Zıplanacak içerik

Yayamaz Kayımca

Φ Üyeler
  • Katılım

  • Son Ziyaret

Yayamaz Kayımca tarafından postalanan herşey

  1. Yeni bir yaş,yeni koskocaman zaman bunun heycanı ve mutluluğunu yaşarken geleceğin sana kalbindeki tüm dilekleri vermesini diliyorum. Doğum günün kutlu olsun.
  2. İnsan haklarında yine sınıfta kaldık Türkiye "10 Aralık Dünya İnsan Hakları Günü"nü insan hakları ihlalleri ile karşılıyor. İnsan Hakları ve Mazlumlar İçin Dayanışma Derneği'nin 2007'nin ilk 8 ayına ilişkin verileri içeren raporu ise insan hakları ihlallerine ilişkin önemli bilgiler ortaya koyuyor. Rapora göre bu yılın ilk 8 ayında 216 kişi faili meçhul cinayetlere kurban gitti. Aynı dönemde 40 töre cinayeti işlendi. Raporda, Türkiye'de işkence ve kötü muamele devam ettiği, 8 ayda 121 işkence ve kötü muamele olayının olduğu, bu olaylarda 8 kişinin öldüğü de ifade edildi. Rapora göre, 146 çatışma olayı meydana geldi, bu olaylarda 288 kişi öldü. Bomba ve mayın padaması sonucu 68 kişi yaşamını yitirdi. KESİNTİ İHLALLERİ ARTIYOR Mazlum-Der Genel Başkanı Ömer Faruk Gergeroğlu ise raporla ilgili BirGün'e yaptığı değerlendirmede, Türkiye'nin AB üyeliği sürecinin kesintiye uğradığı dönemlerde insan hakları ihlallerinin arttığını ve devletin eski reflekslerine döndüğünü söyledi. "Tartışmalı bir konu olsa da AB üyelik süreci Türkiye'nin demokratikleşmesine hizmet ediyor" diyen Gergeroğlu, Türkiye'nin insan hakları konusunda iyi durumda olmadığını dile getirdi, hükümetin sadece AB üyeliğini değil gerçek demokratikleşmeyi hedeflemesi gerektiğini ifade etti. Türkiye'nin demokratikleşmesi önündeki en önemli engelin Kürt sorunu olduğunu belirten Mazlum-Der Genel Başkanı Gergeroğlu şunları kaydetti: "Kürt sorununun çözülmesi için hükümetin ve halkın empati yapması gerekiyor. Son zamanlarda devletin yarı resmi görevlilerinin Kürt sorunu konusunda itiraflarda bulunması da aslında olumlu bir adım sayılabilir. Ayrıca Polis Vazife ve Salahiyetleri Kanunu ile polise verilen geniş yetkiler sonucu devlet görevlilerinin yetkilerini olumsuz kullandıklarını gördük. Bunun için söz konusu kanunun yürürlükten kaldırılması gerekiyor." Raporda şu bilgiler de yer aldı: » Yılın ilk 8 ayında kadın hakları konusunda 101, çocuk hakları konusunda da 123 İhlal olayı meydana geldi. Cinsel taciz ve tecavüz konusunda ise 32 olay yaşandı. » Çalışma yaşamına yönelik 256 ihlal olayı gerçekleşti. Örgütlenme özgürlüğüne yönelik 255 olay oldu. » 4 bin 403 kişi insan tacirlerinin istismarına uğradı, Avrupa ülkelerine kaçırılmak istenirken yakalandı. » Basın özgürlüğüne ilişkin 65 olay gerçekleşirken, 20 gazeteci gözaltına alındı. Düşünce özgürlüğüyle ilgili 228 dava açıldı, 9 kişi düşünce suçlusu olarak cezaevine girdi. » Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine (AİHM) açılan çok sayıda dava tazminat cezasıyla sonuçlandı. ** Çiçek: İnsan hakları vazgeçilmez unsur 10 Aralık Dünya İnsan Hakları Günü nedeniyle Meclis Başkanı Koksal Toptan ve Devlet Bakanı Cemil Çiçek de birer mesaj yayınladı. Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek, "Bütün Türk vatandaşlarının, kendi vatanlarında korku ve tedirginlik duymaksızın, mutluluk ve güven içinde, hiçbir ayrıma tabi tutulmaksızın, birinci sınıf vatandaş olarak yaşamaları en büyük arzumuzdur ve bu doğrultuda yoğun bir çaba gösteriliyor" dedi. Çiçek, Türkiye'nin, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi'ni ilk kabul eden ülkeler arasında bulunduğunu anımsattı. HALKIN DESTEĞİNDEN MEMNUNUZ Çiçek, hükümetin, insan hakları konusunu, "Türkiye'nin kalkınması, demokratikleşmesi ve hukukun üstünlüğünün sağlanabilmesi için vazgeçilmez bir unsur" olarak değerlendirdiğini belirtti. Çiçek, reformların halk tarafından desteklenmesi ve kamu görevlilerinden, medyaya, yargıdan sivil toplum örgütlerine kadar toplumun her kesimince süratle benimsenerek hayata geçirilmesinin kendilerini çok memnun ettiğini belirtti. KÖKSAL TOPTAN: KUTSAL PAYDA TBMM Başkanı Koksal Toptan da, "Ülkemiz, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi'ni ilk onaylayan ülkeler arasındadır. Bugün, bildirgede yer alan konuların hemen hepsi Anayasamızca da güvence altına alındı" dedi. Toptan, mesajında, her bir şahsın doğuştan kazanılmış ve devredilemez haklarının ifadesi olan insan hak ve özgürlüklerinin, tüm dünyada bir günlüğüne de olsa kutlanmasının çok anlamlı olduğunu belirtti. İnsan haklarının, geçmişten günümüze, tüm bireylerin en büyük ve en kutsal ortak paydası olduğunu vurgulayan Toptan, iki büyük Dünya Savaşı'nda yaşanan trajedi üzerine harekete geçen uluslararası topluluğun, insan hak ve özgürlüklerinin, hukukun üstünlüğü yoluyla korunmasını sağlamak amacıyla çok büyük bir adım attığını bildirdi.
  3. 2007 İçinde İşkence Gören 314 Kişi TİHV'ye Başvurdu TİHV 2007'de tedavi ve rehabilitasyon sundukları 450 kişiden 314'ünün 2007 içinde işkence ve kötü muameleye maruz kaldığını belirtti. 2006 yılı için bu rakam 222'ydi... Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV) 2007'de işkence ve kötü muameleye maruz kaldığı için başvuran toplam 450 kişiye tedavi ve rehabilitasyon hizmeti sunulduğunu, bu kişilerin 314’ünün 2007 içinde işkence ve kötü muamele gördüklerini aktardıklarını açıkladı. 2006'da vakfa aynı nedenle 337 kişi başvurmuştu. Bu kişilerin 222'si o yıl içinde işkence ve kötü muamele gördüklerini söylemişlerdi. Bu rakamlar 2007'de işkence ve kötü muameleye maruz kalarak TİHV'ye başvuran kişilerin sayısının yüzde 50'ye yakın bir artış kaydettiğini gösteriyor. Türkiye işkenceyi önleme protokolünü hâlâ onaylamadı TİHV 2007'de Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin (TBMM) Birleşmiş Milletler İşkencenin Önlenmesi Seçmeli Protokolü’nü (OPCAT) onayıp uygulamaya koyması yönünde kampanya başlattı. Ayrıca TİHV, ana projelerinden biri olan dokümantasyon çalışmalarını 2007'de de sürdürdüğünü, başta işkence olmak üzere insan hakları ihlalleri, demokrasi ve barış konularında yaşanan olumsuzluklara dair basın açıklamaları yaparak kamuoyunu bilgilendirdiğini belirtti. Vakfın 2007'deki çalışmalarından biri de “Polis Vazife ve Selahiyet Kanunu”nda değişiklik yapan yasanın TBMM’den çıkmaması, daha sonra yasanın Cumhurbaşkanı tarafından onaylanmamasını sağlamaya çabalamak oldu.
  4. AP Komisyonu: 301 ve İşkenceden Şikayet Arttı Bir hafta boyunca gazeteci, hukukçu, aktivist ve hükümet üyeleriyle görüşen Avrupa Parlamentosu İnsan Hakları Alt Komisyonu üyeleri, “BM İşkenceye Karşı Sözleşmeye ek Seçmeli Protokol onaylanmalı” dediler. Türkiye’de sivil toplum örgüt temsilcileri, gazeteciler ve hükümet üyeleriyle görüşen Avrupa Parlamentosu (AP) İnsan Hakları Alt Komisyonu üyeleri, bir basın toplantısıyla Ceza Yasası’nın 301. maddesi ve işkence vakalarından artıştan endişe ettiklerini açıkladılar. Heyete başkanlık eden Hélene Flautre, dün (5 Aralık) düzenlediği basın toplantısında, “İşkencenin vahim düzeye geldiğine dair istihbarat aldık” sözlerine yer verdi. Flautre, Türkiye’de toplumsal ortamda bir gerilme ve şiddet ortamının tırmandığına dair işaretler aldıklarını ifade etti. “İşkence şikayeti arttı, ek Seçmeli Protokol imzalanmalı” Türkiye’de işkencenin yaygın olduğunu ve buna dair şikayetlerin cezasız bırakıldığına dair çok sayıda şikayet bulunduğunu savunan AP heyeti, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne (TBMM) çağrı yaparak, milletvekillerinden bir an önce Birleşmiş Milletler (BM) İşkenceye Karşı Sözleşmeye Ek Seçmeli Protokol'ün imzalamalarını talep etti. TCK’nin 301. maddesi kapsamında açılan davaların yazar ve gazetecileri otosansüre ittiğini bildiren Avrupalı parlamenterler, Bakan Mehmet Ali Şahin’in 301. maddede yapılacak değişikliklerin en kısa sürede TBMM gündemine geleceği bilgisini verdiğini ifade ettiler. 3 Aralık’ta İstanbul’da hukukçular, gazeteciler ve insan hakları savuncularıyla görüşen AP heyeti, 4 Aralık’ta da Adalet Bakanı Şahin ve diğer hükümet yetkilileriyle bir araya gelerek, sorunları konuşmuştu. Heyette, Yeşiller’den Flautre’nin dışında, yardımcıları Richard Howitt (PSE), Patrick Gaubert (EPP) ve Sarah Ludford (ALDE) ile Laima Andrikienne (PPE-ED), Marco Cappato (ALDE), Jas Gawronski (EPP-AFET), Ria Oomen-Ruijten (EPP-AFET) ve Antonio Tajani (EPP-AFET) bulunuyordu. (EÖ)
  5. HRW'nin İnsan Hakları Raporu-Türkiye Türkiye Ülke Özeti Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın hükümeti, geçtiğimiz yıllarda insan hakları alanında gösterilen ilerlemeyi pekiştirecek reformları gerçekleştirmedi. Ordu da dahil olmak üzere değişime karşı çıkan devlet içinde bulunan kadrolar, reformlara direnmeye devam ediyor. Kürdistan İşçi Partisi (PKK)’nin Ekim ayında ateşkes ilan etmesinden sonra çatışmalar azaldı. Ancak, yasadışı silahlı grupların yanısıra, güvenlik güçleri içindeki başına buyruk unsurlar da reform sürecini tehdit eden şiddet eylemlerine devam ettiler. Ölümcül Kuvvetin Gerekçesiz Kullanımı Güvenlik güçlerinin, hem genel polislik görevlerinde hem de protestoculara müdahalesi sırasında ayrım gözetmeyen ve gerekçesiz ölümcül kuvvet kullanımında keskin bir artış gözlendi. Mart ayında PKK militanlarının cenazesine katılan gençler polisle çatışarak taş ve petrol bombaları attılar. Diyarbakır’da ve diğer şehirlerde bunun ardından devam eden sokak savaşları sırasında polis, taş atan ayaklanmacılara ateş açmak ve gaz bombası atmak suretiyle, olaylarla ilgisi olmayan vatandaşlar ve 10 yaşından küçük dört çocuk dahil olmak üzere toplam sekiz kişiyi öldürdü. 2006’daki başka olaylarda polis, yanlışlık sonucu ya da dur ihtarına uymadıkları için 13 kişiyi öldürdü. Hükümet, bu ölümlere yol açan ölümcül kuvvet kullanımları hakkında soruşturma açmak yerine, Haziran ayında Anti-Terör yasasını değiştirerek, güvenlik güçlerinin “doğrudan ve gecikmeden silah kullanımına” yetki verdi. Polis Karakollarında İşkence ve Kötü Muamele İşkence ve kötü muamele bildirimleri, 1990’ların ortasındakine kıyasla çok daha düşük seyretmeye devam etti. Ancak, Mart ayında Diyarbakır’da çıkan karışıklıklar sırasında, yaklaşık iki yüzü çocuk, yüzlerce kişi gözaltına alındı ve kötü muameleye tabi tutuldukları iddiasında bulundular. Bu dönemde göz altına alınanların tamamına yakınının dövüldüğü, elbiselerinin çıkarıldığı, soğuk suyla ıslatıldığı ve/veya aç bırakıldığı bildirildi. İfade Özgürlüğü Elliden fazla kişi, din, etnik köken ve ordunun rolü gibi tartışmalı konuları sorgulayan ifade ya da konuşmaları nedeniyle yargılandı. Hükümet ifade özgürlüğünü sınırlayan kanunları kaldırmadı. Nisan ayında Adana’da bir mahkeme, yayıncı Sabri Ejder Öziç’i, parlamentonun yabancı birliklerin Türk topraklarında faaliyet göstermesine izin veren bir kararı “terör” olarak nitelendirdiği için, Türk Ceza Yasasının 301. maddesine göre “meclise hakaret etmek”ten dolayı altı ay hapse mahkum etti. Öziç temyiz kararını beklediği şu sıralarda tutuksuz. Yargıtay Temmuz ayında, Agos (Saban İzi) gazetesi editörü Hrant Dink’e, 1915 yılında Anadolu Ermenilere karşı toplu öldürmelere dair bir yazısından dolayı, 301. maddeye göre “Türklüğe hakaret ettiği” gerekçesiyle verilen altı ay hapis cezasını durdurdu ama Dink hakkında başka yazıları nedeniyle yapılan suçlamalar devam ediyor. Eylül ayında İngiliz sanatçı Michael Dickinson, Başbakan Erdoğan’ı ABD Başkanı Bush’un finosu olarak gösteren bir kolaj yayınladığı için iki hafta tutuklu kaldı ve ardından sınır dışı edildi. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün ilk eşi Latife Uşaklıgil’in biyografisini yazan İpek Çalışlar, Atatürk’ü koruma kanununa göre mahkemeye verildi. Çalışlar’ın bir gazete röportajı sırasında, Mustafa Kemal’in 1923 yılında silahlı bir hasmından kurtulmak için eşinin çarşafını giydiğini aktardığı hikaye, savcıya göre utanç vericiydi. Azınlık Hakları Radyo Televizyon Üst Kurulu, günde bir saatle sınırlı da olsa, nihayet özel Kürtçe radyo ve televizyon yayınına izin veren önemli adımı attı. Azınlık dilleri ile ilgili diğer dillerin kamusal alanda kullanımı ile ilgili sınırlamalar devam ediyor. Örneğin bir mahkeme Nisan ayında, dernek içi işlerini Kürtçe yaparak Dernekler Kanununu ihlal ettiği gerekçesiyle Kürt Demokratik Kültür ve Dayanışma Derneği (Kürt-Der)’i, kapattı. İnsan Hakları Savunucuları İnsan Hakları Savunucuları sürekli olarak gözetim altın alınıyor, çoğu zaman halka açık toplantılar yapmalarına engel olunuyor ve sık sık konuşma ve toplanmayla ilgili suçlar nedeniyle haklarında soruşturma açılıyor. İnsan Hakları Derneği (İHD) İstanbul şubesi başkanı Eren Keskin Mart ayında, askerlerin kadınları cinsel olarak taciz ettiğini açıkladığı için 10 ay hapis cezasına çarptırıldı ve bu ceza sonra para cezasına dönüştürüldü. Diyarbakır Ceza Mahkemesi Ekim ayında, İHD Bingöl şubesi eski başkanı Rıdvan Kızgın’ı, 2003 yılında Bingöl’ün Yumaklı köyünde beş köylünün iddiaya göre güvenlik güçleri tarafından öldürülmesiyle ilgili bir rapor hazırladığı için, “yasadışı bir örgüte yataklık yapmak” suçuyla üç yıl dokuz ay hapis cezasına çarptırdı. Sağcı gruplar, Temmuz ayında Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etüdler Vakfı(TESEV) tarafından yerinden edilenler hakkında yapılan bir basın toplantısı da dahil olmak üzere, insan hakları örgütleri tarafından yapılan faaliyetlere müdahale etti. Yine Temmuz ayında, İnsan Hakları ve Mazlumlarla Dayanışma Derneği (Mazlum-Der) başkanı Ayhan Bilgen, 1998 yılında İHD başkanı Akın Birdal’a yapılan ve Birdal’ın neredeyse ölümüyle sonuçlanan saldırıdan önce yapılan tehditlere benzer şekilde, Türk İntikam Tugayı (TİT) tarafından ölümle tehdit edildiği gerekçesiyle polis koruması istedi. Yerinden Edilenler Türk hükümeti, 1980’li ve 1990’lı yıllarda PKK ile yapılan silahlı çatışmalar sırasında ordu tarafından köylerini terk etmeye zorlanan, yerinden edilmiş tahmini 378.335 köylünün geri dönüşünü sağlamakta yeterli gayret göstermedi. Hükümet, çatışmalar sırasında ordu tarafından tahrip edilen köylerin çoğunda, temel alt yapıyı rehabilitasyon çalışmalarını gerçekleştirmedi. Bir çok köyün hala elektriği, telefonu, yolu ve okulu yok. Dahası, bazı bölgelerdeki güvenlik koşulları hala kötü; hükümet tarafından PKK ile savaşmaları için silahlandırılan ve maaş verilen Kürtlerden oluşan 58.000 köy korucusu birlikleri, sık sık terkedilen arazileri işgal ediyor ya da kullanıyor ve son dört yılda, içlerinde geri dönmek isteyenlerin de bulunduğu 18 kişiyi öldürdüler. Yerinden edilenlerden köylerine geri dönenler, evlerini yeniden yapacak ya da yeniden tarıma başlamalarını sağlayacak maddi imkanlardan yoksunlar. 2004 yılında çıkarılan Tazminat Kanunu’nun amacı, yerinden edilenlerden köylerine geri dönenlere maddi imkan sağlamak idi, ancak bazı yerel zarar tespit komisyonları, yerinden edilenlere (3.000 $ gibi) alay edercesine düşük miktarlarda tazminat verdi ya da tazminat taleplerini tümden reddetti. Ordu ve Yasadışı Silahlı Gruplarının Bombalamaları 2005 Kasım’ında Hakkari ili Şemdinli’de bir kitapçı dükkanına atılan bir el bombası, bir kişiyi öldürdü, sekiz kişiyi de yaraladı. Yerel halk olay yerinde bulunan üç jandarmayı yakaladı. Olay yerine gelen bir jandarma zırhlısı, kalabalığa ateş açarak bir kişiyi daha öldürdü. Haziran ayında Van Ceza Mahkemesi bu jandarmalardan ikisini, adam öldürmek ve çete oluşturmak suçuyla 39 yıl hapis cezasına çarptırdı. Kürdistan Özgürlük Şahinleri (TAK) tarafından Türkiye’nin batısında nuhtelif yerlere yerleştirilen bombalar sekiz kişiyi öldürdü, çok sayıda kişiyi de yaraladı. Diyarbakır’da yedisi çocuk 11 kişinin ölümüyle sonuçlanan bombalamanın sorumluluğunu ise sağcı TİT üstlendi. Bu grupların kimlikleri ve statüleri belirsiz ama Türkiye’nin kırılgan reform süreci üzerinde ciddi bir tehdit oluşturuyorlar. Din Özgürlüğü Dini sebeplerle başörtüsü takan kadınların yüksek öğrenim, kamu hizmeti ya da siyasi hayata erişimi hala yasak. Ancak, 2006 yılında yasak devlet kurumlarının ötesinde çok daha yaygın şekilde uygulandı. Danıştay 2005 sonunda, öğretmen Aytaç Kılınç’ın, okul dışında da olsa başörtüsü taktığı için terfi edemeyeceğine hükmetti. Görevliler, okul törenleri ya da yüzme havuzuna giden çocuklarına eşlik eden annelerin başörtülerine de yasak getirdiler; avukatlar ve gazeteciler, başörtülerini çıkarmayı reddettikleri için mahkeme salonlarından ve üniversitelerdeki toplantılardan çıkarıldılar. Uluslararası Kilit Kurumlar Türkiye’nin Avrupa Birliği (AB) adaylığı, ülkede insan haklarına saygıyı geliştirmek için en etkili uluslararası faktör olmaya devam ediyor. AB Komisyonu’nun genişlemeden sorumlu üyesi Olli Rehn, reformlardaki yetersizliği açıkça dile getirirken, Türkiye’nin Avrupa’yla bütünleştirilmesi konusunda Komisyon’un kararlılığını tekrar tekrar vurguladı. AB’nin Kasım ayında yayınlanan Türkiye İlerleme Raporu, ordunun “belirgin siyasi nüfuzu”na dikkat çekti ve ordu mensuplarının kamuoyu açıklamalarının askeri ve güvenlikle ilgili konularla sınırlı kalmasını önerdi. Rapor, ifade özgürlüğü ile ilgili süregiden ihlalleri eleştirdi ve Türkiye’nin azınlık haklarının sağlanması konusunda çok az ilerleme kaydetmesine dikkat çekti. Eylül ayında Avrupa Konseyi’nin İşkenceyi Önleme Komitesi (İÖK), Aralık 2005’te Türkiye’ye yaptığı ziyaretle ilgili raporunu açıkladı. Rapor, işkenceyle mücadele konusunda “umut verici” gelişmelere dikkat çekti ama bazı polis karakollarındaki dayak ve hayaların sıkılması vakaları da dahil olmak üzere, süregiden ihllaller konusunda endişelerini de dile getirdi. İÖK, psikiyatri kurumlarında anestetik ve kas gevşetici ilaçlar verilmeksizin yapılan elektrokonvulsif terapi uygulamalarının yaygınlığına dikkat çekti ve kapsamlı bir ruh sağlığı kanunu çıkarılmasını önerdi. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi 2006’da işkence, adil olmayan yargılama, ifade özgürlüğü ve yasadışı infaz ve başka ihlallerden dolayı Türkiye aleyhine yaklaşık 200 karar verdi. Örneğin Ocak ayında mahkeme, Türkiye’nin, 1996 yılında polis tarafından evlerinden alındıktan sonra “ortadan kaybolan” evli çift, Fahriye ve Mahmut Mordeniz’in yaşam hakkını ihlal ettiğini hükme bağladı. (Mordeniz-Türkiye davası). Türkiye 2006 yılında BM insan hakları izleyicileri tarafından üç kez ziyaret edildi. BM’nin terörle mücadele sırasında insan hakları ve temel özgürlüklerin korunması özel raportörü Martin Scheinin, Şubat ayında ülkeyi ziyaret etti. Scheinin, güneydoğudaki durumla ilgili yorumlarında, Türkiye’deki tecrübelerin, “terörle mücadele çerçevesinde devletin önlemlerinin bazılarının, insan haklarıyla uyumsuz sonuçlara yol açabileceğini” gösterdiğini ifade etti. Scheinin, Türkiye’nin terörle mücadele yasasındaki terör tanımının çok geniş kapsamlı tutulmasıyla ilgili endişelerini de dile getirdi. Kadınlara karşı şiddet kullanımı özel raportörü Yakın Ertürk, ülkenin bazı bölgelerinde sıkça yaşanan kadın ve genç kız intiharlarını özel olarak araştırmak üzere Mayıs ayında Türkiye’ye geldi. Ertürk, “ataerkil aile yapısı ve bundan kaynaklanan insan hakları ihlallerinin—örneğin genç yaşta aile zoruyla yapılan evliliklerin, hane içi şiddetin ve üreme haklarının esirgenmesi—el ele gittiğini ve Türkiye’nin doğu ve güneydoğusunda kadın ve kızlar arasında görülen intiharlarda en belirgin etkenlerın bunlar olduğunu tespit etti. BM’nin keyfi gözaltı çalışma grubu, Ekim ayında Türkiye’ye yaptığı ziyaretin sonuçlarını açıklarken, işkence ve keyfi gözaltılara karşı 2005 yılında yapılan yasal düzenlemelerin, terörle ilgili suç işlediğinden şüphelenilen bireyleri kapsamaması ve “uygulamada Türkiye’de iki ayrı cezai adalet sistemi” yaratacağı hakkındaki “ciddi endişelerini” dile getirdi.
  6. "HRW, Türkiye'de mahkemelerin hak ihlali ve görevi kötüye kullanma ile suçlanan güvenlik güçleri mensuplarına karşı müsamaha göstermeye devam etmekte olduğunu belirtirken, bunun cezasızlık ortamına ve işkence ve öldürücü nitelikte güç kullanımının devam etmesine katıda bulunduğunu savundu" İnsan Hakları İzleme Örgütü, (Human Rights Watch) dün yayımladığı yıllık raporunda Türkiye'de insan hakları standartlarında bir gerileme yaşandığını vurguladı. Örgüt, yılın ikinci yarısında ihlallerin arttığına vurgu yaptı Örgütün raporunda, 2007 yılının Türkiye için ifade özgürlüğündeki kısıtlamalar nedeniyle yargılanan ve cezalandırılan kişilerin sayısında artış yaşanan bir yıl olduğu belirtiliyor. Gazeteci Hrant Dink cinayeti öncesi ve sonrasındaki gelişmelerin ayrıntılı biçimde değerlendirildiği raporda, devlet yetkililerinin farklılıklara ve muhalif fikirlere karşı hoşgörüsüzlüğü, azınlık gruplarına karşı çeşitli şiddet eylemlerinin yaşanabildiği bir ortam hazırlandığı savunuluyor. 'AKP reform sürecini başlatmakta başarısız' İfadenin suç sayılmasının, Türkiye'de insan haklarının korunmasının önündeki en büyük engel olduğu görüşü dile getirilirken," 2007 yılında aralarında gazeteciler, yazarlar, yayımcılar, akademisyenler ve insan hakları savunucularının bulunduğu yüzlerce kişi ve Kürt siyasi parti ve derneklerinin yetkilileri hakkında çeşitli davalar açılmıştır." denildi. Temmuz ayında seçimlerden galip çıkmasının ardından, yeni Adalet ve Kalkınma Partisi hükümetinin ifade özgürlüğü önündeki engelleri kaldırma ve duraksayan reform sürecini yeniden başlatmak için gerekli adımları atma konusunda başarısız kaldığı ifade edildi. Hrant Dink'in 2006 yılında yazılarından ve konuşmalarından dolayı sık sık kovuşturmaya uğradığı ve Türk Ceza Kanunu'nun 301. maddesi uyarınca yargılandığı için olumsuz bir şekilde gündeme geldiği belirtildi. İnsan Hakları İzleme Örgütü, Hrant Dink'in ölümü ardından kendisinin bir röportajındaki bazı sözleri haber yapan, Agos gazetesi editörü ve imtiyaz sahibi ceza alırken, aynı sözleri haber yapan başka hiçbir gazeteye dava açılmadığına vurgu yapıldı. Güvenlik güçleri ve ölümler Güvenlik güçleri tarafından sivillilere yönelik öldürücü nitelikte ateş açılmasının 2007 yılında da ciddi kaygı uyandırmaya devam ettiğini belirten örgüt, polisin veya jandarmanın "genellikle öldürme olayının kişi dur ihtarına uymadığı için gerçekleştiğini iddia etse de, bazı vakalarda yargısız infaz olarak nitelendirilebilecek durumlar yaşandığını" savundu. Bu duruma örnek olarak, Tunceli ili Hozat ilçesinde Bülent Karataş adlı kişinin öldürülmesi, Van'ın Özalp ilçesinde bağlı bir köyde Ejder Demir'in öldürülmesi örnekleri verildi. Ayrıca, 2007 yılı Ağustos ayında İstanbul'da gözaltına alınan Nijeryalı sığınmacı Festus Okey'in gözaltı sırasında vurularak öldürülmesine de vurgu yapıldı. Örgüt, raporunda PKK tarafından gerçekleştirildiğinden şüphelenilen ve sivilleri hedef alan saldırıları da hatırlatarak, sivillere yönelik silahlı şiddetin devam ettiğine vurgu yaptı. Kolluk kuvvetlerine cezasızlık İnsan Hakları İzleme Örgütü, Türkiye'de mahkemelerin hak ihlali ve görevi kötüye kullanma ile suçlanan güvenlik güçleri mensuplarına karşı müsamaha göstermeye devam etmekte olduğunu belirtirken, bunun cezasızlık ortamına ve işkence ve öldürücü nitelikte güç kullanımının devam etmesine katıda bulunduğunu savundu. Kolluk kuvvetleri mensuplarının ölümle sonuçlanan hak ihlalleriyle suçlandığı tartışmalı mahkeme kararlarına örnek olarak 2005 yılında Hakkâri’nin Şemdinli ilçesinde bir kitapevine yapılan bombalı saldırı davası; Mardin Kızıltepe'de vurulan Ahmet Kaymaz ve 12 yaşındaki oğlu Uğur Kaymaz'ın davası ve 2006 Mart ayında Diyarbakır'da yaşanan şiddet olayları sırasında sekizi vurularak hayatını kaybeden 10 kişinin ölümü soruşturması verildi.
  7. Kaboğlu: Başörtüsünün Götürdüğü, Getirdiğinden Fazla Olacak Prof. Dr. İbrahim Kaboğlu başörtüsü düzenlemesinin anayasada yapılmasını eleştirdi; "Nasıl bağlanacağını dayatmak, başörtüsünü yasaklamaktan daha büyük ihlal" dedi.. Marmara Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. İbrahim Kaboğlu, bianet'e Adalet ve Kalkınma Partisi'yle (AKP) Milliyetçi Hareket Partisi'nin (MHP) "başörtüsü sorunu"nun çözümü için anlaştığı hukuki düzenlemenin anayasal sisteme aykırı olduğunu söyledi: "Türban bir anayasa konusu değil. Eğer yine de bu yolla düzenlenecekse başörtüsünün nerede serbest olmadığının belirtilmesi lazım, örneğin kamu dairelerinde, ilkokulda ve liselerde serbest olmadığının açıkça yazılması gerekir." Tasarıya göre Anayasa'nın 42. maddesinde, "Öğrenim hakkının kapsamı ve kullanılmasının sınırları, kanunla tespit edilir" deneceğini hatırlatan Kaboğlu, sınırlamanın anayasada yapılması gerektiğini vurguladı, "Başörtüsüyle okuyan bir kadın, 'hukuki güvenlik' ilkesinden yola çıkarak ileride kamu kuruluşlarında çalışmayı talep edebilir" dedi. "Çene altı çözümü insan hakları ihlali" Yüksek Öğretim Kurulu (YÖK) Kanunundaki "Çene altından bağlanmalı" ifadesinde sakıncalar bulunduğunu ifade eden Kaboğlu, bunları şöyle sıraladı: Eğer başörtüsü dinsel bir emirse, kanundaki ifadenin gerekçesi dinsel buyruğa yani Kuran'a gönderme yaparak belirlenmeli. Bu yapılabilir mi? Laik bir rejimde yapılamaz. Bir kaynağa gönderme yapmadıkları için "Çene altı" sınırlaması yöneticilerin kendi yaklaşımlarına göre yaptıkları bir belirleme olarak algılanır. Bunun özgürlükler açısından sakıncaları var: Farklı takmak isteyenlerin bu hakkının hangi nedenle sınırlandığı makul bir gerekçeyle açıklanmalı. Başörtüsünün nasıl bağlanacağı konusunda kural koymak ve bunu dayatmak yasaktan daha ağır bir özgürlük ihlali. Çünkü siz kadının teni üzerinde, erkek olarak belirleme yapıyorsunuz. "Kadınlar üzerinde egemenlik arayışının sergisi" Düzenlemenin "Kadınlar üzerindeki egemenlik arayışının sergisi" olduğunu kaydeden Kaboğlu'na göre değişikliğin özgürlükler alanında götürüsü getirisinden çok daha fazla olacak: "Başörtüsünün sınırını iktidarın belirlemesi, başörtüsü kullananları rencide etmek ve reşit olmadıklarını ortaya koymak demek. Diğer yandan 'genel ahlaka aykırı olmamak kaydıyla' gibi ifadeler de düzenlemeye eklenirse, Damokles'in kılıcı başörtülü olmayanlar üzerinde sallanır. Genel ahlaka ne aykırı, buna kim karar verecek? Tehlikeli bir yaklaşım biçimi." "Serbestlik talebi tabandan gelmeliydi" Başörtüsü yasağının kalkmasında öncü rol üstlenen partinin AKP olmasının sıkıntı yarattığını ifade eden Kaboğlu, şöyle konuştu: "Eğer düzenlemeyi yapan AKP değil de örneğin sol bir parti olsaydı, partiler bunun özgürlük sorunu olduğu yönünde anlaşsaydı 'Rejim tehlikeye mi giriyor' kuşkuları doğmazdı. Süreci sıkıntısız atlatmak için yargının tutumu da evrilmeliydi. Şimdiki koşullarda genç kızların başörtüsüne özendirildiğini düşünüyorum. Talep tabandan gelmeliydi, tersi oluyor." Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin "Yasaklayabilirsiniz", Anayasa Mahkemesinin "Yasak" dediğini vurgulayan Kaboğlu'na göre, bu kadar açık olmayan yasal bir düzenlemeyle, rahatlama ve güven yoluyla serbestliğin önü açılabilirdi. (GG/TK)
  8. Türbanlansak da mı Saklansak, Türbanlanmasak da mı Saklansak? Örtünme, özünde giyim kuşamla çözülemeyecek bir sorunu barındırıyor. Çözümde inanç özgürlüğünün sağlanabilmesi için birlikte olabilmeyi savunabilecek yüreklilikte erkeklere ihtiyaç var. Kelimelerin geldiler bana, yüreğinden, kafandan, etindendiler. Kelimelerin getirdiler seni, onlar : ana, onlar : kadın ve yoldaş olan... Mahzundular, acıydılar, sevinçli, umutlu, kahramandılar, kelimelerin insandılar... Nazım Hikmet Türban tartışmaları son günlerde Başbakan, Diyanet İşleri Başkanlığı ve Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının açıklamaları ile yeni bir yola girdi. Bu açıklamalar, sorunun çözümü için yeni bir açılım yapmaya olanak tanıyacak niteliktedir. Bu fırsatı değerlendirmek gerekir. “Kadının örtünmesi İslam dinin gereğidir, örtünme kadının dini inancını gösteren bir simgedir ama aynı zamanda bir siyasal simgedir de yani dini inancın gereklerine uygun yaşama siyasetini benimsemenin göstergesidir. İslam dini esaslarına uygun yaşama biçiminin savunulması, gündelik yaşam alanından çıkıp devlet işlerinin dini esaslara göre yürütülmesini içerecek bir talebin ifadesi biçimine geldiğinde, bu anayasanın laiklik ilkesine aykırılık oluşturur ve bu biçimde siyaset yapmaya yasak getirilmiş bulunulmaktadır.” Üç yanlış, sıfır doğru Benim bu üçlünün söylediklerinden anladığım bu. Türbanla ilgili tartışmalarda gerilimin kaynağı bu üçlünün söylediklerinin toplamında görülmektedir. Ancak söyleyenlerin kimliklerinin de ayrıca gerilimin kaynağı ve göstergesi olarak ele alınması gerekir. Söyleyen ve söylenen bağlantısı açısından bakıldığında “3” yanlış “0” doğru var, yani orada tutulacak yer yok, sadece hepsinin yanlışlığının kendi içinde bir denge oluşturduğunu söyleyebiliriz. Ama eğer sorun çözülmek isteniyorsa söyleyenlerin kimliklerinden bağımsız, bu gerilim noktası üzerinden konuşmak işe yarayabilir. Laik devletten beklenen Bu gerilim alanında, din ve vicdan özgürlüğü konusunda tek bir talep bulunmamaktadır. “Ben dini inancıma uygun giyinerek her tür kamu hizmetinden yararlanmalı ve her tür kamu hizmetini sunan olarak çalışabilmeliyim” ile başlayıp, “mümkünse örtülü olan kalmayacak şekilde bir yasaklama getirilsin” diyenlere kadar farklı talepler bulunmaktadır. Laik devletten beklenen – en azından bir kısım insanın beklediği ve bu işin teorisi gereği beklenen - bütün bu talepler manzumesinden, herkesin hak ve özgürlüklerini koruyacak bir sonuç çıkarabilmesidir. Gerilim de, bu sonuca ulaşılamayacak olması kaygısından kaynaklanmaktadır. "Bu çark benim lehime dönsün" Yeni Şafak yazarı Yasin Doğan’ın 18Ocak'ta yazdığı “Laik devletin görevi bu hakkı güvence altına almaktır” cümlesi, bu konuda demek istediğimi anlatmaya yardımcı olacaktır. Laik devletin görevi, bu hakkı güvence altına almaktır, dediğinizde “bu çark benim lehime dönsün” demiş oluyorsunuz. Şu anda yöneticiler de bu izlenimi vermektedir. Laik devletin görevi din ve vicdan özgürlüğünü güvence altına almaktır. Bunun içinde inanların inançlarına uygun giyinmeleri ve bu sebeple kamu hizmetlerinden yararlanma konusunda herhangi bir ayrımcılığa maruz kalmamalarını güvence altına almak da bulunmaktadır. Ama aynı oranda inanmayanların ya da inanan ama bu inancın gereklilikleri konusunda farklı düşünceleri olan ya da o inancın gereklerine uygun hareket etmeyi reddedenlerin kendilerini ifade etme biçimlerini de güvence altına alması gerekir. Farklı inançlardan kişilerin, aynı inancı farklı biçimde yorumlayan kişilerin ve de inançsızların bulunduğu bir ülkede barış içinde yaşamanın koşulu da budur ve laiklik de bunun aracıdır. Bir hak arayışını, "Bunu istismar edenler var" diyerek yok saymamak için kadınların örtünme ve buna bağlı taleplerinin arkasındaki siyasi çıkarı bir yana bırakacak olursak, şunu görmemiz gerekiyor: İnançları gereği örtünmek isteyen ama aynı zamanda da eğitim haklarını kullanmak ve kamu hizmetlerinde çalışmak isteyen kadınlar var. Diğer yanda ise örtünmek istemeyen ve “kadın oldukları için” ayrımcı muamele veya tacize maruz kalmak istemeyen kadınlar var. İşte dikkat edilmesi gereken şeylerden biri bu: örtünme talebinin karşısında olan şey örtünmeme talebi değildir. Örtü herhangi bir kılık kıyafet seçimi konusu değil Çünkü örtü herhangi bir kılık kıyafet seçimi konusu değildir. Bir dini inancın ve buna dayalı bir siyasetin simgesidir. Bu inanç, kadınların vücut hatlarının görünmesinden erkeklerin tahrik olabileceklerini kabul etmekte ve erkeği tahrik etmeme görevini kadına vermektedir, bu sorumluluk kimi zaman sadece saçını değil, vücudunun tamamını ve sesini örtmeyi de içermektedir. Bu durumda, bu toplumda kadının giyiminden, yüksek sesle gülmesine kadar her şey önce ailesinden hatta yaşça küçük kardeşinden başlayıp, mahalleliye, okuldaki arkadaşlara ve hatta sokaktaki hiç tanımadığı kişilere kadar herkesin denetim alanına girer. Talebin devletin temsilcileri tarafından bir kutsal inanca dayandırılıp, çözümün kadınların kılık kıyafet özgürlüklerinde aranması haklı olarak bir kaygı yaratıyor. Tabii bu kaygıyı besleyecek pek çok destekleyici unsur da bulmak hiç zor olmuyor. Kadınlar evlerine kapatılıp, erkeklerin önyargıları yüzünden sokak ortasında katledilirken yöneticiler, çerçevesi belirlenmemiş bir örtünme özgürlüğünün yaratacağı baskı ortamını varsayımsal görüp, üzerinde şimdi konuşmayı reddederse, korkulur. Korkulur... Prof. Dr. Nermin Toygar’ın araştırmasına göre kadınların %50,8’i zorla evlendirilmiş, 12 yaşında çocukların yetişkinlerle evlenebileceği din adamları tarafından söylenmekte. Böyle bir ortamda bir başbakan kadınların örtünme sorunlarını çözmeyi şiar edinirken, kılık kıyafeti veya yaşam tercihi nedeniyle ayrımcılığa maruz kalan diğer kadınların durumlarını görmezden gelirse, eşi “ağabeyim benim zorla örttü” (21 Aralık 2006, www.habervitrini.com) derken, kendisi “zorla örtünen kadın yoktur, kadınlar inandıkları için örtünüyorlar” derse, korkulur. Siyasetçiler, örtünme hakkını güvence altına almak için temel hak ve özgürlüklerin kısıtlanmasına ilişkin yargı denetimi güvencesini ortadan kaldıracak anayasal değişikliklere girişiyorlarsa, korkulur. Devletin bir Diyanet İşleri Başkanlığı bulunur ise ve bu başkanlık çıkıp da “örtünmek dinin gereğidir” der ise, din dersi bir anayasal zorunluluk olmayı sürdürür ise, dinin gereklerini yerine getirmeyenleri yola sokmak konusunda şiddeti tercih eden gruplara yönelik ciddi bir devlet politikası bulunmaz ise, kadınların örtülerinin rejimin örtüsü haline gelmesinden korkulur. Bu korkuyu da en çok kadınlar hisseder. Namusumuzun bekçileri Çünkü bu ülkede biz kadınlar, örtünme zorunluluğu altında yaşadık ve örtünmeme hakkını elde edebilmek için mücadele verdik ve şimdilerde bu görmezden geliniyor, kimi zaman kılık kıyafetlerimiz veya yaşam tercihlerimiz yüzünden üniversiteye gidemedik, kimi zaman daha 5 yaşındayken örtüye sokulduk, yol ortasında öldürüldük, yüksek sesle gülmemizin ayıp olduğu inancı ile büyüdük. Ağabeyimiz, babamız, amcamız, aslında herkes bizim namusumuzun bekçisi kesilerek dünyayı zindana çevirdi. Çünkü bu ülkede yaşayan kadınlar, -çok küçük bir azınlık dışında- yaşamlarının her noktasında her gün kadın oldukları için ve kadın olmayı kendi bildikleri ya da inandıkları biçimde sürdürmek istedikleri için baskı, ayrımcılık ve kötü muameleye ya da tacize maruz kalıyorlar. Sorun kadın haklarının ötesinde Öte yandan örtünmenin altında yatan cinsel kimliklere ilişkin algı, çarpıtılmış bir algı olduğu için, özünde giyim kuşamla çözülemeyecek bir sorunu barındırıyor. Ama aynı zamanda bu sorunu sadece bir kadın hakları sorunu olmanın da ötesine taşıyor. Bence, örtünmeyi gerektirecek tahrik olma ve tahrik etme potansiyeli sadece kadına değil erkeğe dair de bir alçaltıcı yaklaşımı içermektedir. Bir insanın bir diğerine “ben senin dürtülerini kontrol yeteneğini ortadan kaldıracak vasıflara sahibim ve sen benim için tehlikelisin” mesajı içeren bir sembol taşıması veya bu mesajı içerecek imalarda bulunması, her halde bu örnek dışında hiç bir halde bu mesaja maruz kalan için iyi bir duygu durumu olarak tanımlanamaz. Dolayısıyla cinsel kimliklere ilişkin algının bu kadar çarpıtıldığı bir toplumda, diğer kimlikler ve düzen konusunda sıkıntı yaşanması da kaçınılmazdır. Yürekli erkeklere ihtiyaç var Bu noktadan sonra sorunun çözülmesi için kadınlara olduğu kadar erkeklere de ihtiyaç var. Din ve vicdan özgürlüğüne inanan erkeklere, inançlarının başkalarının özgürlüklerini kısıtlama potansiyelini fark eden, ama davaya zarar vermemek için susmayı tercih eden değil, inanç özgürlüğünün sağlanabilmesi için birlikte olabilmeyi savunabilecek yüreklilikte erkeklere ihtiyaç var. Abdurrahman Dilipak’ın Birgün'de 20 Ocak'ta yayınlanan şu sözlerini paylaşan ve çoğaltan erkeklere: “Başkalarının hak ve özgürlüklerine hizmet etmeyen bir çözüm önerisi bizim çözüm önerimiz olmamalıdır. Onun için herkes için özgürlük ve herkes için adalet istemeliyiz.” Çünkü eğer herkes kılık kıyafetinde özgür olacaksa ve bir kısmımız örtünürken diğerleri örtünmeyecek ise, “ben kadınların özgürlükleri üzerinde tehdit olarak algılanan bir kimlik olmayı reddediyorum” diyen erkeklerin olması gerekir. “İnancım kadınların örtünmesi gerektiğini söylüyor ama örtünmeyen kadınları cariye gibi görmüyorum, onlar da benim için bedenini örten kadar örtülüdür, ben kendimden sorumluyum” diyen erkeklere. Şu duruma bir bakın; sizinle ve sizden korkutuluyoruz. Bunu içinize sindirebiliyor musunuz? Sizin üstlenmediğiniz sorumluluklar nedeniyle biz sadece üniversite kapısından dönmüyoruz, sokak ortasında infaz ediliyoruz, intihar ediyoruz, evlerin dört duvarı arasına kapatılıyoruz. “Ne sen bu kadar acizsin, ne de ben bu kadar savunmasız” diyerek aslında erkeği de özgür bırakan, onun omzundan önemli bir yükü almaya çalışan kadınlar artık bu çağrıya bir yanıt bulabilmeliler. Örtülü ve örtüsüz birlikte yaşayabilmemiz için, şimdi “kelimeleriniz getirmeli sizi bize, onlar dost, onlar erkek ve yoldaş olan; mahzun, acılı, sevinçli, umutlu, kahraman ve insan olan.” (
  9. Hoşgeldin.......ben bir künefe alsam offff bu sattede ...neyse kolay gelsin....
  10. Umarım güzel paylaşımlara imza atarız hep birlikte.........Hoşgeldiniz....
  11. Nedense ben resim işini bir tüylü haledemiyorum ama olsun sevenlerin ellerinden geldigince en güselerini hazırlamaya çalışmışlar................. Sevenlerinle sevdiklerinle ve ifadeleyden anladıgım kadarı ile yaşamınıza katılacak dünya tatlısı ile sevgi,saglık mutluluk dolu nice yıllar dilesem!!!!!
  12. ABD tarafından planlanan Türkiye'yi din devletine dönüştürme çalışmaları tüm hızıyla devam etmektedir.. "Din ve vicdan özgürlüğü" adı altında yapılan cumhuriyeti yıkma çalışmaları hız kazanmıştır. Dindarlıkla dinciliğin farklı şeyler olduğunu ne yazıkki hala kavrayamayan bazı çevreler, dinci bir simge olan türbanı, hepimizin bağrına bastığı Anadolu kadınının geleneksel baş örtüsüyle karıştırmaktadır. Türbanın üniversiteye girmesiyle birlikte, kara çarşafın ve hatta sarığın bile üniversitelere gireceğini kavrayamayan bu çevreler, bunun sonucunda nasıl bir facia ile karşı karşıya kalacağımızı, bilim yuvası olan üniversitelerin, kızlarla erkeklerin ayrı kapılardan gireceği dinci merkezlere dönüşeceğini düşünememektedirler. İran'da da "demokrasi" adı altında solcular, dincileri desteklemişlerdi.. Sonucunda şeriat geldi ve ilk asılan kendileri oldu! İran'da bugün demokrasiden söz edebilir miyiz?? Türkiye Atatürk'ün yolundan ilerleyerek gerçek bir demokrasi olabilir.. Demokrasinin başlıca kuralı anayasal kurallara uymaktır. Laikliğe, cumhuriyet ilkelerine ve halk haklarına saldıranlar demokrasiden söz edemezler.. Ne yazıkki Türkiye son seçimlerde gerçek bir demokrasi olma şansını kaybetti.. Bu günden itibaren ABD tarafından hazırlanan bu yeni anayasaya dur demenin bir yolunu bulup, özgürlüğümüzü yok edecek bu gerici ayaklanmayı engellemeliyiz.. Türkiye bugün bir Irak değilse bu güçlü ordumuz ve Atatürk ilkeleri sayesindedir.. Bu iki unsuru yok etmeye çalışan YENİ ANASAYAYA HERKES HAYIR DEMELİDİR!!!!
  13. Danıştay'dan türbana çifte fren Geçen hafta yapılan açık lise sınavların, türbanlı öğrencilerin girmesi nedeniyle iptal edilmesini isteyen Dinçer, "Bakanlık gereğini yapmazsa bu konuda dava açmayı düşünüyoruz" dedi. Milli Eğitim Bakanlığı'nın açık lise sınavlarına başörtüsüyle girilmesinin önünü açan düzenlemesi Danıştay tarafından iptal edildi. Yüksek Mahkeme, ÖSS'ye türbanla giren bir öğrencinin itirazını da geri çevirdi Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik, açık lise sınavlarına türbanla girilmesinin serbest olması gerektiğini savunurken, Danıştay'dan aksi bir karar geldi. Danıştay 8. Dairesi Merkezi Sınav Yönergesi'nde sınava giren öğrencilerin kılık kıyafetiyle ilgili maddedeki 'başı açık' ifadesini kaldırarak türbanın önünü açan Milli Eğitim Bakanlığı (MEB) düzenlemesini iptal etti. Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu, kılık-kıyafet kurallarına uymadığı için üniversite sınavı iptal edilen öğrencinin velisinin açtığı davayı geri çevirdi. MEB, Merkezi Sınav Yönergesi'nde Mayıs 2006'da yaptığı değişiklikle merkezi sistem sınavına giren öğrencilerin kılık kıyafetlerine ilişkin hükmü yeniden düzenledi ve 2001 tarihli Merkezi Sistem Sınav Yönergesi'nden 10'uncu maddesindeki 'başı açık' ibaresini çıkardı. Eğitim-Sen yargıya taşıdı Eğitim-Sen, düzenlemeyle bakanlığın tüm sınavlarında türbanın önünün açıldığını iddia ederek, Danıştay'a yürütmenin durdurulması ve iptali istemiyle dava açtı. Danıştay 8'inci Dairesi, 3 Aralık 2007'de verdiği kararla merkezi sistem sınavlarına öğrencilerin türbanla giremeyeceğini hükme bağladı. 16 Ocak 2008'de Eğitim-Sen'e tebliğ edilen kararda, daha önceki yönergede kız öğrencilerin sınavlara başı açık girmesi gerektiğinin özellikle belirtildiğine ancak bakanlığın 2006 yılında yaptığı değişiklikle bu zorunluluğun ortadan kaldırıldığına dikkat çekildi. Kararda, "Kılık kıyafetlere ilişkin yönetmeliklere de açıkça atıf yapılmaması göz önüne alındığında sınavlara başı kapalı olarak girilmesini engelleyen yönetmelikler de etkisiz hale getirileceğinden, davaya konu yönergede hukuka uyarlık bulunmamaktadır" denildi. ÖSS kararında direnme Danıştay kararına konu olan diğer dava ise üniversite sınavıyla ilgili. 2001'deki ÖSS'de 'kılık-kıyafet kurallarına uymadığı' gerekçesiyle çocuğunun sınavı iptal edilen bir baba bu işlemin dayanağı 2001 yılı Öğrenci Seçme ve Yerleştirme Merkezi Kılavuzu'nun 3.4 No'lu bölümünde yer alan 'sınava başı açık girileceğine' ilişkin düzenlemenin iptali istemiyle Danıştay'da dava açmıştı. Karar kesinleşti Danıştay 8. Dairesi, 17 Aralık 2002'de istemi reddetmişti. Daire kararına itiraz edilmesi üzerine, dosyayı görüşen Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu itirazı yerinde görmeyerek daire kararını onamıştı. Davacı veli, kurulun kararına karşı karar düzeltme isteminde bulundu. Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu dün bu istemi reddetti.
  14. Üniversite türbana karşı ayakta Üniversiteler: Son girişim laiklik ilkesine, Cumhuriyet'in kuruluş felsefesine aykırı. YÖK Başkanı Özcan rektörlerin bugün yapacağı toplantının iptali için baskı yaptı Üniversitelerarası Kurul'un (ÜAK) gündemdeki türban konusunu tartışmak üzere bugün yapacağı olağanüstü toplantının iptali için YÖK Başkanı Yusuf Ziya Özcan'ın baskı yaptığı ortaya çıktı. Özcan'ın, ÜAK Başkanı Prof. Dr. Mustafa Akaydın'ı salı günü arayarak, türbana yönelik bildiri çıkması beklenen toplantıyı iptal etmesini 'rica ettiği' öğrenildi. Akaydın'ın olumsuz yanıt vermesi üzerine Özcan ve bazı YÖK bürokratları, çok sayıda rektörü arayarak, "böyle gergin bir ortamda toplantıya katılmalarının doğru olmayacağını" söyledi. Özcan ise, baskı iddiasını yalanlarken, "Türban bizim işimiz değil" dedi. Türban düzenlemesine tepkilerini vermek üzere bugün toplanacak olan rektörlere YÖK'ten baskı yapıldığı ortaya çıktı. ÜAK'nın bugün toplanacağının salı günü duyurulmasının ardından Özcan, ÜAK Başkanı Akaydın'ı aradı. Akaydın, Özcan'ın bu gergin ortamda böyle bir toplantı yapılmasının uygun olmayacağını söylediğini belirtti: "'Sizden rica ediyorum, bu toplantıyı yapmayın' dedi. Ben de 'Bu benim toplumsal sorumluluğum. Ayrıca rektörlerin de bu konuda talepleri var. Toplantıyı iptal etmem mümkün değil. Toplantı ilan edildiği tarihte yapılacak' dedim." Bu konuşmadan sonra Özcan'ın, önceki akşam, YÖK bürokratları ile birlikte çok sayıda üniversitenin rektörünü telefonla arayarak "toplantıya katılmamalarını rica ettiği" belirtildi. 'Ancak ölüm engeller' Özcan ve YÖK bürokratlarının ricasına rektörlerin hemen hemen hepsinin olumsuz yanıt verdiği dile getirilirken, bazı rektörlerin "Üniversiteler bunun dışında kalamayacaktır. Toplantıya katılacağız" yanıtını verdiği, bazılarınınsa "Ben ölmezsem toplantıda olacağım" diyerek rest çektiği ifade edildi. Özcan'ın rektörlerin kararlı ve kesin tutumuna karşın ricasında ısrarlı olduğu belirtildi. Bazı üniversite rektörleriyse kendilerine "Toplantıya katılırsanız hakkınızda soruşturma açılır" dendiğini öne sürerek, kendilerinin de bu tehdide "Toplantı yasaldır ve gündemi de rutindir. Soruşturma açamazsınız" yanıtı verdiği öğrenildi. Özcan: Görüşlerine başvurdum YÖK Başkanı Özcan ise, Radikal'in soruları üzerine bazı üyeleri aradığını söyleyerek, "Katılmamalarını söylemem gibi bir konuşma olmadı" dedi. YÖK Başkanı Özcan şunları söyledi: - Bazı üyeleri aradım. Ama katılmamalarını söylemem gibi bir konuşma olmadı. Bazı konularda görüşlerine başvurdum. - Bizde katılmamalarını tavsiye ettiğimiz yolunda ifadeleri var. - Hayır, doğru söylememişler. Sadece görüşlerine başvurduk. - Türban konusunda mı görüşlerine başvurdunuz? - Hayır, o konunun bizimle ilgisi yok. - Hangi konuda? - Onu da onlara sorun, size söylesinler. Bu kadar konuşacağım.
  15. Yayamaz Kayımca şunu cevapladı bir başlıkta ileti içinde Psikoloji - Psikoloji Forumu
    Zeka nedir? Zeka gelişimi bebeklikten itibaren yetişkinlik dönemi de içine alan bir süreçte önemli değişiklikler geçirerek devam eder. Zeka, kişinin bellek, algı, soyutlama, gerçeği değerlendirme, kavramsallaştırma v.b. gibi bilişsel işlevlerini düşünebilme, öğrenme ve uyum amaçları için bütünleştirerek kullanabilme yetilerini içeren geniş bir kavramdır. Zeka ölçümü için değişik testler uygulanarak, zeka bölümü denen ve IQ terimiyle tanımlanan değerler elde edilerek kişinin zeka seviyesi belirlenir. Zeka Geriliği nedir? Zeka geriliğinin kişinin yaşına ve konumuna uygun işlevselliği gösterememesiyle belirlidir. Bunun yanı sıra motor gelişimi, dili kullanma yeteneği bozuk, anlama ve kavrama yaşıtlarından geride bir düzeydedir. Zeka geriliği tanısı konması için, başlangıcının 18 yaşından önce olması ve ortalamanın altında zeka işlevselliğinin görülmesi, yani uygulanan zeka testinde 70 veya altında IQnun olması gerekir. Bunun yanında, iletişim, kendine bakım, ev yaşamı, toplumsal/kişiler arası beceriler, toplumun sağladığı olanakları kullanma, kendi kendini yönetip yönlendirme, okulla ilgili işlevsel beceriler, is, boş zamanlar, sağlık ve güvenlik alanlarından en az ikisinde o sıradaki uyum işlevinde eşzamanlı yetersizliklerin veya bozuklukların olması gerekir. Sıklık Araştırmalara göre, zeka geriliğinin yaygınlığı %1 olarak bildirilmektedir. Erkeklerde kızlardan daha sık gözlenir. Hafif derecede zeka geriliklerinin toplumda görülme oranı %2-3 iken orta ve ağır derecedekilerin oranı % 0,3 tür. Nedenleri Zeka geriliği nedenleri arasında en sık olarak kromozomal anormallikler görülmektedir (%40). Zeka geriliği olan kişilerin yaklaşık %35’inde genetik bir neden görülmektedir. Enfeksiyon, merkezi sinir sistemini etkileyen hastalıklar, travma ve toksinler gibi dış etkenler, doğum sırasındaki bazı travmalar ve doğumun uzun sürmesi, premature doğma gibi etmenler neden olarak gösterilmektedir. Bir kısmının ise nedeni bilinmemektedir. Çocukta belirli bir zihinsel kapasite olmasına rağmen çocuğun gelişim döneminde yetersiz uyarana maruz kalması ve gerekli eğitim ve öğretimin tam olarak verilememesi, değişik stres etkenlerinin aileyi etkilemesi, çocuğa ilginin az olması, nedeni ile de yapay bir mental motor gelişim geriliği veya var olan kapasitenin gelişmemesi görülebilmektedir. Ayırıcı tanı Tedavi için zeka geriliği ile karısan özel öğrenme bozuklukları ile ayrım yapılması gerekir. Özel öğrenme güçlüğü durumunda zeka normal veya normale yakın olmasına rağmen zihni fonksiyonların bazılarındaki yetersizlik yüzünden öğrenmede zorluk ortaya çıkar. Bu durumlar zeka geriliği değildir ve tedavileri mümkündür. Çocukta zeka geriliği olmadığı halde, yaşına uygun zihinsel yeterlilik gösterememesinin nedeni çocukta olabilecek psikiyatrik rahatsızlıklar olabilir. Bunlar arasında DEHB (Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu), çocukluk depresyonu, reaktif bağlanma bozukluğu sayılabilir. Bu durumlarda çocukta yapay bir mental motor gelişim geriliği görülebilir. Eğer bu yapay durumun nedeni ortadan kaldırılırsa zihinsel kapasite normal hale gelir. Birlikte Bulunan Engeller ve Psikiyatrik Bozukluklar Zeka geriliği olan kişi ayrıca bir veya birden fazla fiziksel veya ruhsal bozukluk gösteriyorsa buna çoğul engellilik denir. Çoğul engellilik eğitimsel, toplumsal ve iş uyumunda önemli etkiler yapar. Görme bozuklukları, işitme kaybı, konuşma ve dil sorunları, epilepsi ve serebral palsi gibi fiziksel engellerin yanı sıra psikotik bozukluklar, nevrotik bozukluklar, kişilik bozuklukları ve çocukluğun psikiyatrik bozuklukları, depresyon, mani, anksiyete bozukluğu ve fobiler gibi psikiyatrik rahatsızlıklar da birlikte bulunabilir. Hafif derecede zeka geriliği olan çocuklarda davranım bozukluğu yaygınlığı %33 dolaylarındadır. Zeka geriliği olan çocuklarda stereotipik davranışlara, kendine zarar verici davranışlara ve pika gibi yeme bozukluklarına da sık rastlandığı görülmektedir. Dereceleri Çeşitli zeka testleri ile çocukların zeka düzeyi hesaplanarak, sonuca göre zamanında yapılacak gerekli eğitim ile çocukların mevcut kapasiteleri artırılabilir. Zeka gerilikleri; zeka, bellek, görsel-mekansal yetiler, motor yetiler, sosyo-emosyonel davranış ve uyum yetenekleri gibi temel bilişsel alanların değerlendirildiği pikometrik yöntemlerle anlaşılır. Bu yöntemlerden en sık kullanılan yöntemler: 4-6 yaş grubu için Wechsler Okul Öncesi Çocuklar için Zeka Ölçeği, 6-16 yaş grubu için Weschler Çocuklar için Zeka Ölçeği, 2-18 yaş grubu için Stanford-Binet Zeka Ölçeği, Kaufman Çocuklar için Değerlendirme Bataryasıdır. Zeka geriliği ultrasonografi, amniyosentez, fetoskopi, korionik villus örnekleri gibi yöntemlerle doğum öncesinde de anlaşılabilir. Hafif derece zeka geriliği: 50-69 arasında zeka bölümü olan çocuklar bu grupta yer alır. Zeka geriliklerinin yaklaşık %85’i bu gruptadır. Genellikle okula başlamadan önce zihinsel yetersizlikleri anne-baba veya çevre tarafından fark edilmez. Bu gruptaki çocukların motor gelişimi genellikle normaldir, bir miktar konuşma geriliği görülür. Günlük yaşamlarında birçok işi kendileri yapabilirler ve ihtiyaçlarını karşılayabilirler. Yetişkin yaşlarında uygun bir destekle veya denetimle, çoğunlukla da kendi başlarına yaşayabilirler. Orta derecede zeka geriliği: 35-49 arasında zeka bölümü olan çocuklar bu grupta yer alır. zeka geriliklerinin %10’u bu gruptadır. Bu çocuklarda anlama ve dil yetisi, kendine bakma işlevleri ve motor becerilerde gerilik vardır. Ancak denetimle kişisel bakımlarını yapabilirler ve karmaşık uyumun gerekmediği soysal aktivitelere katılabilirler. Özel eğitim uygulanırsa 2.sınıf düzeyinde okuma yazma ve saymayı öğrenebilirler ama düzeyden ileri gidemezler. Yetişkinlikte yeterli denetimle, fazla beceri istemeyen işlerde çalışabilirler ve toplum yaşamına uyum sağlayabilirler. Ağır derece zeka geriliği: 20-34 arasında zeka bölümü olan çocuklar bu grupta yer alır. Bu çocuklara çok erken yaşlarda tanı konulur, belirgin motor gerilikleri vardır ve konuşma yetilerini ya geç ve çok az kazanırlar ya da kazanamazlar. Gerekli kendine bakım becerilerinin kazandırılması için eğitilebilirler. Yaşam boyu özel desteğe gereksinim duyarlar ve denetime bağımlı kalırlar. Çok ağır derecede zeka geriliği: 20’nin altında zeka bölümü olan çocuklar bu grupta yer alır. Bu çocukların çoğunda zeka geriliğine neden olan bir nörolojik sorun vardır. Çoğunda ağır motor gerilik vardır ve bu nedenle hareketsiz kalırlar veya yardımla hareket edebilirler. Kendilerine bakmaları mümkün olmayıp gereksinimleri ancak başkaları tarafından karşılanabilir. Tedavi Zeka geriliğini tedavi edecek ilaç yoktur. Fakat zeka geriliği olanlarda ergenlik çağında ergenlik çağında görülebilecek saldırganlık, davranış bozuklukları veya psikiyatrik rahatsızlıklar için ilaç kullanılabilir. Genelde bu çocuklarda ayrıca görülebilen bedensel hastalıklar için de ayrıca tedavi gerekir. Zeka geriliği olan çocukların tedavisi için, kendilerine bakabilmeleri ve ileride başkalarına bağımlı olmadan yaşamlarını sürdürmeleri için gerekli becerilerin kazandırılması, mevcut kapasitelerinin tamamını kullanabilmeleri için gerekli eğitimin verilmesi ve ailelerinin psikolojik danışmanlık alması gereklidir. Eğitimlerinin belli bir seviyeye getirilmesi için mümkün olduğunca erken müdahale edilerek, eğitim sisteminde bu çocuklara daha fazla imkan tanınması önemlidir. Yetişkinlik döneminde aile üyesi, işçi, öğrenci, tüketicilik ve vatandaşlık gibi toplumsal rolleri üstlenebilmeleri önemlidir. Bu noktada çocukların bireysel farklılıkları ve yapabildikleri göz önüne alınarak eğitim gereksinimlerinin belirlenmesi ve gereksinimlerine uygun eğitim ortamlarının sunulması gerekir. Çünkü zeka geriliği olan çocuklar birçok özellikleriyle önemli bireysel farklılıklar göstermektedirler. Çocukların ailelerinin, çocukların bakımı ve eğitimi için çok çaba ve zaman gerektiği için ekonomik ve psikososyal anlamda desteğe ihtiyaçları vardır. Aile, çocuğunun zeka geriliği olduğunu öğrendiğinde önce kabullenemez, kabullendiğinde ise suçluluk, öfke, çaresizlik ve umutsuzluk duyguları hisseder. Çocuklarını, ihtiyacı olan sevgi, şefkat ve ilgiden mahrum bırakabilirler, reddedebilirler ve kötü davranabilirler. Bu nedenle ailenin rehberliğe ve desteğe ihtiyacı vardır.
  16. Yayamaz Kayımca şunu cevapladı bir başlıkta ileti içinde Psikoloji - Psikoloji Forumu
    ZEKA GERİLİĞİ NEDİR ? Zeka değişik kitaplarda ve değişik kaynaklarda değişik şekillerde tarif edilmektedir. Pratik olarak yeni bir durumla karşılaşıldığında yeni uygun yanıtlar gösterebilme yeteneği olarak tanımlanabilir. Zeka ile bilişsel fonksiyonlar arasında paralellik vardır. Zeka gelişimi bebeklik, çocukluk ,ergenlik ve yetişkinlik dönemlerinde önemli değişiklikler geçirerek devam eden önemli bir süreçtir. Çocuğun 5 yaşından sonraki zeka gelişim süreci erişkin dönemler için önemli bir gösterge iken 5 yaşından öncesi erişkin dönem için kriter sayılmaz. Zeka seviyesi için kullanılan terim IQ zeka bölümü olarak bilinen iki kelimenin (Intellicence Quontient) baş harfleridir. Ve zeka ölçümü için değişik testler kullanılmaktadır. Sonuçta çıkan değerler kişinin zeka seviyesini gösterir. Zeka geriliği dendiğinde bilişsel yetilerin tümünü etkileyecek şekilde zeka gelişiminin geri ve yavaş olması ile karakterize bir tablodur. Bir kişiye zeka gerisi diyebilmek için IQ katsayısının 70 in altında olması ve günlük yaşamında işlevselliğinin bozulmuş olması gerekir. Hafif derecede zeka geriliklerinin toplumda görülme oranı %2-3 iken orta ve ağır derecedekilerin oranı % 0,3 tür. ( Binde 3 ) Zeka geriliği nedenleri arsında en sık olarak kromozomal anormallikler suçlanmaktadır(%40). Bunun yanında sebebi açıklanamayan zeka gerilikleri ve genetik nedenli zeka gerilikleri de vardır. Ayrıca doğum sırasındaki bazı travmalar ve doğumun uzun sürmesi gibi nedenlerde zeka geriliğinde neden olarak suçlanmaktadır. Zeka geriliğinin en önemli belirtisi kişini yaşına ve konumuna uygun işlevselliği gösterememesidir. Ayrıca kas kontrolü yani motor gelişimi dili(lisanı) kullanma yeteneği bozuk,anlama ve kavrama yaşıtlarından geridir. Ayrıca bazı zeka gerisi kişiler ciddi akıl hastalıkları gibi belirtilerle karşımıza çıkabilir. Zeka geriliklerinin tanınmasının önemi gerekli eğitimle bu kişilerin topluma ve ailesine kazandırılmalarının mümkün olmasıdır. Bu nedenle ciddi düzelmeleri tedavi ile sağlamak çoğunlukla mümkün olmasa da bu işlevselliği sağlamak ailenin ve toplumun yükünü ciddi manada azaltacaktır. Birde zeka geriliği ile karışan özel öğrenme bozuklukları ile ayrım yapıldığında tedavi daha kolay olmaktadır. Özel öğrenme güçlüğünde zeka normal veya normale yakın olduğu halde zihni fonksiyonların bazılarındaki yetersizlik dolayısıyla öğrenmede zorluk ortaya çıkar. Bu durumlar başlıklar olarak belirtip,bu konuyu bitireceğim 1- Gelişimsel matematik öğrenme bozukluğu 2- Gelişimsel yazma zorluğu 3- Gelişimsel okuma zorluğu 4- Gelişimsel telaffuz zorluğu Bu durumlar zeka geriliği olmayıp tedavileri mümkündür.
  17. Devlet şeklinde organize olmuş her toplulukta ortaya çıkan suçun, sosyal bir hastalık olarak devamlı geri dönmesi karşısında, “önlemek, tedavi etmekten daha iyidir” sözü geçerlidir. Çünkü suç, yaşamda, sağlıkta ve malda meydana gelen kayıpla ilgilidir; sıklıkla tekrar getirilememezlik ve işlenen suçtan sonra uygulanan karşı tedbirlerin (engelleyici-bastırıcı suçla mücadele metodu) genellikle yeni zararlara sebebiyet verir. Bu yüzden suçun önlenmesi, suça karşı mücadeleyi -meydana gelmiş suçla bağlantılı olmaksızın- suçun meydana gelmesini engelleyecek metodlar vasıtasıyla tamamlar (tamamen önleyici suçla mücadele, suç profilaksisi). I. Suçun İcrasının Engellenmesi: Fiilin ön şartlarını yok etmek suretiyle suç, önlenebilir. Şüphesiz bu sadece bir sonuçtur (nüfusun suç doğurucu kuvveti daraltılmaksızın)[2]; fakat -tasarruf edilmiş kalınan zararların görülmesi- suç politikası açısından dikkat edilmeyecek azlıkta değildir. Bu tarz önleyici tedbirler[3]: 1) Saldırı imkânlarına karşı nüfusun sistematik aydınlatılması ve uyarılması; bu sayede uygun mağdurların sayısı azalır. Özellikle, kadınların, sadece para ve mücevher olan el çantaları ile caddeye çıkmamaları gibi. 2) Meslekleri nedeniyle özel tehlikedekiler (para taşıyanlar), amaca uygun savunma silahları ve diğer alanlarda zararsız fakat etkili kendini savunma aletleri (örn. korku ve işaret tabancaları, yoğun ses ve ışık etkisi geliştiren veya saldırganı yoğun renkte bir boyaya boyayan) 3) Mağazaların, iş yerlerinin ve konutların soyguna karşı teknik güvenliği, örn. alarm. 4) Otomobillerin, motosikletlerin ve bisikletlerin kolay alınmalarına karşı, engelleyici düzenlemeler. 5) Özel tehlikedeki yerlerin (örn. kuyumcu) korunması; gizli polis, özel dedektif ve organlar vasıtasıyla. 6) Bankalarda, gece soygunlarına karşı çelik odaların düzenlenmesi. 7) Polis devriyeleri vasıtasıyla şehrin ıssız yerlerinin ve parkların geceleri kontrolü. 8) Sarhoşlara karşı müdahalede polis yerine bakım organlarının kullanılması. II. Suçu Yaratıcı Çevre Tahriklerini Azaltma: Sırf faille mümkün olan değil, bilakis fiili tahrik edici çevre gerçekleri, özellikle ekonomik ihtiyaç durumu, aşırı alkol tüketimi ve özellikle gevşetilmiş imkânlar, uygun tedbirler vasıtasıyla kaçınılabilir veya onların sıklığı sınırlanabilir. Böyle tedbirler: 1) Ekonomik-politik tedbirler vasıtasıyla işsizliğin sınırlanması. 2) Sigorta ve bakım tedbirleri vasıtasıyla işsizlerin ihtiyaç durumlarını hafifletme. 3) Koruyucu tedbirler vasıtasıyla çok çocuklu olanların veya kaza hallerinden dolayı ev arayanların ihtiyaç durumlarının hafifletilmesi. 4) İçki satma hakkının sınırlanması vasıtasıyla alkolün kötüye kullanılmasının önüne geçilmesi. 5) Memurlarda ve özel işletmelerde kasa çıkışının kontrolü[4]. III. Ruhsal Direncin Kuvvetlendirilmesi: Çevre vasıtasıyla çözülen veya iç dünyadan çıkan dürtülerin fiile gidişine, ahlâki ve hukuki değer davranışlarına dayanan engeller karşı koyar. Hukuka ve ahlâka saygı, normal olarak insanları, gerçekten bir suç işlemekten alıkoyar. Ahlâksız, anti sosyal insanlarda (bir çok aktif meslek suçlusunda, bazı kriz suçlarında, bencil kitle katillerinde vs. olduğu gibi), böyle engeller esaslı olarak eksiktir; kararsız, iç güdüsel insanlarda ise, onlar çok zayıftır. Bunları kuvvetlendirme yolları denenebilir. 1) Ahlâki ve hukuki engeller -eğer bununla ilgili istidat da doğuştan ise-, devamlı çevre etkisi altında geliştirilir: Çocuk masalları, okul ve din, iyi yapmayı ve kötüyü yapmamayı öğretirler ve dengeleyici bir adaleti vaat ederler. Yavaş yavaş öğretilen inanç, yaşam vasıtasıyla ilk önce bunlar kendiliğinden tahrip olurlar: Kötülerin zaferi, dürüstlerin ihmali vasıtasıyla. Böyle bir hukuk ihlalinin sarsıntısı, yargının kendiliğinden bir fonksiyonu vasıtasıyla yolsuzluk hallerinin müsamahasız ortaya çıkarılması, yüksek mevkilerdeki kişilere karşıda cesaretle müdahale vs. yürütülebilmelidir. Böyle düzenlenmiş bir devlet varlığından hareketin ortaya koyduğu örnek etki, hukuk duygusunu ve onunla da suçlu dürtüler karşısında engelleri kuvvetlendirir. O, suçluluğun önlenmesinin en önemli şeklidir[5]. 2) Engellerin kuvvetlendirilmesinden kanuni ceza tehditleri de beklenir: Cezadan korku, fiilden uzak tutulmalıdır. Anselm von Feuerbach, genel önlemenin bu eski düşüncesini, onun psikolojik zorlama öğretisi vasıtasıyla derinleştirerek aramıştır: Ceza tehdit etmiş olmalıdır; onunla cezanın kötülüğü düşüncesi fiile tahriki sona erdirir. Yalnız, burada bu etkinin oluşmadığını, gerçekte işlenen suçlar ispat ediyorlar. Buna göre, ceza tehdidinin önleyici bir etkisi, özellikle adeta sınırda duran olaylar için olmaktadır. Burada, ceza tehdidinin yalnız bir suç hareketine karşı engelleri kuvvetlendirmediği, bilakis ilgilinin toplumsal yeri içinde zorunlu olarak, onunla bağlı sonuçların görünmüş olmasıdır. Bilinç, örneğin, toplumsal sınıftan çıkarılmış olma, onunla bağlantılı aşağılama vs. çoğu kez ceza tehdidinden daha etkilidir[6]. IV. Suçlu Kişiliklerin Gelişiminin önlenmesi: Şimdiye kadar ortaya konulan suç profilaksisi tedbirleri, fiilin çözülmesini önlemeyi amaçlamışlardır. Eğer suçun kısmi nedenler kompleksine daha derin girilmek istenirse, o zaman soru ortaya çıkar: Faili fiile getiren kişiliğinin suç yapısını da etkileyebilir miyiz? Onun istidadını, kişilik yapısını, fiile hiç gelmeden önce onların gelişimini durdurabilir miyiz? Böyle tedbirler[7]: 1) Gençliği çalışma tembelliğine götüren baştan çıkartmadan, gece kulüplerine gitmeden, fuhuştan ve hırsızlıklardan, gençlik koruma tedbirleri vasıtasıyla koruma. 2) Erkek çocuklarının homoseksüelliğe teşvik edilmesinden koruma. 3) Saflık veya bir psikopatlık değişikliğinin işaretlerini gösteren, bunlar vasıtasıyla suçluluk tehlikesinde olan çocuklar ve gençlerin iyileştirici pedagojik tedavisi. 4) Alkol satışının sınırlanması. Henüz suç işlememiş, alkol ve uyuşturucu bağımlılarının bakım için tedavi kurumlarına yerleştirilmesi. V. Kalıtım Sağlığı (Eugenisch) Tedbirleri: Çoğu suçlunun suç doğurucu istidat yapısının doğuştan olması bakımından, son suç profilaksisi imkanı olarak, suçu doğurucu kişilik yapılı insanların doğuşunun önlenip önlenemeyeceği sorusu gündeme gelmektedir. Sadece bir suçlu yapı kompleksi ile belirli bir insanın tüm arkadan gelenlerinin (soyunun) kusurlu olacağı teşhisi kesin ise, soyun devamı böyle bir kısırlaştırma vasıtasıyla engellenebilirdi[8]. Böyle bir kısırlaştırma ilk önce Kaliforniya ve diğer 28 eyalette vardı; 1939’a kadar 30.690 akıl hastası ve zeka özürlü kısırlaştırıldı. Avrupa’da ilk olarak İsviçre’nin Waadt kantonunda (1928) yasal olarak düzenlendi. Onu Danimarka (1929) ve kuzey devletleri izledi. Almanya 1933’den 1945’e kadar, kalıtımsal hastaları ve kronik alkolikler sterlizasyonunu, düzenlemişti. Bir kalıtımsal ruh hastalığı, doğuştan akıl zayıflığı (geri zekalılık) veya ağır bir psikopatlık çeken insanları sterlizasyonu, halk sağlığının gelişimi için tıbbi bir tedbirdir[9].
  18. Öfke aslında normal ve sağlıklı bir duygudur. Ama kontrolden çıkıp da yıkıcı hale dönüştüğünde, okul ya da iş hayatınızda, kişisel ilişkilerinizde sorunlara yol açar. Öfke çok çeşitli olaylar sonucu ortaya çıkabileceği gibi doğal afetler gibi hiç beklenmeyen bir anda gelip hayatı alt üst eden ve istenmeyen değişikliklere sürüklenme durumlarında da sıkça ortaya çıkar. Öfkenin ifadesi Öfke sadece insanlarda varolan bir duygu değil, her canlı organizmanın tehdit karşısında olaylara gösterdiği doğal bir tepkidir. Afetler de genellikle beklenmeyen olaylar oldukları için insanın varoluşunu tehdit eder Sağduyumuz, öfke duygumuzu nereye kadar götüreceğimiz konusunda önümüze sınırlar koymaktadır. Ancak afetler sırasında yaşanan panik ve şok karşısında herşey karmakarışık olabilir. En başta artık hayatımız karmakarışık olmuştur. Öfke duygularıyla başa çıkmak için bilinçli ya da bilinçsiz bazı yollar kullanırız. Bunlar kısaca; İfade etme, bastırma ve sakinleştirmedir Öfkeyi saldırganlıkla değil de sözel olarak ifade etmek, bunlar içinde en sağlıklı yoldur. Bunu yapabilmek için, istediklerimizin ne olduğunun farkına varmalı, bunları açık ve karşımızdakini incitmeyecek bir şekilde aktarmalıyız. İkinci yol, öfkeyi bastırmaktır. Kızgınlığınızı içinizde tutup, onu düşünmemeye çalışıyor ve dikkatinizi daha olumlu birşeylere yönlendiriyorsanız, bu yolu kullanıyorsunuz demektir. Bu bazan işe yarasa da sürekli olarak bu yolu kullanmak, çok sağlıklı olmayabilir. Eğer kızgınlık doğru bir biçimde ifade edilemezse, bir süre sonra bu duygu kişinin kendisine döner ve yüksek tansiyon, psikosomatik rahatsızlıklar (ülserler, allerjiler vb.) ya da depresyon gibi sorunlara yol açabilir. Öfke yaşadığınızda kendinizi sakinleştirmeye çalışmak, üçüncü seçeneğinizdir. Nefes alıp verişlerinizi, kalp atış hızınızı kontrol ederek, kendinizi fizyolojik olarak sakinleştirip, içinizdeki öfke duygusunu hafifletebilirsinz. Öfkenin Yönetimi Öfke yönetimi tekniklerinin amacı, kızgınlığın ve öfkenin yol açtığı duygusal ve bedensel tepkileri azaltabilmektir. Siz de kızgınlığa yol açan insanları, olayları yok edemezsiniz; onlardan kaçınamazsınız; onları değiştiremezsiniz. Yapabileceğiniz tek şey bu insanlar ya da olaylar karşısında gösterdiğiniz içsel ve dışsal tepkilerinizi kontrol edebilmek, onları yapıcı bir şekilde yönetebilmektir. Eğer zaman zaman kontrolü kaybettiğiniz oluyorsa ya da kaybedeceğinizden korkuyorsanız, bir psikologtan yardım isteyebilirsiniz. Öfkemizi boşaltmak iyi midir? Psikologlar artık bunun çok yanlış ve tehlikeli bir inanç olduğunu göstermişlerdir. Araştırmalar, kızgınlık duygusunun “boşaltılması”nın kızgınlık, öfke ve saldırganlığı daha çok arttırdığını ve sorunu çözmek için hiç bir yararı olmadığını göstermektedir. Onun için en iyisi, öfkenizi neyin başlattığını bulmak ve kendinizi öfkeyle kaybetmeden, bu nedenlerle başa çıkabilme yollarını öğrenmektir. Örneğin, asıl kaygı duyduğunuz şey, kendinizi güvencede hissetmeme iken, bambaşka bir şeye bağırıp çağırabilirsiniz. Hangi Yöntemler Öfkenizin Taşmasını Önler? Gevşeme: Derin derin nefes alın, sakinleştirici durum ve manzaraları zihnimizde hayal ederek canlandırmaya çalışın .Bu sakinleşmemize yardımcı olur. Deneyebileceğiniz bazı basit yöntemler şunlardır: Karnınızı dolduracak şekilde derin nefesler alın; göğsünüzün üst kısmıyla nefes almanız sizi rahatlatmaz. Nefes alıp verdiğinizde göğsünüz değil, karnınız şişmelidir. Derin nefeslerinizi alırken, kendi kendinize tekrar tekrar “Gevşe!” ya da “Sakin ol!” diyerek telkinde bulunun. Hayal ederek sizi gevşetecek bir yer ya da ortamı düşünün ve gözünüzün önüne getirmeye çalışın. Geçmişte çok sakin olduğunuz bir yeri hatırlayın. Bu teknikleri hergün pratik yaparak ezberlerseniz, daha sonra karşılaşacağınız gergin ortamlarda otomatik olarak uygulayabilirsiniz. Düşünceleri Değiştirme Öfkeli insanlar düşüncelerini küfrederek, bağırıp çağırarak ifade etme eğilimindedirler. Kızgın olduğumuz zaman genellikle, olayları istemeden abartılı ve çarpıtılmış olarak algılarız. Bu tür düşünce biçimlerinizi farkedin ve yerine daha mantıklı olanları yerleştirin. Örneğin kendi kendinize, “Eyvah, herşey mahvoldu!” gibi bir şeyler söylemek yerine, “Dünyanın sonu değil ve buna şimdi öfkeleniyor olmam bu olayı olmamış hale getirmeyecek.” diyebilirsiniz. Her iki düşünceyi de zihninizden geçirerek deneyin. Öfkenizin hangi düşünceyle arttığını ya da azaldığını görün. Farkında olmadan çok sık kullandığımız ve bizi kızgınlık duygularına hazırlayan, “asla” ya da “her zaman” gibi sözcükleri zihninizde yakalamaya çalışın. “Hiç bir şey asla düzelmeyecek ” ya da “Her zaman haksızlığa uğrayan ben olurum.” gibi cümleler oldukça hatalıdır. Öfke duygunuzda haklı olduğunuzu düşünmenize de yol açar. Durumla ilgili yargıyı koyduğunuz için problemin çözümüne de katkıda bulunmaz. Mantık öfkeyi yener, çünkü öfke haklı bir nedene bağlı olsa da, çok çabuk mantık sınırlarını aşabilir. Bu yüzden öfkelendiğinizi hissettiğinizde mantığınıza sığının. Kendinize “Tüm dünyanın size kazık atmaya çalışmadığını” hatırlatın. Sadece, yaşamın iniş ve çıkışlarından bazılarını yaşadığınızı düşünün. Öfkenizin kontrolden çıkmaya başladığı her zaman, bu yönteme başvurun. Bu daha dengeli bir bakış açısını yakalamanıza yardımcı olacaktır. Öfkeli insanlar her şeyi talepkar bir şekilde isterler, diğer deyişle kendilerine hak görürler. Bu durum, adalet için de böyledir, takdir, kabul, onay, vb. için de böyle. Herkesin bu değerlere ihtiyacı vardır. Elde edemeyince hepimiz üzülür, incinir, hayal kırıklığına uğrarız. Ama kızgın ve öfkeli insanlar, bunları talep ederler. Talepleri karşılanmayınca, hayal kırıklıkları engellenme duygusuna, o da öfkeye döner.. Bu insanlar, düşünceleri üzerinde çalışıp onları yeniden yapılandırırken, bu talepkàr özelliklerinin farkına varmalı ve “beklentileri”ni, “arzular”a dönüştürmelidirler. Diğer deyişle, istediği herhangi bir şey için, “Bana verilmeli” ya da “Benim olmalı” demek yerine, “Bana verilmesini isterdim.” diye düşünmenin daha sağlıklı olduğunu görmelidirler. Problemi çözme Bazen öfke duygularımız yaşamımızdaki gerçek ve kaçınılmaz sorunlardan kaynaklanıyor olabilir. Kızgınlık duyguları böyle zamanlarda bu zorluklar karşısında yaşanan doğal ve sağlıklı duygulardır. Böyle durumlardaki en yararlı tutum; önce durumu değiştirip değiştiremeyeceğimizi araştırmaktır. Değiştirebileceğimiz bir şeyse çözüm yolları araştırılabilir. Değiştirilemeyecek bir durumsa, çözüm için uğraşmak yerine, yapılacak en iyi şey sorunla yüzleşmektir. Elinizden gelenin en iyisini yapmaya çalışın ama, yanıtları hemen bulamıyor, sonuca hemen ulaşamıyorsanız, kendinizi cezalandırmayın. Daha iyi iletişim Öfkeli insanlar genellikle düşünmeden yargılama ve bu yargıları yönünde davranma eğilimindedirler. Bu yargılar da bazen çok gerçek dışı olabilmektedir. Eğer çok elektrikli bir tartışma içine girdiyseniz, ilk yapacağınız şey ; Yavaşlayıp gösterdiğiniz tepkileri gözlemek olmalıdır. Aklınıza gelen ilk şeyi söylemeyin, yavaşlayın ve asıl söylemek istediğinizi düşünün. Aynı anda karşınızdakinin de söylediklerini duymaya ve anlamaya çalışın. Hemen cevap vermeyin. Öfkenizin altında ne yattığını da anlamaya çalışın. İnsanın eleştirildiği zaman savunmaya geçmesi doğaldır, ama siz de saldırıya geçip savaşmayın. Onun yerine söylenenlerin altında yatanı bulmaya, asıl söylenmek isteneni dinlemeye çalışın. Ya da belki o ortamdan biraz uzaklaşıp rahatlamak isteyebilirsiniz. Ama kendinizin ya da karşınızdakinin öfkesinin kontrolden çıkmasına izin vermeyin. Sükúnetinizi korumanız, durumun raydan çıkıp bir felakete dönüşmesini engelleyecektir. Mizah kullanın Mizah, çeşitli yollarla öfkenizin yoğunluğunun azalmasına yardımcı olabilir. Herşeyden önce daha dengeli bir bakış açısı sağlar. Birine öfkelenip de belli sıfatlarla etiketler takmaya başladığınızda, bir an durun ve o insanın gerçekten o “şey” ya da “öyle” olduğunu düşünün. Bu sahneyi gözünüzün önüne getirin. Örneğin birine, “muşmula” ya da “odun kafalı” gibi sıfatlarla saldırdığınızda, o kişiyi gerçekten bir muşmulaymış ya da odundan bir kafası varmış gibi hayal edin ve gündelik işlerini o şekilde yaptığını gözünüzün önüne getirin. Eğer karşınızdaki insanı benzettiğiniz şeyin ne olduğunu düşünerek kafanızda gerçekten öyleymiş gibi bir resim çizebilirseniz, öfkenizin azalmaya başladığını göreceksiniz. Çünkü mizah sırasında yaşanılan duygularla, öfkenin birarada bulunması mümkün değildir. Öfkesi çok yoğun olan kişinin davranışlarının altındaki temel mesaj, “Her şey benim istediğim gibi olmalı!” dır. Öfkeli insanlar kendilerinin ahlaken haklı ve doğru olduklarına inanırlar. Planlarını değiştirmelerine ya da engellenmelerine yol açan her türlü olay/durum, onlar için dayanılmaz bir aşağılanma gibi algılanır. Kendilerinin bu şekilde sıkıntı yaşamamaları gerektiğini düşünürler. Belki başka insanlar sıkıntı çekebilirler ama onlar değil! Kendinizde de buna benzer bir duyguyu yakalarsanız, kendinizi tüm caddelerin, dükkanların, resmi dairelerin sahibi olan bir tanrı ya da tanrıça gibi hayal edin. Tüm insanların sizin önünüzde eğildiğini, eteğinizi öptüğünü düşünün. Bu hayali görüntülere ne kadar ayrıntı koyarsanız, ne kadar talepkàr olduğunuzu ve ne kadar mantık dışı davrandığınızı o kadar iyi anlayacaksınız. Ayrıca durum ve olayların gerçekte ne kadar önemsiz olduğunu da farkedeceksiniz. Mizah kullanırken iki noktada çok dikkatli olmak gerekir. Öncelikle mizah kullanmanın, sorunlarınızı gülerek geçiştirmek demek olmadığını, tersine onlarla yapıcı bir şekilde yüzleşebilmeniz demek olduğunu bilmelisiniz. İkincisi de mizah kullanayım derken, alaycı ve aşağılayıcı mizaha başvurmaktan kaçınmalısınız. Çünkü bu da sağlıksız öfke ifadesinin bir başka yoludur. Çevrenizi değiştirmek Bazen, sinirlenip öfkelenmemize yol açan “şeylerin” yakın çevremizde olduğunu farkederiz. Sorunlar ve sorumluluklar üzerinize öylesine yıkılır ki düştüğünüz tuzağa ve o tuzağı temsil eden insanlara karşı öfke ile kavrulursunuz. Biraz ara verin. Gün içinde özellikle stresli olacağını bildiğiniz saatlerde, sadece kendiniz için kullanacağınız bir zaman ayırın. Örneğin çalışan bir anne, eve geldiğinde kendisine ayıracağı bir 15 dakikalık süre olursa, çocuklarının isteklerine, parlamadan daha iyi yanıt verebilir. Kendinizi rahatlatabilmek için birkaç ipucu daha Zamanlama: Eğer sevdiğiniz kişiyle belli konuları belli saatlerde konuşuyorsanız ve bu konuşmalar da hep tartışma ile sonuçlanıyorsa, bu tür konuları konuşma saatinizi değiştirin. Belki yorgun, dikkatsiz oluyorsunuzdur ya da bu sadece bir alışkanlık haline gelmiştir. Kaçınma: Eğer çocuğunuzun odasındaki dağınıklık odanın önünden her geçişte “kafanızın tasını attırıyorsa”, kapıyı kapatın. Sizi öfkelendiren şeylere bakmaktan kendinizi alıkoyun. “Ama, öfkelenmemem için çocuğumun odasını temiz tutması gerekir.” demeyin. Konu şu anda bu değil. Konu kendinizi olabildiğince sakin tutabilmektir. Alternatifler bulun: Bazı olaylar sizi öfke duyguları içinde bırakıyorsa, bunu çözmeyi bir iş edinin ve uygun yollar araştırın. Danışmanlığa ihtiyaç duyuyor musunuz? Eğer öfkenizin, kontrolünüz dışına çıktığını düşünüyorsanız, ev ve iş hayatınızın önemli boyutları bu duygudan etkileniyorsa, bir psikoloğun danışmanlığına başvurabilirsiniz. Unutmayın, öfkeyi yok edemezsiniz, tüm çabalarınıza rağmen sizi öfkelendirecek olaylar olacaktır. Yaşam her zaman için engellerle, acılarla, kayıplarla ve diğer insanların onlardan beklemediğiniz davranışlarıyla dolu olacaktır. Bunu değiştiremezsiniz. Ama bu olayların sizi etkileme biçimini değiştirebilirsiniz. Kızgınlık ve öfke tepkilerinizi kontrol ederek, uzun vadede onların sizi daha mutsuz kılmasını önleyebilirsiniz.
  19. Hâlâ simit satıyor içimdeki çocuk Kazandığı parayla mendil satın alıyor, Trafik ışıklarının alıngan çocuklarından. Mendiller yetmiyor gözyaşlarına, çünkü Genetik şifre çözülmüş neylesin çocuk Hem Diyarbakırda kiralık bisiklete binmekte kolay Filistinde elleri kalem yerine taş tutan bir çocuk olmak Dahada kolay Kar yağarken sokaklara mahkum olmak zor Kar yağarken sokaklara mahkum olmak Kar yağarken, kar, garip, çocuk, çocuk, çocukkkkk.......................
  20. DÜN Ankara’da AKP’den bazı milletvekilleriyle konuştum.Aldığım hava şu. "Türban konusunu Anayasa’ya madde koyarak halletmek" konusunda kararlılar. Yani Cumhuriyet Başsavcısı’nın çıkışı, bu kanatta pek etkili olmamış. Bazılarıyla bu konuyu tartıştık. Anayasa Mahkemesi’nin geçmişte aldığı bir karar nedeniyle bunun "pratik yoldan çözümünün mümkün olmadığını" Bence mümkün. Bugün bile bazı üniversitelere türbanlı öğrenciler girebiliyorlar. Oysa bunu Anayasa’ya sokarsak, ister istemez rejim meselesi haline getireceğiz. Anayasa’nın bu maddesi, türbanı ilkokula kadar indirmek isteyenlere kuvvetli bir hukuki gerekçe sağlayacak. * * * Konuştuğum AKP’liler, Başbakan’ın sadece üniversitede türbana izin verilmesini istediğini belirtiyorlar. Kendilerine sordum. "Öyleyse çıkıp kamuoyunun önünde, ben ilkokul ve orta öğretimde, devlet dairelerinde türbana kesinlikle izin vermeyeceğim" desin. O zaman şu cevabı veriyorlar: "Bir siyasetçi çıkıp bunu söyler mi?" Kafasının arkasında başka niyet yoksa niye söylemesin? Taban fiyatı konusunda siyasi riskleri düşünmeyen bir başbakan, bu konuda vatandaşına karşı samimi olamaz mı? Ha yok, samimi düşüncesi, türbanın ilkokulda da serbest bırakılması ise, o başka. O çıkıp bunları söylemese, bizler de başkaları da, bu anayasal zorlamanın arkasında rejimin temellerine yönelik başka niyetlerin bulunduğu konusunda haklı şüphelere kapılırız. Dün AKP’nin önde gelen bazı temsilcilerine bunu açıkça söyledim. "Yüzde 46.5, aranızdan bazılarının kimyasını bozdu" dedim. Ne yazık ki bazı aydınlar da yüzde 46.5 oyu, "bir halk devrimi" olarak sununca, AKP’nin üst kademesinin biraz başı dönmeye başladı. Demokrasiyi, "halktan aldıkları bu gücü sınırsız kullanma" şeklinde yorumlar hale geldiler. * * * AKP, durmadan "değerlerden", "geleneklerden" söz ediyor. Ama değer ve gelenek dendiğinde akıllarına sadece dinle, inançla ilgili değerler geliyor. Oysa bir ülkenin başka değerleri de vardır. Mesela 85 yılda kazanılmış "Cumhuriyet değerleri". Hayat tarzlarımız. Laik değerler... Bunlar da demokrasinin değerleridir. Bunları hiç dikkate almadan, bütün gücünüzü sadece inançlarınızın, aile yakınlarınızın değerleri üzerine inşa etmeye kalkarsanız, o noktada rejim tartışması başlar. İşte o nedenle, kim bilir kaçıncı defa yazıyorum. Türban konusu, ismi verilerek veya başka kavramların arkasına saklanarak Anayasa’ya sokulmamalıdır. Bu noktada kimsenin kendine ait gücü istismar etmemesi gerekir. Ben, bu soruna pratik bir çözüm bulunabileceğine hálá inanıyorum. Rektörler herkesi tatmin edebilecek bir "pratik çözüm" bulabilirler. Bunu böyle halletmez, bir siyasi savaşa çevirirsek, emin olunuz savaşın galibi olmaz. Birileri, başında türban, parmaklarında zafer işaretiyle üniversiteye girerken, kendini yenilmiş hissedenler mücadeleye başlarlar. * * * Bazı aydınlarımızın açıkça şımarttığı AKP’de hálá sağduyulu sesler kalmış mıdır bilmiyorum. Kalmışsa onlara seslenmek istiyorum. Vazgeçin bu anayasa sevdasından... Hem kendinize, hem ülkeye çok zarar vereceksiniz. Rektörlere de seslenmek istiyorum. Siz devreye giriniz ve ülkeyi belirsiz bir kaosa götürecek siyasi şımarıklıklardan kurtarınız. Bir sözüm de demokrasi istediğini söyleyen aydınlara. Sizler de itirazınızı dile getiriniz. Bu anayasanın "Milli Görüş Anayasası" haline gelmesine karşı çıkınız... Ertuğrul ÖZKÖK
  21. Bence böyle birşeyi teklif etmeniz bile saçma... SARDUNYAM, sadece tek bir örnek vermiş. bunlar Türkiye'de yaşanılan ve bu gidişle yaşanılacak şeyler.........Siz hiçmi çevrenize bakmıyorsunuz veya pardon görmüyormusunuz? Sadece bakmakla mı yetiniyorsunuz?
  22. Türban kavgası mı sınıf çatışması mı Son tartışmalardan sonra iyice iman ettim ki türban meselesi hukuki bir mesele değildir. Marksist terminoloji ile söylersek bir sınıf çatışmasıdır. Türban sadece bir simgedir, ama her iki tarafın da ortak mücadele alanı olarak kabul ettiği bir simgedir. Bunun için de Anayasa da değişse de, kanunlar teker teker yeniden yazılsa da çatışma bitmeyecektir. Hatta türbanlı öğrenciler üniversiteye gitmeye başlasa dahi mesele çözülmeyecektir. Bir taraf (türbancılar) alanlarını genişletme, diğer taraf da (türban karşıtları) alanı daraltma mücadelesine devam edeceklerdir. Zira, her iki taraf da çatışmayı sınıf/zümre/aidiyet çatışması olarak görmektedir. Üstelik, birinin kazandığı/kazanacağı mücadelede diğeri kendine yer olmadığını düşünmektedir. * * * Bir taraf sadece türbanı ile değil tarzı/düzeni/algılamaları/kılık kıyafeti ve temelde gelirden aldığı pay ile yıllardır dışlandığı duygusu ile hareket etmektedir. Bu duygunun evde Kuran okutulup okutulmadığı tartışması ile irdelenmesi mümkün değildir. Zira, dışlanmak duygusu çok geniş bir alanda algılanan Cumhuriyet tarihi kadar, hatta daha da eski bir duygudur. Üstelik, varlığının somut olarak ispatlanması veya reddedilmesi mümkün değildir. Zira, algılama algılamadır, bir tarafın algılaması diğer tarafın algılaması ile örtüşmek zorunda değildir. * * * Dün Cumhurbaşkanı’nın eleştiren yazımda "Bir partinin/kişinin görüşlerini savunmak ile haklarını savunmayı ayırt edemeyen necip Türk milleti de beni taraflarına göre ya yere göğe koyamazlar, ya da yerden yere vururlar" diye yazdım. Beklediğim gibi e-postama gelen Kemalist tepkiler beni Abdullah Gül’ün hukuki haklarını savunduğum için suçladılar ve şimdi eleştirdiğim için "Pişman mısın?" diye sordular. Ancak, bir tek mektup dahi "Zaten Gül’ün hukuki hakları yoktur" diye yazamadı. Benim ne demek istediğime en somut örnek bu okumuş-yazmış aydın ekibi tarafından yazılan mektuplardır. "Benden olmayanın hukuki hakkı yoktur!" Sözüm ona aydınlar mesele "türban" tartışmasına gelince bırakın bir siyasinin, suçu sabit katil, hırsız, tecavüzcü gibi çok kötü suçlar işlemiş insanların bile hukuki hakları olduğunu unutuyorlar! * * * Ancak, bir elin nesi var-iki elin sesi var prensibi türban meselesinde de çalışıyor. Dışlanma duygusuna karşı geliştirilen tepki de her geçen gün beter bir şekilde intikam duygusuna dönüşüyor. Tüm ülkenin Başbakan’ı maalesef bir türlü iki elini başı üzerinde birleştirip birlik-beraberlik çağrısı yapamıyor. Her geçen gün Turgut Özal’ın yumuşak ve kucaklayıcı muhafazakárlığı maalesef Recep Tayyip Erdoğan’ın iten, daha önce dışlayanı dışlayan, intikam duygusu ile dolu sert muhafazakárlığa doğru pupa yelken gidiyor. * * * İşin en acıklı yönü de ezikliğine sahip çıkıldığını zanneden samimi muhafazakárlar da türbanlı hanımların bürokrat/siyasetçi eşleri ile birlikte malı hamudu ile götürdüklerinin henüz farkında değiller. Çatışma katiyen hukuki, hatta salt bir sosyal çatışma değildir. Çatışma paylaşım kavgasıdır. Türkiye yeniden paylaşım kavgasını bitirmeden de türban meselesi bitmeyecektir!
  23. Laik bir devlette eşitlik, devletin belirli bir dine ya da inanca öncelik ya da ayrıcalık tanımayı reddederek, tüm yurttaşların eşitliği ilkesine saygı göstermesi anlamına gelir. Laikliğin dayandığı ve eşitlik kavramıyla yakından bağlantılı bir diğer kavram da kamusal alanın tarafsızlığıdır. Kamusal alanda belirli bir din ya da inancın öne çıkarılması, başka bir deyişle ortak alanda dinsel simgelerin gösterilmesi, o dini ve inancı paylaşmayan bireyler açısından bir ayırımcılığa, eşitsizliğe yol açar Türban sorununa eşitlik temelinde bir çözüm getirmek için siyasal partilerin yürüttükleri girişimleri gazetelerde okuyoruz. Türban konusu laiklik ilkesi ile yakından bağlantılı. AİHM, Leyla Şahin kararında (10 Kasım 2005) üniversitelerde dinsel simgelerin yasaklanmasında yatan temel düşüncenin laiklik ilkesi ve üniversitelerin laik niteliğini korumak amacı olduğunu belirtir. (paragraf 116) Böyle olunca eşitlik kavramını soyut bir kavram olarak değil, laiklik ilkesi bağlamında değerlendirmek gerekir. Laik bir devlette eşitlik her şeyden önce, devletin belirli bir dine ya da inanca öncelik ya da ayrıcalık tanımayı reddederek, tüm yurttaşların eşitliği ilkesine saygı göstermesi anlamına gelir. Bunun yanında devletin, bireylerin din ya da inanç farkı gözetmeksizin yasalar önünde eşit olmalarını sağlamak amacıyla gerekli önlemleri alma yükümlülüğünü kapsar. Laikliğin dayandığı ve eşitlik kavramıyla yakından bağlantılı bir diğer kavram kamusal alanın tarafsızlığı. Devlet, ancak kamusal alanı dinsel etkilere karşı koruyarak bireylerin din ve inançlarına bakmaksızın eşitliği sağlayabilir. Böylelikle farklı din ve inançların birbirleriyle çatışmaları önlenebilir ve birlikte var olmaları mümkün olur. Din ve inanç özgürlüğü ve çoğulculuk ancak bu şekilde gerçekleşebilir. Tersine, kamusal alanda belirli bir din ya da inancın öne çıkarılması, başka bir deyişle ortak alanda dinsel simgelerin gösterilmesi, o dini ve inancı paylaşmayan, ya da aynı din ve inanca mensup olsa bile farklı uygulamalara sahip bireyler açısından bir ayırımcılığa, eşitsizliğe yol açar. Bu anlayışın izlerini Leyla Şahin kararında da görüyoruz. Kararda, AİHM, Anayasa Mahkemesi'nin, laikliğin demokratik değerlerin koruyucusu, özgürlük ve eşitliğin birleştiği nokta olduğu görüşünü paylaştıktan sonra, laiklik ilkesinin, devletin belirli bir din ya da inanca ilişkin bir tercih yapmasını önlediğini, böylelikle, din ve inanç özgürlüğünün gereklerine uygun olarak devleti tarafsız bir hakem rolü oynamaya yönelttiğini belirtir (paragraf 113). Kararın bir başka yerinde ise, çoğunluğu Müslüman olan bir ülkede dinsel bir simge olan türbanın üniversitelerde bu simgeyi giymeyenler üzerindeki etkisini dikkate almak gerektiği, burada söz konusu olanın başkalarının hak ve özgürlüklerini korumak ve kamu düzenini sağlamak olduğu görüşüne yer verilir. Bu görüşü, Karaduman (Avrupa İnsan Hakları Komisyonu kararı, 3 Mayıs 1993) ve Refah Partisi (13 Şubat 2003) gibi başka AİHM kararlarında da görüyoruz. Laikliğin dayandığı eşitlik ilkesi bireysel bir kavram. Bireylerin dinsel inançlarına bakılmaksızın eşitliği söz konusu. O nedenle kolektif bir kavram olan cemaatçilik (communautarisme) anlayışıyla bağdaşmaz. Cemaatçilik anlayışına dayanan yaşam tarzında, birey ancak cemaat içinde var olur. Ayrıca, cemaat anlayışı, tartışma kabul etmeyen bir referansa (genellikle belirli bir inanca) itaat etmeyi öngörür. O nedenle otoriter bir nitelik taşır. Laiklik bağlamında eşitliğin bir başka yönü ise, kadın-erkek eşitliği. AİHM, Dahlab / İsviçre (15 Şubat 2001) kararında, türbanın kadın-erkek eşitliği ilkesi ile bağdaşmadığını belirtir. Aynı görüş Leyla Şahin kararında da yinelenir. Türban sorununa eşitlik ilkesi çerçevesinde bir çözüm aranırken bulunacak çözümün laiklik ilkesinin dayandığı temellere zarar vermemesine özen gösterilmesi gerekir. Aksi takdirde, çözümün eşitliğe değil eşitsizliğe hizmet etmesi kaçınılmaz olacak. "Republic" yani "cumhuriyet" sözcüğü Latince ortak şeyler, ortak alan anlamına gelen "res publica" sözcüklerinden gelmekte. "Res publica" da geçerli olan ise özel dinsel inançlar değil, cumhuriyetin ortak değerleri.

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.