Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

Senyour's Blog

  • başlık
    61
  • yorum
    32
  • görüntü
    102.846

Şiddetin oyununu bozmak (yorum)


Senyour

814 görüntü

Askeriyle, yargısıyla, medyasıyla, partileriyle, sokak çeteleriyle fiziksel ya da sembolik şiddetin ve tehditlerin elden bırakılmadığı bu siyasal kültürde Akdeniz Üniversitesi’nin gençleri nasıl konuşacaklar? Konuşamayacaklar; çünkü onların konuşmamaları ve savaşa girmeleri isteniyor. Çünkü bu memleketin bütün insanları savaşa sokulabildiği ölçüde en güçlü savaş ve yaptırım teknolojilerine sahip olanlar kazanacaklarını biliyorlar... İşte bu yüzden, gücün ve şiddetin bu oyununu bozmak gerekiyor.

 

 

 

Geçen şubat ayının sonları... Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Kuzey Irak’a sınırötesi operasyonu... Aynı sıralarda Akdeniz Üniversitesi’nde ‘Toplumsal Barış ve Uzlaşma’ konulu bir panel... Cengiz Güleç bir psikiyatrist gözüyle, ben sosyolog gözüyle ‘Nasıl olacak bu barış ve uzlaşma’ sorusuna cevap(lar) aramaya çalışıyoruz. Ben ‘Kurgular, Kimlikler ve Gündelik Hayat’ başlıklı sunuşumda aşağı yukarı şunları anlatıyorum: “İktidar dilini belirleyen güçlü kurgular ve dayatılan egemen kimlik tanımlamaları gündelik hayatı esir alıyor, sömürgeleştiriyor. Hayatın içinde barış var, ancak o hayat üzerinde egemenlik kuran dil savaş mantığı içeriyor. Uysal bedenler yaratmaya çalışan iktidar dilinin bizzat kendisi çatışmacı. Çünkü kendi formatına, ‘teorisine’ uymayan insanlık hallerini kendisine uydurmak için her türlü yolu mubah görüyor; uymayan durumları ‘felaket’ olarak tanımlarken, aslında kendi teorisi bir ‘felaket’ halini alıyor. Bu ‘felaket’ karşısında, gündelik hayattaki her türlü yaratıcılığın yok edilmesine ve empoze edilen kimliklere karşı insanlar direnebilmek ve kendileri olarak kalabilmek için alternatif kimlikler --yani kurgular- inşa ediyorlar. İşte bu yeni kurgular egemen dil tarafından çatışma nedeni olarak kabul edilip, kendi çatışmacılığına --kutup arzusuna- meşru zemin yaratıyor. Kutuplaşmanın bu kısır döngüsünden çıkmak lazım. Yani, barış için tam da gündelik hayattaki potansiyele, ‘içiçeliklere’ yani insanların ‘başkalarındaki varlıklarıyla’ sahip oldukları öznelik hallerine dayanmak ve güvenmek; tekleştirici savaş diline karşı, kurguların altındaki mütevazı insanlık hallerini görünür kılmak, çoğulluğun dilini güçlendirmek gerekiyor...”

 

O panelde bunları anlatıyorum ama bu çok önemli değil; burada anlatmak istediğim başka bir şey var...

 

Sunuşlardan sonra sorular geliyor... Vakitten tasarruf etmek, tansiyonu yüksek bu memleket meselesinde potansiyel gerilimlere yol açmamak için sorular yazılı olarak alınıyor... Onlarca soru; bana sorulanların çoğu Kürt meselesine ilişkin... Henüz bir ay sonraki Newroz’un kayıtlara düşmediği Kürt meselesine ilişkin... Ama bir soru var ki, diğerlerinin hepsini kuşatıyor; gerilimi engellemek adına soruları ‘yazılı’ almanın yani insanları ‘konuşturmamanın’ anlamını (ya da anlamsızlığını) ortaya koyuyor:

 

“Ben sorularımı, içerisine ses tonumu, mimiklerimi ve heyecanımı katarak sormak isterdim. Siz benim oturduğum koltukta bulunsaydınız, cümlenin sansürü karşısında ne yapardınız?”

 

Doğru dürüst cevap veremiyorum. Çünkü ne yapardım, tam olarak bilmiyorum... Herhalde konuşmaya çalışırdım, elimden geldiği kadar...

 

Ya da şu soru: “Şırnak’ta panzerle çocuğu eziyorlar. Bir Kürt genci olarak ne yapmam gerekiyor? Halkım asimilasyona uğruyor, kültürleri gelecekleri gasp ediliyor. Bir Kürt genci olarak ne yapmam gerekiyor?”

 

İsmini önce yazıp, sonra --neme lazım başına bir şey gelmesin diye- karalamış bu gencin ne yapması gerekir onu da tam olarak bilmiyorum. Daha doğrusu belki bir şeyler biliyorum ama ‘onun adına’ bilemiyorum. Ben sahip olduğum akademik meşruiyete, yaşımın sağladığı korunağa dayanarak ‘konuşuyorum’ ve bir ‘barış ve uzlaşma’ dili üretmeye çalışıyorum... Ama o konuşamıyor... Ve konuştuğu zaman, tam olarak ne anlatacağını, benim ‘dilimin’ onun için ne kadar anlamlı olduğunu bilemiyorum... O salondaki gençleri, o üniversitedeki gençleri, diğer birçok üniversitedeki gençleri duymam mümkün değil... Duymuyoruz, duyamıyoruz...

 

Panelden sonra yanıma geliyor bazıları. İçlerinde kalanları konuşmak istiyorlar. Ama biz ‘büyükbaşların’ zamanı sıkışık... İki arada bir derede kalıyorum...

 

İçim daralıyor...

 

Ve bugün o iç daralması dörtnala geri geliyor... O gün Akdeniz Üniversitesi’ndeki o konuşamayan gençler --konuşmamaya devam etmeleri için- saldırıya uğruyorlar... Siyah takım elbisesi ve içinde beslediği katilin nişanesi olarak alnındaki kara lekesiyle bir adam silahını boşaltıyor gençlerin üzerine... Başörtüsüyle girilemeyen üniversiteye silahıyla giren (silah, ‘siyasi sembol’ olmadığı için) siyah takım elbiseli adam yalnız değil; çünkü onunla birlikte başkaları da satırlarıyla girmekte bir engelle karşılaşmamışlar...

 

Ankara Üniversitesi’ndeki Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’nde olduğu gibi... İstanbul Üniversitesi Merkez Kampus yemekhanesinde olduğu gibi... Ankara Üniversitesi Tandoğan Kampusu’nda olduğu gibi...

 

Konuşmak isteyen genç insanların üzerine salınmış, polis korumasında ‘organize satırlı birlikler’... Öğrenci avına katılıyorlar...

 

Ne yapılabilir bu durumda? Bana ‘ne yapması gerektiğini’ soran genç, çoğulluğun dilini nasıl hayata geçirecek? En güçlünün bir altındakini konuşturmamaya yemin ettiği bir siyasal atmosferde, hiç konuşmasına izin verilmeyen genç nasıl ‘çoğulluğun dili’ni sahiplenecek?

 

Adeta bir din gibi algıladıkları laikliği bir ‘yaşam tarzı’ olarak topluma empoze eden, bu yüzden aslında ‘laikliğe aykırı’ davranan odaklar bir siyasal partiyi susturmaya çalışırken çoğulluğun dili nasıl konuşacak?

 

Bu tür bir baskıya maruz kalan bir siyasal parti, Kürtlerin kendilerini anlatmak için oy verdikleri bir parti üzerindeki baskılara ortak olurken nasıl konuşacak bu dil?

 

Dinselleşmiş bir laiklik anlayışının mağduru olan bir hükümetin Başbakanı kendisine dertlerini anlatmaya gelmiş, Kürtçe talebini dile getirmiş bir sivil toplum kuruluşunun sözcüsünü “Ana dilde eğitim sadece azınlıklar içindir. Onlara da kurs açılır” diye terslerken; sözcü itiraz edince de “Yalan konuşuyorsun, sen dürüst değilsin” diye hakaret edip fırçalarken nasıl üretilecek bu çoğulluğun ve demokrasinin dili?

 

Askeriyle, yargısıyla, medyasıyla, partileriyle, sokak çeteleriyle fiziksel ya da sembolik şiddetin ve tehditlerin elden bırakılmadığı bu siyasal kültürde Akdeniz Üniversitesi’nin gençleri nasıl konuşacaklar?

 

Konuşamayacaklar; çünkü onların konuşmamaları ve savaşa girmeleri isteniyor. Çünkü bu memleketin bütün insanları savaşa sokulabildiği ölçüde en güçlü savaş ve yaptırım teknolojilerine sahip olanlar kazanacaklarını biliyorlar...

 

İşte bu yüzden, gücün ve şiddetin bu oyununu bozmak gerekiyor...

 

İşte bu yüzden, şimdilik tek çare gibi görünen yolu güçlendirmek gerekiyor... Yani o şiddetperverleri taklit etmemek, onların şiddetlerinin ellerinde patlamasını sağlamak yani toplumun, gündelik hayatın içinde, ‘başkalarındaki varlığımızı’, barışımızı inatla aramak gerekiyor...

 

[/size]FERHAT KENTEL Bilgi Üniversitesi Öğretim Üyesi

 

10.04.2008

 

0 Yorum


Önerilen Yorumlar

Gösterilecek hiç bir yorum yok

×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.