Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

Önerilen İletiler

  • Cevaplar 371
  • Tarih
  • Son Cevap

Bu Başlıkta En Çok Gönderenler

Bu Başlıkta En Çok Gönderenler

Gönderi tarihi:

Bir önceki mesajın devamı....

 

 

"2 insan tiplemesi"

 

Nietzsche bir felsefeciydi. Üniversiteden ayrılmış bir profesördü. Babaannem ise yalnızca bu gezegende yaşayan bir insandı. İlla ki bir etiket vermek gerekirse, ev hanımıydı. Babaannem okuma yazma bilmezdi. Hayatında hiç okul yüzü görmemişti. Nietzsche üniversitede ders verirdi. Bir düzine kitap yazmıştı. Nietzsche çok tanınmış biriydi. Bütün Avrupa ondan hayranlıkla bahsederdi. Babaannem ise yalnızca oturduğu köyünde tanındı. Kocası ölünce babamın evine taşındı. Bir bahçeye açılan odasında yıllarca yaşadı. Mahallede kendisini tanıyan sayılı insan dışında bir ünü, şöhreti yoktu.

 

Nietzsche ve babaannem aynı gezegenin misafiri oldular. Dünyaya gelişleri ve gidişleri hemen hemen aynıydı. Her ikisi de bir anne ve babadan dünyaya geldiler. Kendi dışlarındaki dünya hemen hemen aynıydı. Her ikisinin üzerine aynı güneş doğdu. Gün geldi, aynı ayı seyrettiler. Her ikisinin de yaşadığı âlemde yıldızlar yukarıdaydı ve geceleyin görünürdü. Ve yıldızlar gündüz kaybolurdu. Mevsimler geldi geçti üzerlerinden. Sayılı günler yaşadılar. Sayılı baharlar, kışlar, yazlar yaşadılar. Başlangıç ve sonları aynıydı.

Her ikisi de aynı donanımlara sahipti. Ne Nietzsche’nin fazlası, ne babaannemin eksiği vardı. Her ikisine de bir beden, bir akıl, ruh ve duygular verilmişti. Ve her ikisi de bunları bir yerden almamıştı. Her ikisine de dış dünyayı algılayacak ve iç dünyalarına taşıyacak beş duyu verilmişti.

 

Nietzsche ve babaannem gezegene yokluktan getirildiler. Yaşamlarının ‘öncesi’ yoktu. Yaşadıkları yılların iki fazlasında nerede oldukları sorulsaydı her ikisi de "Bilmiyorum" diye cevaplayacaklardı. Her ikisi de bu gezegene misafir olmayı kendileri tercih etmedi. Kendi tercihleri olmayan bir yaşamı buldular kucaklarında. İşte bu yüzden, ikisi de şaşkındı. Bilmedikleri, tanımadıkları, anlamadıkları, bizzat tercih etmedikleri, kendilerinin plan ve projesi olmayan bir hayatı yaşamaya koyuldular. İşte bu yüzden, hayat bir soru oldu. Doyurucu bir cevap bulamadıklarında ise, sorun haline geldi. Çok fazla zamanları yoktu. Zaman her ikisinin de hayatlarını her an tüketiyordu. Yaşama tutunacak bir anlam bulmalıydılar. Yoksa yaşam her ikisi için ağırlaşıyordu.

 

Bir karar vermeleri gerekiyordu. Tercih etmedikleri bir dünyada yaşamlarını sonsuza dek etkileyecek bir ‘tercih’te bulunmalıydılar. İlkin bu korkutucu geldi. Tercih yapmak zorunda oluşları onları diğer varlıklardan ayırıyordu. Bunu farkettiklerinde tedirgin oldular. Ayrıca, seçeneklerden yalnızca birini tercih etmek zorundaydılar. Bu kolay değildi. Birini tercih etmeleri diğer seçeneği safdışı bırakacaktı. Bu da korkutucu geldi. Tercihlerden birinin doğruluğunu kabul etmek diğerinin yanlışlığını içeriyordu. İşte o an, o karar verme aşamasında Nietzsche ile babaannemin yolları birbirinden ayrıldı. Çünkü farklı iki seçeneği tercih etmişlerdi. Birinin tercihi diğerinin tercihini dışlıyordu. Aynı gezegenin iki yolcusu iki ayrı yöne doğru gittiler. Birbirleriyle bir daha asla buluşmadılar. Bir ortak nokta asla bulamadılar. Birisi ‘zor,’ diğeri ‘kolay’ olanı tercih etmişti. Birbirlerinden sonsuz uzaktılar. Sonsuz bir ayrılığa düşmüşlerdi.

 

 

devam edecek....inşAllah

 

 

saygılarımla Terapi

 

Devamı...

 

 

‘Kolay’ yolu seçen Nietzsche oldu. Yokluktan geldiğini biliyordu. Yaşamını kendisinin tercih etmediğini; bir zamanlar var olmadığını; yaşamı bir yerlerden almadığını biliyordu. Kendisine verilen yaşamın çok değerli olduğunu hissediyordu. Hele hele, sahip olduğu donanımlar hayranlık uyandıracak cinstendi. Koca kâinatın içinde bedenen bir hiç hükmündeyken kâinatı sorgulayan aklı, sonsuz şeyleri sevebilen duyguları, her daim ona seslenen vicdanı, ruhunda taşıdığı hazinelerdi. Kulaklarına hayrandı; sesleri işitmek ona müthiş bir haz veriyordu. Gözlerine hayrandı; binlerce rengi algılıyordu. Diline hayrandı; sayısız tat taşıyordu dünyasına.

 

Sahip olduklarını ve hayatını, bedenini, kalbini, ruhunu, aklını nereden almıştı? Bunların bir zamanlar kendisi için var olmadıklarını aklına getirdi. Bu düşünce onu tedirgin etti. Sahip olduğu ve bundan büyük haz aldığı, gururlandığı tüm şeylerin bir anda elinden kayarak gittikleri duygusuna kapıldı. Kendisine yalnızca bir hiçlik kalıyordu. Ama kendisinde her ne var ise, hissettiği her ne ise, yaşadığı her ne ise, bütün bunların sahibinin kendisi olduğunu düşünmek ona müthiş bir tat veriyor, içinde bir duyguyu okşuyor, başarı duygusu uyandırıyordu. Bu düşünceye sımsıkı sarılmak gerektiğine kendisini inandırmak zorunda kalmıştı. Öyle ki, artık sahiplilik düşüncesinin bağımlısı olmuştu. Çünkü, sahip olduklarının kendisine verildiğini düşünmek, verenin kim olduğu sorusunu gündeme getirecekti. Bunun cevabı ise ağır geliyordu. Kendisine malettiği başarılı olma duygusunu tümüyle elinden alıp götürüyordu. Öyle ya, duygular kendinin değilse, onları bir veren olmalıydı. Kendisini duygularıyla birlikte var eden olmalıydı.

 

"Tek başına yarattığım o kimseyi Bana bırak. Ona bol bol servet verdim. Gözü önünde duran oğullar verdim. Daha pek çok nimetleri önüne serdim. Sonra o daha da arttırmamı istiyor (vereni inkar edip kendisine malettiği halde o nimetlerin bu dünyada mutluluk da vermesini istiyor). Asla! Çünkü, o âyetlerimize karşı direnip dururdu." (bkz. Müddessir, 74:11).

 

Bir Yaratıcıya inanmak Nietzsche’ye hep zor geldi. İnandığı an elinden her şey alınacaktı. Bizzat bu gezegende bağımsız bir varlığa sahip olmadığına inanacaktı. Bu hayatın bizzat kendisine ait olmadığına. Bu ona çok ürkütücü geliyordu. Yani, şimdi başarılar kendisine ait değil miydi? Hep başkası hesabına mı çalışıyordu? Bu narsizmini; içindeki benliğini, bağımsız bir varlığa sahip olma duygusunu incitiyordu. O bizzat var olduğuna inanmak istiyordu. Kendi hayatının yaratıcısı olduğunu hissetmek istiyordu. Aklı gerçi bunun böyle olmayacağını biliyordu. Ama narsizmi diretiyordu. Elindeki her şeyi Yaratıcıya teslim etmek! Elinizde ne var ne yok; hepsini, her şeyinizi elinizden çıkarmak demekti bu.

 

"Düşündü, taşındı, ölçtü, biçti. Kahrolası, nasıl da ölçtü, biçti. Yine kahrolası, nasıl da ölçüp biçti! Sonra baktı. Sonra kaşını çattı, suratını astı. Sonra sırt çevirip kibirlendi." (bkz. Müddessir, 74:18-23).

 

İnsanın kendi başına bir hiç olduğunu, aciz olduğunu, fakir olduğunu, sonsuz kusurlu olduğunu kabul etmesi dünyanın en zor işidir. Hayatın belki de en zorumuza giden, bizi en çok zorlayan seçimidir. İnsanın kendisinden vazgeçmesidir. Kendisine ait sandığı şeylerden vazgeçmesidir.

 

Nietzsche asla bunu yapmadı. En kolay yolu seçti. Her şeyi sahiplendi. Elindekileri Yaratıcının verdiğini hiç kabul etmedi. Kendi başına var olmaya çalıştı hep. Hayatın anlamını kendi aklınca çözmeye uğraştı. Sorularını kendi bulmaya çalıştı. Çünkü bu kolayına geliyordu. Sorularımızın cevabını kendimizin bilmesi hep hoşumuza gider zaten. İçimizdeki narsizm bundan hoşnut olur. Bize haz uyandırır. Nietzsche Yaratıcıya, âhirete inananları hep küçümsedi. Küçümsedikçe zevklendi. Kolayına gidiyordu bu. "Üstün insanı öğretiyorum sizlere, insan aşılması gereken bir şeydir. Bağlı kalın yeryüzüne. İnanmayın sizlere dünya ötesi umutlardan bahsedenlere. Zehir saçanlardır onlar, bilerek veya bilmeyerek" diyordu.

 

Hep "Kendim" dedi Nietzsche. "İnsan; aşılması gereken" derken, kendisini hiç aşmadı. Kendinden hiç vazgeçmedi. Bu yüzden Yaratıcı ile ilişki kurmadı. Kuramadı. Aslında kurmak istemedi. Yaratıcı ile ilişki kurmayı vicdanı istiyor, Yaratıcıya ihtiyaç duyuyordu. Ama işte o zaman her şeyini O’nun vermekte olduğuna inanması gerekiyor ve Nietzsche tam da bunu fark ettiği an vazgeçiyordu.

 

Nietzsche "İnanan insanlar kolay yolu seçerler" demişti. Babaannem o tür insanlardandı. Dışarıdan bakıldığında, inanmak gerçekten kolay gibi görünüyordu. İnanmak insanın hayatına huzur, kalbine güven getiriyordu. Sonsuz gücü olan bir Yaratıcıya dayanıyordunuz. Ancak, Nietzsche’nin unuttuğu bir nokta vardı. Babaannem zor olanı seçmişti. Hayatın en zor kabulünü üstlenmişti: "Kendi başıma bir hiçim." Böyle derdi babaannem. "Bizler kendi adımıza, kendi başımıza yokuz ve hiçiz. Yokluktan getirildik" derdi. Hayatının başladığı o noktayı her daim canlı tutar ve bu şekilde yaşardı. Hayatı seçen biz değilsek, hayatla bize verilen herşeyin sahibi de biz olamayız. Her canlı, her varlık, her mahluk yaratılmıştır. Her varlık kendi başına bir hiçtir. Babaannem kendinden vazgeçmişti. Hiçliğin ‘kendi başına hiçlik’ kısmında yaşıyordu. İşte bu çok zor seçimden sonra Yaratıcı ile ilişkiye geçiyordu. Nasıl yaşaması gerektiği konusunda kendi başına bir fikri yoktu. Bu onun meselesi değildi. Nasıl yaşamasını Yaratıcısı belirleyecekti.

 

 

Devam edecek...

 

Devamı..

 

Yıllar yılı, onun o emin hali, benim için hep merak konusu oldu. Zayıflığı, çaresizliği, kendini muhtaç ve zayıf olarak algılayışı ne kadar derinse, endişe ve telaşlardan o kadar uzak ve kaygılar ona o kadar ıraktı. Bir gün bunu "Yaratıcı karşısında insanın acizliğinin verdiği emin olma hali" diye açıklamıştı. "Her an bütün kâinata sözü ve kudreti geçen Rabbin azametini hissediyorum" demişti.

 

Babaannem kızgın güneşin altında saatlerce çalışırdı. Elleriyle ayrık otlarını toplardı. Ayrık otları buğdayın saplarının gelişmesini engelliyordu. Elleri toprak rengine bürünmüştü. Çok susadığını anladığında gölgede duran testiye doğru yönelir, ama hemen içmezdi. Önce kendi duygularını tartardı. Susuzluğu iyice duyumsamak istiyordu. Ağzının içi kupkuru olur, dudakları çatlardı. Testiyi eline aldığında bir süre beklerdi. Suyla arasındaki bağlılığı ve ilişkiyi düşünürdü. Yaşamla su, iç içeydi. Birazdan ağzına su zerrecikleri dokunacak ve sonsuz bir haz alacaktı. Bu hazzı biraz daha geciktirir, su zerrecikleri ile dudaklarından ağzına dolacak hazza ve lezzete şaşardı. Suya muhtaç olarak yaratılmaktan hoşnutluk duyardı. Acizliğin içinde güvenlilik sezerdi.

 

Muhtaçlık onu ürkütmezdi. Aksine muhtaç olmak güvenli bir liman gibiydi; bir sığınaktı. Bu duyguları veren Yaratıcısına teşekkür ederdi. O anın geldiğini anladığında su zerrecikleri ağzına gelirdi. İki sevgilinin kucaklaşması kadar derin ve sıcaktı bu buluşma. Sanki onların buluşmasının hazzını hissederdi. Bu sefer de suyu veren Rabbine teşekkür ederdi. Yaratıcısına minnettarlık duyardı. Yaratıcıya minnettarlık Nietzsche’nin hiç yaşamadığı, yaşamayı da hiç istemediği bir duyguydu. Yaratıcıya minnettarlık duymak çok zordu. Kişinin kendisine minnettarlığı ise çok kolaydı. Babaannem zor olanı severdi. Testiyi bırakıp çalıştığı toprağa dönerdi. Toprağı eliyle eşeler, bir çukur kazardı. İçine tohumu özenle yerleştirir ve üç ay sonrasını düşlerdi. Tohumu filizlenmiş olarak hayalinde canlandırırdı. Tam o sıra gökyüzünde bir bulut kümesi güneşle arasına girmişse gölge tam onun üzerine düşerdi. Böylece biraz daha serinlerdi. Üzerine düşen, gölge değil de, Rabbinin koruyuculuğu idi.

 

Babaannem okuma yazma bilmezdi. Hiç okula gitmemişti. Her daim "Bizim zamanımızda okul yoktu" diye açıklardı. Okula gitmemenin eksikliğini pek de hissetmemişti. Ama o çok iyi bir okuyucuydu. Toprağı, suyu, gökyüzünü, bitkileri çok iyi okur, onlardan derin anlamlar çıkarır, var oluşu ile bunlar arasında derin bağlar sezinlerdi. Duyguları çoğu zaman Yaratıcısı ile meşguldü. Yemek yaparken, tarlada çalışırken, hamur yoğururken, yayıkta sütten yağ çıkarırken hep konu gelir dolaşır, Yaratıcının büyüklüğü ile noktalanırdı.

 

Nietzsche için ise davranışlarından çıkardığı sonuç kendi büyüklüğü olurdu. Babaannemin sanki iş güç yaparken asıl işi gücü Yaratıcıyı bilmek ve tanımaktı. İçi güven doluydu. Geçmişten gelen hüzünler yaşamıyordu. Çünkü yaşanılmış her şeyin bir anlamı olduğunu anlatırdı bize. Gelecek ise daha gelmedi derdi. Gelmemiş gelecekten gam ve hüzün almıyordu. "Yaşanacak her ne varsa bir hikmeti olur" derdi. "Hem zaten ölmeyecek miyiz? Asıl ben ölümden sonrası için hazırlanıyorum" diye tekrar ederdi.

Nietzsche için kâinat anlamsız bir kitaptı. İşte bu yüzden Nietzsche yaşamı boyunca hep yalan söyledi. Yaşadığı her anda zulüm işledi. Gördüğü olayların kendi kendine olduğunu, hiçbir anlamı olmadığını söyledi hep. Anlamsız gördüğü her varlığı aşağılamış oluyordu. Onun nazarında her şey çirkin ve korkunçtu. Güzellik adına her ne varsa, Nietzsche bunları yokluğun karanlığına atıyordu. Nietzsche ilişkide olduğu herşeyi yok ediyor, öldürüyordu. Nietzsche kolay yolu seçiyordu.

 

"Oysa o ne iman etti, ne namaz kıldı. Üstelik yalanladı, yüz çevirdi. Sonra da çalım satarak döndü, yakınlarının yanına gitti." (bkz. Kıyâme, 75:31-33).

 

İman etmek gerçek bir sınavdan geçmektir. İman eden, nefis ve şeytanla sürekli mücadele etmek zorundadır. İman, narsist duyguların temsilcisi olan nefsin bizden yapmamızı istediği şeyleri yapmamayı gerektirir. Ona karşı koymayı, onun dizginlenmesine razı olmayı, sabretmeyi, direnmeyi, her an şuurlu bulunmayı, tetikte olmayı gerektirir. İman her an cihad işidir. Nefisle cihad etmek, ona boyun eğmemek ise en zorudur. İman etmek iradeyi nefse karşı kullanmaktır. Bu yüzden iman etmek zordur. İnsanın her an her istediğini yapmamasını, nefsini terbiye etmesini, nefsini ve kendine malettiği becerilerini Yaratıcısına teslim etmeyi gerektirir. Bu çetin bir karardır. Uygulanması yürek ve cesaret ister. Babaannem yürekli ve cesurdu. Nefsini terbiye etmek için çok mücadelelerden geçti. Nietzsche korkak ve yüreksizdi. Nefsinin istek ve arzularına karşı gelmemeyi yeğledi. Baştan teslim bayrağını çekti. İstek ve arzularına gem vurmak istemedi. Vursa da bunu kendi adına yaptı ve bundan narsistçe bir zevk duydu. Bunu kendi de biliyordu.

 

"Evet, özürlerini ortaya koysa bile, insan kendi kendisinin şahididir (ne yaptığının farkındadır)." (bkz. Kıyâme, 75:14-15).

 

Nietzsche bu gezegende kendine verilen ömür sermayesini kullanıp sınama zamanı sona erince öldü. Yıllarca migren ağrısı çekmişti. Sonunda, yakalandığı beyin frengisinden öldü.

 

Ölmesinden bir müddet önce o ünlü sözünü söylemişti: "Tanrı öldü." Bu söylenmesi çok kolay bir sözdü. "Bir Yaratıcı var" demek ise zordu. Çünkü, "Tanrı öldü" demek, "Tanrı benim" temasını; "Bir yaratıcı var" ise, "Ben kendi adıma bir hiçim" temasını içeriyordu. Bu ise çok zordu. Nietzsche bu kolay sözü çok kolay söyledi. Nefsi bu sözden çok büyük haz alıyordu. Nietzsche iradesini nefsinin karşısına koyamayacak kadar yüreksizdi. Yaratıcıya karşı gelmenin narsistik ama bir o kadar da acı veren hazzını bir an yaşamıştı. Nietzsche o an bu sözüyle içindeki insanîliği öldürmüştü. Kendi Yaratıcısını, kendisine bu hayatı yaşama fırsatı veren Zâtı yok sayarken, Nietzsche, aslında kendisini öldürmüştü. "Tanrı öldü" diyen Nietzsche’ye hayatı veren Yaratıcısı, şimdi de ölümü veriyordu. Nietzsche bunu tam öldüğü an anladı. Herşey bir aynada görülür gibi aydınlandı. "Hayır, bir Yaratıcı var" diyecekti ki, sınama zamanı bitti. Öldü. Nietzsche kendi lisanına "Hayatı veren, ölümü de verendir" gerçeğini söyletemedi. Ama, cansız cesedi, onun yerine, mutlak bir Yaratıcının varlığını haber veriyordu.

 

"Yüzler var ki, o gün asıktır. Elini kıracak bir azaba uğrayacağını bilir. Can boğaza gelip dayandığında. Etrafındakiler, ‘Şifa verecek kimse yok mu?’ dediğinde. Can veren kimse anlar ki ayrılık vaktidir. Bacakları birbirine dolaşır. Rabbinedir işte o gün sevkiyat." (bkz. Kıyâme, 75:24-30).

 

"Nihayet onlardan birine ölüm gelip çattığında, ‘Ey Rabbim’ der, ‘beni dünyaya döndür. Tâ ki geride bıraktığım dünyada güzel bir amel işleyeyim.’ Heyhat, onun bu söylediği, boş bir sözden ibarettir. Arkalarında ise, diriltilecekleri güne kadar geri dönmelerine mani bir engel vardır." (bkz. Mü’minûn, 23:99-100).

Babaannem yıllarca mide ağrısı çekti. Durumundan hiç şikayet etmezdi. Rabbinden hep şifa dilerdi. Yaşamının son yılında yemek borusu kanserine yakalandı. O da bu gezegendeki yaşam süresini ve sınavını tamamladı. Son nefesine kadar bir Yaratıcının varlığını ve uluhiyetini ilan etmeye çalışmıştı. Nefsi bunu yapmasını hiç istememişti. Yıllar boyu nefsi babaannem ile uğraştı durdu. Hep vehimler vermeye çalıştı. Kendi başına var olmasına; Yaratıcı adına değil, kendi adına yaşaması gerektiğine; herşeyin kendi başına var olduğuna; yaşamak için bir Yaratıcıya gerek olmadığına; hele şu modern teknoloji çağında Yaratıcıya hiç gerek olmadığına; insanın kendi yolunu kendisi çizmesi gerektiğine hep inandırmak istedi. Babaannem kolay pes eden biri değildi. Yürekliydi. Cesurdu. Zor olanı tercih etmeye çalıştı hep. Nefsin vehimlerine karşı koymaya çalıştı. Yaşarken yaşantısıyla tekrar edip durduğu gerçeği son anda da ilan etti: "Hayatı veren ölümü de verendir." Hayatı boyunca kâinatta hiçbir varlığın ilah olmayacağına inanmıştı. Ölüm anında bunu bir kere daha tekrar etti. "İlah olan ancak O’dur: Lâilâheillalah" dedi ve sustu. Kendine verilen görevi tamamlamıştı. Kendisi gibi hiçbir şeyin ilah olamayacağını, ancak Zât-ı Zülcelâl’in ilah olduğunu anlamak, kendi zâtında hiçliğini kabul etmek ve kendinde görünen bütün şeyleri O’na vermek, onun yaşama amacı olmuştu.

 

Hem Nietzsche, hem de babaannem kabirlerine yalnız girdiler. Arkalarında herşeyi bırakarak. Nietzsche "Ben varken ölüm yok, ölüm varken ben yokum" derdi. Babaannem ise "Ben varken her daim ölüm var, ölüm varken ben her daim var olacağım" derdi. Nietzsche yanılmıştı. Zannettiği şekilde, ölüm var olunca yok olmamıştı. Yok olmamıştı, ama ruhu yokluk acısını çekmeye devam ediyordu. Ruhlar âleminde onu karşılayacak hiçbir yaşadığı an yoktu. Kendi adına yaşadığı her hal ve her an yok olmuştu. Dipsiz bir kuyuya doğru düşmeye devam ediyorduóbir de buna pişmanlık duygusu eklenerek. Bir imkân olsa yeniden başlamak isterdi. Ama o dipsiz kuyudan çıkış yoktu. Tercihini bilerek yapmıştı.

 

Babannem ölünce Rabbi adına yaşadığı her anı ve her halini yanında buldu. O anların hiçbiri yok olmamıştı. Bu yüzden kolayca ölmüştü. Hiçliğe ve yokluğa değil, Rabbi adına yaşadıklarını karşılamaya gidiyordu.. Yaşadığı her ne varsa onlara razı olduğu ve sevdiği gibi, ölümü de sevmişti. Yaptığı tercihten pişman değildi Tercihini bilerek yapmıştı.

 

"De ki. ‘Orada (yeryüzünde) yaşar, orada ölür ve oradan çıkarılırsınız.’" (bkz. A’raf, 7:25).

 

Nietzsche ve babaannem yokken yeryüzüne gönderildiler. Yeryüzünde yaşadılar. Burada öldüler. Ve buradan çıkarıldılar. Ruhları yaşamaya hâlâ devam ediyor. Kendilerine ait olan, yalnızca birer tercihti. Bizim onlardan tek bir farkımız var. Hâlâ sınanmaya devam ediyoruz. Hâlâ tercihler yapıyoruz. Ve tercih ettiğimiz her şık, diğer şıkkın dışlanmasını da içeriyor.

 

 

Bitti......

 

Saygılarımla

 

Terapi

Gönderi tarihi:

Adamin biri her zaman yaptigi gibi sac ve sakal tirasi olmak icin berbere gitti.Onunla ilgilenen berberle guzel bir sohbete basladilar.

Degisik konular uzerinde konustular. Birden Allah ile ilgili konu acildi...

 

Berber: " Bak adamim, ben senin soyledigin gibi Allah'in varligina

inanmiyorum."

Adam: " Peki neden boyle diyorsun?"

Berber: " Bunu aciklamak cok kolay. Bunu gormek icin disariya cikmalisin.

Lutfen bana soyler misin, eger Allah var olsaydi,bu kadar cok sorunlu,

sikintili, hasta insan olur muydu,terk edilmis cocuklar olur muydu?

 

Allah olsaydi, kimse aci cektirmez, birbirini

uzmezdi.

 

Allah olsaydi, bunlarin olmasina izin verecegini

sanmiyorum..."

 

Adam bir an durdu ve dusundu, ama gereksiz bir tartismaya girmek istemedigi icin cevap vermedi.

Berber isini bitirdikten sonra adam disariya cikti.Tam o anda caddede uzun sacli ve sakalli bir adam gordu.

 

Adam bu kadar daginik gorundugune gore belli ki tiras olmayali uzun sure gecmisti.Adam berberin dukkanina geri dondu.

 

Adam: " Biliyor musun ne var, bence berber diye birsey yok"

 

Berber: " Bu nasil olabilir ki? Ben buradayim ve bir berberim."

 

Adam: " Hayir, yok. cunku olsaydi, caddede yuruyen uzun sacli ve sakalli

adamlar olmazdi."

 

Berber: " Himmm... Berber diye bir sey var ama o insanlar bana

gelmiyorsa,ben ne yapabilirim ki?"

 

Adam: " Kesinlikle dogru! Puf noktasi bu!

Allah var,ve insanlar ona gitmiyorsa, bu

gitmeyenlerin tercihi.

 

Iste dunyada bu kadar cok aci ve keder olmasinin

nedeni...

 

 

Selam ve dua ile...

Gönderi tarihi:

yam yam cım

 

su olmasaydı susarmıydın

 

madem su yok seni böyle susatanda da ne dir

 

leyla olmasa mecnun aşık olurmuydu

 

o zaman susuzluğu açıklayan kitapları bir tarafa bırakalım da bir yudum su içelim..

 

Leylekler ile gelmedim, Azrail ile de gitmeyeceğim... :D

 

bu kadar alakasız şeyleri nasıl biraya getirdin...

Azraille gitmeyebilirsin tabii Azrailin adamlarıyla gidersin büyük ihtimalle..

Gönderi tarihi:

sevgili yamyam (bu da biraz komik oluyor ama neyse)

 

eldeki hangi bulgular primatları gösteriyor açıklarmısın? 800,000 yaşında ki insan kafatası mı? sizin varsayımlarınız sadece varsayım zaten, bir kanıtınız yok ki, olmayan birşeyi nasıl kanıtlarsınız ayrıca...

 

darwinistlerin savundukları herşey ellerinde kalıyor. bir sürü yalan ve yanlış bulgular ve bunların da ispatı yapılıyor...

 

yanlışta ısrar etmek için çok çaba sarfediyorsun...

 

Sevgili SARDUNYA,yorma kendini diger arkadaslarada sesleniyorum yormayin kendinizi,kimse kimseyi inandirmak zorunlulugunda olmadigi icin her koyun kendi bacagindan asilirmis.birakin kim nasil ve ne düsünürse düsünsün,insan vardir soyunun insan oldugundan gurur duyar insan vardir soyunun hayvandan geldigine inanir.herkes görüsünde serbesttir.Bizim insanlarada sevgimiz saygimiz vardir olmalidir hayvanlarada cünkü dinimiz bunua emretmektedir.

saygilarla

Gönderi tarihi:

"her koyun kendi bacağından asılır"

İslamın bizden istediklerine uymuyor

Ahirzaman,senin inancli birisi oldugunu düsünüyorum ve diyorum ki Islamin en büyük özelligi ayetle sabit olan Islamda zorlama yokturu bu arkadasin bilmesi gerekir.Evet Allah buyurmusturki kimse kimsenin günahinin kefili degildir bunun anlami her koyunun kendi bacagindan asilmasidir.Sen görevini yerine getirirsin anlayan anlar inanan inanir gerisi kimsenin sorumlulugunda degildir.

saygiyla kal

Gönderi tarihi:

kardeşim dediğini anlıyorum zaten yarın yevmi kıyamette Alllahın izni ile Efendimizden başka kimsenin kimseye yararı olmayacaktır.Buna karşı değilim ama bu zaman ahirtten önceki zaman hele hele bu ahir zaman

emri bil maruf nehy-i anil münker zamanıdır

bu konuylada alaklı ayet te vardır hadiste.

 

Zira unutma ki senin komşun Allah demeyi unutmuşsa senin ona hatırlatman lazımdır çünkü yarın yevmi kıyamette senin yakana yapışıp bu biliyordu ancak bana söylemedi dieycektir.

Elbette biliyorsundur ki açlık yalnız yemeğe değldir orda Allahı aşkına yanmamış bir arkadaşın varsa eğer sen bu tadı almış ve buna rağmen ona tattırmaya çalışmıyosan bu yanlıştır.

 

Tabiki belki sende çevrende bu görei yerine getiriyosundur ve burda söylüyoz söylüyoz anlamak istemiyolar diyosundur ancak belkide burası daha mühimdir bunun sebebini biliyosundur ancak genede söylememi istiyorsan sana msj atarım biiznillah

Gönderi tarihi:

"Evrende Herşey Anlamlıdır"

 

 

Evrende her şey anlamlıdır ve bu anlamlılık bir hakikati ifade eder. İnsan ise, evrenin anlamını anlama ve dolayısıyla evrensel hakikati bulma duygusuna sahiptir. Zaman ve mekân içerisinde yaratılan insan, evrenin ayrılamaz bir parçasıdır. Varlık âlemini kuşatabilmesi için yaratılmışlık gerçeğinden kendini soyutlaması gerekir. Böyle bir imkânsızlığı özünde taşıyan insanın bizzat kendisinden evrensel hakikati bulması beklenemez. Ancak, insanın tüm ihtiyaçlarını karşılayan yaratıcı, evrenin anlamını anlamaya muhtaç yarattığı insanın bu ihtiyacını da karşılar.

 

Tarih boyunca insanlar hakikatı arama çabası içinde olageldiler. Her şeyin kasıtla yaratıldığını görüp, evrenin bir yaratıcısının olması gerektiğini düşünenler, peygamberlerle gönderilen mesaja muhatap oldular. Evrenin konuştuğu dili bu mesajın rehberliğinde yorumladılar ve nasıl bir hakikata işaret ettiğini anladılar.

Diğerleri ise, bu mesaja sırtlarını çevirip, evrenin konuştuğu dili bizzat kendilerinin anlayabileceklerini iddia ettiler. Hakikati kendilerinin bulabileceklerini sandılar. Fakat, vakıa hiç de böyle olmadı. Vahyi dinlemeyen filozoflar, sistematik bir metodolojide ittifak edemediler ve tarih içinde hep birbirlerini yanlışlayarak geldiler.

 

Bu durum, 20. yy düşünürlerinin, insanın hakikati bizzat kendisinin bulmasının mümkün olup olmadığını açıkça ve cesurca gündeme getirmelerine neden oldu. Dışımızdaki olayları nasıl anlıyoruz ve anladığımızı nasıl biliyoruz? Anladığımızın doğru olup olmadığını nasıl test edebiliriz? İnsanın önyargısız bir anlama faaliyetinde bulunması mümkün müdür? gibi sorulara cevap arandı. Hermenötik (Anlambilim) üzerine çalışmalarıyla tanınan Gadamer, bütün anlamaların aslında birer yorum olduğunu açıkça ifade etti.

 

Anlama ile yorum arasında temelde bir farkın olmadığını kabul eden filozoflar, artık, yorumlardan etkilenmemiş, önyargılardan kendini sıyırmış 'objektif', tarafsız bir anlamadan söz etmenin imkânsızlığını ilân ettiler.

 

Post-modern düşünürlerin çoğu, kâinatın kendisi konuşmaz, biz onu konuştururuz, herkes kendine göre bir anlam verir; dolayısıyla evrensel bir doğru veya yanlıştan bahsedilemez, tezinde birleştiler.Böylece hakikatın varlığını inkâra kadar gittiler. Eğer hakikat yoksa, zorunlu olarak insanlığın "önlenemez yıkıma" terkedileceği de bilinen bir gerçekti

 

Bununla birlikte, problem, yalnızca insanın neyi bilip bilemeyeceği konusunda entellektüel bir tartışmadan ibaret değildi. Problem, insanlık için en temel soruların cevapsız kalışıydı: Biz neyiz? Hangi kurallar bizi bağlayıcı olmalıdır? Geleceğe ait ümitlerimizi hangi esaslara dayandırmalıyız? Bu sorulara evrensel cevapların bulanamamasından kaynaklanan rahatsızlık, moral, sosyal ve politik hayatımızı da etkilemekteydi.

 

Şurası bir gerçektir ki, bizim dışımızda bir dünya vardır. Bizim inançlarımızdan, tahminlerimizden, arzularımızdan bağımsız, istesek de istemesek de varlığını bize zorla hissettiren ve ne düşünebileceğimiz, ne söyleyebileceğimiz, ne yapabileceğimiz konusunda bizi yönlendiren bir dünya olduğuna dair yaşam deneyimize dayalı "esaslı bir duyguya" sahibiz. Ve bu duyguyu görmemezlikten gelemeyiz.

 

Demek ki, gerçek vardır. Ancak, insan bu gerçeği kendisi tespit edemez. Kendisinin ve beraberinde bulunan şu evrenin hakikatını anlamak için çırpınan insana, 'objektif ol', 'önyargısız ol', 'bilimlere güven', 'aklın sana yeter' türünden yapılan tavsiyelerin tümünün sahte olduğu artık açıkça ortaya çıkmış oldu.

İnsan, evrenin bir parçası olarak yaratılmıştır. Zaman ve mekân boyutuyla evrenin dışına çıkıp onun tümünü kavrayabilecek bir özelliğe sahip değildir.

 

Evrenin anlamını, hangi dili konuştuğunu, tahminen değil, gerçek anlamda ancak evrenin yaratıcısı bilebilir ve insana da ancak O bildirebilir.

 

 

Devam edecek...

 

Saygılarımla ..

 

Terapi

Gönderi tarihi:

Kaldığımız yerden devam ediyoruz inşAllah...

 

Lütfen dikkatlice zaman ayırarak okuyalım. Çok ama çok önemli....

 

“Alem Tasavvuru”

 

Düşünürlerin çoğu evrenin bir kitap gibi anlamlı olduğunu söylediler ve onu yorumlamaya çalıştılar. Spinoza gibi bazı düşünürlere göre, bir metni bile yorumlamanın metodu, evreni yorumlama esasına dayanır. (Gadamer, Truth and Method, 159.)

 

Evrenin anlamlı bir kitap olduğunu söylemek doğrudur ama, esas sorun bu kitabın tanımının nasıl yapılacağındadır. Anlamlı bulmakla birlikte, hiçbir mantıksal gerekçeye dayanmaksızın, evreni, rastlantılar sonucu kendi kendine var olan bir kitap gibi görenler, onu 'tabiat kitabı' (book of Nature) olarak nitelendirdiler. Bu anlamlı kitabın bir Yazıcısının olması gerektiğini kabul edenler ise onu, 'İlâhi kitap' (book of God) olarak gördüler.

 

Bir İslam Alimi olan Nursi, bir harfin bile yazıcısız olamayacağını apriori olarak anlayabilen insanlar, "nasıl bir harfinde bir kitap yazılan şu kâinat kitabını kâtipsiz zannediyorlar?" diye hayretini dile getirir.O’nun gözünde kâinat, antika bir kitap gibidir. Her bir harfi sanki zümrüt, elmas, inci gibi kıymetli taşlarla yazılmış, okumasını bilen ya da bilmeyen herkesin hayretle karşıladığı bir kitap. Hakikatini anlamak isteyenler için o kıymetli mücevherlerin her biri, anlamındaki güzelliklere işaret eder.

 

Bu Zat, her bir varlığın evrensel bir hakikati olduğunu savunur. Ona göre her şey, düşünebilen yaratıkların incelemeleri için Rableri tarafından gönderilmiş bir mektuptur. Harika bir sanat eseri olan bu mektubun her harfi yazarının özelliklerini tanıtır. Bu özellikler ise, her zaman her yerde görünen evrensel hakikatlerdir.

Küçük ya da büyük her bir mevcudu sonsuz anlam ifade eden şu evrenin dayandığı hakikatler ise, Yaratıcısının Esma-i İlâhiyesidir. ( İlahi sıfatlarıdır.)

 

Evreni anlamanın ancak Yaratıcısı ile ilişkilendirilmek suretiyle mümkün olduğunu savunan Nursi, bu ilişkilendirilmenin Yaratıcının İsimleri aracılığı ile yapılması gerektiğini vurgular. İslâm düşünce tarihinde Esma-i İlâhiyeye dayandırılarak evreni anlama çabaları, aslında, Kur'an'ın rehberliğinde düşünme geleneğinin bir ürünüdür.

 

Örneklerini daima herkesin her zaman gözlemleyebileceği varlıklardan seçen Kur'an'a (Örnek olarak Kur'an'ın şu âyetlerine bkz. 80:24-32, 79:27-33; 88:17-20; 30:50; 36:77-81; 16:3-2. ) uyarak Nursi de, risalelerinde basit örneklerle evren-Esma-i İlâhiye ilişkisini okuyucularına göstermek ister.

 

Meselâ, bir çiçeği ele alır ve herkesin bildiği özellikleriyle Yaratıcısının İsimlerini nasıl zikir ettiğini uzun uzun anlatır. Yani, çiçek bir görev yapar. Kendini Yapanın vasıflarını ilân eder. Bilinçli, düşünen insanlar da bu ilânı okuyup anlamakla görevlidir. Yeryüzü de bir çiçek gibidir, o da bir tesbih görevi yapar. Yani, üzerinde ilân ettiği Yapıcısının özelliklerinin, ancak tüm evrenin Yapıcısına lâyık özellikler olduğunu, yani Onun, Yaratıcı tanımına uymayan eksikliklerden uzak olduğunu gösterir.

 

Görünüşte bilinçsiz katı madde gibi görünen her bir mevcudun, canlı ve bilinçli, birbirleriyle bağımlı, iç içe geçmiş tesbih görevleri vardır. Bir ağaç, hem bütün bir ağaç olarak, hem de o ağacın yaprakları, meyveleri, çiçekleri de ayrı ayrı kendi başlarına bir bütünlük içinde Yaratıcılarına tanıklık yaparlar.

 

Her mevcut anlamlı bir cümledir. O mevcudu oluşturan parçaları ise birer kelimedir. İnsanlar konuşurken kurdukları cümlelerin kelimeleri ve harfleri o cümlenin tüm anlamını taşımazlar. Nursi'nin gözlemlerinde, evrenin kullandığı dilde ise durum tamamen farklıdır. Her cümlenin taşıdığı mesajın tümünü, hologramda olduğu gibi, o cümleyi oluşturan her bir kelime de aynen taşımaktadır. Büyüklük ve küçüklük, bütün ya da parça oluş, ilân ettiği mesaj itibariyle, yapmış olduğu tesbih görevi itibariyle, farklı değildir. Bir meyvenin hücresi de ancak Yaratıcısının ilmi, iradesi ve gücü ile hareket ettiğini söyler. Bir ağaç büyürken de aynı ilânı yapar, gökyüzü denizinin oluşturduğu cümlenin kelimeleri olan güneş, yıldızlar ve gezegenler de hareket ederken aynı anlamı insanlara taşırlar.

 

İnsan, varlıkların anlamsız olamayacağını anladığı zaman, onların ifade ettiği anlamları anlamaya başlar. Değilse, büyük veya küçük, bütün veya parça, tek başına veya birleşik olarak hiçbir şey insan için hiçbir anlam ifade etmez. Her şey ya tümüyle anlamlıdır, ya da hiçbir şeyin hiçbir anlamı yoktur. Çünkü evren bütün sözcükleriyle aynı mesajı taşıyan bir cümledir.

 

Varlıkların anlam taşıma görevlerinin büyüklük ve küçüklükleriyle ters orantılı olabilecek bir sanat özelliğine de sahip olduklarına dikkati çeken Nursi, bir insanın en az tüm bir kâinat kadar yaratılış harikası olduğunu söyler. Bir çiçek bir yıldızdan daha az mesaj taşımaz. Bir çekirdek içindeki potansiyel ağaç, yani vücudu takdir edilmiş bir kaderî ağaç, bahçede cismanî vücut verilmiş bir ağaçtan daha vurgulu bir şekilde Yaratıcısının özelliklerini ilân eder. Çıplak gözle görülemeyecek kadar çok küçük bir zerre üzerine partiküllerle yazılmış bir kitap, gökyüzünde yıldızlarla yazılmış bir kitaptan daha harika bir sanat mucizesi olabilir.

 

Nursi, evrenin anlamını anlamada rehber olarak kabul ettiği Kur'an ile evren arasında bir bütünlük kurar ve evreni, "cismânî bir Kur'ân-ı Sübhânî" olarak tanımlar. Kâinat ile Kur'an'ı özdeşleştiren bu ifadenin altında Kur'an ayetleri ile yaratılış ayetlerinin aynı kaynağı ve aynı özellikleri paylaştığı görüşü yatar. Anlam yaprakları bir gül goncası gibi iç içe sarılmış şu kâinat kitabının her sayfası bir kitap, her satırı bir sayfa kadar mana ifade eder. Kur'an ayetleri de, her devirde her insanın her halet-i ruhiyesine karşılık gelecek değişik anlamları içerir.

 

Şimdiye kadar ortaya çıkan bütün fen bilimleri, keşfettikleri kurallarıyla, varlıkların dillerini inceleyerek aslında Yaratıcının özelliklerini çalışa gelmişlerdir. İslam düşüncesinde, yaratıcı ile yaratıklar, yani, Allah ile dünya arasındaki ilişkinin bilgisi, aslında, Allah'ı tanıma bilgisi olarak algılanır. Osman Bakar'ın ifadesiyle, "Bir Müslümanın Allah'ı tanıma çabasının temelli bir bölümünü, İlâhî yaratma fiilinin bir sonucu olan evren hakkındaki bilgisi oluşturur."

(Osman Bakar, Tawhid and Science (Kuala Lumpur: Secretariat for Islamic Philosophy and Science, 1991), 62.

 

Dikkatle incelenince, varlıkların taşıdıkları özelliklerin, Yaratıcılarının Esma ve Sıfatlarının yansımaları olduğu ortaya çıkar. Yaratıkları incelemek, Nursi'ye göre, İlâhi yaratma fiilini ve bu fiilin eserlerini Esma-i İlâhiye dürbünleriyle incelemek anlamında olmalıdır. Bu isimlerin müsemmasına, bu sıfatların sahibi olan Zat'a ancak bu yolla ulaşılabilir. Vahyin getirdiği haberlerin ışığı altında Kâinatı incelemek ve kâinatın şahitliği altında vahyi tasdik etmek demek olan Kur'an-kâinat denkliği böylece kurulmuş olur.

 

Eğer bu denklik bozulursa, Yaratıcının kudretinin ve ilminin birer yansıması olan ve varlıkları bir düzen altına alan İlâhî yaratma fiilinin kanunları, bağımsız yaratıcı bir kudret sahibi gibi görülmek zorunda kalınır. Yaratıcının sonsuz özelliklerine şahitlik yaptığı için 'alem-i şehadet' diye anılan şu evrenin parçalarını bir düzene koyan "şeriat-ı fıtriye-i kübra-yı İlâhiyenin cilveleri" [Allah'ın yaratmasının evrensel kurallarının görüntüleri]ne, 'doğallık' izafe etmek gibi bir yanlışlık ortaya çıkar.

 

Nursi, Yaratıcının evrensel kurallarının iki türlü olduğunu söyler.

 

Biri, Allah'ın kelâm sıfatının tecellisi olan, âlem-i asgar diye nitelendirilen insanların davranışlarını düzenleyen ve insana uyması tavsiye edilen kurallardır.

 

Diğeri, Allah'ın irade sıfatının tecellisi olan, makro insan diye nitelendirilen evreni (insan-ı ekber olan âlemi) düzenleyen ve evamir-i tekviniye, sünnetullah, kavanin-i âdetullah, yani yaratılış kanunları adıyla anılan kurallardır.

 

Bunlar, itibarîdirler, yani var sayılırlar ve gözlemlenmeden apriori (zihinsel) olarak bilinemezler. İnsanlar ancak yaratılış gerçekleştikten sonra, yaratıcının yaratma biçiminden ampirik gözlemlerine dayanarak aposteriori kurallar çıkarabilirler. Yaratılış kuralları bilgi cinsindendir, varlık âleminde vücutları yoktur. Dolayısıyla, kudreti gerektiren yaratma fiili bunlara izafe edilemez. Bu kuralların, Yaratıcının kudret sıfatının özelliği olan tesir ve icada, yani yaratmaya kabiliyetleri olduğu hiçbir surette ne ispat edilebilir (provable), ne de doğrulanabilir (verifiable). Bu yaratılış kurallarına tabiat (nature) adını takmak tamamen yanlıştır.

 

İslam geleneğinde, Allah'ın kanunlarının hem insan hayatında hem de âlemin yaratılışında aynen hakimiyetini sürdürdüğünü düşünmek oldukça yaygındır. Bu ikisi arasındaki fark, Allah'ın iki ayrı sıfatının tecellisinden kaynaklanır. Bir şeyin varlığı ancak Allah irade ederse mümkün olur; kendisi için irade edilen var oluş kuralına zorunlu olarak teslim olur. "Her bir varlığın var oluş kuralını bilmek, o varlığın İlâhi iradeye teslim oluş şeklini bilmek demektir.”( Bakar, Tawhid and Science, 71.)

 

Bir teslimiyet dini olan İslamiyette bilimsel çalışmaların amacı da, varlıkların Allah'ın iradesine teslim oluşlarının kurallarını bulmak ve bu kurallar ağının dokumasıyla kendilerini gösteren İlâhî isimleri insanlara tanıtmak olmalıdır.

 

Kur'an ile gönderilen anlatıma dayalı, yani sözlü kuralların, kâinatta görünen yaratılış kuralları ile iç içeliğini 'ayet' kelimesi güzel bir şekilde ifade eder. Kur'an'da ayet sözcüğü, hem Kur'an'ın cümleleri için ve hem de varlıkların her biri için kullanılır.(Örnek olarak şu ayetlere bakılabilir: 30:20-25; 45:3-13.)

 

Bu durum, İslam dininde Kur'an gibi kâinatın da bir İlâhî vahiy olarak algılandığını gösterir. Gazali, kâinattaki her varlığın daha üst âlemde bulunan bir şeyin ayeti, sembolü olduğunu söyler.

 

Evren bir ayet olarak algılanırken dikkat edilmesi gereken nokta, bu kelimenin imaj, kopya veya suret anlamına gelmediğidir. Ayet, kendinden başka bir şeye işaret eder ve işaret ettiği şeyin herhangi bir özelliğini kendinde bulunduramaz. Gadamer, "... gösterge (sign), kendi içeriğinde olan bir şeye işaret etmez. Hatta, işaret ettiği şeyin içeriğinin bir benzerini dahi kendisinde bulundurması gerekmez." (Gadamer, Truth and Method, 373) der.

 

Demek ki, evrenin kendi Yaratıcısına bir ayet olduğunu söylemek, onun Yaratıcısına ait bir özelliği içermediğini belirtmek anlamına gelir. Evren, yalnızca, bilinçli bir gözlemleyici olan insanın kavrayabileceği dilde Yaratıcısını ilân eden ayetler bütünüdür. Nasıl ki, Kur'an, insan aklının kavrayabileceği düzeyde Yaratıcısının konuşmasıdır, yani tenezzülât-ı İlâhiyedir. Kâinat da, insan aklının kendi kapasitesince anlayabileceği düzeyde insana konuşan İlâhî kudret ve irade dilinin bir konuşmasıdır. O da bir tenezzülât-ı İlâhiyedir.

 

Bu kısmında ulaşılan sonuçlar, Kur'an ile kâinat arasında ilişki kurmanın aşamalarındaki farklılığı belirtecek bir karşılaştırma yaparak özetlenecek Sevgili arkadaşlar..

 

Evreni yaratılmış olarak algılayanlar, evren ile kutsal metin arasında bir ilişki görürler. Çünkü her ikisi de Yaratıcıdan gelmektedir ve dolayısıyla vahiydir. Bu sonuç, Risale-i Nur'da benimsenmekle birlikte, onun farklılığı, bu iki vahiy türünü birbirleriyle ilişkilendirme biçimindedir.

 

Bu ilişkilendirme biçimini üç aşamada değerlendirirsek, Risale-i Nur, üçüncü aşamayı temsil eder.

 

 

Birinci aşama

 

 

Kur'an: Kitap

Kâinat: Kitap

Her ikisi de Allah'ın vahyidir. Aralarında birbirlerinin anlaşılmasına yardımcı olan bir ilişki görülmez.

- Kur'an kitabı Allah'ın Kelâm sıfatından, kâinat kitabı da Allah'ın İrade sıfatından gelir.

- Kur'an, tarihsel bir kutsal metin olarak algılanır.

- Kur'an'dan dinî ilimler, kâinattan fen bilimleri çıkarılır. Her iki bilimin de oluşumunda kullanılan metodlar birbirlerini etkilemezler.

 

İkinci aşama

 

Kur'an: Kelâm-ı İlâhî

Kâinat: Kitap

Her ikisi de Allah'ın vahyidir. Aralarında bir ilişki görülür ve bu ilişki tek yönlüdür: Kâinatın tanımı, Kur'an'dan alınan habere göre yapılır.

- Madem Kur'an her şeyin Yaratıcısının Allah olduğunu söyledi. Öyleyse, kâinatın Yaratıcısının Allah olması gerektiği sonucuna ulaşılır.

- Kur'an, Allah'ın İlm-i Ezelîsinden gelir ve fakat belli bir tarih dilimindeki konuşmasıdır.

- Metodolojisinde, Allah'ın kitabı olan Kâinat, Kur'an ile gelen haberin doğruluğunu tasdik için şahit olarak kullanılmaz.

- Dini ilimlerin oluşumunda kâinattan yararlanılmadığı gibi, kâinattan çıkarılan fen bilimlerinin oluşumunda da Kur'an'dan yararlanılmaz.

 

 

Üçüncü aşama (Risale-i Nur'un bulunduğu aşama)

 

 

Kur'an: Tekellüm-ü İlâhi

Kâinat: Konuşan kitap

Her ikisi de Allah'ın vahyidir. Aralarında karşılıklı ve sürekli ilişki vardır. Kur'an, kâinatı tefsir eder; kâinat, Kur'an'ın davasına bürhandır (Delildir.)

- Kâinat, Kur'an'ın rehberliğinde okunur. Kur'an'ın davasına da kâinat şahitlik eder.

- Kur'an Allah'ın İlm-i Ezelîsinden gelir ve her zaman "taze nazil oluyor" gibi okunur.

- Kur'an, Allah'ı İsimleriyle bildirir. Kâinat da bu gaybî haberin doğruluğuna, kendisini Yaratanın İsimlerini ilân ederek şahitlik yapar. Böylece, marifetullaha ulaşmak için bir metodoloji çıkar.

- Dini ilimler ile fen bilimleri birbirleriyle öyle kaynaşırlar ki, aralarında alan farkı kalkar; din ilimleri ve fen bilimleri ayırımı anlamsızlaşır.

 

Devam edecek inşAllah..

 

 

Buyrunuz efendim..

 

Saygılarımla

 

Terapi

Gönderi tarihi:

Kainattaki Her şey anlamlıdır konumuza devam…İnananlar olarak Anlatacak çok şeyimiz var..

“Bölüm 3”

Dikkatle okumaya devam edelim lütfen

 

“KONUŞMANIN HARFLERİ: ATOMİZM”

 

"Bir noktayı yerinde icad etmek için, bütün kâinatı icad edecek bir kudret-i gayr-i mütenahi lâzımdır" (Bir noktayı yerinde icat etmek için, bütün kainatı icad edecek bir sonsuz, nihayetsiz, bitmez kudret gereklidir.) Said Nursi.

 

İnsanoğlu kapasitesi elverdiği kadarıyla kâinatı anlama çabasını her zaman gösterdi. Kâinatı anlamak, onun en küçük birimi olan zerreyi doğru anlamakla başlar. İslâm toplumunda, Democritus'tan başlayan ve Aristocularla devam eden atom anlayışına karşı çıkış, hicri 2. asırda (miladi 7. asırda) yaşayan Dirâr b. ’Amar'dan gelir. Dirar b. ’Amar, zerrenin, cevher ve araz (essence and accidents) denilen iki farklı parçadan oluştuğunu savunan anlayışı reddeder. Ona göre cisim, yalnızca arazların kümeleşerek bir bütün teşkil etmiş halidir. Zerre, var edildiği andaki arazların hepsinin bütünüdür.

 

İslâm düşünce tarihinde Sunnî Kelâmın esasını oluşturan Eş'arı (ölümü hicri 303) atomculuğunun özü bu anlayışta yatar. Daha sonraları Ebu Bekir Bakıllani (ölümü hicri 403), İmam Gazali (ölümü hicri 505), Fahreddin Razi (ölümü hicri 606) gibi zatlar bu görüşü desteklemişlerdir.

 

Eş'ari atomculuğunun Batı dünyasındaki ismi Occasionalism'dir. Buna göre, her şey veya her olay, özünde fanidir. Dünya, zaman ve mekan itibariyle birbirini zorunlu kılmayan, her birine kendine has muayyen (özel), somut şahsiyet verilmiş varlıkların bulunduğu bir yerdir. İlâhî iradenin dışında varlıklar hiçbir surette kendiliklerinden birbirleriyle bağlı değildirler. Birbirlerini etkilemedikleri gibi, bir anda var olan zerrenin, ikinci ana geçişteki zerre ile de zorunlu ve kendiliğinden bir ilişkisi yoktur. Birbirine bağlı gibi görünen A ile B, birbirleriyle bağlı olmak onların tabiatında olduğundan değil, Allah onların böyle görünmelerini irade ettiğindendir. Kâinatta gözlemlenen her sonucun sebebi, doğrudan doğruya Allah'tır. Bu açıklamaların sonucu olarak, Occasionalism'in, felsefecilerin ve pozitivist bilimcilerin anladığı manadaki sebep-sonuç ilişkisini reddettiğini söylemek mümkündür.

 

Eş'ari atomculuğu, Allah'ın kudretinin mutlak oluşunu tam anlamıyla tasdik etmek ve bir şeyin yalnızca varlık alemine gelmesinde değil, aynı zamanda, o şeyin bir andan diğer ana geçişte varlığını sürdürmesinde de Allah'ın doğrudan müdahalesinin bulunduğunu vurgular. Yani, bir atom, varlığını, yaratıldığı bir andan ikinci bir ana bizzat kendisi taşımaz. Bakillâni'nin ifadesiyle, "Varlığını ikinci bir ana taşıyor gibi görünen bir atom, ikinci ana geçmeden bu alemden fena alemine (yok olma alemine) gider, ikinci anda artık ikinci bir atom yaratılmıştır." Bu ifadeden şu sonuç çıkar: Allah bir atomu yarattığı zaman, onun hem cevherini ve hem de arazını aynı anda yaratır.

 

Eş'ariler bir anda var olan atomun, bir sonraki anda var olan atom ile, onun varlığını zorunlu kılan bir ilişkinin olmadığını söyleyerek, eşya arasında hiçbir yatay ilişkinin bulunmadığını savunurlar. Bu anlayış, Aristocu sebep-sonuç ilişkisi kavramını red demektir. Her şeyin veya her olayın yegâne sebebi olarak tanımladıkları Allah anlayışı,kendileri de yaratılmış olan ikincil sebeplerin etkenliklerini tamamen reddeder.

 

Fani, yaratılmış hiçbir şey, bir başka şeyin varlığına hiçbir surette sebep olamaz.

 

Eşyanın tabiatında bir şeyi var etmeye yeterli sebep olacak güç ve özellik yoktur.

 

Eşyanın ne özünde ve ne de arazlarında kendine ait bir özelliğin varlığını kabul etmeyen Eş'arilerin görüşünde, 'tabiat kanunları' nesnel bir gerçekliğe sahip değildir. Onlara göre, 'tabiat kanunları' denen şeyler, Allah'ın iradesiyle belirlenmiş, tamamen zihnî kavramlardır; haricî vücutları yoktur. Eşyanın varlık âlemine geliş biçimine bakılınca, değişmez 'kanun' gibi görülen durum, yalnızca Allah'ın yaratma tarzıdır. Eşyanın sabit, değişmez bir tarzda var edilişi, Yaratıcının ilminin, kudretinin, hikmetinin, düzenli yaratma iradesinin sonsuzluğunu gösterir. (Eş'ari Atomculuğu konusunda daha geniş bilgi için, Majid Fakhry'nin A History of Muslim Philosophy ve Islamic Occasionalism London: Allen and Unwin, 1958 adlı eserlerine ve Bakar, Tawhid and Science, 80-100 sayfalarına bkz.)

 

Buraya kadar Eş'arilerin, gözlemlenebilen Kâinatın en küçük birimi olarak kabul edilen zerreyi nasıl anladıklarını ana hatlarıyla sunmaya çalıştık. Şimdi ise, Said Nursi'nin konu hakkındaki görüşlerini özetlemeye gayret edelim.

 

Nursi de, sebep ile sonuç arasında yatay bir ilişkinin olmadığını vurgulayan Eş'ari anlayışına katılır. Risale-i Nurlar’da sonuçların var olmalarında, sebeplerin etkili olduğu (causation) görüşü tereddütsüz reddedilmekle birlikte, her sonucun bir sebep ile beraber yaratılışının (causality) Yaratıcıyı tanıma ve tanıtmada önemli bir vesile olarak kullanıldığı görülür. Nursi, bu noktada Eş'arilerden önemli bir metodolojik farklılık sergiler. Her sonucun bir faili vardır. Eğer yaratık varsa, mutlaka Yaratıcısı olmalıdır. Fakat, esas problem, bu Yaratıcının nasıl tanımlanacağındadır.

 

Nursi, eserlerinin birçok yerinde, sebep gibi görülen yaratıkların, sonuçları etkileyecek hiçbir özelliğe sahip olmadıkları gerçeğini dile getirir. Her sonucun mutlaka bir faili vardır ve bu fail, ancak sonuçta görülen tüm özellikleri verebilecek kapasiteye sahip bir Fail olabilir. Nursi, Faili tanımak için sonuçtaki özelliklere bakmak gerektiğini Kur'an'ın bir usulü olarak algılar. Sonuçlara verilen özelliklerden Failin mutlak vasıflarını (Esma-i İlâhiyeyi) tanımanın, ancak, yaratık âleminde sebep-sonuç ilişkisine (causality) dikkat etmekle mümkün olabileceğini savunur.

 

Sebeplerle sonuçların beraber bulunması bir iktiran (birarada bulunma) dır, illet (Yaratıcı sebep) zannedilmemelidir.

 

Fail, "müsebbebi [sonucu] sebep ile beraber halk ederek, cilve-i esmasını ve hikmetini göstermek için, bir tertip ve tanzim ile zâhirî bir sebebiyet, bir mukarenek [yanyanalık]" vermiştir.

Çünkü, her sonuç, tüm evren ile tam ahenk içinde olacak şekilde vücut bulur. Sonuçta gözlemlenen bu özellikleri verebilmek için, bütün evreni kapsayan bir ilim, kudret, irade... sahibi olmak gerekir.

Bu dünyada sebep görevini yapan eşyanın kendileri de yaratılmaktadırlar. Sonuçları yaptıklarını iddia edecekleri ne bir ilme, ne bir kudrete ve ne de bir iradeye sahiptirler.

 

<<<< Kuran, 16:20; Allah’tan başka yakardıkları hiçbir şeyi yaratamazlar. Üstelik onlar yaratılıp durmaktadırlar. >>>>>>

 

<<<<Kuran, 7:194-195; Allah’tan başka taptıklarınız sizler gibi kullardır. Eğer doğru iseniz, hemen onları çağırın da size yardım etsinler. Onların yürüyecek ayakları var mı? Yada tutacakları ellerimi var? Yoksa işitecek kulaklarımı var? De Ki: Ortak koştuklarınızı çağırın, sonra biz düzen( tuzak) kurunda bana göz açtırtmayın……>>>>>

 

"Demek, esbab-ı zâhiriye (görünen sebepler) hiçtir. Yalnız bir Kadîr-i Zülcelâl onları halk edip hikmetiyle esbaba bağlayarak gönderdiğini gösteriyor."

 

Sebep ile sonuç arasındaki ilişkinin, veya bir anda var edilen atom ile ikinci bir anda varlık âleminde görünen atom arasındaki ilişkinin sorumlusu, doğrudan doğruya her şeye gücü yeten Faildir (Allah’tır). Nursi'nin ifadesiyle, "Kadir-i Külli Şey, esbabı halk etmiş (sebepleri yaratmış), musebbatı [sonuçları] da halk ediyor. Hikmetiyle, müsebbebâtı esbaba (sonuçları sebeplere) bağlıyor. Kâinatın harekâtının tanzimine dair kavânîn-i adetullahtan (Allah’ın kanunlarından) ibaret olan... tabiat-ı eşyayı iradesiyle tayin etmiştir. Ve o tabiatın vücud-u haricîye mazhar olan veçhini [yaratık âlemindeki görünümünü] kudretiyle icad etmiş ve eşyayı o tabiat üzerinde halk etmiş, birbirine mezc etmiş"tir. (katmıştır.)

 

'Tabiat kanunları' tanımında da Nursi, Eş'ari geleneğini sürdürür. Naturalistlerin 'tabiat' dedikleri şey, mevhumdur (Aslı olmayıp evham mahsulüdür), itibaridir, nesnel dünyada vücudu yoktur.

 

Nursi, 'tabiat' denen şeyin ancak bir sanat olabileceğini, sani' (Sanatkar) olamayacağını; bir nakış (süs) olabileceğini, nakkaş (Süsleme san'atkârı) olamayacağını; bir nizam olabileceğini, nâzım olamayacağını; yaratılıştan çıkarılan hükümler olabileceğini, hâkim olamayacağını; Yaratıcının yaratmadaki düsturları olabileceğini, fail ve yaratıcı olamayacağını; bir kanun dense bile, yaratıcı bir kudret olamayacağını söyler.

 

Ona göre, 'tabiat kanunları' değil de, yaratıcının evreni bir bütün halinde yaratmasında gözlemlenen manevî ve yanlız vücud-u ilmisi bulunan ahkâmlar ve düsturlar vardır. Bu ahkâmlar, yaratıcının mutlak, yani sınırsız ve değişmez olan isimlerinin bir kanun şeklinde evrende tezahür etmesidir.

 

Meselâ, Yaratıcının her zaman ve her yerde kasıtlı, düzenli, hikmetli, rahmetli, bilerek yaratması, evrende, irade, nizam, hikmet, rahmet, ilim kanunları olarak gözlemlenir. Bu kanunlar da, Yaratıcının her zaman ve her yerde mutlak Mürid, Nâzım, Hakîm, Rahîm, Alîm olduğuna işaret ederler.

 

Nursi, zerre ve hareketi konusunda da Eş'ari çizgiyi takip eder. Bir zerrenin bir anda bulunduğu konumunu, bizzat kendisi kendinden kaynaklanan bir özelliğine dayanarak belirleyemeyeceğini savunur. Zerre, sonsuz imkânat içinde herhangi bir pozisyonda bulunması mümkün iken, birden bire en anlamlı, en uyumlu, tüm evrenin yaratılışının amacına en uygun konumu takip ederek, belirli bir özelliğe bürünüp, o konuma mahsus bir keyfiyeti takınıp, düşünen insanları bile hayretler içerisinde bırakacak hikmetli bir sonuç sergileyecek bir pozisyona girer.

 

Nursi, bu durumun, mutlaka bütün evreni yaratacak kudrette bir Yaratıcının olmazsa olmaz varlığına tanıklık ettiğini söyler. Her bir zerre, evrende geçerli olan umumî dengeyi korur. Diğer tüm zerrelerle olan her bir ilişkisinde ayrı bir görevi ifa eder. Aklı ve iradesi olmayan bu zerrenin, evrenin tüm zerreleriyle bilinçli bir ilişki ağının içerisinde bulunması, ancak Yaratıcısının kast ve hikmetini gösterir, Onun birliğinin delillerini sergiler. Böylece, yaratıcısına bir bürhan (delil) olur. O halde, der Nursi,

 

"Allah'a giden yollar, yaratıklarının nefesleri (her bir andaki hareketleri) adedincedir."

 

Zaman içerisinde zerrelerde gözlemlenen sürekli değişikliklerin, materyalist ve natüralistlerin vehmettikleri gibi tesadüfen, anlamsızca, kasıtsızca,kendi kendine oluşan bir hareket olamayacaklarını savunan Nursi, onların, ezelî Yaratıcının şu Kâinat kitabındaki yaratılış cümleciklerini yazarken kudret kaleminin titreşimlerini ve akışını temsil ettiklerini söyler. Çünkü bütün mevcudat gibi zerreler ve her bir zerre, her bir anındaki hareketinde 'Bismillah' der, yaratıcısının isimlerini, özelliklerini yansıtır, dile getirir.

 

Nursi, zerrenin hareketini şöyle tanımlar: "âlem-i gaybdan (gayb aleminden) âlem-i şehadete (şahitlik ettiğimiz aleme) ve ilimden kudrete geçmelerinde olan bir ihtizazdır, bir harekâttır."

 

Zamanı ise, Allah'ın ilminin şu mümkün âlemdeki "mevt (ölüm) ve hayata, vücut ve fenâya daima mazhar olan eşyada mütebeddil (değişen) bir defteri ve yazar bozar bir tahtası" olarak tanımlar.

 

Nursi'ye göre, her bir zaman dilimi bir modeldir; her bir mekân da bir modeldir.

 

Yaratıcısı, zaman içerisinde, "taze taze birer kâinatı zeminde kuruyor, birer yeni dünyayı icad ediyor, birer âlemi alıp da diğer muntazam bir âlemi getiriyor:" Nursi, zaman içerisinde yenilenen dünyanın, insanların rahatlıkla gözlemleyebilecekleri bir dilimini örnek olarak alır. Meselâ, bir bahar mevsimindeki kudret mucizeleri, rahmet hediyeleri diye adlandırdığı meyveler, sebzeler, çiçekler hikmetli birer kitap gibi her mevsim yeniden yazılır. Her mevsimde, rahmet mutfağı taze olarak kurulur.

 

Nursi, bu gibi örneklerle, "mücedded" (daima yenilenen) yaratıklara nasıl her mevsim, benzer fakat değişik sanatlı elbiseler giydirildiğine dikkati çekerek zaman ve mekânın "emir" ile "yeniden, yoktan, hiçten yapılıp" vazife yapmak üzere gönderildiğini anlatır.

 

<<<<((((( Dipnot: Risale-i Nur'da zerrelerin hiçten icad edilmeleri, sebeplerin yaratmada tesirsiz olduğunu göstermek için konu edinilir. Yoksa, "Bütün eşya bir tek zâta isnad edildiği takdirde icad etmek, 'adem-i mutlaktan çıkarmak' mânâsına gelmez." der, Nursi. Eğer evren tek bir Yaratıcının eseri değilse, sebeplerin etkisiyle tesadüfen oluştuğu ve yoktan yaratılmadığı savunulmak zorunda kalınır. Nursi'nin kendi ifadesiyle, "hiçbir zerreyi, bir maddeyi hiçten, yoktan icad edemediklerinden ve güvendikleri esbab ve tabiatın ellerinde hiçten icad gelmediği cihetle, ahmaklıklarından diyorlar:

 

Bir Yaratıcı olmaksızın 'Yoktan var olmaz, var da yok olmaz'."

 

Bizim gözlemlediğimiz dünyada, "Yalnız, harekat-ı zerrat (zerre hareketi) ile, tesadüf rüzgârlarıyla bir terkip ve tahlil ve dağılmak ve toplanmak suretinde bir vaziyet-i itibariye tahayyül (hayal) ediyorlar."

 

Halbuki, "Kadir-i mutlakın iki tarzda, hem ibdâ' (numunesiz yapma), hem inşa (vücuda getirme) suretinde icadı var. Varı yok etmek ve yoğu var etmek en kolay, en suhuletli (basitçe), belki daimî, umumî (genel) bir kanunudur."

 

Evrenin bir Yaratıcısı olduğunu kabul etmeyen ve bu "Âlemde adem-i mutlak (mutlak yok olmak) yoktur. Ancak terekküp (karışmak,birleşmek) ve inhilâl (çözülüp ayrılma) vardır" diyen materyalist bilimin anlayışını eleştiren Nursi, "Âlemde Cenab-ı Hakkın sun'uyla (yapmasıyla) terkip (karıştırma) vardır. Allah'ın izniyle tahlil vardır. Allah'ın emriyle icad (yapma) ve idam (yok etme) vardır." diyerek bu alemdeki yaratılışta sebepler zincirinin determinist yorumuna itiraz eder.

 

Mutlak kudret sahibi Yaratıcının 'yoktan var eden ve var olanı da yok eden' bu daimî ve umumî kanunun işleyişini şu şekilde özetler: "Eğer bütün eşya tek bir zata isnad edilse, kâinatı hiç yoktan icad etmek bir hurma fidanını icad etmek kadar, bir hurma fidanını da bir meyve kadar kolay olur." Çünkü, "Eğer eşya Ferd-i Vahide (Eşi ve Benzeri olmayan Allah’a) verilse, bir kibrit çakar gibi, eserleriyle azameti anlaşılan o nihayetsiz kudretiyle, hiçten icad eder. Ve ihatalı, nihayetsiz ilmiyle, her şeye mânevî bir kalıp hükmünde bir miktar tayin eder. Ve o âyine-i ilmindeki her şeyin suretine ve plânına göre, kolayca, her bir şeyin zerreleri o kalıb-ı ilmî içine yerleşir, muntazaman vaziyetlerini muhafaza ederler."

 

 

Eşyayı yoktan, hiçten yaratmasının, Zât-ı İlâhî açısından değil, sonuçların sebeplere bağlanarak yaratılan şu bizim gözlemlediğimiz dünya açısından geçerli olduğunu anlamaktayız.

 

Nursi, Yaratıcı için ademin, yani yokluğun söz konusu olamayacağını şöyle ifade eder:

 

"Fenâ-yı mutlak ise, hakikat değildir. Çünkü, Zât-ı Akdes-i İlâhî madem sermedî ve daimîdir; elbette sıfâtı ve esmâsı dahi sermedi ve daimîdirler... Cenâb-ı Hak öyle bir Kadir-i Mutlaktır ki, adem ve vücut, kudretine ve iradesine nisbeten iki menzil gibi, gayet kolay bir surette oraya gönderir ve getirir... Hem adem-i mutlak (mutlak yokluk) zaten yoktur. Çünkü bir ilm-i muhît (her şeyi kuşatan ilim) var. Madem daire-i ilm-i İlâhînin (Allah’ın ilim dairesinin) harici (dışı, hakim olmadığı yer) yok ki, bir şey ona atılsın. Daire-i ilim içinde bulunan adem (yokluk) ise, adem-i haricîdir ve vücud-u ilmîye perde olmuş bir ünvandır."

Zerrelerin kendilerine bakan yönüyle bir hiç, Yaratıcılarına bakan yönüyle ise sabit bir hakikatı olduğunu, Nursi şöyle özetler: "her şey, mânâ-yı ismiyle (kendini anlatan şekliyle) ve kendine bakan vehicte (yönüyle) hiçtir ; kendi zatında müstakil ve bizatihi sabit bir vücudu yok. Ve yalnız kendi başıyla kaim (Baki) bir hakikati yok. Fakat Cenab-ı Hakka bakan vecihte ise, yani mânâ-yı harfiyle (Yaratıcısını anlatan şekliyle) olsa hiç (kıymetsiz) değil. Çünkü onda cilvesi görünen esmâ-i bâkiye var. Mâdum değil; çünkü sermedî (sonsuz) bir vücudun gölgesini taşıyor. Hakikatı vardır, sabittir, hem yüksektir. Çünkü mazhar olduğu bâki bir ismin sabit bir nevi gölgesidir." ))))>>>>>>>>> Dipnot bitti. Konuya devam edelim..:

 

Bu anlatımlarda Nursi'nin hedefi, zerrenin hem zaman ve hem de mekân boyutunda doğrudan doğruya Yaratıcısını tanıtma görevi yaptığını belirtmektir.

 

Zaman içinde hareket eden zerrelerdeki değişmeleri, Nursi, tek bir kalemden çıkan bir mektubun yazılışı esnasındaki hareketlere benzetir. Bu durum Yaratıcının Tekliğine işaret eder. Mekân boyutundaki değişiklikleri de dâima tazelenen aynalara benzetir. Bu aynalar, Yaratıcının isimlerinin ayrı ayrı vasıfları olduğunu ve sonsuz değişik düzeylerde tecelli

ettiklerini gösterir.

 

Nursi, eserlerinde, zerrenin hareketini daima parça-bütün içinde değerlendirir. Bir zerre tek başına değil, ilişkili olduğu bütün içinde anlamlandırılmalıdır. Kâinattaki düzen o kadar iç içedir ki, "Kâinatı halk edemeyen, bir zerreyi halk edemez. Bir zerreyi tam yerinde halk edip muntazam vazifeleriyle çalıştıran, yanlız kâinatı halk eden Zat olabilir." sonucuna ancak parça-bütün ilişkisi göz önünde bulundurularak ulaşılır.

 

 

Aynı ilişkiyi kurarak, bir zerrenin hemen mukarinindeki (bitişiğindeki), sebep gibi görünenlerin, o zerrenin

Yaratıcısı olamayacakları kolaylıkla anlaşılabilir.

 

İslâmî düşünce geleneğinde gerek Kur'an'ın anlaşılmasında ve gerekse insanın anlaşılmasında bu bütüncül yaklaşıma sıkça rastlanır. Tefsir biliminde, Kur'an'ın bir ayeti, Kur'an'ın tümü dikkate alınarak anlaşılmalıdır. (Yukardan da anlaşılabileceği gibi Birçok arkadaşın tek bir ayeti, ayetlerin tam olarak karşılığı olmayan meallerden alarak yorumlamaları Tefsir bilimine tamamen zıttır. Ve hatalı bir yaklaşımdır. Hatalı yaklaşımlardan elde edilen sonuçlarında ne kadar tutarlı olacağı aşikardır..!!!!) Çok ama çok önemli

 

İnsanı anlama çabasında da, her bir insanın 'küçük bir kâinat' olduğu, onun tüm kâinat ile iç içeliği sürekli vurgulanır. Nursi, bunlara ilâveten, kâinatın bütününden ayrı olarak ele alınamaz olan bir zerrenin dahi bu bütün içerisinde değerlendirildiğinde anlaşılabilir olduğunu savunur.

 

Schleiermacher, anlamanın vazgeçilmez bir şartı olarak, "Bir parçanın anlamı ancak onun bulunduğu bağlamdan (context), yani parçası olduğu bütünden çıkarılır." (Nakleden, Gadamer, Truth and Method, 167.) derken aynı noktaya parmak basar.

 

Parçadan bütüne geçme ve bütünün içinde parçayı anlama ve anlatma çabası, Risale-i nur'da yaygın olarak bulunur. Allah'ın birliğini anlatırken, kendine has bir anlam yüklediği 'ehadiyet (bütün varlıklarda tek tek görülen birlik mührü)' ve 'vahidiyet (genelde görülen birlik mührü)' kelimelerini, 'ehadiyetten vahidiyete geçiş' ve 'vahidiyet içinde ehadiyeti görme' gibi ifadelerle birbirlerine geçişli olarak kullanılır. Okuyucuların dikkatini çekmek için kullanılan örneklemelerde de bu geçişler tekrarlanır. Bu iç içelikte varılan sonuç:

 

“Bir göze yerleştirilen atomun, ancak evrenin tümünün Yaratıcısının eseri olabileceğidir.” Örnek olarak şu alıntıyı yapabiliriz: "Şu kitabın bir noktası olan hurdebini bir huveynat [mikroskopik bir bakteri] ki, çok defa büyütüldükten sonra görünür. Dikkat et: Nasıl mu'ciznûmâ , hayret-fezâ bir misâl-i musağğar-ı kâinattır! [bu Mucize , hiçbir sebebin yaratamayacağı, insanları hayrette bırakacak, evrenin küçültülmüş bir örneğidir]... Onu yazan, bütün kâinatı da o yazmıştır:"

 

"Parçadan bütüne ve bütünden parçaya sürekli dönüşler yapılmalıdır. Bu dairesel dönüşüm anlamanın vazgeçilmez bir özelliğidir." (Nakleden, Gadamer, Truth and Method, 167.) derken Schleiermacher, metinlerin anlaşılmasında parça-bütün ilişkisinin ihmal edilemezliğini dile getirir.

 

Yalnız şurası unutulmamalıdır ki, insanların sınırlı kapasiteleri ile kullandıkları cümlelerde ve yaptıkları işlerde bu parça-bütün arasındaki geçişli dairesel döngü evrensel anlamda kullanılmaz; yalnızca kısmen geçerlidir.

 

Devam edeceğiz inşAllah..Katkılarınızı bekliyoruz.. “Bölüm 4”’te görüşmek üzere

 

Saygılarımla

Terapi

Gönderi tarihi:

Madde uzay zaman demek deyilmi, evren manyatik elektiriksel titremeden madde oluşturmuyormu bu saniye bile devam ediyor, bütün cisimlerin hücrelerini manyatik titreşim ve ısı tutmuyormu bizde dahil eee nerde neyi arıyacağız. Bu evren bir hücre gibidir yaratıcısı tarafından enerjiyle besleniyor aradaki irtibat koparsa hani kolumuzda falan siyah nokta olurya onun gibi ölü hücreler katogorisine gireriz. Bu nedenle dünyadaki allahla evreni yaratan allahı karıştırmıyalım.

Gönderi tarihi:

Kaldığımızdan yerden devam edelim. “Bölüm 4”

 

KÂİNAT KONUŞUYOR

 

"Yedi gökle yer ve onların içindekiler Onu tesbih eder. Hiçbir şey yoktur ki, Onu övüp Onu tesbih etmesin." Kur'an, İsrâ Suresi (117): 44

 

İrili ufaklı yüz otuz üç risaleden oluşan Risale-i Nur Külliyatında en fazla referans verilen âyet, yukarıda baş kısmının Türkçe anlamı verilen İsra Suresi'nin 44. âyetidir. Her şeyin her an tesbih ettiğini Nursi, çok basit anlatımlarla okuyucusunun dikkatine sunar:

 

"Gel, şimdi bir ağaca dikkatle bak. İşte, bahar mevsiminde yaprakların muntazaman (devamlı ve sürekli olarak) çıkması, çiçeklerin mevzunen (ölçülü olarak) açılması, meyvelerin hikmetle, rahmetle büyümesi ve dalların ellerinde, masum çocuklar gibi, nesimin (hafif ve latif bir tarzda rüzgarların) esmesiyle oynaması içindeki lâtif ağzını gör... Şimdi kuşlara bak. Onların söyleşmeleri ve cıvıldaşmaları bir Sâni-i Hakîmin intak (nutka gelmesi) ve söyletmesi olduğuna delil-i kat'î (kati delil)ise, hayret verir bir tarzda birbirine o seslerle müdavele-i hissiyat (hislerle alışverişinde bulunmaları) ve ifade-i maksat (birbirlerine gayelerini ifade) etmeleridir."

 

Bu örnekleri, "Dinle de yıldızları, şu hutbe-i şirinine (şirin tatlı sözlerine)... Hep beraber nutka gelmiş... vahdete(birliğe)... kudrete şahitleriz biz." gibi, şiirselleştirilmiş ifadelerle de zenginleştirmek mümkündür.

İnsanın günlük hayatında iç içe yaşadığı taşların, madenlerin, rüzgârların, ırmakların, denizlerin, çiçeklerin, meyvelerin, sebzelerin, ayın, güneşin güzelliklerinden, faydalarından, insan için menfaatli özelliklerinden, yağmurun şapırtılarının anlamsız olamayacağına o kadar sıklıkla referans verilir ki, nerdeyse Risale-i Nur'un yarısı şu dünyadaki varlıkların anlamlı, faydalı, maksatlı yaratılmış olduklarından bahseder denilse, mübalağa edilmiş olmaz.

 

Hatta Nursi, evrenin o derece anlamlı, sanatlı ve faydalı amaçlar güdülerek yaratılmış olduğuna dikkati çekerek, “insan aklının evrendeki bu anlamlı düzeni çalışarak oluşturduğu fen bilimleri kütüphanesini, bu evren kitabından aldığını ve ona göre yazdığını söyler.”

 

Risale-i Nur'da İslâm, dinin temel inanç esaslarının anlatımı, tamamen şu görünen dünyadaki eşyanın yapmış olduğu tesbihata dayandırılır. Nursi, bu anlatım tarzını Kur'an'dan aldığını söyler. Onun gözünde tesbihat, bir konuşmadır (tekellüm); bir konuşturmadır (intak); bir lisandır, anlamlı bir keyfiyettir; bir açıklamadır, eşyanın yapmış olduğu görevin neler olduğunu açıklar; bir ilândır, Rabbin özelliklerinin (esma ve sıfatının) neler olduğunu bildirir; bir tanışmadır (taarrüf), insana Rabbini tanıtır; bir tanımadır (marifet), insan eşyanın tesbihatına muhatap olarak Rabbini tanır; bir davettir, insanı Rabbini tanımaya çağırır; bir sevgi mesajıdır, bir tebessümdür, Rabbin merhametini gizlice muhtaç kullarına bildirir; bir şehadettir, gayb aleminin bu dünyada tanıklığını yapar; bir tenzihtir, eşyanın üzerinde görünen özellikler, Yaratıcısının kusursuz, noksansız, mutlak özelliklere sahip olduğunu gösterir.

 

Evrende her bir varlığın tesbih ettiği haberini Kur'an'dan işiten kimsenin zihninde, kâinat dirilir, sanki ayakta zikir yapan bir âlem ile karşılaşır. Karanlık gökyüzünde birer cansız ateş yığını gibi görünen yıldızlar veya yeryüzünde ilk bakışta anlaşılamayan gizemli yaratıklar vahyin getirdiği bu haberle hep birlikte birer ağız olup anlamlı kelimeler söylemeye başlar. Nursi, her varlığın tesbih görevini yaptığını düşünen kimsenin gözünde, yeryüzü bir kafa, kara ve denizler birer lisan ve bütün hayvanlar ve bitkiler zikir yapan kelimeler şeklinde gözüktüklerini söyler. Kâinat bir bütün halinde sanki bir insandır, büyük bir sesle zikreder. Küçük parçacıkları ise küçük sesleriyle o büyük sese katılarak hep beraber Yaratıcılarının noksansızlığını, mutlaklığını ilân ederler. Sanki 'Lâ ilâhe illâ Hû' diyerek zikrederler.

 

a- Daimî Faaliyet

 

Nursi, Rahman Suresi'nin "O her an bir tasarruftadır" anlamındaki 29. ayeti ile, Bürûc Suresi'nin "Dilediğini daima yapan Odur" anlamındaki 16. ayetinin tefsirini yapmaya şöyle bir soru ile başlar: Kainatta gözlemlediğimiz, insanı hayrette bırakan şu faaliyetin sırrı nedir? Neden şu durmayan faaliyet durmuyor ve her şey daima dönüp tazeleniyor?

 

Cevap olarak da, yaratıklarda gördüğümüz çeşitliliğin, Yaratıcının İsim ve Sıfatlarının sonsuz çeşitlilikte tecelli etmesinden kaynaklandığını söyler. Bu İsim ve Sıfatların bütün incelikleriyle nakışlarını göstermeleri için de, bir kitap gibi olan kâinatın, bir mektup gibi olan her bir mevcudun, her an tazelenmesi ve yenilenmesi gerekir. Onlar yeniden yeniye anlamlı bir şekilde yazılmalı ki, bütün şuur sahipleri tarafından daima okunsun ve onların sonsuz anlamları ifade ettikleri anlaşılsın.

 

Kâinatta gözlemlenen faaliyetin daimî oluşunu sık sık gündeme getiren Nursi, okuyucularının bu olguyu algılamalarına yardımcı olmak için, önce yaratılıştaki asırlık değişmeleri, sonra yıl içerisindeki değişmeleri, her mevsimde bir kâinatın gidip yeni bir kâinatın geldiğini, hatta her günde yepyeni bir dünyanın birbiri arkasına takılıp zincirleme bir surette zamanın şeridine asıldığını anlatır.

 

Nursi'nin dünyasında, "hadsiz zerrât (zerreler) tarlasında" yeniden yeniye yaratılan fani mevcudat ve olaylar zaman nehrinin içinde sürekli akıp giderler. Her şey, her an, gerçekte yaratılışta hiçbir etkisi olmayan, yalnız zahirî olan sebepleriyle beraber vefat ederler. "Her sene, her gün bir kâinat ölür, bir tazesi yerine gelir." Okuyucusunun gözünde daima değiştirilen bir evren vardır. Her varlık bir modeldir. Yani, Yaratıcının yaratma emirlerine "itaat ve inkiyad (boyun eğme) ile istidatlarına (kabiliyetlerine) göre bir nevi (çeşit) ibadet yaparlar." Bu modeller değişik anlamları ifade etmek üzere bir kitabın cümleleri gibi dizilirler. Her bir zaman dilimi bu anlamlara ayrı bir boyut kazandırır.

 

Dama yeniden yazılan ve bütünlüğü hiç bozulmayan bu kâinat kitabını dikkatli okuyan bir kişinin Yaratıcıyı tanıması kaçınılmazdır. Çünkü, Nursi'ye göre, bir fiilin fâilsiz, bir sıfatın o sıfatı kendinde taşıyan bir mevsufsuz (vasıfsız), veya bir sanatın sanatkârsız olması mümkün değildir.

 

Evrendeki fiiller ise iç içedir ve daimîdir. Bir ağacı inceleyen kişi, "bir maddeden inşa" edilen o ağacın, şeklinin, onu ağaç yapan sıfatların, "belki zerratından başka bütün keyfiyat (özellikler) ve ahvallerinin (durumlarının)" yalnız o ağaca mahsus olmak üzere "hiçten icad" edilerek ibdâ (yoktan örneksiz yaratma) suretinde yaratılışını görür. "Bir maddeden inşa" suretindeki yaratılışında kullanılan zerratının da, Yaratıcının "memurları" olduğunu ve fakat "icraatçıları" olmadığını anlar. Bu memurların da, "Yaratıcının kudretinin icraatını ilân" etmek üzere yaratıldıklarını görür. Bu iki türlü yaratma fiilini gözlemlemek için, aynı ağacın bir dalına baktığında da, yalnızca o dala mahsus olmak üzere şekil, sıfat ve keyfiyatın hiçten icad edilerek verildiğini anlar. Bu şekilde ağacın en küçük birimine de baksa, o birimin yaratılışında "maddeden inşa" suretinde icadını ve aynı zamanda, o maddeye has şekil, sıfat ve keyfiyatlarının da "maddesiz ibdâ (maddesiz yoktan örneksiz yaratma)", suretinde hiçten icadını gösteren bir fiille karşılaşacaktır.

 

Böylece, her cismin bir inşa ve bir de ibdâ suretinde iç içe yaratılışını müşahede ederek (gözlemleyerek), Nursi'nin "faaliyet-i mustevliye (sonsuz faaliyetler)" dediği, sınırlı âlemdeki sınırsız ve daimî yaratılış faaliyetini gözlemlemek mümkün olur. Bu sonsuz faaliyet, her şeyin varlık alemindeki konumuna en uygun şekilde, kasten, merhametle, en büyük ile en küçük arasında bir fark olmaksızın, sonsuz kolaylık ve bollukla Yaratanın, yaratık cinsinden, yani sınırlı olamayacağını bildirir. Aynı zamanda, daima değişen ve tazelenen eşyanın en küçük birimiyle birlikte daima yenilenmesi, bu Yaratıcının İsim ve Sıfatlarının sonsuzluğuna işaret eder.

 

Meselâ, mevcudatın düzenli, ölçülü, anlamlı bir şekilde yaratılıyor olmaları, Yaratıcının ilminin sonsuzluğuna; vücutlarının korunmaları, canlı olanların canlılıklarını sürdürmeleri, Onun mutlak Kayyum ve Hayat Veren olduğuna delildir. Bu örneklerde görüldüğü gibi, hem daimî, hem de kapsamlı, daima değişen ve yenilenen sonsuz yaratılış, Yaratıcı İlâhın, görmek, işitmek, konuşmak, hikmetli ve kudretli olmak gibi vasıflarının sonsuz olması gerektiğini kavramamıza yardımcı olur.

 

b. "Taharrük tekellümdür (Hareketlilik Konuşmadır)"

 

"Bizi her şeyi konuşturan Allah konuşturdu." Kur'an, Fusillet Suresi (41):21

 

Faaliyetin daimî ve kapsamlı olduğuna dikkat edilince, yaratıkların isterse zerrelerine, isterse zerrelerinin terkibiyle yaratılan, meselâ, bir kuş formuna bakılsın, Yaratıcının sürekli bir şekilde anlam aktarması yaptığı görülür. Eşyanın zaman içerisinde bütün zerreleriyle birlikte hep anlamlı bir şekilde hareket halinde olması, Nursi'ye göre, kâinatı zevkle dinlenecek bir musiki-i İlâhiye olarak görmemize imkân verir. Kâinat bir bütün halinde, sonsuz nağme çeşitleriyle ses verip tesbih eden, Yaratıcılarının vasıflarını anarak ilân eden İlâhî bir orkestradır. Bu da, evrenin daima zikir halinde olması demektir.

 

İnsan ise, bu zikri duyan, anlayan ve aynı zamanda ona katılabilecek kabiliyetle donatılmış bir ser-zâkirdir (baş zikircidir). Her insan kafası, kâinatın sessizce yapmış olduğu bu zikrin manalarını kelimelere dökerek seslendirebilecek bir baş zâkirdir. Yani, kâinatın konuşmasına kendi konuşması ile katılabilecek kabiliyettedir. Nursi'nin benzetmelerinde insan kafası, bir aynasız fotoğraf, bir telsiz telgraf veya bir plâksız fonoğraf gibidir.

 

Bir film şeridinin sabit bir karesine bakılması gibi, kâinatın bir anına bakılırsa, Nursi, böyle bir sabit kareyi gül çiçeğine benzetir. Birbiri içinde sarılı sonsuz gül yapraklarının her biri, çeşit çeşit yiyeceklerle donatılmış sonsuz sofraları içermektedir. Her bir sofra kendi lisanıyla Yaratıcısının ne kadar Rahim, Kerim, Rezzak olduğunu ilân eder.

 

Her bir canlı, ölçülü, düzenli ve faydalı haliyle, Yaratıcısının Hayat veren, İrade ve Hikmet Sahibi olduğunu söyler. Anlamlı yaratıkların içinde bir de konuşan insan yaratanın, mutlaka kendisinin de konuşur olduğunu, yani Kelâm sıfatı ile mevsuf (vasıflı) olduğunu anlamak zor değildir.

 

Kehf Suresi'nin, "De ki: Rabbinin kelimelerini yazmak için bütün denizler mürekkep olsa, hatta bir o kadarını daha getirip ilâve etsek, Rabbinin kelimeleri tükenmeden o denizler tükenirdi." Anlamındaki 109. ayetinin tefsirinde geçen "kelimat" (kelimeler) sözcüğünün, Nursi, evrende görünen her bir yaratık demek olduğunu belirtir. Bunlar, mücessem (maddi cisme bürünmüş) kudret kelimeleri veya ilmin hikmetli kelimeleridir. Özellikle, canlılar aleminin küçücük yaratıkları birer kelime-i Rabbaniyedir.

 

Yaratıcısının Mütekellim (Konuşan) olduğunu ilan eden mahlûkatın devamlı hareket halinde olması, bu Yaratıcının kelâmının nihayetsiz olduğunu gösterir. Bununla birlikte, evrenin her bir cüz'ününün (parçasının), tam bir ahenk halinde bir bütünlüğü olan İlâhi musikiye katılması, bu Mütekellim'in hem varlığına, hem birliğine ve hem de sonsuzluğuna (mutlakiyetine) delâlet eder.

 

Nursi, Rabbin kelâm sıfatının tecellisi olan vahiy ve ilhamlarla konuşmasındaki kelimeler ile, mücessem kelimeler diye adlandırdığı, İrade ve Kudret sıfatlarının tecellileri olan yaratıklar, arasında önemli bir ilişki görür. Mücessem kelimeler olan yaratıkların hal dilleriyle, vahyin konuşma dilinin kelimeleriyle gönderdiği haberin doğruluğuna şahitlik yaptıklarını eserlerinin tümünde tekrar tekrar dile getirir. Nursi'ye göre, bu maddî ve cismanî olan âlem-i şehadet bir ceset, bir suret, bir kitabın lâfzını ifade eden cümleler gibidir. Nasıl ki ceset, ruha dayanır, onunla ayakta durur. Lâfız da manaya dayanır, ona göre nurlanır. Bu cismanî âlem lâfzının manası, bu kâinat kitabının yazarının özelliklerini belirten Esma-i İlâhiyeye dayanır, onlara bakar, onları ifade eder.

 

 

Şu âlemdeki bütün güzellikler, kendilerinde görünen manalarının manevî güzelliklerinden ileri gelir. Bu manaların hakikatleri de Esma-i İlâhiyeden gelir ve onların bir çeşit gölgeleridir.

 

Bu gölgeler daima değişmektedirler. Her bir canlının vücudu bir kelime ise, bu kelime söylenir, yazılır ve sonra fenaya girip kaybolur. Fakat kendi vücuduna bedel, manasını, suretini, insan ise ruhunu, hem de mislini, dünyevî faydalarını, yani zahirî vücutlarından daha kıymetli olan manevî vücutlarını kendi yerlerinde bırakır sonra giderler. Meselâ, der Nursi, bir önceki bahar mevsiminde yaratılan yaprak, çiçek, meyve gibi varlıklar, bu bahardakinin benzeridir. Farkları itibarîdir (varsayılandır). O itibarî fark da, hikmetli birer kelime, rahmetli birer söz, kudreti gösteren birer harf gibi olan bu yaprakların, çiçeklerin, meyvelerin işaret ettikleri manaların inceliklerini, değişik anlamlarını, Nursi'nin ifadesiyle, "nukûş-u esmâ-i ilâhiye (İlahi isimlerin nakışlarını)" yi yansıtması içindir.

 

 

Bir mevcudu oluşturan parçalarının bütünüyle olan ilişkisinden de Esma-i İlâhiyenin nakışlarındaki incelikleri okumak mümkündür. Nursi, bu okumayı örneklendirmek için, bir ağacın gövdesinden çıkan dalları başa, o dallardan çıkan ince dalları dillere, o dallardaki düzenli dizilmiş meyveleri de kelimelere, ve tüm ağaçtaki harika özellikleri taşıyan tohumcukları da harflere benzetir. Bu ağacın konuşması tek bir cümle değil, birden fazla başta, yüzlerce dillerle ve binlerce kelimelerle yapılan bir konuşmayı ifade eder. Her bir tohumda ise, bu ahenk içinde yapılan konuşma tekrar dile getirilir. Yani, bir harf küçüklüğündeki tohum, tüm ağacın ifade ettiği belki de bir kitap kadar geniş bilgiyi içermektedir. Bu iç içelik, yaratıcının her şeyi mucizevî bir şekilde yarattığını gösterir. Yani, Yaratıcı, tek başlarına anlamsız küçük parçaları birleştirerek, anlamlı büyük bir ağaç yaratmamaktadır. Her bir küçük parçanın içerisinde, hologramda olduğu gibi, büyük parçanın bütün özellikleri yerleştirilmiştir.

 

 

"Bir kelimeyi yazan, harfini yazanın gayrisi (başkası) değildir." der Nursi, "Bir kitabı yazan sayfayı yazanın gayrısı (başkası) olması mümkün olmadığı gibi." Hem evren öyle bir kitaptır ki, her bir harfinin içinde bütün evrenin ifade ettiği manayı taşıyan ince kitapçıklar yazılır. Evren öyle yaratılmış ki, onu kim yarattıysa dünyayı o yarattı; dünyayı kim yarattıysa canlıları o yarattı; canlıları kim yarattıysa bir ağacı, dallarını, meyvesini ve tohumlarını o yarattı, demek zorundayız.

 

 

Özetle, Nursi, sanatlı ve anlamlı bir kitaba benzettiği evreni, statik (durağan) bir kitap değil, dinamik (hareketli, aktif) bir kitap olarak sunar. İlâhi kudret, daimî faaliyetiyle, kâinatı bütün parçalarıyla birlikte ahenk içinde konuşturur. Güya göklerin ve yerin müteharrik (hareket eden) varlıklarının hareketleri, evrenin konuşmasındaki kelimelerdir. Bu taharrük (devamlı hareket halinde yaratma) ise bir tekellümdür (evrenin konuşturulmasıdır). Faaliyetin sürekliliği sonucu, varlık âleminde görünen eşyanın tekrar zevali (yenisi getirilince eskisinin fena âlemine gönderilmesi) bir tesbihtir (o eşyada görünen özelliklerin eşyanın kendisine ait değil, bilâkis onlara, Yaratıcılarını tanıtmak üzere verilmiş özellikler olduğunun ilânıdır).

Demek, evrendeki sürekli hareketlilik, Yaratıcının, kendisini şuur sahiplerine Esmasıyla tanıtan bir konuşturmasıdır.

 

 

Evreni bir kitaba benzeten düşünürlerden Nursi şu iki noktada farklılık gösterir: Evren, devamlı değişerek konuşmasını tazeleyen İlâhi bir kitaptır. Ve, bu konuşma Yaratıcıyı, Esma-i Hüsnasının sonsuz mertebedeki tecellileriyle tanıtmak amacıyla yaptırılır.

 

 

 

“KÂİNATLA KONUŞAN KELÂMLA DA KONUŞUR”

 

 

"Hiç imkân var mı ki, bu kâinatın Sânii, mahlûkatını yüz bin dillerle birbiriyle konuştursun ve onların konuşmalarını işitsin ve bilsin ve kendisi konuşmasın? Haşa!" Bediuzzaman Said Nursi

 

 

Madem her bir harfi binlerce manayı içeren bu evren kitabını yazan, onu irade ve ihtiyar (istek) ile düzenlemiş, süslemiş ve bilerek yazmıştır. Öyleyse, bu kitabın anlamını da bildirmesi gerekir. "Elbette nasıl ki yapan bilir", der Nursi, "öyle de bilen konuşur."

 

Eğer anlamlı bir kitabın manası doğru anlaşılmazsa, hiç yazılmamış gibi olur.

Bir zatın varlığını gösteren en açık ve kuvvetli delil konuşmasıdır. Şu mevcudat, yaratılışlarındaki harikalık ile, Yaratıcılarının ilim ve kudretinin sonsuzluğuna delâlet ettiği gibi, daima konuşmaları ile de kelâm-ı İlâhînin sonsuzluğuna işaret eder. Nasıl ki, Yaratıcı, kendini tanıttırmak için sonsuz diller olan şu harika varlıklarla kemalâtını (mükemmelliğini) ilân ediyor, elbette kendi sözleriyle dahi kendi sonsuzluğunu bildirmesi gerekir.

 

 

Her yarattığı eserde ilim ve kudretiyle kendinin Alîm ve Kadîr özelliklerine sahip olduğunu gösteren Yaratıcı, bilinçli insana, anlamlı bir konuşma yapacak özellikte yarattığı şu evrenin tanıklığı altında kendinin Mütekellim de olduğunu bildiriyor. Madem Mütekellimdir, öyleyse, varlığını ve birliğini yalnızca yaratıkların tanıklığına bırakmamalı, kendine lâyık bir kelâm ile de konuşmalıdır, der Nursi.

 

Evrenin yaratıcısını merak eden insan, Ona muhatap olmak ister. Kendisini yarattığı, ihtiyaçlarını karşıladığı ve bu güzel dünyada misafir ettiği için memnuniyetini ifade etmek ister. Fakat, yaratık cinsinden olmayan Yaratıcıya nasıl muhatap olacağını, teşekkürlerini nasıl ifade edeceğini bilemez. Dünyadaki güzellikleri yaratarak kendini insanlara fiilen sevdiren Yaratıcı, onlarla konuşup, onları kendine muhatap alıp sohbet ederek de sevdirmesi, Onun rahmetinin gereğidir. Madem teşekkür etme ihtiyacı vermiş. Kendisine nasıl teşekkür edileceğini bu sohbetinde bildirmesi beklenir.

 

 

Şu dünyayı mükemmel bir saray gibi yaratan, sonsuz nimetleriyle misafirlerine ikramda bulunarak fiilen ve halen konuşan şu sarayın sahibi, onlarla kavlen ve kelâm ile konuşması niçin beklenmesin? .

Nursi sorularına şöyle devam eder:Şu evrenin Yaratıcısı, her cins yaratığı kendi aralarında konuştursun, anlaşmalarını sağlasın, özellikle insanları bilinçli bir konuşma özelliği ile donatsın da kendisi söz ile konuşamasın veya konuşmasın. Böyle bir ihtimali kabul etmek ne kadar makuldür? Bir dilin binlerce çeşit tad alma özelliğine karşı yüz binlerce çeşit nimetler yaratan, insanlara böylece rahmetini ve şefkatini gösteriyor. İnsanları, bu nimetlerin nereden geldiğini, niçin gönderildiğini, kendilerini de niçin böyle kafile kafile gelip, biraz burada kalıp tekrar gittiklerini merak edecek, konuşarak soracak özellikte yaratıyor. Böyle bir Yaratıcı hiç mümkün müdür ki, bu ziyafet yerindeki misafirlerin sorularına kendi konuşmasıyla cevap vermesin, elçileri vasıtasıyla bu gizemli yaratılışın sırlarını onlara bildirmesin? .

 

 

Evren ile insan arasındaki ilişkiyi, Rububiyet-ubudiyet (Rablik kulluk) ilişkisi olarak değerlendiren Nursi, antika sanatlarla süslenen şu evreni, Rububiyetin tecelli ettiği bir sanat tablosuna benzetir. Bu tabloda görünen güzellikler üzerinde düşünen, onları takdir eden ve onlar için teşekkür eden insan ise ubudiyet ile görevlidir. Rububiyetin bütün haşmetiyle tezahür etmesine mukabil, bilinçli yaratılmış insanların ubudiyetlerini en güzel ve kapsamlı bir şekilde ifa etmeleri için eğitilmeye ihtiyaçları vardır. İşte, bunun için Rab, uluhiyetin (ilahlığının) azametini hakkıyla anlayabilecek kapasitede yarattığı insan nevini muhatap alıp konuşmalı ve onlara bu mükemmel evreni yaratmasındaki maksadı açıklamalıdır.

 

 

Ayrıca, dünyada her şeyin geçici oluşu gerçeği karşısında, kendi geleceğini ciddi boyutlarda endişe ile merak eden insan, acizliğine karşı bütün kâinata gücü yeten bir Rabbe sığınmaya muhtaç yaratılmıştır. Bu kâinatın İlâhi olan Zat, madem insanı, bu dünyada başıboş olmadığını, bir sahibinin bulunduğunu anlamaya muhtaç yaratmıştır. Öyleyse, kendini onlara konuşmasıyla da bildirmesi gerekir.

 

İnsanın acıkmasına karşı binlerce çeşit yiyeceklerle karşılık veren, güzelliği sevmesine karşı her şeyi süsleyerek fiilen cevap veren Zat, sözleriyle de insana muhatap olup konuşması gerekir. Bu sözler, vahiy diye adlandırılan kutsal metinlerdir.

 

 

Şimdi ise, Yaratıcının "sözü ve kelâmı denilen" ve on dört asırdan beri insanlara kelamullah olduğu iddiasıyla muhatap olan kutsal kitap Kur'an'ı ele alacağız. İnşAllah daha sonra....

 

 

Devam edecek……

 

Saygılarımla

 

Terapi

Gönderi tarihi:

EBU CEHİL KALEM SÜRESİNDE BOŞUNA DEMEMİŞ BUNLAR ESKİLERİN MASALLARI

senin savunduğun ebu cehil,putlara tapan bir insan.insanların inançlarını kullanıp bundan kar sağlamış.ticaret yapmış.evet boşuna demedi eskilerin masalı diye çünkü kazancının önü kesildi.nasıl olur da böyle bir insanı doğru buluyorsun?ebu cehilin putları daha mı mantıklı geliyor sana.eminim kendine bile faydası olmayan,insan eliyle yapılan putlara tapmak sana daha mantıklı geliyordur.inadını cehaletle bütünleştirme!

 

Benim kuşkularım yok çünkü inanıyorum... Hiçbirşeyide ispat etme gibi bir niyetim yok... bu forumda inanmayanlar nasıl aslını inkar ediyorsa bende bunu yazma gereği duydum...... bunun içinde hinlik aramana gerek yok arkadaşım...

 

hasan17 demişsin bertrand russel'ın bir sözü var "aptallar kendisinden son derece emin olarak yaşarlar akıllılar şuphe içinde yaşarlar"demiş

Benim kuşkularım yok çünkü inanıyorum..demişsin hangi kategoridensin belli oluyor hiç kuşkusuz

sana bir sorum var:hasan17 ye kuşkusuz inandığı için aptal kelimesini bertrand russel le desteklendirerek uygun bulmuşsun.peki sen burda savunduklarından şüphe ediyor musun?akıllı grubundan olduğuna göre şüphe ediyorsundur.o halde doğruluğundan emin olmadığın düşüncelerini ne diye savunuyorsun?dediklerin çelişki dolu.akıllı insan şüphelerle ömrü geçirmez,sorgular ve doğruyu bulur ve o doğruyla yaşar.yalnız aptallar,şüphelerinin içinde boğulup bir hiç olarak ölürler!

Gönderi tarihi:

evet terapi kardeşim yazdıklarını okumaya çalışıyorum ve beğeniyorum

 

gerçektende kainattaki herşey anlamlı ve daima bize bir şeyi işaret ediyor yani madem kainat anlamlı buda insanların anlaması gerektiği bu sorumluluk altında olduğunu bilmesi gerekir.

Üstad bediüzzaman Said nursi sözler eserinin 8. sözünde bence üzerinde derince tefekkür edilmesi gereken konulardan bahsediyor onu okuyan bence çok şey kazanacaktır insn yani orda özellikle dikkat edilemsi gereken husus bu dünyadaki anlamlılık sebepleri zincirindeki sır tamamiyle insanlara bir şeyler anlatıyor madem Alemlerin rabbi bize bu düşünme yetisini verdi demekki bizden bir fiat istiyor yani biz eğer bütün bunları sadece bir tesadüfe bağlarsak elbette harab olanlardan oluruz ancak biz bu tevafukun farkına varır isek elbette hakka kavuşanlardan oluruz

şimdi kainatın konuşması zannedersem teerapi biz bunu bütün canlıları da dahil edebiliriz öyle değilmi yani nasıl HZ.musa(as) bir köpekten derin anlamlar çıkardıysa baka bilene yerdeki taşta göktewki kuştada bir anlma vardır ki bir köperk ki sahibine itaat ediyor gücü dahilinde çalışıyor.Nasıl olurki eşref-i mahlukat olan insan sahibini tanımaz ona hizmet etmez .Bazı kardeşlerimiz üstadın bir sözünün anlamını iyicene kavramasada çok derin anlamlar yatar

 

İman insanı insan eder

şimdi ben gördümki dışarda bir ağaç zamanı gelince açıyor zamanı gelince soluyor hiç birşey gecikmiyor sebeplerinin dışına çıkmıyor eğer biz insanlar bütün bu sebebler zincirini dengeye sokanı inkar edecek olursak diğer varlıklardan bir farkımız olmaz ne zenginlik nede başka bir şey insanın özellikliğini tamamlamıyor yanlızca Allah(cc)a kulluk bu konuyu noktalıyor yani yanlızca iman insanı insan ediyor

Gönderi tarihi:

Sevgili Ahirzaman birçok arkadaş okuyup anlayamıyor diye oturdum bilinmeyen kelimelerin manalarını metine ekledim. Sizlerle paylaşayım. İsterseniz "Sözler" şeklinde bir başlık atıp 1. sözdende başlayabiliriz.

 

Buyrunuz 8. Söz istifadenize sunulmuştur.

 

 

SEKİZİNCİ SÖZ

"Fenalığı kendinden, iyiliği Allah'tan bil" mealindeki âyetin bir açıklaması. İnananların ve inanmayanların dünya hayatındaki kazanç ve kayıplarına dair bir karşılaştırma.

 

"Allah Teâlâ ki, O’ndan başka ibadete lâyık hiçbir ilâh yoktur. O ezelî hayat sahibidir ve kayyûmdur; varlığı için hiçbir sebebe ihtiyacı olmadığı gibi, herşey O’nun yaratmasıyla vücut bulur." (Bakara Sûresi, 2:255.)

"Şüphesiz ki Allah katında makbul olan din İslâm dinidir." (Âl-i İmran Sûresi, 3:19)

 

ŞU DÜNYA ve dünya içindeki ruh-u insanî ve insanda dinin mahiyet ve kıymetlerini; ve eğer din-i hak olmazsa dünya bir zindan olması; ve dinsiz insan en bedbaht mahlûk olduğunu; ve şu âlemin tılsımını açan, ruh-u beşerîyi zulümattan kurtaran (Lâ ilâhe illâllah) olduğunu anlamak istersen, şu temsilî hikâyeciğe bak, dinle:

 

Eski zamanda, iki kardeş uzun bir seyahate beraber gidiyorlar. Git gide ta yol ikileşti. O iki yol başında ciddî bir adamı gördüler. Ondan sordular: "Hangi yol iyidir?" O dahi onlara dedi ki: "Sağ yolda kanun ve nizama tebaiyet (uyma) mecburiyeti vardır. Fakat o külfet içinde bir emniyet ve saadet vardır. Sol yolda ise serbestiyet ve hürriyet vardır. Fakat o serbestiyet içinde bir tehlike ve şekavet (sıkıntı) vardır. Şimdi intihaptaki (seçmedeki) ihtiyar (tercih) sizdedir”. (seçim size aittir)

 

Bunu dinledikten sonra, güzel huylu kardeş sağ yola ("Tevekkeltü alâllah" Allah’a dayandım ve güvendim.) deyip gitti ve nizam ve intizama tebaiyeti (uymayı) kabul etti. Ahlâksız ve serseri olan diğer kardeş, sırf serbestlik için sol yolu tercih etti. Zahiren hafif, mânen ağır vaziyette giden bu adamı hayalen takip ediyoruz:

İşte bu adam, dereden tepeden aşıp, git gide ta hâli (boş) bir sahrâya girdi. Birden müthiş bir sada işitti. Baktı ki, dehşetli bir arslan, meşelikten çıkıp ona hücum ediyor. O da kaçtı, ta altmış arşın derinliğinde susuz bir kuyuya rast geldi. Korkusundan kendini içine attı. Yarısına kadar düşüp elleri bir ağaca rast geldi, yapıştı. Kuyunun duvarında göğermiş (yeşermiş) olan o ağacın iki kökü var. İki fare, biri beyaz, biri siyah, o iki köke musallat olup kesiyorlar. Yukarıya baktı, gördü ki, arslan, nöbetçi gibi kuyunun başında bekliyor. Aşağıya baktı, gördü ki, dehşetli bir ejderha, içindedir. Başını kaldırmış, otuz arşın yukarıdaki ayağına takarrüp etmiş (yaklaşmış). Ağzı kuyu ağzı gibi geniştir. Kuyunun duvarına baktı, gördü ki, ısırıcı muzır haşarat, etrafını almışlar. Ağacın başına baktı, gördü ki, bir incir ağacıdır. Fakat, harika olarak, muhtelif çok ağaçların meyveleri, cevizden nara kadar, başında yemişleri var.

 

İşte, şu adam, sû-i fehminden (kötü anlayıştan), akılsızlığından anlamıyor ki, bu adi (sıradan) bir iş değildir. Bu işler tesadüfî olamaz. Bu acip işler içinde garip esrar var. Ve pek büyük bir işlettirici var olduğunu intikal etmedi (kavrayamadı). Şimdi bunun kalbi ve ruh ve aklı şu elîm vaziyetten gizli feryat ve figan ettikleri halde, nefs-i emmâresi, güya bir şey yokmuş gibi tecahül edip (bilmemezlikten gelip) , ruh ve kalbin ağlamasından kulağını kapayıp, kendi kendini aldatarak, bir bahçede bulunuyor gibi, o ağacın meyvelerini yemeye başladı. Halbuki o meyvelerin bir kısmı zehirli ve muzır (zararlı) idi.

 

Bir hadis-i kudsîde Cenâb-ı Hak buyurmuş: ] "Kulum Beni nasıl tanırsa, onunla öyle muamele ederim." İşte bu bedbaht adam, sûizan ve akılsızlığıyla, gördüğünü adi ve ayn-ı hakikat telâkki etti (gerçek zannetti) ve öyle de muamele gördü ve görüyor ve görecek. Ne ölüyor ki kurtulsun, ne de yaşıyor; böylece azap çekiyor. Biz de şu meş'umu (uğursuzu) bu azapta bırakıp döneceğiz. Ta öteki kardeşin halini anlayacağız.

İşte şu mübarek akıllı zat gidiyor. Fakat biraderi gibi sıkıntı çekmiyor. Çünkü güzel ahlâklı olduğundan güzel şeyleri düşünür, güzel hülyalar eder, kendi kendine ünsiyet (dostluk) eder. Hem biraderi gibi zahmet ve meşakkat çekmiyor. Çünkü nizamı bilir, tebaiyet eder (tabi olur), teshilât görür (kolaylıklar görür). Asayiş ve emniyet içinde serbest gidiyor.

 

İşte, bir bahçeye rast geldi. İçinde hem güzel çiçek ve meyveler var; hem bakılmadığı için murdar (pis) şeyler de bulunuyor. Kardeşi dahi böyle birisine girmişti. Fakat murdar (pis) şeylere dikkat edip meşgul olmuş, midesini bulandırmış, hiç istirahat etmeden çıkıp gitmişti. Bu zat ise, "Herşeyin iyisine bak" kaidesiyle amel edip, murdar (pis) şeylere hiç bakmadı. İyi şeylerden iyi istifade etti. Güzelce istirahat ederek çıkıp gidiyor.

 

Sonra, git gide, bu dahi evvelki biraderi gibi bir sahrâ-i azîmeye (büyük bir ovaya) girdi. Birden, hücum eden bir arslanın sesini işitti, korktu. Fakat biraderi kadar korkmadı. Çünkü, hüsn-ü zannıyla ve güzel fikriyle, "Şu sahrânın bir hâkimi var. Ve bu arslan o hâkimin taht-ı emrinde (emri altında) bir hizmetkâr olması ihtimali var" diye düşünüp tesellî buldu. Fakat yine kaçtı. Ta altmış arşın derinliğinde bir susuz kuyuya rast geldi, kendini içine attı. Biraderi gibi, ortasında bir ağaca eli yapıştı, havada muallâk (asılı) kaldı. Baktı, iki hayvan, o ağacın iki kökünü kesiyorlar. Yukarıya baktı arslan, aşağıya baktı bir ejderha gördü. Aynı kardeşi gibi, bir acip vaziyet gördü. Bu dahi tedehhüş etti (dehşete düştü)-fakat kardeşinin dehşetinden bin derece hafif. Çünkü güzel ahlâkı ona güzel fikir vermiş; ve güzel fikir ise, ona her şeyin güzel cihetini (yönünü) gösteriyor. İşte, bu sebepten şöyle düşündü ki: "Bu acip işler birbiriyle alâkadardır. Hem bir emirle hareket ederler gibi görünüyor. Öyleyse bu işlerde bir tılsım vardır. Evet, bunlar bir gizli hâkimin emriyle dönerler. Öyleyse ben yalnız değilim. O gizli hâkim bana bakıyor, beni tecrübe ediyor, bir maksat için beni bir yere sevk edip davet ediyor."

 

Şu tatlı korku ve güzel fikirden bir merak neş'et eder (ortaya çıkar) ki: "Acaba beni tecrübe edip kendini bana tanıttırmak isteyen ve bu acip yolla bir maksada sevk eden kimdir?"

Sonra, tanımak merakından, tılsım sahibinin muhabbeti neş'et etti (ortaya çıktı). Ve şu muhabbetten, tılsımı açmak arzusu neş'et etti (doğdu). Ve o arzudan, tılsım sahibini razı edecek ve hoşuna gidecek bir güzel vaziyet almak iradesi neş'et etti (doğdu).

 

Sonra, ağacın başına baktı, gördü ki, incir ağacıdır. Fakat başında binlerle ağacın meyveleri vardır. O vakit bütün bütün korkusu gitti. Çünkü kat'î anladı ki, bu incir ağacı bir listedir, bir fihristedir, bir sergidir. O mahfî (gizli) hâkim, bağ ve bostanındaki meyvelerin nümunelerini, bir tılsım ve bir mucize ile o ağaca takmış ve kendi misafirlerine ihzar ettiği (hazırlandığı) et'imeye (yiyeceklere) birer işaret suretinde o ağacı tezyin etmiş (süslemiş) olmalı. Yoksa, bir tek ağaç, binler ağaçların meyvelerini vermez.

Sonra niyaza başladı. Ta tılsımın anahtarı ona ilham oldu. Bağırdı ki:

 

"Ey bu yerlerin hâkimi! Senin bahtına düştüm. Sana dehalet ediyorum (sığınıyorum) ve sana hizmetkârım ve senin rızanı istiyorum ve seni arıyorum."

 

Ve bu niyazdan sonra, birden kuyunun duvarı yarılıp, şahane, nezih ve güzel bir bahçeye bir kapı açıldı. Belki, ejderha ağzı o kapıya inkılâb etti (dönüştü) ve arslan ve ejderha iki hizmetkâr suretini giydiler ve onu içeriye davet ediyorlar. Hattâ o arslan, kendisine musahhar (boyun eğmiş) bir at şekline girdi.

İşte ey tenbel nefsim ve ey hayalî arkadaşım! Geliniz, bu iki kardeşin vaziyetlerini muvazene edelim (karşılaştıralım). Ta, iyilik nasıl iyilik getirir ve fenalık nasıl fenalık getirir, görelim, bilelim.

 

Bakınız, sol yolun bedbaht yolcusu, her vakit ejderhanın ağzına girmeye muntazırdır (hazırdır), titriyor. Ve şu bahtiyar ise, meyvedar ve revnaktar (göz alıcı güzellikte) bir bahçeye davet edilir.

Hem o bedbaht, elîm bir dehşette ve azîm bir korku içinde kalbi parçalanıyor. Ve şu bahtiyar ise, leziz bir ibret, tatlı bir havf (korku), mahbub (sevimli) bir marifet (tanıma, bilme) içinde garip şeyleri seyir ve temâşâ ediyor (hoşlanarak seyrediyor).

 

Hem o bedbaht (talihsiz), vahşet ve meyusiyet (ümitsizlik) ve kimsesizlik içinde azap çekiyor. Ve şu bahtiyar ise, ünsiyet (dostluk) ve ümit ve iştiyak (şiddetli istek) içinde telezzüz ediyor (lezzet alıyor).

Hem o bedbaht, kendini vahşî canavarların hücumuna maruz bir mahpus hükmünde görüyor. Ve şu bahtiyar ise, bir aziz misafirdir ki, misafiri olduğu mihmandar-ı kerîmin (ikramı seven ev sahibinin) acip hizmetkârlarıyla ünsiyet edip (dost olup) eğleniyor.

 

Hem o bedbaht, zahiren leziz (görünüşte tatlı) , mânen zehirli (hakikatte zehirli) yemişleri yemekle azabını tacil ediyor (çabuklaştırıyor). Zira o meyveler, nümunelerdir: Tatmaya izin var, ta asıllarına talip olup müşteri olsun. Yoksa hayvan gibi yutmaya izin yoktur. Ve şu bahtiyar ise, tadar, işi anlar, yemesini tehir eder (erteler) ve intizar (beklemek süretiyle) ile telezzüz eder (lezzet alır).

 

Hem o bedbaht kendi kendine zulmetmiş. Gündüz gibi güzel bir hakikati ve parlak bir vaziyeti, basiretsizliğiyle kendisine muzlim (karanlıklı) ve zulümatlı bir evham, bir cehennem şekline getirmiş. Ne şefkate müstehaktır ve ne de kimseden şekvâya (şikayete) hakkı vardır. Meselâ, bir adam, güzel bir bahçede, ahbaplarının ortasında, yaz mevsiminde, hoş bir ziyafetteki keyfe kanaat etmeyip kendini pis müskirlerle (içkilerle) sarhoş edip kendisini kış ortasında, canavarlar içinde, aç, çıplak tahayyül edip (hayal edip) bağırmaya ve ağlamaya başlasa, nasıl şefkate lâyık değil, kendi kendine zulmediyor, dostlarını canavar görüp tahkir ediyor (hakaret ediyor). İşte bu bedbaht dahi öyledir.

 

Ve şu bahtiyar ise, hakikati görür. Hakikat ise güzeldir. Hakikatin hüsnünü (güzelliğini) derk etmekle (kavramakla), hakikat sahibinin kemaline (kusursuzluğuna) hürmet eder, rahmetine müstehak olur. İşte, "Fenalığı kendinden, iyiliği Allah'tan bil" (Nisa Suresi 4:79) olan hükm-ü Kur'ânînin sırrı zâhir oluyor (ortaya çıkıyor).

 

Daha bunlar gibi sair (diğer) farkları muvazene etsen (karşılaştırsan), anlayacaksın ki, evvelkisinin nefs-i emmâresi (kötülüğü emreden nefsi) ona bir mânevî cehennem ihzar etmiş (hazırlanmış). Ve ötekisinin hüsn-ü niyeti (güzel niyeti) ve hüsn-ü zannı (güzel görmesi) ve hüsn-ü hasleti (güzel huyu) ve hüsn-ü fikri, onu büyük bir ihsan ve saadete ve parlak bir fazilete ve feyze mazhar etmiş (kavuşturmuş).

Ey nefsim! Ve ey nefsimle beraber bu hikâyeyi dinleyen adam!

 

Eğer bedbaht kardeş olmak istemezsen ve bahtiyar kardeş olmak istersen, Kur'ân'ı dinle ve hükmüne mutî ol (itaat et) ve O’na yapış ve ahkâmıyla amel et. Şu hikâye-i temsiliyede olan hakikatleri eğer fehmettinse (anladınsa), hakikat-i dini ve dünyayı ve insanı ve imanı (dinin, dünyanın, insanın ve imanın gerçeğini) ona tatbik edebilirsin. Mühimlerini ben söyleyeceğim; incelerini sen kendin istihrac et (araştırıp bul).

İşte, bak: O iki kardeş ise, biri ruh-u mü'min ve kalb-i salihtir (itaat edenin kalb). Diğeri ruh-u kâfir ve kalb-i fâsıktır (günahkar insanın kalbi). Ve o iki tarikten (yoldan) sağ ise, tarik-i Kur'ân (Kur’an yolu) ve imandır. Sol ise, tarik-i isyan (isyan yolu) ve küfrandır.

 

Ve o yoldaki bahçe ise, cemiyet-i beşeriye (insan toplumu) ve medeniyet-i insaniye içinde muvakkat (geçici) hayat-ı içtimaiyedir (toplum hayatı) ki, hayır ve şer, iyi ve fena, temiz ve pis şeyler beraber bulunur. Âkıl odur ki, "Huz mâ safâ, da' mâ keder" (duru ve saf olanı al, karışık ve bulanık olanı bırak) kaidesiyle amel eder, selâmet-i kalble gider.

 

Ve o sahrâ ise, şu arz ve dünyadır. Ve o arslan ise, ölüm ve eceldir. Ve o kuyu ise, beden-i insan ve zaman-ı hayattır. Ve o altmış arşın derinlik ise, ömr-ü vasatî ve ömr-ü galibî olan altmış seneye işarettir. Ve o ağaç ise, müddet-i ömür ve madde-i hayattır. Ve o siyah ve beyaz iki hayvan ise gece ve gündüzdür.

Ve o ejderha ise, ağzı kabir olan tarik-i berzahiye (kabir yolu) ve revâk-ı uhrevîdir (ahirete açılan yer). Fakat o ağız, mü'min için, zindandan bir bahçeye açılan bir kapıdır. Ve o haşerat-ı muzırra (zarar veren böcek) ise, musibât-ı dünyeviyedir (dünyadaki musibetlerdir). Fakat, mü'min için, gaflet uykusuna dalmamak için tatlı ikazât-ı İlâhiye ve iltifatât-ı Rahmâniye hükmündedir.

 

Ve o ağaçtaki yemişler ise, dünyevî nimetlerdir ki, Cenâb-ı Kerîm-i Mutlak, onları âhiret nimetlerine bir liste, hem ihtar edici (hatırlatıcı), hem müşabihleri (benzerleri), hem Cennet meyvelerine müşterileri davet eden nümuneler suretinde yapmış.

 

Ve o ağacın, birliğiyle beraber muhtelif başka başka meyveler vermesi ise, kudret-i Samedâniye’nin sikkesine (tastikine) ve rubûbiyet-i İlâhiyenin hâtemine (mührüne) ve saltanat-ı Ulûhiyetin turrasına işarettir. Çünkü bir tek şeyden her şeyi yapmak, yani, bir topraktan bütün nebatat ve meyveleri yapmak, hem bir sudan bütün hayvanâtı halk etmek, hem basit bir yemekten bütün cihazât-ı hayvaniyeyi (hayvanın organlarını) icad etmek; bununla beraber her şeyi bir tek şey yapmak, yani, zîhayatın (canlıların) yediği gayet muhtelifü'l-cins (çeşit çeşit) taamlardan (yemişlerden) o zîhayata bir lâhm-ı mahsus (özel et) yapmak, bir cild-i basit dokumak gibi san'atlar, Zat-ı Ehad-i Samed olan Sultan-ı Ezel ve Ebed’in sikke-i hassasıdır (özel mührüdür) , hâtem-i mahsusudur (özel damgasıdır), taklit edilmez bir turrasıdır (yani bu vasıflar sadece Allah (c.c) aittir.). Evet, bir şeyi her şey ve her şeyi bir şey yapmak, her şeyin Hâlık’ına has ve Kadîr-i Külli Şey’e mahsus bir nişandır, bir âyettir.

 

 

Ve o tılsım ise, sırr-ı imanla açılan sırr-ı hikmet-i hilkattir (yaratılış gayesinin sırrıdır). Ve o miftah (anahtar) ise, ­ (Yâ Allah, Lâ ilâhe illâllah "Allah Teâlâ ki, O’ndan başka ibadete lâyık hiçbir ilâh yoktur. O ezelî hayat sahibidir ve kayyûmdur. (Başlangıç, nihâyet ve yeniden oluş gibi hallerden münezzeh ve ezelden ebede kâim, dâim ve var olan Allah (c.c.). Bütün eşyanın ancak kendisi ile kâim olduğu Cenâb-ı Hak) Varlığı için hiçbir sebebe ihtiyacı olmadığı gibi, her şey O’nun yaratmasıyla vücut bulur." (Bakara Sûresi, 2:255.)

 

 

Ve o ejderha ağzı bahçe kapısına inkılâb etmesi ise işarettir ki, kabir, ehl-i dalâlet ve tuğyan için vahşet ve nisyan içinde zindan gibi sıkıntılı ve bir ejderha batnı (karnı) gibi dar bir mezara açılan bir kapı olduğu halde, ehl-i Kur'ân ve iman için, zindan-ı dünyadan bostan-ı bekaya ve meydan-ı imtihandan ravza-i cinâna (cennet bahçelerine) ve zahmet-i hayattan rahmet-i Rahmân'a açılan bir kapıdır. Ve o vahşî arslanın dahi munis (dost) bir hizmetkâra dönmesi ve musahhar (boyun eğen) bir at olması ise, işarettir ki, mevt (ölüm), ehl-i dalâlet için, bütün mahbubâtından (sevenlerinden) elîm bir firak-ı ebedîdir (acı verici sonsuz bir ayrılıktır.).

 

Hem kendi cennet-i kâzibe-i dünyeviyesinden (aldatıcı dünya cennetinden) ihraç (çıkarılma) ve vahşet ve yalnızlık içinde zindan-ı mezara (mezar karanlığına) ithal (girme) ve hapis olduğu halde, ehl-i hidayet ve ehl-i Kur'ân için, öteki âleme gitmiş eski dost ve ahbaplarına kavuşmaya vesiledir. Hem hakikî vatanlarına ve ebedî makam-ı saadetlerine girmeye vasıtadır. Hem zindan-ı dünyadan bostan-ı cinâna bir davettir. Hem Rahmân-ı Rahîm’in fazlından (cömertliğinden), kendi hizmetine mukabil ahz-ı ücret etmeye (ücret almaya) bir nöbettir. Hem vazife-i hayat külfetinden bir terhistir. Hem ubudiyet ve imtihanın talim ve talimâtından bir paydostur.

 

 

Elhasıl: Her kim hayat-ı fâniyeyi (geçici dünya hayatını) esas maksat yapsa, zahiren (görünüşte) bir cennet içinde olsa da, mânen (hakikatte) cehennemdedir. Ve her kim hayat-ı bâkıyeye (sonsuz ahiret hayatına) ciddî müteveccih (yönelmiş) ise, saadet-i dâreyne mahzardır (dünya ve ahiret mutluluğuna erişecektir.). Dünyası ne kadar fena ve sıkıntılı olsa da, dünyasını Cennetin intizar (bekleme) salonu hükmünde gördüğü için hoş görür, tahammül eder, sabır içinde şükreder.

 

 

(Allah’ım, bizi saadet, selâmet, Kur'ân ve iman ehlinden eyle Âmin. Allah’ım, Efendimiz Muhammed'e ve âline ve ashâbına, Kur'ân'ın bidâyet-i nüzulünden zamanın nihayetine kadar onu okuyan her bir okuyucunun okuduğu her bir kelimenin temevvücât-ı havâiye (hava dalgalarının) aynalarında Rahmân'ın izniyle temessül eden (yansıyan) bütün kelimelerinin bütün harfleri adedince salât ve selâm et. Ve bunlar adedince, bize, anne ve babamıza, erkek ve kadın bütün mü'minlere rahmetinle merhamet et, ey Erhamürrâhimîn. Âmin. Âlemlerin Rabbi olan Allah'a hamd olsun.)

 

Saygılar...

 

Terapi

Gönderi tarihi:

“Süphe yok ki göklerde ve yerde mü’minler için (Allah’ın varlığına dair) deliller vardır. “

(Casiye : 3)

 

Resim...............Ressam

 

Aslı..................Yaratan

 

Nasıl bir resim gördüğünüz zaman o resmi yapan bir ressam oldugunu kabul edersek kâinattaki resimlere de bakacak olursak kâinattaki varlıkları da bir yaratanın oldugunu kabul etmemiz gerekir. Kâinattaki varlıklara (resimlere) bir bakalım: Dünyamız güneşin etrafında dönmektedir. Eğer dünyamız güneşe biraz daha yakın dönseydi yanacaktı. Biraz daha uzak dönseydi donacaktı. Dünyamızı tam dengede döndüren kimdir?

 

Bazen ufacık füzelere ,uçaklara dahi hakim olamazken o akıl almaz hız ve büyüklükteki yüz milyonlarca kütlenin (gezegen,yıldız,nebula...) en ufak bir hata dahi yapılmadan gezdirilmesine neden olan kimdir?

 

Parçalanan, yaşlanan, gezegenler, çürüyen bitki hayvan ve insanlar ile her yer (gökyüzü, yeryüzü) çöp pislik olacağına, bir düzen içinde çöpleri temizlik görevlilerine (kara delik, böcek, kurt,solucanlara...) toplatan kimdir?

 

Atmosferdeki su, karbondioksit, oksijen ve azotun devredilmesindeki ahengi, nizam ve intizami bildigimiz için, yagmur yerine “kezzap” adını verdigimiz nitrik asitin yağabileceği aklımıza dahi gelmez, degil mi?Oysa ki, atmosferin % 80’ini teşkil eden azot gazı, yıldırım ve şimşeklerin tesiri altında oksijenle birleşir. Bu oksitlenme sonucunda, nitratların meydana gelmesine yarayan azot oksitleri teşekkül eder. Yani ilmen, havadaki her elektriklenmede, nitrik asit yağmurunun meydana gelmesi için bütün şartlar hazırdır.... Ancak şimşek çaktığında , damla damla merhamet ve rahmet yağar. Ve bize haddimizden fazla değer veren yüce kudrete bütün mahlûkat sükreder.

 

Üzerimize her an kezzap yagabilmesinin mümkün oldugunu bilen kimya âlimi Prof. Dr. Arthur Macomb bu konuda sunlari söyler: “Ne zaman şimşek çakıp gök gürlese, semâdan yağmur yerine nitrik asit yağacak diye soluğum kesilir, rengim kaçar, sığınacak bir yer ararım. Çünkü havada nitrik asit teşekkülü için bütün şartlar hazırdır.”

 

H2 + O = su ( söndürücü )

 

H (Hidrojen) yanıcı O (Oksijen) yakıcı

 

Yanıcı ve yakıcı iki madde bir araya gelince yangın olacağına tam tersine , söndürücü olmaktadır. Bunu ayarlayan kimdir?

 

Diş doktoru yıllarca okuyup makineler yardımı ile takma dişler yapmaktadır. Bu dişler kırılsa bize haber veremez. Fakat binlerce senedir ağzımızdaki dişler çürümeye baıladığı an alarm sistemi (sinir sistemi) ile bize haber vermektedir. Takma dişi doktor yapabiliyorsa çok daha ileri teknolojiye sahip ağzımızdaki dişleri yapan kimdir?

 

Ağzımızdaki dişlerin sıralanısı: 32122123 = üst çene

 

32122123 = alt çene

 

Dişlerimizi böyle simetrik olarak dizen kimdir?

 

Gazete yaprakları ile aynı kalınlıkta olan ağaç yaprakları fabrika gibidir. Oksijeni alır, karbondioksit verir, içinde damarlar vardır, içinde yeşil renk veren klorofil maddesi vardır . Yaprağı “ oksijen fabrikası” şeklinde yaratan kimdir?

 

İnsanlar henüz ot ve suyla çalışan karşılığında süt veren bir fabrika yapamamışlardır. Fakat milyonlarca senedir milyarlarca, çoğalan, yürüyen, büyüyen, duvarlarından (derisinden) faydalanılan, makinelerden (etlerinden) yemek yapılan sadece ot ve su karşılığında bize süt veren fabrikaları yaratan kimdir?

 

İnsanlar, Cenâb-ı Hakk’ın yarattığı odundan ancak tahta, tahtadan masa ve sandalye gibi seyler yapabilmektedir. O Kadîr-i Mutlak ise odundan meyve yapıyor, yaprak ve çiçek çıkarıyor. Demek ki iş odunda değil, ustadır.

 

Bir iplik fabrikasi düşünelim; irili, ufaklı, yürüyen, çoğalan, incecik fakat çok sağlam iplikler üreten bir fabrika. Insanlar nokta büyüklügünde böyle fabrikalar yapamamışlardır. Fakat binlerce çeşidiyle milyonlarca, bir yaratıcı tarafından yaratılmıştır ; ipek böceği , örümcek!... O , kimdir?

 

Yağmur gökyüzünden tane tane yagmaktadır, damlacıklar birleşip sel olarak yağmamaktadır. Buna engel olan kimdir? Her yıl yağan kar tanecikleri milyonlarcasını her seferinde her biri ayri ayri desenlerle gökyüzünden bize yollayan, gökyüzünde birleştirip çığ olarak göndermeyen kimdir?

 

Uzayın akıl almaz derinlikleri içinde günesimiz gibi 200 milyar günesi ihtiva eden Samanyolu Galaksisi’nde yaşıyoruz. Samanyolu ise, varlığı kanıtlanabilen en az 300 milyar galaksiden sadece bir tanesidir. Bu dev evreni düzen ve uyum içinde yaratan , yaşatan kimdir?

 

“Dünyada hiçbir delil kalmasa bile, bir mikrobun hayati bana Allah’i ispat etmeye yeter. “ LUIS PASTEAUP

Gönderi tarihi:

terapi kardeşim evet sözller diye başlık atarsak gayet hpş olur bence elimizden geldiğince katkıda bulunurum beğenen olursa anlamını üzerine tıkladığında veren sözlere e- kitabını da veririm zannedersem güzel olur sözler yazıp onlar üzerinde konuşa biliriz.

Katılın Görüşlerinizi Paylaşın

Şu anda misafir olarak gönderiyorsunuz. Eğer ÜYE iseniz, ileti gönderebilmek için HEMEN GİRİŞ YAPIN.
Eğer üye değilseniz hemen KAYIT OLUN.
Not: İletiniz gönderilmeden önce bir Moderatör kontrolünden geçirilecektir.

Misafir
Maalesef göndermek istediğiniz içerik izin vermediğimiz terimler içeriyor. Aşağıda belirginleştirdiğimiz terimleri lütfen tekrar düzenleyerek gönderiniz.
Bu başlığa cevap yaz

×   Zengin metin olarak yapıştırıldı..   Onun yerine sade metin olarak yapıştır

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Önceki içeriğiniz geri getirildi..   Editörü temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.