Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

msnci

Φ Üyeler
  • İçerik Sayısı

    80
  • Katılım

  • Son Ziyaret

msnci tarafından postalanan herşey

  1. msnci doğum gününüz kutlu olsun!

  2. Arkadaşım Kur'an müslümanlara göre Allah sözüdür. Allah indinden sizin gibilerin toplandığı dünya bir sinek kanadı kadar bile değerli değildir.Çünkü siz şunu veya bunu değil gerçeği inkar ediyorsunuz. Onu da bırakın siz kendinisi inkar ediyorsunuz. Evet Kur'an ın her ayeti bilimseldir demiyoruz. Ama bilimsel ayetlerini görmemezlikten gelmek kendine dünyayı karartmaktan farksızdır.
  3. Al işte bir yanlış tutum daha. Bu kadar basit sorularla müslümanları muhatap etmeyin. Diyanet,Halife,Süleyman Ateş,Nesimş, vb... adı geçen şahsiyet ve kurumlar ayrı ayrı yorumlar mı yapmışlar acaba? Hepsi İslam'ın kaidelerine inanıyor mu? - Evet. Benimsiyor mu? - Evet. Demekki itikad bakımından sana göre bana göre yok. Sana göre bana göre olayı içtihad bakımındandır. Yani geneli inkar etmeden yorum yapmak. Üstteki şahsiyetlerin de içtihadında değişiklikler olabileceği doğrudur. Fakat itikadları birdir. Kur'an ve Sünnet çerçevesinden çıkmadan yorumlar yapabilirler.
  4. "ma meleket eymanukum": "Sağ Elinizin Malik oldukları" ya da "Sağ Elinizin altındakiler" olarak bir çok Türkçe mealde çevrilen bu ifade neyi ifade etmektedir? İlk Dönem muhatapları, Kur'an Nesli, bu deyimle neyi anlıyorlardı? Bu soruların cevaplanması Kur'an'ın kadın anlayışını ve cariye hukukunu şekillendiren noktalardan birisidir. Bu deyimin "Yeminleştikleriniz" ya da "Antlaşma Yaptıklarınız" olarak türkçede ifade edebileceğimiz gerçek anlamı Kur'an'ın bütünlüğünde ve başka konulardaki geçiş yerlerinde belirlenmiştir. "Sağ elin altı" olarak koruyuculuğu ve gözetimi, sorumluluğu ifade eden bu deyim "KAVVAM" Kavramıyla da örtüşmektedir.(4:34) Müslüman erkeklerin ve Müslüman kadınların cinsel,sosyal aile hukuku dairesi içinde birlikte yaşayabilmeleri için "antlaşmalı" olmaları şarttır. Dolayısıyla Arap kültüründe Erkeğin "Kavvam"lığını yani hanımı üzerindeki gözeticiliğini, sorumluluğunu belirtmek için kullanılan "Sağ elin altındakiler" ifadesi Mümin erkeklerin nikahlı (antlaşmalı) olduğu kadınları ifade eder. Cariyelerden nikahsız faydalanabileceği görüşü ise Kur'an'ın aile anlayışına taban taban zıt bir eğilimdir.
  5. Cariye ya da savaş yolu ile elde edilmiş esirler nasıl bir konuma sahip olmalıdırlar? İslam tarihinde sürekli yanlış algılanan kavramlardan olan "ma meleket eymaneküm" ifadesi aslında hangi anlam ve sorumluluğu karşılar? "ma meleket eymanukum": "Sağ Elinizin Malik oldukları" ya da "Sağ Elinizin altındakiler" olarak bir çok Türkçe mealde çevrilen bu ifade neyi ifade etmektedir? İlk Dönem muhatapları,bu deyimle neyi anlıyorlardı?Bu soruların cevaplanması Kur'an'ın kadın anlayışını ve cariye hukukunu şekillendiren noktalardan biridir. Bu deyimin "Yeminleştikleriniz" ya da "Antlaşma Yaptıklarınız" olarak türkçede ifade edebileceğimiz gerçek anlamı Kur'an'ın bütünlüğünde ve başka konulardaki geçiş yerlerinde belirlenmiştir. "Sağ elin altı" olarak koruyuculuğu ve gözetimi, sorumluluğu ifade eden bu deyim "KAVVAM" Kavramıyla da örtüşmektedir.(4:34) Müslüman erkeklerin ve Müslüman kadınların cinsel,sosyal aile hukuku dairesi içinde birlikte yaşayabilmeleri için "antlaşmalı" olmaları şarttır. Dolayısıyla Arap kültüründe Erkeğin "Kavvam"lığını yani hanımı üzerindeki gözeticiliğini, sorumluluğunu belirtmek için kullanılan "Sağ elin altındakiler" ifadesi Mümin erkeklerin nikahlı (antlaşmalı) olduğu kadınları ifade eder. Cariyelerden nikahsız faydalanabileceği görüşü ise Kur'an'ın aile anlayışına taban taban zıt bir eğilimdir.
  6. Tam bu cevabı istiyordum. İşte sizin bilimsel dediğin yargı bundan ibarettir. Hiçbirşeyi açıklamıyorsunuz. *****
  7. "Kuşkusuz Rabbin neyi isterse onu yapar." mealinden kasıt : Ayetlerin akışı mutluların içinde bulundukları güvenli durumu daha bir arttırmak için, Allah'ın iradesinin onlara yönelik bağışının kesintisiz olmasını dilediğini belirtiyor. Söz gelişi cennetteki yerleri değiştirilse bile, Allah'ın onlara yönelik bağışı kesintiye uğramayacaktır. Böyle bir şey sözkonusu olmamakla beraber, sınırlanacağı sanıldığı bir sırada bile yüce Allah'ın iradesinin serbestliğini vurgulamak için yeralıyor bu ifade. Olay şöyle özetlenebilir : Allah'ın iradesi serbesttir ama adaletli olduğu için kimseye haksızlık yapmaz. Yani hakedene hak ettiğini verir. Nitekim cennetlik olacak gibi ameller işleyenler için "Yiyecekleri de, gölgesi de süreklidir." (Ra'd, 13/35) diyerek Cennet'in sonsuz olacağı anlatılmış oluyor. ***
  8. TAKLAMAKAN arkadaş. Üstte bir alıntı daha. Gerçi yine inanmayacağını biliyorum ama ''inanmama konusundaki ısrarını'' görmen için sana yardımcı olur. Ordaki Kur2an ayetlerini görünce okumamazlık yapma bence. İstersen ayetleri hiç okumadan yazıya geç
  9. Doğal olarak Kur'an ışığında anlatacağım. Materyalist değil Metafizik felsefe'nin yandaşıyım çünkü. İnsanı çamurdan oluşan bir özden yarattık. 23 Müminun Suresi 12 O yarattığı her şeyi güzel yaratmıştır. Ve insanın yaratılışına çamurdan başlamıştır. 32 Secde Suresi 7 Sizi topraktan yaratması O'nun delillerindendir... 30Rum Suresi 20 Ve O sudan bir insan yarattı ve ona soy sop verdi. Efendin her şeye gücü yetendir. 25 Furkan Suresi 54 Kuran, insan yaratılırken kullanılan ham maddelerin toprak ve su olduğunu ortaya koymaktadır. Kuran, bazen bu ham maddeleri ayrı ayrı vurgulamakta, bazen de insanın çamurdan yaratıldığını söyleyip toprak ve suyun bileşiminden insanın yaratıldığını açıklamaktadır. İnsanın topraktan yaratılması üzerine çok spekülasyonlar yapılmıştır. Biyoloji ve kimya gibi bilimlerin ilerlemesiyle; hem toprağın, hem de insan vücudunun analitik incelemesi yapıldı. Bu incelemeler sonucunda insan vücudunun içerdiği maddeler ile toprağın içerdiği maddelerin tamamen aynı olduğu anlaşıldı. Bu maddeler alüminyum, demir, kalsiyum, oksijen, silikon, sodyum, potasyum, magnezyum, hidrojen, klor, iyot, manganez, kurşun, fosfor, bakır, gümüş, karbon, çinko, kükürt ve azottur. Amerika'daki bir kimya bürosunun yaptığı analize göre insan vücudunun %65'i oksijen, %18'i karbon, %10'u hidrojen, %3'ü azot, %1.5'u kalsiyum, %1'i fosfor, geri kalanı da diğer elementlerdir. Yaratılış denilen Allah'ın muhteşem sanatı işte bu cansız, şuursuz atomları belli bir şekilde birleştirip insanı meydana getirmektedir. Bu maddeler sırf ham madde olarak çok düşük değerlere alıcı bulmaktadır. Oranlarını verdiğimiz temel maddelerin New York Borsasındaki değeri 4.5 Dolar'dır. Evet, tam tamına 4.5 Dolar. İşte insanın temel malzemesinin fiyatı. Allah 4.5 Dolar'lık malzemeden insan mucizesini yaratmaktadır. Görülüyor ki beceri, bu 4.5 Dolar'lık malzemede değildir. Bütün övgü, bu ham maddeleri de, bu ham maddelerden insanı da yaratan Allah'adır. Övgü Alemlerin Efendisi Allah içindir. 1 Fatiha Suresi 2 TOPRAĞIN ÖZÜ Müminun Suresi 12. ayette dendiği gibi insan bir “özden” yaratılmıştır. Allah topraktaki elementleri, çok ince bir şekilde ayarlayarak insanı yaratmıştır. İnsan vücudunda gerekli her element belli değer aralıklarında var olabilmektedir. Bu değer aralığından sapmalar olduğunda hastalıklar, ölümler ortaya çıkabilir. Vücutta baştan bu maddeler dengeli bir şekilde dağıtıldıkları gibi, vücut sonradan bu maddeleri dengeli bir şekilde kullanacak, fazlalıkları dışarı atacak biçimde de yaratılmıştır. İnsan vücudunda yaklaşık 2 kg kalsiyum vardır. Eğer bu kalsiyum azalırsa bir elmayı ısırmamız dişlerimizin parçalanmasıyla sonuçlanabilir. Vücudumuzun 120 gr kadar potasyuma ihtiyacı vardır. Bu maddenin eksikliği kas ağrıları, kramplar, yorgunluk, bağırsak rahatsızlıkları, kalp çarpıntısı olarak kendini gösterir. çinkoya olan ihtiyacımız ise sadece 23 gr kadardır. Bu düşük miktarın eksikliği hafıza kaybı, cinsel yetersizlik, hareket gücünün azalması, koku ve tad alma duyusunun zayıflamasıyla kendini gösterir. 100 mikrogramlık selenyumun eksikliği kas zayıflığı, kalp ve damarlardaki esneme kabiliyetinin bozulmasıyla kendini gösterir... Tüm bu veriler bize Allah'ın insanı topraktan rastgele yaratmadığını, aynı ayette söylendiği gibi; toprağın içindeki elementleri belli ölçüyle belirleyerek insanı toprağın belli bir özünden yarattığını göstermektedir. Görüldüğü gibi Kuran'da hiçbir kelime boşu boşuna geçmemektedir. İnsan vücudundaki bu elementlerin incelikle ayarlanması Allah'ın mükemmel tasarımcılığını gözler önüne sermektedir. Secde Suresi'nde Allah'ın güzel yaratışına dikkat çekilmektedir. Gerçekten de çamur gibi basit görünümlü bir maddeden insan gibi bir eserin yaratılması Allah'ın delillerindendir. Nitekim Rum Suresi'nin 20. ayeti topraktan yaratılışın Allah'ın delillerinden biri olduğunu vurgulamaktadır. SU NASIL CANLANIYOR? ... Her canlıyı sudan yarattık. Hala inanmayacaklar mı? 21 Enbiya Suresi 30 Allah hareket eden her canlıyı sudan yarattı. 24 Nur Suresi 45 Furkan Suresi'nde insanların, Enbiya ve Nur Sureleri'nde ise tüm canlıların sudan yaratıldıkları söylenmektedir. Su, biyolojik olarak yaşayan maddenin temel unsurudur. İnsan hücrelerden oluşmuştur. Hücreleri incelediğimizde % 60 ile % 80 arasında sudan oluştuğunu görürüz. Temel maddesi su olan hücre, canlı bir maddedir. Canlılığın temeli olan su olmadan canlılık mümkün değildir. Suyu incelediğimizde suyun iki hidrojen ve bir oksijen atomundan meydana geldiğini görürüz. Kimyasal olarak her özelliği mükemmel ayarlanmış olan su, tamamen cansız olan, %99'u boşluk olan atomlardan oluşur. Nasıl oluyor da %99'u boşluk olan cansız atomlardan oluşan sudan yaratılan hayvanlar, insanlar canlanıyorlar? Bu noktayı iyice düşünen, becerinin cansız atomlarda değil, bu cansız atomları canlandıran Allah'ta olduğunu anlar. O Allah'tır. Yaratandır, kusursuzca var edendir, biçim verendir. En güzel isimler O'nundur. Göklerde ve yerde olanların hepsi O'nu yüceltir. O üstündür, bilgedir. 59 Haşr Suresi 24 Devamı... MENİ BİR KARIŞIMDIR : www.mucizeler.com/bolumler/49_menibirkarisimdir.htm RAHİM DUVARINDA ASILI DURURKEN : www.mucizeler.com/bolumler/51_rahimduvarinda.htm KEMİKLERİN OLUŞUMU VE ETLE KAPLANMALARI : www.mucizeler.com/bolumler/53_kemiklerinolusumu.htm Yaratılışımızla birlikte bizle var olan deliller : www.mucizeler.com/bolumler/57_yaratilisimizlabirlikte.htm ''Kuran Hiç Tükenmeyen Mucize" adlı kitaptan alıntıdır.
  10. Bu sorumun bir cevabı değil. Bilimsel bir cevap bekliyorum. ********** Bana evren nasıl oluştu, insan nasıl oluştu, doğa kanunlarını yapan kim? materyalist felsefenizie göre bunların tanımını ve özelliğini yazın. Güneş'in etrafında gezegenleri dönderen ne? Güneş bize ışınlarını ve ısısını vermek zorunda mı? Bu denge tesadüfle açıklanırsa bilimsel olmayacağına göre siz neyle bunları açıklıyorsunuz?
  11. Arkadaşım yüzyıllık plan yapan devletlerin politikalarında tabiki senin anlayamayacağın, ****** olgular olacaktır. Bush'un başkan olup olmaması yorumsal bir hatam olabilir(Özür dilerim). Ama yorumlarımın bir kısmını alacağınıza tümünü irdeleseniz belki ne demek istediğimi anlarsınız. ------------------------------------ ReOpen911.com internet sitesi Boutin’in (Fransız Bayındırlık Bakanı) verdiği bir röportajı “Fransız hükümeti 11 Eylül’ü Bush’un düzenlediğini düşünüyor” başlığıyla yayınladı. Röportajın videosunda Christine Boutin’’e “Sizce 11 Eylül saldırılarını Bush yapmış olabilir mi?” diye soruluyor, politikacı da “Bence mümkün” diye yanıt veriyor. Emekli Pakistanlı general Hamid Gül, United Press International'a verdiği bir röportajda 11 Eylül saldırılarının ABD Hava Kuvvetleri'nde İsrail'le işbirliği halinde olan hain unsurlar tarafından yapıldığını iddia etti. ABD Mimarlar Enstitüsü üyesi Richard Gage bile ,“Korkunç bir sonuca vardık: 11 Eylül saldırıları ABD yönetimi içinden planlanıp yönetildi” diyor. Buna rağmen müslümanlar bu olaydan nasıl sorumlu tutuluyor. Dİyelim ki küçük bir ihtimal bile olsa gerçekten birkaç müslümanım diyen birlerii yaptı.Onların yaptığı yüzünden türm müslümanlar ve İslam'iyet suçlanabilir mi? Konuyla ilgili bazı haber başlıkları : www.tesbitler.com/iha/11eyl6.htm http://arsiv.sabah.com.tr/2007/07/08/haber...83F781959B.html 12.10.2007 / ERDAL ŞAFAK / SABAH - 11 Eylül’ü kim yaptı? Not : Tamer Korkmaz'in ''1 Eylül'le korkutan” Bush ve NATO'su'' adlı makalesini de bulabilrseni okumanızı tavsiye ederim.
  12. B-KE , nerden çıktın kardeş. O kadar yorum yapmıştım. Gümbürtüye gitti. Neyse ben yine yazim sen sus B-KE'ye Cevap : Kardeşim bak Ahmet hulusiyi okudum bilirim. Tasavvufi bir dili var. Senin de okuduğun anlaşılıyor. Ama Ahmet Hulusiden çok onun kitaplarında belirttiği isimleri oku. Çünkü Ahmet bey bir din alimi değildir. Sıradan bir insandır. (Ön veya arka sıradan tartışılır ) Ve bazı onularda Kur'an ve Hadislerden çok kendi kafasına göre hareket etmektedir. Halbuki dinde sana göre veya bana göre yoktur. Tüm teoriler ortadadır. Pratiğe geçenler yanlış yapıyorsa bile bu teoriye zarar vermez. Ayrıca Kur'an hakkında verilen ayetler meal'dir. Siz galiba tefsiri kastediyorsunuz. ---------------------------------------------------------------- TAKLAMAKAN'e : ''Oysa bizim inancımızın ispatı var. MASAL değil.'' demiş. Cevap : Hadi canım. Big Bang sonucunda dünya olduğuna göre. Dünyadaki ilk insanlar nasıl oluştu anlatır mıısn? Hani Darwin'in düşündüçe çıldıracak gibi olduğu. Lenin'in düşünmekten Ruh sağlığına yatırıldığı insanlar. Siz küçük bir insanın bile bilimsel bir oluşumunu yorumlayamadınız. Koskoca kainatı mı yorumlayacaksınız. ---------------------------------------------------------------- ''Ben gidip biraz HÜDHÜD kuşu ile ilgili ayetlere bakayım. Daha neler yapmış.'' Cevap : Gül gül son gülen iyi büler (Zaten konuşan papağan da yok.Hepsini insanlar beyinlerinden uydurdu ) ---------------------------------------------------------------- TAKLAMAKAN'e : ''Yorum olan kısımlar (..) parantez içinde olur. Zaten tam bir kitap olsa bu paranteze de ihtiyaç bırakmaz. Değil mi.'' Cevap : Arapça bilmediğini bir daha kanıtladın. Bugünkü parantezli yerler Arapça da zaten belirtilen yerlerdir. Belirtilmeyen yerler de zaten belliridir. Mesela '' O, kainatı yarattı'' deyince parantez içinde Allah denmesine gerek yoktur. Çünkü belirtilen şey ap açık bellidir.
  13. İslam'da Kölelik ve cariyelik Genel : Cariye, özellikle savaş sonucu esir düşmüş ve bir efendiye köle yapılmış kadın demek. Bu nedenle yazıya esir almak, köleleştirmek, cariye yapmak ile ilgili bir girişle başlayalım. *** “Ölümüne girdiği zorlu bir meydan savaşı sonucu değilse esir almak bir peygambere yakışmaz. Siz geçici dünya malını istiyorsunuz, hâlbuki Allah sizin için ahireti istiyor. Allah çok güçlüdür, çok bilgedir.” (Enfal; 8/67) Bu ayet Bedir savaşında ele geçirilen esirlere ne yapılması gerektiği tartışması çıkınca nazil oldu. Rivayete göre Hz. Peygamber’in (s.a.v) yanına içlerinde kendi amcası Abbas ve amca çocuğu Akil b. Ebi Talip’in de bulunduğu yetmiş esir getirildi. Hz. Ebubekir bunların fidye alınıp serbest bırakılmasını teklif ederken, Hz. Ömer öldürülmelerini, Abdullah ibn Revaha da odunu bol bir ateşte yakılmalarını teklif etti. Hz. Peygamber bu teklifler üzerine duygulanarak Ebubekir’i İbrahim ve İsa’ya, Ömer’i Nuh ve Musa’ya benzeten bir konuşma yaptı ve fidye alınarak serbest bırakılmaları yönünde eğilim gösterdi. (Razi, İbn Kesir, Kurtubi). Dikkate edilirse ayette fidye almanın kınanıp, Hz. Ömer’in görüşü doğrultusunda öldürülmeleri gerektiği yolunda bir görüş belirtilmiyor. Sonuçta esirlerin öldürülmemiş olması, Allah tarafından da Hz. Ömer’in teklifi doğrultusunda öldürülmesinin istendiği yorumunu geçersiz kılmaktadır. Bilakis, tartışmaya katılan tarafların hepsi birden eleştiriliyor ve bu tartışmanın kendisi mahkûm ediliyor. Kur’an, esirlere ne yapılacağı konusunda taraf olmuyor. Ömer’in teklifi doğru Ebubekir’inki yanlış demiyor. Kuran’ın burada odaklandığı şeyin, kendilerinden çok şey beklediği Bedir’e çıkan bu bir avuç insanın “saf bir yürek temizliği içinde” olup olmadıkları olduğunu anlıyoruz. Yani asıl ganimet, ele geçirme, fidye, boyunlarını vurma, ateşte yakma vs. bunlar için tartışıp durmalarına içerliyor. Âdeta “Siz bunlar için savaşmadınız, sizin davanız esir, köle, fidye, ganimet, öldürme, yok etme vs. değil” demeye getiriyor ve demek istiyor ki: Ölümü göze alarak, yiğitçe ve mertçe giriştiği bir meydan savaşı sonucu olmadıkça bir peygambere esir almak yakışmaz. Savaşta yenilen taraf esir düşer; bu savaşın evrensel bir kuralıdır. Fakat bundan kişisel menfaat temin etmeye kalkmak, insanları köleleştirme amacı için kullanmak doğru değildir. Zafer sarhoşluğu içinde elinize esir düşen insanları öldürmeyi veya onları para karşılığı serbest bırakmayı düşünebiliyorsunuz. Hâlbuki siz saf hürriyet ve adalet savaşçısı olmalısınız. Böyle şeylere tenezzül etmemeniz gerekirdi. Size yakışan budur… Sonuçta, önceden fidye karşılığı bırakılanların ardından esirlerin her on kişiye okuma yazma öğretme karşılığı serbest bırakıldığını görüyoruz. Bilebildiğim kadarıyla dünya tarihinde bu bir ilktir. *** “Kur’an’ın ruhunu” bu olay vesilesi ile çok iyi kavradığı anlaşılan Hz. Ömer’in sonraki icraatlarının hep bu yönde olduğunu görüyoruz. O Hz. Ömer ki sonraki savaşlarda esir alınıp köle pazarlarında satılmak istenen insanları serbest bırakıp memleketlerine geri göndertmiştir. (bkz. “Kur’an köleliği kaldırdı mı” başlıklı makalemiz). Hele, Bedir’de ortaya çıkan “Kur’an’ın ruhu”nun, Hz. Ömer’den sonra Hz. Ali’de billurlaşan ifadesini şu olayda daha da net görüyoruz; Hz. Ömer’in hilafeti sırasında Suriye’nin fethi sebebiyle sayıları yüz bini bulan erkekli kadınlı esirler ele geçmişti. Bu kadar insana ne yapılacağı sorun olunca Hz. Ömer sahabeleri topladı ve onlara görüşlerini sordu. Yapılan tartışmalar sonucunda hepsi için “idam” kararı çıktı. Fakat bu Hz. Ömer’in içine sinmedi ve kararı kabul etmeyerek, o anda hasta olduğu için toplantıya gelemeyen Hz. Ali’ye haber gönderdi ve görüşünü sordu. Hz. Ali’nin verdiği cevabı lütfen dikkatle okuyun. “Kur’an’ın ruhu ve vicdanı” derken neyi kastettiğimi mükemmel anlatıyor. “Ey Ömer! Bunların hepsi Bizans’ın zulmü altında inleyen sefil ve biçare insanlardır. Artık bunlar bizim halkımızdır. Bunların kolları ve cesetleri kazanıldı, şimdi de yüreklerinin kazanılmasına sıra geldi. Görüşüm şudur: Hepsini kayıtsız şartsız serbest bırak! İslam’ın sevgi, merhamet ve adaleti altında saadetle yaşasınlar. Varsınlar çoluk çocuklarına kavuşsunlar.” (Filibeli Ahmet Hilmi; İslam Tarihi, shf. 287) Hz. Ali, Hz. Ömer’in şahsında gelecek nesillerin Müslümanlarına çok esaslı bir mesaj veriyor ve adeta şunu demeye getiriyor: “Biz bu dini niçin kabul ettik, bu din neden var? Et kokmuş, tuz da kokarsa halimiz nice olur. Neden, niçin savaşıyoruz ey Ömer!” Hz. Ömer bu görüşü büyük bir sevinçle kabul etti. Yüz bin esirin serbest bırakılması için derhal bölge komutanı Ebu Ebeyde b. Cerrah’a emir gönderdi. O devrin savaşlarında eşi ve benzeri görülmeyen bu alicenap hareket, o yüz bin esiri, İslam’ın gönüllü savaşçısı haline getirdi. Böylece İslam, fethettiği o gün için Bizans toprağı olan Suriye’den bir daha çıkmadı… “Fetih” açmak demek; gönüller açmak, yürekler fethetmek… İşgal ise zorla şekillendirmek... Bugün üzerine yan gelip yattığımız İslam dünyası topraklarının ne ile kazanıldığını sanıyorsunuz? Dünya Bizans’ın ve Sasani’nin zulmü altında ezilirken, İslam’ın, o günkü dünya kamuoyunda estirdiği hürriyet ve adalet rüzgarı ile değil mi? *** Şimdi… Giriş biraz uzun oldu ama lütfen “kadın köle” demek olan cariye konusunu bu giriş ışığında okuyun. “Cariye” kelimesi Arapça (CRY) kökünden geliyor. Sözlükte “olmak, geçmek, koşmak, akmak” demek. Yapmak, yürütmek, uygulamak (icra), akıcı, akan, geçerli (câri), kız çocuğu, halayık (câriyeh), su üzerinde akan, gemi (câriyetun), askerin günlük yiyeceği (cerâye), rota, alt yapı, kanal, çığır, akım yeri (mecra), akan, dolanan, elektrik akımı (cereyân) kelimeleri bu kökten… Şu halde cariye, akan, elden ele dolanan, parayla alınıp satılabilen köle kadın demek. Kur’an bir eski dünya alışkanlığı olan esir kadınların elden ele dolaşması, alınıp satılması olayına nasıl bakmaktadır? Evlilik yetmiyormuş gibi, bir de “cariye” adı altında bir takım kadınlara sahip olunabileceğini, hatta bunun bir sınırının da olmadığını mı söylemektedir? Dahası bunu Müslümanlara tavsiye mi etmektedir? *** Kur’an fekku ragabe (kölelik zincirlerini kırmak, parçalamak) ve tahriru regabe (kölelere özgürlük, hürriyet) diyerek köleliği kaldırma çağrısı yaptı. Aşama aşama kaldırma operasyonlarına girişerek köleliğin olmadığı bir toplum idealini Müslümanların önüne koydu. Bu çağrı o günkü dünyada muazzam bir rüzgar estirdi. Fakat köleci dünya buna direndi. (Bkz. “Kur’an köleliği kaldırdı mı” başlıklı makalemiz). Hayatın diğer tüm alanlarında olduğu gibi, savaşlardan da en çok zarar gören kadınlar oluyordu. O günkü dünyada savaşta yenilenin, borcunu ödeyemeyenin kendisi köle karısı veya kızı da cariye olurdu. Kadınlar alınıp satılır, elden ele dolaştırıldı. Bir cariye pazarına gidip kurbanlık hayvan seçer gibi kadının dişlerine, etine, boyuna posuna vs. bakıp satın alarak evinize götürebilirdiniz. (Tayland da hala bu uygulama devam ediyor. Zengin batılılar parayla kadın ve çocuk satın alıp evlerine/villalarına götürüyorlar). Her zaman mağdurun, mazlumun, ezilenin yanında olan ve hatta onların sesi ve soluğu olarak doğan Kur’an’ın böylesi bir uygulamayı onaylaması mümkün müdür? Kur’an’a baktığımızda kadınların çok kötü olan durumlarını düzeltmeye yönelik ayetlerin geldiğini ve bir dizi reforma giriştiğini görüyoruz. Kadınlarla ilgili bütün ayetleri bu çerçevede anlamak icab eder. Bu nedenle Kur’an’da “cariye” kavramı geçmez. Kur’an’da geçen “meleket eymanuhum” kavramını “cariyeler” olarak yorumlayanlar yanılıyorlar. Bu kavramın cariye manasına yorulması hem beyhudedir hem de Kur’an’ın ruhundan habersiz olmak manasına gelir. Şu halde bir çok meal ve tefsirde “cariye” olarak yorumlanan bu kavramı biraz deşelim bakalım ne demekmiş… MELEKET EYMANUKUM: Harfi harfine “Sağ ellerinizin sahip olduğu” demektir. Bu deyimle iki mananın kastedildiği anlaşılıyor; 1- Veli, şahitler vb. meşru şartları yerine getirerek nikah sahibi olmak 2- Savaş sonucu esir kadınlara sahip olmak. Yani ister hür ister esir böyle “meşru nikah sahibi olmadan” hiç kimseyle evlilik ilişkisine girilemeyeceği anlatılmak isteniyor. Çünkü “Sağ elin sahip olduğu” deyiminden maksat nikah mülkiyeti veya nikah sahibi olmaktır. Zira bu tabir henüz savaş ve esir kadın ele geçirmenin söz konusu olmadığı Mekke dönemi ayetlerinde de geçmektedir (70/30). Bu kavramın maksadı insanları zinadan menetmek ve yeni bir nikah bulunmaksızın veya eğer kadın memluke (esir, köle) ise nikah sahibi olmaksızın onlarla cinsi temasta bulunmaktan men etmektir. Cenabı-ı Hak bunu “sağ elin sahip olduğu” ile ifade etmiştir. Çünkü “sağ elin sahip olduğu” hem nikah ile evlenilen kadınlar hem de mülk olarak sahip olunan kadınlar hakkında söz konusudur (Razi). Demek ki savaşta esir alınan kadınlar, mübadele (esir değişimi) veya serbest bırakma söz konusu değilse, siyasi olarak esaret altında olurlar fakat onlarla cinsel ilişkiye girilemez. Yani “cariye” yapılamaz. Bunun için her normal kadınla yapıldığı gibi ayrıca nikah kıyılması gerekir. Buna ise “eş” denilir. İslam vicdanı her ne şekilde olursa olsun “nikahsız” ilişkiye cevaz vermez. *** Bu çerçevede Hz. Peygamber’in iki tane cariyesi olduğu görüşü de doğru değildir. Çünkü bunlardan ilki Reyhane, Medine’deki Yahudi Kurayza kabilesine mensup bir hanımdı. Bu kabile ile yapılan savaş sonunda esir düştü. Hz. Peygamber Reyhane’yi önce serbest bıraktı sonra da evlenme teklif etti. O da kabul edince nikah kı*********** evlendi. (Belazuri,1, 920). Mariye ise babası İranlı, annesi Yunan Mısırlı Hrıstıyan bir hanımdı. H. 7 yılda Hz. Peygamber’in İslam’a davet mektubuna bir yazı ile karşılık veren Mısır Kralı tarafından gönderilmişti. Hz. Peygamber’in Reyhane’ye yaptığını ona da yaptığı anlaşılıyor. Çünkü Kur’an içlerinde Mariye’nin de olduğu Hz. Peygamber’in hanımlarından ayırdetmeksizin “Ey peygamber eşleri” diye bahseder. Başka bir tabir kullanmaz. Mesela şu ayette adı geçen hanım Mariye idi. “Ey peygamber! Eşlerini memnun etmek için Allah’ın serbest bıraktığı şeyi niçin kendine yasaklıyorsun? Allah çok bağışlayıcıdır, sevgi ve merhamet kaynağıdır. Allah yeminlerinizi bir çözüme bağlamayı istemektedir.” (Tahrim; 66/1-2). Eğer Mariye cariye olsaydı, onu kendine haram kılma (tahrim) söz konusu olmazdı. Bu nedenle bir çok müfessirin bunun bir boşama (talak, zıhar) olup olmadığını tartıştığını görüyoruz. (Razi, Kurtubi, İbn Kesir, Zemahşeri). Tahrim, talak, zıhar vs. ise nikah sorumluluğu altındaki “eşler” için geçerlidir. Buradaki eş ise Hafsa, Aişe ve Zeynep ile aynı statüde olan Mariye idi. Dahası Mariye, Hz. Peygamber’in tek erkek evladı olan İbrahim’in annesiydi. Cariye statüsünde olması bu açıdan da mümkün değildir. *** “ Meleket eymanuhum” kavramına dönelim… Genellikle “cariyeleri” diye çevrilen bu deyimin geçtiği ayetlerin meali, bu durumda, örneğin şöyle olmak icab eder; “Kesin olan şu; müminler kurtulacak! Onlar namazlarında korku ve titreme içinde olanlardır. Onlar faydasız boş işlerlerle uğraşmayanlardır. Onlar karşılıksız arındırıcı harcamada bulunanlardır. Onlar iffetlerini koruyanlardır. Yalnızca eşleri yani meşru şekilde sahip oldukları ile birlikte olanlardır. Çünkü bu ayıplanacak bir şey değildir. Kim bunun ötesini ararsa, onlar da haddi aşanlardır. Yine onlar sözü ve emaneti namus bilenlerdir. Onlar namazlarını asla ihmal etmeyenlerdir. İşte onlardır varis olacak olanlar. İşte onlardır ebedi Firdevs’e varis olanlar…” (Mu’minun; 23/1-11) Ayette geçen “Ezvâcuhum ev ma meleket eymânuhum” ifadesi, “Yalnızca eşleri veya cariyeleri ile birlikte olanlardır.” değil; “Yalnızca eşleri yani meşru şekilde sahip oldukları ile birlikte olanlardır” manasına gelmektedir. Kadın erkek bütün eşleri kapsamaktadır. Çünkü 11 ayetlik yukarıdaki pasajda konu erkek ve kadın bütün müminlerin temel özelliklerinin sıralanmasıdır. Aradaki “ev” bağlacı seçenek bildiren “veya” değil; açıklama getiren “yani” anlamında kullanılıyor. Kur’an’ın kendi kendini tefsir ettiğine dikkat ediniz. “Düşünmek veya/yani şükretmek isteyenler için gece ile gündüzü birbiri ardınca getiren O’dur” (Furkan; 25/62) ayetinde geçtiği gibi. Şu ayet ise, esir alınarak köle yapılan ve böylece evlilik dışı nikahsız cinsel ilişki kurulabilen kadın demek olan “cariye” uygulamasına yol olmadığının apaçık delilidir: “Hür mümin kadınlarla (muhsanât) bir yuva kurmaya güç yetirecek durumda olmayanlarınız, savaşta esir alarak sahip olduğunuz (ma meleket eymânukum) iman etmiş kadınları düşünebilir. Allah imanınız ile ilgili her şeyi biliyor. İman edenler artık birbirinin can yoldaşıdırlar. Şu halde onları namusuyla yaşamaları şartıyla, ailelerinden izin alarak ve mehirlerini vererek nikâhlayın.” (Nisa; 4/25) Dikkate edin, düpedüz ailesinden izinli, mehirli, normal (meşru) evlilikten bahsediliyor. Rızası olmadan, izin alınmadan, mehir verilmeden, nikah kıymadan, sırf savaşta elime esir düştü diye kadıncağızı cariye yapmak bunu neresinde? Her şeyden önce bu Kur’an’ın ruhuna ve vicdanına ters. *** Şöyle bir soru soralım, daha iyi anlaşılsın. Bugün bir savaş olsa ve Müslümanların eline erkek ve kadınlardan oluşan yüzlerce, binlerce esir düşse, özellikle kadın olanlarına ne yapmak lazım gelir? Eskiden (ihya çağları) üretilen cariye fıkhına göre; ganimet olarak askerlerin mülküne birer ikişer verilip cariye yapılırlar. Ancak bu rastgele ve kuralsız bir şekilde de olmaz. Cariyenin önce hamile olduğunun anlaşılması için bir ay bekletilir. Cariyeye sadece efendisi dokunabilir. Efendisinden çocuğu olursa artık başkasına satılamaz ve efendisi ölürse azat edilir. Efendisinden başka birisiyle evlendirilirse cinsel hakları evlendiği adama geçer ve fakat mülkü efendisinde kalmaya devam eder. Hür eşlerdeki dört sınırı cariyelerde gözetilmez. Eğer efendisinden çocuğu olmazsa alınıp satılabilir. Cinsel ilişkide kullanılmaları için askerlere rasgele dağıtılamaz. Bunlar geçmiş çağlarda (ihya çağlarında) üretilen ve esir kadınların aşama aşama topluma kazındırılmalarını amaçlayan iyileştirilmiş kölelik hukukudur. En azından Roma veya Sasani kölelik uygulamasından daha insaflı olduğu kabul edilmelidir. Ancak bu uygulama kendi döneminde olumlu işlevler görmüşse de artık bir anlamı kalmamıştır. Kur’an’ın öngördüğünün bu olduğunu söylemek de mümkün değildir. Bu konuda geçmiş çağlar boyunca üretilen fıkıh, girişte değindiğimiz Hz. Ömer ve Hz. Ali’nin ufkunu yakalamaktan uzaktır. Müslümanlar, tarihin ve insanlığın kendilerinden beklediğini yapmamışlar, ellerindeki Kitap’ın gerisine düşmüşlerdir. Hadi iyi niyeti elden bırakmayalım; o günkü insanlık şartlarını aşmaya güçleri yetmemiştir. Ancak bugün öyle değil. Onlardan dahi iyi bir noktadayız ve cesur olmamızı gerektirecek bir çok sebep var. Bugün yeniden üretilecek (inşa çağı) fıkhında bunun adı “savaş esirleri hukuku”dur. Buna göre bugün bir savaş olsa ve Müslümanların eline erkek ve kadınlardan oluşan yüzlerce esir düşse şunlar yapılır: Güvenliği sağlanmış korunaklı bir yerde bekletilirler. Ganimet olarak görülemezler. Esir alan askerlere dağıtılamaz, hiçbiri köle ve cariye yapılamaz. Evli olanların evlilikleri devam eder. Esir düştü diye ailesinden veya eşinden zorla koparılamaz, hangi dine göre kıyarsa kıymış olsun nikahı feshedilemez. Her türlü kötü muamele, angarya, işkence, tecavüz, cinsel taciz yasak olur. Misafir muamelesi görürler. Ya esir mübadelesi karşılığında serbest bırakılırlar. Ya fidye veya tazminat karşılığı salıverilirler. Ya örneğin, lisan belletme, teknoloji öğretme, meslek kazandırma vs. karşılığı üçer beşer serbest bırakılırlar. İçlerinden kendi istekleri ile evlenmek ve Müslüman toplumda yaşamak isteyen olursa, kendi rızasıyla, ailesinin izni alınarak (hatta çağrılarak) ve mehirleri tastamam verilerek bekarlarla telli duvaklı, davullu zurnalı baş göz edilip serbest bırakılırlar. Ya da zamanın Ali’si çıkar, hepsini bir meydana toplar, etkili, dokunaklı ve gayet centilmen bir hitapla; insanlığa ne getirmek istediklerini, niçin savaştıklarını, hürriyetin ve adaletin insanlık açısından önemini, İslam’ın sevgi ve merhamet dini olduğunu, kendilerini diğer din ve ideolojilerden ayıran farkın ne olduğunu, neye hizmet için var olduklarını tıpkı Hz. Ömer’e anlattığı gibi anlatır ve kayıtsız şartsız hepsi yurtlarına, yuvalarına gönderilerek serbest bırakılırlar. Kur’an’ın, girişte anlattığımız Bedir esirleri uygulamasında, daha sonraları da Hz. Ali’nin cevabında ifadesini bulan “ruhunu ve vicdanını” esas alan bir fıkıh çağımızda kanaatimce böyle olmak icap eder. Geçmişte Bizans’ın ve Sasani’nin köleci düzenlerine ve saray cariyelerine kendini kaptıranlar, ne yazık ki İslam’ın hürriyet ve adalet iklimini çoraklaştırmış, vicdanını kurutmuş, insanlıkta estirdiği o muazzam rüzgarı içten kırmış, üstelik bunun farkına bile varamamışlardır. Zihnini ve ufkunu eski (ihya) çağlarında donduran bir çoğumuz, hala farkında olmadığı için geçmişin cariye hukukunu aşamamaktadırlar. Halbuki her çağın fıkhı o çağda üretilir, o çağı yaşayanlarca üretilir. Yazanın giriş bölümünü tekrar okuyun; o muazzam rüzgar tekrar oradan esecek, başka yolu yok. Recep İhsan'dan Alıntıdır. Alıntı yapmama kızanlar varmış. Kızanlar kim? Ateistler. Ateistler için zamanımı boşa harcayacağıma alıntı yaparım daha iyi. *************. Ha ben cevpa verdim ha diğer müslüman kardeşim. Sonuçta siz de ateist ağababalarınızın kitaplarından alıntı yapmıyor musunuz? Herşey ortada. Karl Marx'ın Aile'yi kaldırmak isteyen tezini neden düşünmüyorlar da özellikle İslam ile uğraşıyorlar aklınıza havale ediyorum.
  14. İslam'da Cariyelik : Allah'a kul ve köle olmanın dışında, her insan hür olarak yaratılmıştır. Hürriyet insanın vazgeçilmez bir hakkı, ayrılmaz bir hususiyetidir. Bununla beraber, insanın, insan olma itibariyle haysiyet ve şerefinden gelen bir hürriyet hakkı, hemen hemen tarihin bütün devirlerinde elinden alınmıştır. Çeşitli harp ve baskınlar neticesinde insanlar hürriyetlerinden mahrum edilmiş, bir mal gibi alınıp satılır hale getirilmiştir. Bilhassa Roma hukuku ve Yunan felsefesi köleliği zarurî bir ihtiyaç haline getirmiş, insanları bir eşya gibi pazara dökmüştür. Diğer taraftan her millet, düşmanının kuvvetini azaltmak, nüfusunu eksiltmek ve kendi kuvvetim artırmak için esirlik müessesesini yaşatmayı zaruret halinde görmüştür. İslâmiyetten önce Araplar arasında da kölelik bütün şiddet ve dehşetiyle devam ediyordu. Kabileler arasındaki çarpışmalar ve yağmalamalar aralıksız olarak sürüyordu. Düşman taraftan esir olarak alınan kadın, erkek ve çocuklar kölelileştiriliyordu. Cahiliye Araplannın nazarında kölelik hayvanlıktan aşağı telâkki ediliyordu. Bunun için onları insanlık dışı işlerde çalıştırıyorlar, her türlü zulüm ve işkenceyi reva görüyorlardı. Bazan onları aç susuz bırakarak ölüme terk ediyorlar, bazan de öldürüyorlardı. Kadınları cariye olarak kullanıyorlardı. Öyle ki âdeta cariyelik teşvik edilen birşey haline gelmişti. Sırf bunun için başka kavimlere baskınlar düzenliyorlar, erkekleri öldürerek kadınlarını esir alıyorlardı. İşte İslâmiyet böyle bir zamanda zuhur etti. O devirde insanlığın yarası olan böyle bir meseleyi tamamen ortadan kaldırmak mümkün olmadığı gibi, o zamanki durum zaten buna müsait de değildi. Esaret müessesesinin kaldırılması henüz yeni kurulmakta olan İslâm devleti için birtakım güçlükler getirebilirdi. Şöyle ki: Her hususta olduğu gibi dinimizin cihad anlayışı diğer milletlerin savaş anlayışından farklıdır. Dinimizin cihaddan gayesi, zulmetmek, kan dökmek, kuru kuruya beldeler fethetmek değil, Cenab-ı Hakkın ismini duyurmak, İslama yöneltilen hücumları önlemek, insanlara dünya ve âhiret saadeti temin etmektir. Bu sebeple düşman da olsa savaşa fiilen iştirak etmedikçe, kadınları, çocukları ve ihtiyarları öldürmek Peygamberimiz tarafından yasaklanmıştır. 1 Fakat bunları serbest bırakmanın İslâm devleti için bir tehlike olacağı da ortadadır. Çünkü bir kaç yıl sonra nüfusları yeniden artacağından Müslümanlar için bir tehlike teşkil etmeleri mümkündür. Bu durumda bunların esir alınması artık bir zaruret haline gelmişti. Diğer taraftan, karşı taraf, Müslümanları esir etmekten geri durmuyordu. Dengenin temin edilmesi için Müslümanların da onlardan esir almaları gerekiyordu. Böylece hem denge temin ediliyor, hem de karşı taraf kuvvetten düşürülüyordu. Ayrıca alınan esirlerle Müslüman esirler takas yapılarak Müslümanlar esaretten kurtarılmış oluyordu. Yine esirler fidye karşılığı serbest bırakılmakla İslâmiyetin yayılması için maddî destek temin ediliyordu. Görüldüğü gibi, köleliği ve cariyeliği ilk defa İslâmiyet icat etmemiştir. Birtakım zaruretler sebebiyle her ne kadar ortadan kaldırmamışsa da, onu tamamen hürriyete yol açabilecek şekilde ıslâh etmiştir. Tarihin her devrinde insanlık dışı işlerde kullanılan zulüm ve işkencenin her türlüsü reva görülen köleler, ancak İslâmiyet sayesinde rahat bir nefes alabilmişlerdir. Dinimiz kölelik müessesesini vahşi ve iptidaî suretten çıkarıp, insanî bir hayata kavuşturmuştur. Köleye birçok hak verilmiş ve bunlar devletin himayesi altına alınmıştır. Hadis ve fıkıh kitaplarımızda "Itk" yani "köle azadı" başlığı altında bu hakların izah edildiği bir bölüm mevcuttur. Dinimizde, hürriyet nimetinden mahrum kalanlara karşı büyük bir şefkat ve himaye gösterilmiş, hürriyetlerini kaybetmiş insanların tekrar hürriyetlerine kavuşabilmeleri için bazı hükümler getirilmiştir. Meselâ mü'mi-nin bir hata ve kusuru sonunda, günahını affettirebilmek için keffaret ödemesi gerekmektedir. Ramazan orucunu bozan, yanlışlıkla adam öldüren, yeminini bozan kimseler bu hatalarının affı için keffaret öderler. İşte bu keffaretlerin başında köle ve cariye azat etmek ilk sırayı almaktadır. Bu hususta birçok âyet-i kerime mevcuttur. Savaşı müteakip hürriyetini kaybeden köle ve cariyeler her ne kadar farklı statüye tâbi iseler de yine de birer insandırlar. Bunun için dinimizde köle ve cariyeyi hürriyetine kavuşturmak en büyük hayırlar arasında zikredilmiş, bir ibadet hükmünü taşımıştır. Buna teşvik eden birçok hadis-i şerif mevcuttur. Bu hadislerden birisi şu mealdedir: "Bir kimse, erkek veya kadın mü'min bir köle azat ederse, Allah o kölenin her âzası karşılığında bir azasını Cehennemden azat eder."2 Köle azadını teşvik eden bir diğer esas da "mukâteb"liktir. Bu da, efendisi tarafından bir kıymet takdir olunarak, kölenin bu parayı kazanıp ödemesi yoluyla azat olmasıdır. Cenab-ı Hak mü'minleri buna teşvik etmiş ve bu hususta şöyle buyurmuştur: "Kölelerinizden mukâtebe olmak isteyenleri de, eğer kendilerinde bir hayır biliyorsanız, hemen kitabete bağlayın ve onlara Allah'ın size verdiği maldan verin, size olan borçlarından düşürün."3 Ayrıca böyle bir kölenin hürriyetine kavuşması için Müslümanların verecekleri en sevaplı sadakaların böyle bir köleye verilen sadaka olduğu belirtilmiştir. Diğer taraftan dinimiz, köle ile efendisi arasında eşit hayat ve geçim şartını da getirmiştir. Köle olan kişinin ailenin bir ferdi olarak görülmesi, efendi ile kölenin aynı sofrada yemek yemesi tavsiye edilmiştir. Dinimize göre; efendi, kölesine yediğinden yedirmeli, giydiğinden giy-dirmelidir. Efendi, kölesine eziyette bulunmamalıdır.4 Köleler hakkında bir diğer husus da; efendinin, kölesinin izzet-i nefsini rencide edecek şekilde çağırmasının uygun olmadığıdır. Efendinin, kölesini, "kölem, cariyem" şeklinde değil; "oğlum, kızım" şeklinde çağırması tavsiye edilmiştir."5 Yine köle ve cariyeler umumiyetle eğitim ve öğretimden mahrum kimseler olduklarından onların ***** bırakılmayıp, okutulması ve yetiştirilmesi efendinin vazifeleri arasındadır. Görüldüğü gibi, kölesini azat etmeyen kimselerin bu şartlarda köle tutması ve beslemesi ağır bir mes'uliyet getirmektedir. Ahmed Cevdet Paşa, efendinin, mükellef olduğu vazifeleri yerine getirerek köle tutabilmesinin zorluğunu şu veciz cümle ile ifade eder: "Müslümanlıkta köle almak, köle olmaktır." Evet. İslâmiyetin kölelik meselesini ıslâh ettiği, hukuk sisteminde ona geniş bir yer vererek hakkını müdafaa ettiği düşünülünce, bu hususta ne kadar büyük bir inkılâp gerçekleştirdiği görülmüş olur. Dünyaya medeniyet dersi veren Batının, asırlardır sömürge ve istilâ belasıyla insanları, bilhassa İslâm âlemini ezip sömürdüğü, hattâ Amerika'nın ve Güney Afrika'nın bugünlerde dahi zencilere ikinci sınıf vatandaş muâmelesi yaptığı gerçeği hatırlanırsa, köleliği hangi milletin devam ettirdiği anlaşılmaz mı? Yarım asırdan fazla olarak Demirperde ülkelerinde Rusya'nın zavallı insanlara reva gördüğü zulüm, canavarlara bile rahmet okutmuştu. İnsanları evlerinden, yurtlarından kovarak Sibirya'nın kamplarında insanlık dışı işkence ve zulümlere boğduğu inkâr edilemez. Bu hususları dikkate alarak kölelik müessesesini İslâmiyetin icat etmediği, bu müesseseyi ıslâh ettiği hususunda yanlış bir telâkkiye kapılmaya gerek yoktur. Bu ifadeler ışığında insanlığa gerçek hürriyet ve hidayeti İslâmın getirdiği bir defa daha görülmüş olur. Cariye ve statüsü Savaş sırasında düşman tarafından esir edilen kız ve kadınlar "cariye" olarak alınır. Hukuk itibariyle ganimet sayıldıklarından İslâm devleti tarafından hizmetçiye ihtiyacı olan gazilere verilirdi. Azat edilmedikleri müddetçe de, ticarî bir eşya gibi alınıp satılırdı. Artık o andan itibaren "cariye" ailenin bir parçası ve bir ferdi olarak kabul edilir, ona göre muamele görürdü. Cariyenin sahibi olan "efendi" onu şahsî hizmetlerinde ve ev işlerinde istihdam edebildiği gibi, isterse, ayrıca bir nikâh kıymaya ihtiyaç duymadan istifade edebilirdi. Bu durum her ne kadar ilk anda garip karşılanacak olsa da, tarihî şartları içinde bu gayet normal ve tabii karşılanırdı. Zâten ayrıca bu hususta Kur'ân'ın verdiği bir ruhsat da mevcuttur. Mü'-minûn Sûresinin 5 ve 6. âyetlerinde bu ruhsat şöyle ifade edilir: "O mü'minler ki, ırzlarını korurlar; ancak hanımlarına ve sahip oldukları cariyelerine karşı münasebetleri müstesnadır. Bunlarla olan münasebetlerinden dolayı kınanmazlar." Efendinin, cariyesinden cinsî yönden istifade etmesinin, cariyenin hesabına iki mühim hikmet ve faydası vardır. Birincisi ve en mühimi, esir düşen ve sahipsiz kalan bu kadınların bu vesile ile ihmal edilmeleri önlenmiş olur. Çünkü, aksi takdirde, cariyelerin fuhşa düşmeleri, zinaya girmeleri ihtimali kaçınılmaz olduğu gibi, efendisinin evine de bağlı kalmış olur. Diğer bir faydası, cariyenin efendisinden bir çocuğu olduğu takdirde "çocuğun annesi" mânâsına "ümmü'l-veled" sayılmaktadır. Cariyeden doğan bu çocuk hür kabul edilir. Çocuğun doğumu ile annesi de, efendisinin ölümünden sonra mirasçılarına geçmeyip hürriyetine kavuşmaktadır. Çocuk olmasaydı, efendisi de azat etmeseydi, diğer mallar gibi cariye de miras olarak kalacaktı. Efendinin, cariyesi ile karı-koca olmaları da şart değildir. Efendi, onu sadece bir hizmetçi olarak istihdam edebilmektedir. Ayrıca, cariyenin kocası esirler arasında ise, eşlerin nikâhları devam edeceğinden, efendinin bu cariye ile münasebette bulunması caiz değildir. Hattâ erkek başka birisinin, kadın da bir başkasının yanında köle ise, yine efendi, yanında bulunan bu kadın köleden cinsî yönden faydalanamaz.6 Bu meselelerle birlikte, Kur'ân-ı Kerim, erkek ve kadın kölelerin birbirleriyle evlendirilmesini de teşvik etmiştir. Nur Sûresinde meâlen şöyle buyurulur: "Bir de içinizden bekârları ve kölelerinizle cariyelerinizden sâlih olanları evlendiriniz. Eğer fakir iseler, Allah onları kendi lütfundan zengin eder."7 Böylece kölelerin kendi aralarında bir nevi eşitlik sağlanmış olur. Her vesile ile kölenin hürriyetine kavuşturulmasını tavsiye eden dinimiz, cariyenin de nikahlanarak ev hanımı yapılmasını teşvik etmiştir. Bir hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz bu hususu şöyle ifade ederler: "Sizden cariyesi olan biriniz onu en güzel bir şekilde terbiye eder, yetiştirir de sonra azat edip onunla evlenirse, onun için iki sevap vardır."8 Bu açıklamalar göz önüne alınırsa, İslâmın köle ve cariyeleri ne kadar himaye ettiği, onların haklarını koruduğu açıkça görülecektir. Cariye sadece "kadınlığından" istifade edilen bir insan olarak da görülmemektedir. O aynı zamanda evin bir ferdi, ailenin bir parçasıdır. Ailenin, hanımından sonra evin en sorumlu kadınıdır. Bir insan sahip olduğu cariyesini azat edip hürriyetine kavuşturabildiği gibi, onu bir başkasına hediye olarak da verebilirdi. İşte Mısır hükümdarı Mukavkıs'ın Peygamber Efendimize (a.s.m.) gönderdiği iki cariye de bu kabildendir. Zaten bu iki cariye Mısır'dan gelirken yolda Müslüman olmuşlardı. Bilindiği gibi Peygamberimiz bu cariyelerden Mâriye'yi kendi nikâhı altına almıştı. Daha sonra Hz. Mâriye'den Hz. İbrahim dünyaya gelmişti. Hz. İbrahim'in doğumundan sonra Peygamberimiz Hz. Mâriye'yi hürriyetine kavuşturdu. Böylece Mâriye, diğer Peygamber hanımlarının gıpta edeceği bir mevkie yükselmişti. Şîrin isimli diğer cariyeyi de Peygamberimiz, şâiri Hassan bin Sabit'e verdi. Bu hadiseyi misal getirerek, bugün gayr-ı müslim ülkelerden "cariye" olarak nikâhsız bir şekilde kadın alınamaz. Çünkü artık tarihî bir hadise olan cariyelik müessesesi günümüzde hiçbir şekilde tatbik edilmemektedir. Diğer taraftan Peygamberimize hediye edilen "cariye", Mukavkıs'ın yanında da cariye idi. Yoksa Mukavkıs kendi milletinden bir kadını Peygamberimize "hediye" olarak göndermiş değildi. 1. Müslim , Cihad: 24; İbni Mâce , Cihad: 30. 2. Müslim , Itk: 21; Bıı/tnn , Itk: 1. 3. Nur Sûresi, 33. 4. Buharı, Itk: 15. 5. a.g.e. 16. 6. Istılâhat-ı Fıkhiyye Kamusu, 3:402. 7. Nur Sûresi, 32. 8. Buharı ,Itk: 15. Mehmed Paksu
  15. BraınSlapper , Uçağı tanımayan ilkel bir insan havada demiri dutan şeyin ilah olduğunu inanır. Halbuki demiri havada tutan ilah değildir. demişti RED EDİLEMEZ KESİNLİKTE ALLAH ın İSPATI başlığında. Cevap : Nakın arkadaşım uçak mevzusu gibi bir basit örnek ile Allah'ın olmayacağını düşünüyorsunuz. Bir uçağın çapı ve ağırılığını herkes az çok bilir. Binlerce uçak birleşse bir dünya edemez. İşte bu dünyayı kim güneşin etrafında sapmadan dönderip insanların yararlanacağı bir ölçü koyuyor? ------------------------------------------------- ''İnsanlar nedenini bilemdikleri , henüz açıklayamadıkları şeyi İLAH lar yaptı demiş hep.'' demişsiniz. Cevap : Bakın ilk insan Hz. Adem ilk peygamberdir. Eşi ile birlikte çocuklarına Allah'ı tanıtarak bu güne kadar Allah'ın ismini sürdürmüşlerdir. Dolayısıyla silsile gibi bir zincir şeklinde bu inanç herkesin beynine girmiştir. Arada bu zinciri koparan ve Allah kavramından uzak yaşayanlar da olmuştur. Ama içlerinde hep üstün bir varlığa olan inanç vardır. Şimdi olay şudur : İlk insan nasıl oluşmuştur? (İnsanın yapısını incelerseniz ne kadar kompleks olduğunu kavrarsınız.Tesadüflerle oluşamayacağını anlarsınız.) Bugün hayvan kopyalayarak kendilerini yaratıcı gibi gösterenleri herkes bilmektedir. Fakat acizliğe bakın ki adamlar yaratılmışlar üzerinde oynayarak kopya edebilmektedirler. Sorular o kadar çok ki ama çağdaş bilimin hepsine getireceği cevaplar kısıtlıdır. Mesela Big Bang'e ne etki etti. Bir patlama her zaman yıkıcı etki eder de Big Bang sonucunda nasıl evren düzenli bir şekilde oluştu. Güneşin etrafında gezegenleri dönderen ne? Hidrojen ve helyum oranına gelelim. Yapılan hesaplamalar, uzaydaki hidrojen ve helyum oranının, Big Bang’den günümüze kadar ulaşması gereken oranda olduğunu göstermektedir. Ayrıca evrenin bir başlangıcı olmasaydı, uzaydaki hidrojen tamamen yanarak çoktan helyuma dönüşmüş olacaktı. Kritik ayarı sağlayan ne? Astrofizik gözlem ve araştırmalar göstermektedir ki, evrenin genişleme hızı, dünyanın Samanyolu galaksisindeki konumu, Güneşin yaydığı ışığın frekansı, suyun akışkanlık değeri, Ayın dünyaya olan uzaklığı, evrendeki yıldızların birbirleri arasındaki mesafeler, dünyanın dönüş hızı veya dünyanın 23,5 derece eğik olması gibi sayısız faktör, insanın yaşamı için olabilecek en ideal ölçülerde ayarlanmıştır ki, bu ayarların birindeki ufak bir sapma dahi dünyamızda yaşamın asla var olmaması anlamına gelecektir. Mesela atmosferimizde %21 oranında oksijen vardır. Bu orandaki bir derecelik sapma dahi hayatı imkansız hale getirebilir.Bilim adamları evrendeki bu hassas dengeye; “ince ayar” (fine tuning) ismini vermişlerdir. Materyalist önyargılarla araştırmaya başlayan bilim adamları dahi, evrende çok hassas bir denge bulunduğunuı itiraf etmektedirler. Madem bir ölçü var onu koyan ne? Bilimsel bir yargıya göre hareket edecek olursanız tesadüf, hiçlik veya doğa kanunları gibi saçma iddialardan vazgeçmeniz gerekmektedir. Bu durumda bir felsefcinin bilimsel bir yargı yapabilmesi için akıl hesabıyla bile bir gücün bunları yaptığını kabul etmesi kaçınılmazdır. Buna rağmen kabul etmeyenler de gerçeği reddetmiş olacaklar ve bu da dogmatizm olacaktır. ---------------------------------------------------------- ''Kolaycı insanlar sebebini bilmediği şeye Tanrı der çıkar '' demişsiniz. Cevap : Asıl kolaycı insanlar görlükleri yücünden göremediği ALlah'a yok der çıkar
  16. ****** Ekleyecek şey : Ben anlatmaktan bıkmıyorum. İlk insan Hz. Adem ile İslam şeriati başladı. Ve son peygamber Hz.Muhammed ile son buldu. Zeten Yunan mitolojisi dediğiniz devre de bu iki devre arasındadır. Dolayısıyla Tanrı kavramı insanlarda hep vardır. Çok tanrıcılık kavramı sonradan ortaya çıkmıştır. Zaten İncil metinlerinin ibranice değil de grekçe olması bunlardan etkilendiğini gösterir. Kur'an ayetlerinde yine bir çelişki göremedim.
  17. TAKLAMAKAN'a : ''11 Eylül olayları olduğunda Bush zaten başkandı. '' demişsiniz. Helal olsun o kadar sözden bunu çıkarmışsınız.Ayrıntılara takılmayın bizim dediğimi 11 Eylül genel anlamda Bush ve Evangelistlerin birlikte Derin devlet yapılanmalarına yaptırdığı bir olaydır. ReOpen911.com internet sitesi Boutin’in (Fransız Bayındırlık Bakanı) verdiği bir röportajı “Fransız hükümeti 11 Eylül’ü Bush’un düzenlediğini düşünüyor” başlığıyla yayınladı. Röportajın videosunda Christine Boutin’’e “Sizce 11 Eylül saldırılarını Bush yapmış olabilir mi?” diye soruluyor, politikacı da “Bence mümkün” diye yanıt veriyor. Emekli Pakistanlı general Hamid Gül, United Press International'a verdiği bir röportajda 11 Eylül saldırılarının ABD Hava Kuvvetleri'nde İsrail'le işbirliği halinde olan hain unsurlar tarafından yapıldığını iddia etti. ABD Mimarlar Enstitüsü üyesi Richard Gage bile ,“Korkunç bir sonuca vardık: 11 Eylül saldırıları ABD yönetimi içinden planlanıp yönetildi” diyor. Buna rağmen müslümanlar bu olaydan nasıl sorumlu tutuluyor. Dİyelim ki küçük bir ihtimal bile olsa gerçekten birkaç müslümanım diyen birlerii yaptı.Onların yaptığı yüzünden türm müslümanlar ve İslam'iyet suçlanabilir mi? Konuyla ilgili bazı haber başlıkları : www.tesbitler.com/iha/11eyl6.htm http://arsiv.sabah.com.tr/2007/07/08/haber...83F781959B.html 12.10.2007 / ERDAL ŞAFAK / SABAH - 11 Eylül’ü kim yaptı? Not : Tamer Korkmaz'in ''1 Eylül'le korkutan” Bush ve NATO'su'' adlı makalesini de bulabilrseni okumanızı tavsiye ederim.
  18. İncildeki 3. Müjde: “Fânî olan yiyecek için değil, ebedî hayata bâkî olan yiyecek için çalışın; onu size İnsanoğlu verecektir; çünkü Baba Allah, ona mührünü basmıştır.” Ve İsa’ya dediler: “Allah’ın işlerini işlemek için biz ne yapalım?” İsa cevap verdi: “Allah’ın işi şudur: O’nun gönderdiği adama îmân edesiniz.” (Yuhanna, 6 /27-29.) “Artık sizinle çok şeyler konuşmayacağım; çünkü bu dünyanın reisi geliyor ve bende onun hiçbir şeyi yoktur.” (Yuhanna, 14/30.) İncil’de, Hz. İsa’nın ağzından tam 83 yerde geçen ‘İnsanoğlu’ ifadesinin tenkidli bir araştırması, Hz. İsa’nın bu ifadeyi kendisi için kullanmadığını, üçüncü bir şahıs için kullandığını göstermektedir. Hz. İsa, onun hakkında ‘gelecek, olacak, gelmesi yakındır, kapıdadır’ gibi istikbal ifade eden sözler söylemiştir. Hz. İsa’nın, özelliklerini sayarak geleceğini söylediği, müjdelediği bu ‘İnsanoğlu’, Hz. Muhammed (sav)’dir. Bu ibâreler, Kur’ân’daki “De ki: Ben de sizin gibi bir beşerim, insanım.” (Kehf 18/110) şeklinde Peygamberimizin ağzından hikâye edilen onun bir insanoğlu olduğu gerçeği ile örtüşmektedir. Not : Bunlara devam etmek isterdim ama bileklerim ağrıdı. Ben size kitabın ismini vereyim yüzlerce delil bulursunuz : Hüseyin-i Cisrî Risale-i Hamidiye. Uyarı : Demek oluyor ki önceki dinlerin de temelin de yine islam var. Yani İslam şeriati Hz.Adem ile başlamış Hz Muhammed ile son ve evrensel şekline kavuşmuştur. Üstteki deliller diğer dinlerin de Hz.Muhammed'i beklediğini kanıtlar. Kur'an da zaten büyük bir imtihandan söz edilir. Bu imtihanda kazançlı olmak için kim ne yapacağını biliyor. İsteyen inkar eder isteyen kabul eder. TAKLAMAKAN kardeş ben olayı senin gibi basitleştiremedim genelini aktarmaya çalıştım istifade etmeyeceğini bile bile. Bu deliller dairesinde dinlere bakarsanız aslında hiçbirinin tamam olmadığını eksiklerinin olduğunu ve son peygamberi beklediklerini görürüz. Ne kadar o dinlerin kitapları değişse de Allah'ın adilliği ile yine de değişmeyen delillerin olduğu ap açık görünecektir.
  19. İncil'deki HZ.MUHAMMED'e DAİR MÜJDELER Hz. İsa'nın havarilerle yediği en son yemeğin sonunda, yakalanıp götürülmesinden önce, havarilerle yaptığı son görüşmeler bir tek Yuhanna İncil'inde geçmektedir. Diğer 3 İncil’de (Matta, Markos, Luka) bu olaydan hiç söz edilmez. Hz. İsa'nın vasiyeti sayılabilecek sözler ettiği bu görüşmelerin diğer 3 İncil'de olmaması nasıl açıklanabilir? Acaba bu ifadeler diğer İnciller'den sonradan çıkarıldı mı? Yuhanna İncil'inde geçen ifadeler şöyledir: 1. Müjde: “Ben Baba’dan isteyeceğim ve O size, sizinle daimî kalacak olan başka bir Periqlytos gönderecektir.” (Yuhanna, 14/16.) “Benim gitmem sizin için hayırlıdır; çünkü ben gitmezsem, Periqlytos size gelmez. Fakat gidersem, onu size gönderirim. Ve o geldiği zaman, günah için, salâh için ve hüküm için dünyayı ilzam edecektir... Size söyleyecek çok şeylerim var; fakat şimdi dayanamazsınız. Fakat o Periqlytos gelince, size her hakikate yol gösterecek; zira kendiliğinden söylemeyecektir; fakat her ne işitirse söyleyecek ve gelecek şeyleri size bildirecektir.” (Yuhanna, 16/7-13.) Prof. Abdulahad Davud, Paraklit kelimesinin anlamını etimolojik olarak şöyle anlatır: “Paraklit kelimesi ‘Periqlytos' kelimesinin bozulmuş şeklidir. ‘Periqlytos' gerek etimolojik, gerekse lugat anlamı itibariyle ‘şanı yüce, övülmeye layık olan' demektir. Bu hususla ilgili Alexandre'nin "Dictionnaire Grec Français" isimli eseri olup kelimeyi şöyle açıklar: Bu birleşik isim ‘Peri' ön eki ile övmek kökünden türeyen ‘kleotis' kelimesinden mürekkeptir. Bu kelime Arapça'da en meşhur, en çok öven, şanı en yüce olan ‘Ahmed' kelimesinin tam karşılığıdır. Burada halledilmesi gereken tek mesele Hz. İsa tarafından kullanılan bu ismin Arami dilindeki aslını bulmaktır." Kelimenin aslı da, ‘Periqlytos’tur ve ‘en çok övülen, en çok hamdeden’ mânâlarına gelir ve ‘Ahmed’ kelimesinin tam karşılığıdır. (Davud, age, s. 270.) Saff Sûresi’nde Hz. İsa’nın, kendinden sonra gelecek ve adı ‘Ahmed’ olacak bir peygamberi müjdelediği belirtilmektedir. (Bkz: Saff 61/6.) İbn İshak (151/768), Yuhanna İncili’nin 15/26-27. âyetlerini şöyle tercüme etmiştir: “Baba’nın size göndereceği Münhamanna, Baba’dan çıkan hakikat ruhu geldiği zaman, benim için şahitlik edecektir. Siz de şahitlik edeceksiniz; çünkü başlangıçtan beri benimle berabersiniz. Bunu size, yanlışa sapmayasınız diye söylüyorum.” Münhamanna, Süryanice’de Muhammed karşılığındadır. Yunanca’sı Paraklitos’tur. (İbn Hişam, es-Sîratü’n-Nebeviyye, I, 187-188, Riyad, 1413/1992.) Bu kelime, ‘teselli edici’ olarak çevrilirse hiçbir mânâ ifade etmez. (Davud, age, s.287.) Grekçe’deki ‘Periqlyte’ kelimesi, Ârâmice ‘Mhamada’ yahut ‘Hamida’ kelimesinin karşılığıdır. Bu kelime, Arapça’da ‘Muhammed’ ve ‘Ahmed’ kelimelerine tekabül eder. (Davud, age, s.288.) Periqlytos’un bir özelliği de, kendiliğinden bir şey söylememesi, ne vahyedilmişse onu aktarması ve olacak şeyleri söylemesidir. Bu özellikler, Hz. Muhammed’de mevcuttur. O, Kur’an’ın diliyle şöyle der: “Ben, ancak bana vahyolunana uyarım ve ben, ancak bir uyarıcıyım.” (Ahkâf 46/9) “O hevasından konuşmaz; konuştukları, ancak ona vahyolunanlardır.” (Necm 53/3-4) âyeti de aynı gerçeği ifade eder. (Davud, age, s.288-289.) Faraklit, Hz. İsa hakkında şahitlik yapacaktır ve Hz. İsa’dan sonra gelecektir. Günahlarından dolayı bütün insanlığı ilzâm edecektir. (el-Cisr, age, s.57.) Yuhanna İncili’nin haber verdiği bu Paraklit’i, bir insan olarak anlamak gerekir; zira onun, Hz. İsa gibi işitme ve görme yetilerine sahip olduğu ifade edilmiştir. Bugün elimizde bulunan metindeki ‘Ruhu’l-Kudüs’ ibaresi, sonradan, tamamen kasıtlı olarak yapılmış bir ilavedir. (Bucaille, Maurice, Müsbet İlim Yönünden Tevrat, İnciller ve Kur’an, s. 176, (Terc: Mehmet Ali Sönmez), İstanbul,1987.) Yuhanna İncil’inde geçen “Parakletos”un Kutsal Ruh(Cebrail) diye açıklanmaya çalışılmasını eleştiren Prof. Dr. Maurice Bucaille bu anlayışı reddederek “Parakletos”tan kastın Hz. İsa’dan sonra gelecek Hz. İsa gibi bir Peygamber olduğunu söyler: “Burada öne sürülen insanlara bildirme işi hiçbir surette Kutsal Ruh’un işlerinden olan bir ilhamdan ibaret değildir. Aksine kendisini belirleyen Yunanca kelimedeki yayma kavramı sebebiyle, onun açıkça maddi bir niteliği vardır. Şu halde Yunanca “Akouo” ve “Laleo” fiilleri bir takım maddi işleri ifade ederler ve bu fiiller ancak işitme ve konuşma organlarına sahip bir varlıkla ilgili olabilirler. Dolayısıyla bu fiilleri Kutsal Ruh’a uygulamak mümkün değildir... Öyleyse Yuhanna’nın Paraklet’inde, Hz. İsa gibi işitme ve konuşma kabiliyetlerine sahip olan bir insan görmek, mantığın götürdüğü bir sonuç sayılmalıdır. Kutsal Ruh kelimeleri tamamen kasti olarak sonradan yazılmış bir ilaveden ileri gelmektedir. İlavenin gayesi Hz. İsa’dan sonra bir Peygamber’in geleceğini haber veren bir kelimenin ilk anlamını değiştirmektedir. Çünkü buna inanmak Hz. İsa’nın son Peygamber olmasını isteyen gelişme halindeki Hıristiyan cemaatlerinin öğrettikleriyle çelişki ortaya çıkarıyordu.” [Prof. Dr. Maurice Bucaille, Tevrat, İnciller, Kuranı Kerim ve Bilim, sayfa 127] Hıristiyanlar : ''Ama biz Paraklit’in insan olmadığına inanıyoruz.'' derler. Cevap : Siz, Paraklit'ten kastın Kutsal Ruh(Cebrail) olduğunu söylemektesiniz, peki İncil'in diğer yerlerinde geçen Kutsal Ruh(Cebrail) neden Paraklit olarak geçmemektedir de, ileride geleceği belirtilen şahıs söz konusu olunca Paraklit ifadesiyle Hz. Cebrail kastedilmektedir? Hıristiyanlarca zındık (Allah'a ve âhirete inanmayan, dinsiz) sayılan, pek çok taraftarı bulunan bir mezhebin lideri, kendisinin, Hz. İsa’nın müjdelediği ‘övülmeye en çok lâyık kimse’ olduğunu söyleyerek, kendisinin ‘Periqlytos’ olduğunu iddia etmiştir. Bu sahte Periqlytos hareketinden, ilk devir hıristiyanlarının, geleceği va’dedilen bu ‘hakikat ruhu’nu, belli bir şahıs ve Allah’ın son peygamberi olarak anladıkları sonucuna varılmıştır. (Davud, age, s.291; ayrıca bkz: el-Hindî, age, s.677; el-Cisr, age, s.60.) Peygamberimizden önce ne Periqlytos isminde bir Yunanlı’ya, ne de Ahmed isminde bir Arap’a rastlanılmıştır; bu, eşsiz bir mûcizedir. (Davud, age, s.289.) Bütün bunlar, Hz. İsa’nın geleceğini haber verdiği Periqlytos’un, Hz. Muhammed olduğu sonucuna varılmasını zorunlu kılar. Bundan sonrasını da diyalog şeklinde verelim : Hıristiyan — Pek tatmin olmadım. Çünkü aşağıdaki ayetler sizi yalanlıyor. İsa gelecek Parakletos’un bir insan olamayacağını işaret eder, şöyle ki: Yuh.14:16..."o sonsuza dek sizinle birlikte olacak" Oysa bir insan sonsuza dek yaşamaz öyle değil mi? Mümin — Doğru, insan sonsuza kadar yaşamaz. Ama biraz önce Tevrat’ta da kanıtladığım gibi gönderilecek olan insan bir peygamberdir ve şeriat ile geleceği söylenmektedir. Bu durumda "o sonsuza dek sizinle birlikte olacak" ifadesiyle anlatılmak istenen Peygamberin sonsuza kadar insanlarla kalacağı değil, ona gönderilen şeriatın sonsuza kadar insanlarla kalacağıdır. Hıristiyan — Yuh.14:17..."o gerçeğin ruhu olacaktır" deniliyor. Ama bir insan ruhtan farklıdır. Mümin — Buradaki ‘‘gerçeğin ruhu’’ ifadesinden kasıt ‘‘hakikatin özü, cevheri, temsilcisi’’ de olabilir. Bu mecaz ifadeler İncillerde birçok yerde bulunur. Mesela Yuhanna'nın Birinci Mektubu: 1.Yu.4: 6 - Bizse Tanrı'danız; Tanrı'yı tanıyan bizi dinler, Tanrı'dan olmayan dinlemez. Gerçeğin Ruhu ile yalan’ın ruhunu böyle ayırt ederiz. Burada da görüldüğü üzere ‘‘Gerçeğin Ruhu ile yalan’ın ruhunu böyle ayırt ederiz’’ sözünden kasıt ‘‘Gerçek ile Yalanı böyle ayırırız’’ dır. Hıristiyan — Yuh.14:17..."dünya onu ne görür, ve ne de onu tanır " Oysa insan görülür ve tanınır. Öyle değil mi? Mümin — Bu ifadedeki ‘‘dünya’nın onu görmemesi’’ ve ‘‘dünya’nın onu tanıması’’ sadece sinin düşündüğünüz anlamlarda değildir, burada mecaz anlam kastedilmiştir. Bu mecaz anlam ‘‘tanımamak’’ ve ‘‘görmemek’’ için değil ‘‘dünya’’ sözcüğü için de kullanılmıştır. Dünya bir canlı değildir, gözü olmadığı gibi birilerini tanıma özelliği de yoktur. Dolayısıyla ‘‘dünya’’ sözcüğünden kasıt ‘‘dünyada yaşayan insanlar’’ dır. Gelelim ‘‘görme’’ ve ‘‘tanıma’’ sözcüklerindeki mecazlara. "dünya onu ne görür, ve ne de onu tanır " ifadesindeki ‘‘ne görür’’ cümlesi ‘‘gördüğü halde görmemezlikten gelme’’ olabileceği gibi; ‘‘ne de onu tanır’’ ifadesi de ‘‘anımsamamak’’ veya ‘‘iddialarını tanımamak, reddetmek’’ anlamlarını da içerebilir. Nitekim bugün Yahudiler de sizler de Hz. Muhammed’in peygamberliğini tanımıyorsunuz. İşte bu karşı delil olarak kullandığınız ayetler bile sizin durumunuzu açıklıyor. Eğer buradaki mecazları reddederseniz şu ayeti de inkar etmeniz gerekir : MATTA: Mat.7: 3 Sen neden kardeşinin gözündeki çöpü görürsün de kendi gözündeki merteği (direk,cirit, değnek, çıta, sırık) farketmezsin? Buradaki anlam’da "dünya onu ne görür, ve ne de onu tanır " ifadesiyle aynıdır. Yine mecaz ifadeler yer almaktadır. Hıristiyan — Ama, Yuh.14:17..."ve o içinizde olacaktır" deniyor. Bir insan başkasının içinde olamaz ki? Mümin — Bu ne sefil mantık? Bir yakınınız ölse ''o, ölmedi içimizde yaşıyor'' demiyor musunuz? O da insan değil mi? Buradaki durum da biraz önceki mecazlara benzemektedir. Nitekim şu ayetlerde Mesih’in de bir insanın içinde olduğu söyleniyor : Pavlus'tan KOLOSELİLER'E MEKTUP: Kol.1: 27 ‘‘Mesih içinizdedir. ’’ Pavlus'tan ROMALILAR'A MEKTUP: Rom.8: 10 ‘‘Eğer Mesih içinizdeyse’’ YUHANNA'NIN BİRİNCİ MEKTUBU: 1.Yu.2: 14 - ‘‘Tanrı'nın sözü içinizde yaşıyor’’ Pavlus'tan KORİNTLİLER'E İKİNCİ MEKTUP: 2.Ko.13: 5 - ‘‘İsa Mesih'in içinizde olduğunu bilmiyor musunuz? ’’ YUHANNA: Yu.7: 38 ‘‘Kutsal Yazı'da dendiği gibi, bana iman edenin 'içinden diri su ırmakları akacaktır. ’’ Görüldüğü gibi buradaki anlamların hepsi mecazdır. Bir insanın içinde sözler, kelimeler, ırmaklar, insanlar, Peygamberler olmaz. Olabilmesi sadece mecaz anlamda kullanılması ile mümkündür. Hıristiyan — İsa, Parakletosun özel bir misyonu olduğunu söyler, şöyle ki: Yuh.14:26..."Babanın benim adımla göndereceği" Yuh.14:26..."size söylediğim tüm şeyleri hatırlatacak" deniliyor. Mümin — "Babanın benim adımla göndereceği" ifadesinde anlatılmak istenen Allah’ın, İsa peygamberden sonra bir peygamber göndermesi olayıdır. Yani ‘‘benim adımla’’ denilerek peygamberlik vurgulanmaktadır. Hıristiyan — Yuh.16:08..."o günah karşısında tüm dünyanın suçluluğunu gösterecek" deniliyor. Mümin — Hz. Muhammed, günah işleyen kişi, grup ve topluluklara suçlu olduklarını göstermiş. Ve zulmü önlemek için şartlar oluşursa savaşmıştır. Hıristiyan — Yuh.16:14..."O beni yüceltecek. Çünkü benim olandan alıp size bildirecek." deniliyor. Mümin — Peygamberimiz zaten kendinden önceki tüm peygamberlerden övgüyle bahsetmiştir. Ve onları hayırla anmıştır. Onlarla ilgili hikâyeleri ashabına anlatmış ve ibret almalarını istemişti. Zaten günümüzdeki Müslümanların birçoğunun ‘‘İbrahim, İsmail, İshak, İdris, İlyas, Harun, Davut, Eyyub, İsa, Musa, Nuh, Süleyman, Yahya, Yakup, Yunus, Yusuf, Salih, Zekeriya’’ gibi peygamber isimlerini almalarının nedeni Kur’an’ın ve Peygamberimizin onları övmesidir. 2. Müjde: “Tövbe edin; çünkü göklerin melekûtu yakındır.” (Matta, 4/17.) “Şöyle duâ edin: Ey göklerde olan Rabbimiz! İsmin mukaddes olsun, melekûtun gelsin. Gökte olduğu gibi, yerde de senin iraden olsun.” (Matta, 6/9-10.) “İsa havarilerini toplayıp onları, Allah’ın melekûtunu ilan etmek için gönderdi.” (Luka, 9/2.) Hıristiyan — Müjde bunun neresinde? Mümin — İncillerde sıkça geçen, Hz. İsa’nın müjdelediği ‘Melekûtullah’ veya ‘Melekûtu’s-semâvât’, Allah’ın hâkimiyeti veya göklerin hâkimiyeti anlamlarına gelir. (Ulutürk, age, s.106.) Hıristiyan — Göklerin melekûtundan kastedilen, İsa’nın getirdikleriyle zuhûr eden kurtuluş yolu olamaz mı? Mümin — Öyle olsaydı Hz. İsa, ‘Göklerin melekûtu yaklaştı.’ demez, ‘geldi’ derdi. Göklerin melekûtu, Hz. İsa’dan sonra gelen Hz. Muhammed’in getirdiği şeraitle gerçekleşmiştir. Hz. İsa, işte bu yüksek şeraiti müjdeliyordu. Bu müjde, doğru yolun yolcusu, tevhidi öğreten ve hiçbir şeyden yılmayan, yüce ve eşsiz bir peygamber olan son peygamber Hz. Muhammed’in müjdesidir. (el-Hindî, age, s.669-670.) “Allah’ın mülk ve saltanatı, sizden alınacak ve meyvelerini yetiştirecek bir millete verilecektir.” (Matta, 21/43.) Bu âyette, Hz. Peygamber ve ümmeti müjdelenmektedir. Hz. İsa bu sözüyle, Allah’ın iradesinin yeryüzüne hakim kılınmasını sağlayacak olan Melekûtullah’ın kendi ümmetinden, yani İsrailoğullarından alınıp, başka bir ümmete verileceğini ifade etmiş olmaktadır. Bu ümmet Hz. Muhammed’in ümmeti, bu hakimiyeti sağlayan da İslâm dinidir. İncil’de göklerin melekûtu, bir bağ sahibinin durumuna benzetilmektedir: Bağ sahibi, bağını bazı kişilere kiralar. Sonra kirayı almak için adamlarını gönderir. Kiracılar, bağ sahibinin adamlarından bazılarını yuhalarlar; bazılarını döverler; bazılarını taşlarlar; bazılarını da öldürürler. Sonunda bağ sahibi, saygı gösterirler diye oğlunu gönderir; bağcılar: ‘Aman bu mirasçıdır; onu öldürüp mirasa konalım.’ diyerek onu öldürürler. Burada Hz. İsa, dinleyenlere soruyor: ‘Bu durumda bağın sahibi ne yapmalı?’ Dinleyenler, bağ sahibinin bu adamları yok edeceğini, yerlerine başka kiracılar alacağını söylerler. Hz. İsa da cevaben: ‘Siz kitapta Yapıcıların reddettiği taş, işte köşenin baş taşı oldu.’ (Matta, 21/42.) sözünü okumadınız mı? Bu nedenle, Allah’ın melekûtu sizden alınacak ve onun meyvelerini yetiştirecek bir millete verilecektir.’ demiştir. (Bkz: Matta, 21/33-43.) Ferisîler ve başkâhinler, bu meselde kastedilen azgın kiracıların kendileri olduklarını anladılar; ama halktan korktukları için bir şey yapamadılar. Bu meselde bağ sahibi, Allah’ı; azgın kiracılar, yahudileri; yeni kiracılar da Hz. Muhammed’in ümmeti olan Arapları ve diğer Müslümanları temsil etmektedir. İncil’de bir hikâye daha anlatılmaktadır: Bir bağ sahibi, bağında çalışmaları için, birkaç işçiyle bir dinar yevmiyeye anlaşır ve onları bağa gönderir. Bir müddet sonra yine çarşı meydanına uğrar ve orada bekleyenleri de çalışmaları için bağına yollar. Akşam üzeri, çarşıda boş duran birilerini görür. Onlara niçin çalışmadıklarını sorar. Onlar da, ‘Bizi kimse tutmadı.’ derler. Bağ sahibi, onları da bağına gönderir. Gün sonunda kâhyasına, son gelenlere birer dinar vermesini söyler. Sıra, sabah erkenden işe başlayanlara gelince, onlara da birer dinar vermesini söyler. Bu kişiler bağ sahibine, ‘Bir-iki saat çalışanlarla bizi niye eşit tuttun?’ diye sorarlar. O da onlara, kendileriyle bir dinara anlaştığını ve birer dinarlarını da verdiğini; diğerlerine fazladan verdiklerine ise kimsenin karışamayacağını söyler. Böylece sonuncular, birinciler; birinciler de sonuncular olur. (Bkz: Matta, 20/1-16.) Bu meselde bağ sahibi Allah’ı; bağda çalışan işçiler, peygamberlerin ümmetlerini temsil eder. Akşamüzeri çalışmaya başlayanlar, en son ümmet olan Hz. Muhammed’in ümmetidir. Diğerlerinden daha az çalışmalarına rağmen, hem onlarla eşit yevmiye aldılar, hem de diğer çalışanlardan önce yevmiyelerini aldılar. Bu işçilerin ‘Bizi kimse tutmadı.’ demeleri, onlara asırlar boyu peygamber gönderilmediğini ifade etmektedir. Hz. Peygamber, “Ben ikindi ile gün-batımı arasında gönderildim.”( Buhârî, Fedâilü’l-Kur’an, 17.) buyurmuştur. Yine o, “Biz öne geçen sonuncularız.” (Buhârî, Enbiyâ, 55.) demiştir. Hz. İsa der ki: “Göklerin melekûtu, bir adamın tarlasına ektiği bir hardal tanesine benzer; o tane ki, bütün tohumların en küçüğüdür; fakat büyüyünce, sebzelerden daha büyüktür ve ağaç olur; ta ki göğün kuşları onun dallarına konarlar.” (Matta, 13/31-32; Markos, 4/26-32.) Fetih Sûresi’nde, Hz. Peygamber’in beraberindekilerle ilgili bir meselin İncil’de geçtiği söylenmektedir: “Onların İncil’deki meselleri şöyledir: Onlar, filizini yarıp çıkarmış, gittikçe kuvvetlenerek kalınlaşmış, gövdesi üzerine dikilmiş bir ekine benzerler ki bu, çiftçilerin hoşuna gider. Allah, böylece onları çoğaltıp kuvvetlendirmekle,kâfirleri öfkelendirir.” (Fetih 48/29) (Bkz: Mevdûdî, Tefhîmü’l-Kur’ân, V, 428-429, (Terc: Heyet), İstanbul, 1996; Hamidullah, İslâm Peygamberi, I, 576.) Bütün bunlardan anlaşılan şudur: Göklerin melekûtundan maksat, İslâm dinidir ve onun uygulamaya geçirilmesidir.
  20. Eski Ahid, üç ana bölümden oluşur: a. Tora (Tevrat), b. Neviim(Peygamberler), c. Ketuvim (Kitaplar) Tora, Hz. Musa’ya indirilmiş olan ve beş bölümden oluşan kutsal kitaptır; bölümleri şunlardır: a. Tekvin, b. Çıkış, c. Levililer, d. Sayılar, e. Tesniye. (Tümer-Küçük, age, s. 194-195.) Nevim (Peygamberler) bölümünde, İsrailoğullarına gönderilmiş peygamberler sıralanır. Bu bölüm, yirmi bir alt başlık ihtiva eder. Ketuvim (Kitaplar) bölümü de, Mezmurlar’ı (Zebur’u) da içine alan on üç bölümden oluşur. (Bkz: Tümer-Küçük, age, s. 195-197; Bouquet, A. C., Sacred Books of the World, s. 183-184, Çekoslovakya, 1962.) 1. Müjde: “Onlar için kardeşleri arasından, senin gibi bir peygamber çıkaracağım ve sözlerimi onun ağzına koyacağım ve ona emredeceğim her şeyi onlara söyleyecek. Her kim peygamberleri tarafından, benim adıma söylenen sözleri dinlemezse, ben onlardan intikam alacağım.” (Tesniye, 18/18-19.) Yüce Allah bu sözleri, Hz. Musa’ya hitaben söylemiştir. Hz. Musa, İsrailoğullarından idi. İsrailoğullarının kardeşleri, İsmailoğullarıdır. ‘Kardeşleri arasından’ ifadesi, bu peygamberin, İsrailoğullarının kardeşleri olan İsmailoğullarından olacağını, onların arasından çıkacağını ifade etmektedir. Hz. Muhammed (sav), İsmailoğullarından, yani Araplardandır. ‘Senin gibi bir peygamber’ ifadesi, gelecek olan bu peygamberin, Hz. Musa’ya benzer olduğunu, onun gibi müstakil bir şeriate sahip olacağını ifade etmektedir. Müstakil bir kitap ve şeriat getirme bakımından, dünyevî ve uhrevî olarak muktedir bir peygamber olma bakımından Hz.Musa ile Hz. Muhammed birbirlerine benzerler. (Elmalılı, age, I, 500; Gülen, age, I, 42-43; Ulutürk, age, s.90.) Hz. Musa’nın, getirdiği kanun ve hükümler, cihad etmesi, koyduğu cezalar, cemaati arasında sözünün dinlenir olması, gibi birçok özelliği Hz.Muhammed’de görmek mümkündür. Allah’ın, kelamını onun ağzına koyması, o peygamberin ümmî olacağını, sadece kendisine vahyedileni insanlara duyuracağını ifade eder. Hz. Peygamber ümmî idi; okuma-yazması yoktu; Kur’ân’ı, şifâhî olarak, ezberinden okurdu ve yalnızca kendisine vahyolunanı okurdu. (Necm 53/3- 4) (el-Cisr, age, s.55.) Hz. Musa’nın, İsmailoğullarından çıkacağını, kendisi gibi müstakil bir şeriat ve kitap sahibi olacağını ve ancak kendisine vahyolunanı okuyan ümmî bir insan olacağını söylediği bu peygamber, Hz. Muhammed (sav)’den başkası değildir. (el-Hindî, age, s.655; Elmalılı, age, I, 500; Gülen, age, I, 43; Ulutürk, age, s.90; Kaya, “İlahi Kitaplarda Hz. Muhammed”, s. 229-230.) Üstteki ayeti Hıristiyanlar da kabul eder. Çünkü Rasullerin İşleri, Bâb: 3, âyet: 22’de : “Gerçek, Mûsa demiştir: “Rab size kardeşleriniz arasından benim gibi bir peygamber çıkaracak, her ne söylerse onu dinleyeceksiniz. Ve bütün peygamberler, Semuel (İsmail) ve sıra ile gelenler, hep söylenen bu günleri ilân ettiler” denilmiştir. Ama Hıristiyanlar bupeygamberin Hz. İsa veya Hz. Yuşa olduğunu sanıyorlar? Gelelim işin gerçeğine : — “... ve Rabbin... Mûsa gibi bir peygamber daha İsrail’de çıkarmadı.” (Tesniye, Bâb: 34, âyet: 12) denilerek bu peygamberin Hz.İsa veya Hz.Yuşa olamayacağı kanıtlanmıştır. Ayrıca bu peygamberler, Hz. Musa gibi müstakil bir şeriate sahip olmadıklarından ve kendileri de İsrailoğullarından oldukları için, buradaki tarife uymazlar. (el-Cisr, age, s.54-55.) Tevrat’taki müjdeler bununla da sınırlı değil. 2. Müjde: “Rabb, Sînâ’dan geldi; ve onlara Saîr’den doğdu; Faran (Paran) dağından parladı ve mukaddeslerin on binleri içinden geldi. Onlar için sağında ateşli ferman vardı” (Tesniye, 33/2.) Sînâ Dağı, Hz. Musa’ya Tevrat’ın verildiği yerdir. Saîr, Hz. İsa’ya İncil’in indirildiği Nâsıra civarında bir yerdir. Paran, Arapça okunuşuyla Faran, Mekkenin eski isimlerindendir. Ve ‘‘Paran dağından parladı’’ ifadesiyle Hz. Muhammed’e indirilen vahye işaret edilmektedir. (Harman, Ömer Faruk, “Fâran”, DİA, XII, 166; el-Cisr, age, s.53.) İçinden gelindiği belirtilen mukaddeslerle, Peygamberimizin her türlü ayıptan uzak bulunan Âline, Ehl-i Beytine ve Ashâbına işaret edilmiştir. “Sağda ateşli ferman” ifadesiyle de İslâm Dinindeki Cihada işaret edilmiştir. Bu yorumlar sizin olsun siz Paran denilen yer’in Mekke olduğunu kanıtlayın. Eğer kanıtlarsanız inanırız diyebilirsiniz.!!! Buyrun kanıt : — Tevrat’ta, Hz. İsmail’in ve Hacer vâlidemizin bu bölgede oturduğu anlatılmaktadır: “(İsmail), Paran çölünde oturdu ve anası ona, Mısır diyarından bir kadın aldı.” (Tekvin, 21/21.) Kur’ân’da da Hz. İbrahim’in, zürriyetinden bir kısmını, Beytü’l-Haram’ın yanında ekinsiz bir vadiye yerleştirdiği (İbrahim 14/37) bu evin temellerinin de İbrahim ve İsmail tarafından yükseltildiği (Bakara 2/127.) belirtilmektedir. Bu vadi Mekke vadisi; bu ev de Kâbe olduğuna göre, Hz. İsmail ile annesinin yerleştiği yer, Mekke’dir. (Harman, “Fâran”, DİA, XII, 166.) Ayrıca Tarihçi Ciron ve İlahiyatçı Yosepyos derler ki: Faran dağları, Arap beldelerine ve Eyle kentinin doğu tarafına üç günlük mesafededir. Daha bitmedi. 3. Müjde: “Şilo gelinceye kadar, saltanat asası Yahuda’dan, hükümdarlık asası da ayaklarının arasından gitmeyecektir. Ve milletlerin itaati ona olacaktır.” (Tekvin, 49/10.) Ahd-i Atik’in bütün tercümelerinde bu ‘Şilo’ kelimesi aynen korunmuş, tercüme edilmemiştir. (Davud, Abdülahad, Tevrat ve İncil’e Göre Hz. Muhammed, s. 64) Bu kelimenin mânâsıyla ilgili üç ihtimal düşünülmüştür: a) Bu kelime, ‘şiluah’ kelimesinin bozulmuş şeklidir; ‘Yah’ ın Rasûlü’, yani sadece Hz. Muhammed için kullanılan bir sıfat olan ‘Allah’ın Rasûlü’ ifadesine tekabül eder. (Davud, age, s.65.) Bu kelime, ‘saltanat ve şeriat sahibi’, ‘büyük ve kanun koyucu otoritesi olan’ ve ‘milletlere hükmeden’ şahıs anlamlarına gelmektedir. (Davud, age, s.67.) c) Bu kelime, ‘barış, kalp huzuru, sessizlik ve güven’ anlamlarına gelir; Peygamberimiz’e, çevresindeki insanlar tarafından verilen isim de ‘Muhammedü’l-Emîn’ yani ‘Güvenilir Muhammed’dir. (Davud, age, s.69.) İlginç olan bir şey, bu kelimenin, Tevrat’ın başka hiçbir yerinde geçmemesi ve diğer peygamberler için kullanılmamış olmasıdır. (Davud, age, s.71.) Kelimenin bütün anlamları, Hz. Muhammed (sav)’e uymaktadır; öyleyse Şilo, Hz. Muhammed’dir. (el-Hindî, age, s.657; Ulutürk, age, s.93.) Şilo, Hz. İsa olamaz mı? diyenler olabilir buyrun cevap : Hz. Muhammed, Kur’an ve askerî güçle gelmiştir. Şilo’nun yahudi olmayan birisi olması gerekir ki, onun gelmesiyle birlikte saltanat ve hükümdarlık, Yahuda’dan, yani onun soyundan olan yahudilerden gitmiş olsun, onlardan alınmış olsun. Şilo, Hz. İsa olamaz; çünkü o da ana tarafından Yahuda soyundandır, İsrailoğullarındandır ve savaşçı bir özelliğe sahip değildir. Müjdelere devam edelim. 4. Müjde: “İşte kendisine destek olduğum kulum; canımın kendisinden razı olduğu seçme kulum: Rûhumu onun üzerine koydum, milletler için hakkı meydana çıkaracaktır. O bağırmayacak ve sesini yükseltmeyecek ve sesini sokakta işittirmeyecek. Ezilmiş kamışı kırmayacak ve tüten fitili söndürmeyecek, hakkı hakikate erdirecek. Ve dünyada hakkı pekiştirinceye kadar zayıflamayacak ve cesareti kırılmayacak; adalar, onun şeriatini bekleyeceklerdir.” (İşaya, 42/1-4.) Burada kendisinden bahsedilen kişi, Hz. Peygamber’dir. Abdullah b. Amr’a Rasûlullah’ın Tevrat’taki vasıfları sorulduğunda o, bu vasıfları saymıştır; bu vasıflardan biri de şudur: “Bu peygamber, kötü huylu, katı kalpli ve çarşılarda bağırıp çağıran biri değildir.” (Buhârî, Buyû’, 49; Buhârî, Tefsîr, Sûratü’l-Feth, 3.) Bizans Kralı Herakliyus, Ebû Sufyan’a (Ebû Sufyan o zamanlar Müslüman değildi) Hz. Peygamber hakkında birçok soru sormuştur; bu sorulardan biri de şudur: “Onlar artıyorlar mı, azalıyorlar mı?” Ebû Sufyan, “Artıyorlar.” diye cevap verince Herakliyus, “İman böyledir; tamamlanıncaya kadar artar.” (Buhârî, el-Cihâd ve’s-Siyer, 101.) demiştir. Bu iki vakıa, İşaya’dan naklettiğimiz bölümde bahsedilen kişinin, Hz. Peygamber olduğunu göstermektedir. ---------------------------------------------------------- ZEBURDAKİ HZ MUHAMMED'e DAİR MÜJDELER 45. Mezmur’da, bir peygamberin özellikleri sayılır: a) Üstün bir güzelliğe ve parlak bir yüze sahip olması, Dudaklarından letafet (hikmetli sözler) saçılıyor olması, c) Zamanın sonuna kadar mübarek olacağı, d) Kılıç, celâl ve haşmet kuşanmış olması, e) Kudretli ve güçlü olması, f) Hakikat, hilim ve adalet sahibi olması, g) Oklarının sivri olması ve onları kullanmaya her an hazır olması, h) Kavimlerin onun emri altına girmesi, ı) İyiliği sevip günaha kızması, j) Kralların kızlarının ona hizmet etmesi, k) Ona, komşu ülkelerin padişahlarından hediyeler gelmesi, l) Ümmetinin zenginlerinin, onun emrine itaat edip mallarını cömertçe harcamaları, m) İsminin nesilden nesile anılması ve kavimlerin daima ona teşekkürde bulunması. (Mezmurlar, 45/1-17.) Sizce bu peygamber kimdir? ''Hıristiyanlar biz, bu peygamberin Hz. İsa olduğuna inanıyoruz. '' derler. Cevap : Bu özelliklerin hepsi Hz. Muhammed’de mevcuttur. Burada bildirilen kişi Hz. İsa olamaz. Çünkü savaşçı bir özelliğe sahip değildir. Padişahlar ona hediye göndermemiş aksine (Hıristiyanların inancına göre) çarmıha germişlerdir. Kralların kızları da Hz. İsa’ya hizmet etmemiştir. Ümmetinin zenginleri de cömetçe malını Hz. İsa için harcamamıştır. Hz. Muhammed, çok güzel bir insandı; gösterdiği hikmet ve bilgi incelikleri sonsuz idi; din düşmanlarına karşı savaşmıştı; Arapların en kuvvetli pehlivanlarını yenmesi de gücünün büyüklüğüne delildir; doğruluk ve güvenilirlik vasıflarını, düşmanları bile kabul ederlerdi; atış aletleri kullanması, şeriatinin gereğidir; Araplar ve diğer milletler onun dinine uymuşlardır; Hayber kumandanı Ahtab’ın kızı olan Safiyye, onun cariyesi olmuştur. Hz. Peygamber, bütün güzel huylarla muttasıf, bütün çirkinliklerden uzak idi. Necâşî ve Mukavkıs, ona çeşitli hediyeler göndermişlerdir. Ümmetinden zengin olanlar, meselâ Hz. Osman, onun emrinde mallarını cömertçe infak etmişlerdir. (el-Cisr, age, s.67-71.) Allah, bütün mü’minlere, peygamberlerine salât ve selâm getirmelerini ve ona saygı göstermelerini emretmektedir. (Ahzâb 33/56.) Böylece peygamberin ismi, nesilden nesile saygı ve şükranla anılmaktadır. Ayrıca günde beş defa okunan ezanla, Hz.Muhammed’in peygamberliği ilan edilmekte, mübarek ismi anılmaktadır. (el-Cisr, age, s.73.)
  21. BUDİZM’İN KUTSAL KİTAPLARINDA BULUNAN MÜJDELER Buda’nın asıl adı Siddhartha Gotama olup, ‘Buda’ lakabı kendisine sonradan verilmiştir. ‘Buda’, kelimesi, Pali dilinde ve Sanskritçe’de ‘uyanmış, aydınlanmış, aydınlığa kavuşmuş’ anlamlarına gelir. (Eliade, age, s.54; Tümer-Küçük, age, s. 160.) Buda’ya irfan (vahiy), bir incir ağacının altında gelmiştir.( Kahraman, age, s.111.) Buda, putlara tapmayı yasak etmiş, putları kırmıştı; fakat ölümünden sonra budistler, onun heykelini yapıp tapmaya başlamışlardır. (Kahraman, age, s.114.) Bazı âlimler, Kur’ân’da adı geçen Zülkifl’in, Buda olduğunu söylemişlerdir.( Tümer, Günay, “Budizm”, DİA, VI, 358.) Onlara göre Kifl, Buda’nın doğum yeri olan Kapilavastu’nun Arapçalaşmış şeklidir; Zülkifl, ‘Kapilavastulu’ demektir. (Tümer, “Budizm”, DİA, VI, 358; Kaya, “İlahi Kitaplarda Hz. Muhammed”, s. 234.) Diğer taraftan, Kur’ân’daki Tîn Sûresi’nde zikredilen incir ağacının, Buda’nın altında Nirvana’ya ulaştığı ağaç (Bodhi) olduğu da söylenmiştir. (Tümer, “Budizm”, DİA, VI, 358; ayrıca bkz: Hamidullah, İslâm Peygamberi, I, 649.) Budizm’in kutsal metnine, Sanskritçe’de Tripitaka; Buda’nın dili olduğu sanılan Pâli dilinde de Tipitaka (Üç Sepet) adı verilmiştir. (Challeye, age, s.66.) Hint uzmanı Max Müller’e göre Brahmanizm dini, yani Hinduizm, kutsal kitapların en eskisine sahip bulunmaktadır; Budizm ise, kutsal kitapların en hacimlisine sahiptir. (Challeye, age, s.66.) Budizm’in kutsal kitaplarında, Hz. Peygamber’le ilgili bir müjde vardır. Onun bu kitaplardaki ismi, ‘Metteya’ veya ‘Maitreya’dır. 1. Müjde Ananda, mukaddes kişiye (Buda’ya) sordu: ‘Sen gittiğin zaman bize kim öğretecek?’ Mukaddes kişi cevapladı: ‘Ben, yeryüzüne gelen ilk buda değilim; son da olmayacağım. Zaman içinde dünyaya başka bir buda gelecek; bu kişi, kutsal, tam anlamıyla aydınlatılmış ve davranışları hikmet dolu bir kişidir. O, meleklerin ve ölümlülerin efendisidir. Size, benim de öğrettiğim ebedî hakikati açıklayacaktır. Dinini, amacını bildirecektir. Benim şimdi ilan ettiğim şekilde, en mükemmel ve en saf dînî hayatı ilan edecektir. Onun şakirtlerinin sayısı, binlerce olacaktır; oysa benimki yüzlercedir.’ Ananda sordu: ‘Onu nasıl tanıyacağız?’ Mukaddes kişi cevapladı: ‘O, Maitreya olarak bilinecek.’”( Seylan kaynaklarından naklen Vidyarthi, age, s.92; Kaya, “İlahi Kitaplarda Hz. Muhammed”, s. 235.) Gautama Buda, dini tamamlayamadığını, kendi takipçisi olarak gelecek olan Maitreya veya Metteya’nın bu işi tamamlayacağını önceden haber vermiştir. (Vidyarthi, age, s.94; ayrıca bkz: Hamidullah, Rasûlullah Muhammed, s.57; Ulutürk, age, s.84; Tümer, “Budizm”, DİA, VI, 357.) 2. Müjde Buda, etrafındakilere: “Ben size her şeyi söylemedim, vazifemi yapmadım; benden sonra biri gelecek ve benim dinimi tamamlayacak. Siz ona uyun. Onun adı, Metteya (Maitreya)’dır.” demiştir. Buda, M. Ö. 480’de vefat etmiştir; Hz. Peygamber de M. S. 571’de doğmuştur; Buda’dan bin sene sonra gelecek olan ve adı ‘âlemlere rahmet’ olan kişi, Hz. Peygamber’den başkası değildir (Kahraman, age, s.114.); zira bu kişinin adı, Pâlice’de Metteya; Sanskritçe’de Maitreya’dır (Vidyarthi, age, s.99.); bu iki kelime de, ‘rahmet’ anlamına gelmektedir. Kur’ân’da, Hz. Peygamber’in bütün âlemlere, bütün insanlığa rahmet olarak gönderildiği (Enbiyâ 21/107) bildirilmektedir. Öyleyse Maitreya veya Metteya, Hz. Muhammed (sav)’dir (Vidyarthi, age, s.100.); ama budistler hâlâ bu Metteya’yı beklemektedirler. Tibet ve Moğolistan dağlarına ‘Gel Maitreya gel!’ yazısı kazınmıştır. (Tümer, “Budizm”, DİA, VI, 357.) Budistler, bazen boyu 21-21 metreyi bulan Maitreya heykelleri inşa etmektedirler (Vidyarthi, age, s.95.); halbuki o beklenen Maitreya gelmiştir; o, Hz. Muhammed (sav)’dir.
  22. ZERDÜŞTLÜK’ÜN KUTSAL KİTAPLARINDA BULUNAN MÜJDELER Doğu İran’da yaşamış olan Zerdüşt, esasında bir reformcudur. Onun mesajı, daha önceki dînî tecrübeye birçok yönden muhaliftir. Zerdüşt, her şeyin yaratıcısı olan, insanlara iyilik yapan tek bir Tanrı’nın, Ahura Mazda’nın (Hürmüz’ün) peygamberidir. (Rousseau, age, s.53.) Zerdüşt peygamber, daha önceki dini arıtıp temizlemiş, İran çok-tanrıcılığını, tek-tanrıcılığa doğru yöneltmiş ve çok yüksek bir ahlâkın kurallarını koymuştur48. Kitap, peygamberlik, âhiret inancı ve tektanrıcılık görüşleriyle Zerdüştlük, ilâhî bir dinin temel vasıflarını üzerinde taşımaktadır. (Kahraman, age, s.99.) Avesta, Eski İran’ın ve bugün Hindistan’da yaşayan İran asıllı Parsîlerin kutsal kitabıdır ve dili Pehlevîce, yani eski Farsça’dır. Gathalar da, Zerdüşt’e nisbet edilen ve kutsal sayılan kitaplardandır. (Tümer-Küçük, age, s. 119-120.) Hz. Ali, Zerdüştlük dininin sapmasını şöyle tahlil ediyor: “Zerdüştlük başlangıçta kitap ve risalet sahibi, hak bir dindi. Aç gözlü güçlülerin ve zorbalığı destekleyenlerin elleriyle, zamanla tahrif edilmiştir.” (Şeriati, age, II, 216.) Sâsânîler devrinde Zerdüştlük, düalist bir özellik kazandı (Rousseau, age, s.54.). Başlangıçta Ahura Mazda’nın sıfatları olarak kullanılan bazı kelimeler, sonraları özel isim olarak algılanmış ve ayrı zâtlar olarak görülmüş; böylece başka tanrılar ortaya çıkmış ve Zerdüştlük, bir şirk dini haline gelmiştir. (Şeriati, age, II, 219.) Hz. Peygamber zamanında ve daha sonraları, Zerdüştlük dini mensuplarına ehl-i kitap muamelesi yapılmıştır. İran’ın fethiyle müslümanlar, Zerdüştî halkla ilişkiye girmişler ve onların inançlarını öğrenince, Zerdüşt’ün, ilâhî vahye mazhar olmuş bir peygamber olduğu sonucuna varmışlar ve onlara, ehl-i kitaba davrandıkları gibi davranmışlardır. (Buhârî, Cizye, 1; Hamidullah, el-Vesâiku’s-Siyâsiyye, s. 167, (Terc: Vecdi Akyüz), İstanbul, 1997; Hamidullah, İslam Peygamberi, I, 382; Emin, Ahmed, Fecru’l-İslam, s. 101, Kahire, trs.) Zerdüşt’ün bir peygamber; Avesta’nın da bir kutsal kitap olduğunu düşünen bazı âlimler, bu kitaplarda da Hz. Peygamber’le ilgili müjde aramışlar ve bir müjde bulmuşlardır: Hz. Mesih ve diğer peygamberlerin, gelecekte gönderilecek bir elçinin gelişini haber vermeleri gibi, Zerdüşt de kendisine benzer birisinin geleceğini haber vermiştir. Onun adı, Saoşyant’tır; bu ad, ‘âlemlere rahmet’ anlamına gelir. Onun temel özelliği, ‘Astuat-erata’ yani ‘bütün halkları tutan veya biraraya getiren’ bir kişi olmasıdır. O, bütün insanlara rehberlik etmek ve onları ıslah etmek için gönderilmiştir. (Vidyarthi, age, s.12; Hamidullah, İslâm’ın Doğuşu, s.11.) Zerdüştî inancında bütün tarih, üç döneme ayrılmaktadır; her dönem dört bin yıldır ve her dönemin sonunda bir Saoşyant zuhûr eder. En son Saoşyant da gelecek ve sonra kıyamet kopacaktır. (Şeriati, age, II, 184.) 1. Müjde Yasht, 13, XXVIII, 129’da, putları kıracak olan Saoşyant (herkese, âlemlere rahmet) adında biri ile, keza Astuat-erata (halkı ayağa kaldıran)’nın geleceği önceden haber verilmiştir.( Hamidullah, Rasûlullah Muhammed, s.52-54; Ulutürk, age, s.83.) 2. Müjde Kâdir-i Mutlak Tanrı, Peygamber Zerdüşt’e Avesta’da şu sözlerle hitap etmektedir: “Müslüman sahabe arasında en güçlüsü ey Zerdüşt, aslî şeriatine bağlı olanlar ya da dünyayı restore edecek olan (henüz doğmamış) Saoşyant’tan olanlardır.” (Farvardin Yasht, XIII, 17’den naklen Vidyarthi, age, s.21.) Burada iki açık müjde vardır: Zerdüştlük’ü yenileyen birisinden bahsedilmesi ve bizzat Hz. Muhammed’in adının geçmesi. Hz. Peygamber, bütün dünya dinlerini ıslah etmiş ve dine yeni bir soluk vermiş ve bu din, sahabe aracılığıyla dünyanın birçok bölgesine yayılmıştır. (Vidyarthi, age, s.21) 3. Müjde Avesta’nın bir başka yerinde şöyle denilmektedir: “Adı Muzaffer, Saoşyant ve Astuat-erate olan. O, bedenli bir varlık olarak, putperestlerden gelecek bir tahribe karşı duracaktır.” (Farvardin Yasht, XXVIII, 129’dan naklen Vidyarthi, age, s.21.) Bu ifade, Hz.Muhammed’den başka hiçbir peygambere bu kadar uymaz. Onun hayırlı ve muzaffer oluşu, Mekke’nin fethinde belli olmuştur. O, bütün insanlara rahmet olarak gönderilmiştir (Enbiyâ 21/107). O, hem putperestleri, hem de yoldan çıkmış Mazdekleri (Mecûsîleri) ıslah için gönderilmiştir. (Vidyarthi, age, s.21.)
  23. Bakın Tevratta,İncil'de, Zeburda çelişkiler ve değiştirmeler olmuş, bu da bize Kur'an ile bidirilmiştir. Ama Allah o kadar adildir ki bu tahrifata rağmen inananlara gerçek yolu göstermiştir. HİNDUİZM’İN KUTSAL KİTAPLARINDA BULUNAN MÜJDELER Bazı Müslüman bilgeler, Hinduizm’i ‘Âdem’in dini’ diye isimlendirirler. ‘Berâhime’ kelimesinin de, Allah’ın Hindistan’a gönderdiği Âdem peygamber olduğuna inanılan ‘Berahmen’’den geldiği söylenmektedir. (Tümer, Günay, “Brahmanizm”, DİA, VI, 332.) Hindu kutsal kitapları iki ana başlık altında toplanabilir: Birinci grup, ‘Şruti’, yani vahye dayanan kitaplardır. Bu grubun içine, Vedalar, Brahmanalar, Upanişadlar ve Aranyakalar girer (Tümer, Günay-Küçük, Abdurrahman, Dinler Tarihi, s. 98, Ankara, 1993; Vidyarthi, A. H.- U. Ali, Doğu Kutsal Kitaplarında Hz. Muhammed, s. 31, (Terc: Kemal Karataş), İstanbul, 1997.) İkinci grup da ‘Smriti’, yani destan şeklinde olan kitaplardır. Bu grubun içine de Mahabbarata ve Ramayana Destanları, Manu Kanunnamesi ve Puranalar girer (Tümer-Küçük, age, s. 98.). Hindu Vedaları, insanlığın en eski din kitaplarıdır. Bunlar, Hindistan’da, kendilerine ‘Rişi’ adı verilen bilge kişilerin ‘sruti (işitme, vahiy)’ yoluyla elde ettikleri Tanrısal bir vahiy ve evrenin özü konusunda temel gerçek olarak kabul edilirler28. Veda ilahilerinde daima ‘böyle işit’ denilmektedir; bu, Vedaların, işitme duyusuna dayalı, yani vahye dayalı kitaplar olduğuna bir işaret olabilir.( Şeriati, Ali, Dinler Tarihi, I, 260, (Terc: Abdullah Şahin-Abdülhamit Özler), İstanbul, 1990 (I), 1992 (II); Vedalar hakkında geniş bilgi için bkz: Demirci, Kürşat, Hinduizm’in Kutsal Metinleri Vedalar, İstanbul, 1991.) Vedalardan sonra, üstünlük bakımından Upanişadlar gelir (Vidyarthi, age, s.32). Upanişadlardaki kutsal mesajın bir yerinde şöyle denilmektedir: “Bütün varlıklarda bulunan bu Tek Tanrı, herşeyin başlangıcı, sonu ve şimdisidir. Arzu ettiğim herşeyin, gördüğüm herşeyin, yaptığım herşeyin kaynağı O’dur. Bütün varlıkları, birliğinde kuşatandır. İşte böyledir Brahman. O Brahman’dır; herşeyin içinde bulunan.” (Garaudy, Roger, 20. Yüzyıl Biyografisi, s. 23-24, (Terc: Ahmet Zeki Ünal), Ankara, 1998.) Upanişadlardan sonra üstünlük bakımından Puranalar gelir. ‘Purana’ kelimesi, ‘eski yazılar’ anlamına gelir. Kur’an’ın ‘zübüru’l-evvelîn’ (Şuarâ 26/196.) ibaresi, bu kitaplara işaret ediyor olabilir. Puranaların, bu ‘eski kitaplar’dan olduğu düşünülebilir. (Hamidullah, Rasûlullah Muhammed, s. 54, (Terc: Salih Tuğ), İstanbul, 1992; Ulutürk, age, s.84.) Hakkında bilgi verdiğimiz Hinduizm’in bu kutsal kitaplarının, Yüce Allah’ın vahyettiği kitaplardan olduğu düşünülmektedir. Bu durumda, bu kitapların da Hz. Peygamber’in geleceğine dair müjdeler ihtiva etmeleri ihtimali vardır. Nitekim bazı âlimlerimiz, bu kitaplarda bulunan, Hz.Peygamber’le ilgili müjdeleri ortaya çıkarmışlardır. 1. Müjde: “Melekhalı (yabancı bir memlekete mensup olan ve yabancı bir dili konuşan) bir ruhsal öğretici, kendi yoldaşları ile birlikte zuhûr edecek; adı ‘Mohammad’ olacak; Raca Bhoj (ilâhî kata ait), bu Maha Dev Arab’ı, Panchgavya ve Ganj sularında yıkadıktan sonra (yani bütün günahlardan arındırdıktan sonra), ona en samimi sadakatini ve bütün saygıları sunduktan sonra şöyle dedi: ‘Sana bağlı kalacağım. Ey sen beşeriyetin efendisi, Arabistan’ın sakini! Sen, şerri yok etmek için büyük bir güç topladın ve Melekhalı düşmanlardan kendini korudun. Ey sen, en büyük Rab olan Tanrı’nın en mü’min görünüşü! Ben senin kölenim; beni ayaklarının altına yatır!’” (Bhavişya Purana, Prati Sarg Parv III. 3; 3; 5-8’den naklen Vidyarthi, age, s.35; Kaya, “İlahi Kitaplarda Hz. Muhammed”, s. 235.) Hz. Peygamber’le ilgili bu övgüde, şu noktalar sıralanıyor: a) Peygamberin adı, açıkça ‘Muhammed’ olarak bildirilmiştir. Onun Arabistanlı olacağı bildirilmiştir. c) Peygamberin sahabesine de özel bir atıf vardır. d) Peygamber, bütün günahlardan arınmıştır. e) Peygambere, düşmanlarından korunması için yardım edilecektir. f) O şerri yok edecek, putları ortadan kaldıracak, aracı rolündeki her ilahı ilga edecektir. g) O, beşeriyetin efendisidir. Hz. Peygamber’in Panchgavya ve Ganj nehirlerinde yıkanması, onun günahlardan arınmasına işarettir; zira bu nehirler, Hindularca kutsal kabul edilirdi. ( Vidyarthi, age, s.36-37.) 2. Müjde: “Melekhalılar, Arapların meşhur beldelerini yağmaladılar. Bu ülkede ‘Arya Dharma (şeriat, yasa)’ dan hiçbir eser yoktur. Daha önce de orada, bizzat benim gördüğüm, sapıtmış bir ifrit ortaya çıkmıştı; şimdi o, güçlü bir düşman tarafından gönderilmiş olarak yeniden ortaya çıkmıştır. Bu düşmanlara, doğru yolu göstermek ve onları hidâyete çağırmak üzere, ‘Mohammad’ –ki ona ben ‘Brahma’ lakabını verdim- , Pishachaları doğru yola getirmekle meşhurdur. Ey Raca, aldanmış Pishachaların ülkesine gitmene gerek yok; nerede olursan ol, benim müşfikliğim sayesinde arınacaksın. Geceleyin, melek mizacında olan o zeki adam, bir Pishacha kılığında Raca Bhoj’a şöyle dedi: ‘Ey Raca! Senin Arya Dharma’n (şeriatin), bütün dinler üzerinde hakim olacaktır. Ishvar Parmatma’nın emirlerine göre, et-yiyici bu insanların akidesini güçlendireceğim. Benim takipçim, sünnetli, başında saç örgüsü olmayan, ‘ibadete çağrı (ezan)’ okuyan ve meşru herşeyin yenilebileceğini söyleyen bir adam olacaktır. Domuz hariç, her türlü hayvanı yiyecektir. Onlar, kutsal içki ile arınmaya önem vermeyecekler; fakat savaş ile arınacaklardır. Dinsiz milletlere karşı mücadele etmeleri sebebiyle ‘müslümanlar’ olarak tanınacaklardır. Ben, et yiyen bu milletin dininin meydana getiricisi olacağım.” (Bhavişya Purana, Shakolas, 10-27’den naklen Vidyarthi, age, s.38.) Bu müjde, Hz. Peygamber’in gelişiyle ilgili şu işaretleri içerir: a) Arapların ülkesi, kötü insanlar tarafından bozulmuştur. Bu ülkede Arya Dharma (şeriat) yoktur. c) Gelecek olan peygamber, Arya akidesinin hakikat olduğunu beyan edecek ve halkı ıslah edecektir. d) Bu peygamberin takipçileri sünnet olacak, saçlarını örmeyecek ve büyük bir devrim yaratacaklardır. e) İbadete çağrı (ezan) okuyacaklardır. f) Domuz hariç her hayvanın etini yiyeceklerdir. g) Savaş ile arınacaklardır. h) Dinsiz milletlerle savaşan bu insanlar, müslümanlar olarak bilineceklerdir. Ayrıca bu haberde Hz. Peygamber’in, Arya akidesinin gerçekliğini doğrulayacağı ve Arya Dharma’nın, bütün dinler üzerinde hakim olacağı söylenmektedir. (Vidyarthi, age, s.38-39; Kaya, “İlahi Kitaplarda Hz. Muhammed”, s. 235.) 3. Müjde: Vişnu Puran adlı kitabın 24. bölümünde şöyle denilmektedir: “Vedalar (gerçek ilim kitapları) tarafından öğretilen hareket ve fiiller, hakîkî müesseseler, mevcudiyetlerini tam kaybedecekleri sırada, bu karanlık çağların sona ermesi yaklaşacak ve Tanrı’nın son tenâsühü, bir cenkçi, muharip şeklinde tezâhür edecektir. Bu muharip, Sambla Dîb (Kumlu Ada)’de, ârif ve namlı bir aileden dünyaya gelecek. Babasının adı ‘Vişnuyasa (Allah’ın kulu: Abdullah)’, anasının adı ‘Somti (emîn olunan kişi: Âmine)’ olacaktır.”( Vişnu Puran, XXIV.) Bu anlatılan sıfatlar, Peygamber Efendimiz’e tıpatıp uymaktadır. Hindistan Brahmanlarının kutsal kitabı olan Vedalara göre bu muharip kişi, kumlar diyarında doğacak, sonra vatanını terk edip kuzeyde bir yere iltica edecek (Bu, Peygamberimiz’in Medine’ye hicretine işarettir.); göğe değecek bir arabası olacak (Bu da mîrâca işarettir.); bu zât, deve sahibi, hikmetli bir kişi olacak; yapacağı iki büyük savaşın birincisinde 300, ikincisinde 10.000 askeri bulunacaktır40. Bu savaşlar, Bedir ve Mekke’nin fethi savaşlarıdır. Puranalarda Arap asıllı bir peygamberin müjdesini gören Panditler (din adamları), bu kitapların tahrif edilmiş olduğu iddiasını ortaya attılar; fakat bir tahrif olmuş olsaydı, bu tahrif, kendi lehlerine olacak şekilde gerçekleşirdi. (Vidyarthi, age, s.34-35.) 4. Müjde: Kuntap Sukt, Atharva Veda’nın çok iyi bilinen bir bölümüdür. Bu bölümün ilk mantrası (cümlesi) şöyledir: “Dinleyin ey insanlar! Bir kahramana övgü olarak, bunun için (bir şarkı) söylenecek.” ‘Övülecek kişi’ ifadesi, ‘Muhammed’ kelimesinin tam karşılığıdır. Bu mantranın metni, onun gerçekten bir tebşîr olduğunu göstermektedir. Hindular, bu sözleri dikkatle ve saygıyla dinlemekten büyük bir zevk alırlar. Bu mantrada kullanılan ‘Astvishyate’ sözcüğü, Sanskritçe’de, gelecek zaman kipinde ‘övülecek kişi’ anlamına gelir; bu, onun bir tebşîr oluşunun delilidir; bu olay, gelecek bir zamanda vuku’ bulacaktır. Dünyadaki peygamberler içinde en çok övülen ve saygı gören, Hz. Muhammed’dir. Bütün peygamberler onu övmüş ve geleceğini haber vermiştir. (Vidyarthi, age, s.44; ayrıca bkz: Hamidullah, Rasûlullah Muhammed, s.56 ve Ulutürk, age, s.83.) Kuntap Sukt’un ikinci mantrasında, deveye binen ve arabasıyla göğe yükselen birisinden sözedilmektedir. Bu kişi, bir Hint Rişi’si (din adamı) olamaz; çünkü onlara deveye binmek yasaktı. Bu kişi, bir Arap olmalıdır ki o da Hz. Peygamber’dir. Göğe yükselen araba da, onun mîrâcına işarettir. (Vidyarthi, age, s.46-48.) Özetle Atharva Veda, şu haberlerle Hz. Peygamber’i müjdelemektedir: a) O, ‘Narashansah’, yani ‘Övülen (Muhammed)’dir. O, barış prensi veya muhâcirdir. (Mantra 1) c) O, deveye binen bir rişidir; arabası göklere ulaşır. (Mantra 2) d) O ve onu izleyenler, daima ibadeti düşünürler; savaş alanında bile Rablerinin önünde secde ederler. (Mantra 4) e) O, düyaya hikmeti yaymıştır. (Mantra 5) f) O, dünyaların efendisi, bütün beşerin en iyisi ve rehberidir. (Mantra 6) g) İnsanlar, onun idaresinde mutlu bir şekilde yaşarlar. (Mantra 9-10) h) Ondan, kalkıp insanları uyarması istenmiştir. (Mantra 11) ı) O, çok cömerttir. (Mantra 12) (Vidyarthi, age, s.69-70.)
  24. Zaten iman etmenizi beklemiyorum ki. Siz yanlış anladınız. Ben Kur'anın getirdiği kuralların adil olduğunu ve bir insanların tarafsız olarak baktığında bile bunu kabul edeceğini söylüyorum. Yapılan iftiraların mesnetsiz olduğunu. Turan Dursun 'un getirdiği kaynaklardaki hadis çevirilerinin yanlış yapıldığını veya eksik yapıldığını. Bunlar kesin gibi kabul ediliyorsa dogmatizmden ileri gitmeyeceğini söylemeye çalışıyorum.Bilimsel yargıların da İslam'ı hiçbir zaman yanlış göstermediğini aksine değişmiş şeriatleri yanlış gösterdiğini söylüyoruz. Sizin düşünce temellerinizin birçoğu felsefidir.Ama siz bu felsefi temellerin bilimsel olduğunu öngörüyorsunuz. O zaman biz de METAFİZİK (felsefenin bir dalı) kavramlara inanıyoruz ve bunu bilimsel görüyoruz. Al sana bir çıkmaz daha. Şimdi ne demeli? Olayı sefil mantık hesabına çekmemek dileğiyle.
  25. Evet küfür 1400 yıldır aynı iftirayı atıyor. Bari biraz iftiraları geliştirerek önümüze koyun Cevap : İslam Allah tarafından ilk insan ve ilk peygamber olan Hz.Adem'den bu yana gelen ve Hz.Muhammed'e indirilen genel bir şeriatle noktalanan dindir. Dolayısıyla ilk insandan beri insanların zihinlerinde Allah vardır. Günümüzdeki modern tabiriyle '' üstün bir varlığa olan acizlik'' hissi ta ilk insanlardan gelmektedir. Peygamberimiz zamanında yaşayan ve Allah'a inananlar da vardı. Bunlara hanif denmişti. Dolayısıyla onlar ve kitap ehli de Son peygamberi beklemekteydi. Üstteki şiirlerdeki olay da bundan ileri gelir. Zamanın şairlerinden hanifler bu önceki şeriatleri şiirleştirmişlerdir. Adı geçen insanlar zaten haniftir. Ve Son peygamber'e peygamberlik gelince hepsi Kur'an'ın üstünlüğü karşısında sus pus olmuşlardır. Hatta tanınmış kafirler bile. Bu insan sözü değildir demekten kendini alamamışlardır. İslam, insanların aklındaki tüm sorulara cevap vermiştir. Ama bazı kimseler bu gerçeklere gözlerini yummaya çalışıyorlar. Onlara biz sözüm var : Güneş her zaman karanlığı aydınlatacak ama siz gözünüzü kapatarak sadece kendinize karanlık yapacaksınız.
×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.