Zıplanacak içerik

Featured Replies

Gönderi tarihi:

Ontolojik Açıdan Psikoloji ve Din

 

 

 

 

Hakk ( Mutlak Varlık)

Varlık, Mutlaktır. O, saf şuur olan sonsuz bir ilim, sınırsız nurânî bir kudret ve mutlak küllî bir irade sahibidir. Onun, hayatı, konuşması, görmesi, işitmesi, bir şeyler oluşturması ( tekvin ) ve hatta irade sıfatı dahi, Onun sonsuz ilmine dayanır.(1) Mutlak Varlık olan Cenâb-ı Hakk, sınırlı görüntüler oluşturarak hem misilsiz cemâlini ve kusursuz kemâlini seyretmek, hem o görüntülere şuur vererek onları geliştirmek için tecellide bulunuyor. Cenâb-ı Hakk’ın her bir görüntüsü cüz’î olsun küllî olsun bir hakikate dayanır ve onu sergiler. Her bir hakikat, bir ism-i İlâhîdir, onu ifade eder. İsim ve sıfatlar Mutlak Varlıktan geldikleri ve her şey o esma ve sıfatların nokta belirlenmeleri olduğu için güzel ve mükemmeldirler. “ Lehü’l-esmâü’l-hüsnâ ” ( Bütün güzel isimler, belirlenmeler Ona aittir. )(2)

 

(1) Bakınız, Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, 16. Söz, 1. Şua...

(2) Taha suresi 8. ayet...

 

 

Bütün Yönleriyle Birlik Hakikati

Cenâb-ı Hakk birlikler oluşturarak tecelli eder. Onun, vahdet, vâhidiyet, ehadiyet, tevhid ve vahdâniyet şeklinde çeşitli birlik tecellileri vardır. Bunları bir temsil aynasında şöyle görebiliriz: Bir ağacın kökündeki çekirdek vahdeti simgelerken, çekirdeğin açılıp içinden ağacın çıkıp büyümesi vâhidiyeti, ağacın meyve verip her çekirdeğin kalbinde içerdiği bütün bilgileri kodlaması ehadiyeti anlatır. Meyvenin şuurlu olduğunu nazara alırsak, onun, kendini ağacın hakikati ile birlemesi ve kendini onun ürünü kabul etmesi tevhidi; bütün meyveleriyle, dal ve budaklarıyla oluşturduğu sibernetik sistemle, ağacın tamamı vahdâniyeti anlatır. Her bir ağaç meyve için dikilir ve meyveden gaye de gelecek bir ağaçtır. Meyvenin çekirdeği bu vazifeyi görecek programı içerir. İşte kâinat da böyle bir ağaçtır(3) ve insan da onun meyvesidir. (4)

 

(3)Necm suresi 14-16. ayetler, kâinatın hakikatinin gayb aleminde bir “ sidre ağacı ” olarak temessül ettiğini bildiriyor.

(4)“ Allah, sizin cisimlerinize ve sûretlerinize değil, kalplerinize ve ona dayalı olan amellerinize bakar ” hadîs-i şerîfi bu espriyi ifade eder.

 

 

Celâl, Cemâl ve Kemâl

Cenâb-ı Hakk’ın esmâ-yı hüsnâsı ( güzel isimleri ) iki kategoriye ayrılır: Celâlî ve Cemâlî isimler… Kur’ân-ı Kerim’de(5) ve hadîs-i şerîfte(6) bunlar, Cenâb-ı Hakk’ın -her şeyi bunlar ile yapmasına binaen- “ iki eli ile ifade edilmiş ”. Kâinat esmâ-yı hüsnâya dayandığı için bütün âlemlerde bu isimlerin hükümleri görünür. Cenâb-ı Hakk bu isimlerden kaynaklanan zıtlıklarla oluşturduğu hakikatleri çarpıştırmakla hem kemâlâtını sergiliyor, hem hakikatleri -nisbî hakikatler oluşturmakla- çoğaltıyor hem de âhirete malzeme üretiyor. Şöyle ki:

 

Bireyde> Akıl (celali), kalb (cemali), nefis (kemali)

Ailede>> Baba (celali), anne (cemali), çocuk (kemali)( kız ise, cemali, erkek ise, celalidir)

Dünyada> Gökyüzü (celali), yeryüzü (cemali), insan (kemali)

Kainatta> Zaman ( celali ), mekan ( cemali), mümin ( kemali): kadın ( cemali ), erkek ( celali) dir.

Ahirette> Cehennem (celali), cennet (cemali), A'raf (kemali)

Varlıkta> Allah (Celali), Rahman (cemali), insan-ı kamil veya ism-i Rahim(kemali)(7)

 

Cenâb-ı Hakk’ın Vâhidiyet tecellisi, kanunlar, sistemler ve bütünlük arz eden yapılarda görünmekle Celâlî iken, Ehadiyet tecellisi ise türler ve bireyleri gibi küllî manalar ve mahiyetler şeklinde görünmekle Cemâlîdir. İnsandan istenen şey ise bu ikisini birleyip cemâl içinde celâli, celâl içinde cemâli görmekle [8] kemâl ve kibriyâ sıfatlarını idrak seviyesine çıkmak ve Hakk’ın vahdâniyetini kavrayıp saf soyuta açılmaktır.

 

 

(5)Sa’d suresi 75. ayet

(6)İmam-ı Nevevî, Riyâzü’s-Salihîn, meşhur şefaat hadîsi...

(7)Kâinattaki Uluhiyet ve yeryüzündeki Rahmâniyet tecellileri nasıl ki Cenâb-ı Hakk’ın bütün isimlerinin Ehadiyet tarzında farklı farklı tecelli ederek göründüğü noktalardır, aynen öyle de kâmil bir insan dahi Rahîm ismiyle Cenâb-ı Hakk’ın görüntüsüdür. Tevbe suresi 128. ayet bu ulvî hakikati beyan eder.

(8)Cenâb-ı Hakk, nefis vasıtasıyla az dahi olsa, kadın içine bir erkeklik, erkek içine de bir kadınlık koymuş, ta ki anne veya babadan herhangi birisi çocuklar yetişmeden vefat ederse, erkek, annelik ve kadın da az da olsa babalık yapabilsin ve böylece aileden beklenilen vazife gerçekleşmiş olsun. Bir insanda bu iki zıt karakterin oluşuna dair, bakınız, Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, Lemeât, 668 ve Carl Gustav Jung, Dört Arketip, Anima-Animus bahsi..

 

Ehadiyet ve Samediyet

 

Cenâb-ı Hakk, mutlak manada faaldir ve Onun bu etkinliğini Ehad ismi anlatır. O, bir Ehadiyet Güneşidir(10) ve daima ışıklarını dalga dalga yayar ve Varlık Bilgisayarının ekranında görüntüler oluşturur. Bir görüntü vazifesini bitirir gider yerine başkası gelir.(11) Buradan da anlaşılacağı üzere her bir görüntü âcizdir; edilgendir, etken değildir ve pasiftir. Yapabileceği en fazla şey, kendisinde yansıyan Ehadiyet Güneşi’nin ışınlarının etkisini göstermektir.(12) Cenâb-ı Hakk’ın ehadiyet tecellisi, Onun, sahip olduğu bütün isim ve sıfatları ile sınırlı şekilde görüntüler oluşturduğundan,(13) O, her bir şeyde -bu ne olursa olsun- ilim-irade-kudret sıfatlarıyla görünür ve kendisine ait mükemmelliklere o şeyi ayna kılar.

O şeyin, ayakta kalması, varlığını devam ettirmesi ve geliştirilmesi için gerekli şartların hazırlanması ve bunların da devam ettirilmesi Onun Samed ismiyle ifade edilir.(14) Evet, O hiçbir şeye muhtaç değildir fakat her şey Ona muhtaçtır.(15) Bu iki hakikat Mutlak Varlık olan Cenâb-ı Hakk’ın iki temel sıfatı olduğundan ve bunların mukabilleri olan acz ve fakrın bütün özellikleri ile beraber her bir alemde görünürler ve her bir şeyi kendilerine arş edinir, hükümlerini icra ederler.

 

Bireyde> Akıl (Ehad), kalb (Samed), nefis (Aciz), nefis (fakir)

Ailede>> Baba (Ehad), anne (Samed), Kız (Aciz) erkek (fakir)

Dünyada> Gökyüzü (Ehad),(16) yeryüzü (Samed),(17) Kadın (Aciz), erkek(fakir)

Kainatta> Zaman ( Ehad ), mekan ( Samed ), mümin kadın ( Aciz), mümin erkek ( fakir )

Varlıkta> Allah (Ehad), Cennet (Samed), Kadın (Aciz) ve Erkek (Fakir)>> İnsan-ı Kamil [18]

 

Kâinattaki her bir şeyde olduğu üzere insanda da acz ve fakr, yani pasiflik ve muhtaçlık hakikatleri hükmediyorlar ve ebediyen de hükmedecekler. Bundan dolayı, kız çocuğu aczini hisseder ve kendisinin aczini telafi edecek Ehadiyet arşı olan babasına sığınır ve ondan şefkat umar. Çünkü âciz insan, aczinin derecesine göre çevresindeki her şeyden, sahip olduğu hayatını korumak için, korkar ve çekinir. Böyle bir hal ise dünyayı o kız için yaşanılmaz hale getirir. Oğlan ise fakrını hisseder(19) ve bunu giderecek Samediyet arşı olan ve bir açıdan onun için cennet gibi görünen anasına sığınır ve onun, şefkatle ihtiyaçlarını gidermesini bekler.(20) Bu iki hal fıtrîdir.(21) Çocuklar yetiştikçe eğer iman ile tanışmazsa yani Sonsuz Bir Varlığın olduğunu ve Onun Ehadiyet ve Samediyet’ini bulmazsa Gökyüzü ve Yeryüzünde takılıp kalır. Ya varlığa küser ateist olur veyahut da çeşitli şeylere tapar putperest olur. İnsandaki bu iki ontolojik değişmez hakikati bilmeden aile içindeki bu ilişkileri şehvet ile yorumlayan Sigmund Freud buna Oidipus Kompleksi ile bir açıklama getirmeye çalışmış. Evet, insanda şehvet vardır ve buna, İlâhî kudret tarafından -yalnızca imtihan hakikati gereği- sınır konulmamıştır. Din, bunu reddetmez. Bilakis şehvetin bu sınırsızlığını vurgular.(22) Ve bu şehvet hakikatinin umumî düzende yeri olduğundan bahsederek onun zararlı boyutlarını budayıcı tedbirleri, yasaklarıyla alır(23) ve onun dengelenmesi ile insanın umumî fıtrî düzene ayak uydurmasını sağlatır. Çünkü din, fıtrattan(24) ve o da dengeden, sırat-ı müstakîmden ibarettir. Bu durum din açısından bir zaaf değildir. Bilakis onun tabiattaki ekolojik düzenden kopuk olmadığını bilakis onun yansıması olduğunu gösterir. Bilakis şehvet hakikatini reddetmek bir zaaftır ve sorumluluktan kaçmak ve Âdem olamamaktır. Freud anlattığı her bir meselede bir hakikati görmüş ama ya her şeye teşmil etmiş veya yanlış uyarlamış. Buna binaen Freud’un yanlış yorumladığı Oidipus Komlepksi’nin gerçek manası şudur: Eski insanların, kavimlerin ve toplulukların esâtirî ve mitolojik karakterlerle anlattıkları bilgiler çoğunlukla gaybîdir, vahiy veyahut ilhama dayalı sembolik ifadelerdir. Bunları hakkıyla anlayabilmenin tek yolu gayb alemi literatürünü bilmektir. Yoksa hadiseyi olduğu gibi yorumlamak, rüyasında “ kendini buğday tanesi görüp gündüz horozdan kaçmak ” kadar anlamsız ve gülünç olur. Gayb aleminde insanın yetiştiği çevre ve toplum, onun annesi olarak görünür; onu etkileyen manevi, kültürel ve dinî bilgiler ve sistemler ise onun babası olarak temessül eder.(25) Buna binaen, erkek çocuk annesini arzular ve onu ele geçirmeye çalışır. Kız çocuk ise babasını arzular ve onu özler.(26) İnsanlık tarihinde, devlet başkanlarının tamamının erkeklerden veya erkek karakterli kadınlardan oluşması bu hakikati gösterdiği gibi, kadınlardan bir çok azîze, evliya ve gayb alemine açık insanın yetişmesi ve Hz. Meryem ve Hz. Hatice gibi insanlık tarihine yön veren simalar, bu Oidipus mitolojisinin gerçek manasının böyle olduğuna imza basar.

 

(9)Cenab-ı Hakk’ın isimleri Ehadiyet tecellisi gereği iç içe ve beraberce tecelli ederler. Her bir çiçeğin güneş ışığının yedi rengini alıp yalnızca kendine ait rengi göstermesi gibi her bir ayna da kendi rengiyle Cenab-ı Hakk’ın isim ve sıfatlarını yansıtır. Her bir şey Ehadiyet’e ve Samediyet’e ontolojik olarak aynadır ve onlar olmadan da var olamaz. Fakat kendisinde hangisi baskınsa onu yansıtır. Akılda, bin bir İlâhî hakikati anlamaya yatkın bir hal olduğundan, Ehadiyet; kalbde ise içerdiği mutlakiyetten ötürü Samediyet baskındır. Gelecek tablolar için de aynı hakikat geçerlidir. Bu, yansımada farklılaşma olması küllî bir kaidedir...

(10)Cenâb-ı Hakk, kendisini insanın bilinçaltına “ güneş ve kral ” sembolüyle kodlamıştır. ( Bediüzzaman Said Nursî, 16. Söz, 1. ve 3. Şualar... ) Bu yüzden güneşi görmeyince insanlar sıkılırlar, bunalırlar. Güneşsiz Batı ve Kuzey Ülkeleri’nde dinsizliğin çok olması şayan-ı dikkattir. Buna mukabil dindarlığın yaygın olduğu ve bilfiil uygulandığı Doğu ve Güney Ülkeleri düşünülürse bu hakikat görünür. İstatistik olarak inceleme yapılabilir.

(11)“ Ondan geldiniz ve Ona dönüyorsunuz...”

(12)Kur’ân-ı Kerim, bu yüce hakikati şöyle ifade eder: “ Küllü şey’in hâlikun illa vechehu ” ( Bütün şey’ler, sınırlı varlıklar değişmeye, dağılmaya ve silinmeye mahkumdur. Ancak Onun Zât’ı başka... ” ( Kasas suresi 88. ayet ) ve “ Lâ yahlukûne şey’en ve hüm yuhlakûn ” ( O put yaptığınız şeyler, hiçbir şey yaratamazlar, çünkü onlar yaratılıyorlar, yani âciz ve pasiftirler, etkenlik sıfatı olan Ehadiyete mazhar değiller ki bir şeyler yapabilsinler. Kısacası, mutlak olmayan, mukayyeddir, eli-kolu bağlıdır, bir şey yapamaz. Ancak verileni gösterir. ) ( Nahl suresi 20. ayet )

(13)Cenâb-ı Hakk’a ait yedi sabit sıfatın cüz’î bir tarzda da olsa insan üzerinde görülmesi bu sırdandır.

(14)Samediyet, Rubûbiyet ( terbiye edicilik ) ve Kayyûmiyet ( mutlakiyet yani boşluksuzluk ve istila edicilik ile her şeyi ayakta tutma ) hakikatlerini içerir.( Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, Lemeât, 638 ve Şualar, 2. Şua )

(15)Yeryüzündeki mahluklar içinde en aktif ve özgür irade sahibi olan insanların dahi Cenâb-ı Allah’a karşı, diğer varlıklarla beraber, ontolojik olarak muhtaçlıklarını ifade eden: “ Yâ eyyühe’n-nâsu entümü’l-fukarâu ilallah. Vallâhu’l-ganiyyu’l-hamîd ” ( Ey insanlar! Hepiniz Cenâb-ı Allah’a karşı fakir ve muhtaçsınız. O ise mutlak manada zengindir ve görünen bütün kemâlât da Onundur. ) ( Fatır suresi 15. ayet ) bu sırrı anlatır.

(16)Eski ve ilkel insanların “ Gök Tanrı ” ve “ Yıldırımlar İlahı ” ve saire ne kadar batıl inanışları varsa, bu, gökyüzünün etkin görünüşünden kaynaklanır. Oysa ki Cenâb-ı Hakk’tan başka etkin ve yetkin her hangi bir şey yoktur. “ İzzet ve azâmet-i ilâhî ister ki sebepler Kudret Eli’nin perdesi ola aklın nazarında; ta ki o Kudrete zahirî çirkinlikler isnad edilmesin. Tevhid ve Celâl-i İlâhî ister ki sebeplerin bir tesiri olmasın... ” ( Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, 22. Söz ve Lemeât, 639 )

(17)Tabiat-perestliğin bir sebebi de tabiatın bir derece sabit ve insanların bütün ihtiyaçlarını gideriyor görünüşüdür

[18]İman, Cenâb-ı Hakk’ın Ehadiyet ve Samediyet’ine inanmaktır. Hayatın hakikati, Ehadiyet tecellisine ve Samediyet cilvesine aynalık olduğundan ( Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, 11. Söz ), iman ile bunu idrak eden müminlerden, “ Ve inne’d-dâre’l-âhirete le hiye’l-hayevân ” ( Âhiret diyarı ise her şeyiyle hayattardır, canlıdır ) ayetinin hükmünce, dünyadaki görüntü halindeki hayatlarının kıymetini bilenlere Cenâb-ı Hakk, hayatın aslını ve esasını cennette yaşattırmak için onları oraya alacaktır.

(19)İnsan kalbi Cenâb-ı Hakk’ın Ehadiyet ve Samediyet’ine ayna olduğu için her bir insan, kendisinde noksan gördüğü kısmı tamamlayacak olanı arıyor. Kız Samediyet aynasıdır, Ehadiyet aynası arıyor; oğlan ise Ehadiyet aynasıdır, Samediyet aynası arıyor. Kız, hakikî Ehadiyet’i bulana kadar, oğlan da hakikî Samediyet’i bulana kadar bu aramaya devam edecek. Bulamadan da insanın ruhuna bu dünyada rahat yoktur.

(20)Bu, anne-babaya çocukların yönelişlerini şefkatten değil de şehvetten diye anlamak ontolojiyi ve hatta tıbbı bilmemekten kaynaklanır. Çünkü tıbben de sabittir ki, şehvet, vücuttaki büyüme sonucunda, üreme hormonlarının çalışmasıyla başlar. Bu ise kız için 9, erkek için ise 12 veya 15 yaşlarında olur. Bundan evvelki süreler içinde cinsellik dürtü olarak ve bilinçli olarak değil refleks tarzındadır. Oysa şefkat daha insan doğar doğmaz insanda başlayan ve ömür boyu ondan ayrılmayan, bilakis gittikçe şiddetlenen bir hakikattir. Şehvet, nefis denilen id’den, şefkat ise kalpten gelir. Zaten, İlâhî Kudret, çocuğun ergenliğe girmesiyle beraber onun akıl mekanizmasını da çalıştırmaya başlatıyor ki imtihanı kolaylaşsın.

(21)İnsan, bu arayışı otomatik olarak yapar. Çünkü bunlar fıtratına İlâhî Kudret tarafından pusula olarak konulmuşlar ta ki o insan dünyada cehennem ızdırabı yaşamasın. İman ile Cenâb-ı Hakk’ı Ehad ve Samed olarak bulan ve Ona iltica eden bir müminin “ ne korku ne de hüzün duymayacağını ” Kur’ân ifade eder. ( Yunus Suresi, 62. ayet ). Evet, korku, insanı gelecek zamanın belirsizliğini göstermekle ezer. Hüzün ise geçmiş zamanın kayıplarını hatırlatarak onun sabrını dağıtır. Böyle bir insana dünya, cehennemdir.

(22)Kur’ân-ı Kerim, A’raf suresi 80. ayette “ daha evvel hiçbir canlının yapmadığı homoseksüelliği insanların yaptığından ” bahseder.

(23)Aile bireylerinin yüzleri birbirlerine şefkat çağrışımı yapar, bu yüzden örtülmeleri gerekmez. Fakat mahrem bölgeleri bu çağrışımı yapmadığından, sefil ruhlarda şehevânî duyguları uyandırdığından, aile bireyleri arasında da örtülmesi gerekir. Bunun için bireylerin soyunma vakitlerinde “ izinsiz birbirlerinin yanlarına girmeleri ”, Nur suresinin 58-59. ayetleri ile yasaklanmıştır. Evlenilmesi haram kılınanlar Nisa suresinin 22-24. ayetlerinde tek tek sayılmış ve evlenilmesi uygun olanlar Maide suresinin 5. ayetinde teşvik edici bir üslupla hususi olarak belirtilmiş ta ki tabiatta cari olan “ neslin kaliteli devam ettirilmesi ” kanununa müminler intibak etsinler. Sünnetullah denilen fıtrî tabiî kanunlara uymayanlar cezasını görsünler. Değil aile içi evliliklerinin, yakın akraba evliliklerinin bile neslin devamına darbe vurması ve fıtrî ekolojik denge içinde aile içi ilişkilere benzer ilişkilerin çok nâdir oluşu ve olduğu durumlarda da hastalıklara yol açışı, dinin yasaklarının ve emirlerinin ne kadar yerinde ve dengeli olduğunu gösterir. Freud ve onu takip eden dengesizlerin kulakları çınlasın!..

(24)Rum suresi 30. ayet...

(25)“ Biz peygamberler, babaları bir anaları ayrı kardeşleriz. ” ( Zübdetü’l-Buhari, 729 ) hadis-i şerifi ile " İnneme'l-mu'minune ihvetün..." ( Hakikat şu ki, Cenab-ı Hakk'ın Ehadiyet ve Samediyet'ine inananlar ancak kardeştirler, onlar hakikat kardeşidirler ) ( Hucurat suresi, 10) ayeti bu gaybî literatürü bize açar.

(26)Şeytanın, Âdem’i “ mülk-ü lâyeblâ ”, yani yıkılmaz saltanat ( Taha suresi 120. ayet ) vaadiyle ve Havva’yı “ melek olma ” yani tamamen gaybî bir varlık olma ( A’raf suresi 20. ayet ) vaadiyle kandırması bu sırdandır.

 

Hayat ve Kıyam

Mutlak Varlık, mutlak hayat sahibidir. Onun tecellileri de hayata mazhardır, gölge tarzında olsa bile. Kâinat sistem olarak ve işleme tarzı olarak ve içindeki mahlukatın yapısı açısından büyük bir ağaca benziyor. Bu ağacın her bir parçası, hayata derecesine göre mazhardır. Cenâb-ı Hakk, kâinattaki bu her şeye sirayet edici, akıcı hayatı, bu hayat ağacının yaprakları hükmünde olan bitkilerde sınırlamış ve durgunlaştırmış, sonra hayvanlarda bunu biraz daha yoğunlaştırmış ve bu hayattan his ve şuuru süzmüş, insanlarda ise hayatı hayvanlara nazaran daha bir somutlaştırmış ve his ve şuurdan da aklı süzerek insana aklı ihsan etmiş.(27) Onu kâinatın kıyam ve bekasına sebep kılmış.[28] Çünkü kâinattan gaye hayattır, hayattan gaye ise onun meyvesi olan âhiret hayatıdır(29) ve bunun kapısını açacak vazifeyle de insan sorumlu tutulmuş ve ona göre de dizayn edilmiş. Evet, insan, aklı ve şuuru ile bu kâinata meyve verdirmekle sorumludur. Bunun yolu ise kendi hakikati gibi ayine-i Ehad-i Samed olan risâlete(30) kulak verip kâinatı satır satır okumak ve kendisinde, ibadetler ile âhirete onu ulaştıracak enerjiyi ve şuuru biriktirmektir. Âhiret, dünyaya göre kıyas kabul etmez derecede hayata mazhardır. Oraya girmenin yolu da o hayat seviyesine ve şuur ve akıl mertebesine ulaşmaktır. Bunu da sağlayan tek hakikat dindir. Din, insanın ve kâinatın anahtarıdır. Çünkü fıtratın teşhirgâhı olan kâinat ve arz, ve bu ikisinin çocuğu olan insanın özünden süzülmüş olan vahiy elbetteki onu açıp ona sonsuz hayatı ve sonsuz varlığı gösterebilir. Bunun canlı delili bütün beşer tarihidir. Felsefe ve onun talebeleri daha “ Varlık var mı, yok mu? ” meselesini çözememişken, din ve onun müntesibi olanlar varlığı, yaşamışlar, ve yaşıyorlar.

Hayat ve Kıyam, Cenâb-ı Hakk’ın iki ism-i A’zâmını ifade eder: Hayy ve Kayyum... Bu iki isim her bir alemde kendilerini gösterirler:

 

Bireyde> Akıl (Kayyum), kalb (Hayy),

Ailede>> Baba (Kayyum), anne (Hayy),(31)

Dünyada> Gökyüzü (Kayyum), yeryüzü (Hayy),

Kainatta> Zaman ( Kayyum ), mekan ( Hayy )

Varlıkta> Allah (Kayyum), Cennet (Hayy)

 

İnsanın ubudiyeti ile Cenâb-ı Hakk, kâinata dağıttığı hayatı ve şuuru toplar. Kur’ân’da insandan tek istediği şeyin bu olduğunu ifade eder.( Zâriyât Suresi 56. ayet ) İnsan kullukta bulundukça şuurunun arttığı ve şuuru arttıkça Cenab-ı Hakk’ı daha iyi tanıdığı için bir çok âlim bu ubudiyetten gayenin mârifet-i İlâhiye olduğunu söylemişler. Evet, insanın marifeti arttıkça şuuru artar ve saf şuur olan Cenâb-ı Hakkı tanımakla kendi bireysel varlığına varlık katar ve öyle bir hale gelir ki Cenâb-ı Hakk’ı Vâhidiyet çapında geniş ve Ehadiyet şeklinde hususî tecellileriyle bilecek seviyeye ulaşıp kendi hususî kemâline erişir.(32) Böylelerine tasavvufta “ Ferîd ” denilir ve ancak böyle insanlar ile bu kâinat ağacı meyve verir. (33)

 

(27)Bakınız, Bediüzzaman Said Nursî, Lem’a’lar, 30. Lem’a, ism-i Hayy bahsi...

(28)Bakınız, Bediüzzaman Said Nursî, Lem’a’lar, 30. Lem’a, ism-i Kayyum bahsi...

(29)Bakınız, Bediüzzaman Said Nursî, Lem’a’lar, 30. Lem’a, ism-i Hayy bahsi...

(30)Bakınız, Bediüzzaman Said Nursî, Lem’a’lar, 30. Lem’a, ism-i Hakem bahsi...

(31)Çocuğun ilk öğretmeni annesi olduğundan ve anne, hayatın hakikati yoluyla Samediyetin içerdiği Kayyûmiyet ve Rubûbiyet hakikatlerine mazhardır. Buna binaen denilebilir ki anne olmadan çocukların terbiye edilmesi bir aile için mümkün değildir. Baba ne kadar isterse istesin bunu hakkıyla başaramayacaktır. Anne, bu cihetle ailedeki canlılığın kaynağıdır. O olmazsa, o aile, bitkisel hayat yaşayan bir cesede döner.

(32)“ Varlığın, varlığı kemâl iledir; kemâlin kemâli devam iledir. ” ( Bediüzzaman Said Nursî, Badıllı Tercümesi Mesnevi-i Nuriye, Katre Risalesi, 110-111 ) Devam etmeyen, sabitleşmeyen kemâl, noksandır.

(33)Bakınız, Bediüzzaman Said Nursî, Lem’a’lar, 30. Lem’a, ism-i Ferd bahsi ve Şualar, 2. Şua...

 

 

EYMEN ERDEM AKÇA

Gönderi tarihi:
  • Yazar

Tekâmül ( Evrim ) Hakikati

 

Hem ilmen, hem aklen, hem mantıken, hem de dinen(34) sabit ki önce kâinat, sonra yeryüzü, sonra yeryüzünde hayat yaratıldı. Sonra bitkisel hayat ve sonra hayvani hayat mertebesi ve insan hakikati ortaya çıktı. Yeryüzündeki beslenme zincirine bakıldığında bu gayet âşikâre görünüyor. Çünkü bitkiler, toprak ve çamur yerken, hayvanlar bitkilerle ve diğer hayvanlarla, insanlar ise bitkiler ve hayvanlarla besleniyorlar. Görüldüğü üzere kâinat ağacı ve hayat ağacı büyümüş ve gelişme göstermiş. Meyve verecek hale gelmiş. Cenâb-ı Hakk’ın bu yaratma sistemini Bediüzzaman Said Nursî âyetlerle şöyle özetler: “ ‘ Bir şeyin olmasını murad ettiği zaman, Onun işi sadece ‘ Ol ’ demektir; o da daima oluveriyor. ’ ( Yâsin Sûresi, 82 ) ve ‘ Tek bir kuşatıcı sesledir ki, hepsi birden toplanıp huzurumuza getirilirler. ’ ( Yâsin Sûresi, 53 ) gibi ayetler eşyaların sırf bir emirle ve ânî bir şekilde var edildiğini, ‘ Allah'ın sanatıdır ki, herşeyi hikmetle ve zamana yayarak yaratmıştır. ’ ( Neml Sûresi, 88 ), ‘ O herşeyi özenerek ve tedrîcen yarattı. ’ ( Secde Sûresi, 7 ) gibi ayetler eşyaların halk edilmesi, ilim içinde büyük bir kudretle, hikmet içinde ince bir sanatla tedrici olduğunu gösteriyor. Evet, Cenab-ı Hakk, başlangıçta ikinci şekilde yaratmıştır. Birinci kısım ise yani hız ve sür’at ise, mislini iadedir…” ( Sözler 16. Söz, 2. Şua ). Böyle tedricî bir şekilde yaratmakla esmâ-yı hüsnâsının farklı farklı tecellilerine, sıfatlarının garip eserlerine aynalar elde ediyor. Hilkatte israf yoktur. İsteseydi eğer bir anda her şeyi halk edebilirdi fakat Kur’ân’da belirttiği üzere Cenâb-ı Hakk her şeyi sebepleri kullanarak, perdeler arkasında ve hikmeti gereği çeşitli aşamalardan geçirerek yapıyor. Buna binaen âlimler şöyle demişler “ Dünya dârü’l-hikmettir, her şey hikmet gereği yavaş yavaş yapılır, âhiret dârü’l-kudrettir, orada her şey bir anda olur. ” Bir ağacın her şeyi nasıl ki kendisinden büyüdüğü çekirdekte var idiyse aynen öyle de bu kainatın çekirdeği olan Nûr-u Muhammedî’de ( A.S.M. ) de bütün bilgiler vardı ve her şeyin böyle tedricen mükemmelleşerek oluşacağı yazılıydı.(35)

 

Cenâb-ı Hakk bu hilkat sürecine ait bütün bilgileri insanın kalb denilen bilinçaltı hafızasında kodlamış ve onu bu hafızanın - tabir caizse- virüs tarayıcısı olmakla görevlendirmiş. Bunun için de onu kainatta kimseye vermediği özerk bilinçle donatmış.(36) İnsana benliğin verilmesinin asıl gayesi budur. Bu cihetten her insan, bir yönden taştır, kalbi taş gibi sertleşebilir; bir cihetten bitkidir, fizyolojik ihtiyaçları bunu gösterir; bir cihetten hayvandır, onlardaki canavarca(37) yapıyı fazlasıyla sergiliyor; hem de melek gibidir, meleklere has akıl, fikir, hayal ve saire özelliklere sahip. İnsandan istenen ise bu farklı şuur tabakalarını dinin gösterdiği daire içinde denge üzere nurlandırmak ve seviyelerini yükseltip cennete ehil hale getirmektir. Yani Ãdem olmaktır. Evrimin, son halkası Ãdem yani kendisine herkesin secde edip boyun eğdiği insan-ı kâmil olmaktır. Freud, insanın bitkisel yönünde boğulmuş ve onun Ãdemiyetini görememiş veyahut unutmuş.

İnsan bu evrim sürecinin kalıntılarını bilinçaltında toplu halde taşıdığından zaman zaman bu sınırsız yönlerden bazıları ön plana çıkmış. Bunlardan birisi de yamyamlıktır yani hemcinsini yemek. Yamyamlık bir realitedir, Freud bunu doğru tespit etmiş ama maalesef yanlış uygulamış. Belki birkaç nümune onu doğrular mahiyette olsa da bütüne şamil kılınamaz. Yamyamlığın hakikati şöyle olmalı: Birinci olarak, insandaki bitkisel boyutun içerdiği yemek arzusunun da ifratı vardır. Eğer ki insan kendini frenlemezse her şeyi yiyebilir.[38] Kur’ân-ı Kerim insan sağlığı açısından en zararlı olan şeyleri – ki birkaç şeydir – yasaklamış ve onların haricindekileri “ eğer iğrenmezlerse ” kaydıyla helal kılmış. Yamyamlık. dinin gelmediği toplumlarda uygulanan ve din geldikten sonra yasaklarla ortadan kaldırılan bir geçici beslenme şeklidir.(39) İkinci olarak, eğer bitkilerin, hayvanların ve insanların hayat ağacı münasebetiyle kardeş olduğu düşünülürse zaten yamyamlık fıtrî bir haldir. Sadece Cenâb-ı Hakk, buna hudut çizmiş ve bir kısmını haram etmiş. İnsanın bitki yemesi veyahut herhangi bir hayvanı yemesi de hayat kardeşliği açısından bir cihetten yamyamlıktır. Gerçi Kur’ân bütün canlıların insana hizmetkar kılındığını söylüyor ama bu durum hakikati değiştirmez. Üçüncü olarak, ilkel insanlar çocuk seviyesinde bir zihnî yapıya sahip olduklarından her şeyi canlı görürler, ruhlu bilirler.(40) İnsanın yediği şeyin tesiri ve ruhânî özelliği insanın üzerinde kaldığı hakikatine(41) binaen onlar da düşman kabilelerini, rakiplerini ve bazen de yakın akrabalarını yiyebiliyorlardı. Bunu da kendilerince kutsal nedenlere bağlıyorlardı. Çünkü babasının ruhu kendine geçip onun bedeninde yaşayacaktı. Dördüncü olarak, ilkel insanlarda anaerkillik esas olduğu için bir kadını elde etme konusunda mücadeleler olurdu. Rakibini yenen ve öldüren bazı canavar ruhlular onu yemişlerdir. Bu hadise uzun zaman dünyada devam etti.(42) Beşinci olarak da, zaruretten dolayı insanlar açlıktan ölmemek için birbirlerini yemişlerdir. Fakat dengesizlik yapılmış ve günümüze kadar gelinmiştir. Din açısından insan kutsaldır. Bundan dolayı zarurette kalınmadıkça onun cesedine el sürülmez ve sürülse de karın doyuracak kadar değil açlık giderilecek kadar yenilir.

 

(34)Bakınız, Tevrat, Tekvin Kitabı, 1. Bab; Kur’ân-ı Kerim, İbrahim suresi ve diğerleri...

(35)Bu konuya dair, bakınız, Bakınız, Bediüzzaman Said Nursî, Badıllı Tercümesi Mesnevi-i Nuriye, Habbe Risalesi, 259 ve Sözler, 31. Söz )

(36)“ Biz emaneti yani özerk bilinci, benliği semâvâta, arza ve dağlara teklif ettik. Hepsi de onu yüklenmekten kaçındılar ve ondan korktular. İnsan ise onu yüklendi. Hakikat şu ki insan emanetin hakkını vermemekle çok zulüm işliyor ve çok cahillik ediyor. ” ( Ahzab suresi, 72. ayet )

(37)Cumartesi Yasağı’na uymayan bir grup Yahudi’nin maymun ve domuza çevrilmesi gaybî bir hadisedir. Kur’ân, gayb aleminden geldiğinden o alemin literatürünü kullanarak hadiseleri aktarır. O insanlar, maymun gibi karaktersiz ve aç gözlü ve domuz gibi sabit fikirli hale geldiler ve manen mesh oldular. İnsan eğer manevi yapısı açısından insansa, gayb aleminde de insan olarak temessül eder. Eğer manevi yapısı bozulursa, sergilediği baskın karakter hangi hayvan türüne ait ise gayb aleminde onunla temessül eder, görünür hale gelir. Kur’ân, inanmayanların ve inkar edenlerin hayvandan daha aşağı olduklarını çeşitli yerlerde ifade eder. ( A’raf suresi, Furkan suresi ve saire... )

(38)Nitekim şu an Çinliler, cenin yiyorlar.

(39)Hazret-i Hamza’nın kalbini yemeye yemin eden ve Uhud Savaşı’ndan sonra kendisine getirilen Hazret-i Hamza’nın kalbini dişleriyle parçalayan Ebu Süfyan’ın hanımı Hind bu yamyamlığın Cahiliye Arapları’nda da olduğuna delildir. ( Siyer-i İbn-i Hişam ve diğer bütün siyer kitapları... )

(40)Onların bu inanışları doğrudur. Her şey Cenâb-ı Hakk’ın ilim-irade-kudret sıfatlarının tecellisidir. Hayatın kaynağı olan ruhun mahiyeti ilimdir. Buna binaen, ilim sıfatının göründüğü her yer ruhludur. Her bir şeye verilen isim, o şeyin ifade ettiği manayı anlatır. O mana da onun ruhudur. Yani icra ettiği fonksiyondur. Mesela, kalemin ruhu, “ kalemlik ” tir ve hakeza... Bu animizm değil umumî hayat kanununun gereğidir. “ Hayat bir birlik tecellisidir, tecelli-i vahdettir ” ( Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, Lemeât, 640 ) ve birliğin görüldüğü her yer hayattardır.

(41)Muhyiddin-i Arabî, Fütuhât-ı Mekkiyyesi’nde, “ insanın yediği hayvanların ruhlarının onun bedeninde kaldığını ve gitmediğini keşfen gördüğünü ve ilmen tespit ettiğini ” söylüyor. Bediüzzaman Said Nursî de, yenilen gıdaların insan karakteri üzerindeki kalıcı tesirlerini ifade sadedinde şöyle der: “ Acaba Batı Ülkeleri, bu kadar harika medeniyet ilerlemeleriyle ve fennî kemâlâtıyla ve hümanistçe bilimleriyle ileri gittiği halde, onların, o terakkilere ve kemâlâta ve ilimlere bütün bütün zıt olan materyalizm ve natüralizm karanlıklarında hınzırcasına saplanmalarında, domuz etinin yenilmesinin etkisi yok mudur? Soruyorum. İnsan beslendiği şeyle huyu, karakteri etkilendiğine delil ‘ kırk günde her gün et yiyen kalp katılığına düşüyor olduğu ’ darb-ı mesel hükmüne geçmesidir. ” ( Lem’a’lar, 9. Lem’a )

(42)Geçen asra kadar, Avrupa’da “ düello ” namı altında bu adet devam etti.

 

 

EYMEN ERDEM AKÇA

Gönderi tarihi:
  • Yazar

Bismillahirrahmanirrahim Hakikati

 

Kâinat; Cenâb-ı Hakk’ın kendi kutsal varlığını Vâhidiyet ve Ehadiyet tarzında iç içe halkalar olarak kendi Mutlak Varlığına ayna kıldığı bir âlem. Kâinat içinde yeryüzü, Vâhidiyet içinde Ehadiyet-i İlâhiyeyi gösterdiği gibi yeryüzü içinde de insan, Vâhidiyet içinde Ehadiyet-i Rahmâniyeyi gösterir. Kur’ân-ı Kerim bu yüce ve kudsî hakikati her bir surenin başında olan Besmelede şifrelemiş. Besmele’de Cenâb-ı Hakk’ın üç ismi, en geniş tecellî alanlıdan en dar tecellî alanlı olanına doğru sıralanır: Allah, Rahmân ve Rahim… Allah ve onun ifade ettiği Uluhiyet ve Mâbudiyet hakikati bütün kemal vasıflarını içerdiğinden Cenâb-ı Hakk’ı ifade için Kur’an’da kullanılır ve Cenâb-ı Hakk’ın Celâlini yani ihtişamını ifade eder. Rahmân ismi de Allah ismi gibi kapsamlı bir isim olmakla beraber daha dar tecelli alanlıdır ve Cenab-ı Hakk’ın Cemâlî boyutunu temsil eder. Rahîm ismi ise Cenâb-ı Hakk’ın rahmet, şefkat ve cemalinin hususi, bireysel boyutunu temsil eder. Kur’ân’ın bu sırlarına vakıf Bediüzzaman Said Nursî şöyle der: “ Uluhiyet hakikati, yani Allah ismi kâinat aynasında, içerdiği bütün Güzel İsimler ve Sıfatlarla kendini sergiler, kâinata bilinç olur. Kâinatın tamamında, içerdiği sistemler ve onların faaliyetleri içinde görülen yardımlaşma, dayanışma, cevaplaşma ve birbirine sarılma hakikatleri kâinatın bir hayat ve kozmik bir bilinç sahibi olduğunu gösterir. Evet, faaliyet hayattan kaynaklanır; düzen ve sibernetik yapı küllî ve umumî bir bilinci ifade eder. Bu görünen haliyle kâinat Bismillah der. Rahmân ismi, içerdiği Mutlak Varlığa ait güzellikleri yeryüzü aynasında görülen hummalı yoğun faaliyette sergiler. Yeryüzündeki o hassas, sibernetik yapılı ekolojik denge, Rahmân isminin hükmünü icra ettiği bir aynadır, hükümranlık mahalli ve istiva edip stabil hale getirdiği arşıdır. Bitkilerin ve hayvanların yönetilmesi, terbiye edilmesi ve idaresindeki benzerlikler, ilişkiler, milyonlarca yıldır süren kesintisiz düzgünce akış, lütuf ve merhamet, yeryüzünde rızk hakikati ile kendini gösteren bir Rahmânî bilinç olduğunu ifade eder. Yeryüzünün bu mükemmel ve harikulade sistemi kainattaki umumî düzenden kopuk olmadığı için yeryüzü lisan-ı hâliyle Bismillahirrahman der. Rahîm ismi ise umumi Rahmânî bilincin içinde hususî, bireysel bir güzellik, merhamet ve şefkat ile kendini gösterir. Evet, insan, kapsamlı mahiyetinin gösterdiği üzere İlâhî merhametten gelen şefkat parıltıları, acıma duyguları ve coşkun rahmet ile Cenâb-ı Hakk’ı Rahîm ismiyle yansıtır. Fakat insan bu hususi ve coşkun rahmetin eseri olarak kâinattan ve yeryüzündeki ekolojik dengeden özerk bir bilince sahip olmuştur.(43) Duygularına diğer varlıklarda olduğu gibi Cenàb-ı Hakk tarafından fıtrî sınırlar koyulmamış. Buna binaen insan hâl diliyle, yâ Rahîm, der. ”(44)

Besmele hakikati ve içerdiği isimler her bir alemde çeşitli suretlerde hükümlerini şöyle icra ederler:

 

Bireyde> Ruh ve Akıl (Uluhiyet), kalb (Rahmaniyet), Nefis (Rahimiyet)

Ailede>> Baba (Uluhiyet),(45) anne (Rahmaniyet),(46) çocuk (Rahimiyet)

Dünyada> Gökyüzü (Uluhiyet), yeryüzü (Rahmaniyet),(47) insan (Rahimiyet)

Kainatta> Zaman ( Uluhiyet ), mekan ( Rahmaniyet ), mümin insan ( Rahimiyet)

Varlıkta> Allah (Uluhiyet), Cennet (Rahmaniyet),[48] İnsan-ı Kamil (Rahimiyet)

 

(43)İnsanların bir çoğunun dinsizliğinin sebebi, bu, dengeye getirilmemiş marazî şefkatten kaynaklanır. ( Bediüzzaman Said Nursi, Kastamonu Lahikası, 79 ). Kâinattaki ve yeryüzündeki umumî adaleti ve hikmeti göremeyen bir insan bu sınırsız şefkatin kurbanı olur. Çünkü adalet ve hikmet bu şefkati sırat-ı müstakime getiren iki hakikattir. Kime şefkat edilir, kime edilmez, onu öğretirler. Aksi halde marazî şefkati olan bir insan, yüz kişinin kàtili bir zalime yersiz bir şefkat eder ve yüz kişiye şefkatsizlik ettiğini göremez. Evet, “ Allah’ın rahmetinden fazla rahmet, rahmet olmadığı gibi, Onun ihsanından fazla ihsan da ihsan değildir. ” ( Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, Lemeàt, 655 ) Buradan da Cenàb-ı Hakk’ın nasıl, yerinde bir imtihan aracı seçtiği net olarak gözükür.

(44)Lem’a’lar, 14. Lem’a, İkinci Makamın 1. Sırrı...

(45)Hıristiyanlıktaki Baba-Oğul-Kutsal Ruh inancı bu sırra dayanır. Uluhiyet, Mutlak Varlığın Celâl boyutunu sembolize ettiği için böyle bir ifade kullanılmış. Tamamıyla gaybî olan bu bilgi fiziksel olarak anlaşılmış ve maalesef Freud gibi din düşmanlarına malzeme konusu olmuş.

(46)“ Cennet, annelerin ayakları altındadır. ” hadîs-i şerîfi bu sırrı anlatır. ( Süyuti, el-Câmiu’s-Sağir, 3642; el-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, 1335; el-Bânî, Sahihu’l-Câmiu’s-Sağir ve Ziyâdetuhu, 1259, 1260 ) Gayb aleminde ayaklar altında temessül eden şey arştır. Yani cennet ve anneler arş-ı Rahmâniyet’tir.

(47)Taha suresi 5. ayette Rahmân’ın istiva ettiğinden bahsedilen arş, yeryüzü ve ondaki ekolojik dengedir.

[48]“ Cennetin damı arş-ı Rahmân’dır. ” hadis-i şerifi bu sırrı anlatır. ( el-Münavi, Künuzü’l-Hakaik, s. 78 )

 

EYMEN ERDEM AKÇA

Gönderi tarihi:
  • Yazar

Beşer-İnsan ve Âdem Hakikatleri

 

 

Kur’ân-ı Kerim’de insanı anlatırken, onun maddi cihetinden bahsettiği zaman yani onun yiyen içen bir varlık olduğundan, onun Rahîmiyet’inden bahsedildiği zaman ondan “ beşer ” olarak bahsedilir.(49) Fakat insanın madde ve manaya mazhariyetinden bahsedilen yani Rahmânî bilincinden bahsedilen noktalarda ondan “ insan ” diye bahsedilir.(50) İnsanın melekî yani soyut hakikatlerin esas olduğunu bilen ve ona göre yaşayıp hayatını bu İlâhî hakikatlere küllî çapta ayna kılan boyutundan bahsedince ondan “ Âdem ” diye bahseder, ve onu halife-i İlâhî olarak yani Uluhiyet aynası olarak nazara sunar.(51) Kur’ân-ı Kerim’de bu kelime seçimleri çok mühimdir. Bediüzzaman Said Nursî, insan benliğini tarif ederken bu kelimeleri şöyle kullanır: “ Demek ene ( benlik ), ayna-misal ve vahid-i kıyasî ( kıyaslama birimi ) ve âlet-i inkişaf ( gelişme vesilesi ) ve mânâ-yı harfî( harfe dayalı manada ) gibi, mânâsı kendinde olmayan ve başkasının mânâsını gösteren, vücud-u insaniyetin ( insanlık mahiyetinin varlığının ) kalın ipinden şuurlu bir tel ve mahiyet-i beşeriyenin ( beşerlik yapısının ) hullesinden ( elbisesinden ) ince bir ip ve şahsiyet-i Âdemiyetin ( Âdemlik kişiliğinin ) kitabından bir elif'tir ki, o elif'in iki yüzü var…” ( Sözler, 30. Söz, Ene Bahsi.)

 

Kur’ân-ı Kerim’de bahsedilen Âdem ve Havva hakikatleri insanlığın kolektif kişiliği ile ilgili iki şahs-ı manevidir, gaybîdir. Her bir kadın, Havva’dır; her bir erkek, Âdem’dir. Aksi halde, hem Âdem’i peygamber veyahut Cenab-ı Hakk’tan kelimeler alan ilhama mazhar bir şahsiyet kabul edip sonra da onu A’raf suresi 189-190. ayetlerin hükmü gereği “ müşrik kabul etmek ” gibi bir çelişkiye düşmek söz konusu olur. Ayrıca Bakara 213. ayette belirtildiği üzere ilk zamanlar insanlar bir ümmet halinde bir sınıftı. Daha sonra aralarında çeşitli sebeplerden dolayı ihtilaflar çıkınca peygamberler gönderildi ve Nisa Suresi 163-4. ayetlerinde bu peygamberlerin gönderilişi şöyle anlatılır: “ Muhakkak biz, Nuh'a ve ondan sonra gelen peygamberlere vahyettiğimiz gibi, sana da vahyettik. İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a, torunlarına, İsa'ya, Eyyûb'a, Yunus'a, Harun'a ve Süleyman'a da vahyettik. Davud'a da Zebur'u verdik. Daha önce sana anlattığımız peygamberlerle, anlatmadığımız başka peygamberlere de ( vahyettik ). Ve Allah Musa ile de konuştu.” Kur’ân-ı Kerim’de ve diğer kutsal kitaplarda Âdem ve Havva ile ilgili anlatılan hakikatlerin tamamı insan türü ile ilgilidir. Gayb âleminde nasıl ki her bir türün temsilcisi olan şahs-ı manevi vardır.(52) Aynen öyle de insanlığın bir şahs-ı manevisi yani kolektif kişiliği vardır ve ismi de Âdemdir.(53) Hadis-i şerifin tabiriyle “ bütün dilleri bilen, 60 metre uzunluğunda ( ortalama ömrü anlatır )(54) 7 metre omuz genişliğindedir. ( ki insandaki temel 7 duyuyu ifade eder ) Sağ yanında cennetlik çocukları vardır, onlara bakar sevinir; sol yanında cehennemlikler vardır, onlara bakar üzülür. ”(55) Meleklerin Âdem’e secde meselesini, şeytanın bundan kaçınmasını ve Âdem’e bütün isimlerin öğretilmesini Bediüzzaman Said Nursî şöyle açıklar: “ Kur'ân-ı Hakîmde çok cüz’î hadiseler vardır ki, her birisinin arkasında bir küllî düstur saklanmış ve bir umumî kanunun ucu olarak gösteriliyor. Nasıl ki, “ Âdem'e bütün isimleri öğretti ” ( Bakara Suresi 33. ayet ) Hazret(56)-i Âdem'in meleklere karşı hilâfet kabiliyeti için bir mucizesi olan tâlim-i esmâdır ki, bir cüz'î hadisedir. Şöyle bir küllî düsturun ucudur ki: Beşer türüne istidadının kapsamlılığı cihetiyle tâlim olunan hadsiz ilimler ve kâinatın türlerini kuşatıcı pek çok fenler ve Hâlık’ın fiillerine ve sıfatlarına şâmil kesretli marifetlerin tâlimidir ki, beşer türüne, değil yalnız melâikelere, belki semâvât ve arz ve dağlara karşı en büyük emanet olan benliği yüklenmek dâvâsında bir rüçhaniyet, üstünlük vermiş; ve bütünüyle arzın bir halife-i mânevîsi olduğunu Kur'ân anlattığı gibi, “ melâikelerin Âdem'e secdesiyle beraber Şeytanın secde etmemesi ” olan gayb aleminde geçen cüz’î hadise, pek geniş, gözle görünen küllî bir düsturun ucu olduğu gibi, pek büyük bir hakikati ihsas ediyor, hissettiriyor. Şöyle ki: Kur'ân, şahs-ı Âdem'e(57) melâikelerin itaat ve inkıyadını, boyun eğmelerini ve Şeytan’ın büyüklenmesini ve kaçınmasını zikretmesiyle, beşer türüne kâinatın ekser maddî türleri ve türlerin mânevî temsilcileri ve sorumluları hizmetkâr olduklarını, hizmet ettiklerini ve beşer türünün duygularının bütün istifadelerine yatkın ve boyun eğdirilmiş olduklarını düşündürtmekle beraber; o türün istidatlarını bozan ve yanlış yollara sevk eden şerli maddeler ile onların temsilcileri ve o şeylerin içinde oturan pis sakinleri o beşer türünün kemâlât yolunda ne büyük bir engel, ne müthiş bir düşman teşkil ettiğini ihtar ederek, Kur'ân-ı Mu'cizü'l- Beyan, birtek Âdem ile cüz'î hadiseyi konuşurken, bütün kâinatla ve bütün beşer türüyle bir ulvi konuşma yapıyor.”

Âdem ve Havva’nın şeytan tarafından kandırılmasında şöyle külli hakikatler var: Taha suresinde Şeytan’ın onları “ şecere-i huld ve mülk-ü layebla ” ile yani ebedilik ağacı ve yıkılmaz bir saltanat ile kandırdığı ifade edilir. Bunun iki yönü var: İnsan nefsi, somutçudur. Ondaki âcizliği o, nesil çokluğuna dayanmayla ve fakirliğini de yıkılmaz bir dünyevi saltanat elde etmeyle gidermeye çalışır. Oysa ki bunlar şeytanın insanı kandırdığı sahte tatmin şekilleridir. İnsan ontolojik olarak acizdir. Ondaki âcizliği ontolojik olarak kimse gideremez. Onun fakirliği yani her şeye muhtaç oluşu yine ontolojik bir hadisedir. Onun aczini ancak Ehadiyet Güneşi, fakrını ancak Samediyet cenneti doyurur. Yoksa yok.[58] İkinci olarak, insan fıtratında ciddi, sarsılmaz bir beka aşkı var. Bu beka aşkı kendisini farklı şekillerde tezahür ettirir. Erkek, kendisini âciz görmediği(59) için zanneder ki onun ihtiyaçlarını karşılayıp fakrını gideren sarsılmaz bir saltanat ve mülk elde ederse o bakileşir. Bundan dolayı şeytan onu mülk-ü baki arzusuyla kandırır. Evet, bir çok erkek ( Firavun(60) ve Nemrud gibi ) sarsılmaz saltanat sahibi oldular ama Cenâb-ı Hakk onlara unuttukları âcizliklerini bir karınca ve sivrisinek ile hatırlattı. Kadın ise kendini fakir görmediğinden aczini giderecek erkek evladı(61) arzular ta ki sırtını ona dayayıp bakileşsin. Fakat, umduğunun tam tersi olur ve bir çok kadın(62) erkek evladının tokadını yer. Evet, Cenab-ı Hakk insan neyi put yaparsa o şey ile onun kalbini kırar. Din, nefsin, bu dünyevi mülk ve evlat arzusunu kudsiyet potasında eritir ve “ yetiştirilen salih evladın yaptığı hasenelerin öncelikle annesinin amel defterine yazılacağını ve salih evladı olanın amel defterinin o kadın öldükten bile sonra kapanmayacağını ”(63) ifade ederek kadının böylece hayır cihetiyle ebedileşebileceğini anlatır. Erkek için de elde ettiği mülkten, vereceği zekat, sadaka gibi hayırların onun için “ bire on, bire yüz, bire yedi yüz ve daha fazla veren buğday başakları haline geleceğini ” ayetle(64) ve hatta “ vakfedilen bir malın veya bir hayrın kişi öldükten sonra bile amel defterine sevap yazdıracağını ”(65) ifade etmekle erkek nefsinin mülk arzusu böylece hem karşılanmış hem de ebedi bilinç olan beka ile bağlantısı kurulmuş olur.(66)

 

Evet insanda evrim sürecinin eseri olarak üç temel boyut var ve her bir boyutun ifrat-tefrit-vasat olmak üzere üçer boyutları var. Her bir boyut sırasıyla insandaki beşerî, insânî ve Âdemî boyutlara bakıyor. Evet insan, beşeriyet cihetiyle yiyen, içen ve diğer canlılar gibi üreyen bir varlıktır. Hem de hayvanlar gibi binlerce çeşit hissiyata sahiptir hem ayrıca melekler gibi çeşitli soyut hakikatleri idrak etmesine ve yaşamasına vesile olan özellikleri de vardır. Şöyle ki:

Kuvve-i Şeheviye(67)>>Fısk ve fücur[68] [İfrat( Aşırılık)], İffet [Vasat(denge)], Humud(69) [Tefrit(noksanlık)]

Kuvve-i Gadabiye>> Tehevvür(70) [İfrat( Aşırılık)], Şecaat [Vasat(denge)], Cebanet(71) [Tefrit(noksanlık)]

Kuvve-i Akliye>> Cerbeze(72) [İfrat( Aşırılık)], Hikmet(73) [Vasat(denge)], Gabavet(74) [Tefrit(noksanlık)]

 

Kur’ân ve bütün vahiyler insanı vasata, dengeye ve bunların anlattığı hal olan sırat-ı müstakime getirir ve bu yol cennete dek uzanır. Bu yolun sağı “ mağdûb ” ( aşırı gidip ekolojik sistemin ve ilahi bilincin gazabına uğrayanlar ), yolun solu ise “ dâllîn ” ( verilen nimetlerden istifade etmeyip, onları israf edip sistem tarafından dışlananlar) yoludur.(75)

 

(49)Mesela: “ De ki: Ben de sizin gibi ancak bir beşerim. Ne var ki. Bana ilahınızın ancak bir İlâh-ı Vâhid olduğu vahiy olunuyor. Onun için her kim Rabbine kavuşmayı arzu ederse iyi amel işlesin ve Rabbine yaptığı ibadette hiç kimseyi ortak etmesin. ” ( Kehf suresi 110. ayet ) ve “ Sen de bizim gibi bir beşerden başka nesin? ” ( Şuara suresi 186. ayet ) ve saire onlarca ayet...

 

(50)İnsanın gayb alemine açıldığı pencereleri olan Kur’ân ve beyanın ona öğretildiğinden bahsedilen surenin isminin Rahman suresi olması ve orada da insanın bunlarla ancak insan olacağını anlatma sadedinde şöyle denilmiş: “ Rahmân, Kur’ân’ı öğretti. İnsanı halk etti, kudretine ilim ve iradesiyle şekil verdi, onu Rahmâniyet’ine ayna kıldı. Ona beyanı yani düzgün konuşmayı, kendini anlatabilmeyi öğretti. ” ( Rahmân suresi, 1-4. ayetler ) Bu hakikatlerin Rahmâniyet-i İlahiye’nin anlatıldığı Rahman suresinde ifade edilmesi, bunların Rahmânî bilinç ve ekolojik denge vasıtasıyla yapıldığına işaret eder. Sonra “ Rahmân, insanı, pişmiş bir çamura benzeyen bir balçıktan ve cinleri de halis ateşten halk edip şekillendirerek Rahmâniyet’ine ayna haline getirdi. ” diyerek verilen nimetin kıymetini bilmeleri sadedinde şu uyarıda bulunur: “ Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz? ”. ( Rahmân suresi, 14-16. ayetler )

 

(51)“ Sizi yarattık, sonra size biçim verdik, sonra da meleklere: ‘ Âdem’e secde edin ’ dedik; hepsi secde ettiler, yalnız İblis, secde edenlerden olmadı. ” ( A’raf suresi 11. ayet ) ve “ Bir zamanlar Rabb’in meleklere: ‘ Ben, yeryüzünde bir halife yapacağım ’ demişti. ( Melekler ): ‘ A!.. Orada bozgunculuk yapacak ve kan dökecek birisini mi yapacaksın? Oysa biz seni överek tesbih ediyor ve seni takdis ediyoruz ’ dediler. ( Rabb’in ): ‘ Ben, sizin bilmediklerinizi bilirim. ’ dedi. Ve Âdem’e isimlerin hepsini öğretti, sonra onları meleklere gösterip: ‘ Haydi davanızda sadıksanız bana şunları isimleriyle haber verin ’ dedi. Dediler ki: ‘ Sübhan’sın sen ( ya Rab! ). Bizim, senin bize öğrettiğinden başka bir bilgimiz yoktur. Hakikat şu ki sen her şeyi bilen Alîmsin, her işi hikmetle yapan Hakîmsin. ( Allah ): Ey Âdem, bunlara onları isimleriyle haber ver. ’ dedi. Bu emir üzerine Âdem onlara isimleriyle onları haber verince, ( Allah ): ‘ Ben, size, ben semavâtın ve arzın gayblarını bilirim, sizin açıkladıklarınızı da, içinizde gizlediğinizi de bilirim ’ dememiş miydim? ’ dedi. Ve o zaman meleklere: ‘ Âdem’e secde edin! ’ dedik, hemen hepsi secde ettiler. Yalnız İblis dayattı, kibrine yediremedi, inkarcılardan oldu. ’ ( Bakara suresi 30-34. ayetler ) ve benzeri onlarca ayet...

(52)Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, 14. Söz, 3. Sual ve Muhâkemât, 2. Mes’ele ve saire...

(53)Kadın ve erkeklerden müteşekkil bir topululuktan, Arapça’da, erkekler şeklinde bahsedilir. Âdem’e secde hadisesinde, kadınlar, manen Âdem oldukları için ayrı bir secdeye gerek kalmamıştır. Temsil makamında, din açısından, erkekler bir derece önde olduklarından, insanlığın şahs-ı manevisi gayb aleminde Âdem olarak tecessüm etmiştir.

 

(54)Gayb literatüründe, “ boy uzunluğunun, ömür manasına geldiğine ” dair bakınız, Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, 8. Söz )

(55)Bakınız, Sahih-i Buhârî...

(56)Hazret, Cenâb-ı Hakk’ın Ehadiyetiyle, ilim-irade-kudretiyle hazır olduğu, kendisini gösterdiği makam demektir. Hazret-i Âdem tabiri ise Âdem olarak görünen Cenâb-ı Hakk’ın görüntüsü demektir.

(57)Gayb âleminde, bu bizim alemde olan soyut hakikatler somut olarak temessül ederler, şahsiyet giyerler. Âdemiyet, soyuttur ve soyuta dayanarak yaşamak demektir. Fakat gayb aleminde, kavram olan Âdemiyet şahsiyete bürünür, görülür ve melekler ona secde ederler.

 

[58]Ayette, şecere-i huld’ün daha evvel zikredilmesi, aczi dolayısıyla ve fıtratındaki çocuk sevme arzusunun gereği, kadının, erkeği bu bilinç ağacından yemeye sevk ettiğine işaret eder. Çünkü kadın, erkekten daha önce ergenliğe ulaşır. Erkeğin arzusu ise mülk-ü lâyeblâdır. Çünkü onda fakr baskındır ve bu hiç değişmez. Kısacası şeytan Havva modelinde bütün kadınları çocuk hayaliyle ve Âdem modelinde bütün erkekleri de yıkılmaz saltanat ile kandırır. Bilfiil görüyoruz.

 

(59)Müşriklerin ve müşrik filozofların, benliklerindeki bu zâtî aczlerini görmek istemediklerini ifade noktasında Kur’ân-ı Hakîm, onların hayallerinde kurdukları sistemler veyahut ilah modellerinin bile ele geçirilebilen, pasif ve edilgen ilahlar olduğunu anlatmak için Onların taptıkları üç put olan Lât, Uzza ve Menâtın ismini zikreder. ( Üç isim sırasıyla, insandaki melekî, hayvanî ve bitkisel bilinç seviyelerinin sarsılmaz arzularının pasifize edilmiş halini simgeler: Mutlak Varlık, Sınırsız Özgürlük ve Sonsuz rızık ) ( Necm Suresi, 19-20. ayetler ). Ve bunların ontolojik bir hakikatleri olmadığını, müşriklerin hayallerindeki sistem ve put isimleri olduğunu söyler. Ayrıca, müşriklerin, ontolojik olarak kendilerini faal gördüklerinden, başka birisinin etkinliğini kabul etmeme noktasında, meleklere onların pasifliklerini ifade eden “ kız isimleri ” taktıklarını, bunları yapmalarının tek sebebinin de âhirete inanmamaları olduğunu söyler. ( Necm suresi 27-8. ayetler ) Çünkü, eğer ki Cenâb-ı Hakk, Ehad ise, faaldir ve faal ise her şey âhirete doğru akıyor ve âhireti anlatıyor, demektir. Eğer âhiret varsa, melekler pasif değil, vazifeli memurlardır ve cehennemde zebânilik yapanları da vardır. Ve Cenâb-ı Hakk’ın Uluhiyet’inin tabiri caizse eli-kolu gibidirler. Evet, kâinata bakıldığında dört küllî, azametli hakikat görünüyor ve bütün diğer hakikatler bunlardan hayat alıyorlar: “ İletişim, sarfiyât, denetim ve kayıt muhafaza. ” Bunlar da sırasıyla dört büyük meleğe bakar: “ Cebrail, İsrafil, Mikail ve Azrail... ”

 

(60)Kur’ân’da, Firavunun saltanatının sağlamlığına dair “ Ve fir’avne zi’l-evtâd ” ( Dağlar gibi yere sağlam çakılmış bir saltanat sahibi olan firavun... ) ( Fecr suresi, 10. ayet )

(61)Hazret-i Meryem’in annesi Hazret-i Hanne’nin, Beyt-i Makdis’e “ erkek evladı olacağını ” umarak adakta bulunması ve kız evladı olunca hayıflanması bu hakikate işaret eder. Çünkü, insanın bir hadisedeki ilk tepkisi onun nefsinin o hadiseye karşı mukavemetini sergiler. Eğer ki bir hadise olduğu zaman hayıflanılma varsa bu hak-perestçe bir tavır değildir, nefsânîdir. Çünkü hak-perest olan insan bilir ki, her bir hadise Cenâb-ı Hakk’ın küllî iradesinin eseridir ve O, her şeyin en iyisini bilir. Bu yüzden üzülmez ve korkmaz. Oysa Hazret-i Hanne’nin, “ oğlu olacağını hayal etmesi, kızı olunca hayıflanması ” onun hadiselere ilk tepkileridir ve bu hakikati anlatırlar. Ayrıca Hazret-i Hanne’nin kızına “ denizler aşan insan ” manasına gelen, bir erkek ismi olan Meryem’i vermesi de onun “ Beyt-i Makdis’e, erkekçesine hizmet etmesini umduğunu ” göstermekle kadınlardaki oğul arzusunun şiddetini gösterir ve bu hakikati ispat eder.

(62)Cenâb-ı Hakk, kadın içinde, kadının nefsini erkek yapmakla biraz erkeklik, erkeğin içinde onun nefsini dişi yapmakla biraz dişilik koymasına binaen; kadının nefsi oğlunda kendini görür ve oğluyla kendini özdeşleştirir ve onda kendini yaşar. Bu yüzden kadınlar oğullarına düşkündürler. Hatta “ sen benim tek varlığımsın ” diyerek bu sevginin Cenâb-ı Hakk’tan dolayı şefkate dayalı bir sevgi olmadığını bilakis nefsânî dengesiz bir şefkatten kaynaklandığını gösterirler. ( Burada şehvet söz konusu değildir ve olamaz.Çünkü kadının nefsi oğluyla kendini özdeş kıldığı için ona şehvet değil şefkat duyar, acır. Yani nefis, kendi kendisine acır. Evet, insan kendisine karşı şehvet değil ancak şefkat duyar. Hatta insanın hayvanlara acıması yine bu marazî nefsânî şefkattendir. Hayvanlara değil onların içine hayalen girip onlarda fânî olan kendi nefsine acıyor. Bu konuya dair bakınız, Bediüzzaman Said Nursî, Badıllı Tercümesi Mesnevi-i Nuriye, Şu’le Risalesi. ) Hatta oğlu, bu kadını dövse bile o çocuk, kadın için vazgeçilmez evlattır. Babanın da nefsi dişi olduğundan onun nefsi de kızında kendini görür ve kendini yaşar. Ve onu çok sever. Anne ile oğul arasında geçerli olan o dengesiz şefkat baba ile kızı arasında da mümkündür.

(63)Bakınız, Kütüb-ü Sitte...

(64)Bakara suresi, 261. ayet...

(65)Bakınız, Kütüb-ü Sitte, aynı hadisin devamı...

(66)Din, eğer bir şey fıtrî ise onu yasaklamaz, bilakis onu en uygun hale getirir, dengeler. Çok kadınla evlilik, fıtrî olduğu için onu ifrat halinden en dengeli olan hale getirmiştir.

(67)Bu üç kuvvet, sırasıyla insandaki bitkisel, hayvanî ve melekî yapıyı anlatır.

[68]Fısk, Kur’an’da, şehvetin aşırılıklarını ifade için kullanılır ( Mesela, Zümer suresi 34. ayet ) ve böyle bir halde insanlar arası ilişkilerde zulümlere varılır. Fücur zaten suç demektir.

(69)Sönüklük, iştahsızlık demektir. Var olan şeylerden istifadeyi engelleyen bir haldir ve hastalık belirtisidir.

(70)Her şeye tepkili olmayı ifade eder. Toplumdaki baskıların, zulümlerin, haksızlıkların bir çoğu böyle marazi ruh hallerine sahip insanlardan kaynaklanır.

(71)Korkaklık demektir. Korku insan bilincini baskı altına alan ve onun sistemini çökertip istidatlarının yeşermesine fırsat vermeyen dehşetli bir illettir. Resulullah ( A.S.M. ) “ korkaklık ve tenbellikten daima Allah’a sığınırmış. ” ( Buhârî, Daavât, 38, 40, 41; Tirmizî, Daavât, 71 ve saire... )

(72)Dengesiz akıl yürütmedir. Bediüzzaman Said Nursî cerbezeyi şöyle tarif eder: “ Dağınık büyük işlerde yalnız kusurları görmek cerbezeliktir; aldanır ve aldatır. Cerbezenin şanı, bir kötülüğü sünbüllendirerek iyiliklere galip etmektir. ( Cerbeze çirkin olduğu için misalleri de çirkindir. Gelecek temsildeki kusura bakılmasın. ) Mesela, bir aşiretin her bir ferdi bir günde attıkları balgamı, cerbeze ile vehim yoluyla mekanları atlayıp, birden bir şahısta onların tamamını temsil edip, başka ferdleri ona kıyas ederek, o nazar ile bakılsa... Veyahut bir sene zarfında birisinden gelen ********* kokuyu, cerbeze ile zamanları atlayıp, bir dakika içinde, o hazır şahısta ortaya çıkışını tasavvur etse, acaba evvelki adam ne derece pis, ikinci adam ne derece kokuşmuş... Hatta hayal gözünü kapasa, vehim dahi burnunu tutsa, mağaralarından kaçsalar, akıl onları kınamaya, azarlamaya hakkı olmayacaktır. ” ( Osmanlıca Âsâr-ı Bediiye, Tulûât, 159-160 ) Cerbeze hakikatinin tarifi nazara alındığında Freud’un sivri zekasıyla nasıl dengeden kayıp cerbeze yaptığı açıkça görünecektir. Şehvet, insana ait binlerce yönden sadece bir kaçını ifade ederken, insanın süt emmesi, altını ıslatması ve benzeri ne kadar özellik varsa ve hatta kutsallığı esas alan din dahil her şeyi şehvetle yorumlamak ve izah etmeye çalışmak cerbezedir, dengesiz kişilik göstergesidir. Aldandı ve maalesef aldattı... “ Bîçare hakikatler, kıymetsiz ellerde kıymetsiz olur ” ( Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbât, Hakikat Çekirdekleri, 500 )

(73)Dengeli düşünmek ve hakikatleri araştırmaya yarayacak aklî fonksiyonlarda bulunmak demektir. Kur’ân’da “ Ve men yu’te’l-hikmete fekad utiye hayran kesiran ” ( Her kime hikmet verilmişse yani kainatı ve hadiseleri yorumlayabilme kabiliyeti verilmişse ona çok büyük hayır verilmiş demektir. ) ( Bakara suresi 269. ayet ) denilir.

(74)Ahmaklık ve anlayışsızlık demektir.

(75)Fatiha suresi 7. ayet.

 

EYMEN ERDEM AKÇA

Gönderi tarihi:
  • Yazar

Dinin Mahiyeti ve Fıtrat

 

 

Kâinat ve yeryüzü Cenâb-ı Hakk’ın Vâhidiyeti ile koyduğu ve hassas bir dengeden ibaret olan fıtrat üzere hareket eder. Her bir faaliyet ve her bir varlık bu denge üzeredir. Yeryüzünde, kapsamlı bir rahmet olmakla beraber, sınırsız bir adalet de vardır. Sonsuz bir cömertlik olmakla beraber her bir şey iktisatlı şekilde yapılır. Bu hakikatler birbirlerini dengelerler ve varlıkları birbirine zıt değildir. İnsan, yeryüzündeki bu kuşatıcı ve her şeyi hükmü altına alan bu fıtrattan süzülmüş olarak gelen Kur’ân-ı Kerim’in gösterdiği rota ile, ancak bu umumi düzene ayak uydurabilir ve yeryüzünde huzur ve sükûnet içinde yaşayabilir. Dinin her bir emri ve yasağı insanı sırat-ı müstakime getirmeye yöneliktir. Mesela Ankebût suresi ayet 28: “ Göz ile görülebilen bir hakikattir ki hakkıyla kılınan bir namaz insanı aşırılıklardan ve noksanlıklardan engeller. Ona dengeyi gösterir.” Sırat-ı müstakim Cenâb-ı Hakk’ın isimleri ve sıfatlarıyla tecelli ettiği yerdir.(76) İnsan, Cenâb-ı Hakka ve Onun her biri insanı ebediyete açan emir ve yasaklarına tâbi olmalı. Aksi halde sınırsız hissiyatının getirisi olan geçmiş zamanın hüzünlerinden ve gelecek zamanın korkularından kurtulup rahat bir nefes almadan dünyadan göçüp gidecek. Din fıtrattan ibarettir. Cenâb-ı Hakk katında da din ancak bu sırat-ı müstakim olan yani madde ile manayı, gayb ile şehâdeti, ruh ile bedeni birleyen ve bir gösteren İslam’dan ibarettir ve tek din ve hatta din odur. İnsan, Kur’ân’a tabi olduğunda, o zaman Rahîmî, Rahmânî, İlâhî üç bilinç irtibata geçer ve insan hâliyle ve kavliyle Bismillahirrahmânirrahîm der. Kainat ağacının meyvesi olan insanın kalbi bu bağlantının kurulması ile yeşerir ve mânâ alemlerinde, gayb ve misal alemlerinde dallanır, budaklanır ve böylece insandan beklenilen gaye tahakkuk etmeye başlar.Evet, fıtrat, maddi ve manevi yapının eseridir ve hangi sistem ve fikir olursa olsun, bu yapıyı beraber ele almazsa dengesizlik etmiş ve sırat-ı müstakîmden cehenneme yuvarlanmış olur. Hiçbir beşerî felsefe tek başına insana bu dengeli hali bu zamana kadar temin edememiş, hep yolda kalmıştır. Felsefe tarihi buna şahittir.

 

(76)Hatta sırat-ı müstakîmin Varlık açısından ehemmiyetini ifade eden şu ayet çok çarpıcıdır: “ İnne rabbî alâ sıratın müstakîm ” ( Göz ile görülebilen bir hakikattir ki Rabbim sırat-ı müstakîm üzeredir, her bir şeyi dengeli yapar ve dengede tutar. ) ( Hud suresi 56. ayet )

 

İmtihan ( Diyalektik ) Hakikati ve İbadet

 

Kâinat Cenâb-ı Hakk’ın Celâlî ve Cemâlî isimleriyle kurulmuş bir sistemdir. Ve bu isimlerin çarpışması ile bu sistem işler. Bediüzzaman Said Nursî, sistemin niçin kurulduğunu ve nasıl işlediğini ve sonucun ne olacağını şöyle ifade eder:

“ Şu kâinata dikkat edilse görünüyor ki, içinde iki temel element var ki her tarafa uzanmış kök atmış: Hayır-şer, güzel-çirkin, yarar-zarar, kemal-noksan, ışık-karanlık, hidayet-dalalet, nur-nar, iman-küfür, tâat-isyan, havf-muhabbet gibi eserleriyle, meyveleriyle, şu kâinatta zıtlar birbiriyle çarpışıyor, daima başkalaşma ve değişmelere mazhar oluyor. Başka bir âlemin mahsullerinin tezgâhı hükmünde çarkları dönüyor. Elbette, o iki unsurun birbirine zıt olan dalları ve neticeleri ebede gidecek, merkezileşip birbirinden ayrılacak, o vakit Cennet-Cehennem suretinde tezahür edecektir. Madem beka alemi, şu fanilik aleminden yapılacaktır. Elbette, temel elementleri bekaya ve ebede gidecektir. Evet, Cennet-Cehennem, maddi yaratılış ağacından ebed tarafına uzanıp eğilerek giden dalının iki meyvesidir ve şu oluşumlar silsilesinin iki neticesidir ve şu fiillerin ve işlerin oluşturduğu selin iki mahzenidir ve ebede karşı cereyan eden ve dalgalanan mevcudatın iki havuzudur ve lütuf ve kahrın iki tecellî yeridir ki, İlahî kudret bir şiddetli hareket ile kâinatı çalkaladığı vakit, o iki havuz münasip maddelerle dolacaktır. Şu remizli nüktenin sırrı şudur ki:

Hakîm-i Ezelî, daimi mana üreticilikle ve ezelî hikmetinin gereğiyle, şu dünyayı, tecrübeye mahal ve imtihana meydan ve Esmâ-i Hüsnâsına ayna ve kader ve kudret kalemine sayfa olmak için yaratmış. Ve tecrübe ve imtihan ise, neşvünemâya ayine olup büyüyüp gelişmeye sebeptir. O neşvünemâ ise, istidatların yani potansiyel yeteneklerin inkişafına ve açılmasına sebeptir. O inkişaf ise, kabiliyetlerin tezahürüne sebeptir. O kabiliyetlerin tezahürü ise, nisbî hakikatlerin ortaya çıkışına sebeptir. Nisbî hakikatlerin ortaya çıkışı ise, Haşmetli Sânatkârın Esmâ-i Hüsnâsının tecellilerinin nakışlarını ve kodlarını göstermesine ve kâinatı Ehadiyet ve Samediyet-i İlahîsiyle yazılmış mektuplar suretine çevirmesine sebeptir. İşte, şu imtihan esprisi ve teklif sırrıyladır ki, yüce ruhların elmas gibi cevherleri, sefil ve alçak ruhların kömür gibi maddelerinden arınır, ayrılır.

İşte, bu bahsettiğimiz sırlar gibi daha bilmediğimiz çok ince, âli hikmetler için, âlemi bu surette irade ettiğinden, şu âlemin başkalaşmasını ve halinin değişmesini dahi o hikmetler için irade etti. Hal değişikliği ve öz değişikliği için zıtları birbirine hikmetle karıştırdı ve karşı karşıya getirdi. Zararları menfaatlerle kaynaştırarak, şerleri hayırlara sokarak, çirkinlikleri güzelliklerle birleştirerek, hamur gibi yoğurarak, şu kâinatı değişme ve başkalaşma kanununa ve hal değiştirme ve tekâmül ( evrim ) düsturuna tâbi kıldı.

Ne zaman ki imtihan meclisi kapandı. Tecrübe vakti bitti. Esmâ-i Hüsnâ hükmünü icra etti. Kader kalemi, mektuplarını tamamıyla yazdı. Kudret, san'at nakışlarını tamamladı. Mevcudat, vazifelerini ifa etti. Mahluklar, hizmetlerini bitirdi. Her şey mânâsını ifade etti. Dünya, âhiret fidanlarını yetiştirdi. Zemin, Kudretli Sânatkârın bütün kudret mucizelerini, bütün san'at harikalarını teşhir edip gösterdi. Şu fanilik âlemi, sermedî ve zamünlarüstü manzaraları teşkil eden levhaları zaman şeridine taktı. O Celalli Sanatkârın zamanlar üstü hikmeti ve ezelî mana üreticiliği, o imtihan neticelerini, o tecrübenin neticelerini, o Esmâ-i Hüsnânın tecellîlerinin hakikatlerini, o kader kalemi mektuplarının hakikatlerini, o nümune misali san'at nakışlarının asıllarını, o mevcudat vazifelerinin faydalarını, gayelerini, o mahlûkların hizmetlerinin ücretlerini ve o kâinat kitabının kelimelerinin ifade ettikleri mânâların hakikatlerini ve istidat çekirdeklerinin sünbüllenmesini ve bir büyük mahkeme açılmasını ve dünyadan alınmış misalî manzaraların gösterilmesini ve zâhirî sebeplerin perdesinin yırtılmasını ve her şey doğrudan doğruya Celalli Hàlık’a teslim edilmesi gibi hakikatleri iktiza etti, gerektirdi. Ve o zikredilen hakikatleri iktiza ettiği için, kâinatı başkalaşma ve fanilik sıkıntısından, hal değiştirme ve geçicilikten kurtarmak ve ebedîleştirmek için, o zıtların tasfiyesini istedi ve başkalaşmanın esbabını ve dağınıklıkların sebeplerini ayrıştırmak istedi. Elbette kıyameti koparacak ve o neticeler için tasfiye edecek. İşte, şu tasfiyenin neticesinde Cehennem ebedî ve dehşetli bir suret alıp, taifeleri “ Vemtâzu’l-yevme eyyühe’l-mücrimûn ” (77) ( Sizler, ayrılın, ey mücrimler ) tehdidine mazhar olacak; Cennet ebedî, haşmetli bir suret giyerek, ehil ve ashabı “ Selâmun aleyküm tıbtüm fedhulûha hàlidîn ”[78] ( Size selâm olsun. Buraya ter temiz geldiniz. Ebediyen kalmak üzere girin Cennete ) hitabına mazhar olacak. Ve ayrıca Ezelî Hakîm, şu iki hanenin sekenelerine, kusursuz kudretiyle ebedî ve sabit bir vücut verecek ki, hiç çözülmeye ve başkalaşmaya ve ihtiyarlığa ve dağılmaya maruz kalmazlar. Çünkü dağılmaya sebebiyet veren başkalaşmanın sebepleri bulunmaz. ” ( Sözler, 29. Söz )

İbadet, insanı bu fırtınalı harp meydanı olan, zıtların çarpıştığı yeryüzünde pişirip güç depolatır ve imtihanını iyi verebilmesi yolunda ona yardımcı olur. Kabir ve haşirde ve sonraki yolculuğunda ona azık ve nur olur. İbadet böyle bir imtihan salonunda Bediüzzaman’ın ifadeleriyle insana şunu sağlar: “ İnsan, yaratılış ağacının meyvesi olduğundan, meyve gibi en uzak ve en kapsamlı ve umuma bakar ve umumun vahdet cihetini içinde saklar bir kalb çekirdeğini taşıyan ve yüzü kesrete, fenâya, dünyaya bakan bir mahlûktur. Ubudiyet yani kulluk ise, onun yüzünü fenâdan bekaya, halktan Hakka, kesretten yani çokluktan vahdete yani birliğe ve tekliğe, yaratılış ağacının sonundan başlangıcına çeviren bir vuslat ipi, yahut başlangıç ( mebde’ ) ve son ( münteha ) ortasında bir kavuşma noktasıdır. Nasıl ki, tohum olacak kıymettar şuur sahibi bir meyve, ağacın altındaki ruh sahiplerine baksa, güzelliğine güvense, kendini onların ellerine atsa veya gaflet edip düşse, onların ellerine düşecek, parçalanacak, âdi birtek meyve gibi zayi olacak. Eğer o meyve, dayanak noktasını bulsa -ki bu dayanak noktası Uluhiyet ile ifade edilen ilk tecelli-i vahdettir- içindeki çekirdek bütün ağacın vahdet cihetini tutmakla beraber, ağacın bekasına ve hakikatinin devamına vasıta olacağını düşünebilse, o vakit o tek meyve içinde birtek çekirdek, bir hakikat, daimi küllî bir hakikate, bir bâki ömür içinde erişir. Öyle de, insan, eğer kesrete dalıp, kâinat içinde boğulup, dünyanın muhabbetiyle sersem olarak fânilerin tebessümlerine aldansa, onların kucaklarına atılsa, elbette nihayetsiz bir kayba düşer. Hem fenâ, hem fâni, hem ademe düşer. Hem mânen kendini idam eder. Eğer Kur'ân'ın dilinden kalb kulağıyla iman derslerini işitip başını kaldırsa, vahdete müteveccih olsa, ubudiyetin miracıyla kemâlât arşına çıkabilir, bâki bir insan olur.”(79) Yani kulluk insanı Mutlak Varlık olan Cenâb-ı Hakk’ın vahdet tecellisine mazhar eder ve bu tecelliye mazhar olan baki bir varlık kazanır. Kalbindeki aşk-ı beka tatmin olur.

İbadet, insanı bir nokta-yı vahdete çevirir ve ona odaklanmakla ancak kalp çekirdeği filizlenir. Çünkü, insanın kalb çekirdeği nefis kabuğu tarafından kuşatılmış haldedir. Bunun çatlatmanın tek yolu eğer kız ise Ehadiyet arşı olan Uluhiyete ihtiyacını hissetmek ve Ondan şefkat beklemek, erkek ise Samediyet arşı olan Rahmâniyete yönelmekle ihtiyacını hissetmek ve dıştaki mükemmelliklere odaklanmak ve ona ulaşmak için kabuğundan çıkmaya çalışmaktır. Ancak o zaman kalb çekirdeği çatlar ve insan kalbi kendisini ayine-i Ehad-i Samed yapacak konuma ulaşır.

İnsanlığın ilk zamanlarından bu yana Cenâb-ı Hakk insanları hep bir nokta-yı vahdete yönlendirmiş ta ki kalplerindeki çekirdek, kesrette ve toplulukları da vahşette dağılmasın. İlk zamanlar bunu putlar ile yapmış ve buna müsaade etmiş.[80] Çünkü o zamanlar insanların zihin yapısı iptidai idi. Sonra gelişince soyuta, manaya açılmaya başlayınca Hazret-i Nuh ile başlayan peygamberler silsilesini gönderdi. Bu iptidai dönemde insanları nokta-yı vahdete çevirmede kadın kullanıldı. Çünkü kadın yüzü güzelliğin göründüğü yerdir. Yani Cenâb-ı Hakk’ın cemâlinin aynasıdır. Cemâl ise tecelli-i vahdetin eseridir. Bu yüzden Cenâb-ı Hakk, ilk insanlarda anaerkilliğe izin verdi.[81] Hatta ilk zamanki insanların putları ve Kur’an’ın geldiği Câhiliye toplumunun putlarının çoğunluğu kadın suretindeydi. Zihinler geliştikçe Cenâb-ı Hakk Peygamberler ile onları hakiki manasıyla soyut olan vahdete adım adım yönlendirmek için kıble tayini yaptı. Kıble müminlerin yöneldikleri nokta-yı vahdettir. Bir semboldür. Ona yönelerek Cenâb-ı Hakka kullukta bulunulur. Allah ismi, Cenâb-ı Hakk’ın ilk tecelli-i vahdetidir. Mutlakiyeti zihinler kavrayamayacağı ve Mutlak bir Zâtı tahayyül edemeyip ona kullukta bulunamayacağı için Cenab-ı Hakk ilk tecelli-i vahdeti olan Uluhiyetine insanları yönlendirir ve Uluhiyet perdesinden kullarının teşekkür ve ibadetlerini alır. Uluhiyet kainattaki Vâhidiyet tarzındaki Celâlî ve Ehadiyet tarzındaki Cemâlî tecellilerin -ki kadın yüzündeki güzellik bu Ehadiyet tecellisinin eseridir- vahdet potasında eritildiği kemal noktasıdır. Ubudiyet insanı cemâl şuurundan bir ileri mertebe olan kemâl şuuruna götürür. Varlığın, sınırlı dahi olsa mükemmel olduğunu, kainatın bütün olarak kusursuz olduğunu insana öğretir, gösterir ve yaşattırır.

 

(77)Yasin suresi 59. ayet

[78]Zümer suresi 73. ayet

(79)Sözler, 24. Söz, 5. Dal, 5. Meyve...

[80]Bakınız, Muhyiddin-i Arabî, Füsûsu’l-Hikem, Hazret-i Nuh Fassı...

[81]Freud’un kendisi bir Yahudi olmasına rağmen ve Yahudilerde hala bu anaerkilliğin devam ettiği de nazara alınırsa acaba o, nasıl oldu da ısrarla ilk insanların ataerkil olduğunu iddia edebildi şayan-ı hayrettir. Yahudilerin bu anaerkilliği Tevrat’a dayalı bir sistem değildir. Çünkü bütün vahye dayalı dinler ataerkilliği esas alırlar. Anaerkillik somutçu nefsânî güzelliği hedef tutarken, vahye dayalı ataerkillik insana kalbî, ruhânî, aklî soyut kemâlât ve cemâli hedef kılar ve ona doğru yol aldırır.

 

EYMEN ERDEM AKÇA

Gönderi tarihi:
  • Yazar

İhlas ve Samimiyet

 

Yeryüzündeki bütün canlılar ve özellikle insandaki nefs ( id ), lezzet-acı programıyla kodlanmışlar. Nerede acı duyarlarsa oradan kaçarlar, nerede lezzet görürlerse oraya yönelirler.(82) İnsan eğer nefsine hâkim olur da lezzetlerini “ öteler ” ise yani âhirete kaydırıp orası için çalışırsa şahsî kemâlâtı için bir adım atmış olur. Fakat din açısından âhiret ve cennet lezzetlerinden daha mühimi ve daha büyüğü vardır. O da Cenâb-ı Allah’ın rızasını kazanmaktır.(83) Cennet için yapılan ibadet ve kulluk sonuçta nefsânîdir, sınırlıdır, boğucudur ve samimi değildir. Oysa Kur’ân’da “ Dinin Allah’a halis kılınması ”(84) özellikle vurgulanır. Cenâb-ı Hakka müteveccih olmayan kulluk ya lezzet-perestlik veyahut da elem-perestliktir. İşte, din insanı Rahîmiyetten, Rahmâniyet arşı olan Cennet şuuruna çıkardıktan sonra o kişiye daha soyut bir şuur derecesi olan, Uluhiyet tarzında kendini gösteren, Ehadiyet güneşine yol almasını öğütler. Buna dinde ihlas denilir.(85) Lezzetini âhirete öteleyen kul halis bir kuldur, cenneti hedef yapmayan ve Uluhiyete odaklı yaşayan bir kul muhlis bir kuldur. Şahsiyetini Uluhiyetin Küllî Ebedî Bilincinde eriten ve “ Terk-i hestî ”(86) yapan bir kul muhlas bir kuldur. Son hedef “ terk-i terktir. ”(87) İhlas bu gelişme seyriyle insanı Tecelli-i Ehadiyete ve Cilve-i Samediyete mazhar eder.

 

[82]Kur’ân-ı Kerim, cehennem tasvirlerinde ve ceza uyarılarında sıklıkla, “ elîm ” yani acı verici tabiri kullanılmayla, nefsin bu, acıya duyarlılığını ona hatırlatarak, onu, günahlardan ve kötülüklerden uzak tutmaya çalışır. Aynı şekilde, cennet tesvirlerinde “ ve fîha ma teştehîhi’l-enfüsü telezzü’l-a’yün ” ( Orada canların çekeceği, gözlerin bakmaktan lezzet alacağı her şey vardır ) ( Zuhrûf suresi 71. ayet ) ayetinde olduğu gibi “ lezzet ve iştah ” tabirleri kullanılması nefs-i emmâreye, lezzetlerini erteleyip hakiki lezzet diyarını arzulamasına ve onun için çalışmasına yönelik teşviktir.

[83]Tevbe suresi 72. ayet.

[84]Mesela, Beyyine suresi 5. ayet ve ona benzer yirmiye yakın ayet

[85]Din, ihlas ile insanı bütün dünyevî ve uhrevî takıntılardan, obsesyonlardan ve nevrozlardan kurtarırken ve asıl fonksiyonu da bu iken, dindâr insanların nevrotik ve obsesif olması dini iyi bilmemelerinden, kabukla uğraşıp öze inememelerinden kaynaklanır. Öze inmenin yolu ihlastır. İhlassız ubudiyet de makbul değildir. Çünkü riyakârlıktır. Freud’un ‘ din, nevroz yapar ’ şeklindeki tesbiti yanlıştır. Onun tesbiti şöyle olursa doğru olur: “ Yanlış anlaşılan din, nevroz yapar. ” C. G. Jung, bu konuya dair hakikati tesbit etmiş: “ Doğru yaşanılan din nevroz üretmez, bilakis nevrozları tedavi eder. ”

[86]Nakşibendîler’in “ terk ” esasına dayalı Hakk’ı tanıma eksenli manevi yolculuklarının üçüncü aşaması “ terk-i hestî ” yani bir buz parçası konumunda olan şahsiyetini, benliğini Küllî İlâhî Benlik Okyanus’unda eritmektir. Yani varlığından geçmektir

[87]Asıl gaye, kişinin, “ Ben, Hakk için bir şey yaptım ” iddiasını da unutup mutlak acz ve fakra ulaşmaktır. Yani her şeyin, her şeyini yapan ve yapabilen ve tek yapabilecek olan ancak Hakk’tır, şuuruna ermek... “ Vallâhu hàlakakum ve ma ta’melûn ” ( Saffât suresi 96. ayet )

 

 

EYMEN ERDEM AKÇA

Gönderi tarihi:
  • Yazar

Ve Hacc

 

İbadet insanları yeryüzünün dağınıklığından kurtarıp en dar daireden başlayarak halka halka çeşitli nokta-yı vahdetlerden geçirerek Mutlak Varlık olan Cenâb-ı Hakk’ın Sonsuzluğuna açar, Onun Sonsuz Zâtına insanı, parlak ve güzel bir ayna haline getirir. İnsandaki zararlı duyguları ve hisleri arıtarak onu Cenâb-ı Hakkın isimlerinden birini yansıtacak hale sokar ve insan kudsî bir hal kazanır. Ebedi ve baki bir varlık kazanır. Fıtratındaki beka aşkı, varlık sevgisi, daimilik arzusu tatmin olup, yokluk korkuları, kayıplardan gelen hüzünleri son bulur. İnsan namaz ile bedenine, oruç ile nefsine, kelime-i tevhid ile aklına ve kalbine, zekat ile malına ve mülküne Sonsuzluğun kapılarını açar ve bütün bunları içeren Hacc ile de kâinattaki Sonsuz döngüye katılarak Sonsuzluğ[88] yaşattırır. Makbul bir Haccın geçmişe ait bütün kirleri silmesi bu sırdandır. Cenâb-ı Hakk bütün insanların bu Sonsuzluk provasını yapmaları ve yaşamalarını istediğinden Kur’ân’da Haccı sadece müminlere değil bütün insanlara farz kılmıştır.[89] Hacc bütün insanların bir nokta-yı vahdete yönelerek Cenâb-ı Hakkın Rahîmiyetiyle Rahmâniyetini ve Rahmâniyetiyle de Uluhiyetine ait bilinçleri birleştirip bütün tecelliyât-ı İlâhiyenin amacını gösterir ve gayenin Sonsuza açılmak ve Onu kalb aynasında hissedip yaşamak olduğunu idraktir. Çünkü kalb ayine-i Samed’dir. Samediyet ise Sonsuzluk ve Sonsuz gelişmeyi içerir...

 

Sonuç

 

Cenâb-ı Hakk, hem kendi cemâl ve kemâlini seyretmek için, hem gelişmek isteyen ve bunun için bir imtihan meydanı açılmasını arzu eden istidat çekirdeklerinin inkişafı için bir imtihan yeri olarak bu kâinatı kurmuş ve ondan da arzı seçmiş ve onu, bu imtihan için en uygun şekilde dizayn etmiş. İnsanı da onun kendini geliştirmesine, cüz’î hakikatini küllileştirmesine, varlığına varlık katmasına yardım edecek cihazlarla donatmış ve vahiylerle, ilhamlarla ve peygamberlerle desteklemiş tâ ki yalnızca istidadı iyi olanlar imtihanı kazanmasın, kimseye haksızlık yapılmasın. Evet, kâinat Vâhidiyet-i İlahiye ile kanunlar ve sebepler ile düzenlenmiş ve sistemler halinde, iç içe daireler şeklinde birbiriyle bağlanmış. İnsan ise bu sistemin makro ve mikro planının tam ortasına yerleştirilmiş ve bu iki planı fark edecek bir şuur ile, anlamlandıracak bir akıl melekesi ve benlik ile donatılmış.

Kâinatı ve Varlığı anlama anlamlandırma noktasında beşeriyetin ilk zamanlarından bu vakte kadar iki temel akım olmuştur: Felsefe ve Nübüvvet yani beşerî felsefe ve vahiy kaynaklı din... Felsefe, insanların cüz’î bilinçleriyle, kimi zaman gözleme dayalı olarak, kimi zaman sezgisel, kimi zaman da sırf aklî soyutlamalar ile kurulmuş beşerî, dünya ve Varlık görüşüdür. Büyük çoğunluğu sırf dünyevidir, âhireti tanımaz; veyahut da âhireti var kabul etse de hakikati tam kuşatamadığı için yanlış hüküm verir.(90) Oysa Nübüvvet, Küllî İlâhî Bilinç ve Akıl ile, kâinat bilgisayarının belleği ile kalb telefonu vasıtasıyla temasa geçmektir. Ve Ondan bütün zamanlara hitap eden ve fıtratın özünden süzülmüş hakikatlerden meydana gelen vahyi, Varlığın özüne ait olan saf bilgiyi almaktır. Evet, insanlık ta ilk zamanlarından bu vakte kadar ancak vahiy ve onun getirdiği küllî ve fıtrî kanunlar ile sırat-ı müstakime ve varlığın özü olan dengeye gelmiştir.(91) Din, insanın akıl ve kalbini Mutlakiyete bağlamakla küllîleştirmiş ve bireysel bilinçten Evrensel Bilince çıkartarak kâinata, arza, insana ve hadiselere tepeden baktırtarak dar noktalarda boğulmaktan onu kurtarmış ve beşerî felsefenin çözemediği “ Necisin? Nereden geldin ve Nereye gidiyorsun? ” şeklindeki muammalara ikna edici ve doyurucu cevaplar vermiştir. Bu şöyle gerçekleşmiştir:

Cenâb-ı Hakk, Tecelli-i Ehadiyet’e ve Cilve-i Samediyet’e bilfiil mazhariyet olan risalet hakikatiyle beşerin aklını Ehadiyet’e mazhar ederek yani onu, şahsî fikir kalıplarından kurtarmakla renksiz, saf bir ayna yaparak küllileştirmiş ve beşerin kalbini ise Samediyet’e yönlendirmekle, onu fani şeylerin tahribatından kurtararak Sonsuzluğa ve Mutlakiyete açmıştır. Din, akıl ve kalbi beraber kullanarak Cenâb-ı Hakk’ı tanıma yolunda ilerlerken, beşerî felsefe ise yalnızca aklı esas almış ve hemen her mevzuda ifrat ve tefrit ile hakikatten uzaklaşmıştır.(92) Akıl, Mutlakiyet’i kuşatamayacağı için din akla, kalbin ve onun ürünü olan vahyin rehberliği altında Cenâb-ı Hakk’ı tanıma yolculuğu yaptırır. Çünkü kalb, ayine-i Samed’dir ve Mutlakiyet’i hisseder ve yaşar. Evet, insan akıl ve kalple Âdem olur. Tek taraflı giden, akıl ve kalbi Tevhid potasında eritmeyen bir sistem kaybetmiştir ve kaybetmeye de mahkumdur. Tevhid’den kopmamamız temennisiyle...

 

* *

[88]Muhyiddin-i Arabi’nin Füsûsu’l-Hikem’inde dediği gibi, namaz, Mutlak Varlık olan Hakk’ın Ehadiyet tecellisiyle faaliyetinin üç şekli olan dikey, yatay ve dairesel hareketleri içermekle insana Hakkı yaşattırır. Bütün ibadetleri bünyesinde toplayan Hacc’ın en büyük rükünlerinden birisinin Kabe etrafında tavaf, Arafat ( İrfan ) Dağı’nda geçmiş günahlarından arınmak , Meş’âr-i Haram’da ( Şuur mekanında ) bilinçlenmek olması ubudiyetin insanı hangi bilinç seviyelerine çıkardığını gösterir. Ve bütün bu halleri hakkıyla ancak yaşayan bilir. Evet, “ Hacc-ı şerif asil olarak herkes için küllî bir mertebede ubudiyettir. Nasıl ki bir nefer, bayram gibi bir hususi günde, mareşal dairesinde, bir mareşal gibi padişahın bayramına gider ve lütfuna mazhar olur. Öyle de, bir hacı, ne kadar avam da olsa, mertebeler kat’ etmiş bir veli gibi, bütün yeryüzünün Rabb-i Azîm’i ünvanıyla Rabbine müteveccihtir, bir küllî ubudiyet ile müşerreftir. Elbette, hacc anahtarıyla açılan Rubûbiyetin küllî mertebelerinde ve Hacc dürbünüyle nazarına görünen Uluhiyetin azâmetinin ufuklarında ve şiarlarıyla ( sembolleriyle ) kalbine ve hayaline gittikçe genişlenen ubudiyet daireleri ve Kibriyâ mertebeleri ve ufk-u tecelliyâtın verdiği hararet, hayret ve dehşet ve Rubûbiyetin heybeti Allahu Ekber, Allahu Ekber ile teskin edilebilir. Ve onunla, o görünen inkişaf edip açılmış ve tasavvur edilmiş mertebeler ilan edilebilir...” ( Bediüzzaman Said Nursî, 16. Söz, 4. Şua )

[89]Maide suresi 96. ayet ve Hacc suresi, 26-37. ayetler...

(90)Çok büyük bir dahi olmasına rağmen “ haşr-i cismânî ” yi reddeden İbn-i Sînâ bunun en parlak örneğidir.

(91)Kur’an’ın, insanları sırat-ı müstakime getirici özelliğinden ve ona tutunanın var olacağından ve ona sımsıkı sarılanın Hakk’a yapışacağından kinaye olarak Cenâb-ı Hakk, Kur’an hakkında: “ O, Hakk’tır, Hakk’ın en kapsamlı görüntüsü ve ism-i A’zamı olan Ehadiyet-i Külliyeye mazhar bir Hakikattir ” diyor. ( Maide suresi, 48. ayet; Hud suresi, 120. ayet ve saire onlarca ayet... )

(92)S. Freud, Totem ve Tabu, Oidipus Kompleksi, Dinin Nevroz Kaynağı Oluşu gibi iddialarında, şahid olduğu bir-iki hadiseden yola çıkarak küllî kaideler oluşturmaya çalışmakla beşerî felsefenin ister-istemez mahkum olduğu ifrat ve tefrite sapmıştır. Beşerî felsefe buna mahkumdur. Çünkü Varlığın özü dengedir ve insana dengeyi öğreten dini, beşerî felsefe reddediyor. Sonuç otomatikman ifrat ve tefrittir. Tarihen de sabittir ki din hiçbir zaman felsefeye tâbi olmamıştır. Bilakis felsefe dine tâbi olmuştur, ve olduğu zaman da insanlık huzurlu ve rahat bir dönem geçirmiştir. Helenistik Dönem ve Abbâsî Dönemi gibi...

EYMEN ERDEM AKÇA/09.12.2005

Gönderi tarihi:

ve sonuç :D

 

yahu enkas sen şu yazdıklarının okunacığını mı sandın?

 

kardeş bu ne yaw :(

 

parça parça yazsaydınya.

 

şehirler arası otobüsle giderken okunacak uzunlukta...ki ancak biter...

 

zahmet etmiş emek vermişsin enkas yinede sağol :clover:

 

Tekâmül ( Evrim ) Hakikati

Hem ilmen, hem aklen, hem mantıken, hem de dinen(34) sabit ki önce kâinat, sonra yeryüzü, sonra yeryüzünde hayat yaratıldı. Sonra bitkisel hayat ve sonra hayvani hayat mertebesi ve insan hakikati ortaya çıktı. Yeryüzündeki beslenme zincirine bakıldığında bu gayet âşikâre görünüyor.

 

yeryüzünde hayat mertebelerinin bitki,hayvan ve insan şeklinde ortaya çıkmış olması demek;

 

bunların bir birinden evrimleşerek ortaya çıktığı anlamına gelmez. belki yaratılış sırasına göre biri diğerinden sonra yaratıldı anlamlarına gelir.hayat öyle büyük bir iştirki bir İLAH olmadan bu işi kimse başlatamaz zaten. ondandırki ayette ; Ona ruhumdan üfledim...derken ; onu yarattıktan sonra hayat verdimki bu sadece kuvvetimle dilememle olacak bir iştir, bunu bahşetmek sadece bana aittir anlamında üflemek kelimeisi kullanılmış.ve ne kadar bu konuda tevile girilecek olsa bile ve ne kadar tedricilik aşaması düşünülse dahi,iş bidayette yine yaratma filinde kelimenin tam anlamıyla MUCİZE de kitlenir.

 

(37)Cumartesi Yasağı’na uymayan bir grup Yahudi’nin maymun ve domuza çevrilmesi gaybî bir hadisedir. Kur’ân, gayb aleminden geldiğinden o alemin literatürünü kullanarak hadiseleri aktarır. O insanlar, maymun gibi karaktersiz ve aç gözlü ve domuz gibi sabit fikirli hale geldiler ve manen mesh oldular. İnsan eğer manevi yapısı açısından insansa, gayb aleminde de insan olarak temessül eder. Eğer manevi yapısı bozulursa, sergilediği baskın karakter hangi hayvan türüne ait ise gayb aleminde onunla temessül eder, görünür hale gelir. Kur’ân, inanmayanların ve inkar edenlerin hayvandan daha aşağı olduklarını çeşitli yerlerde ifade eder. ( A’raf suresi, Furkan suresi ve saire... )

 

 

 

EVRİM HAKİKATI

 

başlık tamamen saçma olmuş...ayrıca bana bir tane ayet göster deki kuranda evrimi tasdik eden ayet vardır.veya bir tane hadis göster deki evrimi tasdik ediyor.yok yok...................yazıların tamamı kişisel teviller,sağdan soldan aşırmalar.sayın enkas sana daha ne kadar izah etmem gerekiyor.neden ısrar ve inatla diretiyorsun.

 

bana deki ben bilimsel bir yol buldum evrim vardır.seni dinlerim .hadi bakalım anlat derim.ama özellikle şu insanın evrimi meselesine kafanı neden bu kadar taktın anlamıyorum.kardeşim kuranda ADEM aleyhisselam ilk peygamber ilk insan.ümmetin bu konuda açık bir ittifakı var.sen evrimi nasıl buraya taşırsın.Yoksa bazı ilmi buluşlar olurda .... ayetlerden şüphe hasıl olur diye mi korkuyorsun.Allah ademi topraktan yarattım dediyse olay bitmiştir.ben bunu anlıyorum...müslümanlar bunu anlıyor.korkma bir delil bulunamayacak bırak bunuda yaratan halleder canını sıkma.

 

ayrıca cumartesi yasağı ve akabinde maymuna dönüştürme olayına ;

 

neden yanlı davranmışsın . o hadise tefsirlerde anlatılırken MÜCAHİD'in haricinde başka bir çok tefsirci bu olayda gerçekten maymuna dönüşmenin yaşandığını söylemişlerdir.hatta hakkında hadisler bile var.

 

Bu hususta Abdullah b. Mes'uddan rivayet edilen bir hadis-i şerifte şöyle bu vuruluyor:

 

"Bir gün rcsulullah (s.a.v.)dcn, maymun ve domuzlar hakkında "Acaba bu hayvanlar, bunların şekline giren Yahudilerin soyundan mı gelmedir?" diye sorduk. Peygamber efendimizde şu cevabı verdi: "Allah'ın, lanetine uğratarak başka yaratıklar şekline döndürdüğü her topluluk yok olup gitmiştir, soyları kalmamıştır. Bu maymun ve domuzlar, ise daha önce var olan soylarının devamıdır. Allah, Yahudilere gazap edince onları, maymunlar ve domuzlar şekline çevirmiştir...

 

 

bu hadise görede gerçekten bir dönüştürme olayı zikredilmiştir. Ama ona rağmen senin yazdıklarını tümden red etmiyorum .zira onlarda birer tefsirdir.isabet edilmişte olabilir.sana itiraz ettiğim nokta;sen bunları dayatır gibi öne sürüyorsun.biraz daha esnek olmaya çalış bence...

 

saygılar enkas

Gönderi tarihi:
  • Yazar

BU BİR MAKALEDİR,VE BİR MAKALE BÖLÜK PÖRÇÜK SUNULMAMALIDIR HİÇ BİR ŞEKİLDE,BÜTÜNLÜK VE MANA BOZULUR

MAKALENİN YAZILIŞ SEBEBİ İSE,gençliğinde darwinden etkilenmiş determinist bir bilim adamı,psikanalizin kurucusu sigmund freuda cevap vermek ve bu konuda oluşacak şüpheleri izale etmekti.

maalesef ülkemizde dindarlarda dini takliden savunur,kafirlerde dini takliden karalar..insanımız çok duygusal olduğu vede meseleye çok yönlü değilde sadece bir yönden bakmaya alışık olduğu için,ülkemizde freud'a bakıpta kafir olandan çok turan dursun'a bakıp kafir olan daha fazladır.çok değersiz basit iddialar yüzünden dinimizi kaybedebildiğimiz gibi,akli,bilimsel bir sisteme dayandırmadan kurduğumuz bir din anlayışımız vardır..halbuki din öyle yüksek bir akıl tarafından kurulup oturtulmuş bir sistemdirki,kainatla barışık sistemle entegre olmuş haldedir.ancak bütün kainatı kabza-i tasarrufunda tutan bir üstün akıl tarafından gönderilmiş olabilir.

 

 

not:sevgili gılgames kardeşim

makaleyi yazan abim der ki;bir makale kendi içinde oluşacak tüm sorulara cevap verebilmelidir.makaleyi dikkatli ve önyargısız okursanız görürsünüz.dualarım sizinle,umarım anlarsınız...

Gönderi tarihi:
not:sevgili gılgames kardeşim

makaleyi yazan abim der ki;bir makale kendi içinde oluşacak tüm sorulara cevap verebilmelidir.makaleyi dikkatli ve önyargısız okursanız görürsünüz.dualarım sizinle,umarım anlarsınız...

 

son yazdığım ileti seninle malum konuşmamdan evveldi.modda olduğum için daha sonra eklendi.yani aslında sana bir cevap vermiş olmadım.

 

ve bundan sonrada sana bir cevap verecek değilim.nasıl istersen öyle yap ne düşünürsen düşün arkadaşım.sebebini biliyorsun nasılsa...

  • 2 hafta sonra...
Gönderi tarihi:
  • Yazar

HEYYYYYY VARLIĞI,DİNİ ANLAMAYAN ATEİST ARKADAŞLAR,

LÜTFEN BU YAZIYI SAMİMİ BİR ŞEKİLDE OKUYUN.VARLIK NEDİR,DİNİN MAHİYETİ NEDİR?İLMEN,FİKREN,AKLEN ÇOK DOYURUCU BİR YAZI.sizi bekliyorum,okuyun ve eğer anlamadığğınız ve karşı çıktığınız bir bölüm olursa cevaplamaya hazır bekliyorum.gerçi makale içinde oluşacak tüm sorulara cevap veriyor bende sadece sorularınıza cevabı makale içinden veririm.

 

NOT:tamamıyle okumadan bölük pörçük okursanız hiçbirşey anlamazsınız,okuyanlardan ricam,bilhassa ateist arkadaşlardan samimi bir şekilde sonuna kadar okuyup sırf itiraz etmek için itiraz etme hatasına düşmesinler.

selam ve hürmetler....

 

daha okumadınız mı???????

Katılın Görüşlerinizi Paylaşın

Şu anda misafir olarak gönderiyorsunuz. Hesabınız varsa, hesabınızla gönderi paylaşmak için ŞİMDİ OTURUM AÇIN.
Eğer üye değilseniz hemen KAYIT OLUN.
Not: İletiniz gönderilmeden önce bir Moderatör kontrolünden geçirilecektir.

Misafir
Maalesef göndermek istediğiniz içerik izin vermediğimiz terimler içeriyor. Aşağıda belirginleştirdiğimiz terimleri lütfen tekrar düzenleyerek gönderiniz.
Bu başlığa cevap yaz

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.