Zıplanacak içerik
View in the app

A better way to browse. Learn more.

Tartışma ve Paylaşımların Merkezi - Türkçe Forum - Turkish Forum / Board / Blog

A full-screen app on your home screen with push notifications, badges and more.

To install this app on iOS and iPadOS
  1. Tap the Share icon in Safari
  2. Scroll the menu and tap Add to Home Screen.
  3. Tap Add in the top-right corner.
To install this app on Android
  1. Tap the 3-dot menu (⋮) in the top-right corner of the browser.
  2. Tap Add to Home screen or Install app.
  3. Confirm by tapping Install.

Featured Replies

Gönderi tarihi:

12 EYLÜL

 

Belki o dönem bizler cocuktuk ama anne babalarimiz hic de cocuk degildi !!!

 

12. Eylül zamansiz ölüm gibi yakin ölümü yasatmistir Milletimize.

 

Anne Babalar da konusur..

 

 

Darbenin ülkemizde ünlenmesine neden olan 12 Eylül’ün üzerinden neredeyse iki üc nesil gecti o günü yasamak anlamda. O dönem bilhassa daglar, daglar degil kirsal kesim degil aralarinda kasabalarin da bulundugu büyük sehirler bombalama eylemleriyle kana bulandigi dönemlerdi. Kursunlanarak nice genclerin öldügü, yaralanip sakatlandigi kardes kardese kursun sıktıgı bu dönem.. Esnafin günlük kazancinin el konuldugu, kurtarilmis bölgelerin olusturuldugu, araziye kadar gasp edilip oralarin örgüt adina kamulastirildigini ve gecokondalastirilip sokaklarda 24 saat silahli nöbetlerin tutuldugu bu dönem hicde masum degildi !!!

 

Bugün nasil daglara polis gönderemiyorsan? O günde kurtarilmis bölgelere bir kenara koyacak olursak polisin uzana bildigi sadece merkezi meydanlardi o gün bu noktaya gelmis ülke nasil düze cikabilirdi herkes ama herkes birilerin ucundan tutturulmus tutmayan cogunlugun tepesinde hergün cekilen ajitasyonlar onlarin kulaklarini deliyor.. Adresini sasirmis eylemler ortaokullarin dahi bombalamasina neden oluyordu. En dikkat cekici yön artik örgütlerin silahsiz yaptigi eylem eylemden sayilmiyordu yani anliyacaginiz zivanadan cikmis ülke ucurumun esigine gelmis caresiz bir Türkiye konumuna getirip beklemeye cekmislerdi?

 

Ve o dönem Annelerimiz Babalarimiz ama herkes, ama herkes, askerin yolunu bekler olmus.. Terör örgütleri de artik eyemlerini dahada yogunlastirarak darbeye gün saymakta istenen darbe icin? Anne babalarin istegi askerin bu olaylara el koymasiydi.. Asker polis gibi davranamazdi davransa zaten askere gerek olurmuydu! bugün yasanan celiskilerden en büyügü bu basit terör eylemleri degildi.. Amerika da esen 11.Eylül´e benzemiyor nede afganistan´a.. bir benzeri muhakak vardi?

 

O gün ki Terör kitle gücüne dayanmayan ve göz korkutarak caydirmayi amaclayan eylem türünü de benzemiyordu.. her eylem kendini, kendini imha edecek sekilde düzenleniyor bu eylemler Egemen sinifi burjuvazi sinifini izaya getirmek icin degil kendisi gibi ülkeyi imha edecek sekilde baskaldiri hareketleri yasaniyordu artik bir ic savas düzenine gecmis artik her ölümün arkasindan kinama mesajlari yayinlamakla ugrasan örgütler..kavramlarla oynayan emperyalistlerden bir adim önde hareket halinde olduklari o gün yasananlar ortaya koyuyor..O günleri anlatanlarin özüyle?

Ne o gün Ortadogu ve Avrasya´da yürütülen emperyalist paylasim savasi nede bireysel terörizm o gün Türkiye´de verilen devrimin arkasina siginanlar tarafindan bilerek veya bilmeyerek Türkiye nin paylasilmasi savasi icinde yer aldilar..Askerimiz bu oyunu 12 Eylül´de sonlandirdi.

 

Bugün sahnede sartlar degismis ayni oyun.. bir yanda AB kapisinda bekleyen Türkiye bir yanda paylasim..

Gönderi tarihi:
  • Yazar

"12 Eylül eşcinselliği önledi"

İlahiyatçı Beyaz, HABERTÜRK'te Hülya Avşar'a konuştu

Zekeriya Beyaz Hülya Avşar Soruyor programında yine çok tartışılacak açıklamalar yaptı. Beyaz, eşcinselliğin dinen yasak olduğunu anlatırken 12 Eylül döneminde uygulanan yasaklarla "eşcinselliğin önüne geçildiğini" ima etti. Beyaz, "eşcinsel" kelimesi yerine de malum kelimeyi önerdi!

İşte Beyaz'ın sözleri:

"Meşru yoldan cinsel ilişki helaldir. Eşcinsel ilişkiler son derece yanlıştır. 'Genetik yoldan gelmiştir' falan bunlar uydurmadır. İşe ısındırma yollarıdır. Kelimelerle hafifleterek söylüyorlar. 'Eşcinsellik' ne kadar da tatlı bir kelime. Esasını söyleyin herkes biliyor, (İ) ile başlayan bir kelime... Bunu hafifleterek söylüyorlar, bunlar ciddi meselelerdir."

NEDENİ YETİŞTİRME TARZI

Eşcinselliğin doğuştan gelen bir özellik olmadığını öne süren Beyaz, yetiştirme tarzının eşcinselliğe neden olduğunu savundu. Beyaz, kız çocukları arasında yetişen erkek çocukların ve kız çocuk özlemi çeken ailelerin erkek çocuklarına kız çocuğu gibi davranmalarının eşcinselliğe yönelime neden olduğunu öne sürdü.

Bülent Ersoy'un da aralarında bulunduğu pek çok şarkıcının darbeden sonra yasaklandığını anımsatan Beyaz, 12 Eylül'ün bu konuda "faydalı" olduğunu şu sözlerle ifade etti:

"12 Eylül ihtilalinden önce pavyonlarda bu tür insanlara aşırı bir rağbet gösterildi. Onları şarkıcı yaptılar. Bir anda gençler bu işe özendiler. Bunların sayısı hızla arttı, çünkü müthiş para kazanıyorlardı. 12 Eylül bunlara el koydu. Birilerinin de sahneye çıkmasını yasakladı."

Gönderi tarihi:
  • Yazar

Türkiye 12 Eylüle nasil geldi?

 

 

Tabii bir yilda, bir ayda gelmedi.

 

 

Çok partili hayatin, seçen ile seçilenler arasina getirdigi yeni anlayis ve boyutlardan ortaya çikan ve her seçimde etkisini artiran ödünlerin, tavizlerin; LOZAN'la önüne set çekilen bölücülere ve Cumhuriyete karsi olanlara platformlar olusturdugu; Cumhuriyet Türkiyesinde bölücülerin uzun süre asil kimliklerini gizleyerek masum toplumsal olaylarin arkasina gizlendikleri ve siyasi basarisizliklarin getirdigi huzursuzluklari kullanarak adim adim, asil kimlikleri ile ortaya çikmalarina zemin hazirladiklari unutulmamalidir.

 

 

Demokrasinin kesintiye ugradigi 27 Mayis ve 12 Martta ön plana çikacak zemini yakalayamayan bölücüler ve Cumhuriyet karsiti akimlar; Kibris Baris Harekatinin getirdigi büyük prestij ve onurla adeta bir yumruk gibi toparlanan Türkiye'de, kisa sürede neden ve nasil etkili oldu?

 

 

Temel nedenin bozulan siyasi istikrar oldugu hususunda kimsenin süphesi olmamasi gerekir.

 

 

Uzun süre devam eden istikrarsizlikla ortaya çikan kisir çekismeler, siyasi anlasmazliklar ve sen ben kavgalari; kisa sürede ekonomiyi felç etmis, anarsi ve terörün yayginlasmasina neden olmustur.

 

 

Is hayatinda grevlerin, okullarda boykotun günlük olaylar haline gelmesi; halkin ve meslek gruplarinin kamplara ayrilarak kurtarilmis bölgelerin, halk mahkemelerinin ortaya çikmasi; ülkenin her yaninda masum insanlarin öldürülmesi, bombalarin patlamasi, yollarin kesilmesi; siki yönetime ragmen bir türlü önlenememistir.

 

 

Pahalilik, yokluk ve kuyruklar, terör, anarsi adeta Türkiyeyi teslim almistir.

 

 

Devlet aciz ve tabir caizse, 70 sente muhtaç hale getirilmistir.

 

 

1979 ara seçimlerinde hükümetin aldigi halk destegi meclise yansimadigindan, iktidarsiz bir iktidar anarsi ve terörle mücadelede hiç basarili olamamistir.

 

 

Bir örnek olmak üzere 1979 ara seçimlerinden sonra 12 Eylül 1980'e kadar hükümet; parlementoya 284 kanun tasarisi sevk etmis bunlarin sadece 38 ini kanunlastirabilmistir.

 

 

Bu 38 kanunun 36'si bütçe ile, 2 si de Türk Silahli Kuvvetleri Iç Hizmet Kanunu ile ilgilidir.

 

 

1979'da ara seçimlerden sonra kurulan azinlik hükümeti bütün iyi niyetine ragmen örnekten de anlasilacagi gibi mecliste güçsüz oldugundan, terörle mücadelenin gerektirdigi hiçbir kanunu çikaramamis, güvenlik kuvvetlerine mücadelede ihtiyaç duydugu hiç bir yasal olanagi saglayamamistir.

 

 

Ülkenin içinde bulundugu kosullara uygun kanunlar çikarilamamis, kosul-kural dengesi saglanamamistir.

 

 

Tarihte pek çok örnegi oldugu gibi milletler ekonomik zorluklara, yokluklara uzun süre dayanabilmelerine karsi; yönetim bosluguna tahammül edememektedir. Bu bosluk iç veya dis baska bir güç tarafindan doldurulmaktadir.

 

 

12 Eylül günü ülke yönetimini devralan Türk Silahli Kuvvetlerinin anarsi ve terörü derhal durdurmasi, devlet otoritesini hakim kilmakla mümkün olmustur. Bütün Ulusun can ve mal güvenligi kisa sürede saglanmis, milli birlik ve beraberlik tesis edilmis, iç savas ve kardes kavgasi önlenmis, demokratik düzenin islemesine mani olan sebepler ortadan kaldirilmis, çalisma barisi saglanarak üretim ve verim artirilmis, her alanda ülkenin acil ihtiyaci olan düzenlemeler yapilmis ve Türkiyenin HASTA ADAM imaji silinerek güçlü Türkiye yeniden yaratilmistir.

 

 

Kibris Baris Harekatinda idari zayiat da dahil Türk Silahli Kuvvetlerinin zayiati 498 sehit ve 1200 yaralidir.

 

 

1978-80 arasinda anarsi ve terör 5000'den fazla can almis, 15 000 kadar insanimiz da yaralanmistir. Bu fevkalade önemlidir. Hükümetlerin en önemli ve öncelikli görevi; halkin can ve mal güvenligini saglamak ve refah seviyesini yükseltmektir.

 

 

Bunu basaramayan hükümetler muktedir de olamadiklarinda, yani halki korumak üzere önleyici tedbir alamadiklarinda yönetimde bosluk ortaya çikmaktadir.

 

 

12 Eylül'le birlikte süphesiz bir kisim insanlar magdur olmuslardir. Ama bu insanlar 12 Eylül öncesi olumsuzluklara neden olanlardir. Bunlarin önemli bir kismi da anarsi ve terörü yaratanlar ve destekleyenlerle bölücülerdir, Cumhuriyete karsi olanlardir.

 

 

12 Eylülden ülkemizin çok ders aldigi, tekrar böyle bir ortamin dogmasina izin verilmeyecegi artik yaygin bir kanaattir. Geçen 25 yil içinde pek çok siddetli bölücü teröre, agir ekonomik krizlere ve tabii afetlere gögüs gerilmis ve müsbet sinavlardan geçilmistir.l

 

 

12 Eylüle insafsizca saldiranlar, biraz da, acaba 12 Eylül olmasa idi neler olurdu diye düsünmelidirler.

Em. Tümg. Cumhur EVCIL

Gönderi tarihi:

12 Eylül evet bir Nato oyunuydu, hazirlandi ve oynatildi, yüzlerce insamizi kaybettik, sagcisi solcusu iki tarafta kendi görüslerince savas veriyordular. Solcular, kendilerinde FASIZME karsi bir savas icinde ülkücü avina cikmistilar, Sagcilar ise Komünizme karsi bir savas icindeydiler ve solcu avina cikmistilar. Ortada ne fasizm vardi ne de Komünizm. Fakat ates bacayi sarmisti, evet günde onlarca genc insan katlediliyordu. Solcuysaniz solcu görüslü bir karakola isiniz düstügünde seviniyordunuz, sagciycaniz sag görüslü bir karakola düstügünüzde seviniyordunuz. Sokaklar kurtarilmis bölgelerdi.

 

12 Eylül bir Nato oyunuydu oynandi, büyük acilar birakarak tarihe adini yazdirdi.

 

Evet gercekten bende soruyorum, atesin bacayi sarmis oldugu o günlerde, kurtulus neredeydi? Ne yapilmaliydi, nasil önlenebilirdi bu atesin daha fazla yayilmamasi icin. Okuduklarimdan ögrendiklerim kadariyla, anasini babasini kardesini karsi görüstesin diye öldürenler bile varmis... Peki sizce kurtulus neredeydi ve neden o kurulus yoluna gidilemedi?

 

 

Darbeyi lanetlemek 12 Eylül öncesi olanlarin tamamen bir ön hazirlik asamasi oldugunda hemfikir olmak pratikte en kolay seydir. Yangin cikinca yangina kim müdahale etmelidir, bunun cevabi bence dügüm noktasidir olayin. Yangini onlar cikardi diye birakalim sonuna kadar yansin mi denmesi gerekiyordu.? Evet bir cevap araniyor...

 

Bugün icinde bu gecerli; darbe senaryolari ile 2 yildir Türkiye tam bir kaos ve anarsi ortami icersinde. Orduya karsi verilen bir savas var darbe bahaneleriyle. Simdi ne yapmaliyiz sorusu geliyor insanin aklina. Ne yapilabilir.? Yani darbeciler ayiklansin denerek tüm Silahli Kuvvetlerin safdisi birakilmasini mi seyredelim.? Evet cevaplar lütfen.

 

 

 

saygilarla

Gönderi tarihi:
  • Yazar

 

Evet gercekten bende soruyorum, atesin bacayi sarmis oldugu o günlerde, kurtulus neredeydi? Ne yapilmaliydi, nasil önlenebilirdi bu atesin daha fazla yayilmamasi icin. Okuduklarimdan ögrendiklerim kadariyla, anasini babasini kardesini karsi görüstesin diye öldürenler bile varmis... Peki sizce kurtulus neredeydi ve neden o kurulus yoluna gidilemedi?

 

Doguda tas atan cocuklari anne babalari nasil bugün kulaklarindan cekip eve götürüyor !!!

 

Bu anneleri bu babalari alkislamak gerekiyor..

Gönderi tarihi:
  • Yazar

12 Eylül olmasaydı ordu bölünecekti

Bülent Ruscuklu eski bir MİT görevlisi. Teşkilatta 27 yıl çalışmış. Yeni kitabı "Demokrat Parti'den 12 Eylül'e"de bize kendimizle yüzleşme imkânı veriyor. İnsan bazen en iyi dersi, en büyük yanlışlardan çıkarır.

 

Yanlışlardan doğruyu öğrenme...

 

Ülkenin yönetilemez hale gelmesi, siyasetin dibe vurması, kısır çekişmelerle toplumun maceraya sürüklenmesi, basiretsizlikle, ufuksuzlukla sorunların çığ gibi büyümesi ve gelen tehlikenin görülememesi ve dolayısıyla önleyici tedbirlerin alınamaması büyük travmalara neden oldu. Fakat bir travmayı yeni bir travmayla çözmek mümkün değildir. Yani dibe vurmuş siyaset de onu hizaya getirmek isteyen darbeler de birer travmadır. Bu durumda ne çözümsüz siyasetin sürmesi ne de darbenin kurtuluş olarak görülmesi ikisi de kabul edilemez.

 

Bizde uzun süre, travma yemiş korkak ve ürkek bir siyaset hüküm sürdü ve siyaset ülke yönetmekten çok kişisel ikbal aracı olarak görüldü. Böyle olunca siyaset üzerinden kendisine "önem" atfedenler, hazır kurtarıcılar hiç eksik olmadı.

 

Siyaset kurumu ülkeyi tam sahiplenemediği için sahiplenmeye meyilli asker bu boşluktan faydalandı.

 

Bizde askerin demokrasiye bağlı kalması gibi imkansız bir talep dile getiriliyor. Askerin demokrasiyi korumak gibi bir görevi yok, evet ama askerin demokrasiyi yıkmak gibi de bir görevi yoktu. Fakat bunlar hep oldu bizde.

 

Çözüm siyasette. Siyaseten de güçlü siyaset kurumunda.

 

Demokrasiyi askerler kurmaz ve askerler kollamazlar. Demokrasiyi askerden de korumak siyasetin görevidir.

 

Darbenin iyisi olmaz, her darbe toplumu geriye götürür.

 

Kriz ve kaos ortamlarından çıkış için yeni formüller bulmak siyasetin görevidir.

 

Askeri kışlada tutmak da öyle.

 

'Bizi yönet' diye toplum askerleri değil siyasi kadroları seçiyor. Seçilmişlerin 12 Eylül ruhuyla hesaplaşması ve sistemin üzerinden darbe yükünü kaldırması şart.

 

Kimse bizden darbeyle yaşamaya alışmamızı beklemesin.

 

Demokrat Parti'den 12 Eylül'e' adlı yeni kitabında 27 Mayıs, 12 Mart ve 12 Eylül'e ilişkin bilinmeyenlere ışık tutan eski MİT görevlisi Bülent Rusçuklu, Kenan Evren'in darbe yapılacağını haber verdiği tek sivilin şu sıralar eşiyle ilgili iddialar nedeniyle gündemde olan Anayasa Mahkemesi Başkanvekili Osman Paksüt'ün babası, anayasa hukukçusu olan Mehmet Emin Paksüt olduğunu açıkladı.

 

27 Mayıs'tan bugüne oluşmuş bir darbe kültürü var. İktidara el koyma ihtiyaç olmaktan çıkıp alışkanlığa dönüşmüyor mu?

 

12 Mart muhtırası bir yana, 27 Mayıs ve 12 Eylül kaçınılmazdı, çünkü başka çare kalmamıştı.

 

12 Eylül darbesine nasıl karar verildi?

 

12 Eylül darbe hazırlıkları tam bir yıl önce, 11 Eylül 1979'da başladı.

 

Nasıl?

 

Kenan Evren, darbe için nabız yoklamak amacıyla Genelkurmay İkinci Başkanı Orgeneral Haydar Saltık'ı odasına çağırdı; "Haydar Paşa, size vereceğim bu görevden sadece kuvvet komutanlarının haberi var. İç güvenliğimizin tehlikede olduğunu pek çok defa konuştuk. Silahlı Kuvvetler'in içine de sızmalar başladığını biliyorsunuz. Sizden bir çalışma grubu kurmanızı istiyorum. İki kurmayı görevlendirin. Araştırmanızı istediğim, yönetime müdahale için zamanı geldi mi? Ya da uyarıda mı bulunmak daha uygun olur? Bu hususlar etüd edilecek. Arada rapor verin. Hiçbir şey kayda geçmeyecek. Tek nüsha yazılsın. Elle... Bugün 11 Eylül, altı ay içinde tamamlayın. Bir de görevlendireceğimiz kişilere maske görev verin. Etrafın dikkatini çekmesin."

 

RAPORLU DARBE...

 

Rapor ne zaman geldi Evren'in masasına?

 

1,5 ay sonra. Raporda şunlar yazılıydı; "Memleket iç harbe sürükleniyor. Meclis'in feshedilmesi ve yönetime el konulması, geç kalınırsa Silahlı Kuvvetler'in de bir iç savaş içine sürüklenme tehlikesiyle karşı karşıya kalabileceği..." Evren raporu okudu ve çalışmanın sürmesi talimatını verdi.

 

Rapor darbe için şartların hazır olduğu konusunda Evren'i ikna etti mi?

 

Evet, darbe süreci başlamıştı. Askerler 21 Aralık'ta toplandılar. Siyasi partilerin bir mektupla uyarılması kararlaştırıldı. Mektup Cumhurbaşkanı üzerinden verilecekti.

 

Mektup çare mi bahane mi?

 

Deniz Kuvvetleri Komutanı Bülent Ulusu; "Bu mektubun bir yararı olacağına inanıyor musunuz?" diye sordu. Evren; "Yarar sağlayacağı inancında değilim ama biz görevimizi yerine getirelim ki ileride tarih bizi bu yönden tenkit etmesin." Aradan üç ay geçiyor ve değişen bir şey yok. Mart 1980'de çalışma grubu Evren'e ikinci bir rapor sunuyor.

 

DARBEYLE ORDUDAKİ BÖLÜNME ÖNLENDİ

 

İkinci rapor ne diyor?

 

Rapor hemen müdahale edilmesini söylüyordu. Ordu içinden de bu yönde gelen baskıların olduğu, aşağıdan yapılacak bir harekâtta orduda bölünme dahi yaşanabileceği belirtiliyor, iç ayaklanma dahi olabilir deniliyordu. 18 Mayıs toplantısında müdahale kararı alındı, Evren, hazırlığın haziran-temmuz aylarına göre yapılmasını istedi... 1 Temmuz günü hazırlıklar bitmişti ve 11 Temmuz günü darbe yapılacaktı.

 

Neden 12 Eylül'e ertelendi?

 

Evren 'yeni güvenoyu almış bir hükümete darbeyi dünyaya izahta zorlanırız' dedi ve ertelendi.

 

Ordu içinde darbe fikri nasıl telaffuz edilir, bu yapı nasıl kurulur?

 

12 Eylül öncesinde ordudaki rahatsızlık ilk önce kutuplaşma şeklinde. Öğrenciler sağ-sol şeklinde ayrıştılar. Darbe hiye-rarşi içinde yapılmayıp alt kademeden hareket olduğu takdirde ordunun bölünebileceği tehlikesi vardı. 27 Mayıs'ta bu tehlike yoktu, çünkü o hükümete karşıydı.

 

O halde 12 Eylül'ün görünen sebebi terör fakat daha güçlü faktör ordunun bölünme tehlikesi öyle mi?

 

Terör sokakta da sağ-sol şeklindeydi. Bu durum devletin her kurumuna yansımıştı. Polis bile ikiyi bölünmüştü. Partiler bir araya gelemiyorlardı.

 

MİT DARBEYİ BİLİYORDU

 

12 Eylül'den MİT'in haberi var mıydı?

 

Evren MİT Müsteşarı Bülent Türker'i 10 Eylül günü makama çağırıyor; "48 saat sonra 12 Eylül günü sabaha karşı yönetime el koyacağız. Bütün hazırlıklar yapılmış durumda" diyor. Türker de "Komutanım Diyarbakır Bölge Daire Başkanı bu sabah mesaj çekmişti. Ordu yönetime el koymak için hazırlık yapıyor diye. Oradaki arkadaşa sıkıyönetim komutanı söylemiş."

 

DARBEYİ İLK ÖĞRENEN SİVİL

 

12 Eylül'den ilk haberi olan sivil kim?

 

Bugün Anayasa Mahkemesi Başkanvekili olan Osman Paksüt'ün babası Emin Paksüt'ü çağırıp haber veriyor.

 

Neden ona haber veriyor?

 

Güvenilir bir insan olarak gördüğü için.

 

Emin Paksüt'ün ilk tepkisi nedir?

 

6 Eylül'de Evren'in makamında görüşüyorlar. Evren, soruyor; "Sen Genelkurmay Başkanı olsan ne yaparsın?" Emin Bey, "Ben duruma müdahale ederim" diyor. Sonra "Size bir konuşma metni vereceğim. Bunu okuduktan sonra fikrinizi öğrenmek isterim" diyor Evren. Konuşma metni, darbeden sonra radyodan okuyacağı bildiridir. Metni okuduktan sonra Paksüt'ün yüzü sararıyor fakat bir şey söylemiyor.

 

Başka kimse var mı haber verdiği?

 

Evren, 11 Eylül günü Gülhane Askeri Hastanesi'nde tedavi gören eşi Sekine Hanım'ı ziyaretinde, "Sana bir haber vereceğim ama heyecanlanma. Bu akşam yönetime el koyacağız" diyor. Sekine Hanım da soğukkanlılıkla, "İyi edersiniz" karşılığını veriyor.

 

Terör ve anarşi 13 Eylül'de nasıl kesildi?

 

Hemen kesilmedi, bir süre devam etti. İki büyük parti AP ve CHP bir araya gelip polisin bölünmüşlüğünü engelleselerdi 12 Eylül olmazdı.

 

12 Eylül neyi tasfiye etti?

 

Yasadışı örgütleri tasfiye etti. Şimdi bazı solcu yazarlar sol tasfiye oldu diyor. Sonraki süreçlerde Ecevit başbakan oldu. İnönü başbakan yardımcısı oldu. Bu mu tasfiye...

 

12 Eylül'ün arkasında Amerika'nın olduğu söylenir...

 

Darbeden iki saat önce Amerikalıların Balgat'taki muharebe birliğinden Türkiye'nin muharebe birliği arandı. Etrafta tanklar olduğu, bunun 'tatbikat olup olmadığı' soruldu. Önce 'tatbikat var' deniliyor, ardından Evren, "Söyleyin, harekât nasıl olsa başladı. Yönetime el koyduk" diyor. Evren ABD onayı iddiasını kabul etmiyor. Kişisel inancım bir taraflardan, dış taraftan, düğmeye basılıyor.

 

DIŞ OYUNLARI ENGELLEYEMİYORUZ

 

Hükümetin yaptıklarını ülke için zararlı gören bir MİT elemanı darbe olacağı bilgisini hükümete verir mi?

 

Verir...

 

Evren Paşa, dönemin MİT müsteşarına 'darbe yapıyoruz' diyor, ama müsteşar o bilgiyi hükümete götürmüyor.

 

Devlet işlerinde şahsi düşüncelerimizi, duygularımızı yaptığımız işe karıştırmayız... Başbakanın korumaları ona oy vermemiş olsalar bile, bir saldırıda kendi hayatlarını tehlikeye atarlar.

 

Ordu içinde aşağıdan yukarıya yeni rahatsızlıklar var mı?

 

Olabilir. Bundan sonra ülkede bir yıkım olursa bu defa onarmak pek mümkün olmayacak.

 

Kim etmeyecek?

 

Dış dünya.

 

Bölücü terörü de bu bağlamda mı değerlendiriyorsunuz?

 

Evet, onu da dış güçler besliyorlar.

 

Bu noktada devletin zaafı var mı?

 

Zaaf değil de dışarıdan desteklenen bir terörü bitirmek kolay değil. İçeriden de destek buluyor. Dışarıda kimlerin neler yaptığını bili-yoruz ama engellemeye gücümüz yetmiyor.

 

MİT, sağlam psikoloji ister

 

12 Eylül döneminde göreviniz neydi?

 

Uzun yıllar yurt dışı görevindeydim. Darbeden altı ay önce Türkiye'ye döndüm.

 

Dışarıda...

 

Haber toplama görevi.

 

Kolay mıdır?

 

Değil tabii. Açık kimlikle yapamazsınız bu işi... MİT deyince yalnızca yurt içi faaliyetler akla geli-yor. MİT'in çok geniş yurt dışı faaliyetleri de var. Bunlar gündeme gelmiyor, çünkü sansasyonel değil.

 

MİT elemanı olmanın ne tür zorlukları var?

 

Psikolojik açıdan sıkıntılı bir hayat. Dışa kapalısınız, kendinizi her ortamda belli edemezsiniz, rahat ilişkiler kuramazsınız. Dostlarınızla, ailenizle her şeyi paylaşamazsınız...

 

MİT'in kullandığı kimi isimler imajını bozmuyor mu?

 

Doğru, bazı kişiler çok öne çıktı, mahkemelere de düştü bunlar. Böyle olunca yıpratılıyor tabii.

MEHMET GÜNDEM

 

12 Eylül'den önce sağ-sol kutuplaşmasının bütün devlet kurumlarında olduğuna dikkat çeken Bülent Ruscuklu, darbe ile ordudaki bölünmenin de engellendiğini söylüyor.

Gönderi tarihi:
  • Yazar

12 Eylül – Tamam da… Ya olmasaydı amcalar teyzeler?

 

Evimizin kapısı doğrudan sokağa açılırdı.

 

Sokağa açılan kapıdan dışarı çıkabilmek için evden sokağa doğru birkaç merdiven çıkmak da gerekirdi.

 

Sokak seviyesinden aşağıda olan evin oturmak, yemek, içmek, yatmak, kalkmak için kullanılan tek odasından ise içeri giren gün ışığı, ancak yukarıya doğru bakıldığında görülebilen demir parmaklıklı pencereden görülebilirdi. Pencere pervazı oldukça genişçe idi ve annem beni küçükken dışarıyı seyretmem için oraya oturtur, bir adam bıyu yüksekten de odanın ortasına düşmemem için belimden pencere önündeki demir parmaklıklara tülbent ile bağlardı. Aklım erip de düşmeme gerektiğini öğrendiğimde bu emniyet kemerine gerek kalmamıştı.

 

Pencereye kadar adam boyu olan bu yükseklik tabi ki çocukluk hafızamda bana çok daha yüksek gelirdi.

 

Gün ışığı ve sokağın evin içine nazaran daha renkli olan görüntüsü kolay ulaşılamayan bir yerdi. Oraya ancak anne desteği ile yükselinir ve pervazına oturtulan pencereden dışarısı seyredilirdi.

 

Sokak, üstünde yürüyen arabaların atlı veya motorlu olmasına göre değişik akordlarda seslerin çıkmasına olanak veren arnavut kaldırımı taşlarındandı. Taşların diziminde belirli bir estetik olmaması nedeni ile sokaktan gelen sesler belli bir tempo dahilinde olmaz kendi içinde farklı bir ritmi olan melodiler yaratırdı. O zamanlar motorlu taşıtlar kadar yaygın olan at arabalarının at nalı ve tekerlek seslerinin birbirine karşıması ise daha değişik bir melodi oluştururdu. Ayakkabıların topuklarından çıkan sesler ise öteki seslere nazaran daha farklı idi. Arnavut taşlarına nazaran daha düzgün olan ve cam önünden sokağın aşağısına doğru inen kaldırımda yürümek yüksek topuklu bayanların daha kolay yürüyebileceği bir yerdi. Çocuk zihnimde sokaktan gelen taşlarda yürüyen nesnelerin çıkardığı sesleri böylesine ayırtedebildiğimin farkına aslında bu satırları yazarken varıyorum. Kendimi bildikten, yerin bir miktar altında yaşadığımız o evi terkedene kadar geçen sürede sokaktan gelen seslere istemeden çok aşina olmuşum meğer.

 

Birkaç merdiven çıkılarak sokağa açılan demir kapının açılması da kolay değildi. Açılan kapıdan içeriye normal bir insan ancak eğilirek girer ve çıkardı.

 

Hafızamın sisleri arasından anımsamaya gayret ettiğim bu evin anısı, dış dünya ile irtibatı yerden bir adam boyu yüksekte olan pencere ve eğilerek girilen küçük bir kapı ile şekilleniyor.

 

Çocukluk hafızamda, kendimi bilmeklikten ilkokul ikiye kadar geçen zamanda yaşadığımız bu ev; farklı kapılar ve merdivenler ile üst katlarına çıkılan olağanüstü güzel bir evdi.

 

Tüfekçioğlu apartmanı.

 

Bu ev, hayatımda tanıdığım en güzel insanları içine toplamış ve içinde yaşanması bir şans olan bir yuva idi.

 

Belki de halen dizlerimde var olan sızılar çocukluğumun ilk zamanlarının geçtiği o, yerin bir miktar altında olan evin rutubetindendir ama yine de o evde hayatı tanımaya başlamaktan ve o evin her katında oturmuş her insanı tanımak hayatımın en büyük şansıdır. Belki bir başka karalamamda bu evi anlatacağım.

 

Sokağa ağır ve açılması kolay olmayan demir kapı ile bakan bu evde yaşadığımız yıllarda kış aylarında odayı ısıtan vezüv marka bir gaz sobası vardı. Arkasına konan gaz tankı, sobanın yanmasını sağlardı ve yaşadığımız odayı da iyi ısıttığını hatırlıyorum. Üstüne konan saç levha üzerinde kahvaltılarda kızartılan ekmeğin kokusu halen burnumdadır.

 

Evin bulunduğu sokakta yaşanılan yıllar, kulağımda kalan müzikler, zihnime kaydettiğim kıyafetler, penceremizin önüne her hafta uğrayan sebzeci amca ile unutulmaz zamanlardı.

 

Annemin evi havalandırmak için temizlik esnasında ardına kadar açtığı kapıdan gördüğüm manzara da unutulmazdı ve bu yıllara kendini kazıyan bildik görüntülerden biriydi.

 

—-

 

İnsanın insanı incitmekten daha fazla sakındığı ve bırakın komşusunu sokaktan geçen insanların açlığına müsaade edilmeyecek kadar vicdanların yumuşak olduğu o zamanlarda insanlar insanlara hiç yüzünden acımadan kıyar olmuşlardı.

 

Kıyılan kimdi?

 

Kıyanlar kimdi?

 

Birilerinin birilerinden hoşlanmaması ve nefret etmesi için olmadık nedenler yaratılmış ve kardeş kardeşi boğazlar olmuştu.

 

Kolay değildi. Canlar yere cansız düşüyordu hergün.

 

İçinde kimlerin olduğuna bakılmadan kahvehaneler yaylım ateşine tutuluyor ve kimbilir kaç çocuğu yetim bırakacağını düşünmeden parmaklar tetiklere uzanıyordu.

 

Hayatı sonlandırmanın bir tavuğu kesmek kadar sıradanlaştığı bir ülkede adı konulamamış ve taraflarının dahi kendi içlerinde birbirini boğazladığı bir ülke haline gelmiştik.

 

Bileğin fikre galip geldiği zamanlardı ve fikirler de zaten bileğin diğer bilekleri ezmesinden yanaydı.

 

Sokaklar kuşatılmakta, duvalarda sürekli farklı akımlara ait yazılar yazılmaktaydı. Bir sabah uyandığımızda karşı duvarda son derece ustaca çizilmiş, komşu bir ülke liderinin portresi vardı. Yanında da ait olduğu siyasal akımın sloganları… Aynı sanatsal yapıtlar meğer bizim evin duvarında da varmış. Karşı evdekiler de bizim duvara bakıp hayran oluyorlarmış gece icra edilmiş olan bu sanata.

 

Ateşle yaklaştığında alev alabilecek bir karadenizli idi rahmetli ev sahibimiz. Anında elinde kireç ve badana fırçası ile aşağıya inip yedi cedlerine sövüp sayaraktan bu pisliği yapanların icraatlerini badanalamaya koyuldu. Bir süre sonra etrafını sarıvermişti birkaç genç.

 

“- Babalık ne iş? Niye siliyorsun bakalım yazıları?”

 

Benim o aslan yürekli Sedat amcam birden sinivermişti. Silahın, delikanlılığı sindirdiğini orada görmüştüm.

 

“-Evladım bak buralar pis olmuş. Buraları zaten ben badana edecektim.”

 

Anarşistin yazdığı yazıyı silmek bir nevi intihardı. Ama galiba anarşistin yenisine rastlamıştı.

 

Rahmetli Sedat amcam o gün anarşistler tarafından canı acıtılmamış olsa bile oldukça korkutulmuştu. Ama o günlerde evimizin havalandırılımak üzere annem tarafından açılmış o sokak kapısından gördüğüm manzara o günleri çocuk zihnime daha derinden kazımıştı.

 

Açık sokak kapısının baktığı küçük sundurmada ne aradığımı tam hatırlamıyorum ama nedense elimde bir oyuncak olduğunu hatırlıyorum. Kapının baktığı sokağın aşağı kısmından gelen gürültülerden çok iyi şeyler olmadığını düşünmüştüm. Derken birkaç defa seslice bir patlama oldu. Babamın bana aldığı çatapatlı kovboy tabancasından çıkan seslerden daha yüksekçe seslerdi. Sesleri koşuşturmalar takip etti. Sokağın arnavut kaldırımı taşlarının üzerinde hızlı, telaşlı adımların sesleri gelmeye başladı. O bahsettiğim melodilerden farklı bir müzkti bu. Ağıt gibi. Yok. Korkulu bir tempo idi. Ayakkabı topukları kaldırım taşlarına korku ile vurarak gidiyordu.

 

Açık duran sokak kağısı önünden bir adamın hızlı adımları, neredese ise koşar, kaçar vaziyette yukarıya doğru seyirtti gitti.

 

Bir göz açıp kapama zamanı idi. Adam kalın bıyıklı idi. Sağ elini koşup giderken hiç kıpırdatmıyordu ve kolu dimdik yere doğru idi. Sol kolu ile de yere dimdik bakan sağ kolunu tutuyordu. yere dimdik uzanmış kolunun ucundaki eli ise ucu yere doğru bakan bir şey tutuyordu. Babamın bana aldığı kovboy tabancasına ne kadar da benziyordu. Belli ki benim tabancamdan çok daha fazla ses çıkartan bir tabancası vardı kaçıp giden bu amcanın.

 

Amca, arkadaşları ile kovboyculuk oynamıyordu, elindeki de oyuncak değildi. Vurmak veya vurulmak, canını üç otuz paraya sokağa teslim etmek ve sabahları evden çıkarken geride kalanlar ile helalleşmek o günlerin gerçeği idi. Tıpkı duvarlara yazılan yazıların içeriğine, sağına soluna bakmaksızın silinmesine emretmiş karar alıcının kararlarını uygulatmak zorunda olan rahmetli babam gibi.

 

İki asker, bazen birkaç polis, ellerinde emniyeti açık silahlar ile başlarında rahmetli babam olmak üzere duvarlardaki yazıları badana eden işçilerin başında duruyorlardı. Yazılar okunmayacak şekilde badana ediliyor ve görev tamamlanıyordu. Birkaç zaman sonra babam akşamları takip edilir oldu. Namlunun ucunu görenler takip etmekten vazgeçmiş olsada yine birkaç akşam sonra bir meyhane dönüşü sağlı sollu koluna girenler kafasının kıyak olmasından yararlanıp babamı bilmedikleri bir yere götürürler. Memleketin o günlerdeki ahvalinde anarşist olmayanların karşısında iki seçenek vardı. Ya evliya olmalıydın ya da sarhoş.

 

O geceyi hayal meyal hatırlayan babam daha sonra kendisini sallasırt edenler tarafından karşısına çıkartıldığı kişinin, kendisini getirenleri azarladığından bahsetmişti.

 

“Ulan bula bula bizim Hüseyin ağbi’yi mi buldunuz?”

 

Semtin delikanlısı imiş reisleri.

 

Ne olacaktı ki?

 

Vuran da bizdendi, vurulanda…

 

—-

 

Yerin biraz altında olan evden taşındık.

 

Vuranlar ve vurulanların sayılarını okumaya devam ediyordu haber bültenleri.

 

Derken birgün…

 

Bir sabah radyoda marşlar çaldı.

 

12-eylul.gif

 

Omuzlarında yıldızlar olan paşalar geldi. Paşaların başında bir başka paşa daha vardı.

 

Vuran, vurulan kalmadı. Herşey bıçak gibi kesildi. Duvarlara kimse yazı yazamadı. Kimse ortalık yerde silah patlatamadı.

 

Herkes bir “Şükür Yarabbi..” dedi. Herkes paşaları çok sevdi.

 

Paşa herkesi hemşerisi ilan etti. Doğan çocuklara paşanın ismi verildi.

 

Duvarlara yazı yazmak yasaktı. Kağıtlara bile yazılamadı senelerce.

 

Paşalar koldaki çıbanı patlamıştı. Ama çıbanı yok etmek için kolu da kesmişlerdi.

 

kenan-evren.jpg

 

Tarih : 12 Eylül 1980 idi.

 

Sekiz yaşındaydım. Etrafımdaki herkesin derin bir oh çekmesinden ve sürekli olarak bu paşayı övmesinden dolayı bende kendisini çok sevmiştim.

 

Paşayı sevmeyen yoktu. Gazeteler kendisini yere göğe sığdıramıyordu. Paşa, toplumun her kesiminden aldığı bu heyecan ile yaptıklarının ne kadar doğru olduğunu gittiği her yerde anlatıyordu. Meydanlar kendisini çılgınca destekliyordu. Zaten paşaların yazdırdığı anayasa da toplumun %91′i tarafından kabul edilmiş ve memleket te bahar havası esmeye başlamıştı. Ülke artık 12 Eylül öncesi ve sonrası diye ikiye ayrılıyor ve bazı şeylerin eskisi gibi olmayacağı açıkça kendisini gösteriyordu.

 

Kanserli bünye, kemoterapi gördüğünde nasıl ki bür süre kendine gelemez ise, toplumun dinamikleri uzunca süre kendisini toparlayamamıştı. Zaten bazı dinamikler bir daha eski haline gelemeyecek şekile ortadan yok olup gitmişlerdi. Varlıkları hayırlımıydı? Yoklukları eksiklik midir? Bunları tahlil edebilmek, 1980 de sekiz yaşında olan birisi için çok kabil olmasa da bugünün perspektifinden 12 Eylül’ü daha objektif görebilmek ve değerlendirebilmek gerekmektedir.

 

1980′i takip eden yıllarda paşalara duyulan hayranlığın ve sevgi selinin durulması ile demokrasiye bu müdaheleyi kerhen desteklemek durumunda kalmış olan veya en azından ses çıkartmamış daha doğrusu çıkartamamış aydınları daha farklı konuşmaları başlamıştı. 12 Eylül’ü takiben binlerce insanın tutuklanması, yargılanması ve pek de nazik olmayacağını düşündüğüm sorgulamalardan geçmesi, hapsedilmesi ve binlerce insanın fişlenerek sosyal açıdan yıllarca sürecek daha farklı tartışmaları beraberinde getirecek olayları açmıştı. Legalliği tartışmalı bir demokrasi müdahelesi, akabindeki yasal düzenlemeler ile toplum dinamiklerini onlarca yıl boyunca köklü transformasyonlara uğratabilecek uygulamaları beraberinde getirmiş ve idari boşluklar ortaya yeni siyasal aktörleri çıkartmıştı.

 

Bugün geriye dönüp baktığımda 12 Eylül öncesi ülkenin içinde bulunduğu kan gölü batağı ile sornasını mukayese ettiğimde kendimce 12 Eylül sonrası toplum yapısında ortaya çıktığına inandığım yapısal bozulmaların hiç olmamasını hiç şüphesiz temenni ederdim.

 

Ama sokaktan koşarak giden yaralı ve eli silahlı adamların var olduğu, sadece mezhebinden ötürü kundaktaki bebelerin katledildiği, çorum ve maraş olaylarının yaşandığı, gazetecilerin katledildiği bir dönemde yaşamak ister miydim? Tabi ki hayır.

 

Peki 12 Eylül olmasaydı?

 

80 sonrası, 80′in baş aktörü olan paşalara acımasız eleştirilerini yöneltenlerin 12 Eylül olmasa idi ne olurdu sorusuna ne cevap verebileceklerini yılalrdır merak eder dururum.

 

1980′de sekiz yaşında olan bir vatandaş olarak geride kalan 27 yıl boyunca paşalara antipati duymam gereken bir anım olduğunu zannetmiyorum. 80 sonrası icraatlerinde siyaseti iyi bilmediklerinden dolayı idari boşluklara getirmek zorunda oldukları kişilerin daha sonradan toplumun siyasal ve ekonomik yapısında ne kadar etkili olacabileceklerini ve toplumu nasıl bir liberal kişiliksizliğe sürükleyebileceklerini kestiremezlerdi tabi. Bu da onların toplumsal günahları oldu tabi ki.

 

12 Eylül’ün Türk toplumunun beyaz atlı prensi olduğuna inandığımı söyleyemem ama fırtınada batma tehlikesi geçiren bir geminin sığındığı korsan limanıdır 12 Eylül.

 

Bakın size bir örnek.

 

Çocuk zihnimde bir köy anım vardır.

 

Köydeydik. Bir güzel yaz akşamı idi.

 

Köyün ortaokul talebeleri, bir tiyatro oyununu sahneye koyuyorlardı.

 

Sahne bir traktör römorku idi. Dekor, kostüm, senaryo herşey ince ince tasarlanmış ve projelendirilmişti.

 

Seyirci ise bütün köydü.

 

Bütün köy, saatlerce bu tiyatro oyununu gözünü kırpmadan hayranlıkla seyretmiş ve evlatları ile gurur duymuştu.

 

12 Eylül öncesi idi.

 

Daha fazla kitap okunurdu. Düşünce daha özgürce dolanır dururdu.

 

Köy enstitülerinde okudukları dönemde senede 50 dünya klasiği bitirmek zorunda olan öğretmenler tarafıdnan yetiştirilen köy çocukları tiyatro oynayacak kadar hayata geniş bakıyor ve uzak ufukları görebiliyorlardı.

 

12 Eylül öncesi idi.

 

Sonrasında bu sahne hiç yaşanmadı.

 

Şimdi o köyün kahvesinde gazete dahi okumayan geleceğe bakamayan umutsuz gençler var. Kızlar ise muhtemelen evlerinde Seda Sayan izleyip kendilerini şehre götürecek bir kısmet bekliyorlar.

 

Alın bir de bu açıdan size bir önce ve sonra farkı.

 

Bu yazı, ülkemizin aydın kimliğine sahip olmayan bir vatandaş olarak kaleme alınmıştır. Yani bilimsel olmaktan uzak olup bu tip bir gayesi de yoktur. Ülkemiz aydınlarının kerameti kendinden menkul icraatleri 12 Eylül öncesinde gazete, dergi arşivlerinde bolca vardır. Demokrasiyi kendi fikirlerini saltanat etmeye araç yapan herkes kanımca samimiyetsiz ve sahtekardır. Ülkem ise bu tip samimiyetsiz aydınlar ile maalesef üstünde varolduğu topraklarda bulunduğu tarihler boyunca dolu idi ve halen de dolu maalesef.

 

Bu yazı sadece samimi bir soru sorar.

 

Ya 12 Eylül olmasa idi?

 

Fatih Özcan.

Gönderi tarihi:

.

.

.

saygilarla

 

Hep ayni soru geliyor benimde aklima:Yukarida yazdim ve peki ne yapmak gerekiyordu 12 Eylül basimiza gelmeden önce???

 

saygilarla

  • 2 hafta sonra...
Gönderi tarihi:
  • Yazar

Türkeş"n bilinmeyen anıları "O Yıllar"da!

Eski MHP"li Yaşar Okuyan 12 Eylül ve Mamak"ı anlattığı "O Yıllar" isimli kitapta ilginç iddialar ortaya attı

070320101111561884273.jpg

 

Biz bu kitabı nasıl yazdık? Aylar süren kavga gürültüye, Minnoş’un teyp yeme girişimlerine, hatta Kenan Evren imzalı tarihi belgeleri tırmıklayarak tarihe gömme çabalarına karşı koyarak yazdık. Gerçekten Minnoş olduğu için affettik affetmesine... Ama “Miyavvv, mırr, mırr” diyerek söyleşiye dahil olduğu bazı kasetleri çözmekte epeyce zorlandım.

 

Alparslan Türkeş’in bir dönem sağ kolu olan, “Albay”ın gizli nikahına dedesinin evinde tanıklık eden Yaşar Okuyan’la aslında bir “Söyleşi”ler kitabı düşünerek yola çıktık. Soru-cevaplar sert başladı, sert devam etti. Kimse birbirine “torpil” yapmadı. Yazım bölümüne geldiğimizde ise “Okuyan” soyadının nereden geldiğini anladık. Çünkü Okuyan, “titizliği” ile hem asistanı Nazlı’nın, hem benim tam anlamıyla canımıza okudu.

 

Ama 15’inci kasetin sonunda ‘Komünist kardeşin Faşist ağabeyi’, 12 Eylül ihtilali, gerekçeleri, Mamak işkenceleri tekrar hatırlanınca ”O yıllar“ı ayırmaya karar verdik. Okuyan’ın hücre arkadaşı Taha Akyol’un önerisiyle onlar da ’Anı’ haline geldi.

 

”Yayına hazırlayan“ isim olarak benim için ilginç bir yolculuk olduğunu söyleyebilirim. ”Devrimcilerin“ o yıllarda yaşadıklarını iyi biliyordum da, karşı tarafı hiç dinlemediğimi fark ettim. Yaşar Okuyan’ın anlattıklarını yine de en iyisi okuyun, siz karar verin.

 

Deniz Gezmiş ile büyük kovalamaca

 

Alparslan Bey çok bunaldığında korumalarını da atlatmayı başarırdı. Kendi başına aracıyla Ankara’yı gezmeyi çok severdi. Bunlar elbette çok uzun geziler olmuyordu ama en azından bir dinlenme imkanı buluyordu. 1967’de de yine böyle bir kaçamak yapmaya karar veriyor. Ford marka bir aracı vardı. Almanya teşkilatı Türkeş için oradan almıştı ve gümrüğünü de biz İstanbul’dan organize edip ödemeyi yapmıştık... Korumasız Or-An’da oturduğu eve çok yakın olan Eymir Gölü’nün çevresinde bir tura çıkıyor. Araba kullanırken gölün çevresinde toplanmış gruplar halinde gençler dikkatini çekiyor. Onlara dikkatlice bakarken Deniz Gezmiş’le göz göze geliyorlar. Ancak aynı anda arkadaşları da Türkeş’i fark ediyor. Bunun üzerine büyük bir kovalamaca başlıyor. Deniz Gezmiş ve arkadaşları da hemen arabalarına atlıyor ve Türkeş’in peşine düşüyorlar. Takip Konya Yolu’na, Balgat’a kadar sürüyor. Ancak Türkeş, hepsini atlatmayı başarıyor. Bunu Türkeş Bey bize gülerek anlatmıştı. Hatta, “Ektim onları. Arkadan çok bastırdılar ama ben daha hızlıydım” demişti.

 

Sevim Tuna ayağını Türkeş yüzünden kırdı

 

Türkeş İstanbul’a oldukça sık geliyordu. 1973 yılında MHP İstanbul İl Başkanı Salih Zeki Erol, “Efendim lütfen Sevim Tuna’yı dinlemeye gidelim” dedi. Türkeş, “Uygun olmaz Zeki Bey” dedi, kabul etmedi. O sıralar Sevim Tuna son derece meşhurdu. Erol, Türkeş Bey’e her türlü önlemi alacağını söyledi ve ikna etti... Ertesi akşam Türkeş Bey, ben ve Salih Zeki Erol tam anlamıyla suçlular gibi Bebek’teki Maksim Gazinosu’na gittik. Fahrettin Aslan geleceğimizi haber aldığı için bize en önden masa ayırtmıştı. Muhabirlerin içeri girilmesine izin verilmedi... Sevim Tuna sahneye çıktı, şarkılarını söylemeye başladı. Tuna gelenleri selamlarken birden bire Alparslan Türkeş’i fark etti. Çok heyecanlandı ve masaya selam vermek için bize doğru yürümeye başladı. Ama tam bize yaklaştığı sırada ayağı kaydı ve sahneye kapaklandı... Ayak bileğindeki kemiğin kırıldığını da sonrasında öğrendik. Tabii tadımız kaçtı ve Maksim’den ayrıldık. Asıl bomba birkaç gün sonra patladı. Gazinonun fotoğrafçısı tüm yaşananları tek tek görüntülemiş. Olay duyulunca da epeyce bir yüklü paraya Türkeş’in masasından Tuna’nın düşüşüne kadar çektiği tüm fotoğrafları Günaydın Gazetesi’ne sattığı ortaya çıktı... Haber manşetten yayınlandı.

 

Türkeş Musevi Cemaati’yle gizlice bir araya geliyordu

 

1977 seçimlerinde İstanbul’da iş dünyasıyla buluşmamızı da Berker İnanoğlu ve Mete Has sağladı... Hatta

 

12 Eylül’de o dönem partiye yapılan bağışlar iddianamede yer aldı. Birçok iş adamının ismi bağış yapanlar arasında geçti. AKSA’nın sahibi Ali Dinçkök o dönem 85 bin Lira yardım yapmış görünüyordu. Sadık Özgür 150 bin Lira, Üzeyir Garih 50 bin Lira, Tevfik Ercan 200 bin Lira, Hayrettin Karaca 50 bin Lira, İbrahim Bodur 200 bin Lira.

 

Burada Muharrem Eskiyapan 100 bin Lira, Feyyaz Berker ve Refik Baydur’un da bağış yaptığı görünüyordu ama rakamları yoktu... Türkeş o yıl oldukça ilginç buluşmalar gerçekleştirdi. O dönem MHP’nin oyu yüzde 3’lerde olsa da Türkeş’in kendi ismi ve karizması vardı. İsmi partiye bağış yapanlar arasında bulunan Üzeyir Garih ve Türkeş’in görüşmesini iki defa ben organize ettim. İlk seferinde Taksim’de bir iş hanında, Berker İnanoğlu’nun tanıdığı bir iş adamının ofisinde bir araya gelip öğle yemeği yediler. Diğerinde ise Türkeş, Beyoğlu’nda Musevi Cemaati’nin liderleriyle buluştu... İlk görüşmede Türkeş’i dışarıda bekledim. İkinci görüşmedeki yemeğe ben de katıldım.

 

O sohbette, Türkeş Türkiye’nin bölgedeki gelişmeler karşısında hassas olması gerektiğini söyledi. Özellikle ülkeyi tehdit eden Sovyet yayılmasıyla ilgili uyarılarda bulundu. Ermeni ve Yahudi düşmanlığının doğru olmadığını, birtakım güçlerin özellikle tahrik etmek için uğraştıklarını da Musevi Cemaati’ne iletti. 500 yıl önce bu ülkenin Yahudilere kucak açtığını söyleyerek, hiçbir düşmanlığın söz konusu olamayacağını, Türk milletinin dokusunda böyle bir düşmanlığın bulunmadığını da söyledi. Cemaat liderlerinden de tahriklere karşı dikkatli olmalarını istedi. Türkeş Bey’e çok büyük hürmet gösterdiler.

 

Ortodoks Kilisesi’nin önde gelenleriyle görüşme

 

Üzeyir Garih’in bu görüşmeden sonra 50 bin Lira bağışladığı iddianameye girmiş olsa da benim bildiğim MHP’ye yaptığı bağış bundan daha fazla bir rakamdır. Gerek o dönem gerekse sonrası için şöyle bir tespit yapmakta fayda görüyorum: Türkeş’in hiçbir konuşmasında Ermeni ve Yahudi aleyhtarlığına rastlamanız mümkün değildir. Türk Ortodoks Kilisesi’nin önde gelen isimleriyle de görüşmeleri olduğunu biliyorum. Türkeş gerek Ermeni, gerek Musevi ve gerekse Ortodoks Kilisesi’nin önemli isimleriyle yaptığı tüm görüşmelerde, “Sizin menfaatlerinizle Türkiye Cumhuriyeti’nin menfaatleri örtüşüyor. Dışarıdaki tahriklere kulak asmayın” demiştir.

 

Darbe olacağını 30 Ağustos’ta anladık

 

“Darbe olacak” haberlerini o kadar çok duyuyorduk ki kanıksamıştık. Ancak ihtilalden 10 gün önce bu sözlerin çok da yanlış olmadığını gösteren bir olay yaşadık. 30 Ağustos 1980... Zafer Bayramı kutlamaları yapılacaktı. MHP yönetimi olarak Genelkurmay Başkanlığı’na gittik. Sabah törenlerine katılıp oradan da hipodromdaki geçit resmine dahil olacaktık. Bir yıl önceki kutlamalarda komuta kademesinden hepimize büyük bir ilgi ve yakınlık gösterilmişti. Ancak bu defa içeri girdiğimizde buz gibi bir havayla karşılaştık. Kenan Evren törenin başlamasına çok az bir süre kala geldi. Liderlerin ellerini sıkıyor ama hiçbirinin yüzüne bakmıyordu. Hepimiz tedirginlik duyduk... Tören sonunda merdivenlerden inerken Türkeş’e, “Bir anormallik var. Hipodromdaki törenlere katılmayalım” önerisi getirdim. Türkeş haklı olduğumu söyledi. Partideki toplantıda “Benim bu fotoğraftan anladığım darbenin yolda olduğudur” dedim ve Türkeş de beni onayladı.

 

Türkeş’in Evren’e yazdığı mektubun sırrı

 

İhtilal sonrasında Türkeş’le Dil Okulu’ndaydık... Türkeş, Kenan Evren’e bir mektup göndermeye karar verdi... Ekim ayının son günleriydi. Türkeş, Evren’e mektup taslağını daktilo ettirmek için beni odasına çağırdı... Türkeş söylüyor ben yazıyordum. Ancak mektup ilerledikçe canım sıkılmaya başladı. Çünkü öyle ifadeler var ki Türkeş’in onları kullanması mümkün değildi. Sonunda dayanamadım, ”Zatı alinize bu öneriyi kim getirdi?“ diye sordum. GİK üyemiz Sait Bilgiç’in verdiğini söyledi. Bunun üzerine, ”Olmaz efendim. Benim rızam yok böyle bir mektup göndermenize“ dedim... Ancak çok canım sıkıldı. Çünkü o mektup giderse, aşağıdan alan, adeta Evren’e ricada bulunuyormuş izlenimi veren bir durum ortaya çıkacaktı. Türkeş mektuptan söz etme dedi, ama mümkün mü?” “Durumu Sadi Somuncuoğlu, Nevzat Köseoğlu, Cengiz Gökçek’e anlattım. ”Evren’in elini öpeceğiz“ deyince paniğe kapıldılar. Topluca Türkeş’in odasına gittik... Türkeş yeni bir taslak yazmamızı istedi... O ekip olarak ikinci bir taslak hazırladık. O mektup 1 Kasım 1980’de Evren’e gitti.”

 

Taha Akyol’la hücre arkadaşlığı

 

Türkeş’in kaçışını organize ettik ve ben bir süre sonra Ankara’da gazetecileri çağırıp teslim oldum... Dil Okulu’nda rahat durmayınca bizi Mamak’ta A Blok, Tecrit 2, Ön 38 numaralı hücreye aldılar. İdam mahkumlarını da Ön 35 ve 36 numaralı hücrelerde tutuyorlardı. Oda arkadaşım Taha Akyol’du. O hücrelerde bugün bile tartışılan, hesap sorulması gereken birçok iddiaya şahit olduk. Mesela bizden önce yanımızdaki hücrede kalan ülkücü bir genç için “Kendini astı” diye tutanak tutmuşlar. Ne kadar doğru belli değil. Çünkü orada bir insanın intihar etmesi mümkün değildi. O imkan olsa zaten ben kendimi asardım. Böyle soru işaretleri taşıyan olaylar da oluyordu. Mesela nöbetçi bir er geliyor, “Yandaki kendini asmış” deyip gülmeye başlıyordu.

 

Mamak cehennemi

 

Cezaevi Komutanı Albay Raci Tetik’ti. Tetik, gaddar, insanlıktan nasibini almamış bir adamdı. O dönem cezaevinde 3 sol görüşlü, 2’si sağ görüşlü 5 kişiyi döverek öldürttüğü iddiaları vardı. Ölümlerin ardından cezaevi doktoruna “İntihar etti” raporları düzenlettirildiği söyleniyordu. Bunların hiçbirini ispatlayacak durumda değilim ama bu dedikodu çok yaygındı. Hücreler korkunç yerlerdi. Bir delikten ışık sızıyor. Aşağıdan size bir yoğurt kasesinin içinde günde bir sefer çaya benzeyen şeyler veriyorlardı. Bunu almak için elimi uzattığımda çavuşun elimi ezmesini hâlâ unutmuyorum. Çavuş elime basınca sıcak su elime döküldü... Hücrelerde gece mi gündüz mü anlamınız mümkün değildi. Öyle bir psikoloji ki, artık hayat bizim için bitmiş gibi hissediyorduk.

 

Erbakan nasıl pijamasız kaldı?

 

 

MSP’liler 11 ay yattıktan sonra Dil Okulu’ndan topluca tahliye oldu... Aradan sadece üç gün geçti. Biz odadayken kapı açıldı ve Erbakan Hoca lacivertleri çekmiş bir halde kapıdan içeri girdi. Bayramlaşmak için yanımıza geldiğini düşündük. Ama çavuşun elinde pikeleri görünce durumu anladık. Erbakan Hoca durumu ”Kırıkkale’de bir bakkal dükkanında kaset bulmuşlar. Onunla ilgili ifade vermeye gittim, tutukladılar“ sözleriyle anlattı. Önümüzde 9 günlük bayram tatili vardı. Erbakan Hoca’nın ise bir tek kıyafeti bile yanında değildi. Hoca’yla ölçülerimiz tutunca temiz olan bir takım pijamamı, el havlusu, banyo havlusunu kendisine verdim.

Deniz Güçer..07.03.2010

Katılın Görüşlerinizi Paylaşın

Şu anda misafir olarak gönderiyorsunuz. Hesabınız varsa, hesabınızla gönderi paylaşmak için ŞİMDİ OTURUM AÇIN.
Eğer üye değilseniz hemen KAYIT OLUN.
Not: İletiniz gönderilmeden önce bir Moderatör kontrolünden geçirilecektir.

Misafir
Maalesef göndermek istediğiniz içerik izin vermediğimiz terimler içeriyor. Aşağıda belirginleştirdiğimiz terimleri lütfen tekrar düzenleyerek gönderiniz.
Bu başlığa cevap yaz

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.

Configure browser push notifications

Chrome (Android)
  1. Tap the lock icon next to the address bar.
  2. Tap Permissions → Notifications.
  3. Adjust your preference.
Chrome (Desktop)
  1. Click the padlock icon in the address bar.
  2. Select Site settings.
  3. Find Notifications and adjust your preference.