Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

Önerilen İletiler

Gönderi tarihi:

Engizisyon... Adalet... İnsanlık... İlerleme... Ve akla uygun cani...

 

Yazı: Özcan Yüksek

 

Uzaktayım. Acı ve işkenceyi görmek için buraya geldim. Uzaktayım. Bir keşiş gibi ıstırap çekemesem bile yola çıkabilir, yerimden yurdumdan kaçabilirim. Tanık olamasam da anımsayabilirim acı ve işkenceyi- keşiş ruhuyla. İspanya'nın kuzeyindeyim. Genzimde acı yosun kokusu. Okyanus rüzgârı, geçmişi geleceği birbirine savuruyor. Ben engizisyon müzesinin yerini soruyorum orta yaşlı bir teyzeye. Anlasın diye İspanyolca okunuşuyla söylüyorum: Enkizisyon!

Santillana del Mare'da, şimdi kapısından girdiğim engizisyon müzesinde birkaç canlı gölgeden biriyim. Ölmüş dirilmiş bir gölge. Yıkılmış yakılmış bir geçmişi arayan gölge. Kilisenin çanları içeriye değin vuruyor. Hazanın bozumunu kutluyor belki de bu çan sesleri, ya da geçmiş ölülerin, engizisyonda ıstırap çekenlerin ruhlarını kutsuyor.

 

İtalyan doğa filozofu Galileo, 17. yüzyılda, Roma'da engizisyon mahkemesinde yargılanıyor, Kopernik'in kuramını savunduğu ve 'Dünya dönüyor' dediği için.

 

Ülkedeki bildiğim, arayıp tarayıp bildiğim, tek işkence ve bir ölçüde engizisyon müzesinde gördüklerimin fotoğrafını çekmem yasak. Henüz müzenin bir kitabının olup olmadığını bilmiyorum, bu yüzden her işkence aletinin önünde dakikalarca duruyor, en küçük ayrıntısına kadar inceliyor, insanlara anlatmakta yetersiz kalabilirim, hafızam bu denli korkunç aleti kendi bünyesine istemeyebilir endişeleriyle, tüm gördüklerimi not defterime aceleyle çiziktiriyorum.

 

İşte demir sandalye. Sorgulama koltuğu. Üç yüzyıldan da eski. Hemen yanında bir gravürde benzeri resmedilmiş. Çıplak bir kadın oturtulmuş üzerine. Sandalyenin en önemli özelliği, bedene kusursuz sahip olma, kusursuz acı verme amacına göre tasarlanmış olması.

 

Amerikan askeri, Felluce'de ihtiyar Iraklıya yatmasını mı öğretiyor yoksa kalkmasına mı yardım ediyor acaba?

 

Kurban, kollarını kıpırdatamıyor, çünkü her iki kolu da birer demir kolçakla sandalyeye bağlı. Kolçakların iç kısmı, yani kola batan kısmı, sivri demirlerle bezenmiş. Oturduğu, sırtını yasladığı, baldırlarını koyduğu yerler de aynı şekilde sivri demirlerle kaplı. Bacakları kavrayan, tek parça ahşap bir sıkıştırıcı, her iki yanından koca vidalarla tutturulmuş. Göğüste de sivri demirlerle güçlendirilmiş bir kemer var. Ruhu korumak uğruna, bedene acı çektiriyorlardı. Bedenin en küçük bir parçası, bu acıdan kurtulamıyordu. Neden demirdi bu sandalye? Çünkü meşalelerle ısıtılıyordu. Kurban, ısıtılan demir sandalyede itirafta bulunsun diye. Bugünkü elektrikli sandalyenin atası işte.

 

Göğüs koparma kancaları (yine kadınlar ve cadılar için), ölene dek beklediğin bir `çürüme koltuğu', ayakta duracak şekilde içine konulduğun, yüzünün örtüldüğü ve yine ölene değin çıkarılmadığın `Demir Bakire' kalıbı ve başka başka acı aletleri. Ya şuna ne demeli? `Mırıldanma' işkencesi. Şöyle, aşağı yukarı iki karış uzunluğunda demir bir çubuğun her iki yanı çatal şeklinde yapılmış, kurbanın çenesiyle göğsünün üst bölümüne sıkıştırılıyor. Dört sivri uç bedenine hafifçe saplanmış. Çeneni kımıldatamıyorsun. Engizisyon iktidarı, bedenin kımıldamasına dahi tahammül edemiyor. Konuşamıyorsun. Yalnızca mırıldanıyorsun. Zaten, engizisyon senin yalnızca mırıldanmanı (abiuro) istiyor. Aklından geçenleri kimse, hatta kendin bile duymayasın istiyor olmalı.

 

Thomas Mann'ın Büyülü Dağ romanında, bir aydınlanmacıyla bir Cizvit arasında engizisyon işkenceleri tartışılır. Duyarsız bir ruh, yasalara karşı çıktığında bir süre acımasız işkencelere hedef olursa, bunda ne kötülük vardır? Bu soruyu soran ve işkenceyi savunan kahraman, işkencenin ilerlemeci yanından da söz eder. Engizisyondan önce yalnızca Tanrı'nın adaleti vardı. Engizisyon döneminde suç değişmedi, yalnızca yargılama değişti. Saf adalet, yani Tanrı'nın adaleti yerine, suçlanan kişinin itirafını arayan engizisyon daha adildi. İtiraf yoksa ceza da yoktu. Kanıtlar çok güçlü olsa bile. Peki, gerçeği gizleyen insanın yüreğine ve zihnine nasıl girilecekti? Bu soruyu sorar Thomas Mann. `Ruh bile bile kötüyse o zaman insanın elle tutulur bedene yönelmekten başka çaresi kalmıyordu. Mantık, gerekli itirafın elde edilmesi için işkenceye başvurulmasının şart olduğunu söylüyordu.'

 

İşkence ve acının, akıldan ve mantıktan uzak olmadığını anlatıyor bu sözler. Canilik, bir mantığa dayanır. Geniş kitleler, günümüzde gazete ve televizyonlar, işkenceye bu yüzden ses çıkarmaz. Ortaçağ işkenceleri, barok katedrallerin süslediği güzel meydanlarda, halkın coşkulu katılımıyla bir şölene dönüştürülürdü. Ebu Garip Hapishanesi işkenceleri de dünya televizyonları, gazeteleri ve internet sayfalarında herkese gösterildi. Sonuç, bir iğrenme değil, onaylamaydı. İşkenceci iktidar, Irak'ta, Afganistan'da Amerikan halkının zihninde `hobit'ten farksız görünen insanların öldürülmesinden sorumlu iktidar, seçimleri kazandı.

 

Hukuk fakültesinde öğrenciyken Ceza Hukuku, Hukuk Felsefesi dersleri sırasında hocalarıma sormak istediğim ama sanki "mırıltı" çatalı batıyormuş gibi söylemekten çekindiğim sorular geliyordu şimdi tekrar aklıma. İki gün araba kullanarak ülkenin ta güneyinden gelip ziyaret ettiğim bu işkence müzesinde, her işkence aletinin önünde, bu soruları kendime soruyor ve yanıtını arıyordum. Mecazımı arar gibi.

 

Yeni yüzyılın, iki imge-yüzü. Yer Felluce. Yüzleşmekten korkmak ve korku imgesi yaratmak: `Ben buyum, sen de işte busun.'

Reuters / Tahir El-Sudani

 

İnsanlık, bir ilerleme midir?

Adalet nerededir, insanın içinde mi yoksa dışarıda mı?

Kimdir adil; kahramanlar mı, yoksullar mı, güçlüler mi, papazlar ya da imamlar mı, sevapkârlar ya da günahkârlar mı?

 

Hepimizin iyi bir şekilde birlikte yaşamasını sağlayan yoldan başka bir şey değildir adalet derken Platon, ne kadar haklıdır? Ya da Sokrates gibi, `Gençlerin zihinlerini kirletmek' suçundan idama mahk–m edilen Sokrates gibi, birkaç yıl daha yaşamak uğruna, kendi deyimiyle `ruhunu kirletmektense' idamı tercih etmek midir adalet? Sokrates, adalet için yaşadı ve adalet için öldü. Che Guevara da öyle. Che de adalet için yaşadı, adalet için Küba'da iktidarı terk etti ve yine adalet için, belki de asla kazanamayacağı bir savaşa adalet için tekrar girdi ve adalet için öldü. O yüzden Che şimdilerde, zenginlerin ve yoksulların, isyancıların ya da züppelerin, herkesin adalet ve isyan simgesi.

 

Güçlünün yanında olmak adalet midir? Neden günlük hayatta bu denli az kullanıyoruz adalet sözcüğünü? İyilik, fenalık, erdem gibi sözcükleri hemen hiç kullanmıyoruz sıradan hayatımızda, neden? Eski zamanlara, naif, tuhaf zamanlara ait sözcükler gibi bakıyoruz bu sözcüklere. Adaleti bir işkolu haline getirmişiz. Benim gibi hukuk okumuş kişilere ait bir meslek, zanaat olarak görüyoruz. Adaleti dışarıda arıyoruz. Adaleti sıradan, gündelik, işimizde, gücümüzde, hatta aşkımızda, duygumuzda yaşatamıyoruz.

 

Avrupa'da engizisyon sırasında suçlu kabul edilenler suçlarını itirafa zorlanıyor. Herkesin gözleri önünde.

 

O soru tekrar aklıma geliyor: İnsanlık, bir ilerleme midir?

 

İlerleme, adaletin insanın içinden, gündelik hayatından, dilinden, dimağından çıkarılıp bir kuruma devredilmesi midir? Adaleti niye en güçlü olana devrediyoruz? Amerika en güçlüdür. Peki adil midir? Amerikan savaş gücüyle Irak direnişi arasındaki savaş, adil midir? Hangisi kahramancadır ya da? Hollywood, kahramanlık öykülerinde hangi tarafı esas oğlan yapacaktır? Her saniye binlerce insanın açlıktan öldüğü dünya ne kadar adildir? Yazıyla yazmak gerekir ki, sekiz yüz kırk milyondan fazla insan açlık çekiyor dünyada. Geri kalmış ülkelerde yılda altı milyon çocuk açlıktan ölüyor. ABD'de bile 13 milyon çocuk açlık sınırında yaşıyor (Bkz. www.bread.org). Ben ne kadar adil yaşarım bu dünyada? Ya da pek çok kimsenin sormayı akıl etmediği bir soruyu ortaya atayım: Avrupa'nın Türkiye'yi kabul etmemesi ne kadar adildir? Avrupa'nın kendisine bir sınır çekmesi ve bazı ülkeleri dışarıda bırakması ne kadar adildir?

 

Engizisyon müzesinden çıktım. Müzeye bakmayın, küçük ve şirin bir kasaba burası, hatta turist kaynıyor ve çok azı, yakınlarda bir yerde işkence aletlerinin sergilendiğinin farkındadır. Üstelik, müzeyi ziyaret edenlerin acaba kaçı, benim gibi yalnızca burası için gelmiştir? Bartın sokaklarını andıran, taştan ve cumbalı evlerin arasında yürüyorum. Müzenin ve özellikle de bahçesindeki cellat mankenin etkisini üzerimden atmaya çalışıyorum. Kara cüppeli celladın ayaklarının dibindeki kütüğe saplanmış bir balta, yükseğe çekilmiş ve inmeyi bekleyen bir giyotin, insanların oturtulduğu sivri uçlu kazık, bütün bunlar bahçede sergileniyordu. İnsanın iki bacağının arasından ikiye bölündüğü testere, bir kuyu, evet Edgar Allen Poe'nun engizisyonu anlattığı `Kuyu ve Sarkaç' öyküsündekine benzeyen bir kuyu da içerideydi. O öyküde kurban, ölümlerden ölüm seçerek acılardan acı çalarak bir an önce bu dünyayı terk etmeyi arzular ya. Poe, tuhaftır, okuyucuya tesir etmek için Ğya da birkaç dakika da olsa okura işkence hissini yaşatmak için diyelimĞ işkence aletlerini anlatmayı seçmemiş, bunun yerine mekânı ayrıntılarıyla canlandırmayı yeğlemişti. Kurbanın gördüklerini algılayamadığı, geometrisini çözemediği mekânı, ortasındaki kuyuyu, giderek yaklaşan ve ucunda giyotin bulunan sarkacı anlatmıştı.

 

Engisizyon bitti mi? Yoksa, kitlesel bir kuruntu yaratıp bir cadı avı başlatmak, başka başka kılıklarda, farklı zamanlarda tekrarlanan `kara efsane' sürüyor mu?

 

`Leyenda Negra' engizisyonun halen devam eden, kim bilir geleceğin tarihinde daha ne kadar devam edecek `kara efsaneye' verilen isimdir.

 

Her Avrupa ülkesinin kendi tarihini simgesel olarak anlatan anahtar kavramlar vardır. Bu kavramlar, İtalya için Rönesans, Fransa için Devrim ise eğer, İspanya için de engizisyondur. Ama `kara efsane' ülkemiz yakın tarihinde de pek çok kereler yaşanmadı mı; Maraş'ta, Sivas'ta örneğin. Pol Pot ve Stalin, `kara efsane'nin en acı örneklerini sergilemişlerdi. Hitler de öyle. Şimdilerde ise Amerikan işgaline direnmek, global medya aracılığıyla kurulan ve yayılan modern engizisyonun kurbanı olmaya yetiyor.

Gönderi tarihi:

Amerikan İşkencesine Lanet — Ve Teşhis

Irak'taki Ebu Gureyb cezaevindeki Amerikalı gardiyanların tutuklulara yaptıkları işkencenin yeni kanıtları ortaya çıktı. Bir önceki yazımda da "alçaklık" olarak nitelediğim bu insanlık dışı, adice işkencelerin sadece "bir kaç kötü askerin işi" olmadığı, Amerikan ordusunda daha yaygın bir işkence uygulaması olduğu anlaşılıyor. Bunu, nefretle lanetliyorum. Umarım, sorumluları, hem beşeri hem de ilahi adaletle cezalandırılırlar.

 

"Kurtlar Vadisi Irak" filmini eleştirirken, işkenceci Amerikan askerlerinin, tüm Amerika'ya yönelik bir düşmanlığa neden olmasının yanlış olacağını, özellikle de bir "Hıristiyan düşmanlığı"na dönüşmemesi gerektiğini vurgulamıştım. Nitekim Amerikan ordusunun yaptığı işkenceleri kınayıp protesto edenlerin arasında, ABD'nin kendi Hıristiyanları önde gidiyor. 2004 yılında, Ebu Gureyb'deki işkenceler ilk ortaya çıktığında, bu konuda bir araştırma dosyası hazırlamıştım ve Aksiyon dergisinde yayımlanmıştı. Şimdi, Ebu Gureyb'deki işkencelerin bir kez daha ve tüm *********liğiyle ortaya çıkması üzerine, aynı dosyayı arşivden çıkarmakta yarar gördüm.

 

.........

 

 

EBU GUREYB'İN SONRASI: AMERİKA, KENDİNİ SORGULUYOR

 

[Kısmen, 7 Haziran 2004 tarihli Aksiyon dergisinde yayınlandı]

 

Ünlü film yıldızı Edward Norton'un başrolünü oynadığı "25. Saat (25th Hour) adlı film, geçtiğimiz yılın önemli Hollywood yapımlarından biriydi. Filmde, uyuşturucu ticareti yaptığı için 8 yıl hapis cezasına çarptırılan New Yorklu bir gencin, hapse girmeden önceki son 24 saati gösteriliyordu. Ve sözkonusu genç (Edward Norton) son 24 saatinin sonlarına doğru en yakın arkadaşından ilginç bir istekte bulunuyordu: "Beni öldüresiye döv! Yüzüm tanınmayacak hale gelsin!"

 

Bu garip isteğin amacı, hapishaneye olabildiğince "yüzüne bakılamayacak" şekilde girmekti. Çünkü diğer türlü, genç ve yakışıklı bir mahkumun, orada akıl almaz cinsel taciz ve tecavüzlere uğrayacağını biliyordu.

 

Bu filmi izleyen pek çok insan, gelecekle ilgili hayalleri yıkılmış olan genç dramına odaklandı. Ancak film, bize çok daha büyük bir dramı da anlatıyordu: Amerikan hapishanelerinde yaşanan korkunç olaylar.

 

 

Amerika'daki Ebu Gureybler

 

Irak'taki Ebu Gureyb cezaevinde yaşanan ve fotoğraflarla belgenen taciz ve işkenceler üzerine, ABD'nin kendi hapishanelerindeki feci tablo, bir kez daha gündeme geldi. Ebu Gureyb'teki gardiyanların bazılarının Amerika'daki mesleği de gardiyanlıktı. Yani yaptıkları, yabancı oldukları bir iş değildi. Acaba uyguladıkları taciz ve işkenceler de, Amerikan hapishanelerindeki ortamı, binlerce kilometre ötesine taşımaktan mı ibaretti?

 

Bu soru, son haftalarda Amerikan medyasında giderek daha fazla yankı bulmaya başladı. Ülkenin en saygın gazetelerinden New York Times'ın 18 Mayıs tarihli ve "Amerika'nın Karanlık yüzü" başlıklı başyazısında, Irak'taki Ebu Gureyb cezaevinde çekilmiş olan işkence fotoğraflarının, pekala Amerikan cezaevlerinde de çekilmiş olabileceği, çünkü orada da benzer uygulamaların hüküm sürdüğü anlatılıyordu. ABD'de her yıl yaklaşık 12 milyon mahkum bulunduğu ve bunların çoğunun oldukça feci bir hayat sürdüğü belirtilen makaleye göre, mahkumlar arası tecavüz çok yaygın ve öte yandan çoğu kez gardiyanların da dahil olduğu uyuştucu ticareti ayyuka çıkmış durumda. Human Rights Watch (İnsan Hakları Gözlemi) raporlarına göre, mahkumlar arasında "vahşi şiddet" olayları ve tecavüz yaşanırken, görevliler çoğu kez bunları umursamıyor. Sözkonusu tecavüz vakaları o kadar vahim bir hal almıştı durumdaki, Amerikan Kongresi, "Hapishane Tecavüzlerini Engelleme Kararı" (Prison Rape Elimination Act) yayınlayarak, Adalet Bakanlığı'ndan bu ciddi problem konusunda önlem almasını istemişti.

 

New York Times'ın ünlü köşeyazarlarından Bob Herbert ise, "Amerika'nın Ebu Gureybleri" adlı 31 Mayıs tarihli makalesinde aynı konuda şu yorumu yapıyordu:

 

"Çoğu Amerikalı Ebu Gureyb hapishanesindeki Iraklı tutuklulara yapılan sadistçe uygulamalar karşısında şoke oldu. Ama şaşırmamıza hiç gerek yok. ABD'deki hapishanelerdeki mahkumlara da aynı şekilde rahatsız edici şeyler yapılıyor."

Herbert yazısında ABD'nin Georgia eyaletindeki hapishanelerde 1990'Iı yıllarda yapıldığı tespit edilen bazı feci olayları da anlatıyordu. Gardiyanlar mahkumlara yönelik sistemli bir cinsel taciz ve aşağılama yürütmüşler ve bu da Güney ABD İnsan Hakları Merkezi (Southern Center for Human Rights) yöneticisi Stephen Bright tarafından detaylarıyla açıklanıp yargıya taşınmıştı. Herbert, sorunun kökendine yatan mentaliteyi de şöyle özetliyordu:

 

"ABD'de mahkumlara yapılan muamele hakkındaki mesaj yıllardır şu şekilde: Onlara istediğiniz gibi davranın, onlar sadece birer hayvan. Dolayısıyla Irak'taki tutuklulara yapılanlar da, sıradışı bir şey değildi. Onlara da hayvan muamelesi yapıldı ve bu kendi topraklarımızda mahkumlara yaptıklarımızın doğal bir mantıksal uzantısıydı."

  • 2 hafta sonra...

Katılın Görüşlerinizi Paylaşın

Şu anda misafir olarak gönderiyorsunuz. Eğer ÜYE iseniz, ileti gönderebilmek için HEMEN GİRİŞ YAPIN.
Eğer üye değilseniz hemen KAYIT OLUN.
Not: İletiniz gönderilmeden önce bir Moderatör kontrolünden geçirilecektir.

Misafir
Maalesef göndermek istediğiniz içerik izin vermediğimiz terimler içeriyor. Aşağıda belirginleştirdiğimiz terimleri lütfen tekrar düzenleyerek gönderiniz.
Bu başlığa cevap yaz

×   Zengin metin olarak yapıştırıldı..   Onun yerine sade metin olarak yapıştır

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Önceki içeriğiniz geri getirildi..   Editörü temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.