Gönderi tarihi: 15 Ekim , 2006 18 yıl KURAN'I HZ. MUHAMMED Mİ YAZDI? Rıza GÖRÜŞ Eğer kulumuza indirdiğimiz (Kur'an)'den şüphedeyseniz, bu durumda, siz de bunun benzeri bir sûre getirin. Ve eğer doğru sözlüyseniz, Allah'tan başka şahitlerinizi (kendilerine güvendiğiniz yardımcılarınızı) çağırın. (Bakara Suresi, 23) Arabistan yarımadasında Mekke’ye bakıldığında etrafının çöllerle çevril olduğu görülür. Zamanın şartlarına göre deve ile hurmadan başka hiçbir şeyi olmayan bu bölge halkı, geçimini İbrahim (a.s.) zamanından beri Hacca gelen insanların bıraktıkları dövizlerle ve ticaret kervanlarının yaptığı ticari faaliyetlerle geçinmiş, o zamanın süper devleti olan İran ve Bizans’ın, sömürülecek kaynakları olmadığı için de pek iltifat etmediği bir bölge olarak kalmıştır. Bir ara Bizans bu bölgenin hâkimiyetini ele geçirmek ve İran’a bir cephe açmak için Arap kabile liderlerinden birisini vali olarak atadıysa da, bu valinin hâkimiyetini hiç kimse tanımamış ve bu çaba sonuçsuz kalmıştır. Kültürel açıdan bakılacak olunursa, cahiliye döneminde okuma-yazma bilen insanın parmakla gösterildiği Mekke’de, Araplar arasında nesir pek muteber sayılmazdı. Bununla beraber, Ensâb ilmi ve Eyyâmü’l-Arab’la ilgili nesirler mevcuttu. Ayrıca meseller (kısa hikâyeler), darb-ı meseller (atasözleri), ahbâr (destânî-menkıbevî rivayetler) da yaygındı. Ancak şiir ve hitâbet çok gelişmişti. Çok güçlü hafızaya sahip edipler yazmaktan ziyade ezberlemeyi tercih ediyorlardı. Abdullah İbni Abbas’ın bir şiir meclisinde okunan bir şiiri bir defa dinlemekle ezberlediği rivayetler arasında yer alır. Böyle bir ortamda Peygamber olarak görevlendirilmiş olduğunu ilan eden ümmi birisine ki bu şu ayetle ifade edilmiştir: “Geliniz Allah'a ve O'nun o okuma yazması olmayan peygamberine, Allah'a ve O'nun sözlerine inanan Peygamberine inanınız, O'na uyunuz ki, doğru yolu bulasınız." (Araf, 158), Arapların atalar kültürünü reddedip bir anda inanmaları beklenemezdi. Zaten onlarda önce öyle yaptılar. Direnebilecekleri kadar direndiler, atacakları iftiraları attılar, akıllarına gelen tüm zulümleri yaptılar. Kendi toplumları içinden çıkan Hz. Muhammed’i(a.s.) bertaraf edebilmek için ne mümkünse yaptılar. Şimdiki kâfirlerin attıkları iftiraların hepsini attılar. Bir farkla ki, şimdikilerden daha avantajlı konumdaydılar çünkü onlar Peygamberi şimdikilerden daha iyi tanıyorlardı. Ama başarılı olamadılar ve 23 yıl gibi kısa bir sürede, tüm Arabistan yarımadası İslam’la şereflendi. Geçen 1500 yıla rağmen kâfirlerin iftiraları hiç değişmedi. O zaman ki kâfirlerin dediklerini şimdiki yenileri biraz daha süsleyip piyasaya sürmekten başka hiç bir şey yapmadılar. Kendilerini yenileyip yeni deliller bulamadılar. İslamı ve tanımayan, tanımamakta ısrar eden kâfirlerin yüzyıllar boyu attıkları iftiralar şunlardı: 1-Kur’anı Kerim’i, Muhammed kendisi uyduruyor. 2-Kur’anı Muhammed’e bir insan öğretiyor. 3-Muhammed, TevratZebur-İncil gibi kitaplardan öğrendiklerini söylüyor. 4-Peygamber, başka medeniyetlerin kaynaklarından aldıkları haberleri aktarıyor. 1-Kur’anı Kerim’i, Hz. Muhammed’in kendisi mi uyduruyor? 1.1-Buna Kur’an şöyle cevap veriyor: “Hiç Kur’anı düşünmüyorlar mı? Eğer Allah’tan başkası tarafından olsaydı, onda birçok ihtilaf bulurlardı.” Yani mâna ve nazımda çelişkiler olurdu. Mânayı esas aldıklarında nazım, nazımı esas aldıklarında mâna bozulurdu. Kâfirlerin ana metodu, ellerine bir Kur’an tercümesi alıp, fihristten bir konu bulup ya da herhangi bir sayfayı açıp oradaki ayetleri kendi nakıs zekâlarına göre yorumlamaktan başka nedir ki? Bu ayet ne zaman indi, niye indi, bu ayeti açıklayan başka bir ayet ya da hadis var mı? Sarf ve nahiv nedir, Bedi-Beyan nedir, kelimenin epistemolojisi nedir, Usul ilmi nedir? Ayetin sibak ve siyakı nedir? Tabidir ki, bunlar onları ilgilendiren konular değil. Hem bunları bilmeye ne gerek var ki? Nasılsa onlar sapmışlar ve kendi sapmaları başkalarını saptırmak içinde yeterlidir. Cehenneme giden yolda kendilerine yoldaş arıyorlar. Arap toplumunda Arapça'nın önemi ve Kur’anı Kerim karşısında bazı Arapların tavırları: 1.2 -“Ve muhakkak ki bu (Kur'ân) âlemlerin Rabbinin indirmesidir. Onu Rûhu'l-emin (Cebrail) indirdi; Uyarıcılardan olasın diye senin kalbin üzerine; Açık parlak bir Arapça lisan ile. O, şüphesiz daha öncekilerin kitaplarında da vardı.(Şuara, 192-196) Yeni doğan bebeklerini Mekke’den uzaklaştırıp vahalarda yaşayan bedevi kabilelerde ki sütannelere veren Arap toplumunda, bebeklerin sütanneye verilmesinin iki ana sebebi vardır; Çocuklar o sıcak ve kavurucu ortamdan uzaklaşsın daha sağlıklı büyüsün, Arapçayı saf, temiz ve katışıksız bir şekilde öğrensin. Herkesin Arapçayı mükemmel konuştuğu, her yıl şiir yarışmalarının yapıldığı ve dereceye giren şiirlerin “Muallakayı Seb’a” adıyla Kâbe duvarına asıldığı ve Kâbe’yi ziyarete gelenlerin okunmasının sağlandığı bir toplumdan bir şahıs çıkıyor ve Arapça olarak hiç kimsenin duymadığı ve söylemekten de aciz olduğu ayetler okuyor. O edibi üsluba hiç kimse yaklaşamıyor. Mekkeli müşrikler Hz. Peygamber’e (a.s.) karşı nasıl bir tavır takınmaları gerektiği konusunda uzun tartışmalar yaplar ve arabulucular gönderirler. a) Kureyş kendi aralarında şöyle konuşurlar: —Hac mevsimi geldi, bu adam hakkında bir karar verelim, gelen hacılara hep aynı şeyi söyleyelim. Birimizin söylediğini öteki yalanlamasın. Velid b. Muğire'yi konuşmak için Resulullah'a (a.s) gönderdiler. Velid gelmiş, Hz. Peygamberi dinlemişti. Hz. Peygamber: “İnnallahe ya'muru bi'l-'adli ve’l-ihsânî ve îtâ'i zi'l-kurbâ…”, (Şüphesiz Allah adaletle, iyilik etmekle ve yakınlara vermekle emreder, fuhşiyattan, kötülükten ve azgınlıktan nehyeder.) ayetini okuyordu. Velid bu sözlerin anlamı ve edebi üstünlüğü karşısında etkilenmiş kavmine varınca şöyle demişti: —Vallahi o sözün bir tatlılığı, bir güzelliği var. Kökü kuvvetli, dalları bereketli, bunu bir insan söyleyemez.” demişti. Kureyşliler: “Velid saptı, eğer o saparsa bütün Kureyş sapar.” demişler, Velid'in etrafını sarmışlardı. O da sapmadığını fakat O'nun için de ne diyeceğini bilemediğini söyledi ve kureyşlilerle aralarında şu konuşma geçti: —Hele O'nun hakkında siz bir şey söyleyin bakalım. —Kâhin diyelim. —Hayır, vallahi kâhin değildir. Onun söyledikleri kâhinlerin gizli sözlerine benzemez. Sec'i de yok. —Mecnun diyelim? —Hayır, mecnun da değildir. Deliliği biliriz. Bunun bayılması, sar'ası ve vesvesesi yok. —Şair diyelim? —Şair de değil. Şiirin her çeşidini rezecini, hezecini, karîzini, mebsutunu biliriz. O'nun söyledikleri şiir değildir. —Sihirbaz diyelim? —Sihirbaz değildir. Sihirbazları ve büyülerini gördük. Bunun okuyup üflemesi, düğüm bağlaması yok. —O halde ne diyelim, ey Abd-i Şems'in babası? —Allah'a andolsun ki sözünde bir tatlılık var. Kökü sabit, dallan bereketli meyveye benziyor. Ona söyleyeceğiniz her şeyin boş olacağı anlaşılıyor. Bununla birlikte ona sihirbaz demek en uygun sözdür. Çünkü o, sihir gibi kişi ile oğlunun arasını, kişi ile kardeşinin arasını ve kişi ile karısının ve kabilesinin arasını açıyor, o halde sihirdir. Böylece dağıldılar ve yollara oturup halkı Hz. Muhammed’e (a.s.) yaklaşmaktan onunla görüşmekten kaçındırmağa başladılar. Velid hakkında şu ayetler nazil oldu: “Bana bırak temtek olarak yarattığım o herifi, kendisine uzun boylu servet verdim, göz önünde oğulları, hem kendisine bir döşeyiş döşedim (şeref ve itibar verdim)! Sonra o daha da arttırmamın hırsı içindedir! Hayır! O Bizim ayetlerimize karşı alabildiğine inatçı kesildi. Ben onu dimdik sarpa sardıracağım... Çünkü o bir düşündü, ölçtü biçti. Kahrolası, nasıl ölçüp biçti! Sonra (yine) kahrolası nasıl ölçüp biçti! Sonra baktı, sonra kaşını çattı ve ekşiyerek surat astı. Sonra ardına dönüp büyüklük tasladı: "Bu, dedi, başka değil sadece öteden beri nakledile gelen bir sihirdir, insan sözünden başka bir şey değildir!" (Muddessir, 11-25) Utbe b. Rabia kavminin ileri gelenlerinden, güzel konuşan edib bir insandı. Hamza'nın müslüman olduğu sıralarda kavmine: —Ey Kureyş, dedi, gidip Muhammed’le konuşayım, ona bazı şeyler teklif edeyim, belki kabul eder, bizim tanrılarımıza dil uzatmaktan vazgeçer. —Git görüş dediler. Resulullah yalnız başına mescidinde oturuyordu. Utbe geldi, söze başladı: —Kardeşim oğlu, senin bizim yanımızdaki yerin, bildiğin gibidir. Soyca, mevkice yükseksin. Ama kavminin başına öyle bir iş getirdin ki, onunla cemaatlerini dağıttın, inançlarını hor gördün, dinlerini, tanrılarını ayıpladın; geçmiş babalarını tahkir ettin. Şimdi şu tekliflerimi dinle, belki kabul edersin. —Söyle ya Eba'l-Velid, dinliyorum. —Kardeşimin oğlu, eğer bu getirdiğin şeyle zengin olmak istiyorsan, sana mal toplayalım, öyle ki en zenginimiz olasın. Eğer şeref istiyorsan seni başkan yapalım. Sensiz bir iş görmeyelim. Hep senin emrinle hareket edelim. Krallık istiyorsan seni bize kral yapalım. Yok, eğer bunlardan hiçbiri değil de seni cin çarpmış da bundan kurtulamıyorsan seni tedavi için doktorlar bulalım, bu uğurda bütün malımızı mülkümüzü feda edip seni kurtaralım. —Bitti mi ya Eba'l-Velid ? —Bitti. —Şimdi sen dinle: “Ha-mîm. O Rahman ve Rahimden indirilmiştir. Bilen bir kavim için ayetleri açıklanmış Arapça bir Kur'an olmak üzere bir kitaptır. Hem müjdeleyici, hem uyarıcıdır. Onun için çokları başını çevirmiştir de işitmezler. Ve dediler ki: “Kalblerimiz, senin bizi çağırdığın şeyden örtüler içinde. Kulaklarımızda da bir ağırlık var. Ve seninle bizim aramızda bir perde vardır. Haydi, yap yapacağını, işte biz yapıyoruz...”(Fussilet 1-5) “Eğer yüz çevirirlerse de ki: Ben sizi Ad ve Semud'un başına gelen kasırgaya benzer bir kasırga ile uyardım” (Fussilet 13) ayetine gelince Velid, eliyle Hz. Peygamberin ağzını tutar ve “Allah aşkına dur” der. Kavmine döndüğü zaman ona Muhammed'le konuşmasını ve ondan işittiklerini sordular. İşittiklerinden bir kelime dahi anlamadığını, ona cevap veremediğini ifade ile dedi ki: —Vallahi o şiir değildir, sihir değildir, kehanet değildir. Ey Kureyş topluluğu, beni dinleyin, O'nu bana bırakın. Siz bu adamın önünden çekilin. O'ndan işittiğim söz, gerçekten büyük bir sözdür. Ben her şeyi okudum, her sözü işittim, ama onun gibisini işitmedim. Eğer Araplar onu yenerse siz de ondan kurtulmuş olursunuz. Yok, o üstün gelirse onun mülkü sizin mülkünüz, onun üstünlüğü sizin üstünlüğünüz demektir. Siz de bu suretle insanların en mutlusu olursunuz. —Vallahi Muhammed, diliyle seni büyülemiş. —Onun hakkında benim fikrim budur, ama siz bilirsiniz, dilediğinizi yapınız. (İbn-i Hişâm, Sîratu'n-Nebî, c. 1, s. 294; Kadı Iyaz, Şifa-i Şerif, s. 223) Utbe’nin mal tekliflerine karşı Yüce Allah şöyle buyurdu: “(Ey Muhammed) De ki: Ben sizden bir ücret istemiyorum. O sizin olsun. Benim ecrimi ancak Allah verir. O, her şeye şahittir.”(Sebe', 47). c) Nadr İbn Haris, daha önce Hire'ye gitmiş, İran krallarının, Rüstem ve İsfendiyar'ın hikâyelerini öğrenmişti. Resulullah bir mecliste oturduğu zaman oradakilere Allah'ı hatırlatır, geçmiş milletlerin başlarına gelen azaplardan, Allah'ın gazabına uğramaktan kavmini uyarırdı. Resulullah gittikten sonra bu adam onun peşinden kalkar: —Ey Kureyş Vallahi ben ondan güzel konuşurum; bana gelin. Ben ondan daha güzel hikâyeler anlatırım, der sonra başlar Acem krallarından, Rüstem ve İsfendiyar’dan hikâyeler söyler, daha sonra ilâve ederdi: — Muhammed ne ile benden daha güzel söz söylüyormuş? Ben de Allah'ın indirdiği gibi indiririm der. Kendi kafasından ayetlerin üslubuna benzeyen cümleler söylerdi. Yüce Allah şöyle buyurur: “Ayetlerimiz kendilerine okunduğu zaman dediler ki İşte istesek biz de bunun gibisini söyleyebiliriz. O, eskilerin masallarından başka değil.” (Enfal, 31) “Uydurduğu yalanı Allah'a isnad eden, yahut kendine bir şey vahyedilmemiş iken “Bana da vahyolunuyor.” diyen kimseden daha zalim kim olabilir? Görsen o zalimler ölüm dalgaları içinde boğulurken melâike ellerini uzatmış: “Canlarınızı çıkarın, Allah'a doğrudan başkasını söylemekte olduğunuzdan ve O'nun âyetlerini kabule tenezül etmediğinizden dolayı bugün alçaklık azabıyla cezalanacaksınız (der).” (En'am, 93) Kur’anı Kerime nazire yapma çalışmaları: Tarih boyunca, Kur’an ayetlerini benzerlerini söyleyebileceğini iddia edenlerden, Kur’ana nazire yapmaya çalışanlar oldu ama sonuç hep hüsran oldu. Aşağıdakiler onlardan bazılarıdır: 1-Nadr ibni Haris 2-Müseylemetü’l-Kezzab 3-Sacah bintu’l-Haris ibni Suvayd et-Temimiyye (bu kadın Peygamber olduğunu iddia etmiş daha sonra tekrar İslama dönmüştür) 4-el-Esved el-Ansi 5-Tulayhatu’bnu Huvaylid el-Asadi 6-İbnu’l-Mukaffa 7-Ebu’l-Huseyin Ahmed ibni Yahya er-Ravendi 8-Ebu Tayyib 9-Ebu’lAla’l-Muarri 10-Yahya bin Hakem a) İbnü’l-Mukaffa; Kur’anı Kerim’de ki “Eğer kulumuza (Muhammed) indirdiğimizden (Kur'ân dan) şüphe içinde iseniz, haydi onun gibi bir sûre getirin, Allah'tan başka güvendiklerinizin hepsini çağırın; eğer doğru iseniz. Yok, yapamadıysanız ki hiçbir zaman yapamayacaksınız, o halde yakıtı insanlar ve taşlar olan, inkârcılar için hazırlanmış ateşten sakının.”(Bakara 23-24) Ayetinin meydan okuması üzerine bir metin uydurmaya karar verir ve uğraşmaya başlar. O sırada bir çocuk; “Allah tarafından denildi ki: "Ey yeryüzü suyunu yut! Ey gökyüzü sen de suyunu tut!...” (Hud, 44) anlamındaki ayeti okuyarak yanından geçer. Bunu duyunca hazırladıklarının hepsini imha eder ve “Ben şahitlik ederim ki bu Kur’anla yarışılmaz, o insan sözü değildir.” İbnü’l-Mukaffa, o devrin en iyi ediplerindendi. Endülüslü edebiyatçı Yahya bin Hakem; ihlâs suresini ele alarak ona benzer söz bulmağa ve ona uydurmaya çalışır. Yahya bin Hakem diyor ki “ O sırada kalbimi öyle bir korku ve ürperti kapladı ki, bu işten vaz geçip Allah’a sığınmak zorunda kaldım” Endülüsün büyük âlimlerinden Kadı İyaz’ın naklettiğine göre, bedevi (ki bedeviler arap toplumunda Arapçayı en iyi bilenlerdir) birisi, “Şimdi sen emrolunduğunu açıkça tebliğ et. Müşriklerden yüz çevir.” (Hicr, 94) ayetini işitir ve derhal secde eder “Bunun fesahatine secde ettim” der. Bir başkası da “…onu kurtarmaktan ümit kestiler, o zaman fısıldaşarak oradan uzaklaştılar…” ayetini işitince “Şehadet erdim ki hiçbir mahlûk böyle bir söz söyleyemez.” Demiştir. c) İsmî anlatır: Bir cariyenin sözünü işittim de (hayran kaldım): “Kahrolasıca ne kadar fasihsin! dedim. Cariye şöyle cevap verdi: “Allah'ın: O esnada Musa'nın anasına "Onu emzir, kendisine zarar geleceğinden kaygılandığında onu denize (Nil nehrine) bırakıver, hiç korkup kaygılanma, çünkü biz onu tekrar sana vereceğiz ve onu peygamberlerden biri yapacağız" diye bildirdik.” Ayeti karşısında benim sözüm fesahat mi sayılır? Allah bu ayette iki emir, iki nehiy, iki haber ve iki müjdeyi toplamıştır. Kur’anın bu mükemmel edebi üslubu karşısında aciz kalan müşriklerin yapabilecekleri çok fazla bir şey yoktu. Tüm yasakçı zihniyetlerin ve 20 yüzyıl komünist ülke rejimlerinin yaptığını yaptılar, Kur’anın dinlemesini, okunmasını yasakladılar. “İnkâr edenler: "Bu Kur'ân-ı dinlemeyin, okunurken gürültü yapın, belki üstün gelirsiniz" dediler.” (Fussilet 26) Hz. Peygamber Mekke'de iken yüksek sesle Kur'an okuduğu zaman müşrikler, etraftan dinleyen insanları kovar, dağıtırlar; “Dinlemeyin şu Kur'an-ı lâğvedin, yani gürültü yapın.” derler ve ıslak çalar, gürültü yaparlardı. Hz. Peygamber(a.s.) Kur’anın özelliklerini şöyle anlatır: “Çok tekrarla eskimez, ibretleri bitmez, şahanelikleri tükenmez, o hak ile batılı ayırıcıdır, eğlence değildir. Âlimler ona doymaz. Arzular onunla şaşmaz. Onunla lisanlar karışmaz. O öyle bir kelamdır ki, cinler onu duyunca “Biz harikulade güzel bir Kur’an dinledik; doğru yola iletiyor, ona inandık” (Tirmizi, Ebvabu Sevabü’L Kur’an hadis No: 2908) 2-Kur’anı Bir İnsan Öğretiyor Demeleri: Değişik rivayetlerde nakledildiğine göre, Müşrikler, Mekke’de isminin ne olduğu net olmayan hristiyan bir köle, diğer rivayette isimlerinin Cebra ve Yesar olduğu ifade edilen iki rum kılıç ustası, bir diğer rivayette de Abisa isminde bir kölenin olduğu ve Hz. Peygamberin bunlardan bilgi alıp Kur’anı uydurduğunu söylemişti. 20. Yüzyıl oryantalistleri, Hz. Peygamberin rahip Bahira ile görüşmesini ileri sürerek Tevrat ve İncil bilgilerini ondan öğrendiğini söyleyerek, akıllarınca iftira atmış ve Kur’anı Peygamberin uydurduğunu söylemişlerdir. Köksüz, dayanaksız ve düşünmeden yapılmış bu iftiralarına yüce Allah bir ayette şöyle buyurarak zavallıların ümitlerini kursaklarında bırakmıştır: “Muhakkak biliyoruz ki onlar: "Mutlaka onu bir insan öğretiyor!" da diyorlar. Haktan saparak isnatta bulunmak istedikleri kimsenin dili yabancıdır; bu Kur'an ise gayet açık bir Arapça'dır” (Nahl, 103). 2.1-Ayetten ve tarihi kaynaklardan da anlaşılacağı üzere bunlar Arap değildi ve Arapçayı Araplar kadar da mükemmel bilmeleri mümkün değildi. Yukarıda da ifade edildiği gibi Arapların ileri gelen edipleri bile ayetler karşısında acizliklerini ifade ederlerken, savaşlarda esir düşen ya da parayla satın alınarak arap toplumunda yaşamak zorunda kalan, kimlikleri bile tam bilinemeyen şahısların Hz. Peygambere akıl vermeleri mümkün değildir. 2.2-Hz. Peygambere (a.s.) ayetleri bunlar öğretseydi, bu şahıslar çıkıp Hz. Peygamberin (a.s.) bir sahtekâr olduğunu Mekkelilere söylemezler miydi? 2.3-Eğer yine ayetleri bunlar öğretiyorsa benzer ya da daha mükemmel ayetler söyleyerek Mekkelilere yardımcı olmazlar mıydı? Bunun mükâfatı Mekkeliler tarafından kendilerine fazlasıyla verilirdi. 2.4-“Onlar fikir veriyor, Hz. Muhammed de kendi kafasına göre ifade ediyordu” demek de gerçeğe aykırıdır. Çünkü aynı akıl ve zekâ kendilerinde de vardı. 2.5-1985 yılında ilki İzmir’de gerçekleştirilen uluslararası “İslami İlimler Sempozyumunda” bildiri sunan bir oryantalist, “İstesek Kur’anın hatalarını bulabiliriz” demesine karşın geçen bunca seneye rağmen yapabildikleri herhangi bir çalışma söz konusu bile değildir. Bu da onların acziyetinin ifadesidir. 3- Muhammed, Tevrat-Zebur-İncil gibi kitaplardan öğrendiklerini söylüyor. 3.1-Mekke ehli kitabın cirit attıkları bir yer değildi. Yaşlı olan Varaka bin Nevfel’i de ilave edersek sayılı sayıda hristiyan ancak vardı. Yahudiler ise genelde verimli topraklara sahip olması nedeniyle Medine ve çevresinde yaşıyorlardı. 3.2-Hz. Peygamber (a.s.) okuma-yazma bilen birisi değildi ki Hristiyan ve Yahudi kaynaklarından faydalansın. Onun ümmi oluşunu bazı kâfirler ve ahmaklar iddia etse de bu onların cehaletlerinin derecesi gösterir çünkü elle tutulur hiçbir delil ileri sunamamaktadırlar. Ayette şöyle buyrulur: “Onlar ki, o ümmî peygambere uyarlar, yanlarındaki Tevrat ve İncil'de yazılmış bulacakları o peygambere uyup, onun izinden giderler ki, o, onlara iyiyi emreder ve onları kötülüklerden alıkoyar, temiz ve hoş şeyleri kendilerine helâl kılar, murdar ve kötü şeyleri de üzerlerine haram kılar, sırtlarından ağır yükleri indirir, üzerlerindeki bağları ve zincirleri kırar atar, işte o vakit ona iman eden, ona kuvvetle saygı gösteren, ona yardımcı olan ve onun peygamberliği ile birlikte indirilen nuru izleyen kimseler var ya, işte asıl murada eren kurtulmuşlar onlardır.” (Araf, 157) İkinci bir delil ise şudur; Hudeybiye de antlaşma yapılmasına karar verilince Mekke ileri gelenleri bir diplomasi uzmanı olan Süheyl ibn Amr’ı Efendimize gönderdiler. Süheyl Efendimizi çok yakinen bilen birisiydi. Antlaşmanın hemen başında Süheyl “Bismillahirrahmanirrahim’e” itiraz etmiş, “Biz Rahman nedir bilmeyiz” demişti. Bizim bildiğimiz yazılacak diye diretmişti. Antlaşmayı “Bismike Allahümme” (Allah’ım senin adınla) diye başlatmıştı. Süheyl’in ikinci itirazı “Resulullah” ifadesine olmuştu. “Biz eğer senin Resullüğünü kabul etseydik seninle savaşmazdık” demişti. Hz. Peygamber (a.s.) antlaşmayı yazan Hz. Ali’ye sil onu ve “Abdullah oğlu Muhammed ile Amr oğlu Süheyl” diye yaz demesi üzerine, Hz. Ali(r.a.) bu cümleyi silmemiş, silemeyeceğini şöylemişti. Efendimiz Hz. Ali’ye o kelimenin yerini göstermesini istemiş ve kendisi silmiştir. Hz. Peygamber(a.s.) ümmi olmasa kelimenin yerini göstermesini ister miydi? 3.3-Kur’anın üzerine yazıldığı materyaller göz önüne alınırsa (develerin kürek kemiği, hurma yaprakları, kil tabletleri, ve hayvan derileri) kitap ve okumak yaygın değildi. Eğer Hz. Peygamber (a.s.) yazılmış hristiyan ve Yahudi kaynaklarına ulaştıysa buna Mekkeli müşriklerde ulaşabilir ve itirazlarını ona göre yaparlardı. 3.4-Mekke müşriklerinin akıllarına şimdiki kâfirlerin akıllarına gelmeyen bir fikir geldi. Yahudi âlimlerinden Hz. Muhammed’in (a.s.) Peygamber olmadığını ispatlayacak ya da ona onun cevaplayamayacakları bir şeyler sormak. Bu maksatla Medine'ye giden temsilciler, Yahudi âlimleriyle görüşerek Hz. Muhammed’in (a.s.) söylediklerinden, yaptıklarından bahsettiler. Sonra da, "Siz elinde Tevrat bulunan bir milletsiniz. Bu adam hakkında bize bilgi veresiniz diye size başvurduk" dediler. Yahudi âlimlerinin, bu isteklerine Yahudilerin cevapları şu oldu: "O kimseye, 'Geçmişteki o genç delikanlıların hayret edilecek maceraları ne idi? Yeryüzünün doğusuna, batısına kadar ulaşan, dönüp dolaşan zatın kıssası ne idi? Ruhun mahiyeti nedir?' Sorularını sorun. Eğer bu sualleri cevaplandırırsa, bilin ki, o Allah'ın peygamberidir. Siz de ona tâbi olun. Yok, eğer cevaplandıramazsa, o adam yalancı bir kimsedir. Kendisine istediğinizi yapabilirsiniz." Mekke'ye dönen müşrik temsilciler, ümit ve sevinç içinde bu soruları sordular. Ama umdukları gerçekleşmedi. Hz. Muhammed (a.s.) sorularına cevap verdi. Ancak Yahudi âlimlerin cevabını bildikleri bu soruları Hz. Peygamber (a.s.) nereden bilebilirdi? 3.5-Yahudiler arasında sevilip sayılan ve üstün bir mevkisi olan yahudi âlimlerinden Abdullah bin Selam müslüman olmuş, diğer yahudiler inatlarından dolayı İslama karşı çıkmışlardı. Abdullah İbni Selam gibi sonradan müslüman olan samimi bazı âlimler, hahamların Hz. Muhammed’in (a.s.) peygamberliğini gizlemek üzere anlaştıkları ve birbirlerine tavsiye ettikleri gerçeği itiraf etmişlerdir. Üstün ırk olduklarına ve cennete sadece kendilerinin gideceğine inanan bu Yahudiler, Hz. Muhammed’in (a.s.) ortaya koyduğu dinin esaslarını, kendi kitaplarından aldığını bilemeyecek kadar zavallılar mıydı ki, niye dinlerini değiştirsinler? 3.6- Hz. Peygamberin İsrailoğullarından olan İslam’la şereflenen eşi Hz. Safiyye, şu olayı nakleder: “Hz. Muhammed, Medine’ye hicretten sonra babamla amcam O’nu dinlemeye gitti. Döndükten sonra amcam, babama “O mu?” (Yani beklediğimiz peygamber mi?) diye sordu. Babamda “Vallahi “O” diye cevap verdi. Amcam “Peki ne yapacağız?” diye sordu. Babam: “Vallahi ben yaşadığım müddetçe ona iman etmeyeceğim.” Diye cevap verdi. Hz.Safiyye’nin bu sözleri, Yahudilerin Hz. Muhammedin Peygamberliğini kabul ettiklerini ama inanmadıklarını göstermez mi? 3.6-İslama aşırı düşmanlığıyla bilinen, bu kin ve nefreti kendisini, İslami gerçekleri tahrife kadar götüren Yahudi oryantalist Goldziher’in: “Arap Peygamberinin getirdiği din, kendileriyle temasa geçtiği Yahudi ve Hıristiyanlardan öğrendiği bilgi ve fikirlerin karışımından ibarettir.” Sözü, yine oryantalist olan Buhl’un: “Hz. Peygamberin Tevrat, Zebur ve İncilin içeriğini bilmediğini ve adı geçen kitapları okumamış olduğunu İncili de hiçbir zaman bilmediğini” söylemesiyle zaten iptal olmuştur. 3.7- Hz. Muhammed'in (a.s.) amcası Ebû Talib ticaretle uğraşırdı. Bir seferinde Hz. Muhammed'i beraberinde götürdü. Şam yakınında Busra kasabasına uğradılar. Orada Bahira adında bir papaz ile karşılaştılar. Bahira, Tevrat ve İncil'de adı ve sıfatları yazılı olan son Peygamberin alametlerini daha küçük olan Hz. Muhammed’de gördü, bunun üzerine O'nu Mekke'ye geri götürmesini; Yahudilerin çocuğa bir zarar gelebileceğini söyledi. Bunu üzerine Ebû Talib, Bahira'nın bu tavsiyesine uyarak Şam'a gitmekten vazgeçti ve alışverişini yakında ki bir yerleşim biriminde tamamlayarak geri döndü. Daha sonra bir iki defa da Bahira ile görüştüğü konusunda zayıf rivayetler varsa da Hristiyan olan Rahip Bahira, Hz. Muhammed'in gerçek Peygamber olduğunu bilmeseydi Yahudilerin Peygambere zarar vermeye çalışacağını söyleyerek Ebu Talip’ten onu geri götürmesini ister miydi
Katılın Görüşlerinizi Paylaşın
Şu anda misafir olarak gönderiyorsunuz. Hesabınız varsa, hesabınızla gönderi paylaşmak için ŞİMDİ OTURUM AÇIN.
Eğer üye değilseniz hemen KAYIT OLUN.
Not: İletiniz gönderilmeden önce bir Moderatör kontrolünden geçirilecektir.