Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

Osmanlı' da Vatandaşlık


evrensel-insan

Önerilen İletiler

Osmanlı İmparatorluğu’nda vatandaşlık anlayışı, II. Meşrutiyet dönemine kadar “Osmanlılılık” ideolojisi temeline dayanmaktaydı.

 

1908’de II. Meşrutiyetle birlikte merkezi bir ulus devlet yaratılması hedeflenmiş ve ilk defa cemaatten topluma geçişin bir göstergesi olarak vatandaşlık kurumu ortaya çıkmıştır.

 

Cumhuriyetin ilanını izleyen dönemde Osmanlılık fikri yerini “Türkçülük” fikrine bırakmış, vatandaşlık kavramı giderek daha milli bir çizgiye çekilmeye başlanmış, yasal düzenlemelerde milliyetçi vurgu açıkça ön plana çıkarılmıştır.

 

Osmanlı Devleti’nde yaşayan ve bu devletin uyruğu sayılan insanlar Müslüman olup olmamalarına göre farklı statülere sahiplerdi. Özellikle, devlet hizmetine alınma, vergi ve kişisel statü gibi konularda kendini gösteren bu farklar, uyrukluk konusundaki düzenlemeleri de etkilemekteydi.

 

Müslüman olmayan uyrukların mezhep veya dinlerine göre ayrıldığı ve her biri bir “Millet”i oluşturan bu gruplar, Müslüman uyruklardan farklı bir hukuk düzenine tabi olarak yaşamaktaydılar. İslamiyet’teki egemenlik ve ümmet kavramlarını kabul ederek bir devlet anlayışı geliştiren Osmanlı İmparatorluğu, kendi topraklarında yaşayan ve Müslüman olmayan kişileri, tek Tanrılı bir dine inanmaları koşuluyla İslam anlayışındaki zimmet kavramı ile hukuken tanımıştır.

 

İslam hukukuna göre, tek tanrılı dinlere mensup kişiler yani, ehl-i kitap topluluklar, Müslümanlarla birlikte yaşamak konusunda herhangi bir yasakla karşı karşıya değillerdir. Zimmet sözleşmesine göre, cihad yapılmadan önce, sözleşmenin bir tarafı olan gayrimüslimler İslam egemenliğini kabul ederler ve sözleşmenin diğer tarafı olan İslam Devleti ve halife ise, gayrimüslimlerin dinlerini değiştirmeden, devlet korumasından faydalanmalarını, can ve mal güvenliklerinin teminat altına alınmasını ve İslam ülkesinde oturmalarını sağlarlardı.

 

Osmanlı’da hükümdar idarecilerini kapı halkı/kapı kulu olarak tanımlar ve yetkisinin bir parçasını devrederdi. Bu zümre, hükümdara hizmet eden, vergi vermeyen askeri sınıfı oluştururdu ve çoğunluğu Müslüman Sünnilerden oluşurdu.

 

Zimmiler ise askerlik yapamaz, ancak buna karşılık cizye adı altında bir vergi öderlerdi. Ayrıca zimmilerin Müslüman halkla tamamen eşit statüde olmadıkları, giyimleri, evleri, ibadet yerleri gibi İslam anlayışından farklılaşan konularda devletin belirlediği bazı kurallara tabi olmaları gerekmektedir.

 

Osmanlı Devleti fetih sonrasında da gayrimüslimlere zimmilik statüsü tanıyarak, İslam anlayışındaki bu zimmet sözleşmesini bir parça değiştirerek uygulamaya devam etmiştir.

 

İmparatorluğun gerileme döneminde gayrimüslimlerin ekonomik olarak güçlenmeye başlaması, Müslüman tebaada rahatsızlık yaratmaya başlamış ve o güne kadar benimsenen cemaat endeksli tanımlar artık yetersiz kalmaya başlamıştır.

 

Bunu izleyen süreç ise, Tanzimat dönemi reformları ve meşrutiyetin ilanı ile devam etmiştir.

 

2. Meşrutiyet Döneminde Vatandaşlık

 

İmparatorluğun çöküş dönemlerinde gayrimüslim uyrukların yabancı devlet uyrukluna geçerek kapitülasyonlardan yararlanma arayışı Osmanlı Devleti’nde uyrukluk konusunu ciddi bir hukuki düzene bağlama gereksinimi doğurmuştur.

 

Bu gereksinimin bir sonucu olarak 1869 yılında Tabiiyet-i Osmaniye Kanunnamesi yayımlanmıştır. Tabiiyet-i Osmaniye Kanunnamesi, Osmanlı uyrukluğunun kazanılmasında soydanlık (kan bağı) ilkesini benimsemiştir.

 

Kanunnamenin 1. maddesine göre anne veya babası Osmanlı uyruğundan olanlar Osmanlı uyruğu sayılmaktaydılar. Kanunname’nin 2. maddesine göre ise ayrıksı durumlarda toprak ilkesi de Osmanlı uyrukluğunun kazanılmasında başvurulan bir yöntemdi.

 

Bunun için Osmanlı ülkesinde doğan çocukların erginliğe erişmelerinden başlayarak üç yıl içinde Osmanlı uyruğunu elde etmek için istemde bulunmaları gerekmekteydi. Kanunnamenin 9. maddesi ise, Osmanlı ülkesinde ikamet eden herkesi Osmanlı uyruğu sayarak yabancı uyrukluk ileri sürülmesinin önüne geçme amacı taşımaktaydı. Bu maddeye göre, yabancı bir devletin uyruğu olduğunu iddia edenler bunu kanıtlamak durumundaydı.

 

Tabiiyet-i Osmaniye Kanunnamesi, o güne kadar ilk defa vatandaşlık hukukunu düzenlemesi, vatandaşlık konusunun yasal bir zemine taşınması bakımından çok önemlidir. Tabiiyet-i Osmaniye Kanunnamesi’nden sonra 1876’da kabul edilen ilk Osmanlı Kanun-i Esasisi’nde ise Osmanlı vatandaşlığı anayasal düzeyde koruma görmüştür.

 

Anayasanın, “Devlet-i Osmaniye tabiiyetinde bulunan efradın cümlesine herhangi bir din ve mezhepten olur ise olsun bila istisna Osmanlı tabir olunur ve Osmanlı sıfatı kanunen muayyen olan ahvale göre istihsal ve izae edilir” söyleminden din ve mezhep farkı gözetilmemesi ve uyrukluğun kazanılması ve kaybedilmesinde keyfi uygulamalardan uzak durulmasının hedeflendiği anlaşılmaktadır.

 

24 Temmuz 1908’de ilan edilen II. Meşrutiyet, cemaatten topluma, mekanik dayanışmadan organik dayanışmaya geçiş olarak açıklanan yeni bir siyasalkamusal alan anlayışının ve onun aktörü olarak “vatandaş”ın ortaya çıkışına vesile olmuştur.

 

İkinci Meşrutiyetin getirdiği modern yönetim anlayışında eşitlik önemli bir kazanım olarak ortaya çıkar. Vatandaşların başlıca görevleri, kanunlara itaat etmek, askerlik yapmak ve vergi vermektir.

 

Bu görevler, vatandaşlar arası görev eşitliğini sağlarken haklarda da eşit bir vatandaşlık topluluğunun kurulmasına önayak olmuştur.[24] Çağdaş topluma yönelik bir dizi yeniliğin gündeme geldiği, kişi hak ve özgürlüklerinin yeni dönemin temel sorunsallarını oluşturduğu ve yeni bir insan tipinin yaratıldığı II. Meşrutiyet döneminde “Osmanlı”, artık reaya ve tebaa niteliğini yitirmiş, “vatandaş” olmuştur. Cemiyet, toplumsal bir kategori olmaktan çok, bir yığını ifade eden ahalinin yerini almıştır.

 

1908’de II. Meşrutiyetle birlikte iktidara ortak olan İttihat ve Terakki, modern, merkezi bir ulus devlet yaratılmasını hedefleyerek, bunun en temel ilkesinin vatandaşlık kurumu olduğuna inanmış ve tüm üyelerin eşitlik ilkeleri dahilinde, sadece devlete karşı sorumlu olmalarını sağlayacak bir yapı kurmayı planlamıştır.

 

Bu amaç için, Osmanlı millet sistemi içerisinde asker vermeyen, vergi ödemeyen cemaatlerin yaşadığı bölgeleri merkeze bağlayan ve buralar için merkezi bir eğitim programı uygulanmasını isteyen İttihat ve Terakki, böylece imparatorluğun tüm unsurlarının birlik olmasının sağlanabileceğini düşünmüştür.

 

Fakat bu birliği sağlayacak, ortak bir kültürel bağ mevcut değildir. İttihat ve Terakki’nin bu soruna çözümü son derece klasik bir yöntem olarak, vatandaşlık prensiplerini, egemen ulus olan Türklerin değerleri etrafında yaratılan bir kültürel kimlik ile birleştirmek şeklinde olmuştur.

 

İttihat ve Terakki, 1913 yılına kadar çıkarılan çeşitli kanun ve mevzuatlarla vatandaş ile devlet arasındaki hukuksal, siyasal ilişkinin kurallarını belirlemeye çalışmıştır. 1876 tarihli Kanun-i Esasi’de yer almayan dernek kurma ve toplanma haklarını düzenleyen 1909 tarihli Cemiyetler Kanunu ve yine 1909 tarihli Tatil-i Eşgal Kanunu, örgütlü topluma yönelmenin ve bu bağlamda vatandaşın sivil ve siyasal katılımının önünü açarken, derneklerin amaç ve nitelikleriyle ilgili olarak bir takım sınırlamalar getirmiştir.

 

Cemiyetler Kanunu’na bir millet ismi taşıyan politik dernek ve birliklerin kurulmasını yasaklayan hükmün getirilmesiyle birlikte, Rumeli’deki Rum, Bulgar ve diğer azınlık dernekleri kapatılmıştır.

 

Bu düzenlemeler devlet ve sivil toplum ilişkisinde ilerleyen yıllarda daha da belirginleşecek olan gayrimüslimlere karşı güvensizlik ve tedirginliğin çoktan baş gösterdiğinin birer örneğidir. Bu dönemde, azınlık derneklerinin büyük bir bölümünün amaçlarının “siyaset dışı” olduğuna inanılmış ve bu inanç bir çeşit miras olarak Cumhuriyet dönemine de aktarılmıştır.  Hatırlanacağı gibi, 31 Mart Vakası’nı (13 Nisan 1909) izleyen dönemler iktidarın sertleşmesine ve var olan bir dizi hak ve özgürlüğün askıya alınmasına tanık olunan yıllardır.

 

Balkan Savaşları’ndaki yenilgiden sonra Osmanlılık politikasının iflas ettiğini resmen açıklayan İttihat ve Terakki, gizliden gizliye Osmanlılık adı altında savunduğu Türk-İslam sentezini, İslam birliği ilkesinin de yıkılması sonucu artık sadece “Türkçülük” olarak savunmaya başlamış; böylece, o zamana kadar, imparatorluk bünyesindeki farklı din ve ulus gruplarını bir arada tutmak anlamına gelen “İttihad-ı Anasır” politikalarının bir hayalden öte olmadığı kabul edilmiştir. 1913 kongresinde alınan kararlar ile bu ilke bir program maddesi olarak dile getirilmiştir.

İ

ttihat ve Terakki, ulusal bir devlet yaratmak için ideolojik, siyasi, idari, ekonomik tüm alanları kapsayan son derece kapsamlı bir çalışma içine girerek her alana ilişkin ayrıntılı planlar hazırlamıştır. Öncelikli mesele olarak görülen Türk olmayan unsurların tasfiyesi süreci gerçekleştirilmiş; Anadolu hızla Türkleştirilmeye başlanmıştır.

 

İşe Ege Bölgesi’nden başlanarak, iktisadi yönden güçlenmiş Rumların siyasi ve iktisadi tedbirlerle tasfiye edilmesi kararlaştırılmıştır. Buna uygun olarak alınan tedbirler 1914 yılı itibariyle uygulamaya konmuş, bu kapsamda bir kısım Rumlar Yunanistan’a göçe zorlanırken, bir kısmı Anadolu’ya gönderilmiştir. Rumlardan sonra, Anadolu’nun Türkleştirilmesi yolunda ikinci adım atılarak bu kez Ruslarla işbirliği yaptıklarına inanılan Ermeni nüfusu Anadolu’dan çıkarılmıştır. Böylece Anadolu, %90’ı Müslümanlardan oluşan bir toplum haline gelmiştir.

 

1908-1919 yılları, yeni vatandaşlık anlayışının benimsetilmeye ve sevdirilmeye çalışıldığı yıllardır. Bu kapsamda, yeni ulusal egemenliğin dışa vurumu olarak oy verme işlemi, bir vatandaşlık töreni olarak görülmüş; bu sayede birleşik bir kamusal-siyasal alanın varlığı hem fiili hem de sembolik olarak ortaya konmuştur.

 

Siyasal katılımın dışında kalan kitleleri “yeni toplum-yeni insan” projesi çerçevesinde seferber etmek için ise kutlamalar, bayramlar icat edilmiş, vatandaşları bölen dini bayramların karşısına onları bir bütünün parçaları yapacak bir dizi yeni bayram ve kutlamalar getirilmiştir.

 

Bunlara örnek olarak İkinci Meşrutiyet’in yıldönümlerinde kutlanan “İyd-i Milli-yi Osmani” (Osmanlı Ulusal Bayramı), II. Meşrutiyet Meclisi’nin toplandığı günün yıldönümünde “Meclis-i Millinin Yevm-i Küşadı”, “Mektepliler Bayramı”, “Çocuklar Bayramı”,“İdman Bayramı” gibileri sayabiliriz.

 

II. Meşrutiyet, hedeflediği yeni insanın yaratılmasında en hayati kurumlardan biri olarak okulu ve özellikle de ilkokulu görmüştür. 1908 sonrasında müfredat programlarında yapılan değişikliklerle Yurttaşlık Bilgisi dersi “Malumat-ı Medeniye ve Ahlakiye ve İktisadiye” adıyla bağımsız bir ders olarak okutulmaya başlanmıştır.

 

Müfredat programlarına Malumat-ı Medeniye dışında, OsmanlıTarihi, Osmanlı Coğrafyası dersleri de eklenmiştir. Tüm bunlar, ortak bir Osmanlılık kimliği etrafında bütünleşmeyi sağlamaya yönelik son kurtarma çabalarıdır.

 

Ancak azınlık ve yabancıların sahip oldukları okulların statüsünü düzenleyen 1915 tarihli Mekatip-i Hususiye Talimatnamesi’nin 6. maddesi resmi lisan Türkçeden başka dilde eğitim verecek özel okullarda Türkçe, Osmanlı Tarihi ve Osmanlı Coğrafyası derslerini zorunlu dersler arasında saymış, fakat Malumat-ı Medeniye dersinden bahsedilmemiştir.

 

İttihat ve Terakki’nin vatandaş yaratma çabalarının somut örneklerinden birisi de memurluk alanında görülmüştür. Memur olabilmeyi, resmi yüksek okulları bitirme koşuluna bağlayan yeni düzenlemelerle Türk olmayan kişileri memurluk gerekçesi ile Türkleştirmek hedeflenmiştir.

 

Ayrıca, memurların “umum milletin, umum devletin memurları” olduğu, yaptıkları hizmet sonrası “umum efradı millettin cebinden çıkmış bir maaş” alacakları özellikle vurgulanarak,  bir bakıma memurluk özendirilmiş ve yüceltilmiş, bu sayede Türkleştirme hareketine direkt bir katkı sağlanmıştır.

 

Bu iktidar döneminin dine olan yaklaşımı, Osmanlı Devleti’nin resmi dininin Kanun-i Esasi’de belirtildiği gibi İslam olduğunun her seferinde vurgulandığı, devlet tarafından “tanınmış dinlere” mensup kişilerin inanç ve ibadetlerinde tümüyle serbest olduklarının belirtildiği bir yaklaşımdır.

 

Dönemin yazarları din ve vicdan özgürlüğünü bir yandan savunurken diğer yandan da bir “şer aleti” olarak kullanılmasından çekinerek ahlaka ve kamu düzenine aykırı uygulamaların yasal takibat konusu edileceğini belirtmişlerdir.

 

II. Meşrutiyet’in “vatandaş” anlayışı, organik bir bütünün üyesi, ailenin bir ferdi olmak şeklinde anlaşılmaktadır. Vatan bir ortak ev iken, vatandaş da o vatanın evladıdır. Bu dönem, vatandaşlık anlayışının ardında “iyi” ve “kötü” tutum ve davranışlarla anlam kazanan “yeni insan” profili yer almaktadır.

 

Bu yeni insan profili, “beden” ve “akıl”dan sonra “ruh” ya da “ahlak” özelliğine de sahiptir. Seküler bir ahlakla donatılmış bu vatandaş tipi, ahlaki çöküş varsayımı üzerinden anlatılmaya çalışılmaktadır. Buna göre, Osmanlı’nın Batı karşısındaki askeri yenilgilerine, İmparatorluğun iktisadi bağımlılığına ve parçalanmasına yönelik tahlillerde bu ahlaki çöküşün büyük bir yeri vardır.

 

Beden-akıl-ruh ekseninde tanımlanan vatandaştan hareketle inşa edilen vatandaşlar topluluğunun ahenk içinde bir arada yaşayabilmesi için bir asgari kurallar bütününe ihtiyaç vardır. Tüm bu kurallar, Malumat-ı Medeniye kitapları aracılığıyla yeni nesillere öğretilmeye çalışılmıştır.

 

Hitap biçimlerinden kişilerin selamlanmasına, yaşlıların elinin öpülmesinden sofra terbiyesine, konuşma kurallarından toplu taşıma araçlarındaki davranış biçimlerine kadar hayatın her alanına ilişkin kurallara ve tespitlere yer verilerek aynı kültürü almış yeni nesiller yaratılmak istenmiştir.

 

Osmanlı’da vatandaşlık kavramının gelişiminde vurgulanması gereken en önemli nokta, vatandaşlığın, ulusal vatandaşlıkla bir tutulma eğiliminin ilk tohumlarının İttihat ve Terakki’nin önderliğinde atıldığı saptamasıdır.

 

Henüz tam anlamıyla ulusallaşamamış bir coğrafyada vatandaş yaratma çabası, tam da ulus yaratma kaygısıyla eş zamanlı ve eşgüdümlü olarak gelişmiştir. Günün şartlarında bağımsızlığın korunması ve dış baskılardan kurtulmak olarak son derece basit bir temele dayandırılabilecek, Türk-Müslüman sentezine dayalı tek ulus, tek millet yaratma çabaları, ileride doğacak Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin de izinden gideceği bir yol olmuş; ulus-devlet yapılanmasına bir beşik oluşturmuştur.

 

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Zimmî İslam devletinin egemenliğini kabul eden gayr-ı müslim kişilerdir.

 

Etimolojisi

 

Zimmet kökünden gelmekte olup, zimmetli olan veya zimmetle ilişkili olan demektir.

 

Hukuki Niteliği

 

İslâm devletler hukuku (siyer) kavramıdır.

 

İslâm hukukçularına (fakihlere) göre zimmî ya da ehl-i zimme, anlaşma gereği cizye verme yükümlülüğünü (bkz. Tevbe Suresi, 29'uncu ayet) yerine getirmelerine karşılık İslâm ülkesinde (dârülislâm) sürekli oturma hakkına sahip olan, bir İslâm devletinin gayrimüslim vatandaşlarıdır.

 

Tarihsel ve hukukî olarak bazı siyasal ve kamusal hakları Müslüman vatandaşlara nazaran sınırlandırılmışken, can, mal, namus, çocuk, eğitim, ibadet gibi hakları devletin güvencesi altındaydı. Devlet istinai olan meşru nedenler haricinde anlaşmayı bozup vatandaşlıktan ihraç edemez, güvencesini kaldıramazdı.

 

Zimnî vatandaş ile Müslüman vatandaş adli ve cezai hukuk davalarında yargı önünde eşitti.

 

Zimmîlerin can, mal ve namus güvenliği, uyrukluğuna girdikleri İslâm devleti tarafından sağlanır. Buna karşılık zimmîler de devlete cizye vermekle yükümlüdür. Mesela Osmanlı Devletinde bulunan Hristiyan ve Yahudilere zimmi denilir.

 

Yahudi ve Hristiyanların zimmi, yani zimmet altında olması demek, epistemolojik olarak Yahudi ve Hristiyanların Osmanlıda korunmasını getirmiştir. Çünkü zimmet hukukunda; zimmet borç demek olup, karşıtı matluptur. Ceza hukukunda "beraatı zimmet esastır." Zımmilikte ise, zimmet esastır. Yani zimmilerin tüm haklarının korunması ve mevcudiyeti esastır. Zimmete para geçirmede olduğu gibi. Hukukta vaz'ul yed denilir ki bu para alıp vermeye yetkili olan kişi olup, yedindeki yani elindeki vazıyet ettiği para ve emvali tam olarak vermesi ve hukukunu koruması gereken kişi olup kormadığı takdirde zimmet suçu işlenmiş olur.

 

Millet, Osmanlı Türkçesi'nde dini grupları belirtmek için kullanılan terimdir. 19. yüzyılda Tanzimat reformlarıyla, hakim sınıf olan Sünniler dışındaki, kanunen korunan dini azınlıkları ifade etmek için kullanılmaya başlanmıştır. Osmanlı İmparatorluğu'nda tüm Sünni gruplar bir millet kabul edilirken, azınlıklar yani gayrimüslimler sadece dine veya mezhebe göre değil aynı zamanda etnik gruplarına göre de ayrı milletler oluştururlardı. Örneğin Ermeniler tek bir millet olmayıp Ermeni Katolik ve Ermeni Protestan milletlerine ayrılırlardı. Millet kelimesi Arapça bir kelime olan mille (ملة) 'den gelmektedir. Millet kelimesi günümüzde, Osmanlı'da kullanılandan farklı olarak, dinsel bir anlam değil dilsel bir anlam ifade etmektedir.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Katılın Görüşlerinizi Paylaşın

Şu anda misafir olarak gönderiyorsunuz. Eğer ÜYE iseniz, ileti gönderebilmek için HEMEN GİRİŞ YAPIN.
Eğer üye değilseniz hemen KAYIT OLUN.
Not: İletiniz gönderilmeden önce bir Moderatör kontrolünden geçirilecektir.

Misafir
Maalesef göndermek istediğiniz içerik izin vermediğimiz terimler içeriyor. Aşağıda belirginleştirdiğimiz terimleri lütfen tekrar düzenleyerek gönderiniz.
Bu başlığa cevap yaz

×   Zengin metin olarak yapıştırıldı..   Onun yerine sade metin olarak yapıştır

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Önceki içeriğiniz geri getirildi..   Editörü temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.