Uzunca bir süredir Türkiye’nin gündemini meşgul eden Irak savaşı, gelinen noktada burjuvazinin kendi içindeki çelişkilerini daha da fazla ortaya çıkardı. Görünen odur ki, yakın zamana kadar gündemin ilk sırasını oluşturan ve halen de devam etmekte olan AB, Kıbrıs ve Kürt sorunlarında farklı tutumlar takınmış olan burjuva kesimler, adeta bayrakları değiştirmiş durumdadırlar. AB’ye ne pahasına olursa olsun girilmesini savunan, bu uğurda Kıbrıs’ı “vermek”ten kaçınmayan, hatta Kürt sorununda bile birtakım adımlar atmayı kabul eden “güvercinler”, şimdi de “şahin” rolüne soyunarak Musul-Kerkük’ün alınmasını, ABD emperyalizminin yedeğinde var güçle ve “aktif” olarak savaşa girilmesi gerektiğini haykırıyorlar. Dünün “şahin”leri ise, savaşa “aktif” olarak girmenin getireceği kadar götüreceği şeyler de olduğunu hatırlatıyorlar. Fakat egemen sınıf içindeki bu çelişkili yaklaşımlar bizi yanıltmamalıdır. Sözümona “şahinler” ve “güvercinler” arasındaki bu tartışmalar, aslında savaşa girip girmemek üzerine değil, savaşa hangi hedeflerle ve ne şekilde girecekleri üzerinedir.
Örneğin burjuvazinin bazı kesimleri, ABD emperyalizminin yanında Irak savaşına girilmesini ve başta Musul-Kerkük olmak üzere pastadan pay alınmasını, Genelkurmayın da dahil olduğu bir diğer kesimi ise Irak’ın toprak bütünlüğünün değişmemesi gerektiğini ve Türkiye’nin esasen Kuzey Irak’ta kurulacak bir Kürt devletine engel olmak için bu bölgede asker bulundurmasının yeterli (!) olacağını savunmaktadır. Fakat sonuçta her ikisi de savaşa ve Irak’a girmekten yanadır.
Öncelikle problemi doğru koymak gerekir. Şu anda Irak sınırları içinde bir Kürt devletinin kurulmasına karşı çıkan kesimler açısından temel sorun, Türkiye sınırları içindeki Kürt nüfusun yoğunluğu ve Kürt hareketidir. Bu nedenle de Güney Kürdistan’daki Kürt oluşumu bu kesimlerin en büyük korkusudur. Irak savaşının TC’yi ilgilendiren asli yönü de budur. Fakat burjuvazinin istekleriyle gerçekler çok fazla örtüşmüyor. Güney Kürdistan’daki Kürt oluşumu uzun süredir varlığını fiilen sürdürmektedir. Üstelik parlamentosuyla, anayasasıyla, ordusu, polisi ve mahkemeleriyle hakiki bir burjuva devletinin aygıtlarına da sahiptir. Ve bu yönetim, yine uzun süredir Türkiye’nin olağanüstü engelleme çabalarıyla uluslararası alanda henüz tanınmamış bir devletin çekirdeğidir. Ancak gelinen noktada Türkiye burjuvazisi engellemelerinin daha fazla fayda getirmeyeceğini farketmiş durumdadır. Zaten, son aylarda Kürtlere yönelik saldırgan ve karalayıcı politikasının ardında yatan neden de budur.
Dolayısıyla egemen sınıfı ilgilendiren ne Irak halkının kaderi ne de barışın korunmasıdır. Onu ilgilendiren konu savaşla gelecek tehlikeleri savuşturmak ve kendi çıkarlarını korumaktır. Yukarıda da belirttiğimiz gibi TC açısından “savaş sebebi” sayılan ve sorunun temel halkasını oluşturan Güney Kürdistan’da meşruiyetini kazanmış bir Kürt devleti olgusu, Türkiye’de yaşayan Kürtlere de bir umut ışığı yakacak ve muhtemelen bir taraftan Kürt ulusal hareketinin canlanmasına yol açacak diğer taraftan da ulus-devletlerin siyasal tarihlerinde çok sık rastlandığı gibi Güney Kürdistan’daki Kürt devletinin Türkiye’deki soydaşları üzerinde hak talep etmesine zemin sağlayacaktır.
Burjuvazinin Kürt devleti olgusuna karşı çıkmasının ikinci nedeni ise Irak savaşının yarattığı fırsatı değerlendirerek, Musul-Kerkük hattındaki petrolden pay almak ve böylece elde edeceği ekonomik avantajla Ortadoğu ve Kafkaslarda ABD emperyalizminin şemsiyesi altında bir alt-emperyalist güç olma arzusudur. Ancak savaşın başka bir sonuç doğurması ihtimal dahilindedir: Petrol bölgesinin üzerinde bağımsız bir Kürt devletinin kurulması. Bu, Türkiye’deki egemenler açısından rüyanın kâbusa dönüşmesi anlamına gelecektir.(Tuncay Alp)