tülvent tarafından postalanan herşey
-
S5000944
Şu albümden: tülvent Tatilde
-
Çadırdakiler - Bekir Coşkun
Çadırdakiler... 16 Mart 2012 - Cumhuriyet Çadırda işçiler yandıktan 75 dakika sonra sigortaları yapıldı... Ki Allah korusun... Bir şey olursa... * Sigortalı olmak isteyene 45 soru soruyorlar... Bir sakatlığı var mı?.. Tansiyon falan... Sonra göz muayenesine... * İşçiler yanarak öldükten sonra kavuştukları sigorta, yeryüzünde en hızlı sigortaya kavuşma süresidir ayrıca... Bunu bir Türk başardı... İnşaatın müdürü “koş” dedi... Rahmetli öldükten 75 dakika sonra, olasıdır ki sağlık karnesi de hazır... Belki o arada terfi de etmiştir. * Irgatlar... Şehre geldiklerinde biri yandığında öbürleri de yanıyor... Yan yana, birbirlerine dayanarak, soğuktan can cana sokularak... Onu ben bilirim; teneke evlerde, konteynırlarda, barakalarda, naylon çadırlarda... Bir kirli şilte, gazeteye sarılmış kuru ekmekler, kararmış bir de çaydanlık... Görkemli dünyalar inşa ediyorlar zenginler için... Aynalı binalar, gökdelenler, burmalı kuleler, cam saraylar... * Gidip inşaattaki işçiye “Küresel ekonomi bu işte... Senin naylon çadırından çıkıyor şu aynalı gökdelen... Sen aç ve yoksul kaldıkça o, aynalıda mı, yoksa işerken müzik çalanında mı oturmayı seçiyor?.. Biraz düşün bunu istersen” desen... Ezberindeki sözcüktür “Anarşist” der sana... Karakola ihbar da eder seni... Hiç sorgulamadan... “Dünyanın en bereketli toprakları üzerinde... Bu ülke bu kadar zenginse... Ben niye aç ve sefil bu naylon çadırlarda yanıyorum?” diye hiç sorgulamayacak da... * Aynalı binada oturanlar “muhalif” oldular... O “razı” kaldı... * AKP’nin köylerden, varoşlardan ve gelişmemiş bölgelerden yüzde 74’lere varan oy almasının sırrıdır bu... “Tevekkül”dür... Razı oluş... Onun için zaten “dindar nesil” lazım, kendi sigortaları için... * Eeee titriyorlar tabii üzerine... Yandıktan 75 dakika sonra sigortasını yaptılar... Hiç Allahları yok... B. Coşkun
-
70' li Yıllarda Küçük Gezintiler...
''Bakkal'' a Giden Çocuk Bakkala ilk defa yalnız yollanmam beş yaşımı idrak ettiğim günlerdedir. İstanbul'un Fatih semtidir mekân; sokağın adı daIspanakçı sokak. Köşede yeşil mozaik dış cepheli bir apartmanın sizi karşıladığı, bitişik iki ya da üç katlı kâgir evlerin arasında içinde bizim oturduğumuz beş katlı apartman gibi daha yüksek binalar olan, çocuk gözlerinde gepgeniş, şimdilerde dapdar bir sokak. Nişanca caddesinden girdiğinizde soldan üçüncü apartmanda oturuyorduk ve mesafe olarak iki bakkal dükkânının tam ortasındaydık. Evden çıkıp sağa döner ve Nişanca caddesine çıkıp sol tarafa biraz yürürsem Yusuf Bakkal'a varırdık. Karmakarışık dükkân içinde her aradığını anında bulabilen, ağır karadeniz aksanlı, kızıl saçlı, mavi gözlü Yusuf amca; her zaman büyük adam gibi bizi dinleyen, dersle ve dini konularla ilgili sorular soran, fazla para harcarsak babalarımıza gammazlayan, vakit namazlarını hemen karşısındaki Kumrulu Mescit'de kılan güzel bir adamdı. Ben otuzlu yaşlarıma gelmeden, ellili yaşlarının ortasında iken alemden sessizce göçüp giden bu adamı İstanbul dışında olduğum zaman dilimlerinde de her yıl en az bir kez ziyaret etmiş olmaktan memnunum. Apartmanımızın kapısından çıktığımda sola doğru sokak boyunca yürürsem 50-60 metre kadar aşağıdaki "kazıkçı bakkal" a varmış olurdum. İsmini hatırlayamadığım bu kara kuru adama takma adını kim uygun görmüştü hatırlamıyorum ama onun lâkabı buydu. Böyle meşhurdu. Her şeyi az daha pahalı satardı. Hele de ilkokula başladığımız senede fiyatları başka bakkallarla kıyaslamayı öğrenmiş, ondan alışveriş edene "bak kazıkçı oğlum o işte" diyerek adamın ününe ün katmıştık. Kazıkçı bakkal ın mekânı ferah bir dükkândı. Kocaman bir camekân tezgâhı vardı. Çenemizi dayayarak tezgâhın içindeki malzemeyi seyretmek hoşumuza giderdi. Çikolatalı gofretler, kâğıtlı sakızlar, lüks gömlekleri (yaa böyle de bir şey vardı), gazocağı iğneleri, paket kibritler, çeşitli kırtasiye malzemesi camekân ardından bize bakardı. Tezgâhın üzerinde ise bir sıra kavanoz vardı. Açık sakızlar, "emme şekeri" dediğimiz akide şekerleri, kuş lokumu, badem şekeri, beyaz bezeler kavanozlarda iştah açıcı şekilde dururdu. Pahalıydılar ve çekiciydiler. Boşuna kazıkçı bakkal demezdik adama. Sabahları kapıda bir teneke peynir açar, metal tepsiye kalıpları yerleştirirdi. Peynir tenekesindeki suyu da dökmez, peynir suyuna turşu kurmaya meraklı ev kadınlarına satardı. 40 sene sonrasından baktığım bu günlerde bahsedilen bakkalın tam bir homo economicus olduğunu farkediyorum. Kazıkçı desek de onun sakin dükkânının çekiciliğine ve de yokuş aşağı koşarak gidilebilmesine kapılarak her iki bakkal ziyaretimizin birisini ona yapardık. Biz dediğim; evsahibimizin benden bir yaş büyük ve bir yaş küçük kızları (Fatma ve Halime) ile komşu çocuğu Yılmaz. Hangimiz "bakkala gidiyorum" diyerek önden koşmaya başlarsa, kalan kısmımız da peşine takılır, ağzımızdan garip sesler çıkartarak koşmaya ve ona yetişmeye çalışırdık. Sahi o zamanlarda çocuklar koşarken avuçlarını ağızlarına kapatıp açarak ambulans sesi cıkartmayı pek severlerdi. Ben de severdim bunu. Yusuf bakkalın tezgâhı ne kadar yüksek ve kalabalık, rafları ne kadar doluysa, kazıkçı bakkalın tezgâhı çocuk boyuna uygun, rafları da o derece sakindi. Bir de o dönemde bakkalların kendine has kokusu vardı. Her iki bakkalımız da ağırlıklı olarak gofret kokardı. İkisinde de kapıdan girişte sağda bisküvi tezgâhı vardı. Ülker bisküvilerinin kare kutularından dokuz tanesinin oluşturduğu ve koli ağızlarının açılıp üzerine camdan ve metal çerçevesi menteşeli kapakların takılmış olduğu bir tezgâh. Kolilerin ağızları hafif yukarı bakacak şekilde metal yuvaları ayarlanmış ve demirden ayakları olan bir tezgâh. En üstte sade gofretler, finger bisküviler. Ortada pöti bör bisküviler. En alt sırada da bebe biskuvileri ve kremalı bisküviler. Bu sırayı tamamen hayalîmde yapıyor da olabilirim. Şurada anlaşalım: En üst sırada sade gofretlerin varlığı kesin. 1970'lerin başında kredi kartı nedir bilinmediği gibi çek kullanmak, ya da başka bir deyişle çek defteri olmak başlıbaşına zenginlik alâmetiydi. Alışveriş merkezinden toptan alışveriş yapmak da adetlerin arasına girmemişti. Köyü olanın köyünden kurubaklagiller ve bulgur gelmesi dışında stokçuluk adeti de yoktu. Az miktar cep harçlığı olan anneler eksiklerini gündelik olarak bakkaldan tamamlar, yarını yedeksiz beklerlerdi. Bakın stok yok dediysem hemen her evde beyaz sabun stoku olurdu. Hacı Şakir ya da Komili marka beyaz sabunlar baba tarafından keskin ve ince ağızlı bir bıçakla ikiye bölünür ve evin direkt güneş ışığı görmeyen pencerelerinden birinin iç kısmına dizilirlerdi. İyice kuruduktan sonra çatlamasına izin vermeden bez bir torbaya konarak somyaların birinin altında saklanırlardı. Kurumuş yarım sabun, hele de lavaboda suyu iyi sızdıran bir sabunluk varsa haftalarca dayanırdı. Aklından sıvı sabun, duş jeli ve şampuan geçiren varsa hemen unutsun. Tamam bakkaldaki raflarda ince belli mavi şişelerde Blendax şampuanı bulunurdu ama sadece çok özel günler için alınırdı. Yalnızca sapsarı saçlı Aynur hep bu şampuandan kokardı. Defterleri de, atmalı pabuçları da, saç tokaları da çok güzeldi. Onlar zengindi. Bakkala gidilirken çocuğun götürülmesi çok istenmese de götürülmeyenin merdivene oturup anne gelene kadar ağlayacağı ve ağlarken topraklı ellerini suratına sürüp kömürcü çırağına döneceği ve bu esnada sümükleri akarak ağzına gireceği kaide olduğundan bir nevi mecburiyetti. Sırtına bir hırka ya da pardesü almış, ev başörtüsünü değiştirmemiş anne elinde yumuşak vinileks cüzdanı ile kapıda belirince sokakta oynamakta olan ufaklık, gözleri parlayarak annesine yaklaşır ve "bakkala mı?"sorusunu patlatırdı. Cevabı beklemek adetten değildi ve gelenek annenin etrafında daireler cizerek bakkala kadar olan yolu katetmek ve dairenin annenin önüne gelen kısmında hareket halindeyken pazarlık etmekti. Anneler babalar kadar net değillerdi, isteklerinizi alacak ya da almayacak bilemeden bakkala kadar gelmiş olurdunuz. Dönüş yolunda kâğıdı yarıya kadar yırtılarak yenmeye başlamış bir gofret, nadiren bir çikolata, çoklukla da ağızda sesle çiğnenen bir sakız ganimetiniz olurdu. Kazıkçı bakkalın tezgâhının arkasına düşen duvardaki raflarda dizili Tursil kutularını hiç unutmuyorum. Üzerinde çamaşır asan kadın resmî olanlar. Şimdinin kilolarca ağırlıktaki deterjanlarının yanında 400 gramlık bir deterjan kutusu nasıl da garip geliyor. Çamaşır günlerinde çocuğun avucunun içine sıkıştırılan buruşuk kâğıt banknot ile ısmarlanan çivit ve bir kutu Tursil standarttı. Para üstünü kaybetmeden getirmemiz istenir ve kalan paradan alacağımız tek bir cins abur cubura izin verilirdi. Aksi takdirde yerinden kalkıp, pijamanı çıkartıp, sokak pantolonunu giyip, arkasına basılmış sokak ayakkabısını ayağına geçirip bakkala koşturmanın ne cins bir cazibesi olabilirdi ki? Unutmadan yazayım; başka evleri bilmem ama bizim evimizde soda, tuz ruhu, çamaşır suyu gibi maddelerin alınması babanın vazifeleri arasındaydı. Bu kimyasallara dokunmak da biz çocuklara yasaktı. Bakkala gitme ve hasarsız dönme işinde ustalaşmanın getirisi paranın kalanı üzerinde minimal bir tasarruf yetkisiydi. Beş liradan artan 50 kuruşun hesabını anne sormaz, bu miktar da anında harcanmayıp biriktirilir, kırtasiyecinin vitrinindeki helikopterin hayalî kurulurdu. Hasarsız eve dönme deyince orada durmak lâzım. En önemli hasar; kendini kaybeden ve bakkal tezgâhındaki malzemenin albenisine kapılan çocuğun paranın üzerinden kalan ciddi bir miktarı harcedip bitirmesiydi. Bir başka hasar da alınan açık yoğurdun elden düşürülüp kendisinin ziyan olması ve kabın emayesinin bozulmasıydı. Buna ceza olarak anne 10 dakika kadar çığlıklanır ve ne kadar işe yaramaz olduğunuzu yüzünüze defalarca söylerdi. Hele de yoğurt biraz da üzerinize döküldü ise nemli bezle elbisenizi silerken hafiften pataklardı da. Galiba... Ve tabii ki mahallenizden olmayan çocukların tacizi ile eldeki para üstünü ya da çerezi kaptırmak, kaçarken düşüp dizleri kanatmak da önemli komplikasyonlardandı. Gerçi camdan dışarıyı seyreden şahin bakışlı komşu teyzeler mahalleliyi korur, yabancı çocukların ağzının payını verirler, hatta kovalamak için pencereden terlik fırlattıkları bile olurdu. Fırlatılan terliği koruyucu cam güzeli teyzeye götürme vazifesi tabii ki yabancı çocukların elinden kurtarılan kopile aitti... Yeni yeni bakkala yollanmaya başlanan çocuk bin bir tenbih ile evden salevatlanırdı."Avucunu açma! Parayı kaybetme! Çok koşma! Dönüşte mutlaka kaldırımdan gel! Elindekini düşürme! Yabancı çocuklara cevap verme! Hiç bir yerde oyalanma!"şeklinde giden bir anne tiradı vardı. Bu konuşmanın en önemli noktası da bakkal önünde gazoz kasalarını yan çevirerek üzerine oturan, babanın yorumu ile "ipsiz sapsız" takımıyla konuşmama uyarısıydı. Konuşurduk tabii ki. Bu aralar fırsat bulup da çocukluğumun sokaklarını arşınladığımda bakkal önü dikilen delikanlıları görünce eski günlerden ufak bir esinti hissediyorum. Kendi zamanımın tipleri ile kıyaslayıp kendimce onların aile hikâyelerini yazıyorum. Onları gözlerken koşarak bakkala giren ilkokul çağlarındaki bir şortlu çocuk tabloyu tamamlarsa keyfim iki kat oluyor. Bakkala girip Kızılcahamam sodası soruyorum, yoksa olana razı olup alıyorum. Bakkalın dibindeki ilk apartmanın merdivenlerine oturup sodamı içiyorum. Delikanlıların muhabbetine kulak misafiri oluyorum. Genellikle beni umursamıyorlar. Kimseyle alıp veremediği olmayan kır saçlı bir adama ne diyebilecekler ki? Ahmet Faruk Yağcı
-
Twitter Muhabbetleri
hüseyin ünal @erebosss kaynak: ekşisözlük
-
Yeni Çıkan Yayınlar - Seçmeler
Kayda Geçsin Yazar: Ece Temelkuran Boyut : 140-200 Sayfa Sayısı : 336 Basım Tarihi : 2012-2 Kapak Türü : Karton Kağıt Türü : 2. Hamur Dili : Türkçe Ece Temelkuran "inatla" kayda geçsin diye tarihe not düşüyor!.. "Umut pek güven duyduğum bir sözcük değil, ben inadı tercih ederim. Umudum yok olsa bile inadım var. İnsanın, yine de, her şeye rağmen iyi olabileceğine, bu ülkenin içinde, dövüldükçe içinin çok derinine kaçmış bir iyilik tohumu olduğuna dair bir inatçı imanım var. Benim de, benim gibilerin de bu ülkeye dahil olduğunu söylemek, sonra yeniden söylemek için sağlam tutmaya çalıştığım bir inadım var. Biz varız. Yani biz de varız..." Ece Temelkuran, kayıtları çok titiz tutulması gereken zamanlardan bildiriyor bu kitapta. Son iki yıllık tarihine o titizlikle bakıyor. Artık yazamaz hale getirilmenin, kaçınılmaz bir keskinleşmenin tarihine yani. "Kayda Geçsin" çünkü; bu zamanlar, o zamanlar... Tanıtım Bülteninden
-
"İyi ki varsın" demiyorsa sevgi...
"İyi ki varsın" demiyorsa sevgi... "İnsan bazen ne aşk istiyor, ne meşk" dedi; "tabii günümüz kültüründe ne anlama geliyorsa artık bunlar!" Genç kızlık çağından beri tanıyorum onu. Şimdi otuzlu yaşlarının sonlarında, bir çocuk annesi, güzel ve zeki bir kadın. Eski tanıdıklardan, filmlerden, kitaplardan söz ederken nasıl birden konunun buraya geldiğini anlamamıştım ama "peki ne istiyor insan?" diye soruverdim. "Ayıp değil ya, insan aslında beğenilmek istiyor." Durup kahvesinden bir yudum aldı. "Gün geliyor, şöyle bir bakıyorsun. Sevdiğin kişi seni bir kez bile içtenlikle övmemiş, gerçekten beğenmemiş, kişisel özelliklerini umursamamışsa... İstediği kadar seni sevdiğini söylesin, anlamı kalmıyor. İçin soğumaya başlıyor." Baktım, gözleri buğulanmıştı. Neden başımdan geçen bu konuşmayla başladım yazıma, onu anlatayım. Aktüel dergisinin son sayısında dört genç terapistle yapılan söyleşiyi okurken aynı noktanın vurgulandığını gördüm. "Çiftlerin temel problemi öfke, kızgınlık ve çatışma değil, birbirlerine karşı ördükleri duvarlar, aşağılama ve eleştiri" diyorlardı. Çok değer verdiğim bir psikanalist ve düşünür olan Adam Phillips'in sözleri geldi aklıma. Çiftlere danışmanlık yaptığı dönemde çoğunun sadakatsizlik karşısında daha baştan affetmeye hazır olduğu Phillips'in dikkatini çekmişti. Asıl affedemedikleri şey birbirlerine hayatlarındaki önem ve yeri hissettirememiş, azıcık da olsa birbirlerini pohpohlamamış olmalarıydı! Öyle bir "kara delik"ti ki bu, ne yaldızlı sevgi lafları örtebiliyordu üzerini, ne de alışkanlıkların konforu! Bir başımıza sevmiyoruz birbirimizi. Hiçbir ilişkiyi yalnız bırakmıyorlar. Zaten hiçbir ilişki de uzun süren bir yalnızlığa katlanamıyor. Ama derdin kaynağı da tam orası! Yaşadığımız hayat bizi hırpalıyor; sosyal ilişkiler kısa zamanda kişiliğimizi paspasa çeviriyor. Sevmeler korkak, sevilmeler cılız. İlişkiler hızla aşktan meşkten çıkıp duygusal köleliğe dönüşme eğilimi taşıyor. Böyle bir ortamda dile getirilmiş "seni seviyorum"lar hoşumuza gitse bile, dünyaya sevinçle bağlanmamıza yetmiyor. Beğenilmek, onaylanmak, özelleştirilmek istiyoruz. Ama içtenlikle söylenmiş bir "İyi ki varsın!" var ya... Hele sevdiğimiz tarafından güçlü biçimde söylenip tekrarlanıyorsa... İçten içe bu duygu hep hissettiriliyorsa... Birdenbire gökten bir projektör tutuluyor sanki! Varlığımız aydınlanıp onaylanıyor. Her şey yerli yerine oturuyor o zaman. Dünyada bir "yerimiz" oluyor. Bu işte, insanın asıl istediği, bu duygu, bu tatmin! H. Babaoğlu
-
Satır Araları
Sevdiklerimizi başkalarından gelecek tehlikelere karşı korumaya özen gösteririz. Keşke gerektiğinde onları kendimizden de korumamız gerektiğini kabul edebilsek! Çünkü en coşkulu aşk vaatlerinin içinde bile soğuk ve yıkıcı bir "yabancı" gizlenir. Sevgi dedikleri bu mu? Bakınca, hayata tutunamayan ve bundan umudunu kesen insanların birbirlerine tutunmaya çalışmalarını görüyorum. Umutsuz fakat pişkin bir mızmızlık sanki! Hayır! Sevgi bu olamaz! Sevgi dedikleri bu mu? Toplumca kabul görmüş şehvet ve şefkat alışverişi...Hayır! Sevgi bu olamaz! Ummak, hayal etmek, âşık olmak, özlemek... En hakiki yanlarımızı temsil eden bütün bu hallere biraz daha derinden bakın! O zaman ürpererek göreceksiniz ki, hepsi "Büyük Bekleyiş"in parçaları ya da kopyalarıdır! Onca faaliyet, onca mecburiyet yanıltıcıdır. Aslında her an bekleriz; ölümü değil, hayır! Doğumun bizi kopardığı esas parçamıza geri dönüşü bekleriz; yeniden buluşmayı bekleriz. Bakıyorum da, hayattan kendi mutsuz çocukluklarının intikamını çocuklarının almasını isteyen ve onları bu hedefe göre yetiştiren anne babalar ne çok! Günah bu çocuklara! Çünkü tam da bu yüzden onlar da mutsuzlar! Yüksek sesli kahkahalar çoğu zaman alçak sesli acıların maskesidirler. Şu sıralarda yine Marguerite Duras okumaya başladım. Dağınık, oradan buradan, yudum yudum okuyorum. Böylesi daha hoşuma gidiyor. Duras âşık kahramanlarından birini şöyle anlatıyor: "Onunla buluşmayı düşünmüyor. Yalnız kalmak istiyor şimdi. Onu düşünmek, onu bilmek, sevmek için." Ya her akşam aynı lokalde etrafta olup bitenlere aldırmadan saatlerce oturan bir çifti anlattığı satırlara ne demeli! "Öylesine yalnızlardı ki dünyada, yalnızlık nedir artık bilmez olmuşlardı." İstanbullu muyum? Bilemiyorum. Moda'yı, Sultanahmet bölgesini, İstiklal Caddesi'ni, Beşiktaş semtini düşünüyorum da... Ben oralara aitim. Bunlar bir insanı İstanbullu yapmaya yeter mi, emin değilim. Gerçek şu ki, büyük şehirler, insanı "oralı" kılmak için çok büyüktürler! H. Babaoğlu
-
GÜNAYDIN
Herkesin günü ''aydınlık'' olsun! Ve güzel bir hafta dileğiyle sevgiler...
-
kibrit ayrıntısı...
Kibrit kullandığımız günlere hasret kaldık. Ne güzel günlermiş... Kokusu bile bi başka güzeldi
-
Yaren Ve Keşanlı Ali Destanı
-
Gülen bebek
-
Twitter Muhabbetleri
Twitter, Nedim ve Ahmet'le sallanıyor... Tepkilerin yoğunlaştığı "#ahmetnedimozgur" etiketi dünya çapında TT listesine girerek katılımın boyutlarını ortaya koydu. Ahmet Şık ve Nedim Şener'in tahliye edilmesi kararı Twitter'da tozu dumana kattı. TT listesinin zirvesine "#ahmetnedimozgur" etiketi yerleşirken Ahmet Şık, Nedim Şener ve Sait Çakır da listede yer buldu. İşte Twitter'daki Nedim ve Ahmet coşkusu: Devlet vatandaşını sevindirmek isterse önce tutuklar, sonra serbest bırakır. Nasrettin Hoca'yı andık mı? Andık! #ahmetnedimozgur Suçsuz insanların tahliye olmasına üzülenlerin de olduğu bir ülkeyiz. Hala laf sokanlar, manidar iftiralar. Ama yine de #ahmetnedimozgur Suçsuzların, haksız yere 375 gün yatmasına isyan etmek yerine, tahliyesine sevinecek hale geldik. Bu utanç hepimizin! #ahmetnedimozgur İddiasını ispat edemeyen savcıya soruşturma açılmalı. O zaman adalete güvenirim. #ahmetnedimozgur Ahmet & Nedim haberinin sevindirici olmasi kadar, bos kalan koguslarina yeni Kurt gazetecilerin girecek olmasi da uzucu. #ahmetnedimozgur Darısı içerideki 104 gazetecinin basına #ahmetnedimozgur 2'si tahliye oldu da, kaldı 90! (Doksan!) #ahmetnedimozgur #ahmetnedimozgur de 375 gün ne olacak? Delilden sanığa gidilir, sanıktan delile değil. Boş yere 375 gün yattı adamlar.. #ahmetnedimozgur "Hesap veremeyeceğiz, bulaşıklarınızı yıkasak olur mu?" -Adalet #ahmetnedimozgur #ahmetnedimozgur ya diğerleri.bütün gazetecilere özgürlük. "Zararın neresinden dönersen adalettir" ülkesi olduk. #ahmetnedimozgur Sira Mustafa Balbay'da Sira Tuncay Ozkan'da ve sira diger gazetecilerde... #ahmetnedimozgur Yetmez ama diğerleri! #ahmetnedimozgur Bu gece hepimiz aileleriniz kadar sevinçliyiz. Geçmiş olsun! #ahmetnedimozgur Darısı diğer tutuklu gazetecilerin ve haksız yere tutuklu olanların başına. #ahmetnedimozgur Arkadaşlarımızı haramilere yedirmedik! Diğerlerini de yedirmeyeceğiz... #ahmetnedimozgur Ahmet Şık ve Nedim Şener'i bu kadar süre içeride tutanlar gün gelecek hesap verecekler!!! #ahmetnedimozgur #ahmetnedimozgur darısı tüm toplama kampı mağdurlarına.. Ferhan Şensoy filmine döndü ahmetle nedimin olay 370 gün karşılıgında bi PARDON derler heralde #ahmetnedimozgur Diğerleri daha mı terörist? #ahmetnedimozgur
-
ChatTurkey'in $iirleri
Dilediğin cennet dünyada yaşaman dileğiyle, tebrik ediyorum sevgili ChatTurkey. Çok güzeldi
-
Miaaaa :)
Şu albümden: Çeşni (Objektifimden)
-
Kıyamaaamm
Şu albümden: Çeşni (Objektifimden)
-
Aşk... Yeniden
Şu albümden: Çeşni (Objektifimden)
-
Özlemişim Öğretmenliği
Şu albümden: Çeşni (Objektifimden)
-
Kızım ve Ben
Şu albümden: Çeşni (Objektifimden)
-
Ahh İst...
Şu albümden: Çeşni (Objektifimden)
-
Aslan
Şu albümden: Çeşni (Objektifimden)
-
Big Shefs
Şu albümden: Çeşni (Objektifimden)
-
Durdurduğum Anlar (Objektifimden)
İçimi ısıtanlar iştee...
-
İst
Şu albümden: Durdurduğum Anlar (Objektifimden)
-
Sadece kadınlar okuyabilir!
Sevgiler delifırtına... Kimi der ki; kadın, soğuk kış geceleri serip bir döşek gibi yatmak içindir. Kimi der ki; kadın, yeşil bir harman yerinde dokuz zilli bir köçek gibi oynatmak içindir. Kimi der ki; kadın, hamur yoğurur. Kimi der ki; kadın, çocuk doğurur. Kimi der ki; kadın, ilk gözağrım. Kimi der ki; kadın, onunla dolu bağrım. Kimi der ki; kadın, bunca yıldır yaşıyorum, hayalimdir. Kimi der ki; kadın, boynumda taşıyorum, vebalimdir. Ne öyle, Ne böyle, Ne döşek, Ne köçek, Ne hayaldir, Ne vebal... "O" benim; kollarım, bacaklarım, başım,anam, öz kardeşim, karım, kavga yoldaşımdır..." Nail Çakırhan
-
Yüreğü Olan Videolar... by tülvent
Kimseye Etmem Şikayet & Bülent Ersoy http://youtu.be/iQ-XoDvvpXs