Gönderi tarihi: 18 Mayıs , 2008 17 yıl 1981 yılında idam edilen ve cenazesi ailesine teslim edilmeyen Veysel Güney'in mezarına ulaşabilmek için 13 Mayıs 2008'de Gaziantep Mezarlığı'nda yan yana bulunan iki ayrı mezarda inceleme yapıldı. Daha önce bir mezarlık görevlisinin yer göstermesiyle açılan ve yapılan DNA testleri sonucu Veysel Güney'e ait olmadığı iddia edilen mezar yeri kamuoyunda uzun süre tartışmalara yol açmıştı. Veysel Güney'e ait olduğu iddiasıyla DNA testi için Ankara Adli Tıp Kurumuna gönderilen örnekler Gaziantep'e olumsuz sonuçlarıyla birlikte döndüğü gün, Gaziantep- Kahramanmaraş yol ayrımında Adli Tıp Kurumu mühürü taşıyan ve 20 yıllık olduğu iddia edilen bir başka iskelet bulunmuştu. Bu durum 'derin güçlerin' mezarın bulunamaması için çalıştığının göstergesi sayılmıştı. Gaziantep Mezarlığı'nda o dönemde görevli olarak çalışan bir başka kişinin mezar yerini bildiğini 78'lilere ve ailenin avukatına bildirmesi üzerine yeni mezar yerinin açılması için yasal başvuru yapıldı. 13 Mayıs Salı günü açılan mezarların her ikisinin de boş olması, söz konusu mezar yerlerinin parsellenerek aile mezarlığı haline getirilmiş olması, aile mezarları yapılırken kemiklerin toplanmış olabileceği kuşkusunu gündeme getirdi. Mezarın açılışı sırasında Adli Tıp doktorunun basın mensuplarına, ailenin avukatına ve Mersin 78'liler Derneği yöneticilerine karşı saldırgan tutumu dikkat çekti. 78'liler ile doktor arasında yaşanan tartışmalar diğer görevliler tarafından engellendi. Mezarların boş çıkması sonucu Veysel Güney'in mezarını bulma umudu ertelenirken, görevli hâkime 'elimizde belgeler var, 105341 numaralı mezarda yatan kişinin Veysel Güney olduğu belli, bulun ve verin cenazemizi' diyen 78'liler, hakimden 'ben ne yapabilirim, o zaman asker kraldı' yanıtını aldılar.
Gönderi tarihi: 18 Mayıs , 2008 17 yıl Yazar Son sözleri ve mezarı 25 yıldır gizlenen yiğit devrimcinin anısına… Adaleti arayan savcı, Güney’in idamını yazdı… "Türkiye'de yargı bağımsız değildir" dediği için yargılanıp beraat eden savcı Mete Göktürk, emekliliğinde yazdığı kitabında, 12 Eylül döneminde idam edilen Veysel Güney'in yargılanma sürecini anlatıyor. Veysel Güney: İdam sehpasına yiğitçe yürüyen devrimci!.. "Türkiye'de yargı bağımsız değildir" dediği için yargılanan ve beraat eden savcı Mete Göktürk, emekliliğinin ardından yazdığı "Adaleti Gördünüz mü?" isimli kitabında, 12 Eylül döneminde idam edilen ve cenazesi ailesine verilmeyen Veysel Güney'in çarpıcı yargılama sürecini de anlattı. Göktürk, "Güvenlik güçleriyle silahlı çatışmaya girerek bir teğmenin ölümüne neden olduğu" iddiasıyla 25 yıl önce, birkaç ay içinde yargılanıp idam edilen ve mezarının nerede olduğu hâlâ bilinmeyen "Devrimci Yol davası" sanığı Veysel Güney'le ilgili olarak, "Güney'in silah kullandığına ilişkin bir kanıt elde edememiştik. Benim ilk tespitlerimle Sıkıyönetim Askeri Mahkemesi'nin kararında varılan sonuç örtüşmüyordu" diye yazdı. İlk ifadesini o aldı Yakalanmasının ardından Güney'in ilk ifadesini alan kişi olan Göktürk, olayı şöyle anlattı: "1980 yılı sonuydu. Gaziantep'in Kolejtepe mevkiinde bir apartmanın en üst katında yasadışı örgüte mensup iki kişinin barındığı haber alındı. Güvenlik güçleri tarafından eve yapılan operasyonda, biraz aceleci davranılması nedeniyle çatışma çıkmıştı. Bir militan ölmüş, bir teğmen şehit düşmüştü. Çatışmanın yaşandığı apartmanın havalandırma boşluğundan kaçmaya çalışırken yakalanan ve görevlilerce feci şekilde dövülerek ağır şekilde yaralanan Veysel Güney'in hastanede ilk ifadesini ben aldım. Hazırlık soruşturmasını ben yaptım. Çatışmada, Güney'in silah kullandığına ilişkin bir kanıt elde edememiştik. Benim ilk tespitlerimle mahkeme kararında varılan sonuç örtüşmüyordu. O günlerde yaşanan ortamın olağandışılığı da göz önüne alındığında, yargılamanın tarafsız ve adil yapılmamış olacağına ilişkin kuşku duyuyordum." Göktürk, 24 yaşındaki Güney'in idam edildiği 10 Haziran 1981 gecesini ise şöyle anlattı: "Saat 02.00'de Veysel'in annesi babası ve erkek kardeşi geldi. Güvenlik açısından sakıncalı bulunduğu için, cemsenin içerisinde oturan Veysel'le birer dakika görüşmelerine izin verildi. Kucaklaşmalarına dahi izin verilmedi. Anne ve babası ağlıyordu. Kardeşinin, 'Sen inandığın bir dava uğruna ölüyorsun. Bunun için onur duymalısın. Korkmadan git ölüme' dediğini duydum. Kardeş Güney'in anında eli kelepçelendi ve sorgulanmak üzere götürüldü. Annesi ağlıyordu, 'Kulunuz köleniz olayım, bu oğlumu bari bana bağışlayın' diye yalvarıyor, kendini askerin ayaklarına atıyordu. Bu çırpınışlar ne Veysel'i, ne de kardeşini kurtaramadı." Veysel'in son isteği, sigara içmek ve babasına mektup yazmaktı. Yazdı, ancak mektup, örgüt propagandası içerdiği gerekçesiyle babasına verilmeden mahkeme dosyasına kondu. Yarım kalmış sigara paketi ve çakmağını babasına vermemizi de istedi. İdam sehpasına çıkarken Che Guevara'nın ünlü 'Ölüm hoş geldi, safa geldi' dizelerini bağıra bağıra okuyordu. O ölüme giderken yanında avukatı dahil hiç kimse yoktu. Ona yabancı olmayan tek şey kendi sesiydi. Ayağının altındaki sandalyeyi, slogan atarak kendisi itti." 'Korkmuyor musun oğlum?' Kardeşi Ayhan, idam edileceği güne kadar yakınlarına gösterilmediği belirtilen Veysel Güney'in infazdan hemen önce askeri cemsede ailesiyle vedalaşmasını, Radikal'e (12 Haziran) şöyle anlatmıştı: "Kısa süre görüştük. Çok cesurdu. Ağlamaktan konuşamıyorduk. Annem 'Oğlum korkmuyor musun?' dedi. O da, 'O kadar işkence gördüm ki, artık ölüm bile korkutmuyor ana' dedi. İnandığı dünya için savaştığını anlattı. Slogan attık. Bizi gözaltına aldılar. Tutulduğumuz yerden biraz uzakta idam edilecekti. Orada bir ışık vardı. O sönünce anladık ki idam edildi. Vücudunda kurşun duruyordu." Ailesi mezarının yerini arıyor Güney'in nereye gömüldüğü bugüne dek ailesine bildirilmedi. 78'liler Derneği üyeleri, Gaziantep Adliyesi'nin önünde basın açıklaması yaptı. Bilgi Edinme Yasası uyarınca Veysel Güney'in gömüldüğü yerin ailesine bildirilmesi için valiliğe, savcılığa, Mezarlıklar Müdürlüğü'ne, İçişleri ve Adalet Bakanlıklarına başvurdular. 78'liler Derneği Mersin Şubesi Başkanı Ethem Dinçer, "Bir insanın mezarından bile korkuluyor. Bir ailenin en önemli hakkı elinden alınıyor. Bu insanlık suçu. Biz bu mezarı buluncaya kadar mücadele edeceğiz" dedi. Kitabın adı nereden geliyor Göktürk, "Ne yazık ki adalet çoğu zaman güç karşısında yenik düşüyor. İnsanların sürekli aradıkları, ancak kolayca ulaşamadıkları adaletin nerede olduğunu ben de merak ettiğim için, kitabıma herkesin birbirine sorduğu 'Adaleti Gördünüz mü?' ismini verdim" diyor. (Milliyet, 26 Haziran ‘06) *** Veysel'in mezarı nerede? Veysel Güney, 12 Eylül'den sonra Devrimci Yol davasından ilk idam edilen kişi. 11 Haziran 1981'de, 24 yaşında asılan Güney'in mezarının yeri ailesine bile söylenmedi. Ailesi, 25 yıldır oğullarını arıyor TİMUR SOYKAN İSTANBUL - Veysel Güney, 25 yıl önce, bir cezaevi aracının içinde idama götürülüyordu. Cezaevinde kaldığı sürece ailesiyle görüştürülmemişti. Araç durdu. Oğullarını son kez görmek için mücadele veren ailesine nihayet izin çıkmıştı. Bu, ailesinin onu son görüşüydü. Aile, vasiyetinde bir mezar isteyen oğullarının gömüldüğü yeri bile öğrenemedi. Ailesi ve arkadaşları, ölümünün 25. yılında Güney'in idamdan sonra gizlice gömüldüğü yerin açıklanmasını istiyor. Hem çalıştı, hem okudu Güney, 1957 yılında Malatya'nın Hekimhan ilçesine bağlı Davulkulu Köyü'nde doğdu. Dokuz çocuklu kalabalık bir çiftçi ailesiydiler. Veysel, ilkokulu köyde okudu. İzmir Erkek Sanat Enstitüsü'nde öğrenciyken devrimcilere katıldı. 18 yaşındayken İsdemir Karabük Montaj Şantiyesi'nde elektrikçi olarak çalışmaya başladı. Bir yandan da okuyordu. İskenderun Meslek Yüksekokulu Makine Bölümü'nü bitirdi. Türkiye'de siyaset rüzgârının çok farklı estiği dönemlerdi. Veysel Güney'in inandığı başka bir dünya vardı, bunun için mücadele ediyordu. 12 Eylül askeri darbesinin ardından arkadaşı Ali İhsan Özer'le Gaziantep'te bir evde saklandılar. Bir gün evin çevresi askerlerce kuşatıldı. 'Teslim ol' dediler, onlar çatıştı. Özer ve bir üsteğmen çatışmada öldü. Veysel üç kurşunla yaralandı. Kendini savunamadı bile Gaziantep Emniyet Müdürlüğü'nde bazı arkadaşları ona yapılan işkencenin seslerini duyuyordu. "İdam edileceksin. Kurtuluşun yok" diyorlardı. Gözaltından çıkarılıp cezaevine getirildiğinde saçları kazınmış, ayakları çıplaktı. Üzerinde sadece hastane kıyafeti vardı. Askeri Cezaevi'nde bir hücreye atıldı. Yaraları daha yeni iyileşiyordu. Yargılanmasının hızlanması için dosyası Gaziantep Devrimci-Yol davasından ayrıldı. O dönem herkes, bunun idam anlamına geldiğini biliyordu. Hızla yargılandı. Çoğu zaman kendini savunma hakkı bile yoktu. Gazeteler, idam kararı yüzüne okunduğunda slogan attığını yazmıştı. Artık küçük koğuşunda idamı bekliyordu, 24 yaşındaydı. Mektupları verilmiyordu, havalandırmaya çıkması ve ziyaretçi kabul etmesi yasaktı. Ailesi onu yalnız bırakmamak, bir kez olsun görebilmek için aylarca uğraştı, mücadele etti. Ama izin verilmedi. 'Işık sönünce anladık ki...' Veysel'i, Gaziantep E Tipi Cezaevi'ne götürüp infaz edeceklerdi. TV'den idam cezasının onaylandığını duyan ailesi cezaevinin kapısında oğullarıyla görüşmek için çabalıyordu. Son ana kadar izin verilmemişti. 11 Haziran 1981 günü saat 02.00'de cezaevinin demir kapısı açıldı. Güney ailesine, cezaevi aracının içinde oğullarıyla kısa bir süre görüşebilecekleri söylendi. Annesi, babası, eniştesi ve kardeşi Ayhan Güney, araca bindi. Veysel'in elleri kelepçeliydi. Ayhan Güney, o anı şöyle anlatıyor: "Kısa süre görüştük. Çok cesurdu. Ağlamaktan konuşamıyorduk. Annem, 'Oğlum korkmuyor musun?" dedi. O da, 'O kadar işkence gördüm ki artık ölüm bile korkutmuyor ana' dedi. İnandığı dünya için savaştığını anlattı. Slogan attık. Bizi gözaltına aldılar. Tutulduğumuz yerden biraz uzakta idam edilecekti. Orada bir ışık vardı. O sönünce anladık ki idam edildi. Vücudunda kurşun duruyordu." Veysel Güney, 1980 öncesinin en kitlesel örgütü olan Devrimci Yol'dan ilk idam edilendi. Ailesine küçük bir kutunun içinde hücresinden çıkan birkaç eşyasını verdiler: 'Yarısı içilmiş bir karton sigara, bir çakmak ve annesinin gönderdiği gömlek.' Arkadaşları vazgeçmedi Aile, cenazenin verilmesi için başvurduğunda ret yanıtı aldı. İdamından önce de, 'Size cenazesi bile verilmeyecek' demişlerdi. Sıkıyönetim mahkemesine, ilgili komutanlıklara, milletvekillerine, bürokratlara defalarca başvurdular. Tek istedikleri oğullarının bir mezarının olmasıydı. Başvuralar sonuçsuz kaldı. Acıları büyüyen aile sonunda vazgeçti. Ailesi ve arkadaşları, ölümünün 25. yıldönümünde Veysel Güney'i arıyor. 78'liler Derneği üyeleri, bugün saat 13.00'te Gaziantep Adliyesi'nin önünde buluşarak bir basın açıklaması yapacak. Bilgi Edinme Yasası uyarınca Veysel Güney'in gömüldüğü yerin söylenmesi için valiliğe, savcılığa ve mezarlıklar müdürlüğüne başvurucak. 78'liler Derneği Mersin Şubesi Başkanı Ethem Dinçer, "Bir insanın mezarından bile korkuluyor. Bir ailenin en önemli hakkı elinden alınıyor. Bu insanlık suçu. Biz bu mezarı buluncaya kadar mücadele edeceğiz" diye konuştu. Kardeşi Ayhan Güney de şunları söyledi: "Acımız 25 yıl hiç azalmadı. Ağabeyimin bir mezarı bile olamadı. Annem, babam hastalandı. Onların hastalıklarından dolayı, dayanamamalarından korktuğumuz için zamanla vazgeçmiştik. Ama ben ağabeyimin bir mezarının olmasını istiyorum. Yerini bilmek istiyorum." (Radikal, 12/06/2006)
Gönderi tarihi: 18 Mayıs , 2008 17 yıl Yazar Delilsiz Asılanlar - Rahmi Yıldırım Veysel’i delilsiz asmışlar. Veysel Güney’in delilsiz idam edildiğini, hazırlık soruşturmasını yürüten 12 Eylül dönemi savcılarından Mete Göktürk söylüyor. Mete Göktürk, sonradan “Türkiye’de yargı bağımsız değildir” dediği için yargılanıp beraat eden savcı. Emekli olunca anılarını topladığı kitabın kapağında “Adaleti Gördünüz mü?” diye soruyor. Arada, Veysel’in delilsiz asıldığını da anlatıyor. Veysel Güney, 1980 yılının son günlerinde Gaziantep’te Dev-Yol’a karşı gerçekleştirilen operasyonda yakalanır. Hayri Argav’ın yazdığına göre, operasyon kapsamında basılan evden Dev-Yol militanı Ali İhsan Özer ile operasyon timinden Üsteğmen Şahin Akkaya’nın cenazeleri çıkar. Şahin Akkaya, çevresinde sosyal demokrat olarak bilinen bir asker; Ali İhsan Özer ise Eczacılık Fakültesi’nde askeri öğrenciyken, sosyalist fikirleri nedeniyle okuldan ve ordudan çıkarılmış. Yaşam çizgileri Gaziantep’teki evde kesişir. Evin giriş tarafındaki odada kalan Ali İhsan Özer kurşun yağmuru altında ölür, Üsteğmen Şahin Akkaya da vurularak can verir. Arka odadaki Veysel Güney ise pencereden apartman boşluğuna atlar. Bir komşunun ihbar etmesi üzerine namlular apartman boşluğuna ölüm kusar. Veysel sırtından yaralı olarak yakalanır; öldürülmek üzere kentin dışına götürülür; operasyon timindeki bir kişinin karşı çıkması üzerine öldürülmez, işkenceyle sorgulanır. Genel operasyon kapsamında yakalanmasına karşın toplu davadan ayrılarak tek başına yargılanır ve iki ay süren yargılamada idama mahkum edilir. 10 Haziran 1981 günü Veysel, darağacında sehpayı kendisi tekmeler. (O Şafağın Atlıları, Belge Yayınları, İstanbul 1997) Savcı Mete Göktürk de anlatıyor ki, “İdam sehpasına çıkarken Che Guevara'nın ünlü 'Ölüm hoş geldi, safa geldi' dizelerini bağıra bağıra okuyordu. O ölüme giderken yanında avukatı dahil hiç kimse yoktu. Ona yabancı olmayan tek şey kendi sesiydi. Ayağının altındaki sandalyeyi, slogan atarak kendisi itti.” (Aktaran Milliyet, 26 Haziran 2006) Argav’ın Veysel’in arkadaşlarından naklettiğine göre, Üsteğmen Şahin Akkaya muhtemelen operasyon timinin rastgele ateşi sırasında kazaen vurulmuştur. Operasyon sonrasında soruşturmayı yürüten Savcı Mete Göktürk de diyor ki, “Güvenlik güçleri tarafından eve yapılan operasyonda, biraz aceleci davranılması nedeniyle çatışma çıkmıştı. Bir militan ölmüş, bir teğmen şehit düşmüştü. Çatışmanın yaşandığı apartmanın havalandırma boşluğundan kaçmaya çalışırken yakalanan ve görevlilerce feci şekilde dövülerek ağır şekilde yaralanan Veysel Güney'in hastanede ilk ifadesini ben aldım. Hazırlık soruşturmasını ben yaptım. Çatışmada, Güney'in silah kullandığına ilişkin bir kanıt elde edememiştik. Benim ilk tespitlerimle mahkeme kararında varılan sonuç örtüşmüyordu. O günlerde yaşanan ortamın olağandışılığı da göz önüne alındığında, yargılamanın tarafsız ve adil yapılmamış olacağına ilişkin kuşku duyuyordum.” Yani sonuçta, yargılamanın tarafsız ve adil olup olmadığı bir yana, Veysel’i delilsiz astılar. Delilsiz asmakla kalmayıp, cenazesini ailesine vermediler, gömdükleri yeri bile söylemediler. Ailesi 25 yıl boyunca mezarlıklarda Veysel’i aradı; şimdi, Gaziantep kimsesizler mezarlığında idam edilen bir kişiye ait isimsiz mezarda Veysel’in yatıyor olabileceği umuduyla acısını tazeliyor, savcılık incelemesinin ve DNA testinin sonucunu bekliyor. (Radikal, 28 Haziran 2006) Veysel’i delilsiz asmak, en hafif deyişle faşist gaddarlığın ta kendisiydi. Delil bulup asmak da aynı kapıya çıkardı. Çünkü, işlenen suç ne olursa olsun, idam, suça verilen ceza değil, devlet eliyle tasarlanarak işlenen cinayettir. Erdal Eren’i de delilsiz astılar Devir “our boys” devriydi; “Asmayıp da besleyelim mi?” gaddarlığıyla taammüden nice cinayetler işlendi, idama giden yolda nice zalimlikler sergilendi. Erdal Eren de delilsiz asılanlardandı. Erdal Eren hakkındaki idam kararı, Askeri Yargıtay 3’üncü Dairesi tarafından, 12 Eylül darbesinden önce iki kez esastan bozuldu. Ne ki, darbeden sonra Askeri Yargıtay Daireler Kurulu idam kararını onadı ve Erdal Eren de delilsiz asıldı. Üstelik yaşı tutmuyordu. Darbeden önce idam kararını esastan bozan Askeri Yargıtay 3’üncü Dairesi’nin üyelerinden Ahmet Turan da yıllar sonra, tıpkı Mete Göktürk gibi, delilsiz idamdan söz etmişti: “Erdal Eren’le ilgili idam kararında adli hata olduğu inancındayım. Dosyada eri Erdal Eren’in öldürdüğüne ilişkin yeterli delil yoktu. Biz Üçüncü Daire olarak idam kararını bu gerekçeyle bozduk. Yeterli delilin olmamasına rağmen, Başsavcılık itirazı, günün şartları gibi konulara girmek istemiyorum, çünkü politiktir.” (Aktaran Argav, age) Rüşvetçi hâkimin kararıyla astılar “Asmayıp da besleyelim mi?” gaddarlığıyla niceleri kıstırıldıkları evlerde sağ yakalamak yerine delilsiz katledildi, niceleri göstermelik yargılamalarla delilsiz asıldı. Teğmen Ömer Yazgan ve arkadaşları ise rüşvetin gölgesinde asıldılar. Kendisini zorunlu hissettiği bir tercihte bulunarak üniformasını bizzat çıkartıp sosyalist harekete katılan Teğmen Ömer Yazgan ve üç arkadaşı, 1981 yılı Ocak ayında Sakarya’nın Akyazı İlçesi’ndeki çatışmada yakalandıktan sonra anayasal düzeni zorla değiştirmeye teşebbüs suçlamasıyla idam cezasına çarptırıldılar. Suçun ve cezanın şahsiliği ilkesine karşın, Gölcük Donanma ve Sıkıyönetim Askeri Mahkemesi, olay yerinde kimin hangi fiili işlediğini tefrik etmeye gerek duymadan topyekûn idama kalem kırdı. Kararı veren yargıçlardan Askeri Hâkim Yüzbaşı Eyüp Menteş, başka bir davada idam cezası vermemek için sanık yakınlarından rüşvet almak suçundan hüküm giydi. Yargıcın hüküm giymesi, Ömer Yazgan ve arkadaşlarının davasının da yeniden görülmesini gerektiriyordu. Buna ilişkin başvuru yıldırım telgrafla 28 Ocak 1983 günü Askeri Yargıtay’a iletildi. Yıldırım telgraf, Milli Savunma Bakanlığı koridorlarında kayıplara karıştı. Aynı gün akşam toplanan Milli Güvenlik Konseyi, idamın infazını kararlaştırdı. Ömer Yazgan, Erdoğan Yazgan, Ramazan Yukarıgöz ve Mehmet Kambur, rüşvetin gölgesi düşen darağacında sehpayı kendileri tekmelediler. 28 Ocak, Ömer’in doğum günüydü aynı zamanda. Onca delile karşın asmadılar Rüşvetin gölgesinde astılar, delilsiz astılar, İbrahim Çiftçi’yi ise onca delile karşın asmadılar. İbrahim Çiftçi, kontrgerillanın peşine düşen Savcı Doğan Öz’ü 1978 yılında öldürmekten yakalandı, soruşturma savcılarına verdiği ifadede suçunu itiraf etti. Çiftçi’nin avukatı yargılama boyunca müvekkilinin “normal” vatandaş olmadığını dile getirdi ve Milli Savunma Bakanlığı’ndaki dosyaların celbini istedi. Yedi yıl süren yargılamada Ankara Sıkıyönetim 1 No’lu Askeri Mahkemesi, dört kez oybirliği ile ölüm cezasına hükmetti. Askeri Yargıtay her seferinde “eksik soruşturma”dan kararları bozdu. Dördüncü idam kararı Askeri Yargıtay Daireler Kurulu tarafından bu kez “esas”tan bozulunca, mahkeme, “Sanık İbrahim Çiftçi’nin... Doğan Öz’ü taammüden öldürdüğü mahkememizce sabit görülmüş, ancak Askeri Yargıtay Daireler Kurulu kararları mahkememizi bağlayıcı nitelikte bulunduğundan, sanık İbrahim Çiftçi hakkındaki 7/8 lik oyçokluğuna dayanan bozma ilamına uyularak sırf bu hukuki zorunluluk nedeniyle sanık İbrahim Çiftçi’nin beraatine...” karar vermek zorunda kaldı. Suçu sabit görülmesine karşın asılmayan İbrahim Çiftçi cezaevinden çıkar çıkmaz öğretmen yardımlaşma sandığı İLKSAN’a müdür tayin edildi, sonra patron oldu, bir süre TBMM’nin kömür ihtiyacını karşıladı. Çiftçi, 1997 yılında Devlet Bahçeli’nin karşısında MHP genel başkan adayı idi. Neden astılar? “Önceden en inceden inceye tasarlanan cinayet idamdır. Hiçbir caninin eylemi, ne kadar ince hesapla hazırlanmış olursa olsun, bununla kıyaslanamaz. Çünkü, kıyaslanabilmesi için kurbanına kendisini öldüreceği günü önceden haber vermiş ve o andan itibaren kurbanını aylarca kendi merhametine terk etmiş bir caniye ölüm cezasının uygulanması gerekirdi. Böylesi bir canavara özel yaşamda rastlanmaz.” (Albert Camus) Özel yaşamda rastlanmayacak “canavar” kamusal alanda çok sık görüldü. “Asmayıp da besleyelim mi?” canavarlığıyla nice cinayetler işlendi, nice gaddarlıklar sergilendi. Kimilerinin idam hükmü mahkeme kararı olmadan sorgu merkezlerinde infaz edildi. Sorgu merkezlerinden sağ çıkanlardan kimilerini delilsiz astılar, rüşvetçi hâkimin kararıyla astılar, asmaya götürürken bile işkence ettiler; savcının katilini ise onca delile karşın asmadılar. Doğru olan, asmayıp, işlenen suç ne olursa olsun beslemekti. İkinci Dünya Savaşı’nın baş suçlularından Rudolf Hess, cezaevinde intihar edene kadar 42 yıl Alman devletince beslendi, “Niye asmayıp besliyoruz?” diye sorulmadı. Ama İkinci Dünya Savaşı’ndan 40 yıl sonra bile Türkiye’de delilli-delilsiz astılar. Çünkü, devir “our boys” devriydi. ABD yöneticileri 12 Eylül darbecisi generallere ‘our boys’ diyorlardı. Amerikan Merkezi Haberalma Örgütü CIA’nın Türkiye İstasyon Şefi Paul Henze, darbeyi dönemin ABD Başkanı Carter’a "]“Our boys did it!” [/color](Bizim çocuklar başardı!) diyerek haber vermişti. Türkiye’deki sermaye düzenini koruma görevinde nöbet sırası ‘bizim çocuklar’ daydı. Ekmeğini yedikleri halkın değil, sermayenin ve ABD’nin ‘çocukları’ idiler. “Sosyal uyanışın ekonomik gelişmeyi aşmasını” önlemek, aştıysa bastırmakla görevliydiler. ‘Our boys’un başarması gerekiyordu. Netekim başardılar! Darbe öncesinde ulusal gelirin dağılımı yüzde 31 tarım, yüzde 33 ücret ve maaşlar, yüzde 36 kâr-faiz-rant şeklindeydi. ‘Our boys’ devrinde kâr-faiz-rant geliri yüzde 70’e yükseldi, ücret ve maaşların payı yüzde 14’e geriledi. Kâr-faiz-rant sahiplerinin sözcüsü Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu Başkanı Halit Narin, ‘our boys’a şükranını, “20 yıldır işçiler güldü biz ağladık, şimdi gülme sırası bizde” sözleriyle dile getirdi. Gülen, rahatlayan sadece Türkiye’nin sermayedarları olmadı, emperyalist sermayedarlar da rahatladı. ABD Başkanı Carter da, sonraki bir tarihte Türkiye’yi ziyaretinde darbecilere şükranını, “12 Eylül harekâtından önce Türkiye’nin durumu savunma açısından tehlike arz ediyordu. Afganistan’ın işgal edilmesi ve İran’daki monarşinin devrilmesinden sonra Türkiye’deki bu istikrar harekâtı içimizi ferahlatmıştır.” sözleriyle dile getirdi. (Cumhuriyet, 21 Temmuz 1985) Amaç, sermaye devletine karşı boynu kıldan ince, ekmek, özgürlük ve bağımsızlık talep etmeyen bir halk yaratmaktı. Başarmanın biricik yöntemi, toplumu terörize etmekti. Parlamentoyu, sendikaları, dernekleri kapatarak, 650 bin kişiyi işkenceden geçirerek, 171 kişiyi işkenceli sorgularda öldürerek, 7 bin kişi hakkında idam cezası isteyerek, 50 kişiyi delilli-delilsiz asarak, 30 bin kamu görevlisini işten atarak, 14 bin kişiyi vatandaşlıktan atarak, film ve kitapları yakarak, medyayı sermayenin tam denetimine ve mülkiyetine sokarak başardılar; yerli-yabancı sermayenin şükranını sonuna kadar hak ettiler. Türkiye, militarist faşizmin ve ‘our boys’un giydirdiği Türk-İslam sentezinin deli gömleğiyle uygarlık yarışında geriledikçe geriledi. 1963 yılında İspanya Franco faşizminin pençesindeyken, kişi başına düşen ulusal gelir 300 dolar idi; aynı yıl Türkiye’de de kişi başına ulusal gelir 300 dolar idi. Franco 1975 yılında ölünce İspanya sırtındaki deli gömleğini çıkarıp attı; Türkiye sırtındaki deli gömleğinin patlayan dikişlerini 1980 yılında tamir etti. Bugün İspanya’da kişi başına ulusal gelir 20 bin dolar, Türkiye’de 4 bin dolar. İspanya’da darbeyi ima edenin bile anında rütbeleri sökülüyor; Türkiye’de delilsiz asan darbeci el üstünde tutuluyor, ölürse devlet töreniyle gömülüyor, en azgın militaristler ise yeni bir darbe için gün sayıyor. Dünyada darbecilerinden hesap sormayan tek ülke kaldı. Burası Türkiye! (sansursuz.com, 29 Haziran ’06)
Gönderi tarihi: 18 Mayıs , 2008 17 yıl Yazar Arkadaşı Aydın Kığılı Veysel Güney'in son günlerini anlatıyor... Veysel Güney: İdam sehpasına yiğitçe yürüyen devrimci!.. "Yaşam karşısında hep direnişçi tutumlar sergilemiş bir devrimciyi anlatma, hakkında tanıklık etme onurunu yaşıyorum, duygularını da... Gaziantep Emniyet Müdürlüğü l. Şube'de kısa süre birlikte olduk. İşkence yapılırken iniltilerini duyuyorduk. Daha çok sağ göğsündeki yarasına işkence yapıldığını sonradan duyduk. Onu bağırtabilmek işin işkenceci polislerin çok çaba harcadıklarının tanığıyım. Ama bağırmıyordu, bağırtamıyorlardı. Daha sonra onunla ilk defa Merkez Komutanlığı Gözetim Yeri'nde karşılaştık. Yanımıza geldiğinde yalınayaktı; ayakkabısı ve çorapları yoktu. Giysi yerine de hastane pijaması giydirilmiş, saçları sıfır numara traş edilmişti. Kafasındaki yara izleri kabuk bağlamıştı. Arkadaşı Remzi Arık ile birlikte kelepçeli olarak koğuşa attılar. Tanışıklığımız burada başlar. Veysel cezaevine geldiğinde yarası yeni iyileşmeye yüz tutmuştu. Ama o haline hiç aldırış etmeden daracık hücresinde spor yapar, nefesini açmaya çalışırdı. Bugün yarın asılacağını bilen bir insanın yaşama bu denli sıkı sıkıya bağlı olduğunu görmek kuşkusuz beni derinden etkilemişti. Veysel aile açısından içimizdeki en şanslılardandı; ailesiyle arasında güçlü bir sevgi bağı vardı. Ailesi de Veysel'e ve mücadelesine saygı duyuyordu. Onu en son ana değin yalnız bırakmamak için ellerinden gelen herşeyi yaptılar. Ama bu çabaların çoğu bir yerde boşa gitti. Çünkü Veysel'e ziyaret yasağı vardı. Herşey o zamanki 5. Zırhlı Tugay ve Gaziantep Sıkıyönetim Komutanı Tuğgeneral Şahabettin Balkan'ın iki dudağı arasındaydı. Veysel'e de, keyfi bişimde, infaza değin sürecek görüş yasağı verilmişti. Ayrıca havalandırmaya çıkarmama, mektup vermeme gibi yasakları da vardı. Onun ilgisini çeken en önemli nokta, idam edilen devrimci arkadaşların darağacında devrimci onurlarını koruyup korumadıklarıydı. Konuşmalarımızda çoğu kez bu merakını giderecek sorular sorardı. Biz de bilebildiğimiz kadarıyla yanıtlardık, aslında bizim de pek bir bildiğimiz yoktu. Çünkü gazete, televizyon ve benzeri şeylerden biz de yararlanmıyorduk. O, "Denizler'in 1972'de yaktığı meşaleyi daha yükseklere çıkartabilmek en onurlu görevlerden biridir" diyordu. İdama giden her devrimcinin en özlü sınavlardan birini de idam sehpası önünde vereceğine inanıyordu. Bilindiği gibi, Veysel, Devrimci Yol siyasi haraketinden yargılanıp idama mahkum edilen ilk insandı. Örgüte sıkı sıkıya bağlıydı. Hareketi adına böylesi onurlu bir görevi ilk kez kucaklayan insan olmanın gerektirdiği sorumluluğun ayırımındaydı. Kendi ölümünün aynı zamanda tüm dünya emekçilerinin ve tüm ezilen halkların haklı davası uğrunda adanmış bir bedel oldıığunu ve bu uğurda gerçekleşen bir ölümün en az diğeri kadar anlamlı ve onurlu olduğunu da biliyordu. Aslında daha şubeye yaralı olarak getirildiğinde idam kaleminin kırıldığını biliyordu. İşkenceciler sorgu sırasında "İdam edileceksin, kurtuluşun yok!" diye sayısız kere bağırmışlardı. Konuşmalarımızda 'Bana son sözlerimi söyleyecek kadar bir zaman süresi tanırlar mı? Bu son görevimi bir devrimciye yaraşır biçimde yerine getirmekten başka hiçbir isteğim yok" derdi. Veysel tam anlamıyla göstermelik bir mahkeme yapıldığını söylüyordu. İdamını çabuklaştırmak için dosyasının Gaziantep Devrimci Yol davasından ayrılarak hızlandırılmış bir yargılama yapıldığını duydum. Birinci gün yargılamayla ilgili konuların tümü halledilmiş, ertesi gün de Heyet idam kararını açıklamış. Aslında bu yargılamanın ne derece hukuki normlara uygun yapıldığı irdelenmelidir. Çünkü bu yargılamada hiçbir şekilde örtbas edilmeyecek çarpıklıklar var. Avukatın olup olmadığı, hangi koşullarda yargılandığı hala muammâ. İdam kararı yüzüne karşı okunduğunda Veysel'in slogan attığını duydum, gazeteler de yazmış. Veysel asılmadan önce zaman zaman düşünürdüm; haklı bir dava için ölüme giden birini uğurlayabilme fırsatım olsaydı ona ne söylerdim, o an neler hissederdim? Sanırım onu en sıcak, en işten, en yaraşır haliyle son kez devrimci bir inanşla kucaklar "Arkandan geleceklere kılavuz, senden öncekilerden, DENİZLER'den devraldığın meşaleyi taşıyan olduğunu unutma" derdim. Ben infaz gecesi bitişikteki hücrede kalıyordum. O son geceyi, yaşadıklarımızı, duyumsadıklarımızı öyle bir- iki satıra sığdırabileceğimi sanmıyorum. Nazım'ın deyişiyle o gece cezaevinde gerşekten 'Hava kurşun gibi ağır'dı. Onu alıp götürdüklerinde, gitmeden önceki uyarısına uyarak sessiz kaldık. Kendisine doğrudan söylenmedi ama, o gün idarecilerin içine girdikleri telaşlı hava, onda infaz anının artık gelip çattığına dair bir izlenim yaratmış olabilir. Ayrıca bu kanısını pekiştirecek başka gelişmeler de oldu. Günlerden 10 Haziran 1981'di. Öğleden sonra cezaevinde görevli içkici bir başşavuşla aralarında berberin de bulunduğu bir grup asker Veysel'in hücresine geldiler. Koridora girdiklerinde kapı gardiyanı bizimki de dahil bütün kapıları kapattı. Nedenini sorduğumuzda da başçavuşun orada bulunmasını gerekçe gösterdi. Veysel'in kapısı açıldığında onun sesini duyduk, "Hayrola! Bu ne izzet-i ikram!" dedi. Başçavuş da "Veysel Saçların sakalların uzamış seni traş edeceğiz" dedi. Adamın sesi çatallaşmıştı. Sanıyorum o an Veysel durumu sezinledi. Ve o gece idam edileceğini anladı. Hücreler bitişik olduğundan konuşmaların bir kısmını duydum. Veysel, "Hazırlıklar akşama mı? Salıncak bu akşam mı kurulacak?" diye sordu. Başçavuş da sessizleşti, suskunluğu konuşuyordu. Konuşmaların bir kısmına tanık olduktan sonra karma karışık bir ruh haliyle ne yapacağımı bilemeden kaldım. Hemen Veysel'le konuşmak istiyordum ama, ne konuşacaktım? Ne diyeceğimi nelerden bahsedeceğimi bilmiyordum. Söyleyeceğim her söz o ana uygun düşmeyebilirdi belki de. Susmanın ne kadar etkili bir kalkan olduğuna ilk defa orada tanık oldum. Zaman ağır ağır ilerliyordu. Götüreleceği an yaklaşıyordu. Son birkaş saatiydi. İçimde dayanılmaz bir istekle onun yüzünü son kez görmek, dost gözlerine bakmak, sıcaklığını duyumsamak istiyordum. Gardiyanın bilgisi olmadan hücreden çıkmak yasaktı. Buna rağmen hücredeki arkadaşların omuzlarına binerek hücremizin mazgal deliğinden koridora çıktım. Ve önüne gidip hücresine baktım. Oturmuş, sırtını duvara yaslamış ayaklarını karnına doğru çekmiş kitap okuyordu. Daha önceleri hiç vermedikleri birikmiş mektuplarını da o gün getirip vermişlerdi. Hemen yanı başında zarfından çıkmış birkaç mektup gözüküyordu. Diğerleri henüz zarfından çıkmamış gibiydi. Hücre mazgalının yan kısmında sigara ve çakmağını koyduğu bir yer vardı. Uzanıp sigarasından bir tane almak istedim. Tam elimi mazgaldan içeri soktuğumda, birden Veysel'le göz göze geldik. Bu bende tanımsız bir ürperti yarattı. Açıkçası o an için korktum. Bu duyguyu tanımlayabilmek çok zor. Yaşamla ölüm arasındaki o ince çizgiyi tüm çıplaklığıyla duyumsamamdan kaynaklanan bir duygu olabilir bu. Veysel için durum değişikti. Durgun bir deniz gibi berraktı gözleri. Orada az sonra ölüme götürüleceğine dair herhangi bir ürkeklik görebilmek mümkün değildi. Çok dingindi, belki beni etkileyen biraz da buydu. Düşünüyorum da, öldürüleceğini biliyor, cezaevinde yaşanan o anlamlı sessizliğin ayırdında, her şeye rağmen soğukkanlılığı sürüyor, kitap okuyordu. Bana öylesine soğukkanlı bakıyordu ki, etkilenmemem mümkün değildi. Sigara yakmamı istedi. Ardından "Sana birşey söyleyeceğim Aydın, beni bugün salıncağa bindirecekler" dedi. Korumaya çalıştığım, o hiçbir şey hissettirmeme çabam birdenbire anlamsızlaştı. Sanki boşluğa düştüm; duygularım kontrolden çıktı. Hemen müdahale etti: "Ne oluyor, metin ol. Varsay ki, şu an benim yerimde sen varsın. Onlara karşı böyle mi tavır koyacaksın?" Kendime hakim olamıyordum. Gözlerimden yaşlar akmaya başladı. Evet ağladım. Bu daha çok böyle yiğit bir devrimciyi kaybetmekten duyduğum hüzündü. Yanından ayrılmadan önce, beni bir kez daha uyardı: "Beni bu gece salıncağa bindireceklerini arkadaşlara söylemeyi unutma." Bana birşey vermek ister gibi araştırır gözlerle hücresine bakıyordu. Verebileceği bir şey yoktu. "Hiç olmazsa bir şeyler yaz ver" dedim. Bir parşömen kağıdın dörtte birine şunları yazdı ve imzaladı: "Sevgili Aydın'a... Mezarımı yol üstünde kazsınlar. Üzerine demir yumruklu bir yıldız yapsınlar..." Aklımda kalanlar bunlar, daha birkaç satır olması gerekir. Askeri Cezaevi'nden sivil cezaevine geçerken, yanımda götüremediğim için bu kağıdı saklamaları ve gerekli yere ulaştırmaları için arkadaşlarıma vermiştim. Ama Veysel'den anı olarak kalan hemen her şeyin, sıklaşan arama ve kötüleşen koşullar nedeniyle yok edildiğini duydum. Aslında ona ait olan her şeyi koruyabilmeliydik. Ben o yazıyı saklayabilmeli, "Bak, bu Veysel'in yazısı... Benim için yazdı. O son andan kalan en değerli belge bu... Bu imza da onun imzası" diyebilmeliydim. Gösterdiğim eksiklik yüzünden Veysel'den, herkesten özür diliyorum. Gece saat onbire kadar sessizlik devam etti. Birden Veysel'in sesini duyduk. "Arkadaşlar! Nedir bu sessizlik her zaman böyle miydik? Bizim suskunlaşmamız, moralimizin bozuk olması başkalarını sevindirir. Haydi ortalığı biraz şenlendirelim!" Ne diyebileceğimizi bilemiyorduk. "Yok mu türkü söyleyecek kimse?" diye yeniden seslendi. Yine ses yok! Türkü söylersek, ya da ne bileyim gülersek, şakalaşırsak o anın önemine gölge düşürmüş olabileceğimizi ister istemez düşündük. Bir arkadaş, "O zaman sen söyle, biz dinleyelim"dedi. Ölümünden iki saat kadar önce Veysel türkü söylemeye başladı. Önce Benim meskenim dağlardır'ı söyledi, sesi güzeldi. Çok coşkulu söylemişti. O titrek ve davudi sesi hala kulaklarımda çınlıyor. Ardından da, Aşık Mahzuni'den alınma 'Bu yıl benim yeşil bağım kurudu'yu söylemeye başladı. Fakat bu türküyü çok hüzünlü bulmuş olmalı ki, yarıda kesti. Türkünün içinde 'şimdi bir köşede yatar ağlarım' gibi bir dize vardı. Yarım bıraktı, “Bu türkü bu gece gitmez" dedi ve yine Mahsuni'den alınma 'Çingene' isimli türküyü söylemeye başladı. Hücreler kısmında kalan, Veysel'in 'Çingene' lakabını taktığı Kuddusi Tokaç isimli arkadaşa takılma, şaka yapma niyetine bu türküyü söylemişti. Bugün daha iyi anlıyorum ki, o gece Veysel hem kendisini hem de bizi ölümüne hazırlıyordu. Ölüme türkü söyleyerek de gidilebileceğini, böylesi ölümün güzel olduğunu, endişeye karamsarlığa kapılmamak gerektiğini göstermeye çalışıyordu. Doğrusunu söylemek gerekirse, o işin kendine ait bölümünde başarılı olabildi. Her bakımdan ölüme hazırdı. Bizim durumumuz çok farklıydı. Zaman ağır ağır ilerledikçe bir anlamda ne yapacağımızı bilemez bir şaşkınlık içine düştük. Askerler, subaylar içeri doluştu. Hücrelerimizin mazgal kapaklarını kapattırdılar. Artık hiçbir şey göremiyorduk. Sadece kulağımıza gelen o karmakarışık sesler vardı. Askerlere emir verildi: "Mahkumun kapısını aç!" Kapının açıldığını duyduk. Ama içeri giremiyorlardı. Veysel'in gür sesi bir kez daha doldu kulaklarımıza: "Gelmeyin üzerime! Ben nasıl gelmem gerektiğini bilirim. " Başından beri kendisine haykırabileceği kadar bir sürenin tanınıp tanınmayacağı konusunda endişeleri vardı. Niyetlerini anlamıştı. Ağzını kapatmak istiyorlardı. Onları durdurmak için bu şekilde bağırmıştı. Hemen ardından da sanki bir miting alanında onbirlere seslenircesine bizlere ileteceği son sözlerine başladı. "Dirilip döneceğiz er meydanlarına/ Zaman köhne düzenin cellatlarını affetmeyecek / Gerek kalmaz savaş ilanlarına /Erlerimiz fazla laf etmeyecek. " Ardından 'Kahrolsun Faşizm' sloganını atmak istedi. Ama ağzını kapattılar. Koğuşlardaki arkadaşların anlattıklarına göre elleri arkadan bağlıymış. Onu alıp Gaziantep E Tipi Cezaevi'ne götürdüler. Daha sonra bir gardiyan bana o anı şöyle anlattı: ".. Veysel infaz bahçesine getirildiğinde başı dimdikti. Üzerinde infaz kıyafeti yoktu. Sivil giysiler vardı. Kendisinden son isteği sorulduğunda, "Benim sizlerden bir isteğim olamaz!" dedi. Darağacına yürü denmesine fırsat bırakmadan, başını önüne eğmeden, en küçük bir tereddüt göstermeden yürüdü. Sehpaya çıktı. Cellat boynuna ipi geçirmeye hazırlandığında "Sehpaya kimse dokunmasın" diye uyardı. Ardından öyle bir bağırdı ki, yer-gök inledi. Ne dediğini anlayamadık bile. Slogan bitince cellata 'ipi boynuma geçir' dercesine baktı. Boğazına ilmek geçirildi. Cellat Veysel'in isteğine uyarak sehpadan uzaklaştı. Kanımız donmuş gibi, pür dikkat onu izliyorduk. Üzerine bastığı sehpaya ayağıyla vurdu, kendi infazını kendi gerçekleştirdi." Diyebilirim ki, cezaevindeki tüm gardiyanlar "Görüşü ne olursa olsun, yiğit adamdı" diyerek ona saygı duyuyorlardı. Aslında dönemin cezaevi müdürü infazı yaptırabileceği insanı bulmak konusunda epeyi zorlanıyor. Sonunda E Tipi mutfakçısı Aşçı Ali böyle birini bulmak için görevlendirilmiş. Sonunda yerlilerin dilinde ‘Aşiret' diye bilinen insanlardan birini bulmuş. Antepliler 'Çingene Aşiret' diyorlar. Bu arada 10 Haziran günü 13 haberlerinde idamın MGK'ca onaylandığını duyan ailesi Hekimhan'dan bir araba tutup Gaziantep'e geliyorlar. Cezaevinin önünde annesi, babası, kardeşi ve birkaç yakını bir grup oluşturuyor. Yöneticilerden çıkacak 'son bir kez görüşebilme' iznini bekliyorlar. İnfazdan kısa bir süre önce sadece annesi, babası ve kardeşine görüşme izni veriliyor. Diğerleri yasak denilerek görüştürülmüyor. Duyduğum kadarıyla son görüşmede annesi ve babası görüş boyunca ağladıkları için pek konuşamıyorlar. Veysel, "Üzülmenize gerek yok. Bu kaçınılmaz bir durum. Sonucu herkesin metanetle karşılaması gerekir. Hep aranızda olacağımı biliyorum. Benim dışımda dört kardeşim daha var, sizlere beni aratmazlar" diyor. En son kardeşiyle konuşuyor. Kısa konuşmada ona yaşamını, yaptıklarını, haklı olduğunu, ölüme tökezlemeden, kararlılıkla gideceğini anlatıyor. Ve Che'nin 'ölüm nereden ve nasıl gelirse gelsin... diye başlayan o ünlü sözlerini söyleyerek bitiriyor. Kardeşi, ağabeyinin konuşmalarından etkilenip slogan atmaya başlıyor. "Kanın yerde kalmayacak" diye bağırıyor. Hemen görüşmeyi bitiriyorlar. Veysel'in ağzını bantlıyorlar. Kardeşini de döverek götürüyorlar ve slogan attığı gerekşesiyle iki ay gözaltında tutuyorlar. Ailesi infazdan hemen sonra onu almak için yetkililere başvuruyor. Epey uğraştıktan sonra, verilmeyeceğini anlayınca, "O zaman cenazenin gömülmesine katılalım, duamızı edelim, ona karşı son görevimizi yapalım" diyorlar. Bu istek de reddediliyor. Hatta oldukça umursamaz, küçümser ve alaycı tavırlarla 'Biz oğlunuzu mezara gömmeyeceğiz. Onun mezara ihtiyacı yok. Ölüsünü nehre atacağız. Canımız isterse belki bir köpeğin önüne atarız" diyorlar. Aile Veysel'e ulaşamayacağını anlayınca, bu kez polislerce apar topar götürülen diğer oğullarının peşine düşüyor. Böylece Veysel bilinmeyen bir yere götürülüyor. Aradan yıllar geçmesine karşın, Veysel'in ailesi hala oğullarının mezarının nerede olduğunu bilmiyor, Veysel'in bir mezarı varsa bile, bu devlet sırrı gibi saklanıyor. Ama bir mezarı olsaydı, bugüne değin nerede olduğu bir biçimde bilinirdi. En kuvvetli ihtimal onun bir mezarı olmadığı noktasında yoğunlaşıyor. İnanıyorum ki, bu sadece Veysel'in ailesinin sorunu değil. Çözülmesi gereken bir düğüm olarak ortada. Mezarı yoksa, Veysel nerede? Ailesine çektirilen bunca eziyetin anlamı nedir? Doğal olarak, bir anne-baba geleneklerinin gereğini yerine getirmek için oğullarının mezarını görmek ziyaret etmek belki mezarını yaptırmak ister. Cuma Alkan adlı bir arkadaş Veysel'in götürülmesinden sonra atak davranıp hücreye giriyor. Yerde bir adet battaniye, çorabının teki, ayakkabı astarları, yarım bardak deterjan ve ayakkabısının tekini görüyor. Tuvalette sifonun içinde bir roman buluyor, içinde de Veysel'in yazdığı bir mektup. Okumadan götürüp dava arkadaşları R.K. ve A.E. ye veriyor. Mektubun içeriğindeyse, duyduğuma göre idama nasıl gideceğini, tavrının nasıl olacağını anlatan şeyler varmış. Bizler de idamı protesto için yemek almadık. 'Kahrolsun faşizm', 'İdamlar bizi yıldıramaz', 'Veysel'in hesabı sorulacaktır' sloganlarını haykırdık. Bunun üzerine dava açıldı. Aylar süren yargılama sonucu 7 kişiye 1 yıl 4'er ay hapis cezası ve ayrıca 5 ay 10'ar gün Mersin'de gözetim cezası verildi. Veysel'i tanımak, yanımızdan alınıp ölüme götürülmesi, onunla geçen hücre günleri, yaşamımın gerçekten en köklü dönüşümlerinden birini, hatta ilk adımını oluşturdu. O yiğit devrimcinin son anlarına tanık olmak, bende iyi ve güzele doğru evrilişin akışını hızlandırdı. O, 'Benim meskenim dağlardır' türküsünü çok seviyordu. Eğer herşey istediğimce olsaydı, şu an Veysel'le bir dağın doruğunda omuz omuza oturup karşıları seyrederken, bu türküyü mırıldanmak isterdim. Belki de Veysel'in bulunmayan bedeni bir dağın kuytuluklarıyla özlemine uygun olarak sarmaş dolaş yatıyordur. Kimbilir..." Aydın Kışılı 1956 Adana doğumlu. TKP-ML davasında yargılandı. Gaziantep E Tipi Cezaevi'nde Veysel Güney ile birlikteydi ve idam gecesini yaşadı (devrimcihareket.net)
Gönderi tarihi: 18 Mayıs , 2008 17 yıl Yazar DEVRİMCİ HAREKET: Veysel Güney bir "ölü" değil bir devrim şehididir ve kimsenin şov aracı değildir İdam sehpasına yiğitçe yürüyen devrimci!.. "25 yıl boyunca Veysel Güney'in mezarının dahi ailesinden ve çevresinden yoksun bırakılması 12 Eylül darbe rejimi ve devamı iktidarların ayıbıdır. 78'liler Girişimi Veysel Güney'in mezarını bulmakla hem Türkiye'yi bir ayıptan daha kurtarmış, hem de kaybedilen, yok sayılan toprağın altındaki arkadaşlarına karşı yıllar ve yıllarca ihmal edilmiş bir görevi yerine getirmiştir. Kaybedilen, yok sayılan yüzlerce arkadaşımızın mezarlarını bulmaya, acılı ailelerini yıllar sonra hiç olmazsa çocuklarının mezarlarına kavuşturma çalışmalarımız sürecektir. Çünkü biz biliyoruz ki ölüsüne sahip çıkamayan dirisine sahip çıkamaz." (abç) Yukarıdaki ifade, Veysel Güney'in mezarının bulunması sonrasında "Celalettin CAN 78'liler Girişimi Türkiye Sözcüsü" imzasıyla yapılan açıklamadan alınmıştır. Bilindiği gibi "78'liler" bir süredir devrim şehitleri üzerinden bir çalışma başlatmış; ancak bu çalışmada devrim şehitlerinin kimlikleri ve uğrunda bedel ödedikleri değerler yok sayılarak, sorun bir çeşit "hukuksal yanlışı düzeltme", "bir ayıbı giderme", vb. çerçevede görüldüğü; daha da önemlisi söz konusu şehitlerin bugün kavgalarını sürdüren yoldaşlarının örgütsel varlığı yok sayıldığı için; çeşitli devrimci yapılar tarafından "78'liler" bu konuda uyarılmıştır. Ne var ki Veysel Güney'in mezarının bulunması sonrasında yapılan ve yukarıda bir bölümünü aktardığımız açıklama; bırakalım uyarının dikkate alınmasını, "78'liler"in, hadlerini aşan bir üslup ve saygısızlık hali içinde olacaklarını gösteriyor. Aslında "78'lilik" bizler için bilinmeyen bir nitelik veya çaba değildi. Nitekim, 12 Eylül 2005’te uyarmıştık: "İnsanın bugün nerede durduğu, geçmişi nasıl algıladığının da aynasıdır. 12 Mart sonrasında hızla kenara düşüp, sistem içi kanallarda kendine yer açan, kavga döneminde itibar etmediği kazanımlar peşinde koşup, küçük hesapların küçük insanı durumuna düşen; ama, Mahir'ler sorulduğunda 'arkadaşı' olduğunu söyleyen, unutmadıklarını arada bir anımsatma ihtiyacı duyan '68'liler'i bilmeyen yoktur. Örneğin bugün Çakıcı'nın avukatlığını yapacak denli düşkünleşen (değer ve ölçek yitimine uğrayan) Bozkurt Nuhoğlu'na sorulsa yine Deniz Gezmiş'in arkadaşı olduğunu, unutmadığını, vs. söyler. Benzer bir durum, 78'liler için de geçerlidir. Biz bu örgütlenmeden/çabadan bir şey çıkmaz demiyoruz; ama, 68'liliğin vardığı yere varma riski taşıdığını görüyor, biliyor ve uyarıyoruz. " (12 Eylül 2005, Devrimci Hareket) Bugün artık devrimcileri, kavga ve değerlerini yok sayma, bir devrim şehidini toprak altındaki bir kemik yığını olarak görme eğilimi, sadece Türkiye'de veya "78'liler"de değil dünya ölçeğinde yaygındır. Anımsanacak olursa Che Guevara da bu türden bir çabaya alet edilmişti. Mevcut çarpılmanın, değerlerde erozyonun, küçülme ve çürümenin boyutunu görmek için gelin yukarıdaki alıntıyı tekrar okuyalım: "78'liler", Veysel Güney'in mezarının bilinmemesini önce "12 Eylül darbe rejimi ve devamı iktidarların ayıbı" olarak görüyor, sonra da mezarı bularak "Türkiye'yi bir ayıptan daha kurtarmış" oluyor. Birincisi, Veysel Güney'e yapılan ayıp değil, faşizmin niteliğinin sonucu bir düşmanlıktır. İkincisi, bırakalım devrimciliği, demokratlık bile "ayıp gidermeyi" değil, hesap sormayı gerektirir. Açıklamada, "kaybedilen, yok sayılan toprağın altındaki arkadaşlarına karşı yıllar ve yıllarca ihmal edilmiş bir görevi yerine getirmiştir" deniyor ve "Çünkü biz biliyoruz ki ölüsüne sahip çıkamayan dirisine sahip çıkamaz" diye ekleniyor. Kendini Veysel'in yoldaşı, dava arkadaşı veya en azından aynı değerlerin insanı olarak sayan hangi insan ona böyle ölü muamelesi yapar ki? Ortada bir ihmal varsa; bu ihmal, Veysel'in kavgasını Veyselce sürdürmeyenlere ve silahını yerde bırakanlara aittir. Gerisi gevezeliktir. Doğrudur mezara ailesi sevinmiştir. Buna saygı duyuyoruz. Ama kimse bunun arkasına sığınarak, yıllardır içinde bulunduğu "mücadele etme ve hesap sorma ihmalini" yok sayamaz. 78'liler yaşamlarının hangi kesitinde Veysel veya bir başka devrim şehidi için neler yapmıştır; bunu dost da düşman da bilmektedir. Devrimci kimliğin tükenmesi noktasında ortaya çıkan ve kurucularının ihtiyacı olan bir yapının öznesi olarak Celalettin Can ve arkadaşları, yavuz hırsızlık yapmayı bırakıp devrimcilerle aralarındaki çıta farkını görmeli ve "sivil toplumculuk oyunu" oynayacaklarsa; bunu, hadlerini bilerek yapmalıdır. Ülkemizde devrimin başarısı; sendikayı, derneği, kitle partisini; odayı, baroyu, vb. gerekli kılmaktadır. Ne var ki her kurum, kuruluş amacını ve dolayısıyla hareket sahasını bilerek işlev yüklenmelidir. Bu bağlamda "78'liler" de kendilerine vazife olmayan işlere kalkışmamalı; ölüye sahip çıkacağım derken, şehitlerimizi bir kez daha öldüren konuma düşmemelidir. Devrimin moral değerleriyle bağını koparmamış her insan bilir ki, devrim şehitlerinin sıradan ölülerden farkı; devrimcilerin attığı her adımda, ürettiği her değerde yaşatılmaktır. Bu nedenle onlar, ölümsüzler olarak bilinir. Bu kültüre, devrimci yaşama ve onun normlarına yabancılaşanlar; devrim şehitlerini ölü, devrim gazilerini sakat olarak görürler. "Hiçbir değer için ölmeye değmez" fikri, bu yaklaşımın türevlerindendir. Veysel Güney bir Devrimci Yolcuydu; onu anmak, ona sahip çıkmak; bugünün mücadele ihtiyaçlarını Devrimci Yolcu bir duruşla karşılamayı gerektiriyor. VEYSEL GÜNEY'İ DEVRİMCİ YOLUMUZDA YAŞATIYORUZ. 1 Temmuz 2006 DEVRİMCİ HAREKET Veysel Güney kimdir? 1957 yılında Malatya'nın Hekimhan ilçesine bağlı Davulkulu Köyü'nde doğdu. Çocukluk yılları mezrada hayvancılık ve tarımla uğraşan ailesiyle birlikte geçti. Okul dışı zamanlarında çobanlık yapıyordu. Veysel Güney, ilkokulu bitirdikten sonra Hasan Çelebi nahiyesine gitti. İzmir Erkek Sanat Enstitüsü'nden sonra da liseyi Malatya'da tamamladı. 1975'te İsdemir Karabük Montaj Şantiyesi'nde elektrikçi olarak çalışmaya başlayan Veysel Güney, bu arada İskenderun Meslek Yüksek Okulu Makine Bölümü'nü de bitirdi. Devrimci-Yol davasında yargılanan Veysel Güney, 11 Haziran 1981'de 24 yaşındayken idam edildi. Ne gözaltına alındığında ne de cezaevinde görüş izni alamayan Güney ailesi, oğullarını son kez idama götürülürken askeri aracın içinde çok kısa bir süre için görebildi. (KÖ) (bianet.org) *** Veysel GÜNEY (1957 - 11 Haziran 1981) 1957 yılında Malatya'nın Hekimhan ilçesine bağlı Davulkulu Köyü'nde doğdu. Çocukluk yılları mezrada hayvancılık ve tarımla uğraşan ailesiyle birlikte geçti. Okul dışı zamanlarında çobanlık yapıyordu. Veysel Güney, ilkokulu bitirdikden sonra Hasan Çelebi nahiyesine gitti. İzmir Erkek Sanat Enstitüsü'nden sonra da liseyi Malatya'da tamamladı. 1975'te İsdemir Karabük Montaj Şantiyesi'nde elektrikçi olarak çalışmaya başlayan Veysel Güney, bu arada İskenderun Meslek Yüksek Okulu Makine Bölümü'nü de bitirdi. Veysel Güney anlatıyor: "12 Mart sonrasındaki yıllarda THKP-C'nin bıraktığı devrimci miras üzerinde yükselen muazzam bir devinim vardı. Ben devrimci değerlerle, düşüncelerle ilk defa o zamanlar İzmir'de karşılaşıp sempati duydum." Bir arkadaşı anlatıyor: "Veysel, yanında şehit düşen Ali İhsan Özer'in etkisi ile Devrimci Yolcu oldu. çalışmalara İskeınderun Demir Çelik ve İskenderun bölge pratiği çerçevesinde katılarak kendini geliştirdi. Necdet Bozkurt'un döneminde İskenderun'da öne çıkan arkadaşlardandı. Necdet'in katledilmesinden sonra çalışmanın yükünü omuzlayan ekibin içindeydi." 12 Eylül günlerinde Veysel Güney yine Ali İhsan Özer ile birlikteydi. Artık Gaziantep'teydiler. Sonra süregiden operasyonlarda kaldıkları ev kuşatıldı. Çatıştılar. Ali İhsan Özer aldığı kurşun yaralarıyla öldüyse de Veysel Güney çatışmayı sürdürdü. Sonra o da yaralandı ve yakalandı. Ağır işkencelerden geçti. Göstermelik bir yargılamayla idama çarptırıldı. VEYSEL GÜNEYİN SON MEKTUBU ................. Değerli babacığım ve tüm dostlarım, Ben hiçbir şahsi çıkarımı gözetmeden ülkemin bağımsızlığı ve halkımın kurtuluşu için doğru bildiğim yolda inanarak mücadele ettim. Benim kalbim insan sevgisi ile doludur. Ben kimseyi öldürmedim, suçsuzum. Gösterdikleri gerekçeyi dahi mahkemesi sonuçlanmadan karar verildi. Onlara göre suçlu olabilirim. Çünkü onlar ülkeyi yabancılara peşkeş çeken ve onlarla bir avuç işbirlikçi mutlu azınlık işbirliği yapmaktadırlar. Halkıma ise zam, işkence ve ölüm reva görünmektedir. İşte ben buna insan olarak karşı geldiğim için onlara göre suçluyum. Ama boşuna. Çünkü insan kafasındaki düşünceyi yok edemedikten sonra işkence ve idamla bir yere varamayacakları açık. Babacığım, Ben ölüme seve seve gidiyorum, bir namussuzluk ve bir şerefsizlik yapmadım. Onun için hiç üzülmeniz gerekmez. Benim binlerce annem babam olduğu gibi sizinde binlerce oğlunuz var. Göndermiş olduğunuz mektupları bugün verdikleri için cevabını yazamadım.İmam ve Sultan’dan da mektup aldım.Ayrıca sultanın gönderdiği çamaşırları da aldım. Tüm dostlardan memnunum ve saygılarımı sunar mutlu yarınların halkımın olmasını dilerim. Size bir tek dörtlük şiir yazıyorum Mezarımı yol kenarına kazın Üzerine devrim şehiti yazın Başına yumruklu yıldız kazın Gidiyorum Ölümsüzlüğe Hoşça kalın… Selamlar. Sizin Veysel. Ne kadar ilginç bir ülkede yaşamaya çalisiyoruz..Hem düsüncesi yüzünden idam ediyorsun hemde öldürdügün insanın naaşını ailesine vermiyorsun Ya anlamiyorum bedenen ölmüs biri napabilirki Adamlar ölülerimizden bile korkuyorlar... Cellat uyandı yatağından bir gece "Tanrım " dedi " bu ne zor bilmece? " " öldükçe coğalıyor insanlar ben tükenmekteyim öldürdükçe" Ne güzel demiş şair...VEYSEL LER,DENİZ LER,ERDAL LAR,SİNAN LAR,MAHİR LER,HÜSEYİN LER tüm katledilenler ölmedi ölmeyecekte !!!!!!!
Gönderi tarihi: 18 Mayıs , 2008 17 yıl Yazar Sol:kimsesizler mezarlığında Dosya No:981/1-1468 TCK’nun 450/9 maddesinin ihlal suçundan Adana Sıkıyönetim Komutanlığı 2 no’lu Askeri Mahkemesinin 1981/71 esas 1981/80 kararı ile ölüm cezasına çarptırılan ve bu cezası Yargıtay’ca onanarak 21.04.1981 tarihinde kesinleşen, Milli Güvenlik Konseyince ölüm cezasının yerine getirilmesine karar verilerek bu konudaki kanun 9.6.1981 tarihinde resmi gazetede yayınlanan Veysel Güney’in ölüm cezasının infazı için 10.06.1981 tarihinde saat 03,00’de Gaziantep E tipi cezaevinde bu işin infazı için ayrılan özel bölümde tüzüğün 66.maddesinde belirtilen kişiler olarak, hükmü veren mahkeme heyetinden Hak.Yb.Ayhan Ulusoy,İnfaz işleri ile görevli Gaziantep C.Savcı Yardımcısı M.Göktürk, Cezaevi Müdürü M.Ekrem Berdan,Hükümet tabibi Fahri Zincircioğlu,Din Görevlisi İbrahim kaya,zabıt Katibi Şemsi meni, hazır bulundular. Mahkeme hükmü, kesinleşme şerhi, Milli güvenlik Konseyinin cezayı onayan kararı incelendi. Cezanın infazı ile ilgili hazırlıkların tamamlanmış olduğu görüldü. Ölüm cezasına hükümlü Veysel Güney getirildi ve cezaevinin uygun bir odasına alındı… Sanığın son arzusu olarak yazmış olduğu mektup kapsamı itibariyle suç unsuru ihtiva ettiğinden, bu nedenle de yakınlarına verilmesi sakıncalı görüldüğünden, dosyasına konulmak üzere hâkim yb. Ayhan Ulusoy’a teslim edildi. C.Savcı Yrd : Mete Göktürk Hakim Yb. : Ayhan Ulusoy Z.Katibesi : Şemsi Meni Hükümet tabibi: Fahri Zincircioğlu Din Görevlisi : İbrahim Kale İnfaz zaptı var,mahkeme kararları var son mektup var.Ama Veysel Güney’ e ait kemikler bile ortada yok. Orta da bir yaşam var ….Yaşanmışlık var.Hapishane var.Tutukluluk var.Ama Veysel Güney ‘yok’ Ekteki belge bir dostum tarafından ulaştırılmıştı.Bu Sayfa Antep mezarlıklar müdürlüğünün o dönem ki sayfası.Veysel Güney'in olduğu savıyla kimsesizler mezarlığında açılan mezarın karşısına 'Orduevi' yazılmış.Kimsesizler mezarlığına gömülen Veysel Güney'i halen daha binlerce insan arıyor. Geçen yıl yaz aylarına doğru gazetelere televizyon kanallarına bile konu olmuştu Mersin 78 liler derneği ve ailesinin girişimiyle İdam edildikten sonra mezarı ve akıbeti hakkında ailesine ve arkadaşlarına bilgi verilmeyen Veysel Güney’in idam zaptı mezarlık tutanakları ve son mektubu ortaya çıktı.Kimsesizler mezarlığında o günkü sıkı yönetim komutanlığının idamdan önce mezarlıkta ayırttığı yerin Veysel Güney’in mezarı ola bileceği düşünüldü.Ancak yapılan DNA. Sonuçları olumsuz çıktı.Alınan kemik örneklerine uygulanan testlerle ailesinden alınan örnekler bir birini tutmadı. Bugün itibariyle o mezarın Veysel Güney’e ait olduğu tespit edilemedi.O mezarın kime ait olduğu da.Bu şekilde bu ülkenin mezarlarında kaç mezar olduğu da bilinmiyor. Hani buralar da sol tartışmaları yapılıyorya.Solun bittiği yer Veysel Güney’in ve binlerce sosyalist’in ‘kimsesiz’ tarihsiz ve sahipsizliğidir.Solcu olmaktan mutlu olanlar öncelikle ‘Veysel Güney’ e karşı sessiz kalarak bu sessizliği yırtmayarak ettikleri ayıbı temizlemeliler. Hani muhafazakar demokrat AKP hükümeti cumhurbaşkanlığı hususunda ver yansın ediyorsa.Bu ülkede demokrasi 12 eylülden bu yana Antep te kimsesiz ve tarihsiz yatmaktadır. .Demokrasinin yokluğu salt türbanla ilgili bir husus değildir.Önce bununla hesaplaşmak zorundalar. Ve sosyal demokratlar,icabında ve duruma göre demokratlar basının cepte ağır topları.Veysel Güney’in sessizliği ve kayıp kemikleri biraz herkesin ‘omurgasızlığıdır.Tanıksız,delilsiz savunmasız bir şekilde yargılanıp asılan yıllarca cenazesi ailesine ve arkadaşlarına verilmeyen Veysel Güney’in kemikleri de kaybedilerek hiç yaşamamış gibi davranılıyor.Sol birazda yürek işidir.Veysel Güney’ son mektubunu ‘Sizin’Veysel diye bitirmişti.Hani bizim olan elbette Veysel’in kemikleri değil yani derdimizi o değil.Bu ülkede hukuksuzluk tur.Veysel’e sahip çıkmak sola sahip çıkmaktır.Ama daha ötesi insanlığa sahip çıkmaktır.Derdimiz elbette biraz da insanlık kavgası ve ‘Bizim’ Veysel’imiz sahipsiz Türküsüz duasız ve nerde yattığı bile belli değil.Yani ‘siz’ ve insan olma hadisesi ortadaki sahipsizlik… Veysel Güney'in ailesine mektubu 25 yıl sonra verilmiştir.... BİRGUN
Gönderi tarihi: 18 Mayıs , 2008 17 yıl Türkiye, militarist ****** ve ?our boys?un giydirdiği Türk-İslam sentezinin deli gömleğiyle uygarlık yarışında geriledikçe geriledi. 1963 yılında İspanya Franco faşizminin pençesindeyken, kişi başına düşen ulusal gelir 300 dolar idi; aynı yıl Türkiye?de de kişi başına ulusal gelir 300 dolar idi. Franco 1975 yılında ölünce İspanya sırtındaki deli gömleğini çıkarıp attı; Türkiye sırtındaki deli gömleğinin patlayan dikişlerini 1980 yılında tamir etti. Bugün İspanya?da kişi başına ulusal gelir 20 bin dolar, Türkiye?de 4 bin dolar. İspanya?da darbeyi ima edenin bile anında rütbeleri sökülüyor; Türkiye?de delilsiz asan darbeci el üstünde tutuluyor, ölürse devlet töreniyle gömülüyor, en azgın militaristler ise yeni bir darbe için gün sayıyor. Dünyada darbecilerinden hesap sormayan tek ülke kaldı. Burası Türkiye! Türkiye, militarist ***** ve ?our boys?un giydirdiği Türk-İslam sentezinin deli gömleğiyle uygarlık yarışında geriledikçe geriledi.
Katılın Görüşlerinizi Paylaşın
Şu anda misafir olarak gönderiyorsunuz. Hesabınız varsa, hesabınızla gönderi paylaşmak için ŞİMDİ OTURUM AÇIN.
Eğer üye değilseniz hemen KAYIT OLUN.
Not: İletiniz gönderilmeden önce bir Moderatör kontrolünden geçirilecektir.