İslâm’a göre gerçek dinin kurucusu Allah’tır. İlk din tevhid dini olup, ilk insan olan Hz. Adem, aynı zamanda ilk peygamberdir. İnsan inanmaya eğilimli ve İslâm fıtratı üzerine yaratılmıştır. İnsanlara Allah tarafından peygamber ve kitaplar gönderilerek “hak din” konusunda ilâhî rehberlikte bulunulmuştur. Fakat zaman zaman insanlar bu rehberliğe ilgisiz kalmış; Allah’tan başka şeylere, kendi elleriyle yaptıkları putlara, bazı tabiat varlıklarına, hevâ ve heveslerine tapmış ve onları tanrılaştırmışlardır. Böylece “çok tanrılı inançlar” ortaya çıkmıştır. Fakat Allah, elçiler ve kitaplar göndererek insanlara hak din konusunda yol göstermeye devam etmiştir. Bu rehberlik, son gönderilen ilâhî kitap Kur’an-ı Kerim ve son peygamber Hz. Muhammed ile kemâle ermiştir. Sonuç olarak İslâm’a göre dinin, özde “ilâhî ve fıtrî” iki kaynağı vardır.
Kitab-ı Mukaddes’te de ilk insanın Adem olduğu ve bütün insanların ondan türediği zikredlilir. (Tekvin: 2)
Athe karakterli olmayan başka bir çok dinde de dinin menşei, tekâmül nazariyesine dayandırılmaz. İslamiyet Hristiyanlık ve Yahudilik’te olduğu gibi, Sabiîlik, Mecusîlik ve Brahmanlık gibi dinlerde de ilk dinin Adem (as) ile başladığı kabul edilmektedir.
Öte yandan Batılı düşünürlerin tezleri yazarlarımız için bir ölçüt ise bilinmeli ki, Batılı tezler bunlardan ibaret değildir. Örneğin Andrew Lang’a (1844-1912) göre insanlığın en eski inancı “tek tanrı” inancıdır. Wilhelm Schmidt (1868-1954), Nathan Söderblem, Pettezoni, G. Widengren, M. Eliade vb. düşünürler de bu tezi geliştirici çalışmalar yapmıştır.
Din böyle anlaşılınca, onu bilimin ve deneyin sınırları içinde değerlendirmemiz de imkânsızlaşır. Çünkü bilimin en sağlam temeli olan deney karşımıza hep sonlu veriler çıkarmaktadır. Jean Jaures (1859-1914) bu konuda şöyle der: “Bilim sonsuz varlığı kavrayamaz; çünkü O her yerde vardır. Bilim ancak belirlediğini kavrar, ancak soyutladığını belirler. Tanrı ise dünyadan soyutlanamaz, çünkü o dünyanın içten ve soyutlanamaz gerçeğidir.”
Dünyadaki ilk insan topluluklarının hayatını, özellikle dini inançlarını, onlardan kalma materyalleri değerlendirmek süretiyle tespit etmek güçtür. Elde edilen bu materyallerin ilk insan topluluklarına ait olduklarını tespit etmek imkansızdır. Dolayısıyla bu malzemeye bakarak yeryüzünde ilk olarak ortaya çıkan dinin mahiyeti hakkında bilimsel olarak kesin hüküm vermek doğru olmaz. Bu konuda günümüzde yaşayan Avustralyalı ve Afrikalı vahşi kabilelerin dini durumlarının incelenmesi de kesin çözüm değildir. Çünkü bu özelliklerin ilk insan topluluklarında varolduklarını söylemek bir varsayımdan ileriye gitmez.
Ö. Rıza Doğrul’un da ifade ettiği gibi dinin doğuşu konusunda İslâm’ın telâkkisini bilimin ispatladığı söylenemez. Fakat bilimin onu reddetiğini söylemeye imkân yoktur.
Dinin başlangıcını kutsal kitapların verdiği bilgiler dışında ortaya koyacak kesin bir belge yoktur. Bilinen bir şey varsa, o da nerede insan varsa, orada dinin olduğudur.
Dolayısıyla yazarların öne sürdüğü tezler, “bilimsel olarak”, “bilimsel veriler ispatlamıştır ki” gibi ön eklerle sunulmuş olsa bile, bilimsel bir sonuç değil, ancak bizi bir kanaate, inanca götüren rasyonel bir çaba olabilir. Kısacası bu durumda bir söylem olarak benimsenen “bilimsellik”, söz konusu çabayı inanç ve kanaatin ötesine taşımaya yetmez.