Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

Yayamaz Kayımca

Φ Üyeler
  • İçerik Sayısı

    2.576
  • Katılım

  • Son Ziyaret

  • Lider Olduğu Günler

    5

Yayamaz Kayımca tarafından postalanan herşey

  1. Yüzünü Asma Kırıldığımı zannedip Yüzünü asma Ben ağaçlara kırılırım, Yeşermediklerinde Tepeden baktığımda şehre Sessiz oluşuna kırılırım Sen yüzünü asma İste yıldızları söküp getireyim Deniz ortasından mercanları İste doğayı sereyim önüne Çiçekleri rengârenk Ben sana kırılamam Yeter ki sen yüzünü asma 04.03.2006 Dudaklarından çıkan bir isteği Asla geri çeviremem ben Sen yeter ki iste ERTUĞRUL BAYAM
  2. Beni Sevmeni Hiç Beklemedim ki Ben ne zaman senin olmak istesem Avucumdadır sensizliğin boşlukları Ve ne zaman umut etsem sevmeni beni Hep ağladığım geceler gelir aklıma Anlarım Yalan dünyada bu kadar olur aşk Oysa İçimde kopan bir fırtınasın sen Ve yağmurlarında hüzündür bakışlarım Ben yalnızlığımın başucunda uykusuz Sen yalan bir dünyada bensizliğe mahkumsun Zaten böyle bir dünyada Seninle gerçek aşkı yaşayamazdım ki ben Sen yalan, Dünya yalan Bana kalan sadece sensizlik işte Hadi gül desem acılarıma Yüzünde ki tebessümün ansızın gider Al beni desem koynuna Kapanır kolların vücuduma Bir şey var biliyorum bana gelmemen için Bir şey Adımı duyduğunda Gördüğünde beni Seni benden uzaklaştıran Ama nedenini hiç merak etmedim Ve etmeyeceğim Ben sadece seni sevdim Beni sevmeni hiç beklemedim ki 23,07,2006 Seni sevmek Hayatı sevmekti Sen beni sevmesen de Sensizlik ölmek değildi Çünkü ölmek Sensizliğin değil Allah’ın emriydi Ertuğrul Bayam
  3. Sadece Seni Sevmek İstiyorum Sen ağlayarak Gözlerini açtığında dünyaya Bilemezdin bir gün Beni böyle seveceğini. Ellerimde o küçük ellerini gezdirip Sahil boyu yürürken geleceğimize Hiç konuşmadan yüzüme bakıp Bizli hayaller kuracağını İnan bilemezdin.. Ve ben Nice geceler Dudaklarımda hiç dinmeyen dualarla Hep seni istedim rabbimden Kapandığım secdede Gözyaşlarıydın sen. Bir gün gelip Bir ömür yanımda kalacağını Hep umut ederdim Bilemezdim.. Ne zaman sensiz gitsem üsküdara Hiç durmadan ağlıyor bebekler Martılar küskün Deniz hırçın bana. Ve içimde buruk bir hüzün Dönerim yalnızlığıma. 17,09,2006 Doğmak,ölmektir sadece Ben sadece Bu iki süreç arasında Sadece seni sevmek istiyorum.. İyi ki doğdun İyi ki yanımdasın.. ERTUĞRUL BAYAM'IN EN SON ŞİİRİ
  4. Mutlu musun Bensiz? Seni her görmek isteyişimde Hep kırdın umutlarımı Kendini başka aşklara sakladın Oysa ben seni her özlediğimde Bir sahilde bulurdum gözyaşlarımı Şimdi nerdesin? O küçük ellerin Gülüşlerin kimin? Söyle Mutlu musun bensiz? 31.07.2006 Kayıp gittin avuçlarımdan Hiç bakamadım gözlerine Seni unutmak için? Söyle canım Kaç gönülde daha gezmeliyim Ertuğrul Bayam
  5. Yıldızları Gözlerine Hapseden Yar Seviyorum seni Yıldızları gözlerine hapseden yar Denizlerden, yosunlardan almışsın Gözlerinin rengini Seviyorum seni Baharları gözlerinde saklayan yar Fidan olup yağmurlarda açan Gönlüme umut tohumları eken Seviyorum seni Beni özgürlüğe kaçıran yar 09,07,2006 Her şey bir kıvılcımla başladı Şimdi içimde ki bu deli yangını Söndür söndürebilirsen Ertuğrul Bayam
  6. Çaldın Hayatımın Tüm Renklerini Koca bir boşluğa bıraktın Çocukluğumun rengârenk balonlarını Uçurtmasını tellere taktın yaşama sevincimin Çaldın hayatımın tüm renklerini Misketlerimi sakladın Kırdın tüm oyuncaklarımı Şimdi Susturulamaz Hayata küsmüş bir çocuk ağlıyor Söyle? Mutlu musun? Hayatı seven bir çocuğu Hüzünlü bir şair yaptığına? 15,08,2006 Kalbim neden ağrıyor ANNE? Ertuğrul Bayam
  7. İki Nokta Üst Üste Ve Dışarı Doğru Bir Kavistir Hayatım İçimde uçsuz bucaksın bir karanlık var Ve ben o karanlığın en uzak noktasında, Sadece gözlerinin ışıltısını görüyorum. Her fırsatta koşmak istiyorum sana Ama ayaklarımda anlayamadığım bir yorgunluk. Düşüp düşüp kanatıyorum dizlerimi. Sen hep ulaşılamaz kalacaksın, Ben hep o karanlıklarda sana hasret. Hiç seni sevdiğimi bilemeden sarılacaksın sevdiğine Ve hiç dudakların hissetmeyecek Seni her gece usulca öptüğümü. Oysa Hiç sevmem karanlıkları, Seni benim gibi gizli gizli sevenleri de. Sen bende masumsun Bir başka sevdanın yalancı koynunda tebessüm etmemeli yüzün. O küçük bildiğim ellerini sıkmamalı başka bir el Ve düşündüğün hep ben olmalıyım. Yoksa ne değeri kalırdı sana olan aşkımın? Söyle bu kaçış neden? Yarım kalan aşkların hüznü mü seni mutsuz eden? Yoksa kabul olmayan bir duan mı dudaklarında mırıldandığın? Söyle, susma yoksa bu suskunluk seni benden edecek. Oysa hep mutlu ol istiyorum Benim olmadığım yerlerde beni düşünerek. Sen uykuların en derininde olduğun vakitlerde Rüzgârlarla geleceğim beni fark etmeyeceğin pencerene. Mutlu olduğumu sandığım vakitlerde Hep bir hüzünsün zavallı yüreğimde Ve hep bir eksiklik olacak ellerine hasret ellerimde. Sen mutluluk rolünü oynarken Ben hep seni seyredeceğim Sahilden bakıp uçsuz bucaksız denize. Sevgi bazen çift taraflı işkence, Neden acıtır ki insan sevdiğini hiç olmadık nedenlerle? Aslında mutluluk yok biliyorum senin olmadığın şehirlerde. Bu yüzden mutsuzluğu yaşıyorum kokunu duymadığım sahillerde. Senden bir başkasında tadamayacağım mutluluğu Ve beklemeyeceğim başka bir selam hiç kimseden. Senin dudaklarından çıkmayan Hiç bir kelime önemli değil inan. Bir gün daha bitti sensizliğin sokaklarında başıboş, Ellerim,ahh zavallı ellerim cebimde, Ellerine hasret,çaresiz şimdi. Düşlediğim her şeyin kahramanısın sen, Evimizde neşeyle gezmelerin Sarılmaların ansızın olmadık anlarda. Gecenin olmadık vakitlerinde uyanıp Uyuduğun ve melekleri görmüş gibi tebessüm etmelerini İzledim. Ve mutlu oldum Düşlerden her uyanışımda Acaba ne düşünüyorsun uyurken? Neleri hayal ediyorsun? Oysa ben uykusuz ve yorgun gözlerimle Duvarlara defalarca gözlerini çiziyor Ve onlarla sohbet ediyorum bilmiyorsun? Sana düşlerden bir aşk yarattım İçinde hep birlikte olacağımız. Ama ne yazık Her uyanışımızda bir birimizi yanımızda bulamayacağız. Olsun, sevmek seni zaten yokluğunda da sevmekti. Ve hiç şikayet etmedim Ben sende anlam kazandım Yanımda olamasan da, Bakamasam da hiç rengini bilmediğim gözlerine. Ahh o gözlerin! Biliyorum yakacak bedenimi her gece.. Çocukların gözlerinde ışıltıydın sen, Sen masum bir prensestin beyaz atlı prensini bekleyen. Ama ben ne bir ata sahip olabileceğim sana gelmek için Ne de sana yürüyerek gelebileceğim. Biliyorum Ben senin yokluğunda hep varlığını özleyeceğim Dur! Biraz daha yanımda kal, Yanımda varlığına sarılayım. Gitme! Gitme ki ellerime söz dinleteyim. Yüreğimin sesine dayanamıyorum Sen giderken haykırırcasına arkandan seslenişine gitmeeeeee Sen sağır, yüreğin sağır. Hiç bakmadan gidiyorsun bensizliğe. Gidişin acı veriyor düşlerde bile. Sen, yorulduğunda aşklardan Ve yalnız hissettiğinde kendini sakın korkma Sadece gözlerini kapat ve beni düşün, Göreceksin yalnızlığının usulca seni terk ettiğini. Yüreğimde sana ait bir yer var Kimsenin bilmediği Ve kapısında taştan duvarlar ne zaman ki beni düşünürsün. Depremler olur yıkılır tüm duvarlar. Avuçlarıma bak ve anla Senin varlığınla terlemek istediklerini. Ve dudaklarıma bak sonra, Hiç öpmediğin öpemeyeceğin hayallerle kuruduğunda. Ne avuçlarıma bakacaksın Ne dudaklarıma Ne yazık yüzü bedeni olmayan bir aşkı satırlarda bırakacağız. Unuttun beni Biliyorum unuttun, Yine sevdalara dalmış olmalısın, Olsun bir gün, nasılsa bir gün Anlayacaksın gerçek aşkın tuttuğun ellerde değil de Benim hüzünlü aşk şiirlerimde olduğunu. Seni sevmek için acelem yok. Ben bir ömre sığdırdım seni Acı ve hüzün zaten adım benim. Daha ne kadar acı çekebilirim? Zaten uzaktan sevmek sadece niyetim. Sen kimsin ben kimim boş ver bilinmesin Hiç bu kadar yanmamıştı İçimdeki sana ait yüreğim kor akşamlarda Ve hiç bu kadar gözyaşı dökmemiştim dilsiz duvarlara bakıp Sen, ben ve imkânsız bir vuslat, Hiç bu kadar acıtmamıştı canımı. Söyle, şimdi, şu an, nerdesin? 11,08,2006 Seni severken Bu aşk Nereye varacak diye hiç düşünmedim. Düşünseydim zaten sevemezdim Ertuğrul Bayam
  8. ANAYASASI İNSANIN Ustamız Eluard’ın izinden Kan yasası bu insanın: Üzümden şarap yapacaksın Çakmak taşından ateş Ve öpücüklerden insan! Can yasası bu insanın: Savaşlara yoksulluklara Ve binbir belaya karşın İlle de yaşayacaksın! Us yasası bu insanın: Suyu şavka döndürüp Düşü gerçeğe çevirip Düşmanı dost kılacaksın! Anayasası bu insanın Emekleyen çocuktan Uzayda koşana dek Yürürlükte her zaman CAN YÜCEL
  9. İŞARET ATEŞİ Burada, adanın denizlerin ortasında çıkıverdiği, bir kurban taşı gibi birdenbire yükseldiği yerde, burada, kara göklerin altında tutuşturuyor Zerdüşt koca ateşini, yollarını kaybetmiş gemicilere işaret ateşi, bir cevap verebileceklere soru işareti... Beyaz-gri karınlı bu alev -arzulaması yalıyor soğuk uzaklıkları, hep daha arı yüksekliklere uzatıyor boynunu- sabırsızlıkla dikelmiş bir yılan: bu işareti takıyorum kendi kendime. Benim ruhumdur bu alev: Kanmazca susuz hep yeni uzaklıklara, durgun yalazını fırlatıyor, yukarlara. Ne demeğe kaçtı Zerdüşt hayvandan da insandan da? Ne demeğe bıraktı sağlam karaları? altı yalnızlığı tanımıştı bile ama yetmedi ona denizin yalnızlığı, ada bıraktı tırmansın, tepe bıraktı yansın, alev olsun, bir yedinci yalnızlığı, yukarıya, attı şimdi oltasını arayışla, Ey yollarını kaybetmiş denizciler! Ey sönmüş yıldızların artıkları! Siz ey geleceğin denizcileri! Ey keşfedilmemiş gökler! İşte atıyorum bütün yalnızlara oltamı: bir cevap verin alevin sabırsızlığına, yakalayın bana, yüksek dağlarda bekleyen balıkçıya yedinci, sonuncu yalnızlığımı! Friedrich NİETZSCHE Çeviri: Oruç ARIOBA
  10. ECCE HOMO Evet, bilirim nereden geldiğimi Alev gibi doymamış, aç Yanar, tüketirim kendimi. Işık olur, ne tutarsam, Küldür arkamda kalan. Ben ateşim besbelli. Friedrich NİETZSCHE
  11. Bir Süre Sonra Bir süre sonra, bir eli tutmakla, bir ruhu zincirlemek arasındaki ince farkı öğrenirsin, Ve aşkın yaşlanmak, birlikte olmanın da güvende olmak anlamına gelmediğini öğrenirsin. Ve öpücüklerin sözleşme ve hediyelerin de vaat olmadığını öğrenmeye başlarsın. Ve yenilgileri başın dik ve gözlerin açık karşılamaya başlarsın, bir çocuğun üzüntüsü ile değil, bir yetişkinin zarafeti ile... Ve herşeyi, bugünü düşünerek yapmayı da öğrenirsin, çünkü yarın ile ilgili herşey belirsizdir. Bir süre sonra güneş ışığının yakıcı olduğunu öğrenirsin, eğer fazla maruz kalırsan. Bu yüzden başka birisinin sana çiçek getirmesini beklemeden kendi bahçeni yarat ve kendi ruhunu kendin süsle. Ve göreceksin ki dayanıklısın ve kuvvetlisin ve değerlisin... Veronica A. SHOFFSTALL
  12. Düşümde Gördüm Ki Düşümde gördüm ki alıp götürüyorsun beni beyaz bir patika üzeri yemyeşil kırlar ortasında mavi tepelere dingin bir sabah vakti. Hissettim ellerini ellerimde, senin dost elini, ve kız çocuğu sesin çaldı kulaklarımda yeni bir çan gibi, baharın şafağından bakire bir çan gibi. Ordaydılar, sesin ve ellerin, düşümde, nasıl da gerçektiler!... Sen yaşa, ey umut: Kim der ki toprak aldı sinesine seni. Antonio Machado
  13. Karlı Bir Gece Vakti Bir Dostu Uyandırmak Benim adım insanların hizasına yazılmıştır. Hergün yepyeni rüyalarla ödenebilen bir ceza bu. Keşke yağmuru çağıracak kadar güzel olsaydım ölüm ve acılar çatsaydı beni düşüncem yapma çiçekler kadar gösterişli ve parlak sözlerim ihanete varacak doğrulukta olsaydı. Anmaya gücüm yetseydi de konuşsaydım diri-gergin kasları konuşsaydım “Kardeşler! ” deseydim “Kardeşlerim! ” “Bakın yaklaşıyor yaklaşmakta olan “Bakın yaklaşıyor yaklaşmakta olan Bakın yaklaşıyor…” yazık, şairler kadar cesur değilim çoçukların üşüdükleri anlaşılıyor bütün yaşadıklarımdan gövdem kuduz yarasalarla birazcık yatışıyor. Benim gövdem yıllar boyu sevmekle tarazlandı öyle bir çalımlarla gecenin çitlerinden atlardım bir güneş sayardım kendimi denizin karşısında çünkü çam kokularına sürtünüp ağırlaşan ruhların inanmazdım dosyalara sığacağına gittikçe ışıldardım dükkanlar kararırken hüznün o beyaz etrafına sakallarım batardı. Benim adım bilinen bütün cevapların üstüne mühürlenmiş ellerim tütsülenmiş evlerin yeni yıkanmış serin taşlıklarında dirgenler, bakraçlar, tornavidalar bende kül, bende kanat, bende gizem bırakmadılar ve içinden bir baş ağrısı gibi çınlamaktansa gövdem açık bir hedef kılındı belâlara. Ve bu yüzden yakışıksız oluyor insanları hummalı baharlar olarak tanımlamak ve bu yüzden göğsümde dakikalar ince parmaklar halinde geziniyor konvoylar geçiyor meşelikler arasından bir yaprak kapatıyorum hayatımın nemli taraflarına ölümden anlayani ciddi bir yaprak unutulacak diyorum, iyice unutulsun neden büyük ırmaklardan bile heyecanlıydı karlı bir gece vakti bir dostu uyandırmak. 1972 İsmet Özel
  14. 6 üye bugün doğum gününü kutluyor! YuceL(25), piggythehippy(23), yesiltuy(27), viking(32), Finalist(32), kuralay84(23) Bu ne kalabalık hepinise nice nice yıllar
  15. Hadi bakalım Kapadokya’nın masalsı köşelerinden birine, Göreme’ye gidiyoruz. Doğanın sihirli elinin şekillendirdiği Kapadokya, ününü şahane fresklerle süslü kiliselere borçludur, zira boyayı emmeyen tüflerin üzerine yapılan dini resimler tüm canlılığıyla günümüze ulaşmıştır. En güzel fresklere sahip kiliseler ise Göreme Vadisi’nde bulunuyor. Uçhisar kasabası, Göreme yolu üzerindeki ilk durağımız. Uçhisar, adını birbirine bitişik iki peribacasının içine oyulmuş kalesinden alıyor. 50 metre yüksekliğindeki kalenin zirvesi yörenin en yüksek noktası aynı zamanda. Roma döneminden beri oyularak içine birçok sığınak, depo, sarnıç ve mahzen yapılan Uçhisar Kalesi’nde 1960’lı yıllara kadar da yaşanmış. Uzaktan onlarca katlı bir gökdeleni andıran kalenin içi biletle gezilebiliyor, hatta merdivenlerle zirvesine kadar çıkılıyor. Zirveden bölgenin manzarası müthiş görünüyor; eteklerindeki Uçhisar kasabasından, Kapadokya’nın birbiri ardına sıralanan gizemli vadilere kadar her şey ayaklarınızın altında… Uçhisar’dan 3 kilometre kadar ilerleyince Avcılar köyüne (Göreme kasabası) varılır. Bizans döneminde önemli bir yerleşim olduğu bilinen Avcılar (Matiana) ve çevresinde de kayalara oyulmuş kiliseler var. Antik dönemde Korama olarak adlandırılan Göreme ise Avcılar’a bağlı ve onun bitişiğinde bulunan bir dini merkez imiş. Bilge Umar’a göre Korama adı Luwi dilinde “Yüce Ana Tanrıçanın Halkı” anlamına geliyor. Demek ki Göreme çok eskilerden beri kutsal bir bölge olarak kabul ediliyordu. Kasabanın içinde çok sayıda Roma mezarının varlığı burasının kutsal bir alan olduğunu kanıtlıyor, bu özelliğini Bizans döneminde de sürdürdüğünü çok sayıda kilise ve manastır kalıntısından anlıyoruz. Göreme bugün 2000 nüfuslu turistik bir kasaba. Kasabada peribacalarının içine inşa edilmiş evlerde yaşam sürüyor. Kasabanın çarşısında yöresel ürünler ve hediyelik eşyalar satılıyor. Kasaba merkezine yaklaşık 2 kilometre uzaklıkta bulunan Göreme Vadisi, Bizans döneminde kayalara oyulmuş kilise ve manastırlarıyla Kapadokya’nın en önemli dini merkeziymiş. Açık Hava Müzesi’ne giden yolun üzerinde de birçok kilise ve manastır bulunuyor. Örneğin müze girişinin karşındaki Tokalı Kilise Kapadokya’nın en geniş mekânlı kaya kilisesidir. Dört ayrı bölümden oluşan kilisenin duvarları boydan boya İsa’nın yaşamının anlatıldığı fresklerle kaplıdır. Tokalı Kilise’nin arkasındaki tepede, Kılıçlar Vadisi’nin başlangıcında da Theotokos (Kılıçlar-Kuşluk) Kilisesi bulunuyor. Dünya Anıtlar Fonu, bir bölümü yıkılmış durumda olan bu kiliseyi dünyanın en fazla tehlike altında bulunan 100 tarihi eseri arasında olduğunu ilan etmiştir. Müzeye giden yolun üzerindeki El Nazar Vadisi’nde de 1957'de keşfedildiği için Saklı Kilise olarak adlandırılan bir kilise vardır. Kilisenin girişi toprak yığılması sonucu kapanınca, tahribattan kurtulmuş bu sayede freskleri yıpranmadan günümüze ulaşmıştır. GÖREME AÇIK HAVA MÜZESİ 1960'tan faaliyete geçen Göreme Açık Hava Müzesi on manastırdan oluşmaktadır. Açık Hava Müzesi’ne girildiğinde ilk karşılaşılan yapı Rahibeler Manastırı’dır. Aslında altı-yedi katlı olduğu bilinen ancak üç katı gezilebilen manastırın birinci katında yemekhane; ikinci katında fresklerle süslü bir şapel; üçüncü katında da geometrik bezemelerin bulunduğu bir kilise vardır. Rahibeler Manastırı’nın yanında Rahipler Manastırı yer alır. Kayalara oyulmuş katları yıkıldığı için yalnızca giriş katındaki birkaç oda gezilebiliyor. Biraz ileride bir mezar şapeli olduğu anlaşılan Hagios Basileos Kilisesi bulunuyor. Duvarları fresklerle süslü bu kilisenin yakınlarında da bir avlunun etrafına dizilmiş mekânlarıyla Aynalı Manastır yer alır. Aynalı Manastır; toplantı salonu olduğu sanılan büyük bir mekân, bir kilise ve mezar odalarından oluşuyor. Elmalı Manastır ise adını yapının girişindeki elma ağacından almıştır. Uzun yıllar güvercinlik olarak kullanıldığı için bütün girişleri kapatılmış ve böylece freskleri neredeyse hiç tahrip olmadan günümüze ulaşmıştır. Kilisenin iki ayrı dönemde bezendiği yer yer dökülen fresklerinin altından görülen ve kırmızı boyayla yapılmış figüratif bezemelerden anlaşılır. Elmalı Kilise’nin arkasındaki Hagia Barbara Kilisesi’ne taştan yapılmış görünümü vermek için ince kırmızı çizgiler çizilmiş, duvarları geometrik figürler ve hayvan resimleriyle süslenmiş. Biraz ilerideki Hagia Katherina Kilisesinin freskleri büyük oranda hasar görmüş. Yılanlı Kilise ise bir kilise, yemekhane ve diğer mekanlardan oluşan bir manastır. Fresklerinden birinde Aziz Georgios at üstünde ejderle savaşırken resmedildiği için, Yılanlı Kilise olarak adlandırılmış. BİR BAŞYAPIT: KARANLIK KİLİSE Bence Kapadokya’nın en güzel ve etkileyici kilisesi Karanlık Kilise’dir. Burası kilise, yemekhane ve büyük bir avlu etrafında sıralanmış 9 odadan oluşan iki katlı bir manastır. Küçük penceresi dışında hiç ışık almayan kilise yarı karanlıktır ve bu yüzden Karanlık Kilise olarak adlandırılmış. Az ışık alması ve geçmişte güvercinlik olarak kullanılması nedeniyle kilisedeki freskler sanki yeni yapılmış gibi canlı ve sapasağlam. Bütün duvarlarını kaplayan olağanüstü güzellikteki freskleri, birçok araştırmacı tarafından Kapadokya resim sanatının doruk noktası olarak kabul edilir. Göreme Açıkhava Müzesi’nin en sonunda, iki katlı bir manastır olan Çarıklı Kilise yer alır. Alt katta büyük bir yemekhane, üst katta da merdivenle çıkılan fresklerle süslü bir kilise var. NEYİN VARSA SENİN DEĞİLDİR Kapadokya’da manastırlar Göreme, Ihlara, Soğanlı gibi vadilerde yoğunlaşmıştı. Türkçe’de yalnızlarevi anlamına gelen manastır (monastiri) sözcüğü Yunanca monakhos (münzevilik) anlamındaki tek başına yaşamak fiilinden türemiştir. Zira ilk keşişler tek başlarına yaşayan münzevilerdi. Kimi çölde, kimi bir ağacın tepesinde, kimi de bir mağarada dünya nimetlerinden uzak durarak çile çekerlerdi. İlk olarak 3. yüzyılda Mısır’da Pakhomois önderliğinde düzenli ve kalabalık manastır hayatının temeli atıldı. Kapadokya’nın uçsuz bucaksız vadilerinin saklanmak ve inzivaya çekilmek için uygun oluşu, bölgeye çok sayıda keşişin yerleşmesine neden olmuştu. Hıristiyanlığın serbest bırakılmasıyla birlikte bölgede yaşayan münzevi keşişlerin sayısı daha da artmıştı. Pakhomios’tan etkilendiği sanılan Kayseri Piskoposu Aziz Basilieos (330-397) münzevi keşiş kolonilerinin yakınlarına manastırlar kurarak onları bir araya topladı ve keşişleri manastırın ortak yaşamına katmayı başardı. Kent yakınlarına kurduğu yeni manastırlarla da insanlardan kopuk tek başına bir yaşam yerine, belli kurallarla yönetilen, toplumla kaynaşan, kendi ihtiyaçlarını üreten ve bir başrahip tarafından yönetilen manastır düzenine geçildi. Aziz Basilieos’un koyduğu kurallar daha sonra kurulan manastırlarca da örnek alındı. Keşişlere kuru ekmeği bile başkalarıyla paylaşmayı öğütleyen Aziz Basilieos'un yaşam felsefesi çok çarpıcıydı: “Neyin varsa senin değildir.” nasıl gidilir? Nevşehir; Ankara’ya 280 km, İstanbul’a 670 km, İzmir’e 750 km uzaklıktadır. Nevşehir'in 15 km doğusundaki Göreme'ye, Nevşehir'den otobüs, minibüs ya da taksiyle ulaşılabilir.
  16. İnsan hakları örgütleri 301 için çağrı yaptı İnsan Hakları Derneği, Helsinki Yurttaşlar Derneği, İnsan Hakları ve Mazlumlar İçin Dayanışma Derneği, Uluslararası Af Örgütü Türkiye Şubesi yaptıkları açıklamada 301. maddenin tümüyle kaldırılması gerektiğini belirterek düşüncelerini yasaksız ve tehditsiz ifade etmek istediklerini bildirdi. Meclis’e sunulan değişiklik teklifinin, 2006 ve 2007 yılının ilk üç ayında 14’ü çocuk 2 bin 724 kişiyi sanık sandalyesine oturtan TCK 301. maddenin düşünce özgürlüğü önünde oluşturduğu engeli ortadan kaldıramayacağının kaydedildiği açıklamada, yapılmak istenen değişikliğin, suçun maddi niteliğini değil sadece maddi durumun nasıl yargılanacağına ilişkin yöntem konusunda olduğunun altı çizildi. Demokrasinin, kamu kurumları da dâhil olmak üzere hiçbir kurum, kavram ve ideolojinin tabulaştırılmadığı bir ortamı ifade ettiğinin belirtildiği açıklamada, “301. madde, içeriği itibariyle koruduğu değer ve kurumları tabulaştırmaya uygun bir yoruma tabi tutulabilir ki, son yıllarda bu maddeye göre açılan davaların tümünde bu tabulaştırma zihniyetinin esas alındığı görülmektedir. Bu tür tabulaştırmalar, rejimlere otoriter bir nitelik kazandırır. 301. maddede yapılması teklif edilen değişiklik ise, maddenin mevcut durumda yol açtığı tabulaştırma zihniyetini ortadan kaldırmamaktadır” denildi. Açıklamada 8 Şubat 2007’de Meclis Başkanlığına sunulan ve 100’den fazla sivil toplum örgütünün desteklediği 301. maddesinin yürürlükten kaldırılması talebi yinelendi.
  17. Emine Hanım?ın gücü! Hiç sevmediğim bir şey varsa o da siyasetin magazini? Hele aile yaşantılarının içine girilmesi kabul edilir gibi değil? Masum eş ve çocukların siyasetin vahşi ilişkileri içine ?******? çekilmesi, insan onuruna hiç yakışmıyor? Bu anlayışla ?aile yaşantılarına musallat? olmaya hep karşı çıktım! Kendi ailemi sakındığım kadar başkalarının da ailelerini de korumayı görev bildim. Çokbilmiş, unvanları sanki kendi taşıyormuş gibi davranan, işe adam alıp çıkaran, giyim kuşam, yediği içtiği, konuştuğu ile ?eşleri ya da ebeveynleri yerine devlet benim oyunu oynayanlara? bile ?özel yaşamın kutsallığı adına? toleransla yaklaşıyorum!? Sözüm, kendi yaşamında güçlü, eşine destek olmaktan öte bir şey düşünmeyen, öne çıkmayan kendini ve eşini iyi temsil edenlere olamaz tabii... ??? Ancak, etrafa şöyle bakınca! ?acaba son saf ben miyim?? demekten de kendimi alamıyorum!.. Bazı olayları farklı gözle inceleyince, ?devir magazincilerin devri? demek geliyor içimden!.. Ben de bir fantezi yapsam ne olur?!.. Uyduralım bakalım! Duydum ki, Emine hanım ile Hayrünnisa Hanım?ın arası açıkmış!.. ?First Lady kim olacak? kavgası başlamış. O nedenle Cumhurbaşkanlığı köşküne gitmiyormuş. Bir gün Emine Hanım RT Erdoğan?a; ?Bu iş böyle gitmez!. Bak İstanbul yüzüğü bir Güler?de bir de Hayrünnisa?da var!. Yeter artık. Seninde önünü tıkıyorlar. Ne yap yap. Bu Abdullah?ı halkın gözünden düşür! Sen zeki adamsın işini bilirsin!? demiş? ??? Son gelişmeleri görünce, sanki yukarıdaki mizahın gerçek bir yanı var. Başbakan, ülkemizin içinde olduğu sistemi ve anayasayı bilmesine rağmen adeta Cumhurbaşkanı Gül?e ?tuzak? hazırlıyor! 301. maddenin değiştirilmesiyle ?kovuşturma? izninin Cumhurbaşkanı?na verilmesi tam bir felaket!.. Hukuk devleti, tarafsızlık ve anayasal güç kavramları ayaklar altına alınıyor. Bilerek oynandığı belli olan bu ?oyun, ?zaman içinde Cumhurbaşkanı Gül?ün başını yiyecek!.. ??? Sistemimizde Cumhurbaşkanı devletin başıdır. Görevleri Anayasa tarafından belirlenmiştir. Anayasa?nın 104. maddesi yoruma mahal vermeden son derece açık bir şekilde yazılmıştır. Cumhurbaşkanı ?siyasetin üzerindedir ve tarafsızdır!? Oysa 301. madde, Türkiye?nin sistemini ?alt üst? etmektedir. Bu kadar hukukçunun bulunduğu bir yerde bir ?art düşünce yoksa,? başbakanca bu diretme niye?.. ??? 301. maddeyle soruşturulmaya başlanan kişi, her türlü saldırıyı göğüsleyerek kovuşturma aşamasına geldiğinde Cumhurbaşkanı?nın verdiği kararla siyasetin içine girecektir. 1- Anayasanın 104. maddesinde böyle bir yetkisi yoktur. Çıkarılan yasa maddesi, dolayısıyla anayasaya aykırı olacaktır. 2- Bu durumda Anayasa?nın 104. maddesinin değiştirilmesi gerekecek. Bu da Cumhurbaşkanı?nı ?siyaset yapma? zorunda bırakacaktır. Böylece, Anayasa?nın 101. maddesi yok sayılacaktır. 3- Verdiği karar, bağımsız yargıyı denetim altında tutacağı için, ?hukuk devleti? anayasal olarak zedelenecektir. 4- Cumhurbaşkanının alacağı karar siyasi kabul edileceğinden ?siyaset üstü ve tarafsızlık? ilkesi de zedelenecektir. 5- Anayasa?nın 105. maddesi, Cumhurbaşkanı?nın bireysel tasarruflarından dolayı ?sorumsuz? olduğunu söyler. Böylece verilecek karar ömür boyu ülkede tartışılacaktır... ??? Durumu gördüğü için Meclis Başkanı Köksal Toptan, ?kovuşturma izni? yetkisinin Adalet Bakanı?na verilmesini istiyor. Adalet Bakanı Şahin de ona destek veriyor? Yalnızca Erdoğan, Cumhurbaşkanı?na bu yetki verilsin diye direniyor!. Anlaşılan Başbakan Cumhurbaşkanı Gül?ün sürekli tartışma ortamı içinde kalmasını istiyor. Biliyor ki; kararı ne olursa olsun, 301. madde böyle kaldıkça ?ifade özgürlüğü? adına tartışma sonsuz bir şekilde sürecek. ??? Yeri gelince herkes ?bağımsız yargıdan? bahseder! Yargı bağımsızlığının temel unsuru iddia ve savunma hakkının ?vesayet? altında olmamasıdır. Adalet ve evrensel hukuk diyenler yargıyı bir ?veliye? emanet etmekten çekinmiyor.. Neden, bağımsız yargı gereği var olan ?savcılara? kovuşturma yetkisi bırakılmıyor?.. Evrensel hukuka yakışan bu değil mi? ?Hukukun üstünlüğünü? kabul ettiğinizi başka nasıl gösterebilirsiniz? ??? Hukuk devletini göz ardı eden, Cumhurbaşkanı?nı Anayasa?ya karşı tutan, tarafsızlığını yitirmesine, siyasetin içine çekilmesine neden olan böyle bir ?manevra? hukuk bilgisizliğinden değil, olsa olsa çekememezlikten yapılabilir!... Sistemin aksayacağını, Cumhurbaşkanlığı?nın saygınlığını ve güvenilirliğini yok edeceğini bilerek böyle bir yasa çıkarılıyorsa bize sadece ?pes? demek düşer!.. Ya da, ?Anlaşılan Emine Hanım çok güçlüymüş!? demek? Fikri Sağlar
  18. Sheffield, Keele ve Nottingham üniversitelerinden uzmanlar, çok küçük mıknatısları, habis, kanserli urların tedavisinde kullanabileceklerini düşünüyor. Kanserli hücreleri tümörlere özel genler yerleştirerek öldürme fikri yeni değil, birkaç yıldır üzerinde çalışılıyor. İngiliz uzmanların üzerinde çalıştığı teknik de gen tedavisi diye adlandırılan yöntemin bir örneği ve bazı kanserli hastalara, radyoterapi gibi geleneksel yöntemlerden çok daha başarılı bir tedavi sunabilmesi umuluyor. Şimdiye kadar gen tedavisinde en büyük güçlüklerden biri kanserli hücrelerle mücadele eden genlerin habis urların içine yerleştirilmesi konusunda yaşanıyordu. Şimdi uzmanlar bu soruna bir çözüm bulduklarını söylüyorlar. Araştırma, fareler üzerinde yapılan deneylere dayanıyor. Farelerin kanından akyuvarlar alıyor ve bunların içine kanserle mücadele eden geni yerleştiriyorlar. Ama bunun yanısıra aynı akyuvarların içine bir de nano-mıknatıs diye adlandırdıkları çok küçük mıknatıslar yerleştiriyorlar. Sonra kanserle mücadele eden hücreler ve nano mıknatıslarla silahlanmış bu akyuvarlar, gerisin geriye aynı fareye enjekte ediliyor. BBC *** 2 yıl önce keşfedildi BİrleŞİk Devletler’deki Stanford Üniversitesi’nden nanoteknolog ve elektrik mühendisi profesör Shan Wang yaklaşık iki yıl önce benzeri bir çalışma yapmıştı. Prof. Wang, kanserli hücrelere uygulanan manyetizmin, kanser tedavisinde yararlı olabileceğini öne sürmüştü.
  19. Ay’da bitki yetiştireceğimiz günler, bir adım daha yaklaşmış olabilir. Avrupa Uzay Ajansı ESA’dan bilim insanları, Ay toprağına çok benzeyen bir toprakta kadife çiçeği yetiştirmeyi başardıklarını açıkladı. ESA’dan bilim insanları bunun gelecekte olası bir Ay üssünde yaşayacak insanların nasıl besleneceği çalışmalarında önemli bir aşama olduğunu söylüyor. AY’A BAYRAK YERİNE BİTKİ DİKMEK Araştırmacılar kadife çiçeklerini Ay’a çok benzer, parçalanmış taşlarla dolu kaplara dikti. Bu kaplara, çiçeklerin ihtiyacı olan besinleri doğrudan taştan çekecek bakteriler eklendi. Kadife çiçeklerinin aynı yöntemle Ay yüzeyinde de yetiştirilmesi teorik olarak mümkün. Ancak hâlâ su ve karbondiyoksite ihtiyaçları olacak. ESA kaynakları şimdilik Ay’a kadife çiçekleri göndermek gibi bir amaçları olmadığını, bunu belki de asla yapmayacaklarını söylüyor. Fakat şu sıralarda Ay’a yeniden ilgi duyan pek çok ülkeden biri, belki bir gün Ay’da bayrak yerine bitki dikmeye çalışabilir.
  20. Fındıklı halkının santral karşıtı mücadelesi sürüyor.................. Rize ili Fındıklı ilçesinin Çağlayan (Abu) ve Arılı (Pisğala) vadilerinde yapımı planlanan 19 adet Hidro-elektrik Santrallar yöre halkının tepkisini çekiyor. Fındıklı Derelerini Koruma Platformu, hidroelektrik sartrallara (HES) karşı mücadelesini sürdürüyor. 26 Nisan’da nükleer santrallara karşı mitinge de katılacak olan Fındıklı Derelerini Koruma Platformu, konuya dikkat çekmek için bir açıklama yaptı. Açıklamada şöyle denildi: “Yöremiz insanlarına ekonomik ve sosyal yönü ile hiçbir katkısı olmayacak, ülke kaynaklarının heba edilmesine neden olacak bu projeleri ısrarla sürdürmeye çalışmak bizleri kaygılandırıyor. Doğayı ve insanı değerlerimizi hiçe sayan ve kâr mantığına dayandırılan bu çalışmaların ancak şirketlerin rant hesaplarına fayda sağlayacağı kesindir. Bizler iki vadide yaşamını sürdürmeye çalışan ilçenin insanları olarak ‘Fındıklı Dereleri Koruma Platformu’ altında bu projelere karşı üzerimize düşen insani görevlerimizi ortaya koymaya çalışıyoruz.” Açıklamada ayrıca şunlara işaret edildi: “Heyecanımızı paylaşmak, insana ve doğaya karşı yok etme, kar etme hırsı ile talan etmeye çalışanlara karşı dur diyen sesimize ses, mücadelemize destek olabilecek dostlarımıza sesleniyoruz. Şimdiden sizleri de bu mücadelenin dostu kabul ediyoruz. Yok olmadan vadilerimizi son kez görmenizi, bu güzelliği ve dostluğu paylaşmak istiyoruz. Yöre insanlarını hiçe sayan bir anlayışla sinsice yürütülmek istenen projeleri tartışmak istiyoruz. Söz hakkımızı kullanmak, geleceğimiz hakkında fikir beyan etmek istiyoruz .
  21. Öğrenciler bugün Tuzla yolunda ODTÜ, İstanbul, Boğaziçi ve Sabancı üniversitelerinde okuyan bir grup öğrenci, "Türkiye Tuzla olmasın" sloganıyla bugün Kartal Meydanı'ndan Tuzla tersanelerine yürüyor. Tersanelerde yaşanan ölümleri ve kötü çalışma koşullarını protesto etmek amacıyla yapılacak yürüyüş öncesi dün TMMOB Makine Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi'nde öğrenciler, Limter-İş Sendikası Başkanı Cem Dinç, akademisyen ve gazeteci Nuray Mert, Yıldırım Türker ve Ferhat Kentel'in katılımıyla bir basın açıklaması yaptı. "Tuzla'da onlarca işçi ölene kadar hiçbir şey yapmadığımız için utanıyoruz" diyen Boğaziçi Üniversitesi öğrencisi Mehmet Kenter, üniversite öğrencileri ve emekçiler olarak herkesin iş sahibi olduğu, insani şartlarda yaşadığı ve hakları için örğütlendiği bir düzen istediklerini söyledi. Kenter, "Hep beraber birlik olmadığımız taktirde yıkamayız" diyen tersane işçilerinin direnişine destek vermek için Tuzla'ya yürüdüklerini belirterek "Mücadele eden, tüm işçileri, işçi-öğrenci dayanışmasının sayısız örnekleriyle örülmüş toplumsal direniş tarihimizden güç alan bu yürüyüşle selamlıyoruz" şeklinde konuştu. Boğaziçi Üniversitesi öğrencisi Çağrı Yolter ise, yaşananların sadece Tuzla'daki işçilerin değil toplum olarak herkesin sorunu olduğuna dikkat çekerek,"Neoliberal politikaların sonuçlarını Tuzla'da işçiler canlarıyla ödüyor. Bizler öğrenciler ve toplumun diğer kesimler de bu bedeli farklı şekillerde ödüyor. Bütün bunlara karşı gelmek için herkesi destek vermeye çağırıyoruz" dedi. Bugün yapılacak yürüyüş, Kadıköy, Eminönü iskelesinde 10:00'da yapılacak basın açıklamasıyla başlayacak. Açıklamanın ardından Haydarpaşa'dan trenle Kartal'a gidecek öğrenciler, 11:30'da Kartal meydanından Tuzla'ya yürüyüşü başlatacak. Pendik'ten sonra sahil yolu istikametinden Tuzla'ya doğru devam edecek olan yürüyüş 16:30'da Pırlant Tersanesi önünde basın açıklamasının ardından son bulacak.
  22. İstanbul Kasımpaşa'da üniversiteye hazırlanan 18 yaşındaki Emirhan Karaman’ı, 2 gün önce yaşadığı yer olan Çatmamektep Sokağı'nda gündüz vakti 4 kişi bıçaklayarak öldürdü. Bıçaklanmaya başladıktan sonra Kasımpaşa Stadı'nın yokuşundan kaçmaya çalışan Karaman, yokuş boyunca aldığı 17 bıçak darbesiyle kanlar içinde yere yıkıldı. Olayın ardından yakalanan Aykut A’nın ifadesi doğrultusunda Kasımpaşa Ülkü Ocağı'nda arama yapmak istedi. Burada, tepki ile karşılaşan ve içeri giremeyen polisler, takviye ekip çağırdı. Gelen ekiplerin desteğiyle içeri giren ve arama yapan polis, Karaman'ın öldürülmesi olayına karıştıkları belirlenen Murat Ö, Yağız Ö, Cengizhan S, Hasan K. ve isimleri aynı soyadları farklı Oğuzhan Ç. ile Oğuzhan Ç'yi de gözaltına aldı. Şüphelilerin üzerinde ve ülkü ocağındaki aramalarda, 1 ruhsatsız tabanca, bu tabancaya ait fişekler, olayda kullanıldığı sanılan 3 ayrı bıçak ve bıçaklardaki kanın temizlenmesinde kullanılan çarşaf ele geçirildiği belirtildi. Belediye ekiplerinin, mahallenin yokuşunu kan kapladığı için 3 defa mahalleyi yıkadığını söyleyen mahalleliler, sokaktaki kan kokusunun ve kendilerindeki can korkusunun kolay kolay geçmeyeceğinin altını çizdiler. Katillerin yakalandığı Kasımpaşa Ülkü Ocağı'nın ise tabelasını sökerek, adeta gizlenmeye çalışılması dikkat çekti. Acılı baba ülkücülere ateş püskürdü BIçaklanarak öldürülen Emirhan'ın babası Zeki Karaman, oğlunun siyasi bir görüşe sahip olmadığını belirterek, "Oğlum, ÖSS'ye hazırlanan kendi halinde bir gençti" dedi. Mahallelerinde daha öncede ülkü ocağına giden gençlerin kavgalar çıkardığını belirten acılı baba, "Oğlum Kasımpaşa stadının yanından geçerken 'niye bize bakıyorsun?' diyerek, küfür edip sataşmışlar. Emirhan, karşılık vermeden uzaklaşmaya çalışmış ama arkalarından koşarak bıçaklamaya başlamışlar. Karım perişan, bu katillerin çok ağır cezalar almasını istiyorum"
  23. Kızıldere'den 36 yıl sonra Ertuğrul Kürkçü anlatıyor... EMİNE ÖZCAN 12 Mart muhtırası sonrasında devlet şiddeti artarken bundan 36 yıl önce Türkiye Halk Kurtuluş Parti-Cephesi (THKP-C) ve Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu (THKO) militanı 11 kişi Deniz Gezmiş, Yusuf Arslan ve Hüseyin İnan'ın idamını engellemeye çalışırken Tokat'ın Niksar ilçesine bağlı Kızıldere köyünde kıstırıldılar. Mahir Çayan, Sinan Kazım Özüdoğru, Hüdai Arıkan, Ertan Sa-ruhan, Saffet Alp, Sabahattin Kurt, Nihat Yılmaz, Ahmet Atasoy, Cihan Alptekin, Ömer Ayna güvenlik güçlerince öldürüldü; Ertuğrul Kürkçü yaralı yakalandı. Ertuğrul Kürkçü'yle 68 hareketinden bugüne toplumsal dinamikler üzerine konuştuk, ona bugünden bakınca Kızıldere'yi ve onun hayatında nasıl yer ettiğini sorduk. »Sol mücadelede Kızıldere'nin durduğu yer bir kenara, bugün ODTÜ'de öğrenciler Kızıldere pankartı açtıkları için gözaltına alınıyor. Hâlâ anmalara davalar açılıyor. Toplumsal olarak Kızıldere ne anlama geliyor? Rejim açısından, Kızıldere'de hayatlarını kaybedenlerin amaçları, hedefleri ve eylemleri, aradan 36 yıl geçse de suç olmaktan çıkmadı. O nedenle onlar böyle bir başlangıcın ayak izlerinin takip edilmesini hep bir sorun olarak gördüler. Anlaşılan o ki, sorun olarak görmeye de devam edecekler. 35 yıldır rejim 'önemli, sorunlu, yasak günler' takviminde de 30 Mart'ı kırmızı harflerle yazmaktan vazgeçmedi. Gençlerin bu mücadeleye saygılarını, onun takipçisi olduklarını dile getirme arzularını önemli buluyorum. Çünkü 10 insanı ortadan kaldırmakla milyonlarca insanın davasının ortadan kaldırılmış olamayacağını bir kez daha ortaya koymuş oluyorlar. Bunun altının çizilmesi, gösterilmesi çok önemli. Umduğumuz ve beklediğimiz şey, belki de bu mücadelelerin sonucunda; geçmişin devrimci mücadelelerine saygı göstermenin suç olmaktan çıkacağı, insanların duygu ve anılarını özgürce yaşabilecekleri bir zamanın gelmesi. Ama öyle görünüyor ki hâlâ o zamanda değiliz. »68 gençliğine bakınca aktif bir kuşak var. Bugünse gençler popüler kültürün etkisinde. Toplumsal meseleler bu kadar gündemdeyken bu kuşağın kendini ifade etme yollarını nasıl yorumluyorsunuz? Bu kıyaslamalar yapıldığında çokça söylemiş olduğum gibi dönemler arasında dünya çapında karakteristik farklar var. Türkiye'deki durum ile örneğin Kore'deki durumu karşılaştırdığımızda eminim Kore'nin bugününe bakarak, Kore'nin 60'lar 70'lerde-ki durumuyla da ilgili benzer çıkarsamalar yapmak mümkün. Küresel bir meseleyle yüz yüzeyiz. Bu, aradan geçen 40 yılda gençliğin depolitizas-yonu için çok özgül mekanizmaların geliştirilmiş olması ve bu alanın ciddi bir biçimde kuşatılmış olmasıyla ilgili bir durum. Öte yandan şaka değil, Türkiye'de son 15-20 yılda 30 bin insan hayatını kaybetti. Neredeyse tamamı 20-30 yaş arası genç insanlardı. Dolayısıyla "Gençler tepki göstermiyor" demek de doğru değil. Fakat bu 1968 model bir tepki de değil. Bugünkü koşullar başka gençleri başka bir şekilde mücadeleye katıyor. Üretmek, savaşmak, çalışmak bunlar söz konusu olunca dünya nüfusu hâlâ gençliğin çabasına muhtaç. Ama toplumsal, politik değişim projesi sadece gençlerden sorulmamah. Ortada hareket halinde bir proje olsa onlar da dahil olabilirler. Gençleri de içine alan daha büyük bir sorunla karşı karşıyayız. Özellikle pop kültürün giderek endüstrileşmesi sonucunda gençlerin merak, ilgi ve heyecanların her bir anının piyasa nesnesi haline gelip, her bir etkinlik piyasa tarafından denetlendiği için şimdi genç olmanın 68'de genç olmaktan daha zor olduğunu düşünüyorum. »O yıllardaki toplumsal mücadeleyi ayakta tutan damar neydi, bugün ne olabilir? Sömürüye karşı mücadelenin haklılığı duygusunun yaygın olmasıydı. Genel olarak sömürüye karşı mücadelenin gerekliliği halkın vicdanında, halkın bilincinde yer tutan ve emekçiyle sosyalist düşünce arasında bağ kurmaya yardımcı olan en önemli algıydı. Hakikat yine aynı yerde yatıyor. Fakat 1980 sonrası bu algıda dağılma oldu. Özal dönemi politikaları dediğimiz çalarak, çırparak, üretmeyerek para kazanmanın mümkün olduğu duygusu, gri ekonomi denilen ekonominin merkeze yerleşmesi toplumda hedef kaybına yol açtı. Bu hal, üretim ve sömürü arasındaki büyük çelişkiyi ve insanların üretimi dönüştürmeksizin kendilerini dönüştüremeyeceklerine dair zorunlu, mantıki bilgiyi hem görünmez kıldı hem değersizleştirdi. Arınmaya ihtiyaç var. Üretim ile dünyanın değişim süreci arasındaki bağın insanlara yeniden anlatılması gerekiyor. İkinci mesele siyasi İslam'ın zuhur etmesi. Siyasi İslam boşlukta kalan, umutsuz insanlara bugünkü sorunlarını aşmak için öte dünyada bir yer vaat ediyor. Sıkıntılar içindeki insanlara öte dünya bir kurtuluş vaadi olarak görünüyor. Aynı cemaatin içine gömülen patronla işçi arasındaki sınıf karşıtlığı örtülüyor. Bu da algı kaybına yol açıyor. Aynı şekilde Kürt ulusal kimliği etrafında oluşan yeni kutuplaşma da Kürt patronla Kürt işçi arasındaki sömürü ilişkilerini örttü. Asıl ana akıntı bir bütün olarak üretim süreci dışında 'imiş' gibi göründü, görünmezleşti. Eskiden bütün bunlar çok daha gözönündaydi. Emek, sermaye, sömürü, faşizm dendiğinde ne denmek istendiği çok daha anlaşırdı. Şimdi daha buğulu bir hal var. Bunu gidermemiz gerekiyor.(...) İki dönem arasındaki en önemli fark devrimci faaliyetin kapasitesinin daralmış, etkili olabileceği yolları kaybetmiş olması, kendini emekçi ve yoksulların dünyasında yeniden kurmak yerine, merkezde aslında kendine ait olmayan yerde inşa etmeye çalışması bütün mücadelelere mağlup başlamasını yol açıyor. »Sizi Kızıldere'ye götüren güç neydi? Engels'in lafını hatırlamak önemli:"Ayaklanmayla oynamaya gelmez. Bir kere başlandı mı sonuna kadar gidilmelidir ve her gün yeni zaferler kazanmaksızın da sürdürülemez." Kızıldere'ye bizi götüren şey bir kere ayaklanmış olmamızla ilgili. Geriye dönüp bakınca doğru/yan-lış/kısmen doğru/kısmen yanlış diye birden çok şey söylenebilir. Ama şu hakikat değişmez. Denizler Amerikalı erleri kaçırdığında, biz Mete Has'ı kaçırdığımızda, Efraim Elrom'u kaçırıp deklarasyonlarımızı yayımladığımızda bir silahlı ayaklanmayı başlatmış olduk. Bunun kendi dinamiği, süreci ve ahlakı var. Çoğu kez bu ayaklanmayı başlatmış olmanın kendisi aslında başka koşullarda yerinde ve mantıklı bulmayacağınız şeyleri etik olarak yapmaksızın edemeyeceğiniz bir sorun haline dönüşebiliyor. Bizi Kızıldere'ye götüren şey Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idam edilmelerine olanak vermemek, onların asılmalarını öylece elleri kollan bağlı şekilde izlemek yerine bir şey yaparak onu durdurmak kastıydı. Bu yolla durdurulabilir miydi? Bu başka soru. Ama bu yolla durdurmaya çalışmanın başka yollardan sağlanacak etkiyi azaltmış olabileceğini, mesela imza kampanyası ya da Anayasa Mahkeme-si'nin kararı yoluyla durdurma olanaklarını zayıflatmış olabileceğini savunanlar da var. Ama aslında hayat bunun görünüşte böyle olduğunu, özde infazların bir rejim kararı olduğunu gösteriyor. Peki bu irade bu kadar güçlüyken buna böyle karşı konabilir miydi? Burada kısmen bizim içine düştüğümüz bir açmazın rolü var. Biz -Denizleri kurtarmak için harekete geçenler- Fatsa'da Ankara'dan gelen birliklerin sıkıştırması altında kaldık. Kendimizi Fatsa'dan çıkarmak zorunda kaldık. Gideceğimiz yerde politik bir çıkış için bir hedef yoktu. Ya orada son rehineleri alacaktık ya da almayacaktık. Oy çokluğuyla alma yolu tutuldu. Demek ki mesele bizim açımızdan isyanı sonuna kadar taşımak ve bu isyanda tutsak düşmüş olanların ortadan kaldırılmalarına seyirci kalmamak için yapabileceği son şeyi yapmak tercihiydi. Bunun pratik bir politik karşılığı olmayabilir. Fakat o an için bunlar önemli olmaktan çıkmıştı. »Kızıldere sürecinde toplumun diğer kesimleriyle kurulan ilişki nasıldı? Olayı sadece bir fotoğraf karesine bakıp da değerlendirdiğinizde gördüğünüz n devrimci, onların rehin aldığı üç yabancı teknisyen ve bir köy evi ile olayı dışarıdan seyreden köylüler. Tamamen izole olmuş silahlı isyancı grubu. Fakat bu fotoğraf, filmin tamamı değil. Çünkü aslında gerek o bölgeye, gerekse Türkiye'nin tamamına baktığınızda Türkiye Halk Kurtuluş Partisi Cephesi (THKP-C) -Kızıldere'de ölenlerin sekizi oradan geliyordu- Türkiye'nin her yerinde yandaşları olan, etkisi olan iki büyük politik kaynağa dayanıyordu. Biri İşçi Partisi içindeki 'devrimci TİP muhalefeti'ne, ikincisi Devrimci Gençlik'e (Dev Genç) dayanıyordu. Silahlı kuvvetlerde, mimar ve mühendisler arasında, köylüler arasında, sendikacılar arasındaki desteğe de bakınca bugün kendine partiyim diyen pek çok kuruluştan daha fazla insanı çekip çeviren, seferber eden bir arka plana sahipti. Zaten 12 Mart'ın hemen ardından başlayarak yaklaşık iki yıl boyunca hem faaliyette bulunabilmesi, hem de takipleri, tevkifatı atlatabilmesi sahip olduğu bu zeminle birebir ilgiliydi. Baskıların hiç etkisiz olduğunu söylemek zor. Bu baskı desteğin büzüşmesine yol açtı. Mahir Çayan kendi tezlerini kaleme aldığında "Öncü gerillalar rejime vurdukları darbelerle onun nasıl sarsılabilir olduğunu gösterecekler, kitleler onun nasıl sarsılabilir olduğunu gördükten, kazandığı zaferlere baktıktan sonlara onlara sempati duyacaklar, mücadeleye katılacaklar" demişti. Aslında gelişme bunun tam tersi oldu. Fakat kitlelerle ilgili bölüm değişmedi. Kitleler 'öncü' darbe indirdiği zaman değil, yenildiği zaman devrimcilere sempati gösterdiler. Önce Kızıldere'de arkadaşlarımızın yok edilmesi arkasından Denizler'in idamı Türkiye çapında sağcısından solcusuna, şehirlisinden köylüsüne kimsenin vicdanına sinmedi. Çok hızla bir acıma, yazıklanma ve sevgi dalgası yarattı. THKP-C'nin sahip olduğu yaygın insan teması, iki yıl sonra af çıkıncaya kadar, yaygın bir cephe sempatizanları topluluğu yaratmıştı. Bu tamamen de kendi kendine olmadı. İki yıl önce öğrenci olanlar meslek edinmiş, Türkiye'ye dağılmışlar ve gittikleri yerde sorulara doğru yanıtları vermeyi başarabilmişlerdi. Bizim hikayemizi İtalya'daki Kızıl Tugaylar'ınkinden ya da Alman Kızıl Ordu Fraksiyonu'nun hikayesinden ayıran en önemli yan bu büyük kitle hareketi içerisinden gelen, ondan ayrılarak silahlı mücadeleye girişen, yenilgiden sonra tekrar onların arasına dönen çok yönlü, çok yüzlü bir hareket olmamız. O nedenle 1971-72'deki çıkışın Türkiye sosyalist hareketinde -THKP-C'nin yanma THKO ve TİKKO'yu da katıyorum- oynadığı en esaslı rol alışılageldik siyasetin dışına çıkışın olanaklarına ışık tutmasıdır. Bir kopuş denemesidir. Bu çabanın bir devrimci kitle hareketi yaratılması açısından tarihsel bir önem taşıdığını düşünüyorum. »Bütün bu süreçte sizin öğrendiğiniz şey ne oldu? Benim öğrendiğim en önemli şey bir devrimin var olan toplumsal ve siyasal yapıyı kökten yıkmadıkça mümkün olamayacağı konusundaki temel tezin doğrulanmış olması. Öte yandan bunu gerçekleştirmenin sadece politik mücadele yoluyla ve sadece zor yoluyla değil, ikna mekanizmalarının da işletildiği, kültürel alanı kateden, sermayenin hegemonyasını dışarıdan kuşatan bir dizi etkinlikler toplamını gerektirdiğini anladığımı söyleyebilirim. 36 yıldan söz ediyoruz. 36 yıl boyunca, eğer yakın tarihe göz atacak olursak sistemin ne kadar direngen ve esnek olabildiğini görebiliriz. Burada en önemli şey kitlelerin zihninde var olan sistemin yıkılmazlığına duyulan derin güven ya da yıkıldığında kendilerinin de dünyalarının çökeceğine dair mistik inanç. Bununla başa çıkmazsızın girişilecek her şey yahtık ya da kısmi kalmaya mahkum gibi. Ama öte yandan öbür kutupta da herkesin içinde kendine ait bir 'komünizm projesi' var: Eşitlik ve adalet arayışının içinde gerçekleşeceği hayali bir ülkesi var herkesin. Siyaset bence bu hayalin sistematik, herkes için kabul edilebilir, ortaklaştırılabilir bir projeye döndürülmesi demek. Bu önemli. Ezbere programların işe yaramadığını görüyorum. Önemli olan emekçiler ve yoksullarla birlikte çalışarak, birlikte deneyerek bu hayalden bir program çıkarmak. Ben en başta ezberden söylediğimiz "devrim yolu engebelidir, dolambaçlıdır, sarptır..." saptamasının hakikatte tam da böyle olduğunu sınadığım 40 yıl geçirdim. Bir dağın tepesine çıkmak için kimi zaman olduğunuz yerden ters yöne, aşağı doğru yürüyerek yeni yollar bulmak gerekebiliyor. Bianet * * * Necmi Demir'den büyük firarın öyküsü THKP-C davasının önde gelen adlarından Necmi Demir, Türkiye sosyalist tarihinin dönüm noktalarından biri olan, Mahirler'in Maltepe Cezaevi'nden firarlarının nasıl düzenlendiğini anlatıyor Maltepe cezaevinde iki koldan kaçış hazırlıklarını sürdürüyorduk, bir yandan tünel kazılıyor, bir yandan da asker veya subay kıyafetiyle bir veya iki kişinin kaçırılması için ilişkiler ağı oluşturulmaya çalışılıyordu. Öncelikle Mahir'i düşünüyorduk, sonra da Ulaş'ı. Ama Mahir hâlâ Selimiye'deki tecrit hücresindeydi. Mahir'in Maltepe'ye getirilmesi için birçok girişimde bulunduk, dilekçe yazma, sözlü başvuru, yer yer belli direnişler; bunların hiçbiri bir sonuç vermemişti. En son ortak savunma yapma gerekçesiyle başvuruda bulunmuştuk; nihayet bu sonuç verdi ve Mahir'i Maltepe cezaevine getirdiler. Önce adli tutukluların bulunduğu alt kattaki koğuşa koydular, sonra ortak savunma gerekçesiyle Ulaş, Ziya ve benim kaldığım küçük koğuşa aldılar. Yaptığımız değerlendirmeler sonucunda en uygun yolun tünelden kaçış olduğunu kararlaştırdık ve yine ortak savunma gerekçesiyle tünelin olduğu büyük koğuşa geçtik. THKÖ'luların başlattığı, bizim arkadaşların desteğiyle bitmek üzere olan tünelden kaçılmaya çalışılacaktı. Mahir, kaçışın gerçekleşebileceğine pek inanmıyordu. Aylar boyunca, hem de ağır yaralıyken, Selimiye'de çok sıkı korunan hücrelerde tutulmuştu. Güçlükle gelebildiği Maltepe cezaevinde, kendi gelişiyle birlikte çok sıkı tedbirlerin alındığını biliyordu. Ama her halükârda bir kaçış teşebbüsünde bulunmaktan yanaydı. Ucunda ölüm olsa bile. Bu dönemde cezaevindeki tanıdığı, tanımadığı hemen herkesle bol bol sohbet etti; adeta vedalaşır gibi... Biz, Ulaş, Ziya ve İrfan Uçar'la eğer kaçış gerçekleşirse kaçanların yurtdışına çıkması gerektiğini birçok kez konuşmuştuk. Hatta ben "bu dönemde yapılacak en iyi eylem yakalanmamaktır" diye birkaç kez vurgulamıştım. Yanılmıyorsam bunu Mahir'e iki defa açtık ve onay aldığımızı düşündük. Hatta yakalanmadan üç-dört gün önce yapılan toplantıda "burjuvazinin gücünü küçümsedik, ricat taktiği izlemeliyiz" şeklindeki analizini hatırlattık. Kaçacak olanların Mahir, Ulaş ve Ziya olacağının anlaşılmasından sonra İrfan ve ben bu konuda Ulaş ve Ziya'ya sıkı tembihte bulunduk. Ancak kaçıştan sonra örgüt içindeki bölünme ve bunun yarattığı gerilim bu konuyu tamamen gündem dışına çıkaracaktı. Hep düşünmüşümdür, eğer kaçanlar arasında ben olsaydım bunun gerçekleşmesini sağlayabilir miydim diye! 'HÂLÂ ONLARI GÖREBİLİRİM UMUDUYLA...' Kaçış hazırlıkları Mahir Selimiye'de olduğu için onsuz sürüyordu. Dışarıyla ilişkileri ben sürdürüyordum, evler hazırlanması ve arkadaşların yapacakları hazırlıklar ve bu gibi. Dışarıda olanakların sınırlı olması nedeniyle çok kişinin kaçamayacağı anlaşılmıştı. Sonuç olarak bizden üç, THKO'dan iki kişi şeklinde kararlaştırıldı. Kaçış, akşam karanlığının bastığı i7:4o'la cezaevi etrafına nöbetçilerin ve ışıkları yanan araçların geldiği 18 arasında 20 dakikada gerçekleşecekti. Bu boşluğu bizim cezaevinin yanındaki barakada kalan kadın arkadaşlar bulmuştu. Tünele en son giren ve cezaevi dışındaki tünel çıkışına bir kapak kapatan arkadaş (Necati Sağır) geri geldiğinde biraz rahatladık. İlk merhale aşılmıştı. Sonra endişeli bekleyiş başladı. Maltepe Zırhlı Tugayı'nın krokisini cezaevinde görevli bir subay arkadaş getirmişti. Bu krokiden anlaşıldığı kadarıyla, tugayın dışına çıkabilmeleri için bir 15-20 dakikaya ihtiyaçları vardı. Tünelde ıslanan elbiselerini değiştirme süresi de eklenirse yarım saat. Endişeyle beklediğimiz bu yarım saatte bir grup arkadaş şarkı türkü söyleyerek dikkatleri cezaevinin içine çekmeye çalışıyordu. Bu sürede hiçbir silah sesi duyulmaması bizi rahatlattı. İki saat hiçbir tepki gelmemesi kaçışın kesin başarılı olduğunu gösteriyordu. Ertesi sabah gidecekleri yerlere yerleşmelerine zaman kazandırmak için cezaevinde direniş başlattık. Öyle ya, onları dışarıda görenler bile onlar olduğuna inanamazdı! Çok sonra kalacak yer ararlarken Kabataş'taki Sebil çay bahçesinde oturduklarını öğrendim. Hâlâ oradan geçerken, onları görebilir miyim umuduyla gözüm çay bahçesine takılır. Benim kaçanlar arasında olmamamda Mahir etkili oldu. İlkay'ın (Alptekin) ayrı bir yerde olması, kaçanlar arasında olamayacağı gerekçesiyle benim de kaçmamam gerektiğini düşünmüştü. Doğrusu kaçmak benim de çok düşündüğüm bir şey değildi. Ama kaçıştan sonraki 15-20 gün hayatımın en karanlık dönemidir. Kaçıştan hemen sonra bizi Harbiye hücrelerine aldılar. Dışarıda gidebilecekleri her yeri bilen tek kişi bendim. Bunun sorumluluğu kâbuslar görmeme yol açıyordu. Günler boyu her an işkenceye götürüleceğim endişesiyle yaşadım. Yakalandığımda ağır bir işkence görmüştüm ve işkence sonrasındaki kaldığımız hücreler civarındaki her gürültü beynimde ve ayaklarımda korkunç bir zonklamaya yol açıyordu. Demir kapıların ani bir açılışı müthiş bir zonklama yaratıyordu. Neyse ki 15-20 gün sonra rahatlamıştım. ZİYA YILMAZ ANLATIYOR: Yürüyerek anayola çıktık Tüneli terk ettikten sonra cezevinin sınırları dışına çıkmıştık ama askeri bölgenin içinde kalmıştık. Ancak askeri bölge sıkı korunan bir yer olmadığı için yürüyerek anayola kadar çıktık. Gülüşüp şakalaşıyomz. Mahir, "Gelen ilk araca binelim" dedi. Öyle yaptık. Ama araç Kartal yönüne gidiyormuş. Cezaevinin bulunduğu Zırhlı Tugay'ın kapısının önünden geçtikten sonra Kartal sapağında arabadan indik. Bu sefer aksi yönden gelen bir başka dolmuşa bindik. Aynı kapının önünden bir kez daha geçtik. Çıktığımızda birilerinin bizi karşılaması gerekiyordu, fakat her nasılsa buluşamamıştık... Kadıköy'e geldik, sonra dolmuşla Üsküdar'a oradan da motorla Beşiktaş'a geçtik...
  24. ON’LARIN, ONLARCA YOLDAŞINDAN BİRİ, İLKAY ALPTEKİN DEMİR: Geride kalmak kolay değil! Mahir, o gün bize engin bir kapı açıyor. O, konuştukça zenginleşiyoruz. Düşüncelerimizin yaşamla bağları kuruluyor. Bunun, tarihi bir an olduğunun farkındayız. Mahir’in açtığı kapıdan giriyoruz ve geleceğimiz belirleniyor.... İlkay Demir! 1970’li yıllarda doğan pek çok bebeğe adı verilen, THKP-C’nin önder kadınlarından… Kimilerine göre 68 Kuşağı’nın bu ‘efsane’ kadın devrimcisinden; FKF’den THKP-C’nin temelinin atıldığı güne, Mahirler’in hapishaneden firarına ve Kızıldere’nin on yıllardır bugünün gençleri için neler ifade ettiğine kadar, kendine özgü diliyle on yılların öyküsü… Fikir Kulüpleri Federasyonu’nun (FKF) ad değiştirerek ‘Türkiye Devrimci Gençlik Dernekleri Federasyonu’, yani DEV-GENÇ olduğu 1969 Ekim kongresindeyiz. İstanbul ekibindeniz. Haziran’da üniversite işgal ediliyor ve hemen kapatılıyor. Yaz aylarını evlerde toplanarak okumayla geçiriyoruz. FKF’liler olarak sosyalist devrim ve MDD’yi (Milli Demokratik Devrim) tartışıyoruz. Polisin gizlice izlediği ve daha sonra ‘Çekirdek’ adını verdiği bu toplantılarda kimler yok ki . Harun Karadeniz, Masis Kürkçügil, Ragıp Zarakolu, Alpay Biber, Faruk Pekin, Fahri Aral, Osman Arolat, Veysi Sarısözen, Nabi Yağcı, Işıtan Gündüz, Güray Tekinöz, Nurseli, Çiçek, Cihan Şenoğuz, Toygun Eraslan, saymakla bitmez… FKF İstanbul takımının büyük çoğunluğu. Hepimiz darbe karşıtıyız, ama Lenin’den ‘İki Taktik’i okuduktan sonra Necmi ve ben bu sosyalist devrim-MDD tartışmasında TİP’in haklı olmadığına, MDD anlayışının doğrudan darbecilikle eşleştirilemeyeceğine karar veriyoruz ve okuma grubundan kopuyoruz. TARİHİ BİR AN OLDUĞUNUN FARKINDAYIZ Sonbahardaki sınavlardan sonra da Ankara’da DEV-GENÇ kongresindeyiz. Sayıya dökemeyeceğim, ama salon tıklım tıklım. Ankaralıları pek tanımıyoruz. Arkadaşlarımızdan ayrılmışız ve kendimizi biraz yalnız hissediyoruz. Hararetli bir tartışma ortamı var. Ankara’daki FKF’liler bizim yaz tartışmamızı çoktan tamamlamışlar ve MDD anlayışında birleşirken her türlü darbecilikle aralarına sınır koymaya karar vermişler. Çeşitli konuşmacılara kulak veriyoruz. Koskoca salonda herkes birbirini dinliyor. Söylenen tek bir sözü bile kaçırmak istemiyoruz. İlk başta konuşmalar pek derin değil. Ankara’daki ilişkilerin iyi bilmediğimiz bazı ayrıntılarında yoğunlaşılıyor. Üslup fazla sert. Derken kürsüye Mahir çıkıyor. Baharda İstanbul FKF’ye gelmişti, ama birileri kavga çıkardığı için dinleyememiştik. Konuşmaya başlıyor. Salonda çıt yok. Kaç saat sürdü hatırlamıyorum, ama herkes pür dikkat dinliyor. Geniş teorik bilgisi ve güncel devrimci pratiklere ilişkin derin kavrayışıyla, Mahir o gün bize engin bir kapı açıyor. Konuştukça zenginleşiyoruz. Dolambaçlı tartışmalara artık yer yok. Düşüncelerimizin yaşamla bağları kuruluyor. Bunun, tarihi bir an olduğunun farkındayız. Mahir’in açtığı kapıdan giriyoruz ve geleceğimiz belirleniyor. İstanbul’da TİP muhalifleri ve DEV-GENÇ’liler olarak örgütleniyoruz. Sol içinde yoğun ve yıpratıcı tartışmalar var. 15-16 Haziran bir dönüm noktası oluyor. İşçi bağlantılarımız ağırlık kazanmaya başlıyor. Marmara-Trakya komitesi oluşturuluyor ve bağlantılar kalıcılaştırılmaya çalışılıyor. Mahir bir süre için İstanbul’a geliyor. Uzun uzun tartışıyoruz. Hemen hemen her konuda aynı görüşteyiz. Darbe karşıtlığı, kentin ve kırsal kesimin birlikte ele alınması, Latin Amerika örneğine bakış... Ankara’yla, Mahirlerle bağlantımız netleşiyor. Birkaç ay içinde bu bağlar İstanbul’da bizlerin de THKP-C içinde bir örgütlenmeye dönüşmemiz anlamına geliyor. Mahirler şehir gerillası ekibi olarak İstanbul’a geldiklerinde önce kendi ekipleriyle yerel bağlantıları birbirinden ayrı tutmaya çalışıyorlar, ama kısa sürede sınırlar belirsizleşiyor. İstanbul örgütü kitle çalışmaları ve lojistik desteğin ötesinde, doğrudan görevler de almaya başlıyor. ‘NECMİ’YLE BUGÜN EVLENDİK’ 12 Mart 1971 günü Fındıklı’da Güzel Sanatlar Akademisi’nde öğle haberlerini dinliyoruz. 12 Mart muhtırası okunuyor. Durumun farkındayız, kısaca tartışıyoruz ve görevlerimize dağılıyoruz. Necmi’yle hemen evlenmeye karar veriyoruz. İşlemleri yaptırmış, ama fırsat bulamamıştık. Artık İstanbul’da olan Mahirlerle bağlantılıyız. Muhtıradan sonra evlenmek mümkün olmayabilir. Bu aceleciliğimiz, ailemde bir krize neden oluyor. Onları ikna etmeye, törensiz evlenmeyi kabul ettirmeye çalışıyorum. Birkaç gün arkadaşlardan kopuyorum. Oysa bunlar çok hareketli günler. Eylemler birbirini izliyor. Dört gün sonra nikah günü Necmi arkadaşlardan aldığı, toplama ama görece düzgün bir kıyafetle çıkıp geliyor. Ceket Mahir’in, pardösü Ulaş’ın. Eksikleri babamdan tamamlıyoruz. Nikahtan sonra annemlerin elimize tutuşturdukları çikolataları alıp Akademi’ye gidiyoruz. Çikolatalar afiyetle yeniliyor, ama soruları geçiştirip “üzümü ye, bağını sorma” diyoruz. Akşamüstü erkek arkadaşlar ortadan yok oluyorlar. Beni toplantıya çağıran yok. Bir bakıma ortada kalıyorum. Düne kadar evde, annemlerleydim… Fındıklı’da Kadriye Deniz’lerin kaldığı eve gidiyorum. Akşam akademiden arkadaşlar da geliyorlar. Yoğun bir tartışma, sohbet koyulaşıyor. Derken dayanamayıp, itiraf ediyorum “arkadaşlar biliyor musunuz, Necmi’yle bugün evlendik.” Büyük bir tezahürat kopuyor. Hemen birileri gidip Güzel Marmara şarabı alıyor bakkaldan. Ve kadeh kaldırıyoruz. Necmi ortada yok, ama ne fark eder!.. VE MAHİR ARAMIZA GELİYOR Maltepe cezaevindeyiz. Erkek arkadaşlar bir tünel kazıyorlar. Tünel, avlu duvarının dışına açılacak. İki nöbetçi kulesi var, ama nöbetçilerin dikkati dağıtılabilir. Bu tünelden çok sayıda kişi kaçabilir. Kadın koğuşu ayrı bir binada ve banyo penceresine tırmandığımızda çevreyi görebiliyoruz. Mahir henüz Selimiye’de. Onu Maltepe’ye getirmek zorundayız. Duruşmalarda sürekli bunun mücadelesini veriyoruz. Bizi duymuyorlar. Mahir’i tecrit hücresinden çıkarmamaya kararlı gibiler. Derken başarıyoruz. Ve Mahir aramıza geliyor. Ama Mahir’in gelişiyle birlikte cezaevi çevresinde olağanüstü güvenlik önlemleri alınmaya başlanıyor. Gündüzleri görünürde bir değişiklik yok. Ama akşamları havanın kararmasıyla kuledeki nöbetçilere ek olarak sabaha kadar cezaevi duvarı dışında 6 nöbetçi dolaşmaya başlıyor. Onlar nöbete çıkarken cezaevinin arkasına (tam da tünelin ucunun açılacağı tarafa) bir askeri araç ve büyük bir seyyar jeneratör geliyor, sabaha kadar projektörlerini yakarak cezaevini aydınlatıyor. Tünelden kaçış adeta olanaksızlaşıyor. Bu bilgileri erkek arkadaşlara aktarıyoruz ve gözlemlerimizi sürdürüyoruz. Gecenin her saatini inceliyoruz. Mümkün değil. Arkadaki araçlar ve nöbetçiler sabah ayrılıyor yerlerinden. Aradan iki üç hafta geçiyor. Derken akşamüstü bir boşluk oluştuğunu fark edip heyecanlanıyoruz. Gece nöbeti güneşe göre değil, saate göre ayarlanmış ve günler kısalıyor. Hemen durumu arkadaşlara bildiriyoruz. Bu boşluk giderek uzuyor ve 20-30 dakikaya çıkıyor. Tek bir grup kaçabilir, ama kaçış artık mümkün. Arkadaşlar haftasonu kaçmaya karar veriyorlar. Pazar günü mahkemeye gidilmediği için zaman kazanacaklar, kaçış anlaşılmayacak. Ayrıca ertesi gece aynı saatlerde bir grup daha kaçabilecek. Ama o gece tünelin ucu açılamıyor, uçta fazla uzun bir bölüm kalmış. Kaçış bir gün erteleniyor ve ertesi gece gerçekleştiriliyor. Bu durumda yalnızca bir grup kaçabiliyor. ‘ASKERLER! ONLAR SİZİN KARDEŞİNİZ’ Mahir’lerin cezaevinden kaçışının ertesi sabahı mahkemeler var. Kaçanlara zaman kazandırmak için erkek arkadaşlar direniş başlatıyorlar, sayım verilmiyor ve mahkemeye gidilmiyor. Kadın koğuşunda kaçışın gerçekleşip gerçekleşmediğini bilmiyoruz. Sabaha kadar endişe içinde bekliyoruz. Sabah devrimci marşlar ve sloganlar duyuyoruz. Direniş var. Biz de direnişe katılıyoruz, ama kimsenin bizimle ilgilendiği yok. Kaçışın gerçekleştiğini tahmin ediyor, dışarıda olup biteni gözlüyoruz. Cezaevinin çevresi çok sayıda araç ve askerle çevriliyor. Tam bir panik havası var. Sıkıyönetim komutanı Faik Türün ve üst rütbeliler cezaevi önündeler, onlara bilgi veriliyor. Banyo penceresinden cezaevi duvarını dolaşan iki subayın arka taraftaki tünel kapağını keşfettiklerini görüyoruz. Askerler ve subaylar koşuşturuyorlar. Üslup birden sertleşiyor. Cezaevi çevresine çok sayıda zırhlı araç, namluları cezaevine dönük tanklar ve silahlı kıtalar getiriliyor. Acele bir hoparlör sistemi kuruluyor. Arkadaşlarımıza direnişi bitirmeleri, yoksa ateş edileceği anons ediliyor. Masaları ön taraftaki yüksek pencerelerin önüne getiriyoruz, pencerelerden marşlara ve sloganlara başlıyoruz. Soba borusunun kesik koni biçimindeki son bölümünden megafon yapıyoruz ve seslerimiz kısılana kadar sırayla askerlere sesleniyoruz: “Askerler! Onlar sizin kardeşleriniz, ateş etmeyi reddedin, silahlarınızı sizi kardeşlerinize ateş etmeye çağıranlara çevirin”. ‘Jandarma biz devrimciyiz, biziz yalnız dost sana’ marşını söylüyoruz. Seslerimiz tugayın tepelerinde yankılanıyor; karşı tepelerde görevli olmayan askerlerin toplandığını, olup biteni izlediklerini görüyoruz. Derken barakamızın önüne bir askeri bando getiriliyor. Biz megafonla konuşmaya başlayınca bando da çalmaya başlıyor. Bando susunca biz sloganlara ve marşlara başlıyoruz, bando aceleyle yeniden devreye girmeye çalışıyor. Durumla dalga geçiyoruz… Askerler de kendi hallerine gülüyorlar, ama emir emirdir, kadınların sesini bastırmaya devam! ON’LAR, DİRENMENİN VE UMUDUN SİMGESİ Mahir’lerin Maltepe cezaevinden kaçışı, içeride geride kalan bizler için yepyeni bir umuttu. Birinci THKP-C tevkifatında örgütün İstanbul kanadının bir bölümü yakalanmıştı yalnızca. Dışarıda baskı koşulları olduğunu biliyorduk, ama boyutlarını bizim de tam bilmediğimiz, Türkiye çapına yayılmış örgüt ayaktaydı, Mahirler’in onlara katılması yepyeni ufuklar açacaktı. İçerideki koşullarımız değişti; birçok arkadaş Harbiye hücrelerine, daha sonra da hepimiz Selimiye kışlasına götürüldük. İdam ve ömür boyu hapsi cezaları verildi çoğumuza. Yeni tutuklamalar birbirini izlemeye başladı. Artık Ziverbey’de haftalarca işkence görmüş, taciz edilmiş, yaralı arkadaşlar katılıyordu aramıza. Ama umutluyduk. Umudumuzu hiç yitirmiyorduk. Önemli olan dışarıdaki THKP-C’ydi… İTİRAF ETMEKTE YARAR VAR... On yıllardır Kızıldere, genç arkadaşlar için direnmeyi ve umudu temsil ediyor. Hangi görüşten, hangi eylemden, nerede olurlarsa olsunlar, gözlerim dolarak sevgiyle izliyorum onları. Haklılar, Mahirler, Denizler ölmediler. Haksızlığa başkaldıran her bireyde yaşıyorlar. Direnmeyi ve umudu temsil ediyorlar... Ama geride kalan bizler için bir başka boyutu da var o günlerin; Mahirleri Maltepe cezaevinden, İstanbul’dan, Ankara’dan, Fatsa’dan, Kızıldere’den uğurlayan bizler on yıllardır her gittiğimiz yerde bize eşlik eden derin bir hüzünle yaşıyoruz. Bu, böyle de sürecek; altmış yaşımıza geldik, itiraf etmekte yarar var, geride kalmak kolay değil… * * * İlkay Alptekin Demir 1946 doğumlu. Tıp mezunu. Politik mücadeleye üniversite yıllarında 68 işgalleriyle katıldı. 1969’da Tıp Fakültesi öğrenci temsilcisi seçildi. TİP ve DevGenç’te çalıştı. THKP-C’ye katıldı ve birinci THKP-C davasında yargılanarak, 1971-79 arasında cezaevinde kaldı. Halkın Yolu örgütünün kurucularından. Bir süre TİKP’ye katıldı. 12 Eylül’den sonra on yıl Belçika’da yaşadı. Avrupa’daki Kuruçeşme toplantılarına katıldı. Dönüşünde barış hareketinde ve BSP’de çalıştı. Özgürlük ve Dayanışma Partisi (ÖDP) kurucuları arasında yer aldı ve birinci dönem Parti Meclisi üyeliği yaptı. Halen tıp çevirileri yapıyor ve Datça’da yaşıyor. * * * Dönem koşullarında THKP-C’nin oluşumu nasıl gerçekleşti Necmi Demir THKP-C’nin oluşumunu üç dönemde düşünebiliriz. 1960 sonrasında Türkiye hızlı bir toplumsal altüst oluş ve değişim sürecine girdi. Topraktaki hızlı çözülme şehirleşmeyi hızlandırırken, sanayileşme modern fikirlerin birikmesine ve odaklaşmasına yol açıyordu. TİP buna tekabül eden ve bu süreci hızlandıran bir yapılanmadır. Bu hızlı süreç devlet partisini bile ortanın soluna çekmiştir. Bu birinci dönemdir. 1968’lere gelindiğinde toplumsal gelişmenin hızı ve gücüyle mevcut toplumsal yapılar arasındaki çelişki keskinleşmişti. Aynı dönem dünya çapında okumuşların gelecek kaygısına düştüğü ve kurulu düzenden kopuş sürecine girdiği bir evreydi. Bu evre Türkiye’de yaşanmakta olan hızlı toplumsal alt üst oluşla örtüştü ve özellikle üniversite gençliğinin hızla radikalleşmesini sağladı. Bu süreçte TİP korunmacı ve ürkek bir hatta çekilirken, devlet içinde bütün iktidara talip olan bazı güçlerle solun bir kesimi rezonans içine girdi. Sovyetler Birliği’nde geliştirilen kapitalist olmayan yoldan sosyalizme geçiş teorisinden de etkilenen bu güçler, zaman zaman gençlik eylemlerini bile manipüle edebiliyordu. Bu güçlerin pozisyonlarını sarsan önemli bir dönüm noktası, 15-16 Haziran 1970 işçi eylemleri olmuştur. Bu eylemler bu güçlerin açmazlarını ortaya çıkartmak yanında, gerçek yüzlerini de göstermiştir. Bu ikinci dönemdir. THKP-C hareketinin oluşumu, her iki dönemden izler ve etkiler taşısa da, bu dönemlerden ayrılmaktadır. Deyim yerindeyse bu o dönemlerden bir kopuş hareketidir. (THKO’nun oluşumu da bu kopuşun bir parçası sayılmalıdır.) Bu tepeden inmeciliğe karşı, radikal ve devrimci bir harekettir. Bu kopuş, toplumsal olayların sıkıştırmasıyla erken, hızlı ve hazırlıksız olmuştur. Bu kopuşun mimarı ve teorisyeni Kızıldere’de 10 arkadaşıyla 27 yaşında katledilecek olan 25 yaşında bir gençtir: Mahir Çayan… THKP-C kapsayıcı bir hareket olmuştur. O kadar ki, ilk dönemdeki sert eylem çizgisine rağmen, dönemin entelejansiyasını, öncü işçilerini, tarım emekçilerini, darbe ve düzen karşıtı askerleri ve geniş bir gençlik kesimini çevresinde toparlayabilmiş ve izleri bugüne kadar uzanan bir gelenek yaratmıştır.
  25. MDD TEZİNİN MİMARLARINDAN MİHRİ BELLİ: ON’lar gökten inmediler Yolun düşerse kıyıya bir gün, Ve maviliklerini enginin seyre dalarsın, Dalgalara göğüs germiş olanları hatırla, Selamla, yüreğin sevgi dolu, Çünkü onlar fırtınayla çarpıştılar, Eşit olmayan savaşta, Ve dipsizliğinde enginin yitip gitmeden, Sana liman gösterdiler uzakta...* Kızıldere ne anlam taşır? Ne var Kızıldere’de? Devrimci özveri var. Direniş ruhu var. Ülkeyi emperyalizmin uydusu durumuna düşüren, emekçiye düşman bir düzene karşı isyan var. Yoldaşlar arası dayanışma var. Yurtseverliğin doruğa yükselişi, halkın davası uğruna ölüme meydan okuyuş var. Saflarda bölünmenin mahkûm edilişi, birlik mesajı var Kızıldere’de. Ve biz ‘kalan sağlar’ ve özellikle genç kuşaklar eğer bir yerlere varacaksak Kızıldere’nin devrimci geleneğimizin bir parçası olduğu bilinciyle onun direniş ruhunu canlı tutmalıyız. O ruhu küllendirme gayretinde olanlar eksik değil. Denizler, Mahirler hakkında kitaplar yayımlanıyor. Güdülen amaç yalnızca ticari değil politiktir de. Kimi halkı uğruna mücadelede idam sehpalarında can verir, faşizmin roketlerine hedef olur, kimi bu martirler üzerine maksatlı kitaplar çıkarır para kazanır. Bu dünya böyle. Ama para kazanmakla kalsalar yine iyi. Bunu yaparken martirlerin anısına kara çalıyorlar, kara çalanlara kürsü sağlıyorlar. Bu eski oyundur. Göçmüş ve tarihe mal olmuş devrimcilere sövmekle amaca ulaşılamaz olunca, anılarının devrimci özünü boşaltarak onlara sahip çıkar görünmek. Türkeş bile MHP toplantılarında Nâzım Hikmet’ten şiirler okur olmuştu. 12 Mart’ın sıkıyönetim savcısı, Denizler söz konusu olduğunda onları yermekten kaçınıyor, kötü kişilerin iğfaline uğramış gençler olarak tanımlıyor onları TV ekranlarında. POLİTİK ÇİZGİLERİ DOĞRUYDU 68 kuşağı’nın gençlik liderleri yıllar süren bir mücadele sürecinden geçerek liderlik vasfını kazandılar. Gökten inmediler. O mücadelenin politik içeriğini ve genel niteliğini doğru değerlendirmek gerek. Politik çizginin en kısa tanımıyla sosyalizm hedefine yönelik bağımsızlık ve demokrasi mücadelesi olduğunu söyleyebiliriz. Bir yandan sosyalist bilinci en yaygın şekilde benimsetmek için marksizmin temel yapıtlarını Türkçe’ye kazandırıp bunların yüz binlerce insan tarafından okunup sindirilmesine çalışılırken, öte yandan uydu durumuna düşürülmüş, anti-demokratik bir rejim altında ezilen bir ülkede, anti-emperyalist ve antifaşist mücadelenin en güncel devrimci görev, sosyalist görev olduğu inancıyla politik çizgiyi belirlemek. O yıllarda militan solun Milli Demokratik Devrim adı altında benimsediği çizgi öz olarak buydu. Bu çizgi o gün doğruydu. Sistem değişmediğine göre, uyduluk durumu sürdüğüne göre, eğer geçen zaman içinde ülke rejiminde bir değişiklik olduysa bu ancak daha da kötüye gidiş olarak nitelendirilebileceğine göre, bugün de aynı görevlerle karşı karşıyayız. Mücadele biçimine gelince, bunun yığınları harekete geçirmeyi amaçlayan legal mücadele olduğunu vurgulayalım. Eylem militanca idi ve her şey apaçık ortadaydı. Sola kapalı biçimsel parlamenter düzenin burjuva anlamıyla bile demokrasi olmadığı tespitinden çıkış yaparak, bütün eksikliklerine karşın, biraz da zorlayarak ilerici bir yaklaşımla yorumladığımız 1961 Anayasası’nda yazılı demokratik hak ve özgürlüklerin eksiksiz uygulanmasını istiyorduk. “Sosyalizm yolunda tam bağımsız ve gerçekten demokratik Türkiye” sloganı doğru slogandı. Bugün de doğrudur. Biz, egemenlerin demagojik bir araç olarak kullandıkları devrim kavramını Kemalist yozlaştırmadan arındırıyorduk. Bilimsel anlamda devrim bir üretim tarzından daha ileri bir üretim tarzına geçiş olduğuna göre bu, çağımızda, kapitalizmden sosyalizme geçiş demektir. Biz bunu böyle anlıyor ve sorunu Leninist aşamalı devrim tezine uygun şekilde koyuyorduk. Devrim her şeyden önce devrimci bilinci emekçi yığınlara benimsetmekti. Bu yolda sabırlı çalışmalardı. Ama elbette ki gereken anda saldırıya geçebilmekti de. Ama gerektiğinde tam siper silah temizlemekti, tutukluk yapmasın diye. Kısaca devrim bilimsel, politik, askeri, edebi, sanatsal ve bütün alanlarda devrimci etkinliklerin tümüydü bizce. Onun için silah fetişizmine karşı çıkıyorduk. Regis Debray gibilerin devrimci eylemi kalaşnikofu ateşlemekten ibaret sayan görüşlerini eleştiriyorduk. Mayakovski’nin şu dizelerini buraya almadan geçmeyelim: Susun ey politikacılar! Susun ey söz ustaları! Bir sen konuş mavzer yoldaş: Sola! Sola! Sola! Rusça’da ‘Sola’ anlamına gelen ‘Vlevo’ sözcüğü arka arkaya telaffuz edildiğinde ateş edilen tüfeğin çıkardığı sesi andırır. Bu bakımdan başka dile çevrildiğinde bu dizeler şiiriyetinden çok şey kaybediyor. Ama biz dizelerin bu yanı değil politik mesajı üzerinde duralım. Burada politikanın küçümsenmesi, ‘Sözün’ küçümsenmesi var. Söz hakkı yalnız mavzere veriliyor. Oysa Söz olmadan, mavzeri elinde tutan insanı devrimci bilincine ulaştıran Söz olmadan Devrim de olmaz. Söz mavzerden de güçlüdür, besbelli lafta kalmamak şartıyla. * Pierre Baranger Kaynak: ‘Esas Hadise O Kiraz Ağaçları’, Chiviyazıları Yayınevi, 2002 İstanbul. * * * Milli Demokratik Devrim (MDD) 1960’lı yıllarda Türkiye solunda, Doğan Avcıoğlu’nun başını çektiği Yön [dergisi] hareketi ve Mihri Belli’nin başını çektiği MDD kanadı, ülkenin iktisadi ve sosyal geriliği, proletaryanın nicel ve nitel zayıflığı dayanak yapılarak gündemde olan devrimin, sosyalist bir devrim değil, ‘milli demokratik bir devrim’ olması gerektiğini ileri sürdüler. MDD anlayışının 60’lı yıllarda yaygın bir destek bulmasının ardındaki en önemli etkenlerden biri de ‘sosyalist devrimci’ Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) reformist bir çizgide görülmesi ve sosyalist devrim anlayışı ile reformizm arasında bir ilinti kurulmasıydı. Ne var ki, terminolojik anlamda demokratik devrimden sosyalist devrime ‘kesintisizin bir geçiş’ öngörülmesine ve bu devrimin ‘işçi sınıfı önderliğinde bir işçi-köylü ittifakı’ şeklinde gerçekleşmesi gerekirken Yön, sosyalist devrim anlayışını tümüyle devre dışı bırakıyor, devrimin önderliğini ise ordu gibi Marksist-Leninist terminolojiye tümüyle karşıtlık içeren bir güce devrediyordu. 1971 yılı, MDD anlayışının daha Marksist ve radikal bir içeriğe kavuştuğu bir yıl oldu. Bu kopuşun adresi ise THKP-C, THKO (Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu) ve TİKKO’ydu (Türkiye İşçi Köylü Kurtuluş Ordusu). 1968’den sonra, MDD’yi savunanlar arasında bir iç tartışmanın başladığı da görüldü. Tartışmanın belirleyici noktalarını MDD’cilerin örgütsüzlük durumuna karşın bir örgütlenme isteği ve alt sınıfların giderek artan toplumsal muhalefet ile birleşme çizgisi oluşturdu. 1971 yılı, gerek devlet iktidarının zora dayalı bir devrimle yıkılması, bunun ‘parti önderliğinde bir cephe’ anlayışıyla gerçekleştirilmesi ve devrimde orduya değil, toplumun alt sınıflarına dayanılması gibi konularda bir kopuşun yaşandığı yıl oldu. Kaynak: İnönü Alpat, ‘Popüler Türkiye Solu Sözlüğü’, Mayıs Yayınları, 2003 İzmir. * * * Mihri Belli 1915, İstanbul-Silivri doğumlu. Türk solunu uzun süre meşgul eden, ayrılmalara ve birleşmelere yol açan MDD (Milli Demokratik Devrim) tezinin mimarlığını yaptığı kabul edilir. 1936’da iktisat öğrenimi görmeye gittiği Birleşik Devletler’den 1940’ta yurda döndükten sonra TKP (1992’de kurulan ‘Sosyalist İktidar Partisi’nin -SİP- 2001’de kendine ad olarak seçtiği bugünkü ‘TKP’ ile hiçbir ilgisi olmayan, 10 Eylül 1920’de Bakü’de kurulan ve ilk genel sekreterliğine Mustafa Suphi’nin seçildiği ‘tarihi’ Türkiye Komünist Partisi) saflarına katıldı. 1942’de TKP Merkez Komite üyeliğine atandı. ‘1951 tevkifatı’nda tutuklandı, 7 yıl hapse mahkûm edildi. 1960’larda ‘Yön’, ‘Aydınlık’ ve ‘Türk Solu’ dergilerinde yazdı. 12 Mart darbesinden sonra yurtdışına çıktı. ‘1974 affı’ndan sonra yurda dönerek, 1975’te Türkiye Emekçi Partisi’ni (TEP) kurdu ve genel başkan seçildi. 1979’da faşistlerin saldırısına uğradı ve ağır yaralandı. 12 Eylül’den sonra yeniden yurtdışına çıktı. 1996’da ÖDP’ye katıldı. Daha sonra ÖDP’den ayrıldı ve Sosyalist Demokrasi Partisi’nin (SDP) kuruluşunda yer aldı. 2002 seçimlerinde DEHAP’tan milletvekili adayı oldu ama seçilemedi. ………………….. ‘HATIRLA SEVGİLİ’ DİZİSİNİN ‘MAHİR’İ Kanbolat Görkem Aslan: Mahir’in ruhuna göç, hayata direncimi artırdı Kızıldere’de olup bitenler karşısındaki seyirci kalma halini bir türlü anlayamadım. Bu yarayı iyileştirmemiz gerek. Bunun sorumluluğu, bu topraklar üzerinde yaşayan herkesin…. Gülşen İşeri Hatırla Sevgili dizisinin önemli karakterlerinden biriydi Mahir Çayan. Ne sinema filminde ne de herhangi bir karede görmemiz hiç mümkün olmadı Çayan’ı. Ama popüler bir dizinin içinde birden karşımıza çıkıverdi... O dönemi yaşayanları bir yandan duygulandırırken bir yandan da popüler kültür içinde olması, süreci yaşayan kişilerce eleştirildi... Gençlerin ilgisi ise azımsanmayacak boyuttaydı. Mahir Çayan rolünü üstlenen Kanbolat Görkem Aslan, “Büyük bir sorumluluktu Mahir Çayan’ı oynamak” diyor. Mahir imajını incitmemek için ise epey uğraşmış... Kızıldere katliamının da yer aldığı dizide “İçimde ondan bize miras yaşam belirtilerini bulana dek Mahir’i anlamaya çalıştım...” diyen Kanbolat Görkem Aslan’la bir araya geldik. Dönemi ve o dönemin gençliğe neler kattığını konuştuk... » Mahir Çayan rolünü nasıl kabul ettiniz? Ve bu role hazırlanış sürecini anlatabilir misiniz? Tesadüfi oldu biraz Mahir’le buluşmamız. Meslektaş dostlarımdan biriyle ‘Hatırla Sevgili’ üzerine muhabbet ederken, Mahir Çayan arandığından bahsetti. Duyduğum an Mahir’i canlandırabilme ihtimali beni müthiş heyecanlandırdı. Çünkü herhangi bir dizide yazılan hayali bir karakter için değildi bekleme hali. Mahir Çayan’dı söz konusu olan, yani bambaşka ve büyük bir sorumluluk, bir oyuncunun ender yaşayabileceği bir tecrübe. Çalışmaya hemen başlamayacağım için hazırlanmak için yeterli vaktim oldu. Döneme dair okumalar yaptım, o dönemi yaşamış insanlarla vakit geçirip o ruh halini anlamaya özen gösterdim. Bildiğim ya da bildiğimi düşündüğüm Mahir’i daha iyi tanımaya çalıştım, ona dair yazılmış söylenmiş ne varsa, onun yazdıklarını söylemlerini o günün koşulları dahilinde kendimce analiz ettim. Karakterinin derinliklerine inmeye, onu anlamaya uğraştım, içimde ondan bize miras yaşam belirtilerini bulana dek sürdü tüm bunlar... »Bu sürece hazırlanırken sizi en çok çarpan neydi? Beni en çok çarpan şey ‘inanç’ tanımlamalarımızın ne kadar sığ olduğunu görmek oldu, gerçek anlamda inanmışlığın ve adanmışlığın ne olduğunu, On’ların yaşadıkları üzerinden yeniden öğrendim ve defalarca tekrar ettim kendime... »Mahir Çayan gibi bir karakteri oynayarak aslında birtakım eleştirileri de göğüslediniz. Bu, size nasıl yansıdı? İşin heyecanıyla başlarda bunun çok farkında değildim aslında. Zaman geçtikçe, Mahir içimde şekillendikçe ve izleyici tepkileri gelmeye başlayınca sorumluluğumun büyüklüğü bazen beni tedirgin etti fakat hiç ürkütmedi aksine bu sorumlulukla daha fazla mesai harcadım, tedirginliğimin üstesinden gelip bunu layıkıyla yerine getirmeye; bunu yaparken de insanların kafasındaki Mahir imajını incitmemeye çabaladım. »Mahir Çayan’la ilgili kitaplar okurken ve sonrasında okuduklarınızdan yola çıkarak onu canlandırdığınızda ne gibi hatalar gördünüz? Yani okunan ve oynanan arasındaki fark neydi? ‘Hayır hiçbir hata görmedim’ desem sanırım bu pek ikna edici olmaz. Muhakkak es geçtiğim ya da kendimce yanlış yorumladığım anlar olmuştur. Fakat bu, benim anladığım ve inandığım haliyle bende yeniden vücut bulmuş, benim içimdeki Mahir imajı. Herkesin kafasında bu farklı olabilir, herkes kendi istediğini görmek isteyebilir, bunu göremediğinde kızabilir. Şöyle bir gerçekte var televizyona yapılan bir iş ve maalesef inceltmek durumunda kalıyorsunuz bazı şeyleri, böyle olunca diyaloglar da değiştirilebiliyor, haliyle oyun performanslarımızda bundan etkileniyor. »Deniz Gezmiş ve Mahir Çayan gibi iki önemli karakter popüler kültürün içinde... Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu durumun yadırgandığını, ciddi eleştirildiğini biliyorum bilhassa dönemi yaşamış ve mücadelenin içinde yer almış kişiler tarafından. Bu da çok normal. Fakat ben o kadar mesafeli durmuyorum, belki popüler kültürün zaptettiği bir dönemde gençlik yıllarımı yaşamış ve hala yaşıyor olmamdandır. Çünkü bu dizi popüler kültürle yoğrulan genç beyinlere geçmişe dair bir çentik atmayı başarmıştır. Farkında olmadan, bilmeden yaşadıkları yakın geçmişimize dair bir merak ve ilgi uyandırdı. Birtakım fikirlerini, hissiyatlarını değiştirtti. Bir anlamaya çalışma hali, yeniden belki ilk defa etüd etme ihtiyacı doğurdu gençlik üzerinde. »Yakın çevreniz Mahir Çayan’ı oynamanıza karşı nasıl tepkiler verdi? Bir kısmını ayırırsak büyük çoğunluğunu işin popüleritesi ilgilendiriyordu. “Bizim mahallenin çocuğu televizyona çıkacak” hali biraz. Mahir’i oynuyor olmak sonrasında ilgilendirdi insanları. Ama bir zaman sonra mahallenin çocuğu gitmiş Mahir gelmişti... * * * Kızıldere yarasını iyileştirmemiz gerek Yüzleşemediğimiz sürece Kızıldere yarası kanamaya devam edecek, yüzleşsek bile izi kalacak, bize hep acı ve utanç verecek... Çekimler boyunca en zorlandığım sahneler Kızıldere sahneleriydi. Olup bitenler karşısında seyirci kalma halini ise bir türlü anlayamadım. Bu yarayı iyileştirmemiz gerek yoksa yeni yaralara gebeyiz. Bunun sorumluluğu bu topraklar üzerinde yaşayan herkesin çünkü...
×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.