu halkına karşı kullanamıyor, diktatörlerin en önemli gücü, besleme polisleridir! • “Sosyal ağlar”daki mitinglerin gerçek meydanlara taşınması ve devrimleri başlatması da bir ilktir! Tunusluları ve Mısırlıları, yüreğim pır pır kucaklıyorum! • Alanları dolduran, yeni bir bileşime sahip “yeni sınıf”tır. Başörtülüsü, türbanlısı, genci, yaşlısı, işçisi, üniversitelisi, birleşmiştir. Bu şüphesiz, bence, öncelikle “gecikmiş bir burjuva” devrimidir! Demokrasi ve özgürlük, insan hak ve özgürlükleri, saydam ve yolsuz olmayan bir yönetim... istekleri çevresinde bir bütünleşme. Bunların önündeki en büyük engel olan kralların ve hanedanlarının yıkılması... Bu kitleler, öncelikle kralı devirerek başarıyı tadabileceklerdir! • Bu dinamizm, egemen kapitalist ekonomiyi değiştirecek bir renge sahip değil. Bu değişimi gerçekleştirecek ve yerine daha insanca ve dünyaca bir ekonomi politik düşüncesi ve sahipleri de henüz ortalıkta gözükmüyor. Zaten “ortalıktaki fikir” de devletleştirme / kamusallaştırma gibi epey eskimiş ve bu nedenle tamamen yenilenmeye muhtaç bir düşüncenin kalıpları içinde sıkışmış durumdadır. • Mısır’da, Tunus’ta ve olası diğerlerinde, bu isyanların yerine ne geleceğini bilmiyoruz. Ama hiç önemli değil! Bugünkü alçak diktatörleri ne desteklemem mümkün ne de kötüler arasında bir tercih yapmam. Meydanın gücü, başlı başına bir umuttur! • Türkiye için de bir umuttur! Herkes Türkiye’yi model olarak gösteriyor onlara, ama: İslam isyanı Türkiye’deki otoriter / diktatörlük eğilimlerine set çekecek ve bu istekleri ve gidişi ülkemizde imkânsız kılacak yeni bir kulvar açmıştır! Yaşasın Tunus, yaşasın Mısır isyancıları! İsyan, Türkiye’nin demokrasi savaşına da hizmet ediyor! http://www.youtube.com/watch?v=td2GREc8GRk http://orhanbursali.blogspot.com- GÜNÜN KARİKATÜRÜ... (Kendi dilini oluşturmak için, karikatür, metafor yaparak kendine has bir anlatım dili oluşturuyor... :). :(. :|...)
- GÜNÜN KARİKATÜRÜ... (Kendi dilini oluşturmak için, karikatür, metafor yaparak kendine has bir anlatım dili oluşturuyor... :). :(. :|...)
Biz İster .... ?- Günün Sözü
Ancak her şeyi kaybettikten sonra, her şeyi yapabilecek kadar özgür olursun… ---(Tyler Durden)__ (Arap Dünyasında direnen tüm insanlara saygıyla...)- ‘Benim Adım Rachel Corrie...
Benim Adım Rachel Corrie... ‘Nefes alma hakkına saldırı’ Filistinli bir ailenin evinin yıkılmasını önlemeye çalışırken bir İsrail buldozeri altında can veren Rachel Corrie’nin yaşamını konu alan oyun, İstanbul’dan sonra tüm Türkiye’yi dolaşacak. Corrie’nin yaşadıkları üstüne bir de belgesel hazırlanıyor. Rachel Corrie, 2003’te üniversite öğrencisiyken, Uluslararası Dayanışma Hareketi’ne (International Solidarity Movement) katılmış ve barış gönüllüsü olarak Filistin’e gitmişti. 16 Mart 2003’te Filistinli bir ailenin evinin yıkılmasını, şiddete başvurmadan engellemeye çalışırken bir İsrail buldozeri tarafından ezilerek can verdi. Yaşananların ardından, 2006’da, Rachel Corrie’nin hayatı, İngiliz aktör Alan Rickman ile The Guardian gazetesi editörü Katharine Viner tarafindan derlenerek bir tiyatro oyunu haline getirildi ve aynı yıl ilk kez Londra Playhouse Theatre’da sahnelendi. “Benim Adım Rachel Corrie” adlı oyunun Türkiye galası, geçen günlerde Muammer Karaca Tiyatrosu’nda yapıldı. Rachel’ın annesi Cindy ve babası Craig’in de katıldığı galanın hemen ardından konuştuğumuz oyunun yönetmeni Turgay Kantürk, vermek istediği mesajın net bir şekilde anlaşılmasını istiyor: “İsrail-Filistin meselesi bugün belli bir kesimin meselesi gibi görünse de işin aslı öyle değil. Sol gelenekten insanların, eskisi gibi, bu meseleye sahip çıkmasını açıkça talep ediyorum.” Yaşananları “nefes alma hakkına saldırı” olarak değerlendiriyor Kantürk, “Hiç bombaya maruz kalmadım. Ama kurşunlar geçti sağımdan solumdan. Bekçi düdükleri, polis copları ve asker postallarıyla büyüdüm” diyor. “Dünyanın tüm sabahlarında kanlı oyunlara dur demek isteyen çocuklardık hepimiz; ama sadece bazılarımız nefes almaya devam edebildi, büyüyebildi. Çoğu susturuldu. Nefes alma hakkı elinden alındı bu güzel çocukların; Rachel da onlardan biriydi kuşkusuz.” ‘O günlere saygı duruşu’ “Ben taraflığımı ve tavrımı bu oyunu sahneye koyarak göstermiş oldum. Bu oyunu kabul etmemin, o günlerin anısına bir saygı duruşu olduğunu düşünüyorum” diyen Kantürk, sözlerini şöyle sürdürüyor: “‘Benim Adım Rachel Corrie’, aslında bir serüven... Amerikalı bir genç kızın tüketim toplumundan, o toplumdaki ilişkilerden sıkılıp, aşk acısı çekip, sanatçı olma isteğiyle yola çıktığı bir serüven. Bu serüven onu başka topraklara, başka insanlara, başka dünya özlemlerine, hatta ölüme kadar götürüyor.” Oyun, aslından Türkçeye çeviren Setenay Yener’in tek kişilik performansıyla sahneleniyor ki, Kantürk’e göre burada oyuncunun kendini Rachel’la ne kadar özdeşleştirdiğini görebiliyorsunuz: “Setenay bu deneyimiyle bir sahne aktivisti olmaya aday...” İsrail de aralarında olmak üzere toplam 23 ülkede sahnelenen oyun, Rachel Corrie’nin günlüklerinden, e-postalarından, yazdığı şiirler, öykü parçacıkları, ailesi ve çevresi ile yapılan görüşmelerden derlenmiş. Corrie’nin hayatını anlatan bu oyun, İstanbul’dan sonra tüm Türkiye’yi gezecek. Bunun dışında Corrie ve yaşadıkları üzerine bir belgesel de önümüzdeki günlerde gösterime girecek... Dipnot / Kaynak: ... Meltem Yılmaz...- Diktatörlerin korkulari basladi
Sevgili arkadaşlar... Günümüz ülkeler insanları artık zengin ve fakir arasındaki büyük uçurum, artan gıda fiyatları, yüksek işsizlik oranı, devlet yolsuzlukları, değişmez siyasi diktatörlük ve ciddi toplumsal kargaşa belli, artık sessizce kabullenilecek olgular olmaktan çıkıyor... Ve dünyanın/dünyamızın geleceği iki dinamik üzerinde bulunmakta... - Bunlardan biri güç dengelerindeki değişimleri iyi yönetebilmekten geçiyor... - Diğeri ise enerjinin yönetiminden... Bakın Stanford Üniversitesi Tarih Profesörü Ian Morris “Batı Neden İktidarda... Şimdilik” adlı son kitabında sosyal kalkınmanın 4 bileşenden oluştuğunu söylüyor: Enerji tüketimi. Kentleşme. Askeri kapasite. Ve bilişim teknolojileri. Bu 4 temel bileşen içinde en yaşamsal olanının “enerji” olduğunu vurgulayan Prof. Morris, Tarım toplumundan sanayi toplumuna geçişte ülkelerin gelişmişlik düzeylerinin belirlenmesinde en önemli rolün, ülkelerin enerjiye olan ihtiyaçlarında ve enerjiyi yönetmelerinde yattığını belirtiyor ve Doğu’nun giderek artan enerji ihtiyacının Batı’nın iktidarına son verebileceğinin altını çiziyor. Bakalım önümüzdeki süreç bize neler gösterecek? Ha bu arada bir de şunu soralım isterseniz: Türkiye’yi yönetenler etraflarında olan bitene nasıl analiz ediyor acaba birde bu gözlükle bakıyorlar mı sizce?... Saygıyla...- GÜNÜN KARİKATÜRÜ... (Kendi dilini oluşturmak için, karikatür, metafor yaparak kendine has bir anlatım dili oluşturuyor... :). :(. :|...)
- Diktatörlerin korkulari basladi
Sevgili Gloria... Bu da ülkemizin içinde bulunduğu durumu çok güzel anlatan bir karikatür... Saygı ve sevgiler...- ABDULLAH GÜL BENİM CUMHURBAŞKANIM VE BAŞBAKAN ERDOĞAN BENİM BAŞBAKANIM DEĞİL..(En yüce değerlerimizi ayaklar altında paspas yapanları"reddetme"hakkım)
Çünkü O Benim Cumhurbaşkanım Değildi… Seçildiği gün söylemiştim: “O benim cumhurbaşkanım değil…” Başımıza gelmeyen kalmamıştı… Oysa sizin de cumhurbaşkanınız değildi, hiç de olmadı, bundan sonra da olmayacak… * Laikliği toplumun önünde engel gören, yamaçlara Atatürk’ün sözlerinin yazılmasına kızan, türban için Türkiye’yi AİHM’ye şikâyet edip dava açan, Türkiye’yi tarikat ve cemaatlere teslim eden AKP’nin kurucusu ve teorisyeni… Hepimizin “Cumhurbaşkanı” olabilir miydi?... İşte bu yüzden; ana muhalefet partisinin TBMM’ye taşıdığı iddialar havada uçuşurken ve yargı henüz karar vermeden, o bir koşu yanına çağırıp “Ben belediye başkanıma kefilim” diyebildi… Siz de şaşırdınız!.. * Orduların başkomutanı sıfatını taşıyor ama, gizli emelleri olmakla suçlanan Türk Silahlı Kuvvetleri’ne kefil olmadı… Komutanlarına kefil olmadı… Genelkurmay Başkanı televizyonlara çıkıp “Bu bize yapılan haksızlıktır” diye çığlık çığlığa bağırdığında kefil olmadı… Saçından sürüklenen öğrencilere de… Süs havuzlarının içine doldurulan işçilere de… Evi basılan, yaşamı karartılan ak-pak aydınlara da… Suçu çocuk okutmak olan çağdaş Türk kadınlarına da kefil olmadı… Tarikatların üzerine gittiği için süründürülen cumhuriyet savcılarına kefil olmadı… Yargıçlara kefil olmadı… Ama hakkındaki iddialar daha havalarda uçuşurken, Kayseri Belediye Başkanı’nı Çankaya’ya çağırıp “kefil” oluverdi... Üstelik kimse sormadan geldi yanıt: “Ben kefilim…” Ben hiç böyle cumhurbaşkanı görmedim…. * Allah bilir ya siz orada herkesin “cumhurbaşkanı” var sanıyordunuz… Oysa o bizim cumhurbaşkanımız değil… Benim değildi… Sizin de değil… Olmadı, olmayacak da… Bekir Coşkun / Cumhuriyet- Modern fizik evrenin oluşumunda Tanrı’ya yer bırakmamıştır...
İngiltere’nin en tanınmış bilim insanı Hawking, “Nasıl ki Darwinizm biyolojideki yaratıcı ihtiyacını sona erdirdi, yeni fizik teorileri de evrenin oluşumu konusunda yaratıcının rolünü gereksiz kılmıştır” dedi. İngiliz Times gazetesinin eki Eureka dergisi Hawking’in yayınlanmak üzere olan son kitabından alıntılar yaptı. Kitapta “Evrenin bir yaratıcıya ihtiyacı var mı?” sorusunu soran Hawking “Yerçekimi gibi bir kuvvet olduğu için evren kendi kendini hiçten yaratabilir ve yaratacaktır” dedi. Kitap Sör Isaac Newton’ın teorisinin yapı sökümünü hedefliyor. Hawking’in bu kitabı daha önceki çalışmalarındaki dinle ilgili görüşlerinden çok farklı. Hawking Zamanın Kısa Tarihi’nde Tanrı’nın bilimin evrene yaklaşımıyla uyumsuz bir fikir olmadığını yazmıştı. 1988 tarihli çoksatan kitabında Hawking, “Eğer tam bir teori kurabilirsek bu insan mantığının zaferi olur, böylece Tanrı’nın aklını da anlayabiliriz” demişti. Hawking’in kitabı The Grand Design, İngiltere’de 9 Eylül’de raflarla buluşacak. Kitabın çıkışından bir hafta sonra Papa İngiltere’ye gidecek. Saygılar... DİPNOT... Kaynak: hürriyet - TV'DE İZLENEBİLECEK GÜNÜN FİLMİ / FİLMLERİ... (Sinema severlerin beğenisine sunduğum günün TV film/filmleri...)
Önemli Bilgiler
Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.