Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

Önerilen İletiler

Gönderi tarihi:
Serdar Kuru

13 Ekim 2006 Cuma

Bugün Ermeniler iki defa ödüllendirildi. Fransa Parlamentosu “Ermeni soykırımı”nın inkarını cezalandıran yasa tasarısını kabul ederken, Türklerin Ermenileri katlettiğini söyleyen Pamuk'a Nobel ödülü verildi.

Sevgili dostlar edebiyata olan ilgimden dolayı aslına bakarsanız yazı insanlarının ufak tefek hatalarını maruz görür ve onları çok gündeme getirmemeye çalışırım. Çünkü yazar dünyayla sıkıntısı olan insandır ve temel olarak yaptığı sıkıntısını yazıya dökmektir. Bunu en iyi kendimden bildiğim için yazı insanlarının bazı çıkışlarını çok önemsemem. Orhan Pamuk’un son yaptığı açıklamalarla beni "yazara dokunma" prensibimi bozmak zorunda bıraktırdığı için üzgünüm. Nedense edebiyatçılarımız siyaset yapmadan duramıyorlar ve bu siyasetlerde ne hikmetse hep vatanımız aleyhine oluyor.

 

İstihbarat dünyasında "kuş yumurtası üretmek" diye bir değim vardır. Diyelim ki X ülkesinde bundan 20 sene sonra yapmak istediğiniz uzun vadeli bir operasyon var. Bu operasyon için size çeşitli provakatörler lazım ve en güvenilir provakatör kendi yetiştirdiğinizdir. Bu iş için yetenekli ama geleceği parlak olmayan zayıf karakterli bir "yumurta" bulunur. Mesela bu genç üniversitede devşirilir ve aşama aşama önce öğretim görevlisi daha sonrada medya parlatmaları ve şirket sponsorluklarıyla ülkede sözü dinlenen bir Profesör haline getirilir. Gerekirse tüm araştırma ve kitapları da eline hazır olarak verilir. Ülkedeki insanlar bu kişinin yazdığını sandıkları muhteşem eserleri okur ve ona olan saygıları artar. Böylece yumurta kuluçka aşamasını bitirmiş ve çatlayıp güzel bir kuş olma zamanı gelmiştir. Belirlenen zamanda bu profesör medya yoluyla müthiş radikal açıklamalar yapmaya başlar ve tüm ülkeyi karıştırır. Aynı anda kendisi gibi yetiştirilen diğer yumurtalarda farklı faaliyetlere girişirler. Neyse konu uzun benim yerim dar ama ilgilenenler için Doğu Bloğunun çöküş dönemine bakmalarını salık veririm.

 

Bu alakasız konudan sonra gelelim Orhan beye. Ferit Orhan Pamuk Beyin (kimsenin bilmesini istemediği göbek adı Ferit'tir) ülkesine bu kadar muhalif olmasını hiç anlayamamışımdır. Hani fakir ve hayatını zorluklar içinde geçirmiş birisi olsa belki anlayacağım ama Orhan Pamuk sülalece aristokrat tabakasına mensuptur ve bugün eleştirdiği devletin çok ekmeğini yemiştir. Mesela dedesi Cumhuriyetin ilk mühendislerindendir ve özellikle Atatürk, İnönü dönemlerinde yapılan demiryolu hamlesinde büyük ihaleler alıp kısa zamanda zengin olmuştur. Oğulları bu koca servetin büyük kısmını sefahatle tüketseler de Orhan Pamuk’un zengin bir hayat sürmesine yetecek kadar servet kalmıştır. Babası deseniz Türk özel sektörünün duayenlerinden Gündüz Pamuk. Amerikanın IBM şirketinin Türkiye'ye atadığı ilk genel müdürlerden. 1959-1964 yılları arasında IBM firmasının tüm devlet birimlerine ve silahlı kuvvetlere sattığı cihazları pazarlayan kişi. 1964 yılından sonra Koç Holding'de Aygaz Genel Müdürlüğü, Koç Holding Plan Grubu Başkanlığı, Arçelik müdürlüğü yapmış ayrıldıktan sonra iki senede PETKİM'in başında bulunmuştur. Yani Orhan Pamuk’un babası Türkiye'nin başarılı özel sektör yöneticilerinden biri. Bu kadarda değil Gündüz Pamuk İsmet Paşa’nın yakın dostudur ve SODEP'in kurucularındandır. Kısacası Pamuk ailesi dönemlerinde zengin oldukları Halk Partisine büyük bir sadakatle bağlı.

 

Anne tarafı deseniz o da aristokrat. Anne tarafından büyük dedesi 1700'lü yıllarda Girit Valiliği yapmış İbrahim Paşa. İbrahim paşa geniş torun yelpazesine sahip ve bu kanaldan Orhan Pamuk’un ilginç akrabaları var. Mesela Hürriyet Gazetesinde edebiyat yazıları yazan papyonlu Doğan Hızlan ve eski İş bankası genel müdürü Ferit Basmacı Orhan Pamuk’la uzaktan akraba. Karısı Aylin Pamuk bile aristokrat. Aylin hanımın anne tarafı Beyaz Rusya'dan göç etmiş ve daha sonra Osmanlı hizmetine girmiş bir Rus soylusuna dayanmakta. Babası ise Osmanlı Adliye Nazırı Kazım Beyin oğlu. Kısacası sevgili dostlar bugün Türkiye'deki sisteme binlerce eleştiri yağdıran Orhan Pamuk bu eleştirileri yapacak en son kişidir çünkü Osmanlıdan beri bu ülkeyi yöneten aristokrasinin tam bir üyesi kendileri. Peki Orhan Pamuk’ta oluşan bu sistem düşmanlığı nereden kaynaklanıyor ve acaba "yapay" bir düşmanlık mı sorularına cevap arayalım.

 

Orhan Pamuk’un hayatının ilk evrelerine baktığımız zaman koca bir başarısızlık olduğunu görüyoruz. 30 yaşına kadar iki okul değiştirmiş ve sırf askerliğini kısa dönem yapmak için Gazetecilik okumuş bir insan. İlk başlarda ressam olmak isterken sonra yazarlığa sarıyor. Yıllarca evinin odasına kapanarak ödüller alan ama kimsenin para vermek istemediği romanlar yazıyor. Tam artık buraya kadarmış aşamasına geldiği anda sihirli bir değnek değmiş gibi Orhan Pamuk’un kitapları satmaya ve yurtdışında tanınmaya başlıyor. Peki bu sihirli değnek acaba nerede değmiş olabilir. Benim kanaatimce bu değneğin izini Amerika'da sürmek lazımdır.

 

Amerika'ya gitmeden önce Orhan Pamuk üzerinde derin etkileri olduğu anlaşılan birisinden bahsetmek lazım. Bu kişi Orhan Pamuk’un erkek kardeşi Şevket Pamuk. Şevket Pamuk Orhan Pamuğun ilk dönemlerinin aksine oldukça başarılı bir insan. Amerika'da Yale,Berkeley gibi sağlam üniversitelerde ekonomi okuduktan sonra Türkiye'de bir çok üniversitede ders veren Şevket Pamuk Osmanlı ekonomisi üzerinde tanınmış bir uzman. Kendisi pek çok yabancı üniversitede Osmanlı ve Türkiye ekonomisi üzerine dersler vermiş. Bu üniversitelerden en ilginci İsrail'de bulunan Negev Ben Gurion üniversitesi. İsmini İsrail'in ilk başbakanı,İsrail'in kurucularından ve hatta anarşik faaliyetleri yüzünden Osmanlı tarafından Filistin'den kovulacak kadar fanatik siyonist olan David Ben Guriondan almıştır. Üniversitenin derslerini MOSSAD'ında ilgiyle takip edip raporlar hazırlattığı bir "Ortadoğu Çalışmaları" bölümü bulunmakta. İşte sayın Şevket Pamuk böylesine kaliteli bir bölümde ders verebilecek kadar yetenekli bir ekonomi uzmanımız. Ben Gurion üniversitesinin başında 14 sene Dünya Bankasında çalışmış ve daha sonra bu başarılarından ötürü Rotary ve Lions klüplerinin 2000 yılının adamı olarak seçtikleri Prof.Avishay Braverman bulunmakta. Böylesine başarılı bir ekonomistin yönettiği üniversitede ekonomi dersi vermenin önemini anlamışsınızdır. İşte Orhan Pamuk’un kardeşi Şevket Pamuk bu kadar değerli bir hocamız.

 

Evet biz Orhan Pamuk’un Amerika yolculuğuna dönelim gene. 1985-1988 arasında tam üç sene Amerika'da kaldı Orhan Pamuk. Bu dönemde Amerika'da harıl harıl kitap yazmanın dışında çok önemli bir kursuda başarıyla bitirdi. Bu kurs Iowa üniversitesi bünyesinde verilen International Writing Program (IWP) isimli çok ilginç bir kurs. Kursun amacı dünyanın değişik bölgelerinden gelen ve kendilerinde potansiyel görülen yazarların Amerikan hayatını tanımaları ve kitaplarını yazabilecek güzel bir ortama kavuşmaları. Bu "iyiliksever"programın bünyesinde her sene 20 kadar yazar ağırlanıyor. İşte Orhan Pamuk’un bu kurstan sonra hayatı değişti. Yani onun deyimiyle "Bir kursa gitti hayatı değişti".Bu arada kurstan 2004 senesinde mezun olan bir başka Türkün ismi de Mahir Öztaş aklınızda bulunsun çünkü geleceği parlak. İnsan düşünmeden edemiyor bu üniversite bu kadar insanı çağırıp onları aylarca yedirip içirecek ve ağırlayacak parayı nereden buluyor diye. Cevabı basit. Bu yazar eğitim kursu programının baş sponsoru Amerikan Dışişleri Bakanlığı.

 

Orhan Pamuk’un şansı Amerika'da bundan sonra oldukça açılıyor. Baktığımız zaman Orhan Pamuk’un Amerika'da basılan kitaplarının tamamına yakını aynı yayınevinden çıkmış. Bu yayınevi Random House. Yayınevinin sahipleriyse dünyaca ünlü Alman Bertelsmann yayıncılık. Bertelsmanın kurucusu ve şu anda emekli hayatı süren dünyanın en zenginlerinden Reinhard Mohnda sihirli değnek örneklerinden. Bay Mohn İkinci Dünya Savaşında general Rommelin Afrikakorps birliğinde asteğmen olarak savaşıyor. Burada Amerikalılara esir düşerek Kansasda bir esir kampına tıkılıyor. O zamana kadar kitaplara ilgi duymayan Mohn biranda kitap sever oluveriyor. Savaştan sonra komünizm tehdidi altındaki ülkesine dönen Mohn aniden bir yayınevi açarak ilahi kitapları ve dini kitaplar basmaya başlıyor. İşte Bertelsmanın kuruluşu böylesine mütevazi. 1991 senesinde emekli olduğu zaman Bertelsmann dünyanın en büyük yayıncılarından ve kendiside karun kadar zengin. Bu Amerikalılar asteğmen Mohna esir kampında ne yedirdilerse adam başarının sırrını buluveriyor bir anda. Bertelsmanın bir diğer ilginç özelliği Doğan Holdingle 2001 senesinde Müzik piyasasına yönelik bir ortaklığa gitmeleri. Bu ortaklığın tüm görüşmeleri bizzat Aydın Doğan’ın kızı Hanzade tarafından yapıldı. Buna göre şu an Türkiye'de yayınlanan pek çok yabancı müzik albümü hep bu ortaklığın sayesinde Türkiye'ye ulaşıyor. İşte bu büyük grup Orhan Pamuk’u çok sevmiş olacak ki tüm kitaplarını satsa da satmasa da ısrarla onlar basıyorlar.

 

Orhan Pamuk’un en büyük başarılarından biride dünyaca ünlü IMPAC Dublin ödülünü almış olması. Bu ödül öylesine basit bir plaket değil tabii ki çünkü ödül jürisi "Benim adım Kırmızı" kitabını öylesine beğenmiş ki birde hediyesi olarak 115 bin dolar vermişler. Peki bir Türk yazarına kendisiyle aynı mesleği yapan çoğu meslektaşının hayatları boyunca bir arada göremeyeceği meblağı veren kurumun arkasındaki güç kim. Bu şirket ödüle ismini veren IMPAC şirketi.

 

IMPAC tüm dünyada yaygın yönetim danışmanlığı hizmetleri veren bir Amerikan şirketi. Yönetim danışmanlığı adı altında güzel istihbarat hizmetleri verdiği de bilinir. Şirketin başındaki Dr James Irwin İrlanda'yı ve kitapları çok sevdiği için böylesine güzel bir ödül ortaya çıkarmış ve her sene başarılı bir yazara bu ödül veriliyor. Edebiyatsever dostumuz bay Irwin çok da aktif birisi. Kendisi Amerikanın önde gelen Cumhuriyetçilerinden ve Amerikan ordusuyla arası harika. O kadar harika ki Amerikan Askeri akademisi West Pointden üstün hizmet ödülü almış.

 

Orhan Pamuk’a verilen ödülün sponsoru bay James Irwin "International Democratic Union" derneğinin de baş üyesi ve muhasebecisi. Bu dernek dünya çapındaki merkez sağ partileri bir araya getirmek için kurulmuş. Kurucuları arasında Ronald Reagan,Margaret Thatcher,Baba George Bush, Helmut Kohl ve Jack Chirac gibi önemli isimlerde bulunmakta. Derneğin Türkiye'den de iki üyesi var. Bunlar Anavatan Partisi ve Doğru Yol Partisi. Derneğin şu anki başkanı Avustralya'nın Amerikan yanlısı başbakanı John Howard.

 

James Irwin bunun dışında Washintonda bulunan "Center for Democracy" derneğinin de üyesi. Tüm dünyaya Amerikan demokrasisi getirme amacındaki bu derneğin en ilginç siması artık hepimizin tanıdığı Henry Kissinger. Kissinger dendi mi o demokrasinin nasıl geleceğini hepiniz tahmin edersiniz herhalde.

 

Orhan Pamuk’un otuz yaşlarına kadar odasından çıkmayan biri olarak çok büyük aşamalar kaydettiği büyük bir gerçek. Şu anda kazandığı ünün ve paranın keyfini çıkarmakla meşgul. Taksim meydanına yakın ve muhteşem boğaz manzaralı teras katında yeni eserleriyle uğraşıyor. Duvarlarında Japon edebiyatına kadar tasnif edilmiş yüzlerce kitap bulunan lüks dairesini sadece çalışma amaçlı kullanıyor ve bazen de yakın dostlarıyla yemek yiyor. Bu eve sık sık gelen yakın dostlardan biride Yahudi asıllı Amerikan gazetecisi Jeri Liberdi. Bu şahsiyeti hafızası güçlü okurlar hatırlayacaklardır. Kurucusu olduğu insan hakları izleme komitesini temsilen Türkiye'deki insan hakları ihlallerini konu alan bir rapor yazmıştı. Sonra bu rapor kitap haline de dönüştürüldü. Bu raporda Türk ordusunun Kürtlere katliam yaptığını iddia edilmiş ve Türk ordusuna açıkça "serseriler" diye hitapta bulunulmuştu Bu kitabın çevirisini yapan Ertuğrul Kürkçü ve Ayşe Nur Zarakoğlu hakkında dava açılınca Jeri Liber onlara destek vermek için hemen Türkiye'ye gelerek mahkemelere katılmıştı. Herhalde Sayın Orhan Pamuğun fikirlerinin oluşmasında Jeri Liberle özel teras katında yaptığı yemekli sohbetlerin büyük etkisi olmuştur.

 

Evet sevgili dostlar uzun bir yazının sonuna geldik. Keşke Orhan Pamuk gibi yazarlarımız bu şekilde açıklamalar yapmasa da bizde edebiyatçılarımızla ilgili böyle uzun yazılar yazmasak. Bu arada yazıyı yazarken sabahı etmişiz gene ve dışarıdan kuş sesleri geliyor. "Kuş sesleri" çok güzel ama her "kuşun" sesi değil tabii ki.

 

 

 

SayGıLar...

Gönderi tarihi:

lozan_ismet_imza.jpg

 

Süleyman Uğurlu

 

[/b]Irak’tan ve Gazze’den sonra Lübnan’dan da alevler yükselmekte. Feryatlar, gözyaşları, kan ve barut kokusu Lübnan’ı hakimiyeti altına almış vaziyette. Sadece Lübnan’ı mı? İslam kardeşliğinin, ümmet bilincinin, Kur’an ve Sünnet’in ne demek olduğunu idrak eden her Müslüman Afganistan’la, Irak’la, Filistin’le, Lübnan’la birlikte ağlamakta, birlikte öfkelenmekte, birlikte savaşmaktadır.

İşte bu haletiruhiye içerisinde teslimiyet ve zilletin kol gezdiği Ankara sokaklarında dolaşırken adete efendisini takdis eden köle zihniyetini hatırlatan “Lozan Türkiye’nin Tapu Senedidir”, “Lozan Onurumuzdur” yazılı pankartları karşımda bulduğumda kime daha çok üzülmem gerektiğini kestirmekte zorlandım. Ortadoğu da işgal altında bedenleri katledilenler mi? Yoksa Türkiye’de farklı bir işgalin içinde zihinleri katledilenlere mi?

 

Bildiğiniz gibi 24 Temmuz bizdeki adıyla “Lozan Barış Konferansı” kafirlerin tabiriyle “Şark İşleri Konferansı”nın yıl dönümüdür. Konferansın ismi dahi hedefi barizleştirmesi ve konuyu sınırlandırması açısından önemlidir. Evet, mesele sadece Türkiye ile sınırlı değildir. Bilakis mesele tüm şark için yani tüm Müslüman beldeler için bir çözüm arayışıdır.

 

Pankart sahiplerinin dediği gibi bu konferansta yapılan bir takım anlaşmalar sayesinde birilerinin tapu senedi aldığı kesindir. Ancak tapuyu alan Türkiye midir? Yoksa sömürgeci kafirler midir? Bunun kararını yazının sonunda sizin noktainazarınıza bırakıyorum.

Şimdi Lozan’a giden yolu aydınlatıp, burada yapılan anlaşmanın gizli ve aşikar maddeleri üzerinde duralım;

 

Müslüman beldeleri işgal eden ve köklü bir tarihe sahip Osmanlı Hilafet Devletini kuşatma altına alan sömürgeci kafirler, onun elini kolunu bağlayarak hareketsiz kılma kuvvetine sahip iken ne hikmetse Ankara da kurulan körpe hükümete herhangi bir yaptırım uygulamakta aciz kalmıştır. Bu acziyetin sebebi ise daha sonraları Lozan’da yapılan “Şark İşleri Konferansı”nda açığa çıkacaktır.

 

Yunanlıları denize dökerek “Kurtuluş Savaşı”ndan galip (!) ayrılan Ankara Hükümeti barış görüşmelerine hızlı bir şekilde başlama kararı almıştır. İşin ilginç tarafı “Kurtuluş Savaşı”nda İtilaf Devletine karşı savaşılmasına rağmen tarih kayıtlarında sadece Yunanlıların İzmir’de denize dökülmesi (!) geçmektedir. İngilizler ise hala İstanbul’dadır ve işi bitene kadar da orada kalacaktır.

 

Görünen o ki, İttifak kurarak Osmanlıyı parçalamak isteyen İngiltere’nin esasında Türkiye’yi kimseyle paylaşmak gibi bir niyeti yoktur. Nitekim Fransızları, İtalyanları ve sair devletleri Türkiye’den siyasete uygun bir şekilde uzaklaştırıp tek başına egemen olma düşüncesinde olduğu yaptığı manevralarla açığa çıkmaktadır.

 

İtilaf Devletleri Başkumandanı İngiliz Sir Harington’dur. Yani İtilaf Devletlerin komutası İngilizlerin elindedir. Yunanlıları savaşa dahil edenlerin de İngilizler olduğunu biliyoruz. Peki ya şuna ne demeli; 24/3/1940 tarihinde Harington'un ölümünden iki gün sonra Londra Times gazetesi onunla ilgili bir makale yayınlandı. Bu makalede aynen şöyle denilmektedir: "1921 de Yunanlılar Türklere yönelince Müttefik Devletler Kuvvetler Komutanı Sir Harington’a, Mustafa Kemal ile yardımlaşmak için geniş selahiyetler verildi."

 

Bilindiği gibi Yunanlılar İtilaf Devletlerinin içindedir öyleyse Harington’a niçin M.Kemal’le yardımlaşmak için yetki verilmektedir? Bu yetki ne kadar kullanılmıştır? Kimler ve nasıl bu yardımdan nasiplenmiştir. Tüm bunları bilmek için kahin olmaya lüzum yoktur. Buradan tarihe bakınca her şey gayet açıktır.

 

Görünen o ki, İngilizler iki taraflı oynamaktadır. Bir taraftan itilaf Devletlerini istedikleri şekilde yönlendirirken diğer taraftan Ankara Hükümetini el altından desteklemektedir. El altından desteklemesi Halifeyi kuşatma altına alarak siyasetten uzak tutmakla, onu çaresiz kılıp Ankara Hükümetine “kurtarıcı” vasfını bahşetmekle gerçekleştirmektedir.

 

Nitekim Yunanlılarla yapılan savaşın neticesinde hemen barış görüşmeleri başlatılmıştır. Mudanya ile “Şark İşleri Konferansı”nın ilk adımı atılmıştır. Böylece “kurtarıcı” Ankara Hükümeti rüştünü ispat etmişti. Şimdi sıra isteklerin yerine getirilmesine kalmıştı.

 

Planın en zor kısmı da tam burasıydı. Keza sipariş listesinin en başında hilafetin kaldırılması yazmaktaydı. Bu sipariş kabul edilir cinsten değildi. Çünkü mesele İslam’ın vazgeçilmezlerinden birinin ortadan kaldırılmasıydı.

 

Lozan’daki barış konferansının başlamasından kısa bir süre önce Ankara Hükümetine emri vaki yapılan hilafetin kaldırılmasının imkânsız olduğu söylenince, İngilizler kıvrak bir manevrayla Lozan’a Ankara Hükümetinin yanı sıra Osmanlıyı da davet etti. Böylece Ankara Hükümetine nota gönderilmiş oldu. Mesaj şuydu; bizim isteklerimizi yerine getirmezseniz sizi yok sayarız ve Osmanlıyla barış görüşmelerini yaparız. Bu mesaj Ankara’da şok etkisi yaptı ve hemen harekete geçildi.

 

Hilafetin birden kaldırılması akılsızlık olurdu. İşe halifenin yetkilerinin kısıtlanması ve elinden alınmasıyla başlanıldı.

 

Halifeden Saltanat yetkisi alınması da olaylı oldu. Meclis böyle bir adımı kabul edecek kadar şahsiyetsiz insanlardan kurulu değildi. M.Kemal’in Vahdettin’in azledilip saltanatın Meclise verilmesi teklifini görüşmek için bir komisyon kuruldu. Komisyon araştırma ve istişarelerden sonra bu teklifi reddetti. Bunun üzerine kürsüye çıkan M.Kemal şöyle dedi: "Efendiler! Osmanlı Sultanı, hakimiyetini milletten kuvvetle almıştır. Millet de onu ondan kuvvetle geri almaya azmetmiştir. Saltanatın mutlaka hilafetten ayrılıp ilga edilmesi lazımdır. Siz muvafakat etseniz de, etmeseniz de bu olacaktır. Çaresiz bazılarının başları bu arada kesilecek!"

 

Yanında silahlı adamları olduğu halde şöyle devam etti: "Ben inanıyorum ki, Meclis bu teklifi ittifakla kabul edecek. Elleri kaldırarak tasvip kafidir." Bu sırada teklif tasvibe arz edildi. Çok az sayıdaki mebus teklifi kabul ettiklerinin işareti olarak ellerini kaldırdılar. Fakat Reis "Meclis teklifi ittifakla kabul etmiştir" diyerek neticeyi ilan etti. Mebuslardan bazıları sıraların üzerine çıkarak "Bu doğru değildir. Biz muvafakat etmiyoruz" diye itiraz ettilerse de, Mustafa Kemal'in adamları onları susturdu. Ortalık karıştı, sesler yükseldi. Sonra celse dağıldı. Bundan sonra Meclis tarafından Vahdettin’in yerine Abdülmecid Müslümanların halifesi olarak ilan edildi.

 

Bu olay üzerine Vahdettin “İslam alemine bir beyanname” adıyla kaleme aldığı yazıda Ankara ve İstanbul arasındaki ihtilafın giderilmesi için fedakarlık göstermede kusur etmediğini fakat Hilafetin hüküm ve nüfusundan soyutlanması ile başkentin İstanbul’dan Anadolu’ya geçirilmesine karşı çıktığını belirttikten sonra “Onlar ve bütün aklı selim sahipleri bilmelidir ki, dünyada en büyük makam ve en büyük mansıp olan hilafet ve saltanata irsi olarak hak sahibi olan bir şahıs için vatan ihaneti gibi bir adi suç işlemeye hangi etken ve emel ve göz dikilecek şey olabilir.?....Ceddim Gazi Osman devrinden I.Selim’e kadar Devlet-i Osmaniye olarak adlandırılan bir Türk saltanatı mevcut idi. Buna I.Selim’den sonra hilafet eklenerek bir ‘Saltanat-ı Muhammediye’ vücuda geldi. Şimdi bana haksızca vatan ihaneti isnad edenler, hilafeti gücünden ve etkisinden soyutlayarak ve hukukunu ortadan kaldırarak Saltanat-ı Muhammediye’yi yıktılar ve bununla yalnız vatanlarına değil, bütün İslam alemine hıyanet ettiler.” diyerek arzı hal etti.

 

M.Kemal ise Akşam Gazetesine verdiği bir demeçte “Tarihimizin en mutlu dönemi hükümdarlarımızın halife olmadıkları zamanlardır. Ne Acemler, ne Afganlılar ne Afrika Müslümanları İstanbul halifesini asla tanımadılar. Biz halifeyi eski ve saygıdeğer bir geleneğe saygı duyarak yerinde bıraktık. Halifeye saygımız vardır.” diyerek ileride uygulamak istediği planlarının ipuçlarını vermekteydi.

 

Böyle bir oldubittiyle halifeden saltanat yetkisi alındı. Bu olay Lozan’a davet edildikten 14 gün sonra yani 1 Kasım 1922 de vuku bulmuştur. Böylece İngilizlerin notası tutmuş ve iyi niyet göstergesi olarak ilk adım atılmış, Allah’ın halifeye verdiği haklar o’ndan gasp edilmiştir. Bu gelişmelerden sonra Ankara hükümeti artık Konferansa tek muhatap olarak gitmeyi hak etmişti. Ancak İngilizlerin istekleri bununla sınırlı değildi. İngilizler için bu kafi değildi.

 

Lozan’a gitmek için 4 Kasım da yola çıkan murahhas heyetini Lozan’daki istasyonda boş sandalyeler karşılamıştı. Görünen o ki ikinci bir nota kapıdaydı. Konferans normal tarihinden bir hafta sonra başlayabildi.

 

20 Kasım 1922 de nihayet Lozan Konferansı açıldı. Osmanlı Devleti namına yalnız Ankara heyeti hazır bulunuyordu. Bu heyet I. Cihan Harbinde mağlup olan Osmanlı Devletinin mümessili addedildi. İngiliz heyetine Hariciye Vekili Curzon başkanlık ediyordu. Konferans çalışmalara başladı. Konferansın akdi esnasında İngiliz heyeti başkanı Curzon, Türklere istiklal verilebilmesi için dört şart ileri sürdü. Bu şartlar şunlardı: Hilafet tam manasıyle ilga edilecek, Halife hudud dışına sürülecek, Malları müsadere edilecek, Devletin laikliğe dayandığı ilan edilecek. Bunlar kayıtlara geçirilmeyen ancak kulaktan kulağa ve dilden dile dolaşan “Şark işleri konferansı”nın gizli maddeleridir. Aşikar da olanlar ise boğazlar, azınlıklar ve Musul meselesiydi. Bu konular hakkında müzakereler başladı ve şartlar ortaya konuldu.

 

İsmet İnönü Ankara’ya durumu bildirmek ve konuyu daha yakından görüşebilmek için heyetten Hasan Saka Bey’i memlekete gönderdi. Hasan Bey, Türkiye Büyük Millet Meclisi kürsüsünde Türklerin Lozan’daki tutumunu ve diğer devletlerin öne sürdüğü meseleleri anlattı. Mebuslardan bazıları kürsüye çıkarak silaha sarılmaktan ve meseleleri silah gücüyle çözümlemekten söz ettiler.

 

Lozan da ise görüşmeler bütün hızıyla devam etmektedir. Oluşturulan komisyonlar birleşerek bir anlaşma taslağı hazırladılar. Bu taslakla birlikte başlarında İsmet İnönü olduğu halde Türk heyeti Türkiye’ye döndü ( 7 Şubat 1923 ). Mustafa Kemal, İsmet’in Lozan’da yaptıklarının Ankara’da hoş karşılanmadığını bildiği için heyeti Eskişehir'de karşılayıp konferansta cereyan eden hadiseleri bizzat İsmet’ten öğrendi ve Onunla beraber Ankara'ya döndü. Teamüllerin aksine istasyonda kendilerini hiç kimse karşılamadı. Başvekil Rauf Bey’in ve Ankara Mebuslarının karşılamaya gelmediklerini görüldü. Takınılan bu tavırla Lozan murahhas heyetine ve onları koşulsuz destekleyen Mustafa Kemal karşı güvensizliklerini göstermiş oldular. M.Kemal bu duruma oldukça sinirlendi. Rauf Beyi çağırıp maksadını açıklamasını istedi. 0 da İsmet'i Bakanlarla istişare etmeden heyet başkanı olarak Lozan’a gönderdiğini ve yine Eskişehir'e istişare etmeden karşılamaya gittiğini, bu hareketlerin Anayasaya aykırı olduğunu söyledi. Bu tenkitle kalmayıp bir adım daha ileri giderek Başvekillikten de istifa etti. Meclis Rauf Bey’in yanında durarak onu desteklediğini gösterircesine istifasını kabul etmedi. Konferansa İsmet’in yerine başka bir kişiyi göndermek istese de M.Kemal bunu kabul etmediği gibi İsmet’i Hariciye Vekili olarak atadı ve tekrar Lozan’a gönderdi.

 

Konferans 23 Nisan pazartesi günü açıldı ve 24 Temmuz 1923’e kadar sürdü. Anlaşmaya varılamayan bazı meselelerin çözümü ileride yapılacak görüşmelere bırakıldı. Musul meselesi bunlardan biriydi. Bütün komisyonların çalışmaları tamamlanınca, Temmuz ortalarında konferans sona erdi. İsmet İnonü, konferans çalışmaları bu safhaya gelince Ankara’dan imza yetkisi istedi. Fakat Rauf Orbay’ın başında bulunduğu hükümet Lozan’a imza yetkisini göndermedi. Göndermedi çünkü Rauf Orbay ihanete ortak olmak istemiyordu. Nitekim resmi tarihin kaynak metni olan “Nutuk” ta geçtiği üzere Rauf Orbay Hilafetin kaldırılmasını hiçbir zaman istememiştir. Metinde şöyle geçmektedir: “Rauf Bey'den saltanat ve hilafet konusundaki kanaat ve düşüncesinin ne olduğunu sordum. Verdiği cevapta şu açıklamalarda bulundu: Ben, dedi, saltanat ve hilafet makamına vicdanımla ve duygularımla bağlıyım. Çünkü benim babam, Padişahın ekmeği ve nimetiyle yetişmiş, Osmanlı Devleti'nin ileri gelen adamları sırasına geçmiştir. Benim de kanımda o nimetin zerreleri vardır. Ben nankör değilim ve olmam. Padişah'a bağlılık borcumdur. Halifeye bağlılığım ise terbiyem gereğidir. Bunlardan başka, genel bir görüşüm de vardır. Bizde milleti ve kamuoyunu elde tutmak güçtür. Bunu ancak, herkesin erişemeyeceği kadar yüksek görülmeye alışılmış bir makam sağlayabilir. 0 da saltanat ve hilafet makamıdır. Bu makamı ortadan kaldırıp onun yerine başka nitelikte bir makam getirmeye çalışmak felakete ve büyük acılara yol açar. Bu da asla doğru olamaz."

 

Anlaşıldığı üzere Rauf Bey Lozan’ın gizli anlaşmalarına vakıftı Lozan’da imzalananın sadece bir anlaşma metninden ibaret olmadığını bunun tüm Müslüman beldelerin halifesiz, kalkansız, sahipsiz ve güçsüz kalması anlamına geldiğini bilerek böyle bir sorumluluğa imza atmaktan kaçındı.

 

Bunun üzerine İsmet İnönü 18 Temmuz’da gönderdiği bir telgrafla Mustafa Kemal’e durumu şöyle açıkladı : “Eğer hükümet kabul ettiğiniz şeyin katiyen reddini düşünüyorsa bunu bizim yapmaklığımızın imkanı yoktur. Düşüne düşüne benim bulduğum yol, İstanbul’daki yabancı yüksek kimselere tebligat yapmak, imza salahiyetini almaktır. Bu hal, gerçi bizim için dünya yüzünde görülmemiş bir skandal olur. Fakat vatanın yüksek menfaatleri şahsi düşüncelerin üstünde olduğundan, milli hükümet, kanaatini tatbik eder. Hükümetten teşekkür beklemiyoruz. İşlerimizin muhasebesi, millete ve tarihe bırakılmıştır"

 

İstanbul’daki yabancı yüksek kimselerden maksadın İngiliz Sir Harington olduğu daha önce geçtiği üzere anlaşılmaktadır.

 

Hükümet, Lozan Antlaşmasının imza edilmesi emrini vererek, antlaşmanın sorumluluğunu kabul etmekten kaçınıyordu. Bununla birlikte Mustafa Kemal’e ve İsmet İnönü’ye karşı kesin cephe alamadılar. Bundan dolayı Mustafa Kemal, hükümetin vermesi gereken yetkiyi kendi verdi. Mustafa Kemal’in İsmet İnönü’ye çektiği telgrafta şöyle deniliyordu: "Lozan’da İsmet Paşa Hazretlerine; 18 Temmuz 1923 tarihli telgrafnamenizi aldım. Hiç kimsede tereddüt yoktur. Kazandığınız başarıyı en sıcak ve samimi duygularımızla tebrik ederek, usulen imza edildiğinin bildirilmesini bekliyoruz kardeşim. Türkiye Büyük Millet Meclisi reisi Başkumandan Mustafa Kemal."

 

Telgrafı alan İsmet, Mustafa Kemal’e şu karşılığı verdi: "Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine : Her dar zamanımızda hızır gibi yetişirsin. Dört beş gündür çektiğim azabı tasavvur et. Büyük işler yapmış, yaptırmış bir adamsın, sana bağlılığım bir kat daha artmıştır. Gözlerinden öperim, pek sevgili aziz kardeşim" ( 20 Temmuz 1923 ) .

 

Bakın Rasulullah SallAllahu ‘Aleyhi ve Sellem bu tiplerin hâlini nasıl tanımlamaktadır:

“İnsanlara öyle aldatıcı yıllar gelecek ki, o zamanda yalancılar doğrulanacak, doğrular yalanlanacaktır. Hâinlere güvenilecek, güvenilir olanlar da ihânetle suçlanacaktır. İşte o gün ruveybida konuşacaktır. Denildi ki: “Ruveybida kimdir?” Dedi ki: Genel işlerinde söz sahibi olan aşağılık adamdır!”

 

Usulsüz bir şekilde imza yetkisi alan İsmet, anlaşmayı 24 Temmuz 1923 tarihinde imzalar. Ancak Meclisin bu ihanet anlaşmasını imzalamayacağı bedihidir. Buna da bir çare düşünülür. Zorbalıkla Meclis fesh edilir. Bu meclisin yerine önlerine gelen her şeyi şartsız ve koşulsuz bir şekilde kabul edecek zihniyetteki mebuslardan oluşan II. Büyük Millet Meclisi 2 Ağustos 1923 yılında kurularak iş başı yaptı. 28 Ağustos 1923 tarihinde yeni Meclis Lozan’ı onayladı ve yürürlüğe girdi.

 

Lozan’da ki “Şark İşleri Konferansı”nda alınan kararların uygulanmasına hemen geçildi. Öncelikle saltanatın kaldırılmasının eleştirisi yapanların önüne geçmek için Hıyaneti Vataniye kanununa şu cümle eklenmiştir. "Saltanatın kaldırılmasını değiştirmek istemenin ya da bunu eleştirme vatana ihanettir "

 

29 Ekim 1923 tarihinde de Cumhuriyet ilan edilip Laikliğin teminatı verilerek gizli anlaşmanın ilk maddesi yerine getirilmiştir.

 

3 Mart 1924 tarihinde hilafet kaldırılarak ikinci maddesi, hemen ertesi gün Halife’nin sürgün edilmesiyle üçüncü maddesi ve tüm mallarına el konulmasıyla son maddesi yerine getirildi.

 

Bu şekilde hilafetin kökünden yıkılması tamamlandı ve İslam’ın, Devletin Anayasası, ümmetin yasası ve hayatın nizamı olması seyrî, Lozanı mutakiben durduruldu. Dolayısıyla ’de sık sık karşılaştığınız “İngilizler bütün kafir Devletler arasında küfrün başıdır” cümlesi vakıanın tam ifade edildiği bir cümledir. Onlar hakikaten küfrün başı ve İslâm’ın en azılı düşmanlarıdır. Bu nedenle Müslüman kadınlar, çocuklarına emzirdikleri sütlerle beraber İngiliz düşmanlığını ve onlardan intikam almayı da emzirmelidirler.

 

Aşikar maddelerinde ise, Trakya’da çoğunlukta olan Türk nüfusu yok sayılıp, bu toprakların Yunanlılara ve Bulgarlara paylaştırılmasına göz yumuldu.

 

Kıbrıs İngilizlere verilerek bugünkü “Kıbrıs Sorunu”nun kapısı açıldı.

 

Musul Cemaati Akvam’a havale edilip İngilizlere devredilmesi sağlanarak petrol yatakları sömürgeci kafirin hanesine eklendi.

 

Boğazlardan geçişi denetleme hakkı itilaf devletleri tarafından oluşturulacak olan “Boğazlar Komisyonu”na verilerek bir nevi işgalin sürekliliği sağlanmış oldu.

 

Ortadan kaldırılan Osmanlının tüm borçları Türkiye ve onun yerine kurulan devletlere paylaştırılıp ödenmesi kararlaştırılarak sömürgecilerin savaş giderleri karşılanmış ve iktisadi açıdan bu devletlere bağlı yaşanılması sağlanmış oldu.

 

Azınlıklara sağlanan haklar ile ileride Türkiye istenildiği şekilde karıştırılmaya, kargaşa çıkartılmaya müsait hale getirildi.

 

İşte Lozan’a giden yol, işte Lozan ve işte Lozan’dan sonraki ümmetin durumu. Hal böyle iken sizin onur anlayışınız bu mu? Ey pankart sahipleri! Ve siz kimsiniz Allah aşkına?!!!

 

Dergisi SAYI 24

 

Gönderi tarihi:
Balçiçek Pamir

27 Ekim 2006 Cuma

Kodu mu oturtan paşa cephede lazım. Mehmet Ağar bir cümle söyledi ortalık yine karıştı. En çok güldüğüm ise komplo teorisyenleri. Neymiş efendim, Mehmet Ağar niye aynı gün iki büyük gazetede manşet olmuş?

Yoksa medya Ağar'ı da iktidara mı taşımak istiyormuş falan filan. Kusura bakmayın beyler ama yanlış noktadasınız. Asıl önemli olanı kaçırıyorsunuz. Ağar ile röportajı yaptım, yazıyı Malatya'dan yazıp yolladım. Söyledikleri bütün gazetelerin imrenerek bakacağı açıklamalardı. Yani hangi gazete olsa, o başlık manşet olurdu. Çünkü söyleyen Ağar'dı. Ağar'ı eleştirmek yerine, satır aralarını iyi okumak gerek. Röportajın bir kısmını bugün tekrar yazıyorum. Okuyunca niye önemli olduğunu anlayacaksınız.

 

- "Polisin genelkurmayı", "PKK avcısı" olarak anılan, PKK ile mücadele için özel birimler kuran Ağar ne oldu da değişti?

- Yine bir tehlike olduğunda en ön safta ben olurum. Onları aştık artık. Siyaset benim daha özgür, demokrat davranabildiğim bir alan. Ben de onu ifade ediyorum.

- Değiştiniz mi?

- Demokrasiyi içselleştirdim.

- Sizin için güçlü devlet ne demek?

- Daha demokratik devlet. Hukuk devleti. Bence siyaseti katılımın mekanizmasıyla birleştiren devlet güçlüdür.

- Gel de şaşırma yani, Mehmet Ağar'dan "En güçlü devlet en geniş orduya sahip devlet" cevabı beklerdim.

- Çok fazla silahı, çok polisi olan devletten ziyade asıl güç budur bence. Tabii ki güçlü bir ordum olacak, orası ayrı. Polisken bürokrattım ve bana verilmiş bir alan vardı. Bana söylenen her şeyi yaptım.

 

Bence bu noktadan sonra, Ağar'ın "En güçlü devlet çok fazla silahı ya da polisi olan devlet değildir" cümlesini tartışmak gerekiyor.

Komplo meraklılarına gelince...

Sizi de üzmeyelim canım. Denilen o ki...

Ağar, Abdullah Öcalan'ın yakalanma döneminde, ABD ile yapılan anlaşmanın içeriğini öğrendi. Bu bilgiden sonra Ağar, Kürt sorunu, onun deyimiyle Güneydoğu sorununun asker ya da polisle asla çözülemeyeceğinin farkına vardı. Acaba o anlaşmanın içeriği neydi? Ecevit'le yaptığım röportajdan bir başlık hatırlayalım:

"Bize APO'yu neden verdiler, hâlâ bilemiyorum!"

 

sabah

 

 

Gönderi tarihi:
Taceddin Halili isimli şeyhin 500 kişi önünde verdiği hutbe bir Avustralya gazetesinde yayınlandıktan sonra, aralarında Müslüman kadınların da bulunduğu geniş bir tepki cephesi oluştu. Şeyh taciz suçu işlemeyi teşvikle dahi suçlandı:

- Kadınlara tacizde bulunacak Müslüman erkekler mahkemede Şeyh'in bu görüşüyle savunma yapabilirler.

Tartışma bizim için de hayli tanıdık... Bir zamanlar kadının tahrik edici kıyafetleri, tacizde bulunan erkekler için yer yer hafifletici sebep sayılabiliyordu. Esasen bu zatın söylediklerine benzer ifadeler bizdeki İslami topluluklarda da yaygındır:

- Üstü açık eti dışarıda bırakırsanız, kediler de gelir ve onu yerler. Bu kimin hatası? Kedilerin mi, yoksa üstü açık bırakılan etin mi?.....

Maliye Bakanı Peter Costello, Müslümanlar'a Halili'nin bu hutbesini kınamaları çağrısı yaptı. Sydney'in de bulunduğu Yeni Güney Galler Eyaleti'ndeki İslam Konseyi, açıklamayı, 'İslam'a ve Avustralyalı olmaya aykırı ve kabul edilemez' diye niteledi. Müslüman cemaatinden bazı kadınlar da hutbeyi '********* ve saldırgan' ilan etti. Federal Cinsel Ayrımcılıkla Mücadele Sorumlusu Goward, bu zatın teşvik dolayısıyla sınırdışı edilmesi gerektiğini savundu.

Daha önce de 11 Eylül saldırılarını düzenleyenleri övmekle suçlanan Mısır asıllı Halili, eskilerin deyimi ile 'ifade-i meram' (= derdini anlatma) açısından baltayı taşa vurmuş, yine eskilerin deyimi ile 'mukteza-i hal'e (durumun gereğine) uygun konuşmamıştır. Fakat bu, şeyh efendinin, İslami ve insani açıdan tamamen yanlış bir görüşten hareket ettiği anlamına gelmez.

Zira 'cinsel özgürlük' uygarlığının hukukuna göre erkeğe, 'kadının çıplaklığından tahrik olamazsın' denilmesi abestir. Hukuk şunu diyebilir:

- Kadının çıplaklığından tahrik olsan bile tacizde bulunma hakkın yoktur.

Esasen İslam da, hiçbir şekilde 'eh, erkek çıplağı gördü, tahrik oldu, mazurdur' demez, onu bakmaktan men eder. Tabii bu arada kendini teşhir edeni de, -ister kadın olsun, ister erkek- ayıplar ve günahkar sayar.

Tamam; çıplak, yarı çıplak veya -erkeğin durumuna göre cinsel tahrik uyandırabilecek kadar- açık kadına sarkmanın, tacizde bulunmanın, hele tecavüze yeltenmenin ne İslam açısından, ne de yerleşik hukuk ve ahlak açısından geçerli mazereti yoktur.

Lakin kadının; erkekler arasında, cinsel iştahı kabarık veya o an için aç olanları tahrik edecek şekilde giyinmesini hiçbir İslami eğilim hoş görmez.

Denecek ki, o İslam'ın sorunudur; laik toplumlarda bu bakış açısı kadını bağlamaz, istediği gibi giyinebilir.

Buna da itirazım yok.

Evet, o İslam'ın ve Müslüman'ın sorunudur. Laik toplumda kadın nasıl giyinirse giyinsin, Müslüman erkek, şehveti beynine vursa da gözlerini kaçırmak ve eteğini sakınmak zorundadır. Bitti...

Peki ama bize bir Allah'ın kulu, teşhirciliğin ve röntgenciliğin nerede başlayıp bittiğini söyleyebilir mi?

Böyle bir ölçü yok...

İsteyen istediği kadar feminizm lakırdısı döktürsün kimse beni; alabildiğine çekici giyinip burun kıran kokularla erkeklerin arasına dalan kadının, bütün bunları etraftaki börtü böcek görsün, gözleri şenlensin diye yaptığına inandıramaz.

Bütün mesele; röntgencilik ve teşhircilik denen hastalığın nerede başlayıp nerede bittiğine dair bir çerçeve oluşturmanın imkansızlığındadır.

Kadının erkekleri rastgele etkileme arzusu meşru ise, erkeklerin de -taciz değil- etkilenmeleri meşrudur. Cinsel suçların düğümü buradadır...

Ömer Lütfi Mete

27 Ekim 2006 Cuma

tercüman

 

Gönderi tarihi:
Türkiye bir kuşatma altındaymış. Halk da `ulusal bütünlük, ulusal onur ve laiklik gibi konulardaki kaygılarından dolayı` CHP`ye yönelmişmiş. Çünkü CHP`nin ulusal bütünlüğü koruma konusundaki kararlılığını görüyormuş.

Baasçı partileri bile içinde tutacak kadar mezhebi geniş olan Sosyalist Enternasyonel`in Rodos`taki toplantısında Baykal bu `tespit`leri yapıyor. Eğer iktisat ile siyaset arasında bağlantı olduğunu bilmeseydik veya `sınıf` dendiğinde aklımıza sadece okul gelseydi, hepsinden önemlisi CHP`yi tanımıyor olsaydık, Baykal`ın partisine biçtiği bu yeni misyondan biz de heyecan duyardık. Onunla beraber biz de bu `yeni kurtuluş savaşı`na ikna olabilirdik.

 

Ama CHP bu değil ve hiçbir zaman da bu değildi. CHP öteden beri ayrıcalıklı kesimlerin sınıfsal çıkarlarını temsil eden bir partiydi ve bugün de öyledir. Dayandığı sosyal taban ise üst düzey bürokrasi + devletçi sermaye + eşraf şeklinde formüle edilebilir. Bu üçlü sac ayağına, ideolojik meşrulaştırma işlevinin karşılığında gelir ve statü elde eden `aydın`ları, akademyayı ve medyayı da katabiliriz. CHP`den, havuç ve sopa siyasetiyle bir şekilde kendisine eklemlemeyi başardığı ve haklarını savunuyor göründüğü Alevileri de çıkaracak olursanız geriye sadece her kentin Kavaklıdere`si, Kadıköy`ü ve Alsancak`ı kalır.

 

Eh, kaymak tabakanın hiçbir ülkede çoğunluğu oluşturamayacağı göz önüne alınırsa, hiçbir partinin sadece bu sınıfların çıkarlarının siyasi sözcülüğünü yaparak iktidara gelecek oyu alamayacağı da anlaşılabilir. İşte ideoloji tam da bu noktada bir ihtiyaç haline gelir. Parti siyasi misyonunu, sınıfsal işlevini gizleyecek şekilde kurgular. Dayandığı sınıfların ekonomik ve siyasi çıkarlarını tüm toplumun çıkarlarıymış gibi gösterebildiği ölçüde de fazla oy alır. Zaten ideolojinin bir anlamı da budur.

 

Şimdiye kadar CHP böyle bir `ideolojik meşrulaştırma`yı başarıyla uygulamıştı. `Neden siz ve sizin çocuklarınız hep yukarıda, neden biz aşağıdayız`, `Neden bizim çıkarlarımızı savunan partilere izin vermiyorsunuz` diye soran aşağıdakileri ikna etmek için gerekçeleri aşağı yukarı şöyleydi: `Biz yukarıdayız çünkü biz halkı aydınlatacak, çağdaş uygarlık düzeyine çıkaracak olanlarız. Halkımız henüz demokrasiyi özümsemiş sayılmaz. Bunun için önce onu batılı, modern ve laik bir toplum haline getirmek gerek. Bunun yolu da eğitimden geçer. Halkı kendi haline bırakırsak ya hilafet ya şeriat devletine varır...` Bilimi, ilerlemeyi temsil etmek zordu. Kendileri ve çocukları için bir şey istemiyorlardı. Ama halkımızın eğitimi tamamlanana, `irtica` tehlikesi bitene kadar bu eşitsiz ilişki `bir süre daha` devam etmek zorundaydı. İşin `kötüsü` bu tehlike de bitecek gibi görünmüyordu.

 

Biraz karikatürize etme pahasına CHP`nin ideolojisi böyle özetlenebilir. Daha doğrusu özetlenebilirdi.

 

Bugün ne mi değişti? Onu da bir sonraki yazıda ele almak istiyorum.

 

Berat Özipek

27 Ekim 2006 Cuma

Star

Gönderi tarihi:
Amerika ve İngiltere'nin, yerel cinayet şebekeleriyle birlikte imza attığı katliamların bedelini ödenek Almanlara düştü. Bild gazetesinin yayınladığı, Alman askerlerinin kafataslarıyla gösteren resimler büyük tartışmalara neden olsa da, Irak ve Afganistan'da işlenen cinayetlere katılan askerlerin ortak yönlerini bir kez daha gösterdi. Karikatür krizi, Papa'nın söylemi, Peygamber'e hakaretler, Irak'taki işkence merkezlerinde görev yapanların kurbanlarına bakışı, işkence resimleri, gizli cezaevleri, işkence uçakları, Müslüman veya öteki olanlara bakışın Batı'da nasıl da çirkinleştiğini göstermiyor mu?

 

ABD'nin küresel savaşına katkıda bulunan Alman, İngiliz, İsrail, Fransız, İtalyan ya da bir başka ülkenin askerlerinin, düşmanlarını algılayışının aslında birbirinden çok da farklı olmadığı, “Müslüman” olanı aşağılama, horlama, ezme, yok etme dürtülerinin hemen hepsinde canlı olduğunu söylemek ne yazık ki mümkün.

 

“Düşman İslam”, “tehdit Müslümanlar” ön kabulü, ABD ve İsrail'in yoğun gayretleri sonunda dünya genelinde yaygın bir kanaate dönüştürülebildi. Ülkesi istila edilen, değerleri aşağılanan, kaynakları sömürülen insanların özgürlük ve refah için verdikleri mücadele artık terörizm olarak görülüyor. Ve bu abartılı tehdide karşı yürütülen yaygın savaşa katılan askerler, nefret ve aşağılamaya şartlandırılıyor. İdeolojik şartlandırma, ABD ve Avrupa'da sokaklara, evlere kadar girdiği gibi, Irak'ta Ebu Gureyb, Afganistan'da Şibirgan ve Alman askerlerin davranışları gibi sonuçları ortaya çıkarıyor.

 

Papa gibi dini liderlerden siyasilere, aydınlardan güvenlik mensuplarına kadar, kitlelerin kanaatlerini etkileyenlerin sistematik biçimde yönlendirdikleri ve yönettikleri çatışma ve düşman tezi, insan ırkının nefretini besleyen çirkin sonuçları ortaya çıkardığında ise, olayın “münferit” olduğu iddia ediliyor.

 

 

O KATLİAMDAN MI KALDI?

 

 

Yıllardır bu sürecin ayrıntılarını aktarıyor, kaydını tutuyorum. Tutmaya da devam edeceğim. Bu kayıtlardan biri Afganistan işgalini sırasında yaşanan bir olayla ilgiliydi. Sanırım Türkiye'de olayın üzerine giden, birçok kez gündeme getiren tek kişi benim ve hatırlatmaya da devam edeceğim. Alman askerlerinin resim çektirdiği kafataslarıyla bu olay arasında nasıl bir bağlantı var? O kafatasları, ABD, İngiltere ve Raşit Dostum'un toplu mezarlara gömdüğü genç Afgan savaşçılarının kafatası olabilir mi?

 

En az üç bin kişinin gömülü olduğu, Birleşmiş Milletler'in, ABD'nin ve genel olarak dünyanın ört bas ettiği tüyler ürpertici bir vahşetten geriye kalan toplu mezarlardan söz ediyorum. Hatırlayalım...

 

ABD-İngiliz işgali sırasında bugün Alman askerlerinin yerleştiği Kunduz'da binlerce Taliban askeri teslim olmak istedi. Çünkü rejim çökmüştü. BM'nin Afganistan temsilcisi Lahdar Brahimi bu teklifi aracılık teklifini reddetti. İşgal güçlerinin verdiği güvenceyle teslim oldular. Yaklaşık 8 bin kişi silahlarını bıraktı. Teslim alınanlar, Kunduz'dan Mezar-ı Şerif'e nakledilmeye başlandı. 500'ü Cenk Kalesi'ne nakledildi. Bu kişilerin nasıl katledildiğini Türkiye'de televizyon ekranlarından canlı izlemiştik. Dünya, ABD'nin “teröristler”e karşı zaferini bu yayınlarla alkışlamıştı. 7 bin 500'ü ise, Mezar-ı Şerif'teki Şibirgan Cezaevi'ne götürüldü. Konteynerlara istif edilenlerin bir kısmı havasızlıktan boğularak öldü, bir kısmı ise, dışarıdan açılan ateşle öldürüldü. Kurşun deliklerinden kan sızıyordu. İrlandalı gazeteci Jamie Doran, vahşeti “Mezar'da katliam” adıyla belgesel haline getirdi. Kunduz'da, değişik Müslüman toplumlardan 8 bin kişinin esir alındığını belirten Doran, bunların tek tek sayıldığını, 500 kişinin Cenk Kalesi'ne, 7 bin 500 kişinin Şibirgan Cezaevi'ne nakledildiğini, ancak cezaevine konulanların sayısının 3 bin 15 olduğunu belirterek, “geri kalanlara ne oldu?” diye sordu.

 

Görgü tanıkları, ABD askerlerin cezaevine getirilen esirlerin boyunlarını kırarak öldürdüğünü, üzerlerine asit döktüğünü, yüzlerce esirin çöle götürülüp ABD askerleri ve Dostum'un adamları tarafından kurşuna dizildiğini, infaz emrinin bölgedeki ABD birliklerinin komutanı tarafından verildiğini ve onlarca ABD askerinin bu infazda yer aldığını söyledi ve “Amerikalılar ne isterlerse yapıyorlardı. Onları durduracak gücümüz yoktu” dediler.

 

Toplu mezarları köpekler ortaya çıkardı. BM soruşturma bile açmadı. ABD, bu olayı Uluslararası Ceza Mahkemesi'ne götürecek ülkeleri tehdit etti.

 

Kasetin küçük bir bölümü Haziran 2002'de önce Alman Parlamentosu Reichstag'da, ardından Avrupa Parlamentosu'nda parlamenterler, insan hakları örgütlerinin temsilcileri ve hukukçulara izlettirildi. Ardından bütün dünya suspus oldu. Artık kimse bu olaydan söz etmiyor. Ben hatırlatmaya devam edeceğim.

 

Askerlerin elindeki kafataslarının Sovyet işgali zamanından kaldığı söyleniyor. Ama kesin bilgi yok. Alman askerleri, kendi parlamentolarında gösterilen bu vahşetin kalıntılarıyla mı resim çektirdi? Öyle olmasa bile ne farkeder ki! Mezar-ı Şerif çevresindeki toplu mezarlarda binlerce genç insanın kafatası var. Bugünkü işgalin ve yaşanan caniliğin Sovyet işgalinden ne farkı var! İkisi de toplu mezarlar bıraktı!

 

İbrahim Karagül

27 Ekim 2006 Cuma

Yeni şafak

Gönderi tarihi:

250438.jpg

 

Gazetecilik mesleğinin ustalarından Türkiye Gazeteciler Cemiyeti (TGC) Onur Kurulu Başkanı ve Sabah gazetesi çizeri Semih Balcıoğlu yaşamını kaybetti...

 

İSTANBUL - Meslek yaşamında yurt içi ve yurt dışında 49 ödül kazanmış olan ‘karikatürün duayeni’ Semih Balcıoğlu, dünyanın 106 çizerinden biri seçilmişti. Balcıoğlu’nun cenazesi, 30 Ekim Pazartesi günü öğle vakti Zincirlikuyu Camii’nde kılınacak namazın ardından Zincirlikuyu Mezarlığı’nda toprağa verilecek...

Gönderi tarihi:

Fonlar Türkiye’yi bölmek için kullanılıyor

 

Avrupa Birliği’nin sağladığı fonlarla Türkiye’de çeşitli alanlarda çalışmalar yapan kuruluşlar, uygulamaları ile Türkiye’nin geleceğine dinamit koyuyor. Fonları AB güdümlü kullanarak Diyarbakır’da ilkokul öğrencilerine AB bayraklı çanta dağıtılması ile ilgili haberimiz ses getirdi. Sağlık İşçileri Sendikası Genel Başkanı Mustafa Başoğlu, AB fonlarının Türkiye’yi bölmeyi amaçladığını belirterek, “AB Türkiye’ye karşı oyun içinde oyun oynamaktadır” dedi.

 

Avrupa Birliği’nin sağladığı fonlarla Türkiye’de çeşitli alanlarda çalışmalar yapan kuruluşlar, fonları AB güdümlü kullanarak Diyarbakır’da ilkokul öğrencilerine AB bayraklı çanta dağıtmaları ile ilgili haberimiz ses getirdi. Sağlık İşçileri Sendikası Genel Başkanı Mustafa Başoğlu, AB fonlarının Türkiye’yi bölmeyi amaçladığını belirterek, “AB Türkiye’ye karşı oyun içinde oyun oynamaktadır” dedi.

Gazetemizin dünkü manşetinde yer alan AB fonları haberi ile ilgili olarak açıklama yapan Sağlık İşçileri Sendikası Genel Başkanı Mustafa Başoğlu, AB fonlarından sağlanan paralar ile Diyarbakır’da öğrencilere üzerlerinde AB bayrağı bulunan çantaların dağıtılmasını değerlendirdi. Başoğlu, AB fonları Türkiye’yi bölmek için kullanıldığına dikkat çekerek, “ Diyarbakır ilimiz, diğer 81 ilimizden bir tanesidir. AB’nin Diyarbakır’a ilgisi Kürt soyundan gelen vatandaşlarımızı azınlık saymalarından kaynaklanmaktadır” dedi.

Türkiye’nin artık bir yol ayrımında olduğunu da belirten Başoğlu, Ya ülkenin birlik ve bütünlüğünün korunacağını ya da AB daimi üyeliği uğruna parçalanma ve bölünmenin göze alınacağını söyledi. Başoğlu, Diyarbakır’a AB’nin ve Batılıların özen göstermesinin altında başka amaçlar olduğunu kaydederek, “1 Mayıs ve Nevruz kutlamalarına Diyarbakır’dan katılmaları, orada insan hakları konferansları düzenlemeleri ve son olarak AB bayraklı çanta dağıtmaları, Diyarbakır Ticaret Odası’na AB fonundan para aktarmaları, AB Parlamentosu’nun oyununun bir parçasıdır” diye konuştu.

AB’nin elindeki en önemli kozun, Türkiye’nin AB daimi üyeliğine fazla istekli görünmesi olduğunu kaydeden Başoğlu, “Son zamanlarda basınımıza yansıyan AB yöneticilerinin demeçleri yanyana getirip okunduğunda bu daha iyi anlaşılacaktır. AB yetkililerinin bir kısmı Türkiye’yi savunurken, bir bölümü Türkiye’nin Avrupa’ya ait olmadığını savunmakta, bir kısmı hemen daimi üyelik verilmesini isterken bir bölümü ise 15-20 yıl sonrayı işaret etmektedir. Kıbrıs, limanlar ve Ege sorunları ise her AB yetkilisine göre farklı yorumlanmaktadır. AB dönem başkanlığını devralan Finlandiya’nın Türkiye’nin üzerine çullanarak “Ver Kurtul, Ver üye ol, Bölün üye ol, Parçalan küçül üye ol” baskısını yürüttüğü görülmektedir” dedi.

Gönderi tarihi:

HALK PARTİSİNİN TEK YANLIŞI(?)

 

12 Ekim 1969'da yapılacak seçimler için partiler şimdiden yarışmaya başlamıştır. Parti başkanlarıyla ileri gelenlerinin yurdu dolaşarak yaptıkları konuşmalar bunu gösteriyor. Bu arada Halk Partisi kendisi için iane toplamaya kalkışarak Türkiye'de ilk defa görülen bir mücadele şekli denemektedir.

 

Burada asıl söz konusu etmek istediğimiz şey Halk Partisi Genel başkanının kendi partisi hakkında bir hükmüdür: Halk Partisinin tek kusuru seçimle gereği kadar ilgilenmemesi imiş.

 

Biz Halk Partisinin seçimle nasıl ilgilendiğini, oy almadan nasıl iktidara geldiğini bilen ve bu konuda çok ilgi çekici bir de müşahadeye sahip olanlardanız. Bundan ilerde bahsedeceğiz.

 

Bazı insanlar kendilerini her zaman, her konuda haklı zannederler. Yanlış ve kusur kabul etmezler. İsmet İnönü bunların tipik bir örneğidir. şimdiye kadar bir kusurunu itiraf ettiği görülmemiştir. Hele Ulus gazetesinde uzun süredir yayınlanan hatıraları Değişmez Genel başkanın ruh yapısını gösterme bakımından çok mühimdir. Psikanaliz uzmanları için bulunmaz bir etüd kaynağıdır. Bu hatıratı okuyanlar, dikkat ettilerse farkına varmışlardır ki İsmet İnönü bütün askeri ve siyasi hayatı boyunca hiçbir hata işlememiştir. Bütün zaferler onundur. Lozan onundur. Cumhuriyet fikri bile onun kafasından doğmuştur.

 

Atatürk de mühim bir şahsiyettir ama o daha ziyade Millet Meclisindeki yıkıcı muhalefetle uğraşarak Cumhuriyetin kurulmasına hizmet etmiştir.

 

Kurtuluş savaşının ön saftaki şahsiyetlerinden hepsinin büyük kusurları vardir. İnönü bu kusurları yumuşak gözüken sert bir dille anlatmaktadır. Atatürk'e karşı doğan muhalefet de onun hudut ve sınır tanımayan hareketlerine karşı meydana gelmiştir.

 

İzmir suikastinde kurulan İstiklal Mahkemesinin verdiği kararlardan, mahkemenin cereyan safhalarından İsmet İnönü'nün hiçbir haberi yoktur. Yani İnönü masum bir şahsiyettir. Yalniz cephe kumandanlığı, başmurahhaslik ve başbakanlıkla meşgul olmuştur. Yurtta huzursuzluk doğuran ve inkilap hareketlerinin tabii sonucu olan davranışlardan uzak kalmıştır.

 

Hatta 19 Mayis 1944'te Türkçüler aleyhindeki o zavallıca nutku veren İnönü, tutuklamalardan sonra Türkçülere yapılan işkencelerden haberdar olmadığını bile, bizim bildiğimiz iki kişiye, saf ve teatra tavırla söylemiştir ki tabii buna da imkan yoktur. Bunları da biz ilerde kendi hatıralarımizda Türk milletine anlatarak İsmet İnönü ve çağı için tarihi ana kaynaklar bırakacağız.

 

Hayatında işlediği hatalardan hiçbirini kabul ve itiraf etmeyen kimse büyük bir hata ile malul demektir. Hele bir insanın yüreğinde kin denilen iptidai duygu çöreklenmişşe onun sözlerini sıkı bir tenkid süzgeçinden geçirmek şarttir.

 

Bugün artik gün ışığına çıkmıştır ki Birinci Cihan Savaşı sonundakı büyük bozgundan sonra Türkiye'nin kurtulacağına inanan ve bu hususta mücadele hazırlığı yapan iki kişi vardı: Mustafa Kemal Paşa ve Kazım Karabekir Paşa... İsmet İnönü ise davanın edebiyen kaybedildiğine inanmıştı. Yabancıardan birinin, elverişli olanın mandasına bile yanaşıyordu. Kazım Karabekir Paşa'ya yazdığı bir mektupta Amerikan mandasını kabulden başka çare olmadığı belirtiliyordu. ( bakınız: Kazım Karabekir, İstiklal Harbimiz, birinci basım, s 175-177 ).

 

İsmet Paşa'nın, o günkü şartlar icinde, Amerikan mandasına taraftar olmasını, şüphesiz ihanet diye değil kısa görüşlülük olarak değerlendirmek yerinde olur. Çünkü o gün bir Kurtuluş savaşının mümkün olduğunu düşünebilmek büyük bir siyasi matematikçi olmaya bağlıydı ve bu alanda İsmet Paşa, Atatürk'le elbette aşık atamazdı. Fakat buna rağmen İnönü'nün kendisini Atatürk'le eşit tutmasını ve bu hatasını itiraf mertliğinden kaçınmasını elbette vefasızlık ve haddini bilmemek diye değerlendirmek isabetli bir hüküm olucaktır.

 

İsmet İnönü, aradan uzun yıllar geçtikten sonra röportaj şeklinde yayınladığı hatıralarından kendi hatalarını itiraf etse ve artık ölmüş bulunan arkadaşlarına karşı vefalı davransa şüphesiz iyi bir not kazanmış olurdu. Fakat olayları tarafsız bir gözle anlatıyor gibi gözükerek eski arkadaşlarını mustalamak lehinde bir davranış değildir ve tarih hükmünü böyle verecektir. Hele Cumhuriyet fikrini Lozan konuşmaları sırasında düşündüğünü, yani bu hususta Atatürk'e takaddüm ettiğini iddia etmesi olsa olsa İnönü'nün yaşlılığı ile tefsir olunabilecek yanlış bir düşünce mahiyetinden ileri gidemez.

 

Halk Partisi bu memleketin tarihine pek çok kusurlarla karışmış bir partidir ve onun seçime az ilgi göstermesi gerçek kusurları yaninda bir sevap kadar masum kalmaktadır. Bu partinin en büyük kusuru Türkiye'de bugün rezilane bir şekil almış olan solculuğu destekleyip beslemesi olmuştur. Hele 1944'de komünist düşmanı Türkçüleri "Almanlar'la iş birliği yapıp Türkiye'yi almanlar safında savaşa sokmak isteyen maceracılar" diye ilan etmesi partilerinin edebi yüz karası olarak kalacaktır.

 

Türkçüler o ithamdan, kendi iktidarlarının sıkı yönetim mahkemelerinde beraat ettiler. Rusları tepeleyen Almanlar'a karşı sempati beslemelerine rağmen dış siyasette bir Alman taraftarlığı gütmedikleri de anlaşıldı.

 

İsmet Paşa'nın hayatında "Amerikan mandası isteyen" bir devir olduğu kendisinin Kazım Karabekir Paşa'ya yazdığı mektupta sabit olmuş bir hakikattır.

 

Türkçüler'in hayatında buna benzer küçültücü bir nokta yoktur. Zannederim İsmet İnönü'nün Türkçüler'e karşı sönmeyen kini de böyle bi kıskançlığın yarattığı kompleksten doğmaktadır.

 

Gözlem, 1969, Sayi: 21

Hüseyin Nihal Atsız

Gönderi tarihi:

'Üst sınır' önerisi AKP'yi harekete geçirdi

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın 'Milletvekili seçilme yaşına üst sınır getirilmeli. Siyaset emeklilikten sonra yapılacak bir iş olmamalı' yönündeki önerisi AK Parti'yi harekete geçirdi. AK Parti Karaman Milletvekili Mevlüt Akgün, bazı milletvekillerinin şiddetli muhalefetine rağmen hazırladığı Anayasa değişiklik teklifini bu hafta imzaya açacak. Akgün, milletvekili seçilme yaşının 65 ile sınırlandırılmasını öngören teklifini hafta başında Başbakan Erdoğan'a da sunacak.

 

Başbakan'ın sözlerinin kendisini cesaretlendirdiğini belirten Akgün, "Belli bir yaşa gelen insanlara tapuda bile doktor raporu istenirken, devlet yönetenlerden rapor alınmıyor" diyerek seçilme yaşına mutlaka üst sınır getirilmesi gerektiğini vurguladı. Başbakan Erdoğan'ın 'Seçilme yaşının tavanını da belirlemek lazım. Siyaset emeklilikten sonra yapılacak bir iş olmamalı' yönündeki sözleri, bundan bir süre önce seçilme yaşının 65 ile sınırlandırılmasını öngören Anayasa değişiklik teklifi hazırlayan AK Parti Karaman Milletvekili Mevlüt Akgün'ü harekete geçirdi. Yaklaşık 15 gün önce hazırladığı teklifi milletvekillerine gönderen Akgün, Başbakan'ın sözlerinin ardından çalışmalarını hızlandıracak. Hazırladığı teklifi önce Başbakan Erdoğan'a sunacak olan Akgün, daha sonra Anayasa teklifini imzaya açacak. Anayasa değişiklik teklifini TBMM Başkanlığı'na vermek için 184 milletvekilinin desteğini arayacak olan Akgün, hazırladığı teklifle ilgili ilginç tepkiler aldığını söyledi.

 

Akgün İHA'ya yaptığı açıklamada, "Milletvekillerinin bir bölümünden destek telefonları geldi. Ancak belli bir yaş üstü olan vekiller bana tepki gösterdi. Bazıları yaptığımın fantezi olduğunu ve yaş konusuyla fazla uğraşmamam gerektiğini bildirdiler. Kimisi genel merkez yönetiminin tepki göstereceğini belirterek, çalışmamdan vazgeçmemi istediler. Bazıları ise şakayla karışık 'Yanımıza uğrama, ne yapacağımız belli olmaz' diye tepki gösterdi" diye konuştu.

 

Hazırladığı teklifi milletvekillerine sunduğunu ancak tek tek imza toplamadığını belirten Akgün, "Başbakanımız'ın bu açıklamasından sonra teklifimi imzaya açma zamanı gelmiştir. Başbakanımız'ın açıklamaları beni cesaretlendirdi. Milletvekili seçilme yaşına mutlaka bir üst sınır getirilmelidir. Türkiye'de emeklilik yaşı 65'tir. Belli yaştaki insanlar tapuya gittiğinde doktor raporu isteniyor. Ancak devlet yönetenlerden doktor raporu alınmıyor. Buna bir kural getirilmelidir. Türk siyasetinin önü açılmalıdır" değerlendirmesini yaptı.

 

AK Parti Karaman Milletvekili Akgün, milletvekili seçilme yaşının 65 ile sınırlandırılmasını öngören Anayasa değişiklik teklifi hazırlamıştı. Akgün'ün teklifi Anayasa'nın 76. maddesinin birinci fıkrasının '25 yaşını dolduran ancak 65 yaşını doldurmamış her Türk milletvekili seçilebilir' şeklinde değiştirilmesini öngörüyor. Akgün'ün teklifinin kabul görmesi halinde Meclis'te halen 68 yaşında olan CHP lideri Deniz Baykal başta olmak üzere 101 milletvekili bir dahaki dönem Parlamento'ya giremeyecek.

 

 

 

alıntı: mynet haber

 

benim yorumum süper olur...

Gönderi tarihi:

CHP'li vekil o yasaktan rahatsız

Salihli Kaymakamı İsmail Hakkı Develi gar, otogar, cadde, sokak, okul ve cami bahçelerinde içki içilmesini yasaklayan bir genelge yayınladı. CHP Manisa Milletvekili Nuri Çilingir ise bu genelgenin iptali için dava açtı. Çilingir'in açtığı dava sonucunda bu genelge iptal edilince Salihli'deki okul ve cami bahçelerinde içki içilme yasağı ortadan kalkmış oldu.

CHP'li Nuri Çiligir'in genelgenin iptal edilmesine yönelik açtığı davada Manisa İdare Mahkemesi 15 Eylül 2006 tarihinde iptal kararı verdi. Manisa İdare Mahkemesi kararında okul ve cami bahçelerinde içki içilmesinin yasaklandığını belirtilmesine rağmen, bu yasağın Anayasa ile güvence altına alınan bireysel hak ve özgürlükleri ortadan kaldırmaya yönelik olduğu belirtildi.

 

Manisa İdare Mahkemesi'nin verdiği bu kararla Salihli Kaymakamlığı'nın yayınladığı genelge yürürlükten kalktığı için Salihli'de okul ve cami bahçelerinde içki içilmesi serbest hale geldi.

 

MECLİS'E DE TAŞIDI

 

CHP'li Nuri Çilingir genelgenin iptali için dava açarken konuyu soru önergesiyle Meclis gündemine de taşıdı. İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu, Çilingir'in soru önergesine verdiği cevapta Salihli'deki yasağın yasalara uygun olduğunu belirterek "Yasaklama kararı yakın geçmişte meydana gelen, kamuya açık alanlarda alkollü içki kullanmak, alınan alkolün etkisiyle Türk bayrağına zarar vermek, Atatürk'ün büstünü kırarak manevi şahsiyetine hakaret, kendine zarar verme ve çevreyi rahatsız etme gibi 22 olayın etkili olduğu anlaşılmıştır"dedi.

Haber: Bilal Çetin

Kaynak: www.yenisafak.com.tr

  • 3 hafta sonra...
Gönderi tarihi:

Laik rakı şişesi

 

TÜSİAD'cının televizyonunda geyik kovalama programa yapan imtiyazlı bir 'ulusalcı' methiyelere başladı...

'TÜSİAD Başkanı muhteşem bir konuşma yaparak laikliğe sahip çıktı... Sermayeyi, patronları alkışlıyorum' dedi...

Laiklik mühim meseledir!.. Mühim mesele olduğu için de zırt pırt gündeme gelir, cepheleşmeye yarar sağlar!..

Mesela Salacak'tan Kızkulesi'ne doğru kadeh kaldırarak Laikliğin yılmaz savunucuları olunduğunu ispatlamak elbette müthiş heyecan verici bir durumdur...

Aslında, asıl keyifli olan Kız Kulesi içindeki meyhanede, dışarıya bakıp kafayı bulmaktır... Gelgelelim bu durumun siyasi 'ambiyansı' bulunmayacağı için, laikliği koruma ve kollama uğruna kadehler kıyıdan denize uzatılmalı ve yobazların haddi, Üsküdar'daki başkanın şahsında bildirilmelidir!..

Cumhuriyet'in temel ilkelerine elde rakı kadehi ile meydan okuyarak sahip çıkılacağına inananlara acizane bir hatırlatmada bulunayım... Bugün bu iktidar ülkenin tepesine bu kadar büyük bir güç olarak gelmişse, bu işin mimarisinde, elinde rakı kadehi ile Erbakan'a Başbakanlık Konutu'nda meydan okuyan dönemin Deniz Kuvvetleri Komutanı Güven Erkaya vardır... Başbakanlık Konutu'nda, tarikat şeyhlerine misilleme olarak rakı kadehini çeken Erkaya, Tayyip'in yoluna o gün gül döşemiştir... Sandık 'madem öyle, işte böyle' diye o rakı kadehi ile meydan okuyuşa hırsla cevap vermiş, ülke bu duruma gelmiştir...

Oysa Cumhuriyet'i kuran Atatürk'ün mücadele yolunda böyle ilkel saplantılar yoktur... Rakı kadehi onun siyasi yol arkadaşı değildir, sadece yorgunluğu paylaştığı kötü yoldaşıdır ve onun verdiği zararı millet Kemal Paşa'yı erken kaybederek ödemiştir... Aslında böyle bakarsak rakı bir Cumhuriyet düşmanıdır denebilir...

Bir taraftan da şöyle denebilir...

Dünyanın bir ahengi de kabul edilen rakı şarap vesairenin, sağlıksız ama onunla olmayı seçen zevk insanlarınca siyasete alet edilmesine 'zulüm' yorumu getirilebilir ve 'içkimizi rahat bırakın' denilebilir!..

Dağıtmayalım da Cumhuriyet'i sloganlarla korumanın onun temel ilkelerine sahip olunup olunamayacağı konusundan çıkmayalım...

Laiklik Cumhuriyet'in temel ilkesi olduğu için mi tartışılıyor, yoksa cephelerin paylaşımında bir güç göstergesi olarak mı ortaya sürülüyor...

Mesela son tartışma sonrası TÜSİAD şöyle diyor: 'Laik eğitimden yanayız. Karşısında olanlarla mücadele ederiz...'

Başkan Sabancı masaya yumruğunu vurarak konuşuyor: 'Hiçbir milli eğitim konusu laiklikten taviz verilecek konu değildir. Bunu gördüğümüz an TÜSİAD olarak bayrağı çeker, doğru bildiğimizi söyleriz. Laik eğitimden yanayız, bunun karşısında olanlarla da mücadelemizi sürdürürüz.''

Bravo tebrikler de...

Sabancı Bey hemen ardından konuşmasını AB'nin faziletlerini anlatarak sürdürüyor, teslimiyeti geciktirdiği için hükümeti eleştiriyor!..

Elbette laiklik Cumhuriyetimiz'in temel ilkelerinden biridir...

Laiklik ilkelerden biridir...

İşimiz Cumhuriyetimizi, Atatürk'ün kurduğu Cumhuriyeti korumak ve kollamaktır...

'Hiçbir milli eğitim konusu laiklikten taviz verilecek konu değildir. Bunu gördüğümüz an TÜSİAD olarak bayrağı çeker, doğru bildiğimizi söyleriz' diyerek yumruğunu masaya vuran TÜSİAD Başkanı Sabancı, laikliği hangi zemin adına sahipleniyor...

Bu sahiplenmede Atatürk'ün kurduğu Cumhuriyet'in korunup kollanması ne kadar önemlidir!.. Mesela Ömer Sabancı, soyadını taşıyan özel üniversitede birtakım faaliyetlerin Atatürk ilkeleri ile ters düştüğünü nasıl izah edebilir, eğer laikliği Cumhuriyet'in ilkelerinden kabul ediyorsa...

Laiklik, AB kriterlerinde de vardır...

Laikliğin çok tarifi yoksa da AB'ye teslim olmuş bir ülkenin laikliği ile bizim sözünü ettiğimiz laiklik arasında Cumhuriyetimiz'in korunup kollanması gibi önemli bir temel söz konusudur...

Atatürk'ün 'Hangi istiklal vardır ki; ecnebilerin planlarıyla yükselebilsin...' diyerek kurduğu Cumhuriyetimiz'in bir parçası olarak algıladığımız laiklikle, AB'ye teslimiyetin bayraktarlığını yapan TÜSİAD'ın bizle aynı dili konuşmadığı açıktır... Atatürk'ün kurduğu Cumhuriyet'in temelleri dinamitlenecek ama laik kalınacakmış!..

Boş versene...

Ona AB dini denir!..

 

Behiç Kılıç..

Katılın Görüşlerinizi Paylaşın

Şu anda misafir olarak gönderiyorsunuz. Eğer ÜYE iseniz, ileti gönderebilmek için HEMEN GİRİŞ YAPIN.
Eğer üye değilseniz hemen KAYIT OLUN.
Not: İletiniz gönderilmeden önce bir Moderatör kontrolünden geçirilecektir.

Misafir
Maalesef göndermek istediğiniz içerik izin vermediğimiz terimler içeriyor. Aşağıda belirginleştirdiğimiz terimleri lütfen tekrar düzenleyerek gönderiniz.
Bu başlığa cevap yaz

×   Zengin metin olarak yapıştırıldı..   Onun yerine sade metin olarak yapıştır

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Önceki içeriğiniz geri getirildi..   Editörü temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.