Zıplanacak içerik

Featured Replies

Gönderi tarihi:

bir aralar bu cok konusulmustu...

mahalle baskısı!!!

sizce mahalle baskısı nedir? mahalle baskısı cidden varmıdır?

gercektende insanlar cevrelerinden baskı görürler mi bir sey yapıp yapmama konusunda

?

Gönderi tarihi:
  • Yazar

EMRE KONGAR

 

 

 

 

"MAHALLE BASKISI" NEDİR?

 

Sevgili okurlarım, Türkiye'deki Çok Partili Rejim'in, Dinci Oligarşi'ye doğru kayması uzun ve çok faktörlü bir süreç.

 

Bu sürecin günümüzde gittikçe önem kazanan bir ögesi de Prof. Şerif Mardin'in "Mahalle baskısı" "Mahalle havası" "Mahalle İslamı" diye adlandırdığı bir "grup dinamiği" olgusu.

 

 

* * *

15 Mayıs 2007 tarihinde Vatan gazetesinin kitap ekinde yayınlanan Ruşen Çakır'la yaptığı konuşmada şöyle diyor:

 

"...Siyasal İslam, iktidara tam sahip olduğu zaman bayağı ağır şartlar yaratan bir rejimi de kurabilir..."

"...İslam'ın iktidarı tam olarak ele geçirmesi durumunu, liberal bir ortamın devam ettirilmesi olarak göremiyorum..."

 

"...Türkiye'de "mahalle baskısı" diye bir şey var. Jön Türkler'in en çok korktuğu şeylerden biri de oydu. "Mahalle baskısı" bilinmeyen ve sosyal bilimce ifade edilmesi çok zor olan bir havadır. Bu havanın AKP'den bağımsız olarak Türkiye'de yaşadığına inanıyorum. Dolayısıyla bu havanın gelişmesine müsait şartlar oluşursa o zaman AKP de bu havaya boyun eğmek zorunda kalacaktır..."

 

"...Buna örnek olarak daha çok İran'da ortaya çıkmış olan ve bugün Ahmedinecad'ın devam ettirdiği sistemi gösterebiliriz. O dinsel otokrasinin çevreyle, mahalleyle, ona destek veren insanların ortaya çıkardığı havayla da çok ilişkisi var. O havanın İran devriminde çok etkili olduğuna inanıyorum. Bu hava Türkiye'de de çıkabilir bir gün. 10-20 sene öncesine kıyasla daha az şansı var ama bugün o havayı pompalayan başka şeyler, tuhaf oluşumlar, kendiliğinden olan birtakım olaylar var. Bazı İslami alt-çevreler ortaya çıkıyor. Bunda günümüzün gelişmiş imkanları da etkili oluyor. Mahalle havası dediğimiz şeyin bu İslami alt-çevrelerle yeni bir şekil almış olduğuna inanıyorum. Bu yeni şekil AKP'yi döver. Demek istiyorum ki eğer böyle bir hava gelişirse AKP ona biat etmek zorunda kalabilir..."

 

Mardin, benim "Dinci Oligarşi" dediğim düzene "Dinsel Otokrasi" diyor ve mahalle baskısının, AKP'ye de boyun eğdirebileceğini, Türkiye'nin İran'a dönüşmesi olasılığının bulunduğunu söylüyor.

 

 

* * *

10 Haziran 2007 tarihli Vatan'ın Pazar ekinde Ruşen Çakır'ın, Mardin'le yapılmış ikinci bir röportajı yayınlandı.

 

" ...Ailemde, özellikle de Ebulala Mardin Bey'den 'ham sofu' diye geniş kullanımı olan bir tabir işitiyordum. Yaptığım iş bunu değiştirerek kullanmaktan ibaret. 'Mahalle baskısı' diyerek önemli bir sosyal olguyu anlamada ilk adımı atmış oluyorum. Sosyal bilimciler bu kavramı araştırırlarsa çok isabetli olur..."

Ruşen Çakır'ın, "Mahalle baskısı dünyada da kullanılan bir kavram mı?" sorusu üzerine:

 

"Hayır kullanılmıyor. Onun yerine 'fondamantalist' kavramı bunların hepsini örtüyor. 'Mahalle baskısı' kavramıyla ilgilenmemin nedeni Jön Türklerin bu konudaki korkularını merak etmemdir. İttihat ve Terakki Partisi döneminde bir grup aydın İslam'ın müesseseler üzerindeki etkilerini kaldırmak istiyordu. İkinci grup ise dindardılar dindar olmalarına ama kendi estetik duygularından farklı bir davranış tarzı olarak gördükleri 'mahalle İslamı'ndan ürküyorlardı."

 

* * *

Mardin'in "Mahalle baskısı" "Mahalle havası" "Mahalle İslamı" dediği olgu, bireyi biçimlendiren, onun tutum ve davranışlarını belirleyen, Sosyal Psikolojinin "Grup dinamiği" alanına giren ünlü "Grup baskısı" kavramının, tüm ilişkileri de kapsayarak topluma egemen olması, bireyleri ve toplumu belli bir yöne sevketmesidir.

 

Durkheim'dan beri bilinen, irdelenen "Toplumsal bilinç" denilen kavram, işte bu toplumsal olgudur:

 

Birey aile içinde büyür, eğitilir, kişilik kazanır.

 

Arkadaş gruplarıyla gelişir.

 

Formel eğitimle biçimlenir.

 

Çalıştığı iş yerinden, meslektaşlarından, medyadan etkilenir.

 

Komşularıyla, mahallesiyle birlikte yaşar.

 

Mardin'in sözünü ettiği "Mahalle baskısı" "Mahalle İslamı" işte bütün bu grupların, üstelik de birbirleriyle etkileşim halinde güçlenerek yaptığı büyük baskının adıdır.

 

Mardin, "Mahalle baskısı" "Mahalle İslamı" karşılığında Batı'da genel olarak "fondamantalist" (köktendinci) teriminin kullanıldığını ve kendisinin de bu deyimi "Ham sofu"dan esinlenerek geliştirdiğini belirtiyor; böylece bu baskının radikal siyasal İslamcı (şeriatçı) niteliğine de ayrıca vurgu yapıyor.

 

Tabii AKP iktidarının, mahalle İslamı'nı destekleyici politikaları, hem baskıyı arttırıyor, hem de devletin, bireyleri bu baskıya karşı koruma olanaklarını (laiklik kavramının altını oyarak) yok ediyor; böylece durum temel hak ve özgürlükler açısından son derece vahim bir hal alıyor.

 

 

Gönderi tarihi:
  • Yazar

Tufan TÜRENÇ ‘den :

 

Önceki gün bir meslektaş başından geçen olayı anlattı.

Kadıköy’den simit evinden simit alıp paketletmiş. Sonra otobüs durağına geçmiş. Beklerken dayanamayıp paketi açmış ve bir lokma simidi koparıp ağzına atmış. Lokmasını çiğnerken bir halk otobüsü gelmiş, bizim arkadaş da atlamış. Bilet almak için para uzatmış, sakallı biletçi ters ters bakmış:

"Sen oruç yiyorsun... İn aşağı... Burası Müslüman otobüsü."

Bizim arkadaş haklı olarak diklenmiş:

"Sen beni nasıl indirirsin otobüsten. Sana ne benim oruç yiyip yemediğimden."

Otobüstekilerin bazısı "Aşağı in" demiş. Bazısı da "Burası İran mı? Ne karışıyorsunuz" diye tepki göstermiş.

Tartışma büyümüş. Şoför otobüsü kenara çekip arkadaştan aşağı inmesini, aksi takdirde otobüsü hareket ettirmeyeceğini söylemiş. Tartışma itiş kakışa dönmüş. Sonunda arkadaşı tutanlar baskın çıkmış, şoför çaresiz hareket etmiş.

Hikáyenin sonunu arkadaştan dinleyelim:

"Neyse Zeynep kamil ’e geldik, ben indim. Bir de elimi cebime attım ki itiş kakış sırasında bizim telefon gitmiş. Yapacak bir şey yok. Otobüsün arkasından baktım, Allah’ınızdan bulun dedim."

 

 

Soner YALÇIN ‘ından :

 

İran'a şeriat 'demokrasi' ve 'özgürlük' vaatleriyle geldi

AKP'nin Anayasa tasarısı hazırlıkları, Türkiye'nin bir saklı gündeminin doğmasına neden oldu: "Darbe mi? Şeriat mı?" İşte Türkiye'nin gizli gündemi bu soru. Herkes bunu tartışıyor. Ne rastlantı; yıllar önce, İslam devriminden önce benzer soru İran'ın da gündemindeydi. İranlı solcular, demokratlar, liberaller ve milliyetçiler bu soruyu tartışıyordu, darbeye karşı çıkıyorlardı. Gelin İran'ın İslam devrimi öncesi ve sonrası günlerine gidelim. Bir de, "mahalle baskısı" var mıymış görelim.

 

MERHABA. Benim adım Bahman Nirumand. İranlı bir gazeteci-yazarım.

Şah'ın devrilmesinde aktif rol oynayanlardanım.

Ve aynı zamanda mollaların, demokrasi ve özgürlük getireceğine inanan milyonlarca solcu, demokrat, liberal ve milliyetçi insandan biriyim.

Evet, Humeyni yeryüzünde cenneti vaat etti bize. Demokrasi gelecek, kimse fikirleri ve siyasal görüşleri yüzünden tutuklanmayacak, işkence yapılmayacak, kadınlara eşit haklar verilecek, giyim serbest olacaktı.

Şah'ı devirdikten sonra mollaların camiye geri döneceklerinden emindik. Devleti yönetecek durumda olduklarına inanmıyorduk.

Yanıldık. Kitaplardan ezberlediğimiz cümleleri, içi boş kavramları birbirimize söyleyip duruyorduk.

ÜZERİNDE DURMADIK

Her şey 14 Ocak 1979 tarihinde değişti. Şah, İran'ı terk etti. Ardından İran tarihinin en büyük yürüyüşü Tahran'da yapıldı. Sansür, yasak yoktu, istediğimiz gibi bağırıyorduk.

Fakat mitingde ilk dikkatimi çeken, kim liberal Musaddık ya da solcu şehitlerin resimlerini taşıyor ise mollalarca dövülüyordu.

Pek üzerinde durmadık bu olayın, "Hele bir kurtlarını döksünler, sonra sakinleşirler" diye düşündük.

Ertesi gün gazetede, bir hırsızın genç mollalar tarafından yakalanıp, adına "İslam Mahkemesi" denilen bir mahalli heyet tarafından 35 kamçı cezasına çaptırıldığı haberini okuduk.

Haberi ciddiye almadık; "Üç beş sapsızın işi" dedik.

Bu arada bira-şarap fabrikalarının yakılması, sinemaların tahrip edilip filmlerin sokaklara atılması gibi olayların üzerinde hiç durmadık. "Ufak tefek şeylerin" toplumun demokrasi ve ulusal bağımsızlık yolundaki çabaları etkilemesini istemiyorduk.

Biz bunları söylerken, mollalar tarafından, kadın ve erkeklerin yan yana yüzemeyecekleri; okullarda aynı sınıflarda olamayacakları; birlikte spor yapamayacakları gibi gerici kararlar ardı ardına alınmaya başlandı.

"Müslüman kadınların yanında orospuların yeri yoktur" denilerek kadınlara örtünme zorunluluğu getirildi. Özellikle üniversitelerde bu yüzden çatışmalar çıktı.

Bu çatışmalardan rahatsız olduk; kadın sorununun güncelleşip ön plana geçmesini istemiyorduk! "Asıl mücadele, emperyalizme ve kapitalizme karşı verilmelidir" diyorduk. Kadın sorunu bir yan çelişkiydi, ana çelişki sömürüydü. Kadının giyim sorunu, emperyalizme karşı verilen mücadeleyi baltalamamalıydı!

Peçesiz, başörtüsüz sokağa çıkan kadınlar artık açıkça, gözümüzün önünde dövülüyordu. Bazı kadınların yüzüne kezzap atılıyordu.

Biz ise hálá büyük laflar ediyorduk; bu tür olayları devrimin kaçınılmaz sancıları olarak görüp umursamıyorduk! "İttifak" "Eylem Birliği" gibi terimlerin peşinden koşup duruyorduk.

GEÇİŞ SANCILARI SANDIK

Humeyni, "Bütün sorunlarımızın sebebi, cemiyetimizdeki ahlaksızlıklardır. Bunların kökünü kazımalıyız" diyor; genç mollalar terör estiriyordu. Kitabevleri yağmalanıyor; gazete bayileri ateşe veriliyordu.

Şiraz'da "İslam Mahkemesi" eşcinsel ve fahişe olduğu gerekçesiyle dört kişiyi idam ediyordu. Benzer olay Tahran'da da gerçekleşiyor, üç fahişe ve üç eşcinsel kurşuna diziliyordu.

Sesleri ve görüntüleriyle erkekleri tahrik ettikleri için kadın spikerler televizyondan kovuluyor; uyuşturucu olarak görülen müzik yasaklanıyordu. Alkol içen, kırbaç cezasına çaptırılıyordu.

Şimdi düşünüyorum da, insan zamanla her türlü aşağılanmaya alışıyor galiba. Hiçbirini görmüyorduk; basmakalıp analizlerimizin doğru olduğuna o kadar inanıyorduk ki!..

Oysa toplum hızla dincileştiriliyordu. Alınan her kararda "Tamam bu sonuncusu" diyorduk. Ama arkası hep geliyordu.

Kızların evlenme yaşı 18'den 13'e düşürüldü. Parfüm, ruj, saç boyası, mücevher gibi kadın malzemelerinin yurda girişi yasaklandı. Kadın çamaşırı satan mağazaların vitrinlerine sutyen, kombinezon vs. koymasına bile izin yoktu.

Kamu dairelerinde kadın memurlara tesettüre girme emri çıkarıldı.

Aslında birçok aydın kadının üye olduğu kadın dernekleri vardı. Onlar kendi küçük çevrelerinde "hamilelik tatilinin uzatılması", "eşit işe eşit ücret" gibi talepleri tartışıyorlardı.

Biz aydınlar hep aynı düşüncedeydik: Demokrasi ve özgürlüğe geçiş sancılarıydı bu tür vakalar! Abartmaya gerek yoktu.

Hepimiz "ana çelişki" üzerinde duruyorduk; öncelikle dışa bağımlılık ve ekonomik krizden kurtulmalıydık.

REFERANDUM OYUNU

Üç ay önce Humeyni, Paris'te komünistler de dahil olmak üzere her görüşün rahatça örgütleneceği bir demokrasiden, özgürlükten bahsederken, şimdi tüm solcu, milliyetçi ve liberalleri İslam düşmanı ilan etmişti.

Bu sözler üzerine ilk protestomuzu yaptık. Mitingimize bir milyonu aşkın insan geldi.

Mollaların en iyi siyasi stratejileriydi; işlerine gelmediği zaman hemen gündemi değiştiriyorlardı.

Referandum meselesini gündeme getirdiler. Halka soracaklardı: "İslam Cumhuriyeti'ni istiyor musunuz, istemiyor musunuz?"

Kuşkusuz bu bir oyundu; halkın yüzde 65'inin okuryazar olmadığı bir ülkede kim ne anlardı cumhuriyetten?

Yapılan propaganda belliydi; dediler ki: "İslam'a evet mi, hayır mı diyorsunuz?"

Biz bu oyunu biliyorduk ama şöyle düşünüyorduk: "Önemli olan cumhuriyettir; serbest seçimlerdir; demokratik haklardır; özgürlüklerdir. İslam Cumhuriyeti bunu sağlayacaksa neden karşı çıkalım?"

Ancak bazı küçük kesimler bu oyuna gelmemek için referandumu boykot ettiler.

Sonuçta, "evet" diyen 20 milyon, "hayır" diyen ise sadece 140 bindi.

Mollalar bu referandum sonucunu çok iyi kullandılar. Güya tüm ülke yaptıklarını onaylıyordu. Artık televizyondan sonra basın da ellerine geçmişti. Sanki tüm muhaliflerin sayısı 140 bin kişi gibi gösterdiler. Halbuki 20 milyon içinde bizim oyumuz da vardı. Ama artık bizim sesimizin çıkmasına izin verilmiyordu.

HALKI ANLAYAMADIK

Mollalar güçlendikçe saldırganlaştılar.

Örneğin, tirajı bir milyon olan liberal "Ayendegan" Gazetesi'ni kapattırdılar. Sıra sonra "Keyhan" Gazetesi'ne geldi; muhalif yazarların işten çıkarılmasını sağladılar.

Tüm bu olanları protesto etmek için mitingler düzenlemeye başladık. Ama iş işten geçmişti artık; insanlar yılmıştı, korkuyordu.

Özgürlük, demokrasi ve bağımsızlık için ayaklanan halkın, bu kadar kısa sürede değişeceğini düşünememiştik.

Sanmıştık ki, mollaların gerici yasalarına/kurallarına halk karşı çıkacak. Halbuki tersi oldu; mollalar yasak, sansür getirdikçe arkalarından gidenlerin sayısı arttı.

Örtünmek moda oldu!

Tüm bunlara "gelip geçici bir fırtına" diye bakmak ne büyük yanılgıydı.

Komünistlerden, solculardan, demokratlardan, milliyetçilerden sonra liberal İslamcılar da zamanla mollaların hedefi oldu.

Şah döneminden daha çok insan cezaevlerine konuldu; idam edildi.

Milyonlarca insan canını kurtarmak için yurtdışına kaçtı.

Kaçanlardan biri de bendim.

Umarım bizim hatalarımızdan birileri ders çıkarır.

(Not: Bu metin, Bahman Nirumand'ın "İran" kitabından derlenmiştir.)

Türkiye'nin İran benzerliği çok şaşırtıcı

 

ÖNCE bir tespit yapalım:

Diyorlar ki, "Türkiye, İran'a benzemez!"

Yanılıyorlar.

Bu nedenle gelin önce kısa bir tarih yolculuğu yapalım:

19. yüzyılda İngiltere'nin Osmanlı Devleti gibi İran üzerinde de nüfuzu vardı.

İki ülke de tarım ülkesiydi.

20. yüzyıl başında, -İran 1906; Osmanlı 1908- askerlerin bastırmasıyla iki ülkede de meşrutiyet ilan edildi.

Her iki ülke 1920'lerde yeni liderleriyle yönetildi:

İran'da subay Rıza Han (Pehlevi), "ormancılar ayaklanmasını" bastırıp yönetimi devirerek kendini "Şah" ilan etti.

Türkiye'nin lideri ise iç ve dış düşmanları yenen Mustafa Kemal Atatürk'tü.

Her iki lider de ülkelerinin tarihlerinde görülmedik boyutlarda, modernleşme ve reform politikalarını uygulamaya koydu. Ülkelerini eğitim sisteminden hukuk sistemine kadar laikleştirmeye çalıştılar. Kılıf kıyafet devrimi yaptılar.

Bu reformlara her iki ülkede de karşı çıkan pek olmadı; sayıları az olmakla birlikte muhalif olanlar da çok ağır cezalara çaptırıldı.

İran 1940'ta, Türkiye 1946 yılında parlamenter demokrasiye geçti.

İran'da 1951'de, Türkiye'de 1960'ta "milliyetçi/ulusalcı solcu" askerler darbe yaptı.

İran'da başta petrol olmak üzere millileştirmeler yaşanırken, Türkiye de dışa açıldı, yabancı sermayeyi kabul etti.

CIA, İran'daki darbeci Musaddık'ı yıktı. Yerine tekrar Şah Rıza Pehlevi'yi getirdi. Şah bütün partileri kapattı, liderlerini hapsetti.

Türkiye, 1961'de demokrasiye döndü, seçimler yapıldı.

1960'lı yıllar, her iki ülkede de sol, milliyetçi ve İslamcı hareketin ivme kazandığı dönem oldu.

Aynı dönemde her iki ülkenin siyasi ve iktisadi olarak dışa bağımlılığı arttı. ABD "abi" rolündeydi. Düşman ise komünizmdi.

Her iki ülke de solcularını ezmek, yok etmek için her yola başvurdu. Devlet güçleri, sola karşı diğer güçlerle ittifak yaptı.

Sol muhalefetin ezildiği dönemde İslamcı hareketler güçlendi.

YEŞİL KUŞAK PROJESİ

Burada meseleye daha geniş açıdan bakıp, 1970'li yılların son dönemini bir hatırlayalım.

Sovyetler Birliği, Afganistan'a girmişti.

ABD'nin kontrolündeki Şah, İran'ı terk etmişti. Türkiye'de büyük bir sol dalga vardı.

Soğuk Savaş döneminde siz ABD'nin yerinde olsanız ne yaparsınız?

İran'da Sovyetler Birliği yanlısı solculara karşı mollaları desteklediler.

Türkiye'de 12 Eylül 1980 askeri darbesini yaptırıp, İslamcıları kuvvetlendirerek solu ezdirdiler.

ABD, Şah'tan umudunu kesince mollaları destekledi. İran'da mollaları yok etmek isteyen askerlerin elini kolunu bağladı.

Şah Rıza Pehlevi, ölmeden birkaç hafta önce, "Amerika ve İngiltere yerine muhalefeti yok etmek isteyen askerleri dinleseydim, ülkeyi terk etmek zorunda kalmazdım" diye açıklama yaptı.

ABD, Sovyetler Birliği'ni İslam ülkeleriyle kuşatıp içindeki İslamcı halkları ayaklandırarak yıkacağını hesaplıyordu.

Bu nedenle İranlı subaylara hep engel oldu.

Örneğin: Şah gittikten sonra, ülkenin başında kalan sosyal demokrat Başbakan Bahtiyar "İslam Cumhuriyeti'ne izin vermeyeceğim" diyordu.

Genelkurmay Başkanı Karabagi, Bahtiyar'ı destekliyordu.

Bahtiyar, ABD ve İngiltere'ye danıştı. Tabii ki destek alamadı.

Mollalar şanslıydı; dünya siyasal konjonktürü onların lehineydi.

Sonunda Humeyni, Tahran'a geldi. Yerleştiği "Refah Okulu"nda, liberal-İslamcı Mehdi Bazargan'ı Başbakan ilan ettiğini açıkladı. ABD ve Avrupa bu "ılımlı İslamcı" atamadan mutlu oldu.

Ancak mollalar güçlendikçe iktidara yerleşti.

Son hedefleri, halkın oylarıyla Cumhurbaşkanı olan liberal Müslüman Beni Sadr idi.

Askerler bu kez Beni Sadr'ın imdadına yetiştiler; darbe yapabileceklerini söylediler. Sadr darbe istemedi ve yurtdışına kaçmak zorunda kaldı.

Mollalar iktidara yerleşti. "Ilımlı İslam" istemiyorlardı!

DESTEK ESNAFTAN

İran tarihine bakıldığında, mollaların devlete karşı ayaklandığı görülmemişti. Sadece 1963'te Şah, mali kaynaklarını yok ettiği için ilk protesto eylemini gerçekleştirmişlerdi. Bu nedenle Humeyni, Türkiye'ye sürgüne gönderilmişti.

Durum aslında bizim Nakşibendiler'e benziyor, onlar da hep devletin yanında olmuşlardı. Neyse...

Türkiye'deki İslami hareketler ile İran'daki mollaları destekleyen güçler arasında benzerlikler var mıydı?

Yapısal farklılıklar olsa da taban aynıydı:

Mollaların ülke içinde en büyük destekçisi, iç ticaretin üçte ikisini, ihracatın üçte birini elinde tutan ve geleneksel değerlerin savunucusu Bazar esnafıydı.

Mollalar ayrıca liberal-burjuva çevrelerinden de destek gördü. Bunun sebebi, özerklik için harekete geçen Azeri, Kürt, Beluciler gibi etnik unsurların başlarının hemen ezilmesi talebiydi.

Ve tabii, din adamlarının siyasal örgütlenme gücünün en büyük dayanağı ise, cami komiteleriyle girdikleri yoksul mahallelerdi. Camiler cihat birliklerinin hücre evleriydi. Kısa bir süre öncesinin solcu varoş mahallelerinin yoksulları akın akın mollaların arkasından yürüyordu artık.

Şimdi tekrar başa dönüp soralım: Türkiye, İran'a benziyor mu?

 

Efendim bu yazıları neden yayınladım. Dün NTV de Can Dündar ‘ın programını izlerken bu yazıları düşündüm ve mutlaka çok insanın okuması gerektiğine karar verdim. İyi etmişmiyim? Bilmiyorum siz karar verin......

Gönderi tarihi:
  • Yazar

Yazarlar ne dedi?

 

 

 

?Mahalle baskısı hafif hafif hissediliyor?

 

 

Prof. Sabri Sayarı-Sabancı Üniversitesi

 

Şerif Mardin mahalle baskısı kavramını açıklarken tarihsel bir perspektiften baktı. İttihat ve Terakki?yi referans gösterdi. Bu açıdan tarihi bir konu. Bilimsel olmayan bir gözlemle bu baskının hafif hafif hissedildiğini söyleyebilirim.

AKP tabanından da güç alarak Türkiye?yi İslamileştirme çabasına girer mi? Çetin ceviz bir konu yine bu. Bu soruya kesin bir cevap verilemez. Baskılar gelebilir ama yine AKP?nin içinde de seküler ve merkezi kanattan olan, bu konuya duyarlı kadrolar var. Ülkenin İslamileşmesi 3-5 yıl içinde olamaz. Ama daha ileriki yıllarda olabilir mi? İhtimal dahilindedir.

Türkiye?nin İran gibi olması çok zor. İran?ın yapısı ile Türkiye?ninki çok farklı. Ilımlı İslami bir ülke olarak anılan Malezya?ya baktığımızda ise okullarda türban hareketlerini gözlemliyoruz. Evet, Türkiye?de ılımlı İslam?ı simgeleyen birtakım gelişmeler gözlemleniyor. Cumhurbaşkanı Gül?ün eşinin türbanlı olması gibi. Ancak Türkiye ile Malezya arasında da toplum farkı var. Unutulmamalı ki, Türkiye?de güçlü seküler gruplar mevcut. Ayrıca ülke nüfusunun yüzde 20?sini oluşturan Alevileri de düşünürsek, Türkiye?de siyasi İslam?a yönelmenin o kadar da kolay olmayacağını söyleyebiliriz.

 

 

?Mahalle değil kamuoyu baskısı?

 

Prof. Ömer Çaha-Fatih Üniversitesi

 

Şerif Mardin hepimizin üstadı ancak mahalle baskısı kavramını modern toplumu anlamakta geçerli görmüyorum. Modern toplumda ulusal ve uluslararası baskı mekanizmaları vardır. Demokratik rejimlerde en büyük iç baskı kamuoyundan gelir. Yani mahalle baskısı yerine kamuoyu baskısı daha doğru bir kavram olacaktır. Kamuoyu örneğin başörtüsünü birinci sorun olarak görmüyordu, demokratikleşmeyi, geçim sıkıntısını, daha iyi şartlarda yaşamayı daha fazla ön plana çıkartıyordu. AKP bu resmi iyi gördü, değerlendirdi ve yapılanmaya gitti. SP bu resmi okuyamadığı için radikal kaldı. AKP?nin üzerinde mahallenin değil, kamuoyunun baskısı var. Türkiye?de medyanın AKP üzerindeki etkisi tabanından çok daha fazla. Zina yasasında bunu çok iyi anladık. Modern sivil toplum aktörlerinin ve özellikle medyanın baskısıyla AKP bu düzenlemeyi yapmaktan vazgeçti. Türkiye?de dinsel maslahat devlet maslahatının hep gerisinde kalmıştır. Türk toplumunda modernleşmeye yönelik beklenti ve talep var. Dindar kesim içinde bir araştırma yaptığınızda çok ezici bir çoğunluğun şeriat modeli istemediğini, mevcut sistemden memnun olduğunu görürsünüz. Muhafazakar kesimler bile kendini daha iyi ifade edebildiği Türkiye modelini tercih ediyor. Türkiye, kamu kurumlarında ve sivil yaşamda seküler değerleri içselleştirmiş, özümsemiştir. Dolayısıyla şeriat da ılımlı İslam modeli de imkansızdır.

 

 

?Merkez sol güçlenip AKP?yi yönlendirmeli?

 

Prof. Fuat Keyman-Koç Üniversitesi

 

Mahalle baskısının varlığına inanıyorum. Ancak Anadolu?daki araştırmaların gösterdiği gibi çoğulcu bir yapı söz konusu. Geleneksel değerlerin çok güçlü olduğu kentler de var, hızla demokratikleşenler de. Yani tek bir mahalle yok. Burada önemli olan mahalle baskısını düzenleyecek, demokratik normlar temelinde biçimlendirecek merkezin oluşması. Bu konuda Türkiye?de sorun var. Merkezin bir tarafı sol ve boşaltılmış durumda. Merkezin sağında ise AKP oturuyor.

Şerif Mardin?in Malezya örneğinde belirttiği gibi Türkiye, dinsel değerlerini önemseyerek ancak laiklik ve demokratik değerlerini geliştirerek ilerleyebilir ya da dinsel değerlerin özgürlükleri kısıtladığı bir yapıya doğru gidebilir. Burada, Türkiye?nin nereye gideceğinde AKP?nin Türkiye?yi yönetmesi kadar merkez sol güçlerin ve muhalefetin söylemi de önemli. AKP?ye muhalefetin demokratikleşme ve özgürlükler temelinde yapılması gerekiyor. AKP?nin şeriat bağlamında toplumu İslamlaştıracağına inanmıyorum ancak günlük ve siyasal yaşamda dini değerlerin güçlenmesi söz konusu olabilir. Türkiye bence İran ya da Malezya olmaz. Ancak bu, insanımızı tembelliğe götürmemeli, merkez solun kendini güçlendirmesi ve AKP?yi bu yolda itelemesi gerekmektedir.

 

Şerif Hoca?nın ?mahalle baskısı? saptaması önemlidir ancak ben bu saptamanın her şey için geçerli olduğunu düşünüyorum. Yani sadece türbana ilişkin değil. Resmi bayramlarda bayrak asmamak da özellikle bireyselliğin gelişmediği ve cemaatleşme sürecinin yaşandığı, hemşerilik ilişkilerinin yoğun olduğu birimlerde mahalle baskısı yaratır.

 

 

?Ne İran, ne de Malezya oluruz?

 

Prof. Eser Karakaş-Bahçeşehir Ünv.

 

Yani Türkiye?de mahalle baskısı her alanda yaygın olan bir baskıdır ve bireyselleşme güçlendikçe bu baskının azaldığı bilinen bir gerçek.

Türkiye her şeye rağmen çok kozmopolit bir ülkedir ve bu da ülke için bir şanstır. AKP iktidarının muhafazakâr baskıyı yükselteceğine inanmıyorum. Türkiye?nin bir İran ya da Malezya olma sürecine gireceği gibi bir endişe de taşımıyorum çünkü AKP?nin de böyle bir eğilim içine düşeceğini zannetmiyorum.

AKP, dört yıldır iktidarda ve Türkiye dünyaya dört yıl öncesine göre daha yakın. Türkiye?de faşizm, askeri darbe, şeriat gibi kavramların pratiğe dönüşümü Türkiye?nin dünyadan uzaklaştıkça yakınlaşacağı sistemler ki aklımdan bile geçmiyor.

Gönderi tarihi:

Gelişmemiş ve gelişmekte olan ülkelerde mahalle baskısı vardır özellikle varoşlarında... bu baskı çoğu zaman psikolojiktir kimi zaman fiziksel bile olabilir... Mahalle baskısına maruz kalmamış bir varoş yoktur... Ve Türkiye'nin kozmopolit şehirleri bile varoşlaşırken bu yoz kültürün ne kadar yaygınlaştığını görmemek imkansız... Birbirinden etkilenen ve birbirine benzeyen insanlarız biz... Sivrilmişi ve marjinali sevmezler... Değişim gelişim demektir ama değişim buralarda başka isimlerle anılır... Kısaca Türkiye'de mahalle baskısı vardır bunu herkes yaşamaktadır...

Gönderi tarihi:
  • Yazar

Nihat Genç: Türkiye’de mahalle baskısı değil, ideolojik baskı var! Fethullah Gülen yapılanması ciddi baskı oluşturuyor… Söyleşi- Yusuf Yavuz

 

 

 

Nihat Genç kimilerine göre Türkiye’nin tek gerçek muhalifi. Serdar Turgut onu Akşam’a transfer ettiği dönemde bu cümlelerle duyurmuştu okurlarına. Sonraları Genç’in bu muhalif tavrıyla kendisi de karşı karşıya kalmıştı. Bir grup entellektüele göreyse Nihat Genç tahammül edilemez ölçüde saldırgan bir üsluba sahip. Son üç yıldır Türkiye’nin siyasi ve sosyolojik yapısı hakkındaki çarpıcı tahlilleriyle sıklıkla tartışılan yazar Nihat Genç, televizyon ekranlarından ulaştığı milyonların gözünde adeta bir edebiyat starı. Onu Leman’da tanıyıp seven binlerce genç okur içinse hala yazılarını bekledikleri ‘Nihat abi’, nam-ı diğer yerli Dostoyevski... Yolda önünü kesen öğrenciler, kadınlar, işçiler; her sınıftan insanla kurduğu samimi iletişim, onun geniş kitleler tarafından bu denli sevilmesinin tesadüf olmadığını gösteriyor. Nihat Genç’le uzun bir aradan sonra seçim sonuçlarını ve gündemin son tartışmalarını değerlendirdik. “Fethullah Gülen Hocanın teşkilatlanma şeklini, cemaatleşme biçimini ciddi bir endişe olarak görüyorum.” diyen Nihat Genç, mahalle baskısı kavramının yerine asıl bu noktaya dikkat çekiyor ve ekliyor: “Türkiye’de cemaatlerin oluşturduğu ideolojik baskı var!” Anayasa tartışmaları ve toplumdaki laik- şeriat kamplaşmasının yarattığı gerginliğin azaltılması için Tayyip Erdoğan’ın bu çoğunluğu iyi okuması gerektiğinin altını çizen Genç’e göre Türkiye bu tartışmaları daha uzun süre yaşayacak. İşte Nihat Genç’in gözünden farklı bir Türkiye fotoğrafı...

 

 

Öncelikle 22 Temmuz seçimlerinin sonuçları ve yarattığı şaşkınlıkla başlayalım isterseniz. Bu konuda bir “kabullenmeme” eğilimi gözleniyor. Siz nasıl değerlendiriyorsunuz bu sonucu?

 

 

-Yüzde 47’lik bir sonuçla AKP yeniden iktidara geldi. Bu sonucu çok iyi gözlemlememiz gerekiyor. ben Türkiye halkına güveniyorum. Daha önceki seçimlerin sonuçlarına nasıl tahammül edip iyi niyetle bakmışsak, bu sonuca da iyi niyetle bakmamız gerekiyor. Türkiye halkının % 47’sinin kötü niyetli olacağına, kötü düşünceler taşıyacağına asla inanmıyorum. Çünkü bu zaten çoğunluktur. Çoğunluk da senin benim gibi kültür okumuştur, tarih okumuştur; bir şeyler hissedip sezmiştir. Bu % 47’yle iyi konuşmanın, iyi anlaşmanın yollarını aramak ve ülkeyi bir arada; şiddetten uzak tutmak için birbirimizin fikir ve düşüncelerini çok iyi çözümlememiz gerekiyor. Benim bu sonuçtan anladığım budur.

 

 

 

 

ERDOĞAN’IN ÇOĞUNLUĞU İYİ OKUMASI GEREK

 

 

Seçim sonuçlarını farklı okuyan, farklı yorumlayan ve siyaseten iktidara angaje olmuş bir kesim de var Türkiye’de. Sizin daha bütünleştirici ve bir aradalığı vurgulayan bakışınızla nasıl görünüyor bu tablo?

 

 

-Çoğunluk kötü olamaz bana göre. Çoğunluk kötü niyetli olamaz. Eğer böyle bir şey olursa, bunu düşünmek bile ülkede büyük bir iç savaşın kapısını aralamak anlamına gelir. Ya da çok marjinalsiniz ve ülkedeki çoğunluğun düşüncelerini ve siyasi eğilimlerini bilmiyorsunuz demektir. Bu da seni büyük iç çatışmalara ve trajedilere hazırlar. Aydınlara düşen görev, çoğunluğun yani demokratik kurallarla ve iktidara gelen çoğunluğun arka planını hem iyi anlamak hem de onlarla makul çerçevede uzlaşmanın yollarını aramaktır. Kişisel olarak bu çoğunluğun Tayyip Erdoğan Bey’den üniter devlet yapımıza sahip çıkmasını, ülkemizin soyulmasına karşı çıkmasını ve daha iyi bir ülke özleminin sahibi olunmasını beklediğini düşünüyorum. Çoğunluk bunu söylüyor. Çoğunluk ülkeyi satalım, Amerikalılar gelsin, azınlıkların, AB’nin dediği olsun düşüncesinde değil. AKP’nin ve Tayyip Erdoğan’ın da bu çoğunluğu iyi okuması lazım. Çünkü bu çoğunluğu arakasına alan insanların siyasi liderlikleri sınanacaktır. Şöyle sınanacak; bu insanlar gerçekten büyük lider olmak istiyorlarsa Türkiye’nin geneline iyiliksever ve adil davranmak zorundalar. Yoksa sen %47 oy alıyorsun ve gidiyorsun % 2 oy almış marjinal bir parti gibi davranıyorsun. Diyelim ki 301 kaldırılsın, Avrupa ne diyorsa o olsun gibi bir tavır alıyorsun. O zaman % 47’lik bir oy almışsın ama bunu yönetecek bir lider değilsin. Marjinal bir lidersin. Yani İslamcı ideolojilerden kalma hastalıkların var demektir. Ben İslamcıların muhafazakarlığa doğru evrildiğini düşünüyorum. Ve eski ideolojik beklentilerinden uzaklaştıklarını, Türkiye’nin geneline sahip çıkacaklarını düşünüyorum. Ancak, bu tartışmalar sürecinde herkes gibi ben de endişeler taşıyorum. Zaten siyasetin bizzat kendisi endişedir.

 

 

Tam bu noktada son bir haftadır yaşanan tartışmalara gelmek istiyorum. Türkiye’de Körfez ülkeleri; Dubai- Bahreyn fonlu görüntülerin yaşanmaya başladığı endişeleri hakim. Örneğin Çetinkaya mağazalarının Adana’daki şubelerinden birine Arapça tabela asması, petrol zengini Arap ülkelerindeki gibi bir sosyalleşmenin başlaması ve bunun toplumun geneline hakim kılınma endişesi ya da toplumun bir kesimi tarafından böyle algılanan bir sürecin ortaya çıkması... Bu yapının özellikle seçim zaferi sonrasında biraz daha koyulaşmasına ne diyeceksiniz?

 

 

-Ben Arap ülkeleriyle kurulan ilişkilerin; özellikle körfez ülkeleriyle olanları iki türlü değerlendiriyorum. Bir tanesi şu; çok tuhaf bir gelişme yaşandı; Ahmedinejad gibi Suudların baş düşmanı sayılabilecek olan bir lider gidip Suudlarla anlaşmalar, görüşmeler yaptı. Sanki dipte Amerika’ya karşı bir kırılma var. Ya da karşı bir cephe oluşuyor izlenimi edindim. Dubai ya da Suud sermayesinin Türkiye’nin çok kritik zamanlarında yani ekonomik krizler, borsanın çökmesi gibi zamanlarda sanki Türkiye’yi finanse edeceğine dair izlenimler ediniyorum. Kemal Unakıtan’ın bir açıklamasında aynen şunu dedi: “ eskiden anayasa kitapçığı fırlatılınca ekonomi krize girerdi, şimdi ansiklopedi de atsan bir şey olmaz...” Yani sanki bunlar Suudi sermayesiyle anlaşmışlar ve oradan gerektiği zaman para alabilirler gibi bir intiba oluştu bende. Ancak hem Suudlar hem de körfez ülkeleri medeniyet bilmez. Kültür hiç bilmez. Bunlar benzin istasyonu gibi çok zengin ancak estetikten, sanattan bihaber insanlardır. Bu insanların küreselleşmenin açtığı kapılarla ülkemize gelip yatırımlar yapması karşısında milli endişelerimiz var. Amerika nasıl limanlarının Arap sermayesinin eline geçmesine izin vermedi, milli güvenlik endişesiyle karşı çıktı. Bu sorunlar kongreye getirildi ve limanlar satılamadı. Bizde de benzer endişeler var. Ancak bizdeki endişelerin şu yanına katılıyorum; bu körfez ülkelerinden gelen sermaye estetik dışı, biraz da kentlerimizi, kültürümüzü mahveden çirkinleştiren bir içerik taşıyor. Hantal bir yapı kazandırıyor. Ancak biz hinterlandımıza ekonomik olarak, turizm olarak ve kültür olarak açılmalıyız. Bu konuda bu adamlar koyu İslamcıdır, bunlar çok kadınla evlenir gibi takıntıları aşmalıyız. Çünkü ben Türkiye’de AKP’ye oy veren %47’nin, CHP’ye ve diğer partilere oy verenlerin çok geniş olduklarını, bir imparatorluğun çocukları olduklarını, yüz yıldır bu cumhuriyeti koruduklarını ve bunların böyle çok basit siyasi ve diplomatik ilişkilerden rahatsız olmayacaklarına inanıyorum. Şüphesiz körfezden gelen yatırımların Türkiye’de küreselleşmenin getirdiği olanaklarla yatırım, teşvik, istihdam, vergi, arazi alıp satma gibi ekonomik ilişkilerinde hukuki çerçevede çalışmasına dikkat etmeliyiz. Ancak bazı çevrelerin Suudlardan ve Arap ülkelerinden ne gelirse karşı çıkan tavrında değilim ben.

 

 

Bu konuda Türkiye’de özellikle de aydınlar arasında bir önyargı olduğunu söyleyebilir miyiz?

 

 

- Peşin fikirlilik var kesinlikle. Ben Ortadoğu’da bir çok ülkenin bizim ağzımızın içine baktığını düşünüyorum; Mısır’ın, Suriye’nin... Bunun bize tabii olacak boyutta olduğunu söylemiyorum ama bize kapılarını çok kolay açıyorlar. Bizimle ticari, kültürel ilişkilere giriyorlar. Çok karışıyorlar.

 

 

Uzun zamandır çok da bakılmayan bir coğrafya oysa değil mi?

 

 

-Tabii. Soğuk savaş döneminde farklı kutuplarda yer alıyorduk bu ülkelerle. Ancak şimdi Allah önümüze bir şans koydu. Bu şansı, bir zamanlar ailemiz olan bu coğrafyayla ticari olarak kapılarımızı açarak kullanacağız. Eğer pazarlarınız açılırsa insanlarınız da birbirine açılır. Aileleriniz açılır. Çünkü tüm bölgede; Balkanlar, Kafkasya ve Ortadoğu’da en güçlü sosyal dinamiklerin, coşkunun ve heyecanın Türkiye’de olduğunu düşünüyorum.

 

 

Tahran pazarlarında Blue jean’e ilk kez Türkiye’den girdiği için “Şalvar-i Türki” dendiğini duymuştum...

 

 

-Evet. Çikolatasından bilmem neyine kadar böyle. Fakat bunun daha ötesinde bir şey var. Bize karşı bir özenti var. Bizim kadınlarımızın hem başları açık rahat gezebilmeleri hem de kadir gecelerinde, ramazanlarda oruçlarını tutmalarına, ibadetlerini yapmalarına büyük bir özenti var. Şimdi Osmanlı bize dinle çok saygıdeğer bir ilişkiyi miras olarak bıraktı. Bunu Alevilerin, Bektaşilerin hoşgörüsünde görebiliyoruz. Biz biraz rahat insanlarız. Din ile mesafemizi çok güzel kurduk. Şüphesiz Türkiye’deki İslami hareket, İslamcı ideoloji Ortadoğu’dan, üçüncü dünyadan ve Cezayir’deki iç savaştan, Hizbullah gibi çok sert, kafa kesen, domuz bağıyla insan katleden görüntülerle; El Kaide gibi terör örgütleriyle bizi korkuttu. Ama toplum olarak bütün bunlarla baş ettik. Şimdi buna da sevinmemiz gerekiyor. Türkiye’de çok radikal bir İslam tutunamadı. Aksine radikal İslam’ın içinde olan insanlar bu gün müteşebbis işadamları olmaya başladılar. Bunların çocuklarının ne olacağına iyi dikkat edelim. Yani soğuk savaşın öncesinde ve hemen sonrasında oluşan ideolojilerde insanlar Erbakancı, PKK’cı, Türkeş’çi olmuş. Ya da El Kaide’li olmuş. Ama bütün bu insanların yumuşamalarına müsaade et. Sosyalleşmelerine izin ver. Bir kuşak bekle. Şimdiden sert biçimde karşısına geçersen onlarla anlaşamazsın. Bu anlaşamamazlığın cezasını Mısır çekiyor. Mısır, tepede Hüsnü Mübarek’in Hizb-ul Vatani partisiyle çok sert laik bir kavga veriyor. Aşağıda da bütün halk, onlarla hiç konuşmayan, küsmüş ve seçimlere bile sokulmayan Müslüman Kardeşler var. Oysa biz daha ileri bir noktadayız. Bizde seçimle gelen Müslümanlar iktidarda. Üstelik Cumhurbaşkanı. Bunları bir şans olarak görüyorum. Bizim hastalıklı olacağımız noktalar var. Benim hastalık noktam, bağımsızlığımız ve cumhuriyetimizdir. Ve cumhuriyetimizin temel değerleridir. Bu da örneğin kadınlarımızın özgürlüğünün olmasıdır. Bunun kavgasını veriyoruz yıllardır. Ama laik- şeriat kavgasını bizim bitirmemiz mümkün değildir. Yani bu kavga Batıda 17 yüzyıl boyunca sürdü. Bakın yüz yıl, üç yüz yıl demiyorum; İznik konsülünden Fransız ihtilaline kadar tam 17 yüzyıl! Şimdi insanlar inançlarıyla siyaseti karıştırıyorlar. Kaç yüzyıl karıştırmış? 17 yüzyıl karıştırmış. Bizde de bu kavga 2-3 yüzyıl daha sürecek. Peki sürerken ne yapmalıyız? Düşman olmadan bunu tartışabilmeliyiz. İç çatışma çıkarmadan. Örneğin Alevi cemaatinin hızla aileleştiği ortada. Kürtler binlerce yıldır bizimle aile oluyor. Artık ben Kürt’üm, sen Kürt’sün; hepimiz Kürt’üz. Bu nedenle zamanın genişliğine yayılabilecek bir sabrın varsa çok sağlam bir karakterin var demektir. Kültürün karakteri budur.

 

 

Bu söyledikleriniz çok iyimser bir bakış açısıyla söylenmiş şeyler gibi. Bütün bunlar çok önemli kuşkusuz ancak sormak istediğim başka bir şey var; bütün bu gelişmelerin kendi iç dinamikleriyle ve doğal seyrinde olmayacağına dair işaretler de var. Örneğin sayın Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı seçilmesinin ardından Çankaya Köşkünün medya aracılığıyla halka açılmasına dair girişim. Yüz tane gazeteci Çankaya’da ağırlandı ve halka gösterilen sadece Özal’ın bayıldığı koşu bandı, Evren’in çalışma masası ve Gül’ün yatak odası... Önceden halktan gizlenen, kapalı kapılar ardında bir şeyler olduğu imajı oluşturuldu. Derin bir ideolojik zıtlaşma sezdi topluk bunda. Hemen ardından da Hayrünnisa Gül’ün Huber Köşkü’nü şöyle dekore, Pembe Köşkü böyle restore edeceğine dair detaylar. Tıpkı türbanına hangi modacının yön verip çağdaşlaştıracağına dair detaylar gibi... Bu anlamda medyanın iktidarda bulunan siyasi yapıyla kurduğu ilişki sizin söylediğiniz doğal seyrin dışında gelişmiyor mu? Kısacası iktidar olmanın gerektirdiği sinir savaşına hakim olmayı, bunu yönetmeyi bir yana bırakın bu beklenmedik gücü dejenere edecek bir görüntü vermiyor mu; dahası moda tabirle biraz televoleleşmiyor mu siyasi iktidar?

 

 

-Bence bu süreç daha çok sürecek. Başörtüsünden, İslamcı tereddütlere kadar yüzlerce yıl sürecek. Mesela seninle yıllardır çok iyi arkadaşız. Ben senden çok eminim. Ama bu eminliğim yüzde doksan dokuz. Yüzde bir kuşku hep olacaktır. Eğer toplumlar birbirleri hakkındaki bu hata paylarını yüzde ikiye yüzde üçe kadar indirebilirlerse çok başarılı sayılabilirler. Ancak şimdi senin çok doğru bir işaretin var ve bu endişeleri yüzde otuz yüzde kırk ben de paylaşıyorum. Bu süreçte bize yardımcı olacak olan siyasi iktidardır. Cumhurbaşkanı ve başbakan Erdoğan bizi ikna etmek zorundadır. İkna edecek yollar da vardır. Mesela bizim toplum olarak anti-emperyalist hassasiyetlerimiz vardır. Niçin vardır? PKK’yi gidip silahlandırıyorlar. Bunu Genelkurmay başkanı da söylüyor. O halde siyasi iktidar ABD’ye karşı bir duruş sergileyecek.

 

 

 

HEPİMİZ ZAMAN ZAMAN PSİKOPATLAŞIYORUZ!

 

 

 

Nasıl bir duruş bu?

 

 

 

-Eğer siyasi iktidar, önce Orgeneral Büyükanıt’ın ve şimdilerde İlker Başbuğ’un ağzından çıkan tehditvari konuşmalarla paralel bir bakış ve duruş sergilerse benim çok da sorunum yok demektir. Ancak geçtiğimiz otuz yıl çok hengameli ve arbede içinde gırtlak gırtlağa bir süreç yaşadık. Bunun içinde Madımak’ta var, televizyonlardaki laik-şeriat kavgaları da var. Bu hepimizi rahatsız ediyor. Aslında hepimiz zaman zaman psikopatlaşıyoruz. Zaman zaman kıllanıyoruz. Arada paranoyaklaşıyoruz ve her türlü soruyu soruyoruz. Her soruyu da soracağız, çok doğru. Benim bu konudaki teklifim şudur: biz her soruyu soralım, sormamız çok sağlıklıdır. Çünkü Suriye soramıyor, İran her soruyu soramıyor. Bir biz soruyoruz. Mesela bir Alevi yurttaş her soruyu sorabiliyor bu gün. “benim inançlarım diyanette neden temsil edilmiyor?” diyebiliyor. Ama bunu yaparken çok büyük bir iş yapıyor; bu soruyu sorarken kalkıp meclisi taşlamıyor, kimsenin gırtlağını sıkmıyor, adam da öldürmüyor. Bunu siyasi olgunlukla, fikirle dile getiriyor. Siyasi olgunluk her şeydir. Eğer sen muarızlarına yani %47’ye bu siyasi olgunlukla cevap verirsen onlar da sana anayasayı düzenlerken “senin kızının başı neden açık kardeşim?” diye sert davranamaz. Bir ortalama tutturabiliriz. Toplumlar bulmaca gibi değildir. Yani çözdük bitti diyemeyiz.

 

 

Ancak ben şunu görüyorum; kemalistlerle AKP’lilerin anlaşamamalarına bir neden de medyadır. Reyting kaygısındaki bu televizyonlar, cebelleşmeyi çok seviyor.

 

 

 

Aslında Türkiye’deki siyasi denklemin tam da bu yapının üzerine kurulduğunu söyleyebilir miyiz?

 

 

 

-Yusuf en güzel noktayı sen dile getirdin. Medyanın ideolojisi, karşıtlıklar üzerinden bir dramatize yaratmak, Hacivat- Karagöz gibi kavga ettirmek. Sizin gruptaki en sertle bizim gruptaki en sert anlaşıyor. Şimdi sabahtan beri yaptığımız söyleşimizin özüne gelelim. Ben de diyorum ki, sizin gruptaki en iyiyle bizim gruptaki en iyi bir araya gelelim. Ben Alevi değilim ama İzzettin Doğan’ın konuşmalarını dinleyince kendimi Alevi gibi hissediyorum. İzzettin Doğan gibi konuşan bir Sünni olursa, Doğan’da kendini Sünni gibi hisseder. Bu muhteşem bir mayadır. Bu toprağa şu soruyu sor; bu tartışma 2 yüz yıl önce de oldu. 30 bin Yeniçeri öldürdü II. Mahmud. Dört yüzyıl önce de oldu; buralarda Aleviler kesildi. Bütün bunlar olduğu halde bu toprak neden bölünmedi? Demek ki o zamanlar da bizim şimdi yaptığımıza benzer konuşmaları yapanlar vardı. Hacı Bektaş gibi, Yunus gibi. Ya da onların müridleri gibi. Neden şu soruyu sormuyoruz. Ülkemize, coğrafyamıza; buğdayıyla, hamsisiyle, anneannemizle; aydınların, verili siyaset dilinin dışında başka alanlarla bakmıyoruz?

 

 

 

Ben de konuyu tam buraya getirmek istiyordum. Mahalle kavramına. Sizin edebi metinlerinizde en iyi işlediğiniz sosyal alanlardan biri mahalle bana göre. Mahalledeki anneyi, anneanneyi, amcayı, dedeyi büyük bir incelikle işleyen ve aşık olunan komşu kızıyla ilk buluşmaya gidilirken ağabeyden ödünç alınan mor kazağın telaşlı fonunda yaşanan canlı bir mahalle kültürü... Ancak mahalle kavramı son bir haftadır Şerif Mardin’in “mahalle baskısı” açıklamasıyla bir başka tartışmanın odağında. Söyle bir soru akla getiriyor bu tartışmalar; mahalle belki de vahşi kapitalizme karşı direnilen son kale. Mahalle kültürü, akrabalar, aile vs. Sanki bu tartışmalarla birlikte mahalle de sosyal hayatımızdan izole mi edilmek isteniyor?

 

 

-Ben başka bir tarafına değinmek istiyorum bu tartışmanın. Belki sen de oraya getirmek istiyor olabilirsin konuyu. Ben Türkiye’de mahalle baskısının değil, çok büyük bir ideolojik baskının olduğunu düşünüyorum. Bu ideolojik baskının da milli görüş çevresinde, Erbakan ve onun partisinde olduğunu düşünmüyorum. AKP’de yavaş yavaş muhafazakarlaşmaya doğru gidiyor; onda da fazla olduğunu düşünmüyorum.

 

 

FETHULLAH GÜLEN YAPILANMASI CİDDİ BASKI OLUŞTURUYOR

 

 

 

Kimden geliyor peki bu ideolojik baskı ?

 

 

 

-Eğer şimdi ciddi konuşacaksak ben de şunu söylemek isterim; Fethullah Gülen Hocanın teşkilatlanma şeklini, cemaatleşme biçimini ciddi bir endişe olarak görüyorum. Ve bunların yüz binlerce çocuğu okutma biçimi, onları yurtlara getirme biçimi, bu yurtlardaki kişisel programlar; yani saat 17’de eve girmek gibi... Yirmi beş yirmi altına kadar genç kızlar bir erkekle asla bir araya gelemez. Nişanlanamaz, mesajlaşamaz ya da televizyon izleyemez. Bu tür şeyleri çok tehlikeli buluyorum ve Fethullah Hocanın bu örgüt yapılanmasının ciddi bir baskı oluşturduğunu düşünüyorum. Bütün bu yoksul çocuklar nerede okusun? Geliyor oraya ve mecburen başını kapatıyor. Türkiye’nin mahalle baskısını değil, yurtlarda kalan yoksul çocukların üzerindeki bu ideolojik baskıyı tartışması gerekiyor. Bu matematiksel, planlanmış bir baskı bu; akşam şu saatte geleceksin, hiçbir erkekle konuşmayacaksın gibi...

 

 

Bu pek görünmeyen ve oldukça sert bir baskı değil mi ?

 

 

 

-Tabii. Şimdi buraya da iki türlü bakmamız lazım. Muhtemelen yarın akşam da televizyon programında bu konuyu konuşmayı düşünüyorum. Bir tanesi şu; biz başörtüsünü ahlak için takıyoruz. Tüm İslam toplumuna baktığımız zaman da kızlarımızın, erkeklerimizin 17-18 yaşında evlendiğini görüyoruz. Fakat şimdi bu yurtlarda yeni bir durum var. Kızlarımız 25-26 yaşına kadar erkekleri tanımıyorlar. Tamam flört olarak tanımayabilirler ama bizim kültürümüzde nişanlılık kavramı var. Nişanlı olabilirler. Bunlar nişanlılığa da karşı. Ya da bu kızların sinema, tiyatro seyretmesi; gözlerinin ve algılarının açık olmasına da izin verilmiyor, sadece Said-i Nursi’yi okusun diye. Bu insanların çok inançlı, temiz ve samimi

 

insanlar olduklarını düşünüyorum; bunu mutlaka söylemeliyim. Ama böylelikle bu insanlar donuklaşıyorlar; hayatın lezzetlerinden uzaklaşıyorlar. Hem muhafazakar kalarak hem de bu dünyaya bakmak; yakın bir akrabasıyla oturup bir çay içmek gibi alanlardan bile uzaklaşıyorlar.

 

 

 

Sözünü ettiğiniz cemaatin görünüşte böyle bir yapı olmadığına dair bir izlenim var toplumun genelinde. Bunun üzeri mi örtülüyor?

 

 

 

-Ben bunun gittikçe sosyalleşmekte olan Türkiye’ye, Osmanlı gibi çok ciddi şehirler ve pazarlar kurmuş, sosyalleşmiş bir toplumun mirasına yakışmadığını düşünüyorum. İşte bu ideolojik bir örgütlenmedir. Bu örgütlenme konusunda benim de düşüncelerim var.

 

 

 

Bu Osmanlı’dan da geride bir yapı değil mi size göre?

 

 

 

-Tabii; daha da geri. Çünkü düşünün. Osmanlı’dasın... Kahire’de, Şam’da ya da İstanbul’dasın... Genç bir kız gidiyor pazarlardan alışveriş yapıyor ve yüzlerce erkekle görüşüyor. Her halde bir tanesine bir bakış fırlatıyordur. Sonra bunlardan bir tanesi gelip çok rahatlıkla isteyebiliyordur 17 yaşındaki kızı ve nişan yapıyorlardır. Sonra da bozabilirler nişanı. Ama şimdiki ideolojik örgütlenmede nişanlanma şansı yok, nişanı bozma şansı yok! Yani bir erkekle bir kız birlikte görüldüğü zaman dünyanın en büyük günahına girmiş gibi algılanıyor. Asıl mahalle baskısının değil, bu ideolojik baskının yeni bir İslami şekille geldiğini; kültürümüzde olmayan bir İslam’la geldiğini görmemiz gerek.

 

 

Bu konuda ironik bir tartışma da var. ‘Türkiye eski siyasal İslamcılarını arıyor’ biçiminde bir özlem dillendiriliyor. Mehmet Akif Ersoy, Peyami Safa, Yahya Kemal... Bu ülkenin zenginliğini, kültürel değerlerini, edebiyatını, şiirini, derinliğini; hattını ebrusunu dile getiren İslamcılarını aramaya başladı bu toplum. Tartışmanın özü bu. Neler söyleyeceksiniz ?

 

 

-Böyle bir konuşmanın en merkezi yerine getirdin konuyu. Eğer sizin ülkenizde herkes namaz kılıyorsa sen de bir vakit namaz kıl. Bu ortalama ve makul olmaktır. Herkes eşcinselse senin ülkende, sen de biraz onları anlayacaksın. Bakın ben sosyolojik bir olguyla geliyorum. Emevileri, Osmanlı’yı, büyük Selçuklu’yu, Roma’yı okuyarak; bunların pazarlarını ve sosyal hayatlarını okuyarak bir şeyler söylemek istiyorum. Biz bir arada yaşamak için birbirimize benzemek zorundayız. Biraz o bana benzeyecek, yani ‘çocuklar bir arada oturamaz, yan yana gelemez’ diyerek kapanmayacak. Biraz o taviz verecek, biraz da ben.

 

 

 

- Evet aynen öyle. Biraz karışacağız. Ve ortalamayı yakalamak zorundayız. Ben AKP’nin geniş bir kesiminin ortalamayı yakalamaya müsait olduğunu, İslamcılıktan muhafazakarlığa doğru bir evrim içinde olduğunu düşünüyorum. Ancak AKP’ye oy veren bir örgüt çalışmasının yani Fethullah Gülen’in, iyi işler yapması, düzgün çocuklar yetiştirmesi bilmem ne olmasına rağmen sadece o rahibe okulları, manastırlar gibi yurtlarda başka türlü insanlar yetiştirdiğini düşünüyorum.

 

 

Tek tipleştirilmiş insanlar mı yetişiyor yani?

 

 

 

- Tabii ki. Kimse sokağı kadınlara, kızlara kapatamaz. Bu kimsenin hakkı değil. Ama İstanbul’da çocuğunu okutmak isteyen Urfalı bir anne baba, nurcuların denetimli yurtlarının yarattığı güvenlikli ortamdan dolayı mecburen çocuklarını buralara gönderiyor. Kız da başını kapatıyor. Aile kendisini böyle rahat hissediyor. Çocuğunun ahlaklı bir ortamda barındığını düşünüyor.

 

 

Neyin bedeli olarak olup bitiyor bütün bunlar?

 

 

 

-Evet bunu tartışalım işte. Yani namus, iffet, ahlak gibi kavramları felsefi olarak tartışalım. Saat 17’de yurtta olmak mı namus? Her şeye gözünü kapatmak mı iffet? Bence iffet şu demektir; her şeyi görüyor ama yine de kendi ahlakına sahip çıkıyor! Alevilerin bu konuda çok güzel bir hikayesi vardır. Aleviyle Sünni yan yana geldiği zaman Sünni der ki ‘ biz oruç tuttuğumuz zaman karımızla aynı yatağa girmeyiz. Çünkü aklımız çelinir, bir yanlışlık olur...’ bunun üzerine Alevi de der ki; ‘ biz oruçluyken karımızla beraber yatarız, buna rağmen tutarız!’ Yani kaçmadan, sokaktan, karmaşadan kaçmadan yaşayacağız. Şimdi burada iki ahlak görüşü var. Sokaktan kaçıp manastır hayatına koyarsak mı insanlarımız daha ahlaklı olur, yoksa sokağın tüm çeşitliliğini görüp kendi özgür iradesiyle karar verirse mi daha ahlaklı olur.

 

 

 

‘Dağ başında derviş olmak kolaydır’ derler...

 

 

 

-Aynen senin söylediğin gibi. Bizim mahalle baskısına karşı söyleyeceğimiz de budur. ‘Dağ başında derviş olmak kolaydır’ Biz bu ideolojik baskının sorgulanmasını istiyoruz. Ben bu insanların çalışkanlığına, ülkeleri için bir şeyler yaptığına inanıyorum. Bütün bunlara itirazım yok. Ama antisosyalliğin Abbasilerde, Emevilerde, Kur-an’da ve bizim kültürümüzde hiç yerinin olmadığını söylemek istiyorum. Yanlış bir yol bu. Bunun sonucu Suudi Arabistan’da Selefilerde görülüyor. Üç tane kadın al, kadın seçime girmesin, oy hakkı olmasın, belediye başkanı olmasın...

 

 

TÜRÜT’ÜN ŞARKISI, KARADENİZ VE AYDINLAR…

 

 

 

Buradan sizin metinlerinizden yola çıkarak baş bir güncel tartışmayı sormak istiyorum. Yıllar önce yazdığınız bir ‘Çerkesarması’ destanı vardı.

 

 

 

-Yok, şeyi diyorsun sen; bu içinde bir imgeydi sadece. Dur dur dur... Bu ünlü Şalvar Destanı. Bu çok uzun bir beyit. Fuat Saka şimdilerde bundan çok güzel bir beste yapıyor, Ekim’de çıkacak piyasaya.

 

 

Bu çok iyi bir haber. Buradan ilgilenenlere de duyurmuş olalım. Şalvar Destanı çok derin çağrışımları olan bir metin. Örneğin şöyle cümleler var: “ Çıkardum ceketimu/ Serdim yeşil çimene/ Hırkasini de yastik/ Eyledum Fadime’me... Daha sonra fistanun/ Açuldu düğmeleri/ Birden vurdi dişari / Peygamber elmalari/ Asuldum guduğuna/ Ben kesile kesile/ Birakamam azrail/ Canimi alsa bile/ Daha sonra çikardum / Alacalı şalvari/ Pambuk geldi gözüme/ Ormanun kayalari...”

 

Son birkaç gündür Karadeniz üzerinden başka bir konu; İsmail Türüt’ün söylediği ve içinde fatihalar, yasinler geçen şarkı tartışılıyor. Halkın galeyana geleceği falan konuşuluyor. Şimdi Şalvar Destanı gibi en uç cümlelerin yer aldığı metinleri üreten bu coğrafyanın bu tartışmalara sahne olmasına ne diyordunuz?

 

 

 

-Şimdi bu İsmail Türüt’ün yaptığı çalışmanın bir insanlık suçu olduğunu ve özür dilenmesi gerektiğini düşünüyorum. Bu affedilir bir şey değil. Buna biz yanaşamayız. Bunu savunanların da karşısında oluruz. Sadece şunu söylüyorum; ortalama ve makul aydınların devreye girip, halkın İsmail Türüt’ün şarkısına mı yoksa Yusuf’a ve Nihat’a mı daha çok özeniyorlar. Buraya bakmak lazım. Ben bizlere daha çok özendiklerini düşünüyorum. Ama sen ortamı boş bırakırsan marjinaller ortaya çıkar ve çok sert kabul edemeyeceğimiz hoşgörüsüz, tahammülsüz şeyler ortaya çıkar.

 

 

 

Ben bu topraklarda değil bir insanın, bir böceğin öldürülmesini bile insanlık suçu olarak görürüm. Buna müdahale ederim. Ancak ısrarla bizi barbar göstermek isteyen, faşist göstermek isteyen bir plan var. Bu Avrupacı bir plandır. Avrupa soykırımcı bir gelenekten geliyor ve Hitler’i çıkarmıştır, Kızılderilileri öldürmüştür. Daha bir çok halkla bir derdi vardır beyaz adamın. Afrika’yı yok etmiştir, soykırım gibi bir derdi vardır. Şimdi bu insanlar bu hastalıklarını bize sipariş etmeye kalkıyorlar. Ve ikide bir Türkiye’de İsmail Türüt gibi örnekleri gördükleri zaman da ‘bakın sizde de Hitler gibi barbar, vahşi adamlar var’ gibi geneleme yapıyorlar. Bu genellemeleri yapma şansını bu insanlara vermeyelim. İkincisi bu iddialar üzerinden çok konuşup da bu ülkeye hiç de hak etmediği bir suçlama ve aşağılamada bulunuyorlar. Bu fırsatları vermeyelim.

 

 

Son olarak edebiyat sormak istiyorum. İki yıldır televizyon konuşmalarıyla oldukça sık gündeme geldiniz ancak bildiğimiz Nihat Genç metinlerinden uzak kaldı okurlar. Yeni edebi metinlerinizi beklesin mi okurlarınız?

 

 

 

- Eskiden çok yoğun şekilde yazıyordum ve bunun sonucu bende bir takım biyolojik rahatsızlıklar meydana geldi. İkincisi yirmi yıl gibi uzun bir süre daktilonun başında çalışmaktan dolayı bende yüksek tansiyon ortaya çıktı. Bu da beni epeyce yordu. Şimdilerde kendimi dinlenmeye aldım. İnşallah yazmaya bir iki yıl içinde yeniden başlayabilirim. Ancak televizyon aracılığıyla ulaşabildiğim geniş bir kitle var. Bu kitleye daha sloganvari, daha basit hikayeler anlatabiliyorum. Bu macerayı da sürdürmek istiyorum. Yakında televizyon konuşmalarından oluşan bir kitap çıkacak, bunu söyleyebilirim. Ben eskiden edebiyatı sadece hikaye yazmak olarak algılıyordum. Kalabalıkların derdiyle uğraşıyordum ama kendim de o kalabalığın içindeydim. Ama asıl senin yaptığın doğru bence; seyrek bir yerden kalabalığı izlemek ve yazmak. Bu daha dingin kılıyor insanı.

  • 1 ay sonra...
Gönderi tarihi:

Birçok fikir belirtilmiş... Uzun uzun tartışılabilecek bir konu. Ancak ben de bugün okuduğum bir gazete haberini aktarmak istedim. Bakın neler yazıyor, gazete 06.03.2008 tarihli Hürriyet Gazetesi

 

Artık bu olay mahalle baskısı boyutunu aştı.

Anadolu'nun her yerinde lokantaların içki ruhsatları iptal ediliyor.

Spor kulüpleri için çıkarılan ‘alkol yasağı’ bahane edilerek birçok eğlence merkezi için kapatma kararı veriliyor.

Bu tabloya her gün yenisi ekleniyor.

İşte son örnek...

Giresun'da zabıta, Plajda isimli filmin afişini sansürleyerek kaldırdı.

Benzeri olaylar daha önce de yaşanmıştı...

 

Ve 16.05.2007 tarihli bir haber daha

Türkiye'nin önde gelen mayo firmaları Kom, Nelson, Ay-Yıldız ve Zeki Triko İstanbul'daki reklam panolarına mayolu mankenlerin fotoğraflarından oluşan afişlerini astırmak istedi. Panoları kiralayan reklam ajansları “Belediye bu tür afişlerin asılmasını istemiyor” diyerek mayocuları geri çevirdi.

 

Örnekler bitecek gibi değil, buradan buyrun

Antalya’nın Kemer İlçesi’ndeki belediye tarafından bir kavşağa konulan ve AKP İlçe Başkanı Zafer Yaman’ın müstehcen olduğu gerekçesiyle kaldırılmasını istediği heykel tartışması alevleniyor.

 

Hala baskı yok diyorsanız, bunu da okuyun

Ressam Ayşegül Yarar, Gaziantep’te açtığı 9'uncu kişisel sergisindeki 45 eserden ‘nü’ tabloları turkuaz renkli tülbentle sansürledi. İlk gün sergilediği ‘nü’ 10 tablodan 7'sini ikinci günden itibaren kaldıran Ayşegül Yarar, galeri yöneticilerinin ‘Gaziantep halkına ağır geleceği’ uyarısı üzerine ‘nü’ tablolarına sansür uyguladığını söyledi.

-----------------------------------------------------------------------------------------

 

Bununla birlikte öğretmenevlerinde artık alkol servisi yapılmadığını, İstanbul park ve bahçeler müdürünün dibinde fuhuş olur diye çalı türü bitkileri peyzaj çalışmalarında kullanmadıklarını söylediğini, Antalya İmam hatip lisesi mezunlarının düzenlediği toplantıda konuşan "imam hatip lisesi mezunları derneği"nin eski yöneticisinin "diğer okullarda fuhuş var, uyuşturucu var" diyebildiğini, başbakanın işine gelmeyen, fikrine bağdaşmayan çiftçiyi ve gazeteciyi kovalayabildiğini de hiç söylemeye gerek yok. Normal bunlar normal.

Akp geldi de ne değişti değil mi?

Al sana laikliğin, cumhuriyetin, kişisel özgürlüklerin, fikir özgürlüğünün en baba savunucusu olduğunu söyleyen adamların portresi.

Normal tabi.

Gönderi tarihi:

 

 

 

 

Günaydııııııııınnnnn :D

 

 

İmamhatiplerin arka bahçesindekiler ÖN tarafa birden bire hücum ettiller.. :D ..ÖN tarafta sıkışıklık olmaya başladı..çözülür inşallah.. :D

Gönderi tarihi:

Mahalle baskisi illede mahallede olan baski demek degildir,lafin gelisi mahalle baskisidir,asil olan ise baskidir.Bizim toplumumuzda baski vardir ve bu baski sadece belirli bir yönden olmustur hep.Bakin tarihceye,göreceksinizki Türkiyede oldu bitti yeniliklere,modernlesmeye,cagdaslasmaya karsi bir tepki vardir,bu tepki belirli odaklarda seslidir o odaklar genelde baski taraftari olan odaklardir,örnegin(DINCI BASININ BUNDAN BIRSÜRE ÖNCE,Tayyip Erdogan'a yaptiklari;BASBAKAN NEDEN BASLARI ACIK KADINLARIN KAPANMASI ICIN CABA GÖSTERMIYOR?)cagrisi veya baskisi!Bu belki gözden kacmis bir cagriydi veyahutta gözden kacirilmasi gerekli bir cagriydi ama bu bir cagriydi.Tesettüre girmemis olan bir kadin etrafinda tek tip kiyafetli kadinlari gördükce,bunlarin sayilarinin arttigina sahit oldukca kendini güvende hissedemez.Belki dinci kisiler söyle diyeceklerdir,tersi olamazmi?hayir olamaz,cünkü yine tarihceye bakiyoruz ve diyoruzki bugüne kadar tesettürsüz olanlardan tesettürlülere yönelik hicbir olumsuz eylem yasanmadi Türkiyede,ama dinci kesimden karsi tarafa bu eylemler yasandi,saldirilar oldu,tacizler oldu,yazilar yazildi hemde ahlaka sigmayan yazilar.Iste bu gerekcelere dayanarak diyorum ki zamanla,tesettürlü kadinlarin sayisinda daha cok artis olacaktir cünkü tesettürsüzleri koruyacak mekanizma bile tesettür yanlilarinin elindedir.Yine dinci taraf söyle diecektir;Baski yok diyorsunuz ama türbanli kizlar egitimden mahrum birakiliyor..Bu belki ilk bakista hakli bir serzeniztir ama inceledigimizde görürüzki,türbanli kizlar aslinda egitimden kendi kendilerini mahrum birakmislardir,onlara karsi gibi görünen kesimin mücadelesi, aslinda yarin olusmasi cok mümkün görünen tesettür baskisina karsi verilen bir mücadeledir fakat üzülerek görüyoruzki bu mücadele kaybedilmistir.Bunun anlami ise yukarda adini ettigimiz baskinin elinin kulaginda oldugu günlerin yakin oldugudur.Cünkü mekanizma o yöne dogru calismaktadir,ve baskiyi cesaretlendirecek olusumlar hergecen gün artmaktadir

 

saygilarla

Gönderi tarihi:

Bu mahalle baskısı eskiden iyi bir şeydi. Kimse kendinden küçük bir çocuğu tutup dövemez, ağır abiler hemen "dengine çat bakayım" diye haddini bildirirlerdi. Kimse Ayşe teyzenin bakkala gönderdiği kızına sarkıntılık edemezdi, aynı ağır abiler adamın anasından emdiği sütü burnundan getirirlerdi. Valla ben kıza laf atıp ayıp şeyler söyledi diye mahallede masadan çatalı kapıp fırlayan bir ağır abiden çatalı böğrüne yiyeni biliyorum çocukluğumdan. Böyle yamuklar yapılmazdı eskiden, pahalıya patlardı.

 

İyi bir şeydi eskiden mahalle baskısı, mertçe, dürüstçe ve harbiydi. Öyle dindarlık satmak filan olmazdı, en azından benim bildiğim kadarıyla. Bu fahri din polisliği, yok oruç tutmayana çatma, yok ezan okunurken niye ayaklarını uzatıyorsun bilmem ne ayakları yeni çıktı sanıyorum. Yoktu böyle bir şey mahallede. Kavgalar böyle dini konularda çıkmazdı. 12 Eylül öncesi tam bir kaostu, o artık milattan önce, ona hiç değinmiyorum da, son balans ayarı 28 Şubatta olduktan beri balans epey kaçtı...

 

Bunlar yerel ve mahalleden mahalleye bile değişebilecek şeyler, aslında mevzu değil de, ülkenin genel manzarasında dinin çok büyük baskısı var. TV de kimse inanmadığını çıkıp söyleyemez, internet siteleri kapatılır, her türlü baskı vardır. Bir kesim sanki hiç yaşamıyormuş gibi yapılır. Bir karikatür çizilse ortalık savaş alanına döner. Kimse çıkıp eleştirmeyi bırak, peygamber rolü oynanan bir piyes sergileyenez, film çekemez. Adamlar, hem de koyu evangelist denen Mel Gibson İsa robotu yaptı film çekti yahu, bırak aktörü... Bizde böyle şeyler hayal bile edilemez. Sinemada yangın çıkar, cinler filme konu edildiklerine kızdılar diye yorumlara ciddi ciddi çok büyük bir kesim inanır. Adam çıkar çektiği abuk sabuk dini efsanelerin konusunun gerçek olduğunu iddia eder. Koca koca hocalar "elhak doğru deyüptüür! Cinler dumansuz ateşten yaradulmuşlaaduur!" diye onaylarlar, halkın çoğu inanır.

 

Tuhaf ülkeyizdir vesselam...

Gönderi tarihi:
  • Yazar

Sosyal bilimci Prof. Ünsal Oskay'a, 'Prof. Nur Vergin'e yönelik tepkiler de mahalle baskısı değil mi?' diye sordum. 'Hayır' dedi, 'Bu yakın zamana kadar toplum üzerindeki ekonomik ve siyasal hakimiyetini rakipsiz olarak sürdürebilen geleneksel elitin klan baskısı... Aslında çizgi aynı çizgi. Ama ritüeller farklı. Ritüeller değiştiği için birilerinin asabı bozuluyor!'

 

Geçen hafta 'Türkiye makas mı değiştiriyor?' sorusuna yanıt bulmak için Siyaset Sosyoloğu Prof. Nur Vergin'le yaptığımız röportaj büyük tartışmalara sebep oldu. Vergin'in toplumsal değişime ilişkin tespitlerine en büyük tepki ne hikmetse laiklerden geldi. Vergin, hep "Benim tasavvurumdaki ülke bu değil... Ama gidişat böyle" dese de! Ne demişti ki; "AKP, radikal dinci hareketlere ve etnik başkaldırıya karşı Türkiye'nin emniyet kemeri... Türkiye İslamlaşmayacak ama bildiğimiz cumhuriyet resmi aynı resim olarak devam etmeyecek. Din olgusu devletle daha bir eklemlenecek. Bu noktada iyi ki AKP var. Çünkü bu dönüşümün kansız ve kavgasız olmasını sağlıyor. AKP, halkın sisteme, siyasi elite, aydınlara, bürokrasiye öfkesini yumuşatıyor..."

 

Neyin öfkesini? 'Katı laik' ve elit kesimin geçmişteki baskısının öfkesini... Vergin, kendi hayatından bir örnekle açıklamıştı bu baskıyı... "Yeni evime taşındığımda bir dua okutmak istedim. Ama çevreden çekinip vazgeçtim" diye. İşte bu cümle laik çevreleri ayağa kaldırdı. Bu tepkiye, röportajı yapan olarak şaşırıp kaldım. Zira Vergin, laik sistemin ve cumhuriyet değerlerinin savunucusu... Hatası bir bilim insanı tutarlılığı ve dürüstlüğüyle tespit yapmak oldu! Yine de bir başka sosyal bilimciye daha danışayım istedim. Beykent Üniversitesi Rektör Yardımcısı Prof. Ünsal Oskay'a önce Nur Vergin'in tespitlerini sordum... Aynen katıldı.... Duaya gelince... 'Keşke okutsaydı. Madem ki inanıyor!' demekle yetindi.

 

'Peki mahalle baskısı sadece dindar kesim için mi geçerli? Vergin'e yönelik tepkiler de mahalle baskısı değil mi?' diye sordum. 'Hayır' dedi, 'Bu klan baskısı! İttihat ve Terakki zamanında başlayıp çok yakın zamana kadar toplum üzerindeki ekonomik ve siyasal hakimiyetini rakipsiz olarak sürdürebilen geleneksel elit, artık hakimiyetini kaybediyor. Şimdi taşradan gelen ve ekonominin yeni dallarından zenginlik kazanmış, eski elitten çok daha pragmatik ve farklı bir ahlâka sahip yeni klanlar topluma hakim oluyor. Bu yola giren çeşitli çevrelerin her biri klan haline geldi... Aslında çizgi aynı çizgi. Ama ritüeller değişti. Ritüeller değiştiği için birilerinin asabı bozuluyor.'

 

İşte böyle girdik sohbete Prof. Ünsal Oskay'la... Sonra klandan mahalleye, elitlerden halka Türkiye'deki sosyolojik serüveni konuştuk...

 

Özal'ın mezarını, hatta Anıtkabir'i bile satacaklar!

 

Hocam sizce de Türkiye makas değiştiriyor mu?

 

Türkiye'de makas değiştirme olgusunu tespit etmek çok zor bir iş değil. Büyük bir sürpriz de değil. Bugün yaşananlara tepki gösteren cumhuriyet aydını, sadece Marksist literatürden değil, dişe dokunur bütün sosyolojik çalışmalardan, tarih çalışmalarından uzak tuttu kendini. Bunlardan ürktü, korktu. Türk aydını, tazminatçılıkla devleti ıslah etmeyi amaçlayan, devleti ıslah ettiği zaman da seçkinliklere haiz olan, kendi konumunu toplumdan siyaseten uzak tutarak muhafaza etmek isteyen patrimonyal bir aydın grubu oldu.

 

Elit her yerde haramzadedir

 

Yani aydın ve halk ikiliği oluştu?

 

Evet. Aydınların esas kristalize olma dönemi cumhuriyetin ilk 20-30 yılında. Peki bunlar iyi niyetli miydi? İyi niyet arkasında, adaletsiz bir toplumsal sistem tasavvuru vardı. Sistemin belkemiği buydu. Her iyi niyetin arkasında puştluk vardı, hokkabazlık vardı yani... O zamanlar cumhuriyet seçkinleri, koyu lacivert elbiselerini giyip konser dinlemeye gidiyorlardı. Bugün onların çocukları Rolling Stones'un solisti Mick Jagger konserine gidiyor. Her ikisinde de avamdan, toplumun çoğunluğundan kendini uzak tutma eğilimi var. Mesela, İsmet Paşa senfonik müzik dinliyor, operaya gidiyor... Önce ızdrap gibi geliyor bu. Ama sonra anlıyor ki, mevki ve makamın seçkinliği bu tarz ritüellere bağlı. Çünkü bu ritüeller hep halkı, avamı korkutup kendisinden uzak kalmaya mecbur bırakıyor. Ve bu yaptığı işin yanlışlığını çok iyi bildiği için küçük ölçekli vicdani maliyet hesabını da yerine getiriyor.

 

Nasıl yerine getiriyor?

 

'Tabii ki ben seçkinim... Bu toplumun nereye gitmesi gerektiğini en iyi ben bilirim. Senfoni orkestrasını dinleme işkencesine katlana katlana adam oldum. Bu dışardaki cahiller sürüsüne memleketin istikbalini bırakabilir miyim?' diyor. Bu yakın zamana kadar devam eden bir çizgi. İsim vermek istemiyorum ama çok seçkinci, aynı zamanda Batıcı bir sosyal bilimcimiz, televizyonda bağıra çağıra aynen şunu söyledi; 'Tabii ki ben Erdoğan'ı falan tutmam. O Kasımpaşa'dan gelme... Kemal Derviş, okumuş yazmış, Batı kültüründen gelme.' Yani, 'Biz, çocuklarımızın en az iki dil bilmesi için yırtınıyoruz. Bu adamlar nereden çıktı? Biz geleceğimizi bunlara mı teslim edeceğiz? Biri futboldan geliyor, diğeri tenisten' demeye getirdi.

 

Ama şimdi öyle konuşmuyor...

 

Öyle. 'İslami hareket modern mahrem' diyor... 'Rejim için tehlike değil' diyor... Fransa'da, İngiltere'de toprak soyluluğuna dayanan dönemlerde, 'Hem toplum için hem aristokrasi için değeri toprak yaratıyor' diyorlar. İyi de toprağın yarattığı değeri yönlendiren kim? Bu toprağın yarattığı değeri tasarruf edenler kim? Aristokrasi. Sonra küçük boy, orta boy derken, büyüyen bir burjuvazi çıktı ortaya. O burjuvazi, aristokrasinin yöneticiliğini meşru gören zihniyeti kırıp dağıtmaya başladı ve liberaller çıktı ortaya. Dediler ki, herkes hiçbir kısıtlama olmadan kendisi için çalışır, kazanırsa toplumun büyük sayıdaki esas kesimi de refahını artıracaktır. Bu felsefeyi savunanlar, bunun yanlış olduğunu 100 yıl sonra görmeye başladı. Çünkü toplumda bu kafayla işleyen gelişme birçok insanı topraktan koparıyor, köylerden kentlere doğru getiriyor. Toprak mülkiyeti rasyonelleştikçe, küçük köylü toprağını satıp mülkiyetsiz bir sınıf haline dönüştükçe sefalet, çaresizlik artıyor. Dolayısıyla liberal felsefeyi savunanlar bile kendi içlerinde eleştirel bir boyut kazanmaya başladı. Şimdi AKP'nin tabanında olduğu gibi... Bu gidişattan memnun olmayanların aradığı, daha hakça, daha adaletli bir dünya tasavvuru... Eski tüccar sınıfının yeniden ortaya çıkmasını, o durağan, feodal, ama daha yakın, daha sıcak insan ilişkilerine dayanan zamanların toplumlarını düşlüyorlar. Şimdi camilerin etrafına toplanan, AKP'ye oy verenlerin saf kısmı, safiyetle bunu yapanlar bu tasavvurun peşinde. Ama birileri, bu tasavvurun peşinde olanları kullanarak, onları oy deposu haline getirerek siyasetini neşrediyor... Çünkü onlar hem müşteri hem seçmen... Milli Nizam Partisi'ni kuran Necmettin Erbakan'ın oğlu camide namaz kılıyor. Kameraman rükûya erdiği anda çorabını da çekmiş. Oğlanın çorabı Versace! Yani, kapitalist dünya sistemi için hiçbir tehlike arz etmiyor bu dinci takımın elit takımı. Elit, dünyanın her yerinde haramzadedir. Ve bu haramzade takımı, dünyanın en zengin takımı kimse, dini imanı onunla ortaktır. Libya'ya gidip para isteyebilir. Ama onun amacı Batı'nın kapitalist sisteminin eriştiği son noktaya kadar yaklaşmaktır. Bu Libya'dan da geçerek olur, Rusya'dan da...

 

Peki din, iman ne olacak?

 

Bush ve Erdoğan arasında dünya görüşü, hayat anlayışı, politik felsefe açısından hiçbir fark yoktur. Biri retorikte 'İsa, avangelistler' falan diyor, diğeri 'Hz. Ebu Bekir, Hz. Muhammed.' Hepsinin semantik yapısını kurcaladığınız zaman ne çıkacaktır? Para azizdir. Rıhtımı da satarım, Topkapı Sarayı'nı da satarım. Ha, içimi rahatlatmak için bayrakların ebadını büyütürüm. Cibali Karakolu'na 6 metrelik bayrak asarım. Ama karakol satılmış! Suudi Arabistan'dan adamlar geliyor. 'Buraya 80 katlı modern karakol yapacağım' diyor. 'Al toprağı' diyor. Bu arada milleti ve kendi vicdanını rahatlatmak için bayraklar yakında 20 metreye çıkacak. Özal'ın mezarını da satacaklar.

 

Olur mu canım!

 

Tabii... Satılacak. Mezara varana kadar her şeyi satacaklar.

 

Anıtkabir'e dokunamazlar herhalde?

 

Niye? Sen öyle san! Ne güzel, çok katlı turistik otel yapılır? Altı da kumarhane olur.

 

Herkes yağma için sırada...

 

Hocam çok abartmadınız mı? Sizce bu değerlere dokunulur mu?

 

Her şey zamana bağlı. Hiçbir şey paldır küldür yapılmaz. Daha önce yapılacağını tasavvur etmediğimiz şeyler yapılmıyor mu? 'İstanbul'un silüetini bozmayız, o bizim medeniyetimizin göstergesidir' deniyordu, yüksek oteller yapılmadı mı? Sultanahmet'teki Four Seasons'ın içindeki ek bina neyin üzerine inşaa ediliyor? 2 bin yıllık tarihin üzerine! Görmüyor musun, 2 bin yıl dünyaya hükmeden, üç-beş tane medeniyetin son mirasçısı biziz. Bu gurur verici bir şey. Onu unutuyorsun, tarihi kapatıyorsun. O otel yapılacak da ne olacak? Dışarıdan gelecek olan zengin adamlara iki lisan bilen eskort kızlar eşlik edecek. Yerli ya da yabancı... Yukarıda restoran, aşağıda kumarhane olacak. En aşağıda da senin 2 bin yıllık tarihin! Yapan kim? Din, iman, tarih, vatan, millet diyen, en şoven biçimli milliyetçi kesim. İşte bu kesim, bunlara göz yumuyor. Yağmada en başta kuyruğa girip sıra bekliyor.

 

'TÜRKİYE 20-30 YIL DAHA AYILMAZ'

 

 

Necati Doğru, 'Yeni yılın şifresi türban ile tesettür olmayacak!' diye yazdı... Diyor ki, 'Bugünün Türkiyesi'nde zenginleşebilmek, sınıf atlamak, çocukları gemi sahibi yapmak, egemenler arasında yerini alıp, bir türban burjuvazisi yaratabilmek için 'İslam'dan fetvalı bir irtica düzenine' geçmeye ihtiyaç duyulmuyor...'

 

Evet. Ama bu anlaşılana kadar 20-30 yıl Türkiye ayılmaz. Aslında Türkiye'nin ayılması da yetmez. Çabuk para kazanmanın yolları uzun zamandan beri bütün dünyada açıldı. Sabra, sebata dayanarak zengin olmak eskidi, demode oldu. Şimdi bunun tersi bir yol var. Bu yolun yanlış olduğu 20-30 yıl sonra anlaşılacak.

 

20-30 yıl kimse farkına varmayacak mı olanın?

 

Hayır. Eskiden, 'Vay ahlaksız' diyorduk. Şimdi 'Sıra bana ne zaman gelecek?' diyoruz. Sabah Gazetesi, vakti zamanında Özal'a muhalefet yapmıştı. Ama iğdiş edilmiş bir muhalefet! Gazetenin ilk sayfasında bir el, Semra Hanım'ın eli. Parmaklarında beş tane yüzük. Siyaset biliminden yeterince nasibini almamış, salak bir okuyucu bu fotoğrafı görünce ne diyecekti? 'İşte Özal'a karşı muhalefet!' Öyle mi? Hayır, halk çoktan kızının Semra Özal, oğlunun Turgut Özal olmasını, eskiden ayıp sayılan her türlü şeyi yapabilecek hüner kazanmasını ister hale gelmiş zaten. Dolayısıyla 5 yüzüklü el, halkta tepki yaratmıyor. Tam tersine halkın değişen tercihinin daha şiddetli biçimde, kafalara, vicdanlara yerleşmesini sağlıyor.

 

Peki bugün halk ne diyor?

 

'Haksızlık mı var, adaletsizlik mi var? Boşver! Benim sıram ne zaman gelecek?' Ha, bu ne zaman kırılır? Yukarı çıkayım diye bekleyip bekleyip de kızının fahişe olmasına göz yuman, oğlunu hırsız, mafya fedaisi yapan adam bakacak ki, oğlu mafyaya o kadar rahat giremiyor. Çünkü herkes mafya olunca sömürecek adam kalmıyor. Adam akrep gibi kendi kendini zehirleyip intihar edecek hale geldiği vakit, 'Bu akreplik canıma yetti, nasıl tekrar insan olabilirim' diyecek.

 

Gidişat, Demirel'le bozuldu

 

Bu bozulma ne zaman başladı?

 

1965'te, Demirel zamanında. Askerler, eski askerler, gerçekten vatan, millet kötüye gidiyor diye 27 Mayıs'ı yaptılar. O zamanlar Türkeş bile ülkenin ıslah edilmesini, ekonominin düzeltilmesini istiyordu. 38 Milli Birlik Komitesi üyesinin ortak imzasıyla oldu 27 Mayıs. Sonra Devlet Planlama Teşkilatı kuruldu. Hedef, dış borçtan ziyade iç kaynakların çarçur edilmeden kullanılıp, yatırımların üretken alanlara sevk edilmesi yoluyla İtalya'nın düzeyine çıkmaktı. Bunu da, karma ekonomiyle yapacaktık. Karma ekonomide hem kapitalist işletmeciliği var, hem de devlet işletmeciliği... Bizim Sümerbank kâra geçtiği zaman özel sektöre devredilmek şartıyla kuruldu. İsmet Paşa'nın kafası budur. Karma ekonomidir. Paldır küldür sosyalizm falan kimsenin tasavvur ettiği bir şey değil. Ama bizim özel sektörümüz şekeri üçe alıp halka beşe yedirdiği için, devletin himayesiyle palazlanan bir özel sektör olduğu için bu plan lafından çok korktu. Apar topar harekete geçti. Adalet Partisi'nin başına Sadettin Bilgiç geliyordu. Ondan fena korktular. Süleyman Bey'i getirdiler. Bir kere kendilerine çok yakın. Mühendis, Amerika'ya gitmiş. Üstelik medeni bir adam. Öyle Bilgiç gibi molla değil; cumhuriyeti yıkmayacak. Cumhuriyeti, kuruluştaki seçkinci kadronun isteği yönünde götürecek.

 

Muhafazakar sosyalizmci paşamız!

 

Böyle mi oldu?

 

Aynen böyle oldu. 1965'e kadar ülke planlı hale getirildi. İsmet Paşa, Türk tarihinin yetiştirdiği en akıllı, muhafazakâr sosyalizmci paşamız. O bizim Bismark'ımız. Almanya İmparatorluğunu kuran Bismark, işçi haklarında, şurada burada bir sürü ıslahatlar yapıyor. 'Ulan' diyorlar, 'Sosyalistler ne diyorsa yapmaya başladın.' O ne diyor? 'Onların yaptıkları her şeyi yaparsak boku yeriz. Bir kısmını da bizim yapmamız lazım.' İsmet Paşa'nın devlet adamlığı da budur. Sistemin büyük sarsıntı geçirmeden kendi çizgisini sürdürmesini sağlamıştır.

 

Başardı mı peki?

Başaramadı. 1965'te Demirel'i getirdiler. Kim getirdi peki? İlk akla gelen üç-beş tane Türkiye'nin cumhuriyet yetiştirmesi zengin. Demirel başbakan oldu. Verdiği ilk beyanat neydi? 'Milletimiz plan değil acilen pilav istiyor.' Şimdi boyuna pilav yediriyoruz. Onun için acilen Haydarpaşa Garı'nı satabiliriz, Kız Kulesi'ni satabiliriz. Ne olur mesela? Arap petrol milyarderleri için orası çok kontrollü bir randevu evi olabilir. Naomi getirilir, bilmem kim getirilir. Bizim hükümetler de komisyon alır. Ayıp, değil mi? Sen 2 bin yıllık tarih üzerinde turistik otel açarsan oraya kim gelecek sanıyorsun? Papa Hazretleri mi?

Katılın Görüşlerinizi Paylaşın

Şu anda misafir olarak gönderiyorsunuz. Hesabınız varsa, hesabınızla gönderi paylaşmak için ŞİMDİ OTURUM AÇIN.
Eğer üye değilseniz hemen KAYIT OLUN.
Not: İletiniz gönderilmeden önce bir Moderatör kontrolünden geçirilecektir.

Misafir
Maalesef göndermek istediğiniz içerik izin vermediğimiz terimler içeriyor. Aşağıda belirginleştirdiğimiz terimleri lütfen tekrar düzenleyerek gönderiniz.
Bu başlığa cevap yaz

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.