-
İçerik Sayısı
2.806 -
Katılım
-
Son Ziyaret
-
Lider Olduğu Günler
81
İçerik Tipi
Profil
Forumlar
Bloglar
Fotoğraf Galeresi
- Fotoğraflar
- Fotoğraf Yorumları
- Fotoğraf İncelemeleri
- Fotoğraf Albümleri
- Albüm Yorumları
- Albüm İncelemeleri
Etkinlik Takvimi
Güncel Videolar
tülvent tarafından postalanan herşey
-
-
Terk edilen köpekler intihar ediyor Hayvan Severler Derneği (Hay-Sev) Başkanı Defne Esra Yazıcıoğlu, "Terk edilen köpekler, ümidini kestiği zaman istenmemenin getirdiği o duygu ile yemek yemiyor, su içmiyor ve intihar ediyor. Serumlar bağladığımız halde kurtaramadığımız köpekler oluyor" dedi.
-
-
'' Herkes mi mutsuz bilmiyorum. Hepsi bir şeylerle meşgul, fazla mesai yapıyor, çocukları, kocaları, kariyerleri, dereceleri, yarın yapmayı planladıkları, satın almak istedikleri, başkalarından aşağı kalmadan sahip olmak istedikleri ve buna benzer şeyler için endişeleniyorlar. Çok az kişi bana gerçekten “Mutsuzum”, dedi. Çoğu “İyiyim. Her istediğime sahibim.” der. Sonra ben “Seni ne mutlu eder?” diye sorarım. Yanıt: “Bir insanın sahip olmak isteyeceği her şeye sahibim-bir aile, ev, iş, sağlıklı bir hayat.” Yine sorarım :”Yaşam sadece bundan ibaret mi diye merak ettiniz mi hiç?” Yanıt:”Evet, bu kadar.” Israr ederim :”Öyleyse yaşamın anlamı iş, aile, bir gün büyüyecek ve sizi terk edecek çocuklar, gerçek sevgiliden çok, bir arkadaşa dönüşecek bir zevce ya da koca. Ve elbet bir gün gelecek iş de bitecek. Bunlar olduğunda ne yapacaksınız?” Yanıt: Yok. Hemen konuyu değiştiriverirler.'' Zahir - Paulo Coelho
-
NOSTALJİK NOTLAR 1960' lar, '70' ler, '80' ler http://05338478291.tr.gg/Nostalji-.htm Heyyy, bizim kuşak! Heyecanlanacaksınız ve sevinç, hüzün arası bir duyguyla geri dönmeyecek o zamanları özlediğinizi hissedeceksiniz.
- 71 cevap
-
- Bir Maniniz Yoksa
- Annemler Size Gelecek
-
(ve 2 diğerleri)
Yapıştırılan Etiketler:
-
Kadın Gezi eylemcilerine pala ile saldıran Sabri Çelebi, asıl mağdurun kendisi olduğunu söyleyerek, süreç boyunca kendisini en çok üzen şeyi açıkladı. '' Tek derdim çocuğum. Onun için yaşıyorum. Ancak bazı medya mensupları çocuğumun adını yazıyor. Olacak iş değil. Ülkeye zarar veren bölmek isteyenler sıradan masum vatandaş, biz ise suçlu olduk. Ben artık konuşmak istemiyorum.'' Hıııııımmmm.... Bak, çok acıdım şimdi!
-
"VAY GÂVUR VAY!.." İstiklal Savaşı'nın zaferle son bulduğu günlerdeydi. Okulda, evde, hatta sokakta -yerli yersiz- ağzımızdan gümbür gümbür şiirler dökülüyordu. Sanki “Dumlupınar”ı biz yaratmıştık!.. Sanki “Kocatepe” üstünden orduları biz idare etmiştik!.. Sanki güllelerimizle düşman siperlerini cehenneme çeviren kahraman topçular bizlerdik!.. Yahut, süngü hücumuna kalkmışız da tel örgüleri aşıp geçmiş ve düşmanı önümüze katarak ta Akdeniz'e kadar sanki biz sürüp gitmiştik!.. Sanki, alevler içindeki güzel İzmir kordonunda at koşturarak Sarıkışla'ya ay yıldızlı bayrağı çeken bizdik!.. Ne gurur, ne heyecan vardı yüreklerimizde!.. Kelimelerimiz kılıç şakırtısı, bakışlarımız şimşekti!.. O küçük kasabanın daracık sokaklarında Büyük Zafer'i kazanıp dönen şanlı gaziler gibi göğüslerimiz şişkin, kollarımızı savura savura geziyorduk. Bir gün; yapılmakta olan hükümet konağında çalıştırılmak üzere esirler gelmiş, dediler. Hemen koşa koşa görmeye gittik; kırk elli kadar, bir yığın pis adam... Çamurdan yapılmış gibi!.. Saç sakal birbirine karışmış, altlarında üstlerinde birer eski çuval!.. Genizlerimizi son kertesine kadar kazıyıp “Haaak tuuu!..” dedik. Bilmem nasıl nasıl küfürler savurduk her birimiz. Tükürüklerimiz onlara kadar ulaşmamıştı, küfürlerimizin bir tekini bile anlamamışlardı belki ama biz, epeyce boşalmıştık o gün. Nihayet, esirleri muhafazaya memur olan çavuşlar, onbaşılar, tecavüzlerimizi daha ileriye götürmeye meydan vermeden bizi terslemek zorunda kalmışlardı: “Haden ülen veletler, gidin işinize!.. Yesir işte, yesir!.. Maymun şebek değil a!.. Gördünüz görmeğise... Hadi gidin gayrı!..” Baktık, dağılmazsak dövebilirler de; sert konuşuyordular. Buna da kızmadık değil hani... Onlar bizim çavuşlar, bizim onbaşılardı çünkü! Çok şeyler konuştuk esirler için aramızda; bir ikisini elimize teslim ediverseler, ne şekilde işkenceler yapabileceğimizi bile. *** Onları kabiliyet ve ehliyetlerine göre dağıtmışlardı inşaat işinde; duvarcı, çamurcu, badanacı, dülger, marangoz, falan filan. Her biri ayrıldığı işte bizim yerli ustaların emri altında çalışıyor; silahsız, süngüsüz muhafız çavuşlar, onbaşılar da arada sırada işyerlerini kolaçan ediyorlar, ustaların bir şikâyetleri olup olmadığını soruyorlardı. Sabahleyin işe başlamadan önce yapılan yoklamalarını, öğleleri sade suya bulgur pilavına kaşık sallayışlarını -gelip geçtikçe- uzaktan uzağa seyreder, anlamadığım bir dille konuşmalarında muhakkak bir dert yanış olduğunu hissederdim. Öğle paydoslarında meydana sere serpe uzanırlar. “Sagapo! Sagapo!..” diye mırıldanırlardı. İçlerinde yalnız bir tanesi vardı ki, tek başına çalışırdı; onun ustası falan yoktu. Ve çok defa dinlenme zamanlarında da gitmezdi duvarcı, çamurcu veya marangoz arkadaşlarının yanına; telgrafhane sundurmasının altındaki taş yığınlarının arasına uzanır yatardı. Bu, bir taşçı idi. Binanın merdivenlerinde, kapı ve pencere kenarlarında kullanılacak taşları yontup hazırlıyor, numaralıyor ve bir kenara istif ediyordu. Gedik güdük biçimsiz kaya parçalarını, demir cetveller, gönyelerle ölçer biçer, evirir çevirir, sonra kısa saplı, ağır küt çekici ve çelik kalemi ile başlardı yontmaya. Bazen hafiften bir ıslık tutturur, bazen de kelimesiz olarak sadece burnundan melodiler söylerdi çalışırken. Bakardım, o biçimsiz kaya parçaları birkaç dakika içinde, onun eli altında, rende ile silinmiş tahta gibi düzleniverir, güzel bir şekil alırdı. Bir defasında benim, kendisini dikkatle incelediğimi görünce başını kaldırıp gülümsedi: “Vire,” dedi, “sen çok seviyor taşçilik?..” Ses vermedim, somurttum. “Ma, ben değil taşçi asıl memleket... Heykeltıraş Yorgo benin adi!.. Sen bilirsin heykel?” Gâvurun zoruna bak; bilmez olur muydum hiç?.. İlkokulun son sınıfındaydım... Mikelanj, Fidyas... daha bilmem kimler kimler yazılı idi bizim kitaplarımızda. Ama cevap vermedim, ellerimi pantolonumun ceplerine sokarak, “Iıh!.” dedim, inadına. “Gel,” dedi, “gel... yapacayim bir şey sana güzel!..” Ve pütür pütür, biçimsiz bir kaya parçasına elindeki çekiçle ve kalemle vuruvuruverdi, bir de baktım: Kayalıklar üstünde bir kale çıktı ortaya!.. Birkaç kalem daha vurdu; bir direk uzandı!.. Sonra da baktım ki bayrağım dalgalanıyor direk ucunda!.. O sırada yemekte olduğum kuru incirlerden iki üç tane koydum, elimde olmadan, taşçının önüne. “Çok yasa... Mersi,” dedi, “sen iyi çocuk!..” Ertesi gün ve ondan sonra çok daha ertesi günlerde uğramamazlık etmedim Yorgo'nun yanına. Bana kuş kabartmaları mı, aslanlar, kaplanlar mı, güreş tutmuş pehlivanlar mı çizmedi taşların üzerine. Artık öyle çekingen durmuyordum, oturuyorduk diz dize. O benim için taş üstüne kabartmalar yaparken annemin her sabah, “zihin açıklığı versin” diye cebime doldurduğu kuru üzümleri, incirleri, ceviz içlerini beraber yiyorduk. İşin güzel tarafı; muhafız çavuşlar, onbaşılar da pek uğramıyorlardı oraya. Bir sabah okula giderken yine Yorgo'ya uğramıştım; dostça selamlaştık. “Yorgo,” dedim, “sen sigara içer?..” ve o akşam babamın kül tablasında bulduğum, yarıya kadar bile içilmemiş iki izmaritle bir de hiç yakılmamış sigarayı uzattım kendisine. Mavi gözleri tuhaf bir parıltı ile aydınlandıktan sonra hemen nemleniverdi, ince dudakları büzüldü: “Sen, arkadaş vire,” dedi, “yok çocuk!..” Ve elini çuval pantolonunun cebine daldırarak çıkardı: “Bak,” dedi, “bak... Ben sana için neler yapti zatinden!” Oooo... temiz, güzel, mermer bilyeler! *** Okula gider gitmez ilk işim arkadaşlara mermer bilyeleri göstermek oldu; öyle beğendiler, öyle beğendiler ki!.. “Nerden buldun bunları lan?..” dediler. Bazılarının üzerinde bulunan tozları, parmaklarımla okşar gibi silerek anlattım. “Vay gâvur vay!..” dediler, “vay anasını...” Ertesi gün, bizim sınıftan Suphi, Halim, dörtten Nuri ile İbrahim ve ben beraber gittik Yorgo'nun yanına. Ben, arkadaşlarımın da bilye istediklerini ve bedelini, onların da benim gibi, üzüm ve incirle ödeyeceklerini söyledim. “Ah vire,” dedi, “ben yapacağım çok çok siz için... Ma, ne zaman paydos var o zaman!” O günkü cep yemişlerimizden arta ne kalmışsa, sipariş kaparosu veren müşteriler gibi bıraktık Yorgo'ya. “Orakali, orakali!.. Efharisto poli!..” diye el salladı arkamızdan. Biraz uzaklaşınca bir mükemmel sövdüler arkadaşlar yine ve ben de ister istemez onlara katıldım. Bir süre sonra bizim arkadaşlardan başka çocukların da, ufak tefek dostluklar belirdiğini hisseder gibi olmuştum Yorgo'yla aralarında. Bir gün, kendisine bizim, lek dediğimiz iri bilyelerden iki tane yapıvermesi için üç beş incir, yarım avuç kuru üzüm, iki tane de büyük izmarit götürmüştüm. Emeğinin, sanatının ücretini peşin ödediğime mi hükmetti nedir; darılır gibi, gücenir gibi, bir tavır takındı. Uzun parmaklı, nasırlı avuçları ile başımı okşamaya kalktı: “Ah vire sari... Ah vire!..” der demez iki üç adım geriye attım kendimi. Bilmiyorum nasıl yerleşmiş; düğüm düğüm, boğum boğum bir şeyler vardı içimde; birden kabarıverdiler: “Duur,” dedim, “Yorgo!.. O kadar da uzun değil!.. Sen, ne de olsa bir düşmansın!.. Değil misin?.. Ha?.. Söyle... Söyle bakayım ne diye geldin bizim yurdumuzu almaya?!..” O, her taşa hükmünü geçiren, istediği biçimi veren kuvvetli ve kudretli eller halsiz, mecalsiz iki yanına düşüverdi: “Ben,” dedi, “ben taşçi... Ben Heykeltıraş Yorgo... Gelmedim kendim, gönderdiler vire, gönderdiler!..” Sesi titriyordu; iri mavi gözlerinden iki damla yaş, genç yüzünü çerçeveleyen kıvır kıvır sarı sakallarına doğru süzülüverdi. *** Aradan bilmem ne kadar zaman geçti; hükümet konağının esaslı inşaatı bitmiş olacak ki onları başka bir yere yolladılar. Mahmut Özay - Deli Manda - Bütün Hikâyeleri, YKY, 2007, İstanbul.
-
Tanrı öldü mü?” 1960′lı yıllarda bu çok sorulan bir soruydu. Herkes bu soruyu soruyordu. Herkes bu konuda konuşuyordu. Her yerde bu sorunun yazılı olduğu kâğıt çıkartmalar karşınıza çıkıyordu. Tabii, hiç kimse ciddi olarak Tanrı’nın öldüğünü zannetmiyordu. Toplum olarak kendimize Tanrı’nın yaşamımızda nasıl rol oynadığım eğer oynuyorsa sormamız için ilginç bir yöntem sağlıyordu. “Savaşma Seviş!” ve “Barışı dene!” gibi sloganların yanısıra üç kelimelik ‘' Tanrı bizim yanımızda” sloganı çoğunlukla omuzlara kadar uzamış saçlarıyla (kız ya da erkek fark etmiyordu), sık sık üzerlerinde kolyeden başka bir şey giymeyen (bazen sokağa da böyle çıkıyorlardı} ve insanların koşuşturmalarına bir anlam veremeyen ve yaşamın karmaşık sorularına neden kucaklamayla yanıt verilemeyeceğini sorgulayan o arayış neslinin ruh halini özetliyordu. Yani, çiçek topla dövüşme, diyorlardı hep. Bu konuda komik olan bir şey varsa, o da haklı olmalarıydı. Kucaklaşmayla her şeyi çözebilirdik. Şimdi artık 1900′lü yıllan geride bıraktık ve 2000li yıllara girdik. Ve bizler hâlâ kucaklaşabilmenin yollarını arayıp duruyoruz. Aramızda bunca mesafe varken; birbirimizi tanımazken nasıl olur da birbirimizi kucaklayabiliriz? Zaten biz aynı nedenden ötürü kendimizi bile kucaklayamıyoruz ki! Ayrıca ne kendimize ne de birbirimize sevgi beslemeyi denememize bile izin verilmiyor. Çok saçma. Çok eski. Çok bilmem ne… Biz artık yetişkiniz. Madem yetişkiniz, yetişkin gibi davranmalıyız, değil mi ama? Çalışmalı, faturalarımızı ödemeli, huzursuzluk çıkarmamalı, işimizi görürken mümkün olduğunca az sorun çıkarmalıyız. Tamam mı? Yani, hiçbir şekilde sorun çıkarmamamız gerekiyor. Şimdi bunları yaptığımızda bütün saçmalıklara da son vermiş mi olacağız? Eh, bu durumda benim halâ altmışlardaki sorularımı sormam gerekiyor: Sevgi bunun neresinde? Tanrı bunun neresinde? Her şeyi dış görünümüyle değerlendiriyoruz. Toplum olarak da, dünya olarak değerlendirmelerimizi hep böyle yapıyoruz. Ben bir başlangıç noktası Önereceğim.’ Haydi kucaklamaya başlayalım. Bu kitap Tanrı’ya kocaman açılan bir kucaktır. Bir şeye şapka çıkararak şükran ifade etmek gibi bir şeydir. Yok, değil… bir sevgi mesajıdır. Umarım bu kitabı okuyup bitirdiğinizde kendinizi sanki Tanrı’yla kucaklaşmış gibi hissedersiniz. Çünkü, bilmem biliyor musunuz, Tanrı kendisini kucaklayanı hep kucaklar. Lütuf Anları - Neala Donald Walch
-
-
Palayla dehşet saçan Çelebi' nin Arkasındaki GÜÇ??? Gezi Parkı olayları sırasında Taksim Talimhane’de polislere bile aldırmadan önüne gelene saldıran Sabri Çelebi’yle ilgili ilk skandal emniyette yaşanmıştı. Olaylar sırasında slogan attılar diye birçok gösterici gözaltına alınırken, genç bir kadının kalçasına palayla vurup sırtına tekme atan, bir kişiye palayı öldürürcesine savurarak yaralayan Çelebi, gözaltına bile alınmamıştı. Tepkiler üzerine “davet edilerek” gözaltına alınan Çelebi, savcılıktan tutuklanmak üzere mahkemeye sevkedilmişti. Ancak sevk kararında dehşet saçtığı paladan hiç söz edilmemişti. Çıkarıldığı mahkeme tarafından serbest bırakılırken, yine palaya hiç değinilmemişti. Kamuoyundan gelen tepkiler üzerine savcılık serbest bırakma kararına itiraz etmiş ve Palalı hakkında tutuklama kararı verilmişti. Nostaljik Kazablanka kentinden 50 gün sonra sessiz sedasız dönen Çelebi, önceki gün havaalanında gözaltına alındı ve dün adliyeye çıkartıldı. İstanbul 53. Asliye Ceza Mahkemesi, 27 yıl hapsi istenen Palalı’yı dün tutuksuz yargılanmak üzere serbest bıraktı. SAVCILIKTA SKANDAL! SUÇU DEĞİŞTİRDİLER Bütün bu olaylar, yargıda birilerinin allem edip kallem edip Palalı’yı serbest bıraktırdığını, tutuklamasını engellediğini gösterirken, “Bu kadar skandal nasıl olabiliyor. Çelebi’nin arkasındaki güç kim?” sorularını gündeme getirdi.
-
-
''Aşk, görme engelli bir coşku, görmezlikten kaynaklanan bir bağdır. Oysa sevgi, bilinçlice bir bağ; apaçık, duru bir görmenin sonucudur.''
-
"OPERASYONUN HUKUKİ DAYANAĞI OLMALI" CHP Genel Başkan Yardımcısı Adnan Keskin, Suriye' deki kimyasal silah saldırısına değinerek şunları savundu: "Kimyasal silah kullanıldığı iddiasından sonra Amerika, İngiltere ve Fransa bu konuda yaptırım uygulama anlayışı içerisine girdi. Parti olarak Suriye'ye yapılacak olan herhangi bir askeri operasyonun hukuki dayanağı olması gerektiği inancı içerisindeyiz. Birleşmiş Milletlerden bu müdahaleye yetki veren bir kararın çıkarılması gerekmektedir. Şu ana kadar da Birleşmiş Milletlerden bu doğrultuda bir karar çıkmış değildir. Birleşmiş Milletlerin kararı olmaksızın bir birlik kurarak buraya müdahale edilmeye çalışılmaktadır. Türkiye'nin müdahaleye iştirak edebilmesi için TBMM'yi toplayarak bir karar alması gerekmektedir. Var olan karara dayanarak Türkiye'nin Suriye'ye bir askeri müdahaleye başvurması hukuki olarak mümkün değildir. Anayasaya karşı işlenmiş bir suç niteliği taşır. Fiili müdahale yapacak ülkeler müdahaleden sonra kendi ülkelerine çekip gidecektir ama Türkiye ebediyete kadar Suriye'yle yan yana yaşamak mecburiyetinde olan bir ülkedir." ."
-
Suriye'de iç savaş nasıl başladı? 2-3 yıl önce hayatımızda olmayan “Suriyeli muhalifler, Özgür Suriye Ordusu, PYD” gibi oluşum ve kavramlar bugün Türkiye’nin hem iç hem de dış siyasetinin şekillenmesinde çok önemli bir etken olarak gösteriliyor. Türkiye’nin neredeyse savaş noktasına geldiği, uçağımızın düşürüldüğü, topraklarımıza bombaların indiği, gazetecilerimiz ve sivil vatandaşlarımızın esir alınabildiği bir ülke olan Suriye ile nasıl buralara geldik? Suriye’de neler oluyor? Türkiye neden bu denli bu sorunla ilgili? Süreç nereye gidiyor? Bir iç savaş mı var yoksa büyük bir katliam mı? Suriye’nin dününü, bugünü yarınını konuşmadan önce kısa kısa bu süreç nasıl oldu da buralara gelebildi, neler yaşandı, bugün bulunduğumuz nokta neresi gibi sorulara cevaplar verelim... OLAYLAR NASIL BAŞLADI? Arap Baharı olarak isimlendirilen süreçle birlikte 30 yıllık Hüsnü Mübarek iktidarının devrilmesi sadece Mısır’ı değil bölge halklarını da derinden etkilemişti. Bu tarihi devrim domino etkisiyle Bahreyn’i, Libya’yı, Fas’ı etkilemiş ve hatta Kaddafi’nin ölümüne bile neden oldu. Halk hareketlerinin büyük devrimlere yol açtığı bu dönemde Suriye’de Dera şehrinde iki bayan doktor telefonla konuşurken; “Hüsnü Mübarek düşmüş, darısı bizim başımıza...” şeklinde niyetlerini dile getirdiler. SURİYE’NİN KADERİNİ DEĞİŞTİREN DUVAR YAZISI Telefonları istihbarat tarafından dinlenen bu iki kadın doktor tutuklanıyor ve ceza olarak saçları sıfıra vuruluyordu. Bunun üzerine, bu kadınlardan birinin akrabası olan 12-13 tane çocuk, duvarlara “Halk, düzenin yıkılmasını istiyor.” sloganını yazıyor.(Sözü edilen slogan Arap dünyasında en çok atılan slogandır.) Okulun müdürü bu çocukları istihbarata şikâyet ediyor. Çocukları içeri alıyorlar ve çok ağır işkencelere maruz bırakılıyor. Çocuklar içeri alınınca, Dera bölgesindeki aşiretlerin reisleri, Dera’nın istihbarat sorumlusuna gidiyor ve bu çocukların bırakılmasını istiyorlar. Ancak hakaretle karşılaşıyorlar ve bunun üzerine bir sonraki gün 1000 kişi çıkıyor sokağa. Çocukların bırakılmamasını ve aşiret reislerine yapılan bu hakareti protesto ediyor. Dera Bölgesi yapı itibariyle özel bir yerleşim birimi. Dera’da yaşayanlar büyük bir çoğunluğu seyyidi, Ehl-i Beyt torunları... Dera şehrinde insanlar öldükçe isyan önce bütün şehre yayıldı. İlk başlarda birkaç bin kişi gösterilere çıkarken, kısa bir zaman içinde on binlerce Deralı sokakları doldurmaya başladı. Peygamber torunları olan seyyidlere, Baas rejiminin geçmişten beri büyük baskı uyguladığı biliniyor. Bunun da etkisiyle Dera’daki isyan büyüdükçe diğer şehirlerde de etkisini gösterdi. İsyan dalgası Şam, Lazkiye, Humus, Banyas, Hama, Kamışlı ve Halep’e doğru genişledi. Cuma günleri namaz sonrası Dera halkına destek için sokağa çıkan diğer şehirlerdeki halka yönelik de yönetim tarafından şiddet kullanılınca, Suriye’deki isyan Esad’ın gitmesini isteyen bir halk ayaklanmasına dönüştü. Ve bugün neredeyse bir iç savaşa varan süreç bu şekilde başladı. Arka planı çok da derinlikli olan sorunların su yüzüne çıktığı bu olaylardan sonra on binlerce sivil insan öldü, şehirler bombalandı, Donanma kendi halkına deniz kenarlarından bombalar yağdırdı. TÜRKİYE NEDEN SÜRECE DAHİL OLDU? Türkiye yanı başında yaşanan trajediye kayıtsız kalmadı ve sürece dahil oldu. Önce sadece insani ihtiyaçlar şeklinde sığınmacıları kabul etti ardından da muhalif güçlere lojistik destek verdi. Türkiye’de muhalefetin ve dış basından çıkan haberlere göre bu destek kimi zaman silahlı yardıma dönüştü. Bu durum Suriye ve Türkiye’yi karşı karşıya getirdi. Türk uçağı keşif yaparken Suriye sınırında düşürüldü, Türkiye topraklarına Suriye’den atılan bombalar isabet etti. Kısacası kapı komşumuzdaki yangın bize de zarar verdi. Bu zararı asgariye indirmek adına Hükümet Esad rejiminin bir an evvel devrilmesi fikrinde ve bu amaç doğrultusunda dış politika izliyor. Suriye’deki bugünkü yapıyı özetlemek için öncelikle bu ülkeyi oluşturan toplulukları tanımak gerek. Suriye muhalefeti, Suriye'de kurulmuş tüm muhalif oluşumlara verilen ortak addır. Muhalefetin çatı örgütü Suriye Devrimi Muhalefet Güçleri Koalisyonu'dur. 4 ana muhalif oluşum vardır. 1- İslamcı 2- Bağımsız 3- Kürt 4- Türkmen Muhaliflerin tamamı Beşşar Esed karşıtıdır. Libya, Suudi Arabistan, Katar ve Türkiye gibi ülkeler bu oluşumlara destek vermektedir. ABD, Fransa ve Birleşik Krallık muhaliflere ev sahipliği yapmaktadır. Ayrıca siyasi oluşumların yanında, silahlı oluşumlarda vardır. Özgür Suriye Ordusu Suriye Kurtuluş Ordusu Liwaa Al-Umma Halkçı Koruma Birlikleri Suriye Türkmen Ordusu bu oluşumlara örnektir. Suriye muhalefetinin çatı organı Suriye Devrimi Muhalefet Güçleri Koalisyonu'dur. AMAÇ: Baas rejimini devirmek ve yerine Özgür Suriye denilen; çoğulcu ve demokratik bir rejim getirmektir. BAAS REJİMİ: Baasçılık, Arap milliyetçiliği ve Arap sosyalizminin bir karışımı olan siyasi ideolojidir. Önemli liderleri arasında Saddam Hüseyin, Hafız Esed ve oğul Beşşar Esad gösterilir. Suriye Devrimi Muhalefet Güçleri Koalisyonu 1- Suriye Ulusal Konseyi 2- Müslüman Kardeşler 3- Şam Deklerasyonu 4- Suriye Yerel Koordinasyon Komiteleri 5- Suriye Yüksek Devrim Konseyi 6- Özgür Suriye Ordusu 7- Seküler ve Demokratik Suriyeliler Koalisyonu 8- Suriye Devrim Genel Komisyonu Kürt muhalifler Kürt muhaliflerin ana organı Kürt Yüksek Komitesi'dir. Bazı Kürt gruplar ise Suriye Devrimi Muhalefet Güçleri Koalisyonu ile işbirliği yapmaktadır. Bu gruplar, "Kürt insanların haklarını ve özgürlüklerini almak" amacıyla faaliyet gösterir. Kürt Yüksek Komitesi 1- PYD 2- Suriye Kürt Ulusal Konseyi 3- Halkçı Koruma Birlikleri İslamcı muhalifler 1- El-Nusra Cephesi 2- Fetah el-İslam 3- Ahrar el-Şeham 4- Şükür el-İslam Bağımsız gruplar Hiçbir koalisyonun içinde olmadan, kendi başlarına hareket eden diğer oluşumlardır. 1- Demokratik Değişim için Ulusal Koordinasyon Komitesi 2- Suriye Türkmen Ordusu 3- Liwaa Al-Umma 4- Suriye Kurtuluş Ordusu Cengizhan Çelik/ gazetevatan.com
- 55 cevap
-
- 1
-
-
Her Sabah Kaltığınızda Onsuz Yapamam Diyeceğiniz Bir Şey Varmı?
tülvent şurada cevap verdi: Admin başlık Havadan Sudan Konular
İŞTE BU! -
Daha önce Twitter'da yazdıklarıyla tepki çeken Nihat Doğan ve Erol Köse, savaşı destekleyen tweetleriyle yine eleştirilerin hedefi oldu. Twitter kullanıcılarının çoğu "Savaşmayacağım" diye tweet atarak, Doğan, Köse ve Atilla Taş'ı ağır dille eleştirdi. İşte Twitter'da alay konusu olan o tweet'ler: NİHAT DOĞAN; "İçimizdeki savaşın sona ermesi için dışarıya savaş sart...Tekrar beraber can vermeli beraber ağlamalı kardeş olduğumuzu hatırlamalıyız..." "Suriye kendi içinde muhaliflerle çatışırken fırsatı kaçırmayıp Suriye'yi işgal etmeliyiz yoksa New Ottoman yalan olur.." EROL KÖSE; "Bakıyorum ergenler panik oldu! Biz cihan imparatorlarının torunları Atatürk'ün evlatlarıyız titreyin kendinize gelin devletimiz büyüktür!" "Askerlere çuval geçirdiler sessiz kaldık, İsrail gemimizi bastı sessiz kaldık, uçağımız düşünce de sessiz mi kalalım?" ATİLLA TAŞ; "Değil bir uçak için tek bir mehmetin tırnağı için bile savaşa girilir ana kuzuları.." "A benim kınalı kuzularım savaştan korkmayın!. Hayat bir savaş Irak savaşına girseydik PKK diye birşey yoktu şu an!.." ALAY KONUSU OLDULAR @action_man: "Erol Köse, Atilla Taş ve Nihat Doğan'ın şu durumda bile prim yapmaya çalışması en az savaş kadar daha mide bulandırıcı. #savasahayır" @enescalisgan: "Nihat Doğan-Atilla Taş.. Hayırdır, yarın kasetleri mi çıkıyor Erol Köse'nin şirketinden?" @kefukar: "Ülkeyi ilk terk edecekler bunlar." @KnnErgn: "Atilla Taş savaş istiyormuş, verin eline ekipmanı ve silahları ama karışmayın kendisi giymeyi denesin tamam mı?" @rougetnoir: "tek cümlelik fıkra: Bir Nihat Doğan'ın, bir Atilla Taş bir de Erol Köse savaşa gitmişler." @tturkuturann: "Savaşamam çünkü insan öldürmeyi bilmem ve çünkü o doğmasını çok istediğiniz çocuklarımızı ölsünler diye doğurmuyoruz." @berna_lacin: Dünya'ya bir kere geldiğimizi idrak etmek bu kadar mı zor ey tüm ülkelerin iktidarları!!!!! #savasmayacagim" @unal_colak: Dünyada 200’e yakın ülke olmasına rağmen Nihat Doğan, Atilla Taş ve Erol Köse’nin Türkiye de doğması rabbimin bizi sınama yöntemi olabilir - Erol Köse Komedi Dans Üçlüsü ruhunu yeniden yakalamak istiyor sanırım. cumlecik - Atilla Taş, Nihat Doğan ve Erol Köse’yi Er Ryan’ı kurtarmaya yollasan ‘Meg Ryan’ı alıp gelirler. zaferdalmaz - Bunları Suriye’ye gönderelim, cana geleceğine mala gelsin. maltweetler
-
Ülkemizin dini bayramlarına nasıl saygı duyuluyorsa, milli bayramlarına da saygı duyulmalı. 30 Ağustos, Türk milletinin geçmiş ve geleceğinin ışığı olan en anlamlı bayramdır. Herkesin bayramı kutlu olsun ve bu bayramı bizlere hediye edenlerin ruhları şad olsun! Başkumandan Mustafa Kemal Atatürk, silah arkadaşları ve Mehmetçiklerimizi şeref ve saygıyla anıyorum.
-
Ergenekon Davası'nda müebbet hapis cezasına çaptırılan Eski Genelkurmay Başkanı emekli Orgeneral İlker Başbuğ, twitter hesabı üzerinden kendi el yazısı ile mesaj yayınladı. Afyonkarahisar'ın düşman işgalinden kurtuluşunun 91. yıldönümünü kutlayan Başbuğ, gönderdiği mesajda şunları yazdı:
-
DÖRT PARMAK YANİ "RABİA" İŞARETİNİN ANLAMI SÖYLENDİĞİ GİBİ DEĞİL... BUNU BİR DE BENDEN DİNLEYİN.. Bizim İleri Demokratlar, Mursi yandaşlarının Dört Parmak yani “Rabia” işaretini simge yapmaya çalışıyorlar... Bırakın bizim siyasileri, sanatçı olarak tanıtılan şarkıcılar ve “bazı” futbolcular bile bu işareti yapıp secdeye varmaya başladı. Zaten “bazı” futbolcular bile yapıyorsa, anlayın ki bu, anlamı bilinmeyen bir iştir. Diyorlar ki, gerek Kahire’de gerek dünyanın dört bir yanında darbe karşıtlarının simgesi haline gelen işaretmiş 4 parmak. "Rabia" işareti, Mursi yandaşlarının toplandığı Rabiatul Adeviye Meydanı’ndan geliyormuş. Rabia, Arapça'da 4'üncü anlamını taşıyormuş. Peki, bu işareti İslam tarihinde ilk kim ve neden yapmış bilen var mı? Açın bütün gazeteleri, yukarıdaki cümleyi bulursunuz. Gerisi yok. Muaviye bin Ebu Süfyan kimdir bilir misiniz? Emevi hanedanının kurcusu Muaviye, 657’deki Sıffın Savaşı’nda, Hazreti Ali’yi yenememiş, ancak hakemleri ikna ederek, alavere dalavere ile kendini Halife ilan etmişti. Bu dönemde Müslümanlar, Muaviye taraftarları (Sünniler), Ali taraftarları (Şiiler), Tarafsızlar (Hariciler) olarak bölünmüştü. Muaviye’den yana tavır alan Hariciler ise Hazreti Ali’yi öldürmüştü. Muaviye, bir süre sonra da, Hazreti Ali’nin çocukları, Peygamberin de torunları Hazreti Hasan ile Hüseyin’i öldürmüştü. Özellikle Hazreti Ali’nin öldürülmesinden sonra Halifeliğini sağlama alan Muaviye, her fırsatta Ali’yi ve Şiileri yok saymak, dışlamak için, taraftarlarına, Dördüncü Halife’nin kendisini olduğunu DÖRT PARMAK işaretini yaparak ilan etmiş, taraftarları da, aynı işareti kullanmıştır. Bundan sonra gidilen savaşlarda da Muaviye’nin ordusundaki askerler bu işareti yapar olmuştur. Zaten “Rabia” Muaviye ailesinde takıntıdır. Muaviye bin Ebu Süfyan’ın dedesinin adı da Rabia’dır. Kureyş aşiretinin liderlerinden olan dede Rabia, torununa, “adıma uygun davran, önemini unutma” tavsiyesinde bulunmuştur. Sünni kesimin temsilcisi olduğu iddia edilen, ama ilgisi olmayan Muaviye’nin DÖRT PARMAK işareti, bugün Mısır’da, Sünni İslam’ın yılmaz savunucuları olarak gösterilen, ama ilgisi olmayan Mursi yandaşlarının, Müslüman Kardeşler örgütünün işaretine dönüştü. . Dedim ya, dünyadan bi haber bazı futbolcular ve sanatçı denilen şarkıcı takımı da bunu yapıyorsa, benim gibilerine de, onların derin bilgisine inanmak düşer… Gürbüz Evren / Siyaset Bilimci
-
23 Ağustos 2013 Askeri konvoya saldırıldı, 10 şehit vardı, cenazelerin toprağa verildiği gün, başbakanımız uçağa atladı, eşi, kızları, damadı, Nihat Doğan, Ajda Pekkan, Muazzez Ersoy ve Sertab Erener’i yanına aldı, Somali’ye gitti, “burada insanlık test ediliyor, vicdanlara sesleniyorum” dedi, Ajda’yla Sertab moral dansı yaptı. * Karakol basıldı, 8 şehit vardı, cenazelerin toprağa verildiği gün, dışişleri bakanımız uçağa atladı, başbakanımızın eşi ve kızıyla birlikte Myanmar’a gitti, Arakan Müslümanlarına sarılıp ağladılar. * Aktütün basıldı, 15 şehit vardı, cenazelerin toprağa verildiği gün, AKP milletvekili oğluna stadyumda sünnet düğünü yaptı, ulaştırma bakanımız kirve oldu, AKP logolu pasta kesip, halay çektiler. * Siirt’te helikopter düştü, 17 şehit vardı, dışişleri bakanımız yaralıları ziyaret için Gazze’ye koştu, Hamaslılara sarıldı, hıçkıra hıçkıra ağladı, yürekler parçalandı. * Cephanelik patladı, 25 şehit vardı, AKP’nin valisi AKP’nin generaline sucuk hediye etti, “hayat devam ediyor, acımız var diye ara mı verelim” dedi. AKP’nin sözcüsü “yadırganacak bi şey yok, lokum bile ikram edilir” diye tasdik etti. * Reyhanlı havaya uçuruldu, 53 insanımız hayatını kaybetti, o gece, AKP milletvekili oğlunu evlendirdi, TBMM başkanımız, AB bakanımız, anayasa mahkemesi başkanımız katıldı, AKP milletvekili duygularını tivitır’a döktü, “yaşanan elim olay düğünümüzün tadını kaçırdı” diye yazdı. * AKP, Mısır için yas ilan etti. AKP’li belediyelere genelge gönderildi, şehitlere dikkat çekildi, “kardeşlerimizin acısını paylaşmak için hassasiyet gösterin, eğlenceleri iptal edin” denildi. * E merak ediyor insan tabii. Onlar Müslüman kardeşler de… Bizimkiler Budist kardeş mi?
-
-
-