Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

msnci

Φ Üyeler
  • İçerik Sayısı

    80
  • Katılım

  • Son Ziyaret

msnci tarafından postalanan herşey

  1. Arkadaşım evet bu resim potomontaj değildir. Gerçektir. Fakat olayın iç yüzünü bilmek gerekir. Türkeş, Nato'da çalıştığı gibi Dünya'nın belli yerlerinde de devlet görevi yapmıştır. Bunlardan biri de İsrail. Yani devlet görüşmesi üzerine İsrail'e gidince çekilmiş bir totoğraf. Bunu kasıtlı olarak yorumlarsak yanlış bir davranış sergilemiş oluruz. Zira Türkeş Kilise'nin yanından da geçerken kiliseyle aynı kareye sokulabilirdi. Ve bazı art niyetliler kilisede ibadet yaptıktan sonra çıktı diyebilirlerdi. Oyunlara gelmeden ve araştırmadan mesnetsiz iddialarda bulunmayalım. Selametle...
  2. msnci

    Dünyanın en yaşlı...

    Arkadaşım Kafkasyalılar üzerine araştırma yaparsan 120'ye kadar yaşayanlara rastlayacaksın. Çünkü yayla havası içinde yaşamakta ve doğallık ile iç içedirler. Suni yiyecek ve içecekler pek kullanmazlar.
  3. Tamam arkadaşım zaten cevapladım.
  4. ''Fincanlarla, dualarla ruh çağırıp, tütsü yakıp Bir Fatiha, Üç İhlas okuyup tedavi ediyor...'' demişsiniz. Ne kadar düştüğünüzü bir de siz bilseniz. Bayağı sözlerle cavap verdiğinizi sanıyorsunuz. -------------------------------------------------------- ''Ayrıca İslam'ın diğer dinlerden farkı yoktur. Farkı olduğu düşüncesi size aittir ve gerçek değildir...'' demişsiniz. ''Diğer dinlerin müsbetsizliği, sizin inancınızında aynı olduğunu ortaya koyar...'' demişsiniz. Cevap : Gayet bayat bir laf etttiniz. İslam ilk ortaya çıktığı günden beri diğer dinlerin bozulduğunu söylüyor. Bu bozulma sonunda son bin İslam gönderildi. Diğer dinlerin değişmesi üzerine yaşadığı çelikiler, İslam'ın ''diğer dinler değişti'' iddiasını çürütmediği için İslam'ın müsbetsizliği kanıtlanmış olmaz. Tam aksine İslam'ın tezini destekler. İslam ile diğer dnlerin benzer özellikler taşıması zaten tek Allah'ın yolladığı kurallar büyünü olduğuun destekler. Ama diğer dinlerin değişmesi sonucunda o saf din kaidelerinin içine zehir girmiştir. Ve böylece ana şeriat'ten zamanla kaymalar olmuştur. Bu durumda bizim İnancımızda bir çelişke yok . Siz kendinizi sorgulayın. Niye geldiğinizi, yüzünüzü ve çeşitli özelliklerinizi siz mi seçtiniz? Her parmak izinin farklı olmasını, Büyük patlamayı, ve patlama sonucundaki özel dengeyi Babanız mı koydu? ---------------------------------------------------------- İslâm’a göre gerçek dinin kurucusu Allah’tır. İlk din tevhid dini olup, ilk insan olan Hz. Adem, aynı zamanda ilk peygamberdir. İnsan inanmaya eğilimli ve İslâm fıtratı üzerine yaratılmıştır. İnsanlara Allah tarafından peygamber ve kitaplar gönderilerek “hak din” konusunda ilâhî rehberlikte bulunulmuştur. Fakat zaman zaman insanlar bu rehberliğe ilgisiz kalmış; Allah’tan başka şeylere, kendi elleriyle yaptıkları putlara, bazı tabiat varlıklarına, hevâ ve heveslerine tapmış ve onları tanrılaştırmışlardır. Böylece “çok tanrılı inançlar” ortaya çıkmıştır. Fakat Allah, elçiler ve kitaplar göndererek insanlara hak din konusunda yol göstermeye devam etmiştir. Bu rehberlik, son gönderilen ilâhî kitap Kur’an-ı Kerim ve son peygamber Hz. Muhammed ile kemâle ermiştir. Sonuç olarak İslâm’a göre dinin, özde “ilâhî ve fıtrî” iki kaynağı vardır. Kitab-ı Mukaddes’te de ilk insanın Adem olduğu ve bütün insanların ondan türediği zikredlilir. (Tekvin: 2) Athe karakterli olmayan başka bir çok dinde de dinin menşei, tekâmül nazariyesine dayandırılmaz. İslamiyet Hristiyanlık ve Yahudilik’te olduğu gibi, Sabiîlik, Mecusîlik ve Brahmanlık gibi dinlerde de ilk dinin Adem (as) ile başladığı kabul edilmektedir. Öte yandan Batılı düşünürlerin tezleri yazarlarımız için bir ölçüt ise bilinmeli ki, Batılı tezler bunlardan ibaret değildir. Örneğin Andrew Lang’a (1844-1912) göre insanlığın en eski inancı “tek tanrı” inancıdır. Wilhelm Schmidt (1868-1954), Nathan Söderblem, Pettezoni, G. Widengren, M. Eliade vb. düşünürler de bu tezi geliştirici çalışmalar yapmıştır. Din böyle anlaşılınca, onu bilimin ve deneyin sınırları içinde değerlendirmemiz de imkânsızlaşır. Çünkü bilimin en sağlam temeli olan deney karşımıza hep sonlu veriler çıkarmaktadır. Jean Jaures (1859-1914) bu konuda şöyle der: “Bilim sonsuz varlığı kavrayamaz; çünkü O her yerde vardır. Bilim ancak belirlediğini kavrar, ancak soyutladığını belirler. Tanrı ise dünyadan soyutlanamaz, çünkü o dünyanın içten ve soyutlanamaz gerçeğidir.” Dünyadaki ilk insan topluluklarının hayatını, özellikle dini inançlarını, onlardan kalma materyalleri değerlendirmek süretiyle tespit etmek güçtür. Elde edilen bu materyallerin ilk insan topluluklarına ait olduklarını tespit etmek imkansızdır. Dolayısıyla bu malzemeye bakarak yeryüzünde ilk olarak ortaya çıkan dinin mahiyeti hakkında bilimsel olarak kesin hüküm vermek doğru olmaz. Bu konuda günümüzde yaşayan Avustralyalı ve Afrikalı vahşi kabilelerin dini durumlarının incelenmesi de kesin çözüm değildir. Çünkü bu özelliklerin ilk insan topluluklarında varolduklarını söylemek bir varsayımdan ileriye gitmez. Ö. Rıza Doğrul’un da ifade ettiği gibi dinin doğuşu konusunda İslâm’ın telâkkisini bilimin ispatladığı söylenemez. Fakat bilimin onu reddetiğini söylemeye imkân yoktur. Dinin başlangıcını kutsal kitapların verdiği bilgiler dışında ortaya koyacak kesin bir belge yoktur. Bilinen bir şey varsa, o da nerede insan varsa, orada dinin olduğudur. Dolayısıyla yazarların öne sürdüğü tezler, “bilimsel olarak”, “bilimsel veriler ispatlamıştır ki” gibi ön eklerle sunulmuş olsa bile, bilimsel bir sonuç değil, ancak bizi bir kanaate, inanca götüren rasyonel bir çaba olabilir. Kısacası bu durumda bir söylem olarak benimsenen “bilimsellik”, söz konusu çabayı inanç ve kanaatin ötesine taşımaya yetmez.
  5. 108- Mesud olanlara gelince işte onlar da cennettedirler. Öyle ki, gökler ve yer daim oldukça, (yani, yerinde durdukça, yani sonsuza kadar,) hepsi orada muhalled olarak kalacaklar. Ancak Rabb'inin dilediği başka. Yani cennetin devamı ve ebediliği, Allah'ın vücub-i zatisi gibi kendinden değildir, Allah'ın d i lemesine bağlıdır. Allah dilerse böyle olmayabilir. Nitekim cehenneme giren herkes orada ebedî kalmayacaktır, günahkar müminler bir müddet cehennemde kaldıktan sonra cennete girecekler ve saadete erecekler. Veya Allah katında burada sözü edilen cennet sa a detinden daha büyük saadetler de olabilecektir. Nitekim bir kısım bahtiyarlar cennetten daha ileri mertebelere yükselecek, "Allah'dan gelen Rıdvan en büyüktür." (Tevbe, 9/72) ve "Ve nice yüzler de o gün ışıl ışıl ışıldar ve Rabbine bakakalır." (Kıyame t, 75/ 22,23) âyetlerinin sırrına mazhar olacaklardır. Fakat bu gibi istisnalarla cennetin genel gidişinde bir son veya bir kesinti olacakmış vehmine düşülmesin. "Öyle bir ata ve ihsan olacak ki, kesilmesiz." Dünyadaki gibi belli bir süre ile sınırlı ve sonlu değil, kesintisiz sürüp giden bir ata ve ihsan, sonsuz bir Allah vergisidir. Bu kayıt, ya cümlesinden hâl veya cümlesinden temyizdir. Cennetin hâli olduğu takdirde, cennet nimetlerinin kesintisiz olduğunu açıkça belli eder: Nitekim "Yiyecekleri de, gölgesi de süreklidir." (Ra'd, 13/35) âyeti de bunu destekler. Temyiz olduğu takdirde cennetin üstünde ve müstesna bir surette ilâhî meşiyetle ilgili olan rıdvan nimetinin kesintisiz olduğunu açıklar, aynı zamanda cennetin sonsuz olduğuna d a işaret eder. Zira bundan anlaşılır ki, ahiret hayatında böyle sürekli ve kesintisiz bir ihsan vardır. O halde buna karşılık bazı kesintili kişiler olsa bile, kesintisiz bir ihsanın gerçekleşebilmesi için dahi, ahiretin sonsuz ve ebedî olması gerekir. Bu i se cenneti kaplayan ahiret göklerinin ve yerinin sonsuza dek devamlı olmasını gerektirir. Şu halde "kesintisiz ihsan" işaretiyle "gökler ve yer durdukça" ifadesindeki ebediliği de tefsir etmiş, açıklamış olur. O halde âyetteki ""gökler ve yer dur d ukça" kaydının da sonsuza dek demek olduğu kendiliğinden anlaşılır ki, genellikle âyetlerde "ebeden" kayıtları da bunda açıktır. Şu halde "kesintisizlik" kaydının cehennemle ilgili âyette değil de cennetle ilgili olan ikinci âyette vurgulanmasından dolayı, bazı kimselerin "cennet sevabı ebedidir, fakat cehennem azabı genellikle bir yerden sonra bitecektir, kesilecektir" şeklinde zannetmeleri doğru değildir. Velhasıl yukarıdan beri anlatılagelen kıssalar iyice düşünülünce anlaşılır ki, sûrenin baş tarafında geçtiği üzere, "Bu dünya hayatını ve nimetlerini isteyenler." (11/15) sayılı ve belli bir eceli bulunan bu dünya hayatında nasipleri ne ise onu tamamiyle alırlar. Sonra da "Ahirette kendilerine ateşten başka birşey kalmaz" (Hud, 11/16). Böyle ebedî bedbahtlardan olurlar. Bunlara karşılık "İman edip salih ameller işleyenler ve Rablerine karşı terbiyeli" kimselerden olanlar da "Cennet ehlidirler, orada ebedî kalırlar." (Hud, 11/23). Böylece ebedî mutluluğa ererler. İşte iki grup arasın daki fark bu kadar büyüktür. Bir de şakî olan bedbahtlar grubunun Firavunları ve elebaşıları gibi, said olan bahtiyarlar grubunun da peygamberleri, sıddıkları ve önde gelenleri vardır. Her iki grubun ileri gelenleri vardır ki, bunların azap ve sevapları da belli ölçüde öbürlerinden farklıdır. Azgınların elebaşılarına cehennem ehli içinde ötekilerden farklı olarak Allah Teâlâ'nın dilediği öyle müthiş bir azap vardır ki, bunun ne kadar korkunç olduğu hayal dahi edilemez. Şu halde bunlar sıradan bedbahtlardan daha bedbaht bir durumdadırlar. Mesutların önde gelenlerine de Allah Teâlâ'nın, cennet ehli içinde özel olarak hazırlamış olduğu öyle saadetler vardır ki, "Hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği, beşer cinsinden hiçbir kalbin hissetmediği." nimetlerdir ki, bunları tarif etmek için cennet tabiri bile az gelir. Bu artık bütün nimetlerin ve istihkak edilmiş bütün mükafatların üstünde sırf Allah'ın fazlı ve keremi ile olan rabbani ihsanlar, kesintisiz ihsanlardır. Şu halde buna nail olacak olanlar da bahtiyarlar bahtiyarıdırlar. Elmalılı Hamdi Yazır'ın Hak Dini Kur'an Dili Tefisirinden alıntıdır. -Demek ki ne lazımmış? -Ayetin tefsirini öğrenmek...
  6. Tengeriin boşig: Senin "Ruh Doktoru" olduğunu iddia ettiğin Sigmund Freud ne demiş bir bakalım: "Bilgiye erişim kolaylaştıkça ve yaygınlaştıkça, dinler de ortadan kalkacaktır." demiş. Arkadaşım bak ya ben anlatamıyorum. Ya sen anlamak istemiyorsun. Her kafir bir değil. Metafizik alanlarını inceleyen ateistler de vardır. Metafizik olayların varlığını kabul edip Allah'ı kabul etmeyenler veya Allah'ı kabul edip dinleri reddedenler de vardır. Bunları bilmeden konuşmayalım. Senyour'a cevap : Arkadaşım bunlar inançsız. Bunlara akli yönden bazı gerçekleri anlatmak lazım. Şimdi bazı konular vardır onlar hakkında yoktur demek kafirliğe sürükler. Onun için İslam'i inanç bir bakıma dogmadır. Ama dogmaların en bilimselidir. Tabi dediğin gibi İslam araştırmaya karşı değildir. Araştırmayı teşvik eder. Onun için dogmaları İslam'la bir tutmak da yanlış olabilir. Benim sözlerim değişmez yasalar olmadığı için yanılıyor olabilirim. Selametle.
  7. Güzel kardeşim. Zaten biz de olayın derin güçler tarafından yapıldığını söylüyoruz. Dediğimiz şeyler aynı ama farklı yollarla anlatıyoruz. El-Kaide ile pkk,ibda-c ve pjak aynı görüşten midir değil midir tartışılır. Zira El-Kaide materyalist bir ideolojinin peşinden gitmiyor. Ama müslüman olup ta derin güçler tarafından kullanıldığı olayı da olabilir. Her ne olursa olsun 11 Eylül olayı ile El-Kaideyi yan yana koyup tarafsız bir şekilde inceleseniz. Göreceğiniz şey El-Kaide'nin bunu yapmaya gücünün yetemeyeceğidir. 11Eylül üst düzey bir plandır. Basit bir bir ol değil.
  8. Sadece şunu söylüyorum Sigmund Freud'un hayatını netten araştırın. Hiç olmazsa Richard Panek'in ''Görünmez Yüzyıl'' kitabını almanızı görüş açınızı genişletecek. ''Sigmund Freud Yahudi kökenlidir ancak bir Ateisttir. Ölene kadar da Ateist olarak kalmıştır.'' demişsin. Yahudi asıllı ateist olması çok daha tehlikeli. Çünkü Yahudiler seçilmiş ırk oldukları için tüm suçlarının affedileceğini ngörürler. Onun için Yahud kavminin başarısı için Tanrı'yı inkar etmek gerekse onu da yaparlar. Çünkü seçilmişlerdir ya. tANRI ONLARI DEĞİL DE KİMLeri bağışlasın? ''Psikoloğa gidin'' demekle iş oluyor tabi. Psikolok acaba neyi iyileştiriyor. Beyni mi O zaman neden Ruh Sağlığı hastahaneleri var da Beyin sağlığı hastahaneleri yok. Sözün kısası iş inançta bitiyor. İsteyen reddeder, isteyen kabul eder. Reddeden de kabul eden de niye bunları sahiplendiğini bilir. Forumda sen A cevabını vereceksin, Ben B, Ama ikisi de dogmatik kalacak. Doğuştan körler hakkında söylediğiniz sözleri çok dikkatlice okudum gördüğüm şu : Kişisel sözler...Araştırma ve kaynaklara dayanmıyor. Bende tüm ülkelerdeki yüzlerce doğuştan kör olanların rüya gördüğü hakkındaki haberleri veririm ödeşiriz. ''Ee tabi, "Big-Bang Evrimi yalanlıyor" diyebilen birisinden nasıl bir performans bekleyebilirim ki...'' demişsin. Bakın Darwin materyalisttir. Ve materyalist yargılardan teorisinde birçok veri kullanmıştır. Mesela evrenin sonsuzluğu. Ve sabit evren fikri. Büyük Çöküş teorisi evrenin sonlu olabileceğini,Büyük Patlama da evrenin başlangıcının olduğunu söyler. Dolayısıyla Big Bang ile evrim teorisi paralel tabanda değildir. Şunu da söylemelidir ki materyalist evrim teorisi sabit evren fikrini savunurken Big bang teorisi evrenin genişlemekte olduğunu söylemekte. Bu da ayrı bir çeliki.Çelişki çok ama anlamak isteyene. ''hAHAHAHAHAHAHA'' GİBİ kişisel iletilerinizi cehennemde de faaliyete geçirmeniz dileğiyle. Not : Cennetten Cehenneme geçileceğini ayetlerle kanıtlamıştınız. Hala ayetleri göremedim?
  9. Diğer dinleri eleştirmen ve yanlışları ortaya koyman İslam'ı bir zarara uğratmaz. Aksine doğruluğunu kanıtlar. Çünkü önce yollanan tüm şeriatlerin zaman içinde değişime uğraşığını Kur'an'da Allah bize bildirmektedir. O zaman cümlelerinde İslam deme de tüm dinler de Psikolojiden anlayanı severim. Ama bence Freud'un hayatını netten araştır. ''Ruh doktoru'' neden dendi anlarsın. Korkma sizin psikolojinize inmek gibi gereksiz bir niyetim yok.
  10. YARASA'ya cevap : ''Dogmatik olan bir şeyi arıyorsanız kutsal kitapları (ve onların değişmez, değiştirilemez fikirlerini) okuyabilirsiniz...'' demişsiniz. Zaten dinler dogmatiktir. Ama mevcut dinlerde kasıtsız bir araştırma yapıldığında en üstününün ve İslam şeriatinin de türm dinler kapsadığını herkes görecektir. Bunu bir tafa bırakalım işin özü şudur. Allah'ın % 100 olduğunu düşünenler kadar % 100 olmadığını düşünenler de dogmatik görüşlüdür. ------------------------------------------------------- ''Ben hiç bir şey anlamadım bu spattan. Sadece sonuç söylenmeye çalışılıyor. Rica etsek kaynağınızı ve tam metnini gösterir misiniz? Bakalım ne kullanmış bu formülde...'' demişsin. Cevap : Türker Alkan'ın Tanrı'nın var olma olasılığı adlı makalesinin tamamı : www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=137344 ------------------------------------------------------- Yarasa kitaptaki değişkenleri sormuş buyrun makaleden kısa bir not: Stephen Unwin adındaki işletmeci, 'Probability of God' (Tanrı'nın Olasılığı) adlı kitapta Risk, analiz ve yönetim uzmanı olan Unwin, Bayes formülünden yola çıkıyor. Unwin, ahlaki değerleri, özgür iradeyi, mucizeleri, Tanrı'nın varlığını kabul eden ve karşı çıkan felsefi görüşleri, formülündeki değişkenler olarak ele alıyor.Böylece Tanrı'nın var olma olasılığını % 67 buluyor. Şimdi % 23'lük durum ne olacak diyenler varmış. Bakın dinden uzak olarak yapılan ve problemlere dayanan bu kitapta bile sonucu bu şekilde bulmuş. Şimdi akıllı adamın yapması gereken olabilme olasılığı çok olanın yanında yer alamaktır. Az olanın üzerinde yer almak isteyen de onun yanında yer alır. Ama mantıksal çıkarımlar bile bu durumun akıllıca olmayacağını ortaya koyacaktır. Tanrı'nın var olma olasılığı üzerine yazılan yazılara kısa bir açıklama : Yaratıcının yüzde yüz varlığı veya yokluğunu kimse ispatlayamaz. Çünkü ispat etmek deney ve gözlem yapabilmekle olur. Dolayısıyla % 100 Tanrı var veya yok demek inanışla ilgili birşeydir.İnananlar %100 varlığını kabul eder. İnanmayanlar da % 100 reddeder. Daha detaylı bir bilgi için Stephen Unwin'ın ''Tanrı'nın Olasılığı'' adlı kitabı almanızı tavsiye ederim. Okumadan reddetme bence ------------------------------------------------------- ''Ayrıca bu yaratıcının sizin Allah'ınız olduğunu nereden çıkarttınız?'' Yaratıcı tektir. Tüm din şeriatleri ve en son tüm dinleri kapsayan ve tüm insanları bağlayan İslam şeriati O'nun tarafından gönderilmiştir. Kabul etmeyene verilecek tek cevap : Senin inanışın sana, benim inanışım bana. Ben senin inanışına karışamayacağım gibi sen de benim inanışıma karışamazsın. ------------------------------------------------------- Notamatik'e cevap : '' Özellikle Zaman gazetesinde, Vakit gazetesinde, STV televizyonunda verirler bu demeçleri. Alemdir bu bilim adamı milleti, siz bilmezsiniz onları.'' demişsin. Bazı kanallara katmış olduğunuz ortada. Sözü geçen tv kanallarını pek izlemem ama her fikrin ve din'in kendine göre tv kanalının olmasından yanayım. Çünkü ''sadece bir tarz tv kanalı olsun'' demek bizi bir bakıma dikta rejimine götürür. Sözü geçen tv kanallarını sevmeyebiliriz. Ama yayın haklarını sırf görüşlerini bildirdikleri için ellerinden almak Nazi Almanyasında ve Sovyet Proleterya Diktatörlüğünde olur. Siz dikta rejimi istiyorsanız o başka ------------------------------------------------------- Notamatik'e carp : Atatürk için de yapıyorlar. "Atatürk kafirin biriydi. Ülkeyi mahvetti, bırak şu Atatürk'ün peşini. Dindarlaş." demişsin. Cevap : Bakın Atatürk'ü çok severim. Benim gibi birçok müslüman kardeşim de sever. Ama söylediklerinin hepsi doğrudur demek bir bakıma onu kutsallaştırmak demektir. Yani kendi bile bunun yapılmamasını istemişti. Söylev de demeçlerinden anladığımız kadarıyla Atatürk gerçek bir Müslüman olmak gerektiğini vurguluyor. Deney ve Gözlemden geri kalmamamızı istiyor. Bu şekilde din'in ilerleyeceğini söylüyor. Bu da gerçek müslümanların istediği ve istemesi gereken davranıştır. Siz sadece bazı cemaat veya gruplara bakarak tüm müslümanlara iftira etmeyi seviyorsanız buyrun istediğiniz iftirayı yapın. Ben birkaç ateist'in yaptığı yanlış yüzünden tüm ateistlere sövsem etik bir davranış sergilemiş olmam. Onun için birkaç müslümana bakıp ta İslam'ı eleştiremezsiniz. Pratikte yapılan hatalar Teori'nin yanlış olduğunu kanıtlamaz. ''Yani dini yut da nasıl yutarsan yut. İster suyla yut, ister kuru kuru yut. İster rakına meze yapıp yut. Yeter ki din ayakta kalsın.'' demişsin. Rakı içmem sana kalsın. Sürekli yut yut dedin bu cevaplardan sonra kim neyi yutar sen düşün.??? ------------------------------------------------------- TAKLAMAKAN'A cevaplar : ''Dinin ayakta kalmasını isteyen insanlar neden bunu ister aceba.'' demişsin. Karl Marsk ''Din halkların afyonudur'' demiştir. Bu söz bir bakıma doğru, nasıl mı? Mesela Hıristiyanlık veya Musevilik şeriatleri değiştiği için afyon tesiri yapmıştırlar. Ama İslam için bu tespit söz konusu değildir. Çünkü İslam beli kalıplarda kalmayı değil araştırıp öğrenmeyi emreder. ''1- Ruhban takımı. Maddi gelir sağlıyorlar , meslekleri var , hayatlarını kazanıyorlar , bu yuzden dinin ortadan kalkmasını istemezler.'' demişsin. Cevap : İslam'da böyle bir durum yok. İslam, Papalık,kiliseler ve mason locaları gibi din'i ekonomik bir gelir kapısı yapmaz. Cuma namazı sonucunda isteyen dini konulara yardımcı olsun diye para verir. Ama dediğimiz gibi kimse zorlanmaz. İsteyen verir. ''2- Dini kullanarak toplumu yöneten yöneticiler. Ellerinden böyle buyuk bir yonetim aracının alınmasını istemezler..'' demişsin. ''3- Ya Allah varsa diyen oportunistler. Ya cennet varsa neler kacırırım , ya cehennem varsa nasıl yanarım, diyen kişiler. Zaten tanımın içinde bu kişilerin neden inandıkları açıklaması var.'' Allah'ın %100 varlığını iddia etmek kadar, %100 yokluğunu iddia etmek dogmatizmden ileri gitmez. Çünkü %100 kanıtlamak için deneylerin olması lazım. Halbuki Allah labaratuvara konulup ta deney yapılacak bir olgu değildir. Ya varsa,ya yoksa konusunda Hz.Ali zirve cevap vermiştir. Buyrun cevap, üstüne konuşmak bile gereksiz : İlmin kapısı Hz.Ali’ye de aynı soru sorulur. Ve Hz.Ali olayı şöyle özetler: ‘‘Farzedelim; inanmayan inat edenlerin dediği gibi; Allah, peygamberler, kitaplar, melekler, ahiret, kader yok. Bu durumda ne inanana bir şey olur, ne de inanmamakta inat edene. Ama, ya varsa; inanana yine bir şey olmaz, ama inanmamakta inat eden, işini şansa bırakmış olur ki buda akıl karı değildir.” ''4- Bir Grup a ait olma ihtiyacı. Maslow un ihtiyaclar hiyerarşisinde bulunan bir grupa ait olma hissi. '' demişsin. Kişisel kanaatim insan belli bir guruba ait olmaya ihtiyaç duymaz. Çünkü birçok bilim adamı idealist ve ateistler arasında kalmış fakat bilinmezciliği seçmiştir. ''5- Mahalle baskısı. Ya milletin akıllısi benmiyim. Hemn ınanmaz isem dışlarlar. Anne babamla yeteri akdar sorunum var zaten, bide bu mesleyi araya koymayalım, hepten mahalleden atılırız. Olabilir.'' Bunu islam'ı en iyi anlayan atalarımızdan bir örnek vererek cevaplamak istiyrorum. Fatih,İstanbul'u aldıktan sonra isteyen istediği dine mensup olur demiştir. Ör : Kilise,Havra ve Camii'ler İslanbul'da hep yan yanadır. Anadolu da da öyle. İsam'ın hoşgörüsünü baltalamak için rahip cinayetleri, kitabevi baskınları , gazeteci cinayetleri yapılmakta ve bunlar İSLAM'ın suçu gibi gösterilmektedir. Her zaman dediğim gibi şunu da belirteyim ki : Hiçkimsenin kişisel suçu din'e, millet'e,ideolojiye bağlanamaz.
  11. Eğer Kur'an okusaydınız ve okumuyupta anlayabilseydiniz bu saçma açıklamayı yapmazdınız. Çünkü Allah Kur'an da her kavme peygamber verdiğini ve o peygamberlerle şeriatler indirdiğini belirtir. Dolayısıyla her kavim şeriatlidir. Ama yine Kur'an 'ın deyimiyle şeriatleri bozulanlar,şeriatleri yok olanlar ve İslam'dan hanersi olanlar için Bakara Suresi'nin 286.cı ayeti inmiştir: ''Allah, hiçbir nefse gücünün yettiğinden fazlasını yüklemez.''(Bakara Sûresi, 2/286) Bu perspektiften bakarsan yazılarım ve Kur'an hakkında çelişki göremezsin. Tengeriin boşig'e cevap : İslam'ın gelmesi insanların cehenemden kurtulması demektir. Sadece İslam'a olan saldırınızdan dolayı Musevi veya Hıristiyan olabileceğiniz şüphelerim arttı. Çünkü ''Eğer Tanrı merhametli olsaydı ne olurdu biliyor musun? İslamı yollamazdı...Böylelikle insanların sorgulanmaları gereken bir dikteleri olmazdı...Böylelikle insanlar cehenneme gitmezlerdi...'' diyerek İslam haricinde diğer dinlerin taraftarlığı söz konusu oluyor. Yani sen açıkça ''diğer dinlere değil de sadece İslam dinine düşmanım'' diyorsun. Hangi dinden isen buyur tartışalım bizim için birşey değişmez. Çünkü İslam tüm bozulan şeriatleri kapsar ve onların yanlışlarını yüzüne vurur. Kur'an daki ifadeyle '' Az bir çıkar için Allah'ın sözlerinin değiştirildiği'' bilridilmektedir. Bu gerçek midir diye sorduğumuzda Tevrat ve İncil'deki son peygamber olarak vadedilen Hz.Muhammed'in gerçekten doğru olduğu ortaya çıkmaktadır.(Bunun hakkında bilgi isteyenler pm atsın yardımcı olayım.) (Aslında Bize göre bir incil vardır. Diğerleri insan elinden çıktığı kesindir. Sözde ilham ile yazılmıştır.Papalık denilen kurumu meydana getiren Yahudiler, Hıristiyanları kontrol altına almak için bu kuruma ihtiyaç duymuş ve dini ekonomik kazanç kapısı haline getirmişlerdir.Ör : Din adamlarına para verip günahını anlatınca Allah onları affedermiş)
  12. YARASA'ya cevaplar : Küfür boş durmaz diyorlardı şimdi daha iyi anlıyorum bu sözü. Cuma namazındaydık neler yazmışsınız. Namaz olmasaydı bu kadar açmazdık arayı cevabı yapıştırırdım. ''Ah arkadaşım ah. Şu isaretlediğim cümlenden sonra tartışamayacağım seninle. '' demişsin. Tartışma yapamayacak kadar açık olduğu için tartışamıyorsun. Bence git biraz psikoloji oku. ''Ah be arkadaşım ah... O verdiğin adres, buraya kopyaladığın yazının adresi. Halkımız daha referans vermeyi, alıntı yapmayı, kaynak göstermeyi bilmiyor! Kalkıp bilimi tartışıyor. '' demişsin. Cevap :Halk kelimesi senin olsun. Ben Türk milletinin bir evladıyım. Milletimiz de daha doğru olur. Buraya kopyaladığım yazının adresi olduğunu bildiğim için ''ÖNERİ'' diye bir dipnot koydum. Ama anlayan olmamış. Sigmund Freud, Avusturyalı ruh doktoru, psikanalizin kurucusudur. Bu bile ruh üzerine birçok sözünün olduğunu kanıtlar. Ama illaki kaynakları görecem diyorsanız Richard Panek'in ''Görünmez Yüzyıl'' kitabını almanızı isterim. Kitap ''Einstein, Freud ve Saklı Evrenlerin Araştırması'' olarak da biliniyor. ''Harun Amca sitelerinden kopyalayıp yapıştırmakla yetiniyor. '' demişsin.Ötesi de yok maalesef... Harun Amca kim? ''ÖNERİ: Daha çok çalışın... Biz burdayız, bekleriz'' Cevap : Daha çok çalışmaya gerek yok ki. *********** 1-Beyin bilinçaltına attığı görüntüleri rüyada gösteriyor demiştiniz. Doğuştan Görme engellilerin nasıl rüya gördüğünü açıklarmısınız? Bu sorumun cevabını alamadım. 2-Cennetten Cehenneme geçileceğini ayetlerle kanıtlamıştınız. Hala ayetleri göremedim?
  13. YARASA'ya cevaplar : Arkadaşım, bilimsel olarak ruh ispatlansa dünyada bunca sayıda materyalist kalır mı? Cevap : Bugün hala Big Bang'i inkar eden Materyalistler var. Demek oluyor ki bilimsel veri bile gerçeği kabul etmelerine yetmiyor. -------------------------------------------------------- Telepati ruhun varlığını göstermez! Beyin dalgaları ile ilgili olabilir. Olmadı! Cevap : Olmadı değil işte. Olay tam orta çıkmaza giriyor. Beyin denilen et parçası o fonksiyonu nasıl yapıyor? Bu fonksiyonları yapabilme gücü toprak tarafından tesadüf eseri mi o organa verildi? Beyin bir kayıt cihazı gibi nasıl çalışıyor, Zaman ve mekan kavramını nasıl algılıyor ve beyi'ni arka odasında nasıl şekillendiriyor? -------------------------------------------------------- Bilinç altı olayları beyin ile ilişkilidir. Ruh ile değil! Psikoloji ve psikiyatri okuyunuz... Olmadı! Cevap : Nasıl da yakananıyorsunuz. Psikoloji ve psikiyatri okuyun diyorsunuz. Orda zaten ruh'un varlığı öğretiliyor. Beyin canlı olmamızı sağmalıyor ki? Et,organ,deri,damar vb.. özellikte olan insanı hangi güç hüzünlendiriyor, hangi olgu onu sevinriyior, aşk dediğimiz olguyu yaşayan kim? -------------------------------------------------------- ''Bunu ilk defa duyuyorum kaynak gösterir misin? İlgili referansı... Hikaye olmasın? Değilse bile telepatiden bir farkı yoktur... '' Peşin hüküm sizi nasıl da ele veriyor. Dr. Halûk NURBAKİ'nin makalesi : www.kalbinsesi.com/konu1/teknur63.asp ÖNERİ : Bence şu google'yi kullanmayı öğrenin. Zamanım ve işim var her sorunuzu tek tek cevaplayamayabilirim. Biraz araştırıcı olun. Gerçekçi olmak araştırdıktan sonra hüküm vermektir. -------------------------------------------------------- Rüyalar bilinç ve bilinçaltının bize oynadığı oyunlardır. Olay beyinde biter. Ruhta değil! Olmadı! Şimdi biraz siz psikoloji okuyun. -------------------------------------------------------- ''Benden bu kadar. Daha fazla devam edemeyeceğim '' demişsin. Cevap : Edemezsin çümkü tüm yargıları beyin yapıyor gibi bir peşin hükme tabi oluyorsun. Bilinçaltı deyip duruyorsun. Peki doğuştan kör birinin rüya göremesini hangi bilinç altı güç yapabilir ? Dur sen söylemeden cevap vereyim - Beyin Not : Şimdi de bir manevi tespitte bulunmak zorundayım. Şeytan dediğimiz olgu herşeyi beyin yapıyor demenizi istiyor
  14. Tengeriin boşig'e cevaplar : ''Mahşer kelimesinin kökü "HaŞeRe"dir... Ahiret kelimesinin kökü "AHeRe"dir... '' demişsin. Cevap : Arapça biliyor olsaydın zaten açıklama kendini yapmak zorunda hissetmezdin. Türkçedeki kök olayı ile arapçadaki kök olayı bir değil. Arapça öğren de tartış. --------------------------------------- Cehennemden cennete yatay ya da dikey veya kadrolar arası geçişin olması önemli değil... Her iki yerde Sonsuza kadar Tanrı ile birlikte var kalacaklar... Cevap : Evet sonsuza kadar olacaklar. Ama sonradan yaratılmışlardır. Bunu da dikkatinize sunarım. --------------------------------------- Kur'an-ın neresinde Kıyamette herşeyin yok olacağı yazar söyler misin? EVRENİN SONU VE BIG CRUNCH Evrenin yaratılışı, önceki konuda da belirttiğimiz gibi Big Bang denilen büyük bir patlama ile başlamıştır ve o zamandan beri evren genişlemektedir. Bilim adamları evrenin kütlesi yeterli miktara ulaştığında, çekim kuvvetleri nedeni ile bu genişlemenin duracağını ve bunun evrenin kendi içine çökmeye, büzülmeye başlamasına sebep olacağını bildirmektedirler. Büzülen evrenin de, sonunda "Big Crunch" (Büyük Çöküş) denilen çok yüksek bir ısı ve sıkışma ile sonuçlanacağını ifade etmektedirler. Bu ise, bildiğimiz tüm yaşam şekillerinin yok olması anlamına gelmektedir. Stanford Üniversitesi'nde fizik profesörü olan Renata Kallosh ve Andrei Linde'nin bu konu ile ilgili yaptığı açıklamalar ise şöyledir: Evrenin akıbeti küçülmeye ve yok olmaya doğru gidiyor. Gördüğümüz ve daha uzaklardaki göremediğimiz herşey bir protondan bile küçük bir nokta şeklinde küçülecek. Sanki kara delik içindeymişsiniz gibi.... Kara enerjinin en iyi tarifinin şu açıklama olduğunu bulduk: Aşama aşama negatif hale gelen bu kara enerji, evrenin dengesinin değişmesine sebep olacak ve büzülüp çökecek... Fizikçiler kara enerjinin, negatif enerjiye dönüşeceğini ve evrenin yakın bir gelecekte büzüleceğini biliyorlar... Fakat bugün görüyoruz ki, biz bu olayın başlangıcında değiliz, ama evrenimizin hayat sirkülasyonunun ortasında olabiliriz. Big Crunch olarak ifade edilen bu bilimsel varsayıma, Kuran'da şöyle işaret edilmektedir: Bizim, göğü kitabın sahifelerini katlar gibi katlayacağımız gün, ilk yaratmaya başladığımız gibi, yine onu (eski durumuna) iade edeceğiz. Bu, Bizim üzerimizde bir vaiddir. Elbette, Biz yapıcılarız. (Enbiya Suresi, 104) Bir başka ayette ise göklerin bu durumu şöyle tarif edilmektedir: Onlar, Allah'ın kadrini hakkıyla takdir edemediler. Oysa kıyamet günü yer, bütünüyle O'nun avucu (kabzası)ndadır; gökler de sağ eliyle dürülüp-bükülmüştür. O, şirk koştuklarından münezzeh ve yücedir. (Zümer Suresi, 67) Big Crunch teorisine göre başlangıçta olduğu gibi önce yavaşça, fakat gittikçe hız kazanarak evren çökmeye başlayacaktır. Tüm bunların devamında ise, evren sonsuz yoğunluk ve sonsuz ısıda, sonsuz küçüklükte bir nokta haline gelecektir. Tarif edilen bu bilimsel teori, Kuran ayetleri ile paralellik içindedir. (En doğrusunu Allah bilir.) Not : üstteki ayetteki 'Allah'ın eli' sözcüğünü ''Allah'ın eli mi var, yoksa o da insan gibi mi'' diye saçma cevaplar geleceği için. Cevabı yazayım : Kur'an da Allah'ın eli, gözü gibi ifadeler mecazi kavramlardır. El'den kasıt kudret. Gözden kasıt'ta hiçbir şeyin gizlenemeyeceğidir. --------------------------------------- ''Pardon ama Big-Bang ile Evrim Teorisinin alakası nedir anlayamadım? '' demişsiniz. Evrim teorisi Materyalist bir tabanda oluşmuştur. Karl Marx'ın Darwin'e yazdığı övgü dolu sözler hala aklımda Evrim teorisi de materyalist teoriler gibi evrenin hiç yaratılmadığını ve sonsuzdan beri var olduğuun söyler. Big Bang de bunun tam aksini iddia eder. Yani evrenin bir başlangıcı vardır. Dolayısıyla sıfır hacim'ın patlamasıyla bugünkü madde dediğimiz olgular oluşmuştur. --------------------------------------- Kur'an-a bakarsak, İnsanın topraktan yaratıldığını da söylüyor... İnsanın Tanrı'dan gelip, Tanrıya döndürüleceğiniz de yazıyor... Bu bir çelişki midir öyleyse? Yoksa Tanrı, Toprak mıdır? Cevap : Bakın Big Bang teorisi sonucunda evreni yoktan yaratıldığı açıkça belli oluyor. Şimdi bir şeyin yoktan var edilmesi mi kolay? yoksa var olan şeyin yok edilmesi mi? diye soracak olursanız. Hiç şüphesiz 1.ci seçeneği seçenler çoğunlukta olacaktır. Evet. Kur'an da topraktan yaratılma durumu vardır. Ama Evrim teorisi gibi tesadüfler üzerine bir açıklama yoktur. Belli bir tasarım ile yaratıldığı vurgulanmaktadır. Dolayısıyla bu bir çelişki değildir Yoksa Tanrı toprakmıdır diye bir saçmalık kabul edilebilir mi? Toprak sonradan oluşmuştur. Kur'an Allah'ın sonradan oluştuğuun mu söylüyor ki çelişki olsun? Ayrıca sayılar da sonsuza kadar gider. Ama sayıları oluşturan ''1'' dir. Dolayısıyla sayılar sonsuza kadar gidiyor o zaman Tanrı sayımıdır demek saçmadır. --------------------------------------- "Cennet ve Cehennemdeki Sonsuz Hayat" anlayışına göre "Madde" ne olmalı?'' ''Hepsi bir yana, Öteki Dünyadaki "Madde" ile "İzafiyet Teorisi"nin ne alakası var? '' demişsin. Cevap : Cennet ve Cehennemdeki madde ile dünya hayatındaki maddeyi karıştırmamak lazım. İkisi de maddedir. Ama biri yok olacak. Diğeri sonsuza kadar devam edecek. İzafiyet teorisini örnek vermeme kızmışsınız. İzafiyet teorisi boyutlardaki zaman kavramının her boyutta aynı olmadığını kanıtlar. Üstteki cennet ve cehennem kavramındaki maddenin de bir olmadığı İzafiyet teorisindeki zaman kavramına paraleldir. --------------------------------------- ''İzafiyet Teorisi, Öteki Dünyayı falan ispatlamaz... İspatlar derse, buyur ispatla... Haydi, görelim...'' Big-Bang ile Evrim Teorisinin ne alakası var? Evrim Teorisi, Big-Bang'i doğrulayacak ya da yalanlayacak bir bilgi sunmaz ki? Ya da Big-Bang teorisi, Evrime'e dair bilgi sunmaz ki?'' demişsin. Cevap : Kelime oyunuyla kasteddiğim şey tam da buydu. Bence yazdıklarımı bir daha oku
  15. Bilimdeki tuz ruhu tanımı sizin olayı ne kadar çapsız düşündüğünüzü ortaya koyuyor. Bilimde tuz ruhundan başka ruh yoksa neden Ruh Sağlığı üzerine tesisler ve kurumlar var diye sorar bir insan. Ruhun Bilimsel İspatları Ruhun varlığı konusunda para psikologlar ve çeşitli bilim adamları ciddi araştırma ve yayınlar yapmışlardır. Biz bunlardan kaçınılmaz bilimsel gerçekleri yansıtan bazı önemli tesbitleri özetleyeceğiz. a. Telepati: Amerika, ilk atom denizaltısını (Natilus'u) denize indirirken, ilk kez askerî bir disiplin altında 13.000 millik mesafe içinde ve deniz altında telepatiyi bilimsel gerçeğiyle ispatlamıştır. Bunun dışında anne ile bebek arasında hatta büyümüş çocuklar arasındaki telepati kesinlikle bilimsel hüviyet kazanmıştır. b. Ruhî telkin : Bunun bir sonucu olan hipnoz, uyutma olayı da en kesin deneylerle ispatlanmıştır. Bir insan, karşısındaki insana madde ötesi etki yaparak onun maddesel biyolojisini etki altına alabilmektedir. c. Telkinle zihin okuma olayı: Einstein ve Freud'un birlikte oldukları, Newyork'taki bir evde; Messing tarafından ispatlanmıştır. Bilimsel bir araştırma amacıyla yapılan deneyde Messing, Freud'un zihninden geçenleri Einstein'in hakemliği ve şahitliği içinde bilmiş ve bu iki ünlü bilim adamını hayretler içinde bırakmıştır. d. Rüyalar: Bazı bilim adamlarının hâlâ beyin işlemi saydıkları rüyaların üç yönü. insandaki ruh varlığı gerçeğini kesinlikle ispatlar: 1. Geleceği açıkça belirten rüyalar. 2. Hiç gitmediğimiz yerleri önceden rüyada görme ve rüyadaki iç spikerin bize verdiği izahlar. 3. Bir günlük bebeğin uyurken gülmesi: Bu olay; rüyaların gündüz yaptıklarımızın tekrarıdır tezini tamamen yok etmektedir. Bebekler gündüz ancak 25 - 40 günlükken gülerler. Halbuki doğduğu günden itibaren rüyasında gülmeye başlar. e. Ölüm anı yaklaşınca ortaya çıkan zihnî zindelik: En ağır hastalıklara yakalananlar bile günden güne eriyerek ve ızdırap çekerek son saatlerine geldiklerinde; ani bir zihnî zindeliğe kavuşur. Hafıza berraklasır. Acılar diner, adeta tükenen madde üzerinde, ruh kendi zindeliğini aşikar bir şekilde beyan eder. Ölüm; adi maddesel bir o!ay olsaydı; duygular ve zihin yavaş yavaş sönüp bir perde gibi kapanırdı. Ölüm sırasında göz bebeklerinin genişlemesi adi bir felç olayı değildir. Norovejetalif sinir dengesi sıradan bir felç yapsaydı göz bebekleri daralırdı. Bu genişleme göremediklerinin özlemiyle birlikte- oluşur. f. Ani yeteneklerin belirmesi: Ruh konusunda başka bir gerçek de, birçok insanlarda beyin gelişmesi ve eğitimiyle izah edilemeyen ani yeteneklerin belirmesi (resim ve şiir gibi) ve bilmediği dilleri, görmediği ailelerin öykülerini hatırlamasıdır. Parapsikologlar bu olaylara Reenkarnasyon (ruhun beden değişmesi) derler, ancak bu yorum yanlıştır. Ruhun bir bedenden diğerine intikale ihtiyacı yoktur. Bu olaylar ruhun bir başka ruhla kısa devre alış verişi anlamına gelmektedir. Ruhun varlığı konusunda pek çok ilginç müşâhadeler olmuştur. Biomanyetik alan, telekinezi (uzaktan bir cisme etki yapma)... Ölümden dönenlerin ölüm anını anlatma öyküleri hep ruh konusunda net olaylardır. Ancak unutmamak gerekir ki; insanların tüm zihinsel yeteneklerini ve duygusal ilgilerini hâlâ insan beynine mal edenler vardır. Bir çok ruhsal olayları esrarengiz beyin dalgaları ile izah etme çabaları sürüp gitmektedir. Bunlar için verilecek cevap beyin ameliyatları sonucu ortaya çıkan gerçeklerdir. Bazı büyük beyin tümörlerinde, beyindeki hareket merkezi dışında büyük bir bölüm (beynin üçte birine yakını) alınmaktadır. Bu durumda insanın zihnî yeteneklerinde kayda değer önemli değişme olmamaktadır. Eğer beyin tümüyle zihni koordine etse, yönetse idi; bu ameliyatlardan sonra ruhsal yeteneklerimizin büyük ölçüde yok olması gerekirdi. Beynin ön ve yan ön lobları zekâ merkezi diye tanımlanmış, bu ameliyatlardan sonra bu lobların tamamen alınması halinde ciddi bir zekâ problemi ortaya çıkmamıştır. Yeni araştırmalar bu bölgelerin kompitür görevi yapan uyum merkezleri olduğunu ispatlamıştır. Ameliyatlarından sonra bu görevi diğer bölgelerin ele aldığı anlaşılmıştır. Şu halde bilimsel olarak şu yargılara varmak yerinde olacaktır: a) İnsanda madde ötesi yetenekler vardır. Bunları vücudun maddesel yanı ile izah mümkün değildir. İnsanın, insanlığını ispatlayan; sevgi, san'at, telkin, önsezi, telepati yönleri onda madde ötesi bir yanın olduğu gerçeğini doğrular. ''Bu yukarda söylediğinle ilgili ayeti gösterir misin? '' demişsin. Kalbinde iman bulunan ve bu imanla ölen herkesin Cehennem’e girse bile sonunda Cennet’e gireceğini bildiren hadisler vardır. (Buhari, Tevhid 19, 31, 36, 37; Müslim, İman 322, 334; Muvatta, 1/212; ayrıca İbrahim Canan Beyin Kütüb-i Sitte tercümesine de bakabilirsiniz.) Cennete girmenin ilk şartı iman etmektir. İmanlı bir insan günahkar olursa cezasını çektikten sonra cennete gidecektir. İnsanın başına gelen her türlü sıkıntı, hastalık ve musibetler günahının azalmasına bir sebeptir. Ayetlerde ebedi cehennemde kalacağı belirtilenler kafirlerdir. Ancak salih amel eksiği olanların da bunların cezasını çekeceği malumdur. Bakara suresindeki 82. ayette, iman edenler ve salih amel işleyenler hariç diyerek, cehennemde ebedi kalacak olanların iman etmeyenler olduğu açıkça belirtilir. "Hayır, durum hiç de öyle değil. Günah işleyip de günahın kendisini her taraftan kuşatıp kapladığı kimseler var ya, işte onlar cehennemliktir. Hem de orada ebedî kalacaklardır. İman edip makbul ve güzel işler yapanlar ise, İşte onlar da cennetliktir. Hem de orada ebedî kalacaklardır." (Bakara Suresi, 81- 82) Yunus Suresindeki de aynı istikamettedir. Kötülük işleyenler ise, yaptıkları kötülük kadar ceza görürler. Kendilerini bir zillettir kaplayacak... Onları Allah’ın bu cezasından koruyup kurtaracak bir kimse yoktur. Yüzleri sanki kapkaranlık gece parçalarıyla kaplanmıştır. İşte onlar cehennemliktir. Hem de orada ebedî kalacaklardır. Gün gelir, onların hepsini bir araya toplayıp sonra Allah’a şirk koşanlara: “Siz de, taptığınız şerikleriniz de yerlerinize!” deriz. Artık onları putlarından tamamen ayırmışızdır. Şerikleri: “Siz dünyada bize tapmıyordunuz. Bizimle sizin aranızda şahit olarak Allah yeter. Doğrusu, sizin bize taptığınızdan hiç mi hiç haberimiz yoktu” derler. (Yunus Suresi,27 - 29) Müminun Suresindeki Ayetin devamında bulunan açıklamalar bunların, Allah’ın ayetlerini inkar eden ve müslümanlarla alay edenler olduğu belirtilmektedir. Cehennemde ebedi kalacak olanların kafirler olduğu net bir şekilde ortaya çıkıyor. Bu nedenle Ehl-i Sünnet anlayışında her hangi bir tezat yoktur. İman ile ölenler cehenenme girse bile, cezasını çektikten sonra cehennemde sonsuz olarak kalmayıp cennete girecektir. Büyük günahları işleyen kafir olur mu? Ehl-i sünnetin dışında kalan mutezile mezhebi ve haricilerin bir kısmı, “büyük günah işleyenlerin kafir olacağını veya imanla küfür ortasında kalacağını” söyler ve bunu şöyle izah etmeye çalışırlar: “büyük günahlardan birini işleyen bir mü'minin imanı gider. Çünkü Cenab-ı Hakk'a inanan ve cehennemi tasdik eden birinin büyük günah işlemesi mümkün değildir. Dünyada hapse düşme korkusuyla kendini kanun dışı yollardan koruyan birinin, ebedi bir cehennem azabını ve Cenab-ı Hakk'ın gadabını düşünmeyerek büyük günahları işlemesi, elbette onun imansızlığına delalet eder.” İlk bakışta doğru gibi görünen bu hüküm, insanın yaradılışını bilmeyen sakat bir düşüncenin mahsulüdür. Bediüzzaman Said Nursi hazretleri, bu sorunun cevabını Lem'alar adlı eserinde şu şekilde vermektedir: “... İnsanda hissiyat galip olsa, aklın muhakemesini dinlemez. Heves ve vehmi hükmedip, en az ve ehemmiyetsiz bir lezzet-i hazırayı (el altında bulunan hazır bir lezzeti), ileride gayet büyük bir mükafata tercih eder. Ve az bir hazır sıkıntıdan, ileride büyük bir azab-ı müecceleden (sonradan gelecek, tehir edilmiş bir azaptan) ziyade çekinir. Çünkü tevehhüm ve heves ve his, ileriyi görmüyor. Belki, inkar ediyorlar. Nefs dahi yardım etse, mahall-i iman olan kalb ve akıl susarlar, mağlup oluyorlar. Şu halde; kebairi (büyük günahları) işlemek, imansızlıktan gelmiyor, belki his ve hevesin ve vehmin galebesiyle, akıl ve kalbin mağlubiyetinden ileri gelir.” Evet, bediüzzaman hazretleri'nin ifade ettiği gibi, insanın yaradılışında cennetin akıl almaz lezzetlerini çok ötelerde görmesi ve bu yüzden onları ikinci plana atıp, hemen eli altındaki günah lezzetlerine meyletmesi gibi bir özellik vardır. Çok acıktığı için kendisini en yakın lokantaya atan bir adamın, ısmarladığı iki porsiyonluk döner 10-15 dakika gecikeceği için hemen eli altında bulunan kuru ekmeği kemirmeye başlaması ve midesinin yarısını onunla doldurması, bu sırdandır. Yine bediüzzaman'ın dediği gibi, insan bir ay sonra gireceği bir hücre hapsinden çok, hemen yemek üzere olduğu bir tokattan korkar. Yani bu hissiyata göre cehennem azabı, onun için çok uzaktır ve Allah da zaten affedicidir. İşte insan, bu mülahazalarla 'imanlı olmasına rağmen, günahlara meyleder ve nefsinin de desteklemesiyle içine düşebilir. Evet büyük günahları işlemek, imansızlıktan gelmez. Fakat o günahlar, tövbe ile hemen imha edilmezse, insanı imansızlığa götürebilir. Bu konuda yine bediüzzaman'ı dinleyelim: “günah kalbe işleyip siyahlandıra siyahlandıra, ta nur-u imanı (iman nurunu) çıkarıncaya kadar katılaştırıyor. Her bir günah içinde küfre (Allah'ı inkara) gidecek bir yol var. O günah, istiğfar ile çabuk imha edilmezse, kurt değil belki küçük bir manevi yılan olarak kalbi ısırıyor...” NOT : Cennetten cehenneme geçileceğine dair bir ayet veremezsin. Bende senden ayeti isterim.!!!
  16. Tek Türkiye de bir örnek fakat Vali Yazıcıoğlu'nun hayatının çevrildiği filim örnek verilebilir, Kurtlar vadisi örnek verilebilir. Filmilere güvenmek veya güvenmemek ayrı bir tartışma konusu ama filimde geçen olaylar gerçekten alınmadır. Dolayısıyla tamamı gerçek olmasa da gerçeklerden alıntılar mevcuttur.
  17. Sözlerini ve sözlerinde sürekli geçen ''taraflı'' cümlesini okudukça gülmemek için kendimi zor tutuyorum. Çünkü taraflı davranmanın kralını yapmışsın. Bence siz Farmasonluk'tan başlasanız ve ABD derin devleti'nin amaçlarını öğrenseniz çok iyi olur. Nitekim emekli olan ABD yetkilileri karanlık emellerini her geçen gün ifşa ediyorlar. Önereceğim birkaç yazar : Aydoğan Vatandaş, Ömer Lütfi Mete, Mahir Kaynak vb... Not : Hadi Yaratıcıyı görmediğiniz için inkar ediyorsunuz. Bari dünyanın bu kötü durumunu meydana getiren uluslar arası Derin yapılanmaları inkar etmeyin. -------------------------------------------------- Ayrıca oradaki uçaklar için çok şey söylendi.Uçaklardan birisinin tanker uçağı oldu ortaya çıkarıldı.Yani yolcu almadığı söylendi.Hadi bundan vazgeçtim,Pentagon'a bir uçak girmediği,Pentagon'a füze atıldığı NASA'nın kendi fotoğrafları ile ortaya kondu.Bütün o koca sekiz buçuk saniyede iki tane çelik bina çöktü ama aynı şekilde Karakas'ta ve Madrid'de aynı yükseklikte yanan aynı çelik konstrüksüyonlarla yapılmış binalar çökmedi.O zaman ABD'deki binalar kontrollü patlama ile çökertilmiş olduğu ortaya kondu.Bunları ortaya koyanlar kimler?ABD'nin kendi kaynakları...Sonra kim koydu?Almanya kaynakları,Fransa kaynakları...Bütüno çelik bina eridi ama Muhammed Atta'nın pasaportu zedelenmeden ortada duruyor.Böyle şey olabilir mi hiç?Ayrıca yolcu listelerini hiçbir zaman hiç kimse göremez. Derin Devlet,Profil yayınları,1.bölüm,Erol Mütercimler,soru-cevap kısmı,s.17 -------------------------------------------------- Adı geçen ayetin aslı ve anlamı üzerine bir yazı : Cihad Yeryüzüne Evrensel Sevgi-Şefkat ve Emniyeti Hakim Kılmanın Vesilesidir Müminin elinde olan, daima doğru yolu gösteren, izzet ve şeref kaynağı bir kitap; önünde de mukteda-yı küll bir rehber olan Hz. Muhammed (s.a.v) vardır. O, bu ikisiyle yeryüzünün en talihli insanıdır. Dolayısıyla yeryüzü hâkimiyetinin tek namzedi O'dur. Kur'ân mümine bunu öğretir, bunu talim eder. Ve Cenab-ı Hakk müminden hep bu neticeyi bekler. Zaten mümin, 'Allah Rabbim, Hz. Muhammed (s.a.v) rehberim, Kur'ân düsturum, cihad yolum; bu uğurda ölmek ise, en tatlı ümniye ve idealimdir' diyen insandır. Onun kafasında, sabit bir fikir halinde daima şu düşünceler vardır: 'Ben, kendi milletimi yeryüzündeki bütün milletler arasında bir muvazene unsuru haline getirme mecburiyetindeyim. Şayet yeryüzünde, tabakat-ı beşer çapında verilecek kararlar içinde benim reyim esas olmazsa, yeryüzünde nice zulümler işlenecek, azizler zelil, zelil olması gerekenler de aziz olacaktır. Onun için, hükmü ben vermeli, muvazene unsuru ben olmalıyım. Devletler bir araya geldiklerinde benim parmağıma bakmalı, söz söylendiğinde benim sözüme öncelik vermelidirler. Ve benim reyim alınmadan, kimse rey kullanmamalıdır.' Mümin işte bu seviyede bir anlayış, duyuş ve şuur seviyesini yakaladığı zaman, hiçbir süper güç müslümanları sömüremeyecek ve onlara ambargo uygulayamayacaktır. Zaten, Cenab-ı Hakk'ın bizden istediği de böyle bir yeryüzü hâkimiyetidir: وَلَقَدْ كَتَبْنَا فِي الزَّبُورِ مِنْ بَعْدِ الذِّكْرِ أَنَّ الأَرْضَ يَرِثُهَا عِبَادِي الصَّالِحُونَ 'Kasem olsun, Biz, Zikir'den sonra Zebur'da da şunu yazdık: Yeryüzüne Benim salih kullarım varis olacaktır.' (Enbiya, 21/105) Zikir, öğüt ve nasihat demektir. Burada ise ya Tevrat, ya da daha şümullü bir ifade ile 'Levh-i Mahfuz' mânâsına gelir. Bu takdirde, ayete şöyle bir izah getirmek mümkündür: 'Biz Levh-i Mahfuz'a yazdıktan sonra, Davud'a gönderdiğimiz Zebur'da da, Levh-i Mahfuz'dan istinsah ile şöyle yazdık ki, yeryüzüne ancak benim salih kullarım varis olacaktır.' Yerin hakiki ve uzun süreli muvazene unsuru, sadece salih kullardır. Bunların muvazene unsuru olmalarına karşılık, diğerlerinin hakimiyeti bir şimşeğin çakıp sönmesi gibi geçicidir ve izafîdir. Gözleri kamaştırsa, gözlerinin ferini alıp götürse bile, bu böyledir. Yeryüzünde, daimî bir yenilenme ile hakimiyeti devam edenler, ancak salih kullar tarafından temsil edilme durumuna gelebilmiş salih milletler ve salih topluluklar olacaktır. Levh-i Mahfuz'da bu bir kanun olarak tesbit edilmiş, sonra da, oradan alınarak Zebur'a kaydedilmiştir. Hz. Davud'un eline verilen orijinal (tahrif edilmemiş) Zebur'da böyle ilahî bir kanun vardır. Her devirde, hangi topluluk salih amel işler veya diğerlerine göre daha fazla salih amelde bulunursa, yeryüzünde denge unsuru olma, söz söyleme salahiyeti o toplumun hakkıdır. Ancak bu mevzuda şu hususa dikkat edilmelidir: Salih amel, sadece ibadetten ibaret olmayıp, temelde Nebi ahlâkıyla ahlâklanma demektir. Bu ahlâkta eşya ve hadiseleri anlama, insan ve kâinat arasındaki münasebeti kavrama da vardır. Yine bu ahlâkta, iç derinliği ile dış tefekkürü aynı ritimde koruma kabiliyet ve meziyeti mevcuttur. Böylece sonsuzu yakalayabilen insan, hakiki mânâda salâhı yakalamış olur. Yeryüzünde anarşi çıkaranlar, ölüme ölümle karşılık verenler, siyasî meselelerle halkın karşısına çıkıp onu iğfal edenler, umumun efkârını kendi istikametlerine meylettirebilmek için durmadan slogan üretenler ve bir ateş böceği hüviyetindeki akıllarına güvenerek burunları doğrultusunda gidenler, asla hakikî mânâda hakimiyet kuramayacaklardır. Bir gün hakikat güneşinin doğması, onların nasıl bir zifiri karanlık içinde yol almaya çalıştıklarını gözler önüne serecek ve onlara da hatalarını itiraf ettirecektir. Bu sebeple diyoruz ki, salâhat kazanmadan ulaşılacak neticeye hiç kimse bel bağlamamalıdır. Çünkü bu, ilâhî kanuna karşı tavır almak mânâsına gelir. Halbuki Allah (c.c) إنَّ الله لا يُغَيّر مَا بِقَوْمٍ حَتَّى يُغَيرُوا مَا بأَنْفُسِهِمْ 'Bir kavim kendini değiştirmedikçe, Allah da onları değiştirmeyecektir' (Ra'd, 13/11) buyurmaktadır. Dolayısıyla, bir millet azizken, Allah onları zelil etmez. Bir millet, başlara tac iken, Allah onları ayaklar altına aldırmaz. Ama millet kendini değiştirirse, Allah da onları değiştirir. Bu müsbet mânâda da, menfî mânâda da böyledir. Öyle ise, evvelâ 'Nefsinizi koruyun!', yani, nefsinizde derinleşin. İçinizi fethetmeye çalışın. Eğer fatih olmak istiyorsanız, evvelâ işe nefis kalesini fethetmekle başlayın. Buudlarınız, iç âleminizde gelişsin, genişlesin ve derinleşsin. Her tarafınızda Allah (c.c) mütecelli olsun. Deli Petro, bir delidir. Ama çizdiği plan Rus insanı için hep üzerinde durulmuş ideal bir plandır. Bu planın bir bölümünü şu ifadelerle hülasa edebiliriz: 'Balkanları aşacaksınız.. Osmanlı'nın gelişmesine ve yaşamasına imkân vermeyeceksiniz... İçlerine nifak sokacaksınız. Sıcak denizlere inecek, Afrika ve Basra Körfezi memleketlerini hâkimiyetiniz altında bulunduracak; yer yer Avrupa ile anlaşmaya gitseniz bile, hiçbir zaman Avrupa'nın âlem-i İslam'ı sizin aleyhinizde kullanmasına fırsat vermeyeceksiniz.' Deli Petro'nun meşhur vasiyeti, hemen hemen bütünüyle bu istikamette sarf edilmiş bir kısım sözlerden ibarettir ve daha düne kadar bu Rusya için hep bir ideal olagelmiş; hatta komünist Rusya bile bu idealden vazgeçmemiştir. Müminler için de Rasul-i Ekrem (s.a.v)'den kalma bir vasiyet vardır. Evet O da ümmetine büyük bir dâvâ ve bir yüce gayeyi emanet ölçüsünde vasiyet etmiştir. Bu emanet, dünya ve ukba saadetinin teminatı olan İslâmî ahlakın hayata hakim olmasıdır. Bu mukaddes emaneti afâk-ı âlemde temsil vazifesi, bugün bir borç olarak bize düşmektedir. Mümin, hayatı boyunca hep bu idealle yaşayacak ve yine bu ideal uğruna sıcak denize de, soğuk denize de açılacak... Sibirya buzullarında, Güney ve Kuzey Amerika'ya kadar her yerde, kendine ait değerleri, geçmişten tevarüs ettiği güzellikleri hissettirecektir. Zira Allah (c.c), müminin, kâfirlerin hâkimiyeti altında yaşamasına razı değildir. Bir mümin, kâfirin emri altında yaşamaya razı olmuşsa, o, İslâm'a ve imâna ait her şeyi kaybetmiş demektir; ve böyle birinin yaşamaya hakkı da yoktur. Zaten yaşaması da bir mezellettir.. ahireti de mezellet olacaktır. Bu itibarla bir müminin, bin bir ihtimamla yaşatacağı en mukaddes duygu ve düşünce, cihana hakim olma duygu ve düşüncesi olmalıdır. Bir zaman biz, bütün dünyaya hakim olmuştuk. Bu dün gerçekleştiği gibi bugün de gerçekleşebilir. Elverir ki azmedip, dişimizi sıkalım; hiç olmazsa, bu mevzuda düşünce üretip azim insanlarını harekete geçirelim. a) Hz. Musa'da Hakimiyet ve Öncesi Seyyidina Hz. Musa da terbiye etmekle sorumlu olduğu cemaatine bu hedefi göstermişti ama o cemaatin buna liyakatı yoktu. Tur'da Rabbinin tecellileriyle dopdolu hale gelmiş bir Rabbanî ve yüce ruhta temerküzleşen sonra da ondan nebean eden hakikatlere karşı onların gözleri kör, kulakları da sağır idi. Kur'ân onların bu hallerini; قَالُوا يَامُوسَى إِنَّا لَنْ نَدْخُلَهَا أَبَدًا مَا دَامُوا فِيهَا فَاذْهَبْ أَنْتَ وَرَبُّكَ فَقَاتِلاَ إِنَّا هَاهُنَا قَاعِدُونَ 'Ey Musa! Onlar orada oldukça biz asla oraya girmeyeceğiz. Sen ve Rabbin gidin savaşın, doğrusu biz burada oturacağız' (Mâide, 5/24) şeklinde hikaye eder. Evet, bu söz bir peygambere karşı söyleniyordu. İsrailoğulları senelerce arz-ı mev'ude girme ideal ve düşüncesiyle yaşamışlardı. Halbuki şimdi fırsat önlerindeydi. Biraz gayret ve biraz da fedakârlıkla maksatlarına erme imkânı ellerindeydi. Ama onlar hem mefluç hem de rahat ve rehavete gömülmüşlerdi. Yerlerinden kımıldamaya da hiç niyetleri yoktu. Yaşama kavga ve mücadelesinden korkuyorlardı. Hiç şüphesiz elde etmek istedikleri şeyin bedeli vardı.. ve onlar bu bedeli ödemeye yanaşmıyorlardı. Buna karşılık Hz. Musa, elinden birşey gelmediği itirafıyla Rabbine iltica ediyor ve: قَالَ رَبِّ إِنِّي لاَ أَمْلِكُ إِلاّ نَفْسِي وَأَخِي فَافْرُقْ بَيْنَنَا وَبَيْنَ الْقَوْمِ الْفَاسِقِينَ 'Rabbim! Ben ancak kendime ve kardeşime söz geçirebiliyorum; artık bizimle bu yoldan çıkmış milletin arasını ayır' (Mâide, 5/25) diyordu ki bu da 'Bıktım artık bunlardan; utandım ve usandım bu dertsiz, gayretsiz, rahat ve rehavet düşkünü, cihad aşkından nasipsiz ölü ruhlardan' demekten farksızdı. Evet O, 'Bizimle bu fasık kavmin arasını artık ayır' diye dua ediyor ve Cenab-ı Hakk'ın hakemliğine sığınıyordu. Bu dua ile hedeflenen hususun bugünü ve yarını itibariyle, Allah da onları tam 40 sene 'Tih' sahrasında şaşkın ve baygın bir halde dolaştıracaktı. Hatta, daha sonraki peygamberlerin misyonu da hep bu vetire içinde cereyan edecekti. Hz. Yûşa bu işe hız verecek aynı mücadele Hz. Davud'la sürüp gidecekti... Evet, Hz. Davud, Talut'un ordusunda bir nefer gibi Câlût'a karşı kavga verecek.. onu harb meydanında öldürecek. Ama bütün bu neticelere rağmen Tâlût'un ordusunda bulunanlardan niceleri yolda takılıp kalacak ve Câlût'a karşı ancak çok az bir fedakâr ve hasbiler ordusu çıkabilecekti. Yolda takılıp kalanlar 'Bizim Câlût ve ordusuyla başetmeye gücümüz yetmez' derken; sayıca az bu fedailer grubu كَمْ مِنْ فِئَةٍ قَلِيلَةٍ غَلَبَتْ فِئَةً كَثِيرَةً بِإِذْنِ الله وَالله مَعَ الصَّابِرِينَ 'Nice az topluluk vardır ki, çok kalabalıklara Allah'ın izniyle galebe çalar' (Bakara, 2/249) diyecek ve hayatı istihkâr ile ölüme atılacaklardı. Cenab-ı Hakk da onları bu inançlarında yalancı çıkarmayacak ve Tâlut'un ordusu Câlût'u hezimete uğratacaktı. Bu sayede Amelikalılar bütünüyle oradan sökülüp atılarak, İsrailoğulları'nın senelerdir içlerinde yaşattıkları Kudüs'e girme ümniye ve ideali tahakkuk edecekti.. ve etti. Ümmet-i Muhammed'in Hakimiyet Anlayışı ve Coğrafyası Bir de Nebiler Serveri'ne bakalım. O sahabelerin ruhunda defaatla misallerini verdiğimiz ideal çerağı tutuşturmuştu. Onlar, dînî hayatın ikamesini, her zaman şahsî hayatlarının önünde tutmuş ve Allah rızasını gönüllere hakim kılmayı hayatlarına gaye edinmişlerdir. Allah da, onlara bütün yeryüzüne sevgi ve huzur götürme imkânını vererek kendilerini aziz kılmıştı. Zaten Allah Rasulü'nün risaletinin mânâ ve hedefi de buydu. Cenab-ı Hak, O'nu yeryüzündeki bütün sistem ve dinlere galebe çalsın diye hak bir din ve hidayet kaynağı Kur'ân ile göndermişti. Mevzu ile alâkalı ayet, bu hususu anlatırken şöyle buyurur: هُوَ الَّذِي أَرْسَلَ رَسُولَهُ بِالْهُدَى وَدِينِ الْحَقِّ 'O ki, Rasulü'nü bütün dinlerin hepsine galebe çalsın diye hak din ve hidayet kaynağı (Kur'ân) ile gönderdi.' (Fetih, 48/28) Cenab-ı Hakk, O'na Mekke'nin fethini vaad etmişti; Allah vaadinde hulf etmezdi.. ve Mekke fethedildi. Bundan da anlaşılıyor ki, Cenab-ı Hak, cihan çapında devletlerarası muvazenede sözünü geçirecek hakim bir güç olmayı vakti geldiğinde O'na nasip edecekti. Zira bu keyfiyet de O'na (s.a.s) bizzat Cenab-ı Hak tarafından vaad edilmişti. Yeryüzünde gönüllerin tek ve biricik hâkim dini, İslâm olacaktır. O İslâm ki, insanlığa huzur ve saadet getirecek tek sistemdir. Evet Allah, Habibi'ni böyle bir dinle göndermişti. Göndermişti ki, yeryüzü O'nun nuruyla aydınlansın; bütün harabeler O'nun getirdiği hidayet kaynağı ile ma'mûr hale gelsin.. Yahya Kemal, Yavuz'un ruhaniyatının gölgesinde birgün şöyle der: 'Sultan-ı Selim-i evveli râm etmeyip ecel, Fethetmeliydi âlemi şân-ı Muhammedî.. Gök, nura gark olur nice yüzbin minareden, Şehbal açınca ruh-u revân-ı Muhammedî' Gönlünde bu aşk ve heyecanı tutuşturabilen insan, cihadı hayatının en büyük gayesi ve en büyük ideali haline getirir.. getirir ve artık bu uğurda ölmeyi cana minnet bilir. Zaten yok olmadıktan sonra, varlıktan dem vurmak da mümkün değildir. Varlığa giden yol, yokluktan geçer. Her gündüz bir geceden, her bahar bir kıştan sonradır. Şahsî hayatlarında kışı ve gecesi olmayanlar, ne bahar yaşayabilir ne de nehar... Milletinizin içinden bir nehar (gündüz) bekliyorsanız, gece hayatı yaşayacak, kendinizi zora koşacak; fırtına, tipi demeden zorlukları göğüsleyecek, kandan irinden deryaları geçecek, arkada nice Uhud'lar bırakacak ve sonra Mekke fethiyle, Çaldıran zaferiyle selâmlaşacaksınız. Evet, bütün bunlar bir kıştan, bir geceden sonra, binlerce derdin şakaklarımızı zonklatmasının ardından olacaktır. Her doğum, mutlaka sancı ve ızdırapla meydana gelir. Doğumla gelenin neş'esini tatmak isteyenler, böyle bir sancı ve ızdıraba razı olmalıdırlar. Cenab-ı Hakk, dinini yücelteceğini vaad ediyor. Allah'ın dinine sahip çıkanlar da, ona el atmakla yücelip aziz olacaklardır. Allah, bu ülkede olmazsa bile bir başka yerde bu dini mutlaka yüceltecek ve payidar kılacaktır. Bu, Allah'ın vaad-i sübhanîsidir. Ama O, bunu bir cemaatin yeryüzünden fitne yok oluncaya kadar mücadele aşk ve azmini göstermesine bağlamıştır. Kur'ân bu hususla alâkalı şöyle buyurmaktadır: وَقَاتِلُوهُمْ حَتَّى لاَ تَكُونَ فِتْنَةٌ وَيَكُونَ الدِّينُ لله 'Fitne kalmayıp, yeryüzünde yalnız Allah'ın dini hakim oluncaya kadar onlarla savaşın' (Bakara, 2/193). Evet, fitne ve huzursuzluk kalkacağı ana kadar mücadeleyi devam ettiriniz ki, insanlar, dünyevî ve uhrevî istikballerinden emin olabilecekleri bir ortama ulaşabilsinler. Yeryüzünde sulh u umûmî temin edileceği, huzurun ve emniyetin sağlanacağı ana kadar mücadele bir an olsun, kat'iyen bırakılmamalıdır. İşte, Rasûl-i Ekrem (s.a.v)'in ashabı içinde tutuşturduğu mefkûre meşalesi budur! Şimdi de bu meşale ile aydınlanan coğrafyaya bakalım; Hz. Osman (r.a)'ın halife seçilmesinin üzerinden henüz beş sene kadar geçmişti ki, Kuzey Afrika, baştan başa İslâm'ın hakimiyeti altına girmiş. Diğer yandan İslâm orduları, tâ Hazar Denizi'nin arkasına sarkmış ve Taberistan'ı fethetmişlerdi. Ardından, Mâverâünnehir ve derken İslâm, daha Hz. Osman devrinde Çin Seddi'ne varıp dayanmıştı. Bugünkü Türkiye'nin 50 misli büyüklük ve genişlikte bir devleti Cenab-ı Hakk, hem de 15 sene gibi kısa bir zaman içinde o devrin müslümanlarına lütfetmişti. Çünkü onlar, hayatı istihkâr ediyor ve her zaman ölümü gülerek karşılıyorlardı. Siz de, ne zaman hayatı istihkâr eder, rahatınızdan fedakârlıkta bulunur, dini hayatınızın gaye ve hedefi haline getirir ve 'İslâm şahsî hayatıma hakim olmadıktan sonra ölüm daha yeğdir' derseniz, Allah (c.c) size de lütufta bulunacak ve sizi yeryüzünün hakiki mirascısı kılacaktır'. Taşıdığı bayrağı en yüksek burca dikebilme derdiyle dertli, hatta duygu ve düşüncesini bütün yeryüzüne duyurduktan sonra, bu defa da göklere bayrak dikmeye azimli bir topluluktur ki, Cenab-ı Hakk'ın lütuf ve keremine liyakat kazanmış sayılır. Ve cihan hakimiyeti böyle bir Rabbanîler topluluğunun canlarını harç olarak kullandıktan sonra gerçekleşecektir.
  18. 1-Öncelikle şunu belirteyim ki ılımlı veya ılımsız islam yoktur. İslam İslamdır. 2-Ayetlerde de çok açık bir şekilde Hz.Muhammed'e inanmadıkları için değil. Allah'ın kurallarına uymadıkları ve uygulamadıkları için insanlar zalim olarak nitelendiriliyorlar. 3- Bence biraz tefsir okuyun belki konu açmadan önce cevap almanızı sağlar. Böylece insanların beynini saçma iddialarla boşuna yormazsınız. -------------------------------------------------------- Konuyla ilgisi olduğu için şu alıntıyı da vermek istiyorum. Kâfir — Farz edin ki ben ıssız bir köşesinde yaşayan ve İslâm dininden habersiz olan bir insan, Allah beni âhirette nasıl sorumlu tutulabilir ? Mümin — Allah, hiçbir nefse gücünün yettiğinden fazlasını yüklemez.(Bakara Sûresi, 2/286) Dünyanın ıssız bir köşesinde yaşayan ve cemiyet hayatından uzak bir insan, mücerret aklıyla, hangi hakikatleri bilmeye güç yetirebilirse, sadece onlardan sorumludur.” Mücerret akıl denilince, “bir peygambere muhatap olmamış, kendisine ilâhî emirler ulaşmamış, rehbersiz kalmış” bir aklı anlıyoruz. İmam Mâturudî, “insanın, kendi aklını kullanarak bir yaratıcısının olduğunu bilmeye güç yetirebileceği” görüşündedir. Kişi, içinde bulunduğu şartlarda, neyi bilmeye güç yetirebiliyorsa ondan sorumludur.
  19. Yarasa : ''İnsanların inançlarına göre zeka belirlenmiyor. Zekaya bağlı olarak inanç belirleniyor.'' demişsin. Evet. Müslümanların hepsi aynı bilgi düzeyinde değildir. Buraya katılıyorum. Fakat inandıkları olgular aynıdır. Bunu bir tarafa bırakalım. ''Zekaya göre inanç belirleniyor'' demek biraz abes kaçmış. Çünkü çok bilgili bir insan da yanlış bir inanç sahibi olabilir. Sonuçta bu bir fikirdir. Bu fikre karşı bir anti fikir yine oluşabilir. Yani biri bir fikir oluşturuyor. Diğerleri de onu değişmez yasa kabul ediyor. Peki soruyorum bunun dogmatizmden başka bir adı var mı? Mesela bu konudaki haberi bir fikir olarak nitelendirelim. Ve Türker Alkan’ın ‘Tanrı'nın var olma olasılığı’ makalesinden bir kesit olan aşağıdaki yazıyı da anti-fikir olarak nitendirelim. Bu durumda inceleyerek ve sorgulayarak bir sonuca varmamız lazım. Eğer incelemeden bir sonucu kesin kabul edersek bu da dogmatizmdir. "ABD'de bir bilim adamı, 200 yıllık bir matematik formülüyle Tanrı'nın varlığını ispatladığını söyledi. Scientific American adlı bilim dergisine göre Stephen Unwin, 'Probability of God' (Tanrı'nın Olasılığı) adlı kitapta, 'Tanrı, yüzde 67 olasılıkla var' diyor. Risk, analiz ve yönetim uzmanı olan Unwin, Bayes formülünden yola çıkıyor. Unwin, ahlaki değerleri, özgür iradeyi, mucizeleri, Tanrı'nın varlığını kabul eden ve karşı çıkan felsefi görüşleri, formülündeki değişkenler olarak ele alıyor." Filozofların şaşırıp kaldıkları bir ortamda işletmecilerin yanıtı hazır ve kesin: Yüzde 67! Gel de inanma!
  20. msnci

    bir sorum olacak

    Bir namaz vaktini boş geçirmek 180000 yıl cehennemdir deniliyor. ahirette zaman kavramı yok da deniliyor. bu çelişkiyi açıklarsanız çok sevinirim. Öncelikle bu bir ayet değildir. İşin ilginç yanı bu bir hadis de değildir. Peki bunu hangi akla hizmet buraya yazdınız. Ve kaynağınız nedir? Vakti boş geçirme üzerine hadisler şunlardır : (Malayani ile meşgul olanın hatası, günahı çok olur.) [El-Askeri] (Kıyamet günü günahı en çok olan malayani konuşandır.) [Ebu Nasr] (Ne biliyorsun, belki malayani konuşurdu.) [Tirmizi] Hazret-i Kab, hastalanınca, Resulullah efendimiz ziyaretine gitti. Hazret-i Kab’ın annesi, (Oğlum Cennet sana hazırdır) dedi. Peygamber efendimiz aleyhisselam da buyurdu ki: (Ey Kab’ın annesi! Ne biliyorsun, Kab belki malayani konuşurdu.) [İbni Ebiddünya] Not : Malayin, boş ve faydasız demektir. Tavla ve satranç oyunu Peygamber efendimiz, tavla oynayan bir grup insana buyurdu ki: (Oyunla meşgul olan el ve kalblere, boş ve bâtıl sözlere yazıklar olsun!) [beyheki] Oyun oynamanın fıkhi hükmü ise şöyle: (Tavla, satranç, 14 taş gibi oyunları oynamak tahrimen mekruhtur. Devamlı oynanırsa ve farzı yapmaya mani olursa yahut para için oynanırsa yine haram olur.) [Redd-ül Muhtar c.5, s.253] İmam-ı Gazali hazretleri ve imam-ı Şafii hazretleri, ara sıra satranç oynamanın mubah, devamlı oynamanın ise tenzihi mekruh olduğunu bildirdi. İmam-ı Şafii hazretleri, (Satranç oynamak, din ve mürüvvet sahiplerinin âdeti değildir) buyurdu. (İhya) Not : Olayın özü şudur : Boş işlerle ve boş hayat tarzıyla yaşamak, insanların ahiret hayatlarını kötü yönde etkiler. Aslında oynanması caiz görülse de para ile oynanması veya ibadetleri engellemesi halinde mekruh ve haram olur. Haram ve mekruh işleri çok işleyen de cenenneme gider. Herkesin de bildiği gibi cennet ve cehennemin sonsuza dek misafirleri vardır. Ama cehennemde bir süre kaldıktan sonra cennete geçenler de vardır. Allah o kadar adaletlidir ki. Cehennemin kalıcı misafirlerine bir kıyap yapmış ve Kafirlerin, günahları kadar acıyı hissedeceğini ve bir süre sonra yapılan tüm haharetli cezaların hiç hissedilmeyeceğini ama sonsuz cennet'i kaybetmenin burukluğunun hepsinden kötü olduğunu bildirmiştir. -------------------------------------------------------------------------- Cehenneme Giden Yollar Cenâb-ı Allah, imansız olanlara ebedî, mü'min olduğu halde günah işleyerek tevbesiz ölenlere 'af ümid edilmesine rağmen- muvakkat yani, geçici bir azab tayin etmiştir. Bu husus, imanın en önemli meselesidir ve elhamdülillah buna imanımız vardır. Cennet'in varlığına ve nîmetlerine, Cehennem'in de varlığına ve azabına inanmak farzdır. Cehennem, kâfirler için ebedî, mü'minlerden af veya şefaate nail olamayanlar içinse geçicidir. Hadîslerden yola çıkarak hazırlanmış olan, Cehennem'e sevk edebilecek vesîleler şunlardır: 1. Ehlullahla münakaşa etmek, onlara inanmamak veya tevhîde hizmet edenleri sevmemek, müslümanları kötü görmek. 2. Nefsini mükemmel ve kusursuz görerek, buna inanmak, yani benlik gütmek ve kibirlenmek. 3. Hak sözleri dinlememek, kendini nasihate ihtiyaçsız görmek, öğrenmek ve öğretmekten kaçınmak; sakınmak. 4. Mü'minlerin ayıplarını çıkarmayı istemek, çıkarınca buna ferahlanmak. Bu, en kötü haslettir. İslâmda tecessüs ve tehassüs yoktur! 5. Mü'minlerin ayıbına vakıf olunca bunu ifşâ etmek, alay konusu yapıp gülmek ve başkalarını güldürmek. 6. Günahları anlatmak ve açıktan işlemekle eziyet vermek, yahut günahlarını hafif görerek, alay konusu yapmak.. 7. Bâtıl (islâma aykırı) yerlere (ve işlere) yardım etmek. 8. Kendi nefsi için intikam almak. 9. Milletin istemediği, özellikle şer'î devletin sırlarını veya hayırlı insanların meclislerindeki konuşmaları ifşâ etmek. Meselâ, nurcular falan yerde hû çekiyor diye şikâyet etmek. 10. Herhangi bir mü'mine tuzak kurmak; onu hiyle ve fitneye sevk etmek. 11. Şeytanın hiylesine kapılarak küçük günahlara devam ettiği halde, Cenâb-ı Hakk'tan esirgenmeyi ümid etmek. Yani, şer karşılığında hayır beklemek. Bu, o kadar mühimdir ki, küfre kadar götürür! 12. Verdiği şeyi çok büyük görmek. 13. Yeterli rızkı olmasına rağmen dilenmek. 14. Azgınlık ve iftira etmek. 15. Hırslı ve cimri olmak. 16. Milleti tecesüsle uğraşıp, boş yere vakit geçirmek. 17. Malını aşırı derecede hesapsız harcamak ve israf. Harama veya haram işlemeğe harcanan tek kuruş bile israftır! 18. Zenginlere dalkavukluk yapıp, zenginliklerinden dolayı kendini alçak göstermek. Müslüman zengini Allah için sevmekte bir beis yoktur. 19. Müslümanlara küfür damgası vurmak. 20. Müslümanlardan birini tahkir etmek veya ayıplamak. 21. Nefsini övmek ve kendini temiz göstererek, kendi hakkında iyi şahitlik yapmak. En çirkin ahlak budur! Bu ahlak, çoğunlukla kalplerinde nifak olanlarda bulunur. Ashâb-ı kirâm en çok bundan korkmuşlardır. 22. Yapmadığı bir şeyle övülmekten hoşlanmak. 23. Başkalarının övmesiyle kendini beğenmek. 24. Kendini büyük ya da alim göstererek muhataplarının aklını bozmak. Meclisinde hata yapanı halkın gözünden düşürmek. Kısacası, köşeli sözler söylemekle benliğini ortaya koymak (öne çıkarmak). Buna enâniyet denir! 25. Sefihliği nedeniyle, yalandan başkasına lakap takmak, boş yere ve anlamsız olarak milleti ayıplamak; din ve dünya hususunda faydası olmayan şeylerle vaktini harcamak. Meselâ, büyük günah işleyen birini veya bir zalimi övmek, yahut da zulme yardımcı olmak. 26. Borcunu ödemede gevşek davranarak geciktirmek. 27. Çirkinliği temennî etmek. 28. Yalandan âlim ve salihlerin kıyafetine bürünerek, halka karşı onların davranışları gibi davranışlar sergilemek. Şayet içtenlikle büyüklerin ahlakıyla ahlaklanıyorsa bu elbette güzeldir ve hem de ibadettir. Çirkin olan, samimiyetsizlik ve sahteliktir. 29. Ruhsat ve zayıf fetvalara sarılıp, te'vilâta kapılmak. 30. Halden hale girmek için, şeriati kolaylaştırmak. 31. Herhangi bir işte, neticesini düşünmeksizin aceleci davranmak. 32. Nefsanî ve şeytanî tedbirler aramak ve mel'anetlik yapmak. 33. Cehalet ve bilgisizliğe kanaat etmek. Bu da çok önemlidir! Meselâ, Elemtere'den aşağısını bilenin fazlasını öğrenmeye gayret etmemesi; farz ve vaciplere ait bilgileri araştırmaması da buna dahildir! 34. Hak olan bir şeyi inkâr etmek. Bu, çok tehlikelidir! Meselâ, birine kızdığı için onun hak olan sözünü reddetmek, küfre kadar götürebilecek korkunç bir hatadır!. 35. Yersiz ve gereği yokken mücadele etmek. 36. İnsanlara, hayvanlara yok yere eziyet vermek. 37. Zulmetmek ya da zalime yardım etmek. Bu da çok mühimdir! İçki içeceğini bildiği halde bir adamın oğluna içki içmeğe yetecek kadar para vermesi haramdır! Aynı zamanda, işlenen o günaha da ortaktır! Particilerin de bundan hareketle dikkatli olmaları lazımdır! 38. Korkaklık nedeniyle dininden taviz vermek. Meselâ, namaz kılmayan işvereninin yanında kendini beynamaz göstermek, yahut da bu yüzden namazı terk etmek. 39. Dînî vazifelerinde ve özellikle mâlî ibadetlerde tamahkârlık yapmak. 40. Müslümana kin gütmek. Yaramazlık ve tefrikaya düşmek (bölücülük yapmak). 41. Allah Teâlânın kuluna bahşettiği nîmetlere razı olmayıp, onu çekemeyip kıskanmak; yani hased. 42. Yalandan kendini bilgisiz veya bilgili göstermek; yani ahmaklık. 43. Şehveti veya Allah'ın yasak ettiği dünyayı sevmek. Dikkat edilsin ki: Helalde şehvet yoktur. Dünyadan kasıt haram olan şey ve işlerdir. 44. Riyaseti (baş olmayı) ve yüksekliği sevmek. 45. Kendi ayıplarını yahut başkalarının ayıplarını anlatmak. 46. Sürekli mahzûn olmak. 47. Milleti aldatmak. 48. Ümidsizliğe düşmek. 49. Hıyânette bulunmak (ihânet etmek). 50. Sözüne muhalif olmak (verdiği söze uygun davranmamak, sözünü tutmamak). 51. Kendinde büyüklüğü tasarlamak. 52. Sebepbiz olarak kendini zelil edip, kötülük ve rezalete düşmek. Meselâ, yetimin tevazu göstermesi zillettir. Fakirin alçak gönüllü olması âcizliktir. Amma, kendisinde bir maharet (meziyet) olduğu halde, kendinden aşağı olana boyun eğmek, tevazudur. Kendinden büyük veya yukarıda olana boyun eğmek saygıdır. Bunları birbirinden ayırt etmek veya birbirine karıştırmamak gerek! 53. Halkın içinde kendini iyi göstermek, gizlide yapmadığı bir ibadeti halk içindeyken yapmak, bir illete dayalı olarak yaptığı ibadeti halk nazarında güzel göstermek; yani gösteriş. Ancak, gizlide yaptığı bir ibadeti , açıkta da yapmak gösteriş olmaz. Riyayı terk etmek de riyadır! 54. Fâsıklara ve nâmeşrû meclislere kalben de olsa meyletmek veya bilfiil bu meclislerde bulunmak. 55. Kendini emsâlinden üstün görmek. 56. İyi müslümanlar hakkında su-i zanda bulunmak. 57. Hükümdara dalkavukluk yapmak. 58. Masumları şikâyet etmek. 59. Adâletle hükmeden âmirlere karşı gelmek; yani anarşistlik. Özellikle kâfirlerle bir olup, böyleleri hakkında onlara casusluk yapmak! 60. Sövmek veya söven kimsenin sözünü dolaştırmak. 61. Oburluk ve boğaza aşırı düşkünlük. Yani yeme içmede fazla gözü olmak. 62. Şerlileri sevmek. 'Kişi, sevdiği ile beraberdir!' 63. Sık sık öfkelenmek. 64. Tul-i emel sahibi olmak; yani dünyalık uzun emeller peşinde olmak. 65. Kadınların emri altına girmek. 66. İbadet ve taatlerine karşılık ücret almak. 67. Başkasının ırzına, şerefine ve malına tecavüz etmek. 68. Zulmetmek ve sûikast yapmak. 69. Soyu sopuyla gururlanmak, enâniyet. 70. Dîni gayeler dışında gazaplanmak. 71. Tehevvür, yani ikide bir başkalarına hakaretlerde bulunmak. 72. Vaktini gaflet ve tembellikle geçirmek, yani vakti değerlendirmemek. 73. Vefâsızlık. 74. Fâsık olmak; yani Allah'ın emirlerini hafife almak veya namazın terki gibi fiilen itaatten çıkmak. 75. Yaptığı günahtan dolayı ferahlanmak (sevinmek); daha doğrusu günah işlemeği ehven görmek ve işlediğinde bundan hoşnut olmak. Bu dahi çok tehlikelidir! 76. Aslında katı kalpli olduğu halde, merhametli gibi görünmek. Bu da nifak alâmetidir! Hiç bir müslüman, başka bir müslümana böyle muamele yapamaz! Hayret ki, buna sempatizm demişler ve bunu meşrû saymışlar! Oysa bu davranış insanı nifaka sokar! 77. Nankörlük, yani velinimetini inkâr etmek. Büyükler der ki: Müslümanın sana yaptığı iyiliği unutman, kötülük yapman gibidir. Bunu yapmak insanı Allah'ın nîmetlerini de inkâra sevk eder! 78. Zayıfa ağır yük yüklemek veya gücü nisbetinde yüklendiği vazifede gevşeklik yapmak, ya da yapamıyacağı bir şeyi yüklenmek. 79. İfratla uyumak. Az uyku zararlı olduğu gibi, aşırı uyku da zararlıdır; daha doğrusu düşmandır. Hatta, ölümdür! 80. Nifak. Bunun alâmetleri: Ahde vefasızlık, emanete ihanet, davalaşmalarda iftira atmak ve yalandır! Bu, imanda olursa, küfürle birleşir! Amelde olursa riyayla birleşir; yani sevabı iptal eder! Müslümana içten kin besleyip, dıştan hoş görünmek; yani sempatizm de bu konuya dahildir! 81. Müslümana eziyet vermek için fırsat kollamak, başka bir ifadeyle bozuk niyet beslemek. 82. Başkasını gözden düşürmek. Bu, çok önemlidir! Meselâ, bir insanı öldüren, onu bir defa öldürmüştür. Gözden düşürünce, her düşürmede bir kere öldürmüştür. Bunun için bu iş, manevî cinayettir! Özellikle takvâ sahiplerini gözden düşürmek, korkunç bir fitnedir! Aynı biçimde, fâsık ve âsî olan birini halkın nazarında iyi göstermek de fitnedir! 83. Tevbeyi ertelemek (geciktirmek, tehir etmek). 84. Ödeme gücünün üstünde borç altına girmek. 85. Allah'ın rahmetinden ümid kesmek. 86. Allah'tan başkasına tevekkül etmek, yani dayanmak, itimad etmek. Meselâ, tesiri sebeplerden bilip Müsebbib'i unutmak, vesîlelere maksat gibi inanmak şirke kadar götürür. 87. Sihir, tiyret, arâfet gibi ilimleri öğretmek ve yapmak, ya da bunlara inanmak. Bunlar, kâhinlerin yapacağı şeylerdir! 88. Dört mezhebden çıkıp, başka bir yol tutturmak veya meşâyıhı inkâr etmek. 89. Utanmamak (hayasızlık). Hem Hâlık'a ve hem de mahlûka karşı kalbî şûbelerin en önemlilerinden biri de utançtır. Halktan utanmayan kimse, Hâlık'tan da utanmaz! 90. Namazı veya herhangi bir farzı terk etmek. Ancak, farzların çoğu Allah hakkı olduğu halde, zekât aynı zamanda kul hakkıdır. Böyle olduğu için de affedilmesi güçtür! Cenâb-ı Allah farzların ikincisi olarak namazı sayarken, ilgili bütün âyetlerde zekâtı da üçüncü olarak bildirmektedir! Ancak farzlar, ehl-i sünnete göre imanın cüzünden değil de, imanın tamamlayıcıları olarak kabul edilmişlerdir. Meselâ, farziyetini inkâr etmeksizin zekâtı vermeyen kişi bizce mü'min ve müslimdir; amma âsîdir! Havariciye göre kâfirdir. Mu'tezileye göre de ne mü'min, ne de kâfirdir! Sayılan bu hususlar tek tek Cehennem'lik olmaya vesile olabilir! Mü'mine düşen ve yakışan mümkünse bunların tamamından sakınma ve kaçınma azim ve gayreti içinde olması ve büyük olsun, küçük olsun her günahın ardından derhal pişman olup, tevbe-istiğfar etmesidir. Çünkü, bunu yapmayı geciktirmek de haramdır. Başka bir ifade ile her hatanın ardından tevbe etmek farzdır! Allah Teâlâ cümlemizi Cehennem'e düşürecek şeyler söylemekten ve bu tür işleri yapmaktan muhafaza buyursun! Âmîn! Ve selâmün alel mürselîn velhamdü lillâhi Rabbil âlemîn!
  21. msnci

    allahın adaleti nerde?

    Kâfir — Kaza ve kader denilen olgular nelerdir? Mümin — Kader: Allah’ın, maddi ve manevi varlıkların(yarattığı her şeyin) ne yapacağını önceden bilmesidir. Her şey bir kader defterinde yazılı ve her şey ona göre oluyor. Kaza ise Allah’ın takdir ettiği olayların zamanında ve mekânında yerine gelmesidir. Kâfir — Bu biraz saçma değil mi? Mümin — Neden saçma olsun? Asıl bir programcı yaptığı programın kapasitesini ve ne yapıp/yapamayacağını bilmezse saçma olur. İşte bu ‘‘Evren’’ programının programcısı da Allah’tır. Kâfir — Madem, her şey bir kader defterinde yazılı ve her şey ona göre oluyor; o halde insanlar niçin cehenneme gidiyor? Allah; kaderimi yazarken, bana mı danıştı? Ey Hâkim; ben kader kurbanıyım, beni niçin cezalandırıp, hapse yolluyorsun? Mümin — Evet her şey bir kader defterinde yazılı ve her şey ona göre oluyor; ama, kader defterinde yazılı olduğu için o şey olmuyor. Kader: Allah’ın, maddi ve manevi varlıkların(yarattığı her şeyin) ne yapacağını önceden bilmesidir. Mesela; Bir meteoroloji uzmanı, uydudan gelen fotoğraflara bakarak geleceği görebilir. Meteoroloji uzmanı, uydudan gelen fotoğraflara ve bilgilere bakarak, görüyor ki, Türkiye”nin batısından yağmur bulutları geliyor. Bulutların hızını ve yönünü hesaplayarak, hemen defterine şunları yazıyor ”yarın Türkiye bulutlu ve yağışlı olacak”. Bulutların gelmesine daha bir gün var. Bir gün sonra, Türkiye bulutlu ve yağışlı olsa; acaba meteoroloji uzmanı bir gün önceden defterine, bu olayı yazdığı için mi olaylar oluyor? Tabiî ki hayır. Uzman olayları uydudan önceden gördü de yazdı. Yani; meteoroloji uzmanı; defterine yazdığı için olaylar olmamakta; fakat olayın öyle olacağını önceden uydudan, görüp, yazmıştır. Allah insanlara akıl vermiştir. İlahi kurallar da bildirmiştir. İnsanlar iradelerine göre hareket etmekte serbesttir. Ama kurallar çiğnenirse ne ceza göreceği de bildirilmiştir. Üstteki örneğimizi açalım. Meteoroloji uzmanı televizyonda yarın yağmur yağacak dese ve önlemler almamız için bizi uyarsa; ama biz buna rağmen o gün şemsiye almadan ve sıkı giyinmeden dışarı çıksak ve hasta olsak Meteoroloji uzmanını suçlayabilir miyiz? Suçlamak çok komik bir durum oluşturur. Çünkü uyarılmamıza rağmen uyarıyı dikkate almadık. O zaman kimse Allah’ı da kendi işlediği suçlar yüzünden suçlayamaz. Zira Allah, yüzlerce kez Kur’an’da bizi uyarmakta ve yapmamız gerekenleri bildirmektedir. (Alıntıdır...) ------------------------------------------------------------- İlmin kapısı Hz.Ali’ye de aynı soru sorulur. Ve Hz.Ali olayı şöyle özetler: ‘‘Farzedelim; inanmayan inat edenlerin dediği gibi; Allah, peygamberler, kitaplar, melekler, ahiret, kader yok. Bu durumda ne inanana bir şey olur, ne de inanmamakta inat edene. Ama, ya varsa; inanana yine bir şey olmaz, ama inanmamakta inat eden, işini şansa bırakmış olur ki buda akıl karı değildir.” Sonsuzu kaybetme pahasına da mı inkar edeceksiniz?
  22. Ben bu sorudan iki detay fark ettim. 1-Allah'ın başlangıcına delil 2-Allah'ı kim yarattı? Önce ikinci sorudan başlayalım. Kâfir — Allah’ı kim yaratmıştır? Mümin — İmam-ı Âzam’ın bir sorusu aklıma geldi. Eğer onun sorusuna cevap verirseniz cevabınızı almış olursunuz. Kâfir — Evet, sorun. Mümin — Beş rakamını hangi rakam yarattı? Kâfir — Dört. Mümin — Dört rakamını? Kâfir — Üç. Mümin — Üç rakamını? Kâfir — İki. Mümin — İki rakamını? Kâfir — Bir. Mümin — Bir rakamını? Kâfir — …….. Mümin — Niçin sustunuz? Söylesenize, bir rakamını hangi rakam yarattı? Kâfir — Bir rakamı evvelidir, ondan önce rakam yoktur. Mümin — Peki bir nasıl oluştu? Kâfir — Ne bileyim? Bir, birdir işte. Kendi kendince bir. Mümin — Basit bir rakamın kendi kendine birliğini kabul ediyorsun da, Allah’tan Önce bir varlık olmadığını ve varlıkların evvelinin Allah olduğunu niçin kabullenmiyorsun? (Diyaloglar Alıntıdır.) Gelelim birinci Soruya : Bakın Allah belli bir zaman veya belli bir mekanda kısıtlı değildir. O sonsuzdur. Evveli ve sonu yoktur. Yani zaman ve mekan kavramı onu kısıtlayamaz ve hükmü altına alamaz. Kısıtlama ve hüküm altına alma olgusu sadece yaratılanlar için geçerlidir. (Not : Allah'ı kabul etmeyenler neden Allah hakkında saçma ithamlarda bulunurlar aklım almıyor ) Şimdi olaya bu çerçeveden bakılırsa ortaya şu soru çıkıyor : Evren'in yaratılışından (Big Bang)'dan bu yana ne kadar zaman geçti? Cevap : Bazı bilim adamları 10, bazıları 13, bazıları 15 milyon yıl önce sıfır hacimli bir noktanın patlaması sonucunda kainat meydana geldi diyor. Ve bu büyük patlama sonucunda kainat genişlemekte diyorlar. Bu bir bakıma sonradan yaratıldı demektir. Bunu kabul etmeyen sözde bilim adamları hep materyalisttir. Ve pozitif dogmatizmden başka birşey yapmamaktadırlar. Gelelim Kur'an ne diyor bu konuda : O (Allah) Evren'i (Gökleri) ve yeryüzünü yoktan yaratandır. O, bir işin olmasına karar verirse yalnızca "Ol" der, o da hemen oluverir. (Bakara Suresi, 117) Ve Evren'i (Göğü) kuvvetimizle kurduk, muhakkak ki onu genişletmekteyiz. (51 Zariyat Suresi, 47) Evet üstteki ayetler Big Bang olayını destekliyor. Yani bu durumda kimse bu ayetlerin bilimsel verilerle paralel olduğunu inkâr edemez. Şimdi ortaya çıkan soru şudur: ''1400 sene önce Hz.Muhammed bu olayı nerden biliyordu? Yoksa Hz.Muhammed'in bir füzesi veya uzay aracı mı vardı, Yoksa deney ve gözlem mi yaptı? '' bunların hiçbiri olmadığına göre. Ve o yıllarda bu veriler hiç bilinmediğine göre bu Allah'ın sözüdür. Şimdi ateist'in kafasında tipik bir soru çıkacak : Kur'an belki bu bilimsel gerçekler ortaya çıkınca değiştirilmiştir. Cevap : Kur'an değiştirilmemiş ve sapasağlam günümüze olaşmıştır. İstanbul'da kutsal emanetler bölümüne giden herkes Hz.Osman'ın şahsına ait Kur'an'ını inceleyebilir. Bilimsel bir araştırmayla 1400 sene öncesine ait olduğu öğrenilebilir. Ayrıca Mısırda ve değişik İslam ülkelerinde Sahabilere ait Kur'anlar da vardır. Hıristiyan ve Musevi din adamları bu Kur'anların çelişkili olduğunu kanıtlamak için bu Kur'anlar üzerinde araştırma yapmışlarıdır. Fakar 1 nokta daha fark bulamamışlardır. Olayı yorumlarla saptırmamak için burada kesiyorum. Selametle...
  23. Arkadaşlar öncelikle El-Kaide denilen örgüt 11 Eylül saldırısı yapabilir mi? -Hayır, kesinlikle yapamaz. Çünkü o kadar büyük imkanları ve bu kadar büyük çapta bilgileri yok. Gelelim Ladin'in bu olayı üstlenmesine. İbn Teymiyye ile Ladin arasında geçen bir görüşmeyi yazmak istiyorum. El-Kaide sitelerinden alınmıştır. İbn Teymiyye : Saldırıyı siz mi yaptınız? Usame bin Ladin : Hayır. İbn Teymiyye : Peki neden üstlendiniz? Usame bin Ladin : Örgüt'ün ismi hiç duyulmamıştı, insanlara tanıtmak ve davamızı öğretmek için üstlendik. Evet bu bile olayın sorumlusunun El-Kaide olmadığını kanıtlıyor. (El-Kaide'nin de yanlışları olabilir ama incelemeden direk yaftalamak etik değil.) Gelelim olayı kimin yaptığına? Olay olmadan önce Bush Başkan olmak istiyordu. Ve Başkan olmak için de insanların oylarını alması gerekiyordu. İnsanlar Bush'u sevmediği için oylarını ona vermeyeceklerdi. Bush ve Evangelist bir takım sapkınlar ABD derin devletini harekete geçirip Terör havası estirdiler. Ve bu olaydan sonra Bush : ''Bana oy verin Ladin'i cezalandırayım,Terörü bitireyim'' dedi. Halk doğal olarak psikolojik bir harpte bu çağrıyı değerlendirecekti. Ve öyle yaptı. Oylar Bush'a. Bush da Beyaz Saraya gitti. Gelelim 11 Eylül'ün Müslümanların zaferi oluşuna. Evet, Gerkeçten zaferdir. Çünkü bu olaylar sonucunda İslam, ''Terör dini'' olarak insanlara öğretilmek istendi. Zaten ABD derin devleti'nin istediği de tam olarak buydu. Ama filmin akışı bu yönde olmadı. Çünkü 11 Eylül olayıyla insanlar İslam, Müslüman, Kur'an nedir merak etmeye başladı. Ve bu meraklarını gidermek için kütüphanelerden ve internetten araştırmalar yaptılar. Ve araştırma yapan birçok insan Müslüman oldu. Yani ABD derin devleti insanlar Müslümanlıktan uzaklaşsın diye bir saldırı yaptırıyor. Ama bu saldırı sonucunda insanlar daha çok müslümanlığa yöneliyor. Etkiye yapılan tepki net olarak incelendiğinde, Kur'an'ın Amerika ve Avrupa'da yok sattığı incelendiğinde bu olay gerçekten Msülümanlığın zaferidir dememek elde değil. Bu bağlamda Allah'ın şu sözü çok açıklayıcı olacaktır : “Allah’ın nurunu ağızlarıyla söndürmek istiyorlar. Hâlbuki kâfirler hoşlanmasa da Allah mutlaka nurunu tamamlayacaktır.” (Tevbe 32)
  24. Ben bir alıntı yapmak istiyorum, aslında bu alıntı İslam'a ve diğer dinlere olan kin'in bir bakıma cevaplanmasıdır. -------------------------------------- DİN’E DAİR TARTIŞMA Kâfir — Dinin kaynağı ve evrimi ile ilgili eleştirel tezlerimi şöyle özetleyebilirim: a). Din; korku, çaresizlik, sırrını çözemediği olağan olaylar karşısındaki cehaletini inançla telafi etme içgüdüsü vb. psikolojik etmenler tarafından insanlarca oluşturulmuştur. . Din, kralların oluşturduğu köle-efendi toplum düzeninin, tanrılar hiyerarşisine yansıması veya toplum kurallarının kutsallaştırılması gibi iktidar ilişkilerinin ve sosyolojik etmenlerin belirlediği bir zeminde oluşmuş/oluşan beşerî bir olgudur. c). Dinin tarihi insanlık tarihine göre yenidir. Dinler çok tanrıcılıktan tek tanrıcılığa doğru evrimleşmiştir. Bu üç tez de, dinin ilâhî bir kökeni olmayıp tarihsel koşullarda insanların ürettiği bir kurum olduğu sonucunda birleşir. Mümin — İslâm’a göre gerçek dinin kurucusu Allah’tır. İlk din tevhid dini olup, ilk insan olan Hz. Adem, aynı zamanda ilk peygamberdir. İnsan inanmaya eğilimli ve İslâm fıtratı üzerine yaratılmıştır.[24] İnsanlara Allah tarafından peygamber ve kitaplar gönderilerek “hak din” konusunda ilâhî rehberlikte bulunulmuştur. Fakat zaman zaman insanlar bu rehberliğe ilgisiz kalmış; Allah’tan başka şeylere, kendi elleriyle yaptıkları putlara, bazı tabiat varlıklarına, hevâ ve heveslerine tapmış ve onları tanrılaştırmışlardır. Böylece “çok tanrılı inançlar” ortaya çıkmıştır. Fakat Allah, elçiler ve kitaplar göndererek insanlara hak din konusunda yol göstermeye devam etmiştir. Bu rehberlik, son gönderilen ilâhî kitap Kur’an-ı Kerim ve son peygamber Hz. Muhammed ile kemâle ermiştir. Sonuç olarak İslâm’a göre dinin, özde “ilâhî ve fıtrî” iki kaynağı vardır. Kitab-ı Mukaddes’te de ilk insanın Adem olduğu ve bütün insanların ondan türediği zikredlilir. (Tekvin: 2) Athe karakterli olmayan başka bir çok dinde de dinin menşei, tekâmül nazariyesine dayandırılmaz. İslamiyet Hristiyanlık ve Yahudilik’te olduğu gibi, Sabiîlik, Mecusîlik ve Brahmanlık gibi dinlerde de ilk dinin Adem (as) ile başladığı kabul edilmektedir.[25] Öte yandan Batılı düşünürlerin tezleri yazarlarımız için bir ölçüt ise bilinmeli ki, Batılı tezler bunlardan ibaret değildir. Örneğin Andrew Lang’a (1844-1912) göre insanlığın en eski inancı “tek tanrı” inancıdır. Wilhelm Schmidt (1868-1954), Nathan Söderblem, Pettezoni, G. Widengren, M. Eliade vb. düşünürler de bu tezi geliştirici çalışmalar yapmıştır.[27] Din böyle anlaşılınca, onu bilimin ve deneyin sınırları içinde değerlendirmemiz de imkânsızlaşır. Çünkü bilimin en sağlam temeli olan deney karşımıza hep sonlu veriler çıkarmaktadır. Jean Jaures (1859-1914) bu konuda şöyle der: “Bilim sonsuz varlığı kavrayamaz; çünkü O her yerde vardır. Bilim ancak belirlediğini kavrar, ancak soyutladığını belirler. Tanrı ise dünyadan soyutlanamaz, çünkü o dünyanın içten ve soyutlanamaz gerçeğidir.”[29] Dünyadaki ilk insan topluluklarının hayatını, özellikle dini inançlarını, onlardan kalma materyalleri değerlendirmek süretiyle tespit etmek güçtür. Elde edilen bu materyallerin ilk insan topluluklarına ait olduklarını tespit etmek imkansızdır. Dolayısıyla bu malzemeye bakarak yeryüzünde ilk olarak ortaya çıkan dinin mahiyeti hakkında bilimsel olarak kesin hüküm vermek doğru olmaz. Bu konuda günümüzde yaşayan Avustralyalı ve Afrikalı vahşi kabilelerin dini durumlarının incelenmesi de kesin çözüm değildir. Çünkü bu özelliklerin ilk insan topluluklarında varolduklarını söylemek bir varsayımdan ileriye gitmez.[30] Ö. Rıza Doğrul’un da ifade ettiği gibi dinin doğuşu konusunda İslâm’ın telâkkisini bilimin ispatladığı söylenemez. Fakat bilimin onu reddetiğini söylemeye imkân yoktur.[31] Dinin başlangıcını kutsal kitapların verdiği bilgiler dışında ortaya koyacak kesin bir belge yoktur. Bilinen bir şey varsa, o da nerede insan varsa, orada dinin olduğudur.[32] Dolayısıyla yazarların öne sürdüğü tezler, “bilimsel olarak”, “bilimsel veriler ispatlamıştır ki” gibi ön eklerle sunulmuş olsa bile, bilimsel bir sonuç değil, ancak bizi bir kanaate, inanca götüren rasyonel bir çaba olabilir. Kısacası bu durumda bir söylem olarak benimsenen “bilimsellik”, söz konusu çabayı inanç ve kanaatin ötesine taşımaya yetmez. Kâfir — Bana göre dinsel ahlâk, insanlara kölelik ruhu empoze eder. İnsan boyun eğmek ve cezalandırılmak arasında seçim yapmak zorundadır. İslâm’a göre Tanrı-insan ilişkisi, köle-efendi veya kral-tebea ilişkisi gibidir. Bu ilişki biçimi o gün için normal olabilir ama çağımız insanı için çirkindir. Çünkü bu ilişki diktatörce bir ilişkidir; yığınların inisiyatifini köreltir ve onların insanlık onurunu çiğner. Kur’an’a göre Allah insanları kendisine kulluk etsinler diye yaratmıştır.[34] İnsanların tanrıyı köleci bir perspektifte yaratmalarının sebebi tanrıların üretildiği dönemlerde insanların köleci ilişkiler içinde yaşıyor olmasıdır. Bundan dolayı en güçlü tanrı, bütün insanların baş kölecisiydi.[35] Din, insanları bu dünyada ölüm korkusu, acı ve felaketlerle deneyerek, ahirette ise şiddetli cehennem azabı ile korkutarak baskı altına almaktadır. Oysa Tanrı’nın gerçekte insanı denemeye ihtiyacı yoktur. O’nun bilmediği bir şey mi var ki deneyerek öğrensin? [36] Öyleyse işin aslı şudur; inanmaya elverişli ve yoksul insanlar, zengin insanlar yararına uyutulmak istenmektedir; yoksul kitleler her şeyin Tanrı’dan olduğuna inansınlar, Tanrı’nın kendilerini sınadığını sansınlar ve içinde bulundukları duruma katlansınlar.[37] Kur’an’ın anlattıklarına göre, varlığı da darlığı da veren, insanların bazılarını zengin bazılarını fakir yapan Allah’tır. Üstelik Allah bunu bir hikmete binaen yapar; insanların bir kısmı diğerini işçi olarak çalıştırsın, yani çalışan-çalıştıran olsun diye böyle yapmıştır.[38] Sonuç olarak yazarlarımıza göre din, insanın, aklî ve duygusal yeteneklerinin gelişmesinin ve kendisini gerçekleştirmesinin önünde en büyük engel olup, toplumsal düzende sömürge ilişkilerinin devamının vazgeçilmez aracıdır. Yani bir bakıma Marx’ın deyimiyle: “Din halkların afyonudur.” Mümin — Günümüzde dinin tanımı konusunda hakim olan kanaat, dinin, “insanın tanrı, metafizik âlem ya da kutsala yönelik duygu, düşünce ve davranışlarını ifade eden sistem” olduğu yönündedir. Oysa dinin insanlık tarihindeki örnekleri, Kur’an’daki farklı ve kapsamlı kullanımı ve insan hayatındaki yeri dikkate alındığında bu tanımın yetersiz olduğu kanaati oluşur. “Zira dinler tarihinde tanrı ya da aşkın varlık düşüncesini tamamıyla dışlayan dinlerin varlığı bilindiği gibi, metafizik âlemi, ahiret düşüncesini reddeden materyalist bir yapıyı ön plana çıkaran, dinler de vardır.[45] Öyleyse genel anlamıyla dinin; insanın düşünce ve inanca dayalı değerlendirmelerini içeren zihinsel fonksiyonlarını, her türlü tavır ve davranışlarını ve insanların diğer insanlarla ilişkilerini ve kurumsal yönünü ifade eden, sosyal yapısını belirleyen ve disiplin altına alan bir sistem olduğu söylenebilir.[46] Kur’an’daki anlamıyla “ilah” terimi kısaca ‘insan hayatındaki üstün güç’ demektir. Edinilen tanrı-lar- aşkın, metafizik bir varlık olabileceği gibi, para, makam, cinsellik, ego, sosyal grup, menfaat gibi tecrübe dünyasına ait unsurlar da olabilir. Fakat hayatlarını yalnızca materyalist çerçevedeki üstün güçlere göre şekillendiren insanlar her zaman marjinal bir topluluk olmaktan öteye gitmemişlerdir. Özetle, en geniş şekliyle din, ahlâkî değerler sistemi[47], hayat felsefesi ve yaşam tarzıdır. İster bilinçli ister taklide dayalı olsun, herkes hayatla ilgili bir anlayışa sahip olduğuna göre, bu anlamda dinsizlik ve tanrısızlık mümkün değildir.[48] Kur’an’a göre din, insanın her türlü inancını, düşüncesini, tavır ve davranışını ifade eden yaşam tarzı ve yaşamda izlediği yoldur. Bu bağlamda Kur’an dinleri biri Allah’ın insanlar için seçtiği, “sadece O’na teslimiyeti ve itaati esas alan” din olan “İslâm”, diğeri de, bunun dışında izlediği diğer yollar olmak üzere iki kategoride toplar.[49] Peygamberler dinsiz bir toplumu din duygusuna inandırmak veya ibâdet düşüncesi olmayan insanları ibâdete çağırmak için gönderilmiş değillerdir. İlâhî kitaplar ve peygamberler insanları “hak dine” (Din), sadece Allah’a ibâdete ve teslimiyete davet ederler: “De ki; siz ey hakikati inkâr edenler! Ben tapmam sizin taptığınıza; siz de tapmazsınız benim taptığıma. Ve ben tapmayacağım [asla] sizin tapıp durduğunuza, siz de [hiç] tapmayacaksınız benim taptığıma. Sizin dininiz size, benimki bana.” [50] Şu halde tarih boyunca peygamberler dinsizlikle değil, Dine “karşı dinler ve dinî anlayışlarla” mücadele etmişlerdir.[51] Aslında yazarların ifade ettiği, sömürünün aracı olan veya insanın yeteneklerini körelten Din değil, “karşı dinler ve dinî anlayışlar”dır. Allah katında yegâne Din olan “İslâm” bütün eksiklik ve olumsuzluklardan münezzehtir. Fakat Din’in kaynağı olan Kitab’ın anlaşılması ve uygulanması faaliyeti, zaaf sahibi ve sınırlı bir varlık olan insana ait beşerî bir faaliyet olup, dinî anlayış ve uygulamaların, her zaman “karşı dine” meyletme ihtimalinden dolayı, eleştirilmesi mümkündür, hatta gereklidir. Diğer yandan tarihte olduğu gibi günümüzde de sadece dinin değil, bilim ve siyaset gibi olguların da insanî ve ahlâkî olmayan amaçlar doğrultusunda kullanıldığını -hatta sömürü ve sosyal adâletsizliğin etkin araçlarından olduğunu- bildiğimiz halde, bilim veya siyaseti tümden reddetmiyoruz. Çünkü olumsuzluk bu kavramların özünde değil, bu kavramları pratize eden insanın zaaflarında ve ahlâkî yapısındadır. Bu durumda, insanlık tarihinin ve insan tabiatının ayrılmaz parçası olan, amacı insanın zaaflarını ıslah ve ahlâkî değerleri yüceltmek olan Din’i, toplumsal sömürü ilişkilerinin devamını sağlayan “afyon”a indirgemek, kanaatimizce bir önyargının ifadesinden başka bir şey olamaz. Yakın zamana kadar din ile bugünün insanının zihni arasındaki bütün bağlar kopmuş gibi görünüyordu. Fakat buna rağmen şu sorular insanlık nezdinde hâlâ çözüme kavuşamamış problemler olarak durmaktadır: Ben kimim, hayat nereden geliyor, nereye gidiyor, hayatın anlam ve amacı ne, ölüm gerçekten her şeyin sonu mu?... Bu sorular insan zihninin evrensel endişeleridir. Oysa biz bu sorulara akla ve tecrübeye dayanarak cevap veremiyoruz. Bu sorular bizi imana götüren ve ruhumuzu besleyen ifadelerden birini teşkil eder. Bir komedi yazarı “aşk yoktur aşkın delilleri vardır” der; bunun gibi “din yoktur fakat dinin delilleri vardır.”[52] Tarih boyunca insanın sahip olduğu ve ürettiği, dinî inançları, felsefeleri, sanat etkinlikleri hep onun bu anlam arayışının bir sonucu olup, dinî mahiyettedir. Dinin bugün pek ilgi çekmeyen bir şey gibi görünmesinin nedenlerinden biri, çoğumuzun artık etrafımızın bilinmeyenlerle çevrilmiş olduğunu unutmuş olmasıdır. Çünkü bilimsel kültürümüz bizleri, dikkatimizi, önümüzde duran fiziksel, maddî dünyaya odaklaştıracak şekilde eğitmektedir.[53] Oysa materyalizm, pozitivizm, ateizm ve bilim gibi bütün beşerî arayışlar varlığın sırrını dokunulmaz olarak bırakmıştır. Sonsuz uzayların manzarası bizi Pascal’dan daha az korkutsa da, bir tek su damlasının varlığı bile hala sırdır. Durum böyle olunca bizzat insanın ve uçsuz bucaksız evrenin varlığı konusunda ne denecektir? Nitekim, L. Wittgenstein’in, (1889-1951) “İnsanın -belki de halkların- hayret duymaya uyanması gerekir. Bilim, onları yeniden uyutmanın aracıdır.”[54] şeklindeki uyarısı düşünmeye değerdir. Kâfir — Materyalist evrimci olarak bana göre insan “mükemmel bir hayvan”, “biyolojik bir makine” dır. İnsan ile hayvan arasında, nitelik değil, sadece derece farkı vardır. Tüm diğer sistemler gibi insan da tabiat içinde ve tüm tabiatın kaçınılmaz ve umûmî kanunlarına tabi bir sistemdir. İnsan dış çevrenin ve üretim ilişkilerinin bir sonucudur.[58] Mümin — O zaman, materyalist, evrimci görüşe göre insanın, öz (mahiyet) itibarıyla maddeden (dünya) farkı yoktur; insan tabiatın kucağında büyüyen, ondan ayrılmayan ve ona ait bir varlıktır. Din ve sanat ise insanın yaratılmışlığından, Tanrı’nın bir fiili olan âni sancılı bir olaydan, insanın dünyaya düşüşünden, insan ile tabiat arasındaki zıddiyetten, insana yabancı bir muhitten (dünya) söz eder. Böylece insanın ortaya çıkışı, insanın, dünyanın bir parçası mı yoksa ondan ayrı bir şey mi olduğu yani onun kimliği meselesine dönüşür.[59] Biyolojik/organik olarak insanda olan her şeyi, farklı şekil ve derecede de olsa, yüksek seviyeli hayvan türlerinde görmek mümkündür. Bu yönüyle insan apaçık hayvanî, doğal dünyaya bağlıdır. Fakat tarih öncesi insanın hayatında olduğu kadar, günümüz insanın hayatında da mevcut olan, din, büyü, kurban, tabu, ahlâkî yasak, kült, estetik vb. değerlerin, hayvanlarda izini bile bulamıyoruz. Hayvan tabiîdir. İnsan ise tabiat üstü, anlaşılmaz, inanılmaz, hatta akıl-ötesi bir varlıktır. Hayvanın içgüdüleri vardır, bunlar fayda ve maksada uygunluk örneğinin harikulâde örnekleridir. Zekâ bile zoolojik kökenlidir. İnsanın ise faydaya ve akla dayanmayan ahlâkı ve inançları vardır. Örneğin, içgüdü ile işlevsel hareket eden hayvan, avlandığı zaman tamamen rasyoneldir. Oysa ibtidaî insanın ava çıkmadan önce, çok defa ailelerinin de katılımıyla bir çok tabu, oruç ayini, belirli danslar icra etmesi, bazı rüyalar görmesi gerekirdi. Evde kalan kadınlar da bir takım yasaklara tabi tutulur, bu yasakların çiğnenmesinin avın başarısını ve kocalarının hayatını tehlikeye düşüreceğine inanılırdı.[60] Aslında insan ile hayvan arasında kesin fark fizikî ve zekaî değil, her şeyden evvel manevîdir; kendini dinî, ahlâkî ve estetik şuurun varlığında gösterir. Bu açıdan bakarak insanın ortaya çıkışını, insan-hayvan ayrımını, bilimin öngördüğü gibi, dik yürümek, elin gelişmiş olması, konuşmak vs. değil; ilk kültün, resmin, yasağın ortaya çıkışı belirler. Bundan onbeş bin sene evvel çiçeklere veya hayvan profillerine zevkle bakan ve sonra mağaranın duvarlarına resimlerini çizen vahşi insan; fizikî ihtiyaçlarının temini için çalışan, her gün yeni ihtiyaçlar icad eden, acaip beton yapılarda doğadan soyutlanmış estetik ve hissiyattan yoksun olarak yaşayan günümüz modern insanına göre hakikî insana daha yakındı. İsmi materyalist evrimci görüşle özdeşleşen Darwin (1809-1882) ve sanat eseri tablolarıyla, Hristiyan teolojisini sembolize eden Michelangelo, birbirine zıt ve birbirini hiçbir zaman yenemeyecek insandaki bu iki; “maddî/hayvanî” ve “dinî/insanî” gerçeği temsil ederler. Bunlardan biri sayısız gerçeğe (bilim), diğeri ise insanların kalbine (din ve fıtrat/yaratılış) dayanır. İslâm bu iki gerçekliği de kabul eder; birbirine zıt gibi görünen bu iki gerçeklik, insan tabiatında olduğu gibi, İslâm’da da bütünleşir. Kur’an’a göre insan topraktan yaratılmıştır. Bu, onun içinde bulunduğu âlemin bir parçası olduğuna, ondaki “maddî/hayvani” öze işarettir.[61] Allah’ın insanı, önce maddî planda şekillendirip, belli bir aşamaya ulaştırınca[62], ona kendi ruhundan üfürmesi ve ulûhiyetinden pay vermesi[63] ise, insandaki “dinî/insanî” boyuta işaret eder.[64] Ardından Allah insana isimleri öğretmiş,[65] yani “kelimeler ve semboller kullanma ‘dil’ ve ‘kavramsal düşünme kabiliyeti”[66] vermiştir. İnsan, Allah tarafından doğru ile yanlışı birbirinden ayırma ve bunlardan birini seçebilme kabiliyeti, yani “akıl” ve “irâde” ile donatılmıştır. Böylece o emaneti, sorumluluğu üstlenmiştir.[67] Allah belli bir gaye için yarattığı kâinatı insanla taçlandırmış, bu gayeyi gerçekleştirmeyi insana emanet olarak vermiştir.[68] Kendisine bahşedilen bu özelliklerle insan maddî varlık âleminin üstüne yükseltilmiş, Allah meleklerin bile kendisine secde etmesi emretmiştir. İslâm’a göre insan, Allah ile kâinat arasında yeni bir varlık mertebesi oluşturur. Bu özelliğiyle insan, kendinden yukarı olan, ilâhî varlık ile irtibat kurabilmekte, saygı sevgi, şükran, sorumluluk gibi duygularla ona yönelip emrine boyun eğmekte; kendinden aşağı olan varlık tabakasına (âlem) hükmedip onu kendi hizmetinde kullanabilmektedir. Fakat insan kendisine verilen bütün bu onur ve şerefe rağmen, aklını ve irâdesini gereği gibi kullanmaz, duyularını ve kalbini de perdeleyip hakikati inkâra şartlanır da, Allah’ın ve kendi varlığının bilincinde olmazsa, en aşağı tabakaya itilir: “Gerçek şu ki, Biz, cehennem için, kalpleri olup da gerçeği kavrayamayan, gözleri olup da göremeyen, kulakları olup da işitemeyen görünmez varlıklardan ve insanlardan çok canlar ayırmışızdır. Hayvan sürüsü gibidir bunlar; hayır hayır, doğru yolu kavramakta onlardan da aşağı: körcesine dalıp gitmiş olanlar işte böyleleridir.” [69] Kur’an, yaratılışı kendi dünya görüşünün temeli sayar. “İnsan nereden geliyor, varoluşun kaynağı nedir?” gibi sorulara verilen cevaplar, İslâmî dünya görüşünün temelini oluşturur. Kur’an’a göre oluşun kaynağı Allah’tır; kâinat, insana Allah’ın bir lütfudur. Gökteki meleklerden tutun da[70], göklere ve yere[71], güneşe, aya gündüz ve geceye[72], dağlara nehirlere[73] bitkilere[74], hayvanlara[75] varıncaya dek hepsini yaratan Allah’tır. Kısaca “O her şeyin yaratıcısıdır.”[76] Özetle Allah ile insan ve kainat arasında, “yaratıcı” ve “yaratılmış” ilişkisi vardır. Izutsu’nun da ifade ettiği gibi[77], İslâm’dan önce Araplar arasında “yaratma” ve “Allah” inancının olduğunu, hem Kur’an hem de Arap şiiri doğrular. Fakat Kur’an’da Allah’ın yaratması fikri, bütün düşünce sistemini yönetirken, cahiliye sisteminde bu fikrin belirgin bir rolü yoktur. Cahiliyye Arab’ı, Allah’ın yaratıcılığına inanmakla birlikte, “keyfine” ve “arzusuna” göre yaşamayı sürdürürdü. Yaşamla yaşamın kaynağı arasında ilişki kurmayı akletmezdi. Halbuki Kur’an insanları yaratılışları üzerine düşünmeye ve yaratılışına uygun bir yaşama davet eder: “Hayatınızı bağışlayan ve ölüme hükmeden O’dur; gece ile gündüzün birbirini kovalaması O’nun buyruğuyladır. Öyleyse artık aklınızı kullanmayacak mısınız?” [78] “De ki: ‘Peki kimdir yedi kat göğü yerinde tutan ve yüce kudret tahtında hükümran olan? Diyecekler ki: ‘Allah!’ De ki: ‘Peki artık O’na karşı sorumluluk bilinci taşımayacak mısınız?’”[79] Kur’an insanın yaratılmış olduğunu unutarak yaşamasını “tuğyan”, yani “küstahlık yaparak haddinî aşmak” ya da “istiğna”, yani “kendini yeterli sayıp, Yaradan’a muhtaç görmemek” olarak tanımlar ve böylelerini aklını kullanmamakla suçlar. Özetle, Kur’an’ın öncelikli amacı, yaratılış düşüncesini, insan hayatında etkinleştirmektir. Tanrı-insan ilişkisi, insanın varlık bütünlüğünde şekillenen ve anlam kazanan bir ilişkidir. Bu ilişkinin insanın onur ve haysiyetini azaltması bir yana, onu düşünen, bilen, gaye koyup gerçekleştiren, irâde sahibi, özgür bir varlık olarak tanımlayarak yüceltir. Din insanı, evrimci materyalist görüş gibi tabiat, tarih ve toplum kanunları içine hapsedip, onun özgürlüğünü elinden almaz. İnsan, asıl onur ve haysiyetine kendi varlık bütünlüğünde anlam kazanan, Allah-insan ilişkisinde, Din’de kavuşur.
  25. Bakın din olgusundan tamamen uzak olarak yapılan bir araştırmayı gazetede okumuştum : "ABD'de bir bilim adamı, 200 yıllık bir matematik formülüyle Tanrı'nın varlığını ispatladığını söyledi. Scientific American adlı bilim dergisine göre Stephen Unwin, 'Probability of God' (Tanrı'nın Olasılığı) adlı kitapta, 'Tanrı, yüzde 67 olasılıkla var' diyor. Risk, analiz ve yönetim uzmanı olan Unwin, Bayes formülünden yola çıkıyor. Unwin, ahlaki değerleri, özgür iradeyi, mucizeleri, Tanrı'nın varlığını kabul eden ve karşı çıkan felsefi görüşleri, formülündeki değişkenler olarak ele alıyor." Filozofların şaşırıp kaldıkları bir ortamda işletmecilerin yanıtı hazır ve kesin: Yüzde 67! Gel de inanma! (Türker Alkan’ın ‘Tanrı'nın var olma olasılığı’ makalesinden bir kesit)
×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.