Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

“NE” OLDUĞUMUZU DEKLERE ETMEK GEREKLİ Mİ?


Misafir demirefe

Önerilen İletiler

Hapishanede birer kişilik hücrelere kapatılmış mahkumlar düşünün. Birbirlerini göremiyorlar fakat iletişim için çeşitli araçlar kullanıyorlar. Duvarlara vurmak, belli bir kodlama ile bu vuruşları belli mesaj kalıpları biçiminde iletmek, parmaklıkların dışına ayna tutarak birbirlerini görmeye çalışmak, ellerini parmaklıklardan uzatıp birbirlerine dokunmak, varsa kağıda mesajlar yazıp uzatmak… gibi.

 

Bu kadar dramatik bir tablo içinde yaşamıyorsak da beyinlerimiz kapalı birer kutu içinde hapsolmuş durumdadır. Hepimizin beyinlerinde bazı kavramlar barınır. Bu kavramları beş duyumuzla edindiğimiz izlenimleri depolayarak oluşturduğumuz bilgi yığınlarından yaratırız. Beynimizde oluşan bir kavramı başka bir beyine aktarmak için de yine beş duyumuzu kullanırız. Ne var ki bu aktarım da iki bilgisayar arasında bir veri kablosu ya da bluetooth bağlantısı kurulup birebir önceden kararlaştırılmış bir veri aktarım protokolüne aynen uyularak yapılmaz. Beş duyumuz bu aktarımı yaparken de başka araçlara başvurmak zorundadır. Bu araçlar kararlaştırılmış bazı sembollerdir ve en güçlü semboller sözcükler ve sözcük gruplarıdır.

 

Ardı ardına dizilen sözcükler beyinlerimize ulaştığında bir dalgalanma yaratırlar. Bu dalgalanma bazı anlam öbeklerini, yani kavramları harekete geçirir. Dalgalanmanın frekansına uyan bir kavram o ulaşan anlatım ile eşleşir ve mesaja bir anlam yükleriz.

 

İletişim bu denli dolaylı araçlar kullanır ve karmaşık yollar izleyerek ulaşırken, diğer yandan beyinlerimizin kavram yaratma süreci de devam ederek işlemektedir. Bilincimizin farkına varmamızla birlikte önce basit anlam kontrastlarından (karşıtlık) yararlanarak temel kavramlar üretmişizdir. “İyi” ve “kötü” daha doğrusu “iyi değil” temel kavram kalıpları olarak öncelikle beynimizde yer etmiştir. Hatta zaten beynimiz ve bilgisayarlar bilgiyi temel olarak on-off durumları ile kodlar. Bilgisayarda bir transistorün veri iletim kanalını açık tutması on, kapalı tutması off ile kodlanır ve depolanan bilgi, milyonlarca transistorün 0 ve 1 kodlarını bu yolla depolaması ile oluşur. Beyin hücrelerimiz olan nöronlar da aynı şekilde aralarındaki çok sayıda sinaps denen bağlantılardan veri akışını açıp kapatarak bilgi işlerler. Bir transistörle diğeri arasında bir veri kanalı varken ve bit denen en küçük bilgi birimi iki olasılıkla (0-1) aktarılırken, bir nöron çok sayıda sinapstan çok sayıda başka nöronlara çok daha karmaşık sinyaller gönderebilir. Kaldı ki nöronlar sadece elektrik sinyallerini değil. kimyasal ileticileri de kullanırlar.

 

Konuyu ayrıntıya boğmadan: Bu karmaşık yapısıyla çok karmaşık bilgileri işleyebilen beyinlerimiz, onları çok fazla da yormaktan hoşlanmayışımız nedeniyle kavramları basitleştirme eğilimindedir. Paradoks gibi görünse de beyin tüm organlardan fazla enerji ve oksijen tüketir. Bu yüzden kan dolaşımımızın büyük kısmı beyinden geçer. Bir satranç oyuncusunun tek bir maçta birkaç kilo verdiği görülmüştür. Canlılar en az eforla en iyi sonucu almaya, verimliliğe şartlanmışlardır. Bu yüzden tüm kavramları temelde “iyi” ve “iyi değil” şeklinde iki ana kategoride toplamaya eğilimliyizdir. Bu bize etkin ve çoğu kez yararlı, pratik ve hızlı bir karar verme süreci sağlar.

 

Ancak bir çok ayrıntıdan da bizi mahrum eder. Çoğu kez çok karmaşık bileşenlerden oluşan bir komplex hakkında yargımız basittir: “İyi!” Ya da “kötü!”

 

Şu an ben baştaki hücrelere kapatılmış mahkumlar pozisyonuna geri dönmüş bulunuyorum. Belki de iletişim bakımından o derece vahim bir durumda olabiliriz. Hayatta bazı ayrıntıları ve derinlikleri keşfetmeye o kadar çok ihtiyacımız var ki, fakat bu ihtiyacın farkında olmaktan bile çoğu kez uzak kalıyor, daha vahimi uzak durmak zorunda kalabiliyoruz. Çünkü zaman, enerji ve imkanlarımızı, daha gerekli alanlara yöneltmek zorunda olduğumuzu düşünmek “zorunda” kalabiliyoruz. (Sözcük tekrarı vurgu amacıyla kasıtlıdır.)

 

Hatta daha ileri gideceğim. “iyi” ile “kötü” arasındaki kontrastın o kadar da net olmadığının farkına varmaktan, bu ikisi arasında ayrımsama yapamamaktan korkuyoruz. Bu kadar sağlam ve güvenilir, pratik ve yararlı bir araçtan mahrum kalmaktan ciddi biçimde ürküyoruz.

 

Aslında haksız da değiliz. Çünkü içine gireceğimiz çoğu durum bizim için sonuç itibariyle ya yararlı, ya zararlı bir sonuç verecektir. İyisi mi…

 

Hadi herkes hücrelerine…

 

NOT: Anlatım başlıkla ilgisiz durdu ama buradan başka bir yoruma geçmeyi düşünmüştüm. Fakat konunun akışı yorumsuz bırakmayı daha zarif gösterdi. Moderasyondan ricam, konuyu başka başlığa, bilim ya da felsefeye taşımamaları. Tekrar yorum getirmeyi ve konuya girmeyi düşünüyorum…

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Mehmed Akif en az cephede savaşan en yararlı işler yaparak canını bu topraklara feda eden bir kahraman asker kadar Milli mücadeleye katkısı olmuş, büyük bir mücadele adamıdır. Kitleleri harekete geçirmiş ve bu konudaki yeteneği başta Atatürk olmak üzere Milli mücadeleyi yürüten herkesçe teslim edilmiştir. Çok önemli bir yazardır ve milli marşımızın da yazarı büyük bir şairdir.

 

Sanırım “Asım” adlı şiirinde bir ateist öğretmen kompozisyonu çizer ve bu anlatım içinde köylülere ateist öğretmeni köyden kovdurur. Ateist öğretmenin anlatımı dehşet verici bir kesinlikte “kötü” bir tanımlar öbeğidir. Selam vermez, selam almaz, dişleri kazma gibidir ve fırça görmemiştir, tırnakları pislik doludur, kesmez. Bıyıkları ağzına girer, yıkanmaz, leş gibi kokar. Maneviyattan konuşulsa bön bön bakar. ağzından “Allah” sözü çıkmaz. Ne yapar peki? Ben şahsen anlayamadım ne tür bir yaratığın tasvirini yaptığını…

 

Başka bir cumhuriyet dönemi yazarından (Reşat Nuri Güntekin gibi, ya da M. Akif’in çağdaşı ve arkadaşı olmak bakımından Neyzen Tevfik) da, dini çıkarlarına alet eden bir “kirli imam” tasvirini çok net ve aynı inanılmaz kesinlikte olumsuz göndermelerle okumanız mümkündür. En büyük değerleri empoze eder görünüp, küçük bir çıkar için insanların en önemli değerlerini çiğneyecek tiyniyette düşük bir karekter tiplemesi…

 

Bilmiyorum taşlar yerine oturdu ve nereye gelmeye çalıştığım anlaşıldı mı? En azından başlıktaki soruya “hayır, gerekli değil” yanıtını vermeye çalışmamın ötesinde, başka beyinlere deklere edeceğimiz kavramları yerli yerine oturtmak, evreni siyah-beyaz değil renk cümbüşü içinde algılamak, insanların yarısını cennete, yarısını cehenneme doldurmamak için daha ne kadar emek ve zamana ihtiyacımız olduğunu anlatmaya çalıştım.

 

Çok abartılı gelebilir: Hayatta ve dünyada en büyük çabamızın,evrimsel olarak emmoğlumuz olan şempanzeden daha uzak bir akraba olmaya çalışmak ve ondan mümkün olduğunca çok daha farklı olmaya çabalamak olduğunu düşünüyorum. Bence hayatımızın amacı ve encamı budur…

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Katılın Görüşlerinizi Paylaşın

Şu anda misafir olarak gönderiyorsunuz. Eğer ÜYE iseniz, ileti gönderebilmek için HEMEN GİRİŞ YAPIN.
Eğer üye değilseniz hemen KAYIT OLUN.
Not: İletiniz gönderilmeden önce bir Moderatör kontrolünden geçirilecektir.

Misafir
Maalesef göndermek istediğiniz içerik izin vermediğimiz terimler içeriyor. Aşağıda belirginleştirdiğimiz terimleri lütfen tekrar düzenleyerek gönderiniz.
Bu başlığa cevap yaz

×   Zengin metin olarak yapıştırıldı..   Onun yerine sade metin olarak yapıştır

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Önceki içeriğiniz geri getirildi..   Editörü temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.