-
bencil şunu başlattı bencil's Blog
-
Ben bu seçimlerde mutlaka oy kullanacağım... (Nedenmi)?
22 TEMMUZ'da: LİDER VEKİLLERİNE OY YOK..! Doğru tercih:YANLIŞLARI seçmemektir. Memleket güzel lakin siyaset ve bürokrasi rezalet. Çünkü potansiyel tehlike, adi bir mafya çetesi değil: Devletçi zihniyetlerdir..! Hangi mafya çetesi doları 5 liradan 15 liraya çıkarıp 10 lira zarara sokabilir milleti? Hangi hırsız, yeşil alanları keyfince imar alanlarına çeviriverebilir? Hangi haydut, çete üyelerini milletvekili olarak seçtirebilir...? Lider sultalarının seçtikleri,kendi robotlarına oy vermekmidir demokrasi? İlkesiz ittifakları kabullenmekmidir seçim? İşte yine, yeni bir seçim arifesinde bizden YANLIŞLAR arasında bir tercih yapmamız isteniyor. Üstelik bunu da vatandaşlık görevi olarak ilan ederek...! Yanlışlardan birisi ni seçmekmidir görevimiz? Aksine yanlışlara HAYIR demekdir,bizce VATANDAŞLIK GÖREVİMİZ..
-
TÜRK Felsefesi ve TÜRK Mantığı..... (Bana Birşey Olmaz felsefesi, Ekmek Parası Safsatası, İdare Et Ağbi.. Şeklinde Laf Safsatası)
Hadi bre ordan ******* ********; Birincisi bu nasıl objektivistlik? İkincisi felsefe ve mantığın:Irkı-mırkı-dini-MİNİ-falan,filan olurmu hiç?
-
Komünizm nedir?Neden komünist olunur?
HSNKLC Bu olay:"BANA NECİ FELSEFE"nin doğal bir SONUCUDUR.. Vatanı için şehit olabilecek cesarete sahip bir insan: Nasıl ve neden, gündelik sorunlar da acizleşmekte,"Bana ne'ci" olmaktadır? Yetenekli, üretici, potansiyel zekaya ve masumane acımasız dürüstlüğe sahip bir insan neden korkar? ("Ben kimim ki bunu bileceğim?" / " Kimi gücendiririm? ") kuşkuları ile neden "sus-pus" olur? Fiziksel ve beşeri bilimler arasındaki uçurum neden? Bilim güneş sisteminin ötesini keşfetmeye hazırken, beşeri bilimler neden iflas içinde? Maddi dünyayı feth eden bilim ve aklın kazanımlarının harcanacağı amaçları, neden inanç belirlesin? "Maddi dünyanın gerçek dışı / realitenin bilinemez olduğu ve bilimin olgulara değil, 'inşa' larla uğraştığı" iddiaları: Nasıl böylesine yaygın ve etkin olabilmekte? Böylesi korkulardan dolayı, zihnini körelterek pes edenlerin sayısı asla bilinemez. Çünkü akıldışı düzen onların varlığının tanınmamasını ve fikirlerinin herhangi bir şekilde dikkate alınmamasını dayatmaktadır. Bu ilkel ve vahşi zinciri kırmayı her zaman, bazı yetenekli insanlar bir büyük bedel ödeyerek başarabilir ancak. Bu bedeli ödeyerek sonuna kadar mücadele edebilen dahiler veya yetenekli insanlardır. Fakat ortalama bir insan bunu yapmaz, yapamaz. Çünkü bilincin gelişmesi zeka derecesi ne olursa olsun iradidir. Bu da bireyin kendi tercihini gerektirir. Bu tercihi yapamayan insan, son tahlilde bilincine isyan eden çaresiz bir mahluk olmaya mahkum olur. Zeka insanın en değerli yeteneğidir. Fakat zeka: bilincin üstünlüğü ile yönetilmeyen bir toplumda hiçbir değere sahip değildir. Bu nedenle, zekanın tanınmadığı, ödüllendirilmediği aksine köreltildiği bir toplumda:Akıl, Ahlak ve Özgürlükden bahsedilemez. İşte bu nedenle insan, bir tür felsefe, yani bilinçli bir hayat görüşü olmaksızın, varolamaz. Bilinçli olmaktan kaçındığı oranda, duygusal bilgisayarının programlanmasını, tesadüfi etkiler yapar: Rasgele izlenimler, çağrışımlar, taklitler, çevreden kapılan hazmedilmemiş sloganlar, klişeler, kültürel ozmos... Eğer; kaçma ve atalet, bir insanın zihni işleyişinin hakim yöntemiyse; varacağı sonuç: Korkunun hakim olduğu bir hayat hissidir. Bu ruh hali, her yönde basılmış ayak izleriyle dolu şekilsiz bir kile benzer. (Böyle bir insan, hayatının sonraki yıllarında, kimlik duygusunu da kaybettiğinden yakınır; gerçekte, bir kimlik duygusuna zaten hiç sahip olmamıştır...!) İnsan, -tabiatı itibariyle- genelleme yapmaktan kendini alamaz; bağlamsız olarak, geçmişsiz veya geleceksiz olarak " an-be-an " yaşayamaz; bütünleştirme kapasitesini -kavramsal kapasitesini- elimine edip, bilincini bir hayvanın algısal menziline hapsedemez. Nasıl ki, bir hayvanın bilinci zorlanıp soyutlamalarla uğraşır hale getirilemezse; benzer şekilde, insan bilinci, o anki somutluklardan başka hiçbir şeyle uğraşmaz hale getirilerek daraltılamaz. İnsan bilincinin o müthiş güçlü bütünleştirme mekanizması, doğuştan oradadır; insanın sahip olduğu tek seçenek, onu yönetmek veya onun tarafından yönetilmektir.Bu mekanizmayı, bilgisel bir amaçla kullanmak için bir irade eylemi -bir düşünce süreci gerektiğinden; insan, bu gayreti göstermekten kaçabilir. Fakat, kaçarsa; tesadüfler, idareyi ele geçirir: mekanizma, söförü içinde olmadan harekete geçen bir vasıta gibi, kendiliğinden çalışır; bütünleştirmeğe devam eder; fakat, bu işi, körce, el yordamıyla, rasgele, tutarsızca, uyumsuzca yapar; bir bilgilenme aleti olarak değil, -o aletin sahibi olan, ama onu kullanmaktan sarfınazar eden o insanın bilincini yıkmaya girişmiş- bir çarpıtma, yanıltma ve terör aleti olarak çalışır... Realitenin olgularından kaçmak mümkün değildir. Bir realite olgusu olan insanın; tabiatından veya bu tabiatça belirlenen insana-özgü hayatta kalma tarzından da hiçbir kaçışı mümkün değildir. Haberdarlık yeteneği olan her canlı varlık, sadece bilincinin rehberliğinde hayatta kalabilir; canlı bir varlıkta, bilincin rolü ve fonksiyonu, budur. Bir insan,sahip olduğu özel tip bilincin şeklini kabul etmezse; mesela, düşünmenin, aşırı gayret gerektirdiğine karar verirse; mesela, faaliyetlerini yönlendirecek değerlerin seçiminin çok ürkütücü bir sorumluluk olduğuna karar verirse; o zaman, eğer hala hayatta kalmak istiyorsa, bu işi, ancak başkalarının bilinci aracıyla yapabilir.Başkalarının anlayışları, başkalarının yargıları, başkalarının değerleri; yani, bu insan, kendinin değil başkalarının algılamakta olduğu bir dünyada yaşar. Böylece; ruhunu, başka hiçbir canlı türü için düşünülemeyecek bir parazit haline getirir. Bir beden paraziti değil, bir bilinç paraziti.. Kendine-saygı-ve-güvenli ve hükümran bilinçli bir insan; realiteyle, tabiatla, olgulardan oluşmuş objektif bir evrenle alışverişte bulunur; zihninin, hayatta tek kalma aracı olduğunu bilir ve düşünme yeteneğini geliştirir. Fakat, zihnini terkeden bir insan; bir olgular evreninde değil, bir insanlar evreninde yaşar; olgular değil, insanlar onun realitesidir.Çünkü onun,hayatta kalma aracı aklı değil, insanlardır artık. Alışverişte bulunacağı evren, onlardır; bilinci, onlar üzerinde odaklanır. Nasıl ki, rasyonel bir insan, kendine-saygı-ve-güvenini, objektif realiteyle alışveriş yeteneğine dayandırırsa:; benzer şekilde, irrasyonel olan bu insan, kendi-değerini, başkalarıyla alışveriş yeteneğiyle tayin eder. İşte bu neden le, " Vatanı için şehit olabilecek cesarete sahip bir insan " bile: Güncel sorunlar da acizleşmekte," Bana ne'ci " olmakta ve başkalarının kucağına oturmak zorun da kalmaktadır.
-
Cevabi yazımız neden kontrolsüz yayımlanmıyor?
Cevabi yazımız neden kontrolsüz yayımlanmıyor?
-
KÜRESELLEŞEN SORUNLAR KARŞISINDA KANT ETİĞİ
KAYNAK ESER: Rasyonel İnsanın Felsefesi - S.SAKMAN KAYNAĞIN WEB ADRESİ:OBJEKTİF IŞIK Bu adresten eserin tamamını indirmeniz de mümkün... (Bu arada ne islamcısı..? Biz objektivistler,ateist kampta yer alıyoruz..!!) Rüştümüzü de her zaman ve de her platformda ispatlamaya hazırız. Yukarıdaki dileklerinizi de,aynen size de tavsiye eder,saygılar sunarım...
-
İyi günlerde Terör
TERÖR:"Akildisiligin ve Kendini Feda Ahlakinin": EN ILKEL, EN ********** ve EN **** SONUCUDUR... "Akil, Mantik ve Bilim" disi her " INANÇ ", Eninde Sonunda: Silaha Sarilmak Zorunda Kalmaya Mahkum, Bir Bas Belasidir.Bir teori, amaç edindigini iddia ettigi seylerin tam tersinden baska hiçbir sey gerçeklestiremiyor, ama savunuculari hala ona bagli kalabiliyorsa; emin olabilirsiniz ki; karsinizdaki sey, bir kanaat veya bir "ideal" degil, bir AKILDISILIKDIR..." Inanç ile Akil " arasindaki tercih; Ölüm veya Yasam- Özgürlük veya Kölelik- Ilerleme veya Duragan ilkellik arasindaki tercihdir. Bu anlam da akildisiligin devam etmesi, fiziki sebeplerden degil, psikolojik sebeplerdendir. Çünkü, hiçbir " Benlik duygusu ve Kisilik degeri " gelistiremeyenlere : " Kendini feda" küçültücü gelmez. Neyi " Feda Etmeleri " gerektigini bilemeyenler: Entellektüel bütünlük, Gerçek sevgisi, Kisisel olarak seçilmis degerler ve Rasyonel fikirler gibi seylerden bile haberdar olamayanlardir... Bu yüzden" Rasyonel-Egoizm" diye birsey duyduklarinda: Akillarina ilk gelen imaj, aciktiklarinda kendi " kabiledasini" yiyen bir yamyam olacaktir....Bu neden le akildisi ahlak: insana, akla; yeryüzünde elde edilebilecek insani mutluluk ve basarilarin her sekline ve hayata karsi, derin bir nefretin ifadesidir... " Ya Kendini-Ya da Baskasini Feda " yi Seçenler: Akildisi Psikopatlardir. "Hem kendini, Hem de Baskasini Feda" yi seçen teröristler ise: Akildisiligin en ilkel, en **********, en tehlikeli ve en **** sonucudurlar...Dünyamizi yikan tüm felaketler: "A=A'dir" gerçeginden kaçinmamizin sonucudur.Içimizde var olan ve yüzlesmekden korktugumuz bütün gizli kötülük de: "A=A'dir" kavramindan kaçinmaya çalismamizin sonucudur. Bize ondan kaçinmayi ögretenlerin amaci: Insan'in INSAN oldugunu bize unutturmaktir...oysa her an ve her konu da temel ahlaki seçimimiz su olmalidir: A mi, yoksa A degil mi; Kimlik mi, yoksa SIFIR'mi?... Çünkü mantik disini kendi standart degerimiz; imkansiz olani kendi " iyi eylem " kavramimiz haline getirirsek: Hak etmedigimiz " ödüllerin- servetlerin- sevgilerin " pesine düser, sebep-sonuç iliskisinde bir gedik arar, kendi kaprisimize göre A olmakdan çikacak bir A arariz.... Var olmanin karsitini tercih: Hayatin bir çaresizlik oldugunu, mutlulugun insan için mümkün olmadigini haykirarak AGLAMAKTIR....Çünkü, A'nin yine de A olarak kalacagi gerçeginden kimse kurtulamaz...Insan aklini, bebek akli düzeyinde durduran, " A'nin A oldugu ", gerçekliginin GERÇEK oldugunu kavramamis olan birisi: VAHSI'dir...." insan-alti " bir mahluktur...... Yüzyillar boyunca ahlak savasi hep, hayatimizin: " Tanri'ya " ya da " Komsularimiza " ait oldugunu söyleyenler arasinda yer aldi... Oysa, kendimizi: " ne cennetteki hayaletler ne de, dünyadaki beceriksizler " için feda etmek zorunda degiliz.... Çünkü bu hayat BIZIM ve en iyisi de onu YASAMAK..
-
Politika nedir?
POLİTİKA ve FELSEFE:Politika nedir? Ahlak, bir yandan insanın kendi karakterinin ne olması gerektiğini belirlerken, diğer yandan onun başka insanlara nasıl davranacağının kurallarını ortaya koyar ve politika isimli felsefe disiplinine yol verir. Politika, insana-özgü bir toplumsal sistemin temel prensiplerini belirleyen felsefe dalıdır. Bir ülkenin pratik politikasının amaçlarını ve seyir çizgisini belirleyen, politik felsefedir (politikadır). Fakat, politik felsefenin temel işi, özel politik problemleri çözmek değildir. Politik felsefe: olayların eğilimini belirleyen, bu eğilimin sebeplerini bulup, sonuçlarını kestiren; temel toplumsal problemleri teşhis edip çözüm öneren soyut bir teoridir. Mesela, politik felsefe, "Siyasi yönetimler hangi malların fiyatını hangi yöntemlerle tesbit etmelidir?" gibi sorulara cevap aramaz; siyasi yönetimlerin böyle bir hakka sahip olup olmadıkları sorusunu cevaplandırır. Politika, başka üç felsefe disiplini üzerinde bina olur: mevcudiyetin doğru bir tablosunu metafizikten, insana-özgü bir hayatın tanımını ahlaktan ve bilgi elde edip sağlamak için gerekli aletleri epistemolojiden alır. Tutarlı bir politik teorinin formüle edilip pratiğe geçirilmesi, ancak böyle bir temel üzerinde mümkündür. İnsana-özgü bir toplumsal sistemin temel politik prensibi, ahlak felsefesi tarafından belirlenmiştir: Hiçbir insan -veya gurup veya toplum veya siyasi yönetim- bir kriminal rolüne bürünüp, başka herhangi bir insana karşı fiziki zor kullanımını başlatma hakkına sahip değildir; fiziki zor kullanma hakkı, sadece mukabele olarak ve sadece fiziki zoru fiilen başlatana karşı kullanılabilir. Ahlak felsefesince tanımlanan hayatın mümkün olduğu bir toplumsal sistem, ancak bu politik prensibin tatbikata geçirilmesiyle yaşatılabilir. İki veçheli bu tatbikatın birinci veçhesi: ahlaktan politikaya yapılan bir bağlantı olan, yani bir insanın ahlak sistemiyle, bir toplumun hukuk sistemi arasında kurulan bir köprü olan İnsan (Birey) Haklarıdır. İkinci veçhe ise, insan haklarını objektif bir kurallar sistemi çerçevesinde koruyacak bir kurum olan Siyasi Yönetim'dir. BİREY HAKLARI "Haklar," kökeni itibarı ile bir ahlak kavramıdır; fakat, hayata geçirilmesi açısından bir politika kavramıdır. "Haklar" kavramı, bir bireyin kendi eylemlerine rehberlik eden prensiplerden, onun başkalarıyla ilişkisine rehberlik eden prensiplere doğru mantıki geçişi ifade eder. "Haklar" kavramı, bireyin ahlaka uygun yaşamını, toplumsal bir bağlamda korur. Birey hakları, bütün toplumu ahlaka tabi kılmanın aracıdır. Her politik sistem, belirli bir ahlak sistemi üzerine bina olur. İnsanlık tarihinin baskın ahlak sistemi, altrüist-kollektivist doktrinin çeşitlemelerinden ibaret olmuştur; yani, bireyi, ya mistik ya da sosyal karakterli bir üst otoriteye tabi kılmıştır. Bunun sonucu olarak politik sistemlerin çoğu, aynı devletçi tiranlığın -derecede farklı, temel prensipte aynı- çeşitlemeleri halindedir. Bu tiranlıkların birey üzerindeki gücünü sınırlayan tek şey, tesadüfler olmuştur: ya bireye bir takım alanlarda sınırlı bir saygı gösteren kimi gelenekler; ya da, kanlı çekişme ve çöküş dönemlerindeki kaosun doğurduğu kontrolsuzluk. Böyle bütün sistemlerde ahlak, bireye tatbik edilen, fakat o mistik veya sosyal kaynaklı üst otoritenin muaf tutulduğu bir kavramdır. Mesela, o otoritelerden biri olarak sunulan "toplum" ahlak kanunlarının dışında tutulmuştur; çünkü, toplum, ahlakın kaynağı, yorumlayıcısı, amacı olarak kabul edilmiştir. "Toplum" diye bir varlık olmadığı için, (yani, toplum sadece birden fazla birey insana işaret eden bir soyutlamadan ibaret olduğu için) toplumun ahlak kanunlarına tabi olmaması demek, pratikte, toplumun yöneticilerinin ahlak kurallarından muaf olması anlamına geldi. Politik otoritenin ahlak-dışı kalması olgusu, mistik veya sosyal kaynaklı hangi altrüist-kollektivist ahlaka sahip olursa olsun, bütün devletçi sistemler için geçerli oldu. "Hükümdarların Kutsal Hakları" nosyonu, mistik ahlakların politik teorisini; "Vox populi, vox dei" ("Halkın sesi, tanrının sesi") nosyonu, sosyal ahlakların politik teorisini ifade eder. İnsanlık tarihinin en büyük devrimi, toplumu ahlak kanunlarına tabi kılmak olmuştur. Toplumu ahlak kanunlarına tabi kılmak, birey haklarının kabulü ve hayata geçmesiyle mümkün oldu; böylece, devletin gücü sınırlanabildi; bireyin (insanın) başkalarının (kollektifin) kaba kuvvetine karşı korunması mümkün oldu; pazunun, haklıya, doğruya, akla karşı geleneksel üstünlüğü sona erdirildi. Bu devrimin ilk gerçekleştiği yer Amerika Birleşik Devletleri'dir. Tarihin en devrimci belgesi olan 1776 Amerikan Bağımsızlık Bildirisinin ikinci paragrafı şöyle başlar: "Şu hakikatları aşikar adderiz: Bütün insanlar eşit yaratılmışlardır; yaratıcıları tarafından bir takım vazgeçilmez haklarla donatılmışlardır; bu haklar arasında hayat, özgürlük ve kendi-başına-mutluluğu-aramak vardır; bu hakları emniyete almak için insanlar arasında siyasi yönetimler teşkil edilir ve bu yönetimlerin iktidarlarının meşruiyeti, ancak yönetilenlerin mutabakatından doğar." Vazgeçilmez insan haklarının Amerika Birleşik Devletleri cumhuriyeti içinde hayata geçmesi, insanlık tarihinde bir dönüm noktası olmuştur. Daha önceki bütün politik sistemler; insanı, başkalarının amaçlarına bir araç olarak görürken, toplumu başlı-başına bir amaç olarak gördü. Amerika'nın kuruluş felsefesi ise; insanı, başlı-başına bir amaç; toplumu ise, bireylerin barışcı, dirlikli, gönüllü beraberliklerinin bir aracı olarak görür. Daha önceki bütün politik sistemler; insan hayatının topluma ait olduğu, toplumun onu istediği şekilde kullanabileceği; bireyin yararlanabileceği herhangi bir özgürlüğün, tabii bir hak olarak değil, sadece toplumun ona bir lutfu olarak verildiği, bu özgürlüğü sadece toplumun izni ile kullanabileceği ve bu özgürlüğün her an geri alınabileceği prensibi üzerine kurulmuştu. Amerika Birleşik Devletleri ise; bir insanın hayatının bir hak olarak (yani, insan tabiatının gerekli kıldığı bir ahlaki prensip olarak) o insanın kendisine ait olduğu; bir hakkın bireye ait bir hususiyet olduğu, toplumun bu anlamda hiçbir hakkının olmadığı; bir siyasi yönetimin tek ahlaki amacının birey haklarını korumaktan ibaret olduğu prensibi üzerinde kuruldu. Bir "hak," bir insanın davranma özgürlüğünü, toplumsal bir bağlamda tanımlayan ve kutsayan bir ahlak prensibidir. Temel bir tek hak vardır (diğer bütün haklar onun sonucu ve parelelidir): bir insanın kendi hayatı üzerindeki hakkı. İnsan hayatı, insanın kendisi tarafından sürdürülebilen bir faaliyetler sürecidir. Hayat hakkı, insanın kendi gayretiyle sürdüreceği faaliyetlere girişme hakkıdır; yani, rasyonel bir varlık olmasıyla belirlenen tabiatının dikte ettiği bir tarzda, kendi hayatını sağlamak, geliştirmek, anlamlı ve zevkli kılmak için girişeceği bütün eylemleri yapabilme özgürlüğüdür. (Hayat, özgürlük ve kendi-başına-mutluluğu-aramak hakları, bu anlama gelir.) Bir "hak" kavramı, sadece faaliyete ilişkindir; yani, faaliyet gösterme özgürlüğüne ilişkindir. Başka insanların fiziki baskı, zorlama ve müdahalelerinden özgür olmak anlamına gelir. Yani, her birey için, bir hak, bir pozitifin ahlaken kutsanmasıdır; bu pozitif, bireyin, kendi yargısına uygun olarak, kendi amaçları için, kendi gönüllü, zorlamasız seçimleriyle davranabilmesi özgürlüğüdür. Bir bireyin hakları, başka bireylere -bir negatif dışında- hiçbir yükümlülük getirmez; bu negatif, başka bireylerin, o bireyin haklarını ihlal etmekten geri durmasıdır. Hayat hakkı, bütün hakların kaynağıdır; ve mülkiyet hakkı, hakların pratiğe geçirilmesinin tek yoludur; yani, mülkiyet hakkı olmaksızın hiçbir hak mümkün değildir. İnsan, hayatını kendi gayretiyle sürdürmek zorundadır: insana gerekli herşey, insan aklınca keşfedilir ve insan gayretiyle üretilir; yani, insanın iki temel işi: düşünmek ve üretmektir. Birbiriyle ilişkin bu iki temel iş, özgürlüğü (yani, fiziki baskı ve zorlama yokluğunu) gerekli kılar: her birey, özgürce düşünerek kendi yargısını oluşturabilmek ve bu yargısına uygun davranabilmek hakkına sahiptir; yani, özgürdür. Özgürlüğün üretimdeki ifadesi mülkiyet prensibidir: her birey, kendi düşünme ve çalışma gücünün onu getirdiği düzeylerde, kendi seçtiği araç ve yöntemlerle üretmek ve bu üretimle doğan sonucu (ürün, ücret, kar, zarar vs.) kendi tüketmek hakkına sahiptir; yani, kendi ahlaki faaliyetleriyle elde ettiği üretim araçlarının ve ürünlerin özel mülkiyetine sahiptir. Kendi hayatındaki gayretlerde kullanacağı araçlar veya bu gayretlerin sonucu doğan değerler üzerinde hakka sahip olmayan bir insan, kendi hayatı üzerinde hakka sahip değil demektir; yani, mülkiyet hakkının ihlali, bireyin hayat hakkının ihlalidir. Bir nesne üzerindeki mülkiyet hakkı, onun üretilmesi ile doğar; ve bu hak üreticinindir. Kullanımı üzerinde kendisinin değil, başkalarının yetkisi olan nesneleri üreten bir insan, bir köledir. Fakat, şu husus unutulmamalıdır: bütün haklar gibi, mülkiyet hakkı da bir faaliyet gösterme hakkıdır; yani, mülkiyet hakkı, bir nesneyi üretme konusunda hiçbir faaliyet göstermeksizin o nesneye sahip olmak hakkı olmayıp, o nesneyi üretmek veya kazanmak için gerekli faaliyeti yapmak ve bu eylemin sonuçlarını tasarruf etmek hakkıdır. Mülkiyet hakkı, bir insanın herhangi bir mülkiyet kazanacağının bir garantisi değildir; fakat, o mülkiyeti kazanırsa ona sahip olacağının garantisidir. Mülkiyet hakkı, maddi değerleri kazanmak, elde tutmak, tasarruf etmek hakkıdır. Birey hakları kavramı, insanlık tarihinde o kadar yenidir ki, çoğu insan, hala anlamını kavrayamamıştır. Ahlak üzerindeki mistik ve sosyal iki irrasyonel teoriye parelel olarak; bazıları, hakları Tanrı'nın bir ihsanı, bazıları da toplumun bir ihsanı olarak kabul eder. Oysa gerçekte, hakların kaynağı, realitedir, insanın tabiatıdır. Bağımsızlık Bildirisi, bütün insanların "yaratıcıları tarafından bir takım vazgeçilmez haklarla donatılmış" olduğunu söylemişti. İnsanın kökeni konusundaki ihtilaf, yani onun bir yaratıcının mı yoksa tabiatın mı ürünü olduğu konusundaki tartışma, onun spesifik bir tür varlık olduğu gerçeğini değiştirmez. İnsan denen bu spesifik varlık, akıllı bir canlıdır; yani, bu spesifik varlığın, spesifik hayatta kalma tarzı, akılla davranmaktır; ve akıl, zorlamayla işlemez, özgürlüğü gerekli kılar; bu yüzden, insanın akılla davranması, yani insanın spesifik hayatta kalma tarzına uygun davranması, yani insanın insan olması, onun özgürce davranabilmesini, yani haklarının var olmasını şart kılar. Başka bir deyişle, insan haklarının kaynağı, ne ilahi kanun, ne de parlamenter kanundur. İnsan haklarının kaynağı, Kimlik Kanunudur: A, A'dır; İnsan, İnsan'dır. Haklar, insan tabiatının (kimliğinin) zorunlu kıldığı bir hayatın, yani insana-özgü bir hayatın şartlarını tanımlar ve kutsar. Eğer insan yeryüzünde yaşamak istiyorsa; aklını kullanmakta haklıdır; kendi özgür yargısına uygun davranmakta haklıdır; kendi değerleri için çalışmakta ve çalışmasının ürününü kendi tasarruf etmekte haklıdır. Eğer yeryüzündeki hayat onun amacıysa, rasyonel bir varlık olarak yaşamakta haklıdır: tabiat, irrasyonel olmayı ona yasaklamıştır. İnsan haklarını ihlal etmek, onu kendi yargılarının aksine davranmaya zorlamak demektir, onun değerlerini çalmak demektir. Hiçbir insan, değerlerini gönüllü olarak çaldırmaz. Onun değerlerini çalmanın, yani insan hakkını ihlal etmenin temelde bir tek yolu vardır: fiziki zor kullanmak. Bu anlamda, insan haklarını ihlal edebilecek iki potansiyel güç vardır: kriminaller ve siyasi yönetim. Amerika'nın büyük başarısı bu iki güç arasında bir sınır çizmek oldu: Amerikan anayasal sistemi, kriminal eylemlerin, legalize edilerek siyasi yönetimlerce yapılmasını önemli ölçüde engelledi. Böylece, siyasi yönetimin fonksiyonu, yöneticilikten hizmetkarlığa dönüştürüldü. Siyasi yönetim, insanları kriminallerden korumak üzere teşkil edildi; anayasa, insanları siyasi yönetimden korumak üzere yazıldı. Amerikan vatandaşlarının Haklar Senedi, özel şahıslara karşı değil siyasi yönetimlere karşı yöneltilmiştir; yani, birey haklarının, herhangi bir kamu otoritesinin veya sosyal otoritenin üzerinde olduğu gerçeği vurgulanmıştır. Sonuç, medeni bir topluma doğru güçlü bir yönelimin ortaya çıkması oldu. Medeni bir toplum, insan ilişkilerinde fiziki zorun yasaklanmış olduğu; siyasi yönetimin, zoru, sadece mukabele olarak ve sadece fiziki zoru fiilen başlatana karşı kullanabileceği bir toplumdur.
-
Birazcik Felsefe....
NEDEN FELSEFE? Neden gurursuz yaşadığınızı, ateşsiz sevdiğinizi, direnmeden öldüğünüzü merak mı ediyorsunuz? Neden her baktığınız yerde cevapsız kalmaya mahkum sorularla karşılaştığınızı, hayatınızın neden imkansız çelişkilerle dolduğunu, neden "ya beden ya ruh" gibi, " ya akıl ya kalp" gibi, "ya güven ya özgürlük" gibi yapay seçimlerden kaçınmak için tüm ömrünüzü mantıksız kararsızlıklarla geçirdiğinizi bilmek mi istiyorsunuz? Cevap yok diye çığlıklar mı atıyorsunuz? Algılama aletinizi, aklınızı reddetmişsiniz, ondan sonra da evrenin bir esrarengizlik yumağı olduğundan yakınıyorsunuz. Elinizdeki anahtarı fırlatıp atıyor, sonra tüm kapılar yüzüme kilitlendi diye ağlıyorsunuz. Mantıksızı izleyerek yola koyuluyor, sonra varoluş anlamlı değil diyorsunuz. Aklınızı takip etmedikçe hayatınızı bu sorulardan kaçarak geçirmeye mahkumsunuz. Tercih yapmaktan kaçındıkça başkalarının tercih ettiği bir hayata mahkum olacaksınız. Bu yüzden felsefe bir ihtiyaçtır. Felsefe; hayatı analiz etme, aklı ve mantığı kendi mutluluğunuz için kullanma aracıdır. Entellerin kafanızı karıştırmak için bir araya geldiklerinde yaptığı laf kalabalığı değildir. Her insanın bir hayat görüşü, doğru-yanlış bir felsefesi vardır. Farkında olmasa da felsefesiz insan olmaz. Herkes, yaşam tecrübelerinden, gördüğü, duyduğu, okuduğu şeylerden, iyi-kötü sonuçlar çıkararak, bir felsefe sahibi olur. Felsefe: evrenin, insanın ve insanın evrenle ilişkisinin asli tabiatını araştıran düşünce sistemidir. Felsefeye, genellikle altrüizmin (birey düşmanlığının) egemen olması, altrüizmin en acı abidelerinden biriyle: insanların kendi içlerinde kültürel olarak yarattıkları benliksizlikle sonuçlanmıştır: kendisini, bir bilinmeyen olarak görmekteki istekliliği; kendisiyle, bir yabancıyla birlikte yaşıyor gibi yaşaması ve bundan rahatsızlık duymaması; ruhunun(bilincinin), kişisel (gayri-sosyal) ihtiyaçlarını bilmezden gelmesi, göz ardı etmesi, bastırması; kendisine en gerekli olan şeyleri en az bilmesi; en derin değerlerini, sübjektifliğin iktidarsızlığına teslim ederek, hayatını kronik bir suçluluk duygusunun kasvetli zindanına çevirmesidir Mistik kahinin mesleğinin püf noktası, anlaşılmazlıktı; bugünün estetiğinde de: anlaşılmazlık, bir değer zannedilmektedir. Nasıl ki, ilkel vahşiler, tabiat fenomenlerini olduğu gibi kabul etmiş; bu fenomenleri, soruşturulmaz, analiz edilmez ve indirgenmez bir birincil zannetmiş; ve, bu fenomenlerin kaynağını: bilinmez cinlere atfetmişdilerse; benzer şekilde, bugünün epistemolojik vahşileri de, sanatı olduğu gibi kabul etmiş; onu, soruşturulmaz, analiz edilmez ve indirgenmez bir birincil zannetmiş; ve, sanatın kaynağını özel bir tür bilinmez cinlere atfetmişlerdir: hissettikleri duygular. Aralarındaki tek fark, tarih-öncesi vahşilerin hatasının masumca yapılmış olmasıydı. İnsan karakteri -sayısız potansiyelleriyle, erdemleriyle, kötülükleriyle, tutarsızlıklarıyla, çelişkileriyle- o kadar karmaşıktır ki; insan, kendi kendisinin en çetin bilmecesidir.
-
Ayn Rand
AYN RAND NEŞE,acının/ZEKA,aptallığın/IŞIK,karanlığın/KİŞİLİK,kişiliksizliğin: Yokluğu olamaz.Adalet acımaya - Bağımsızlık birliğe - Mantık inanca - Servet ihtiyaca -Özsaygı, kendini inkar etme eğilimlerine -Mutluluk da görevlere feda edilemez. Kendi ülkesinde bile hala "suskunluk komplosu"na uğratılmakta olan AYN RAND, 20.y.yıla kadarki dönemde:Aristo'dan sonra gelmiş en büyük " rasyonel " filozofdur. Felsefesi OBJEKTİVİZM, Felsefe'nin state-of-the-art'ıdır (bugünkü en yüksek düzeyidir); yani,felsefe içinde bugüne kadar formüle edilmiş bütün meseleler, burada çözülmüştür. A.B.D'de İncil'den sonra en çok okunan " ATLAS SİLKİNDİ " romanının yazarıdır. Gerçekten orijinal ve devrimci her yeni fikir insanı gibi, Amerika'nın "sağ" ve "sol" entellektüel "müesses nizamı"nca aforoz edildi; iki taraftan da şiddetli eleştiriler aldı. Çünkü, ne "sağ"a yaranabilmişti (mistisizme karşı aklı savunuyordu), ne de "sol"a (her türlü devlet despotizmine karşı, birey haklarını savunuyordu). Ama, " öğrenilmiş cehalet " le malul olmayan sağduyulu insanlar; O'nun romanlarını, yıllarca " best-seller " sıralarından indirmediler. Fikirleriyle milyonları etkilemişti; ama, entellektüellerce yok sayılıyordu;ancak 1980'lerden sonra, bir kaç üniversite kürsüsünde, ciddi bir filozof olarak incelenmeğe başlandı. 1905'te St. Petersburg'da doğdu. Asıl adı Alişya Rosenbaum. Çocuk yaşta kendini Büyük Savaş'ın içinde buldu. Yaşadığı savaşların biri düşmana karşıydı. Diğeri de bireye karşı. Çocukluğu kolektivizmin doğuşuna tanıklıkla geçti. Devrimi, kırmızı renkli bayrakları, Lenin'i, Stalin'i gazetelerden okudu. Etrafında olup bitenleri hiç sevmedi. Leningrad Üniversitesi'nde tarih okudu. Aristo'yu, Eflatun'u Rusya'nın en değerli hocalarından öğrendi. 1925'te mezun oldu. Annesinin Amerika'da akrabaları vardı. Onların yanına gitmek istedi. Annesi seyahat masrafları için mücevherlerini sattı. Babası yolcu ederken şöyle dedi: "Sana orda Rusya'yı sorarlarsa hepimizin yavaşça öldüğü büyük bir mezarlık olduğunu söyle". 1926 Şubatı'nda sisli bir günde New York limanında gemiden indi. Özgürlük Anıtı'nı ve hep hayalinde canlandırdığı, çok sevdiği gökdelenleri ilk defa o gün gördü. 1982'de ölene kadar Amerika'da esen "diğerkamlık" (altuism) rüzgarına şiddetle karşı çıktı. Ona göre "diğerkamlık" başkalarına iyilik yapmak değil, kendini feda etmekti. Her diktatörlük "diğerkamlık" üzerine kuruluydu ve bireyin kendini feda etmesi asla kabul edilemezdi. Her zaman radikal kapitalizm idealini savundu. Ona göre " insan önce Tanrı'nın tutsağıydı. Zincirlerini kırdı. Sonra kralların tutsağı oldu. Yine zincirlerini kırdı. Artık hiçkimsenin tutsağı olmamalı ". Bütün zamanlamaların en çok okunan felsefi romanı "Atlas Vazgeçti"yi (Atlas Shrugged) 1957'de çıkardı. Roman o günden beri her yıl ortalama 200.000 sattı. Amerika'yı İncil'den sonra en çok etkileyen kitap oldu. Ayn Rand -asıl adıyla Alişya Rosenbaum- 1500 sayfalık bu dev romanı için: Bu bir felsefe tarihi kitabıdır. Düşüncemin vardığı son nokta da şudur: İnsanın kendi yaratıcılığını ortaya koyma hakkı hiçbir zaman engellenemeyecek..!
-
KÜRESELLEŞEN SORUNLAR KARŞISINDA KANT ETİĞİ
BİR FELSEFE YA DOĞRUDUR YA DA YANLIŞ ( SÖZDE MODERN FELSEFELER: YENİ MİSTİZM ) Felsefe tarihi bu iki uçta yeralmış filozofların tartışmalarından ibarettir. Doğru felsefenin en önemli üç filozofu: Aristo (M.Ö. 384-322), St.Thomas Aquinas (1225-1274) ve Ayn Rand'dır (1905-1982). Yanlış felsefenin en önemli filozofları ise: Plato (M.Ö. 428-348), Saint Augustine (354-430) ve Immanuel Kant'dır (1724-1804). Başta, " Hegel'cilik, Nietzche'cilik, Egzistansiyelizm (Varoluşculuk), Mantık Pozitivizmi, Pragmatizm ve Marksizm " olmak üzere, sözde modern felsefelerin hepsi doğrudan veya dolaylı olarak Immanuel Kant'dan kaynaklanmıştır. Felsefe tarihi bu iki uçta yeralmış filozofların tartışmalarından ibarettir. Bu uçlarda yer almış filozofları birer mihver olarak düşünürsek; rasyonel mihverin -yirminci yüzyıl öncesine kadarki- en önemli iki filozofu, Aristo (M.Ö. 384-322) ve St.Thomas Aquinas'tır (1225-1274); irrasyonel mihverin en önemli bazı filozofları ise, Plato (M.Ö. 428-348), Saint Augustine (354-430), Immanuel Kant'tır (1724-1804). Plato ve öğrencisi Aristo'nun felsefeleri arasındaki savaş, mistisizmle akıl arasındaki savaş olarak kabul edilir. Fakat; irrasyonelliğin, kötülük olduğu ölçüde, en irrasyonel filozof -genellikle önerildiği gibi- Plato değil, Kant'tır. Plato, hiç değilse, "iyi bir hayat"ın nasıl olacağı üzerinde kafa yormuş, felsefenin çoğu temel meselesini -bu arada bazı yanlışları da- formüle etmiştir. Kant ise bütün ömrünü, insanın akla olan güvenini yıkmayı amaç edinmiş bir felsefenin inşaına hasretmiştir. Bu kitapta sıkça geçen "Modern Felsefe"nin kurucu atası, Kant'tır. Bugünün felsefesine egemen olan eğilimlerin hemen hepsi -başta Hegel'cilik, Marx'cılık, Nietzche'cilik, Egzistansiyelizm (Varoluşculuk), Mantık Pozitivizmi, Pragmatizm- doğrudan veya dolaylı olarak Kant'tan kaynaklanmıştır ve "Modern Felsefe" olarak anılacaktır. Başta Kant olmak üzere modern filozofların hepsinin, insan zihnine yaptıkları saldırının ağırlık merkezi, metafiziken-verili olan ile insan-yapısı arasındaki farkı bulanıklaştırmak doğrultusunda olmuştur. Bu fark üzerindeki zihin karışıklığı, çok eskilere dayanır (Aristo dahi, Plato'nun etkisini yok edemediği bazı görüşlerinde buna katkıda bulunmuştur); fakat, bugün bu karışıklık, insan bilincini inanılmaz ölçülerde köreltmektedir ve geçmişteki hiç bir mazeret, bu günün insanları için söz konusu değildir. Bu karışıklığı yaratmak için tipik bir yaklaşım, bugünün felsefe kürsülerinde şöyle dile gelir: evrende "gereklilik" diye birşeyin olmadığını isbat etmek için, felsefe profesörü şu örneği verir: nasıl ki, Türkiye altmışyedi vilayete sahip olmak zorunda değildi, altmışbeş veya altmışdokuz da olabilirdi; aynı şekilde, güneş sistemi de dokuz gezegene sahip olmak zorunda değildi, yedi veya onbir de olabilirdi. İnsan zihnini felç etmenin temel tekniği, bir yandan insan-yapısı şeyleri metafiziken-veriliymiş gibi sunmak, öte yandan tabiata (yani, metafiziken-verili olana) insani bir kimlik vermekten ibarettir. Bu tekniğin hilesi, insanın bilgi eksikliğinden başka bir şeye işaret etmeyen "şans" veya "probabilite" gibi kavramlarla yüklü bir bağlam kurarak, tabiata belirsizlik atfetmektir. "İnsan davranışları kestirilemez; dolayısiyle, tabiat kestirilemez" gibi örtülü bir yanılgıdan, "Tabiatın iradesi vardır, insanın yoktur; tabiat özgürdür, insan bilinmez kuvvetlerce yönetilir; tabiat fethedilmez, insan fethedilir" gibi açıkca vahim yanılgılara kısa bir mesafe vardır. Metafiziken-verili olan ile insan-yapısı ayrımının tam bilincinde olmamak, insanların çoğunun içinde bulundukları belirsizlik duygusunun, ümitsizliğin, karamsarlığın, içebakıştaki başarısızlıklarının temel sebeplerinden biridir. İnsan bilinci, en az bilinen ve en çok suistimal edilen; dolayısiyle, üzerindeki kontrolun en sık kaybedildiği hayati organdır. Bir insanın, bilinci üzerindeki kontrolu kaybetmesi, insani tecrübelerin en korkuncudur: kendi etkinliğinden şüphe eden bir bilinç, dayanılmaz bir rahatsızlık duyar. Fakat; çoğu insan, bilincini felç etmek için herşeyi yapar; saçlarına, ayak tırnaklarına, midesine gösterdiği itinayı, bilincine göstermez. Bilir ki, bu şeylerin spesifik kimlikleri ve spesifik ihtiyaçları vardır; saçları muhafaza etmek için taramak, ayak tırnaklarını muhafaza etmek için kesmek, mideyi muhafaza etmek için asit içmekten geri durmak gereklidir. Fakat, sıra insan bilincine gelince... Onlara göre, bilinç, hiçbir şeye ihtiyacı duymaz ve her şeyi mideye indirebilir; psikiyatrist karşısına vardıklarında, hala, hiçbir sebep yokken kronik bir korku ve sıkıntı içinde olduklarını söylemektedirler. Bir çok insanın, insan bilincinin tabiatı (işleyiş tarzı) üzerinde hiçbir bilgiye sahip olmaması, kendileriyle dış dünya arasındaki bağı kopartır: kendilerine neyin mümkün olup, neyin olmadığı, kendilerinden ve başkalarından neyi talep edip, neyi edemeyeceklerini, neyin kendi hataları olduğu, neyin olmadığı konusunda hiçbir fikirleri kalmaz. Bilincin hiçbir kimliği olmadığı zımni öncülünü kabul etmiş oldukları için; bir uçta, bilinçleri üzerinde sonsuz bir güce sahip olduklarını ve onu her türlü riskten uzak, istedikleri gibi suistimal edebileceklerini zannederken ("Farketmez; bu sadece benim zihnimdeki bir şey" veya "Boşver, benden başka bilen yok" nosyonlarındaki gibi); diğer uçta, bilinçleri hakkında hiçbir şey yapamayacaklarını zannederler: bilinçleri üzerinde, seçeneklerinin ve kontrollarının olduğunu bilmezler; bilinçlerinin içeriğinin, tabiatca belirlenmiş olduğunu zannederler; kendilerini, kafatasları içindeki erişilmez bir gizin kurbanı olarak görürler; bilinmez bir düşmanın esiri gibi hissederler; rasyonel izahı bulunmayan bir takım duygularca yönetilen çaresiz bir otomaton olmayı kabullenirler ("Ne yapayım, ben böyleyim" nosyonundaki gibi). Bu belirsizlik insanı sakatlar. Böyle bir insanın, bir amaç veya arzu hakkında düşünürken, sorduğu ilk soru "Bunu yapmak ne gerektirir?" olmak yerine, "Ben bunu yapabilirmiyim?" olur. Sorusunun anlamı şudur: "Ben doğuştan bunu yapma yeteneğine sahip miyim?" Mesela, "Hayatta en büyük isteğim, bestekar olmak; fakat, bunun nasıl yapılacağına dair hiç fikrim yok. Bana bu işi her nasılsa yaptıracak o esrarengiz istidat bende var mı?" Bu insan, bilincin önceliği gibi bir öncülü hiç duymamış olabilir; fakat, bilincinin karanlık labirentlerinde giriştiği bu araştırmaya onu sevk eden bu öncüldür; araştırmasının ona bir şey bulduracağı yoktur; çünkü, mevcudiyete (realiteye) başvurmadan kendi bilinci hakkında hiçbir şey öğrenmesi mümkün değildir. Böyle bir arzuyu hemen terk etmezse, bunu gerçekleştirmek için belirsizlik içinde gezinip durur. Herhangi bir küçük başarı, huzursuzluğunu artırır; çünkü, neyin buna sebep olduğunu ve bu başarıyı bir daha nasıl tekrarlayacağını bilmez. Herhangi bir küçük başarısızlık, ezici bir darbe olur; çünkü, bu başarısızlığı, kendisinin o esrarengiz ihsandan yoksunluğunun delili olarak alır. Bir hata yaptığında "Ne öğrenmem gerekir?" diye sormaz, "Bende yanlış olan nedir?" diye sorar. Otomatik ve herşeye muktedir bir ilham bekler; tabii, bu ilham hiçbir zaman gelmez. Neşesiz bir mücadele içinde yıllar geçirir; karşısındaki realite bütün gücüyle kendini gösterirken, zihni, onu görmemekte kararlı olarak hep bilincinin içinde doğup büyüyen o kendine-saygısızlık-ve-güvensizlik canavarına korkuyla bakar. Sonuçta, arzusunu terkeder. Bestekar yerine herhangi bir işi -bilim adamı, işadamı, yazar olmak, zenginleşmek, arkadaş bulmak, kilo vermek- koyun, şema aynıdır. Neyi değiştirip, neyi değiştiremeyeceklerini belirlemekten aciz bazıları, "realiteyi yeniden yazmağa," yani metafiziken-verili olanın tabiatını değiştirmeğe teşebbüs eder. Bazıları, insanın mutluluktan başka hiçbir şey hissetmeyeceği, hiçbir acının, hüzünün, hastalığın olmadığı bir evren -bir "ütopya"- hayaline dalar ve neden yeryüzündeki hayatlarını iyileştirmek için bütün arzusunu kaybettiğini merak eder. Bazıları, herkes öyle olsa, kendisinin de cesur, dürüst, hırslı olabileceğini; fakat bugünkü dünyada böyle olmasının mümkün olmadığını zanneder. Bazıları, birgün mutlaka gelecek olan ölümün, düşüncesinden korkmaktan, yaşama işine hiç girişmez. Bazıları, zamanın geçişine herşeye kaadirlik atfeder ve geleneği (yani insan-yapısı olan bir şeyi) hakikate (yani metafiziken-verili olana) eşdeğer görür: "İnsanlar bir fikre yüzyıllarca inanmışlarsa, o fikir doğru olmalıdır" der. Bazıları, insanların fikirlerine bile değil, hislerine herşeye kaadirlik ve metafiziken-verili olma statüsü bahş edip; onların irrasyoneliklerini, önyargılarını, batıllıklarını, kıskançlıklarını okşar. Bazıları, kendi eylemlerinin kabahatini, hiç rolü olmayan başkalarına yükler; bazıları, hiçbir rolleri olmadığı halde, başkalarının eylemlerinin kabahatini yüklenir. Bazıları, bilmeye hiç imkanlarının olmadığı bir şeyi bilmemekten suçluluk duyar. Bazıları, bugün öğrendiklerini dün bilmedikleri için suçluluk duyar. Bazıları, bütün dünyayı bir gecede ve zahmetsiz olarak kendi fikirlerine çekemedikleri için suçluluk duyar. Tabiatla nasıl etkileşileceği meselesi, hiç değilse bazı insanlar tarafından kısmen anlaşılmıştır. Fakat, insanlarla nasıl etkileşileceği, onlarla ilgili yargıların nasıl verileceği konusu, hala tarih öncesi bir karanlık içindedir. İnsanı, diğer canlılardan ayrı kılan husus; insana, kendisini ve başkalarını anlaşılamaz, bilinemez, Kimlik Kanunundan muaf zannettiren şey: insanın irade yeteneğidir. Oysa, hiçbir şey Kimlik Kanunundan muaf değildir. İnsan-yapısı bir ürün, varolmak zorunda değildir; fakat, bir kere yapıldığında, artık mevcuttur. Bir insanın eylemleri, yapılmak zorunda değildir; fakat, bir kere yapıldığında, onlar artık realitenin olgularıdır. Aynı şey insan karakteri için de doğrudur; bir insan, belirli seçimleri yapmak zorunda değildir; fakat, yaptığı bu seçimlerle karakterini oluşturmuş olduktan sonra, bu karakter bir olgudur; ve bu karakter onun kimliğidir. Metafiziken-verili olgulardan farklı olarak; insan kökenli şeyler (ister fiziki, isterse psikolojik olsun) "insan-yapısı olgular" olarak nitelenebilir. Bir gökdelen, insan-yapısı bir olgudur; bir dağ, metafizik bir olgudur. Bir dağı olduğu gibi, bir gökdeleni de insan değiştirebilir veya havaya uçurabilir; fakat, varolduğu sürece o gökdeleni yok sayamaz veya onun ne olduğunu inkar edemez. Aynı prensip, insan eylemlerine ve karakterine de tatbik edilebilir. Bir insan, değersiz bir alçak olmak zorunda değildir; fakat, öyle olmayı seçtiği süre boyunca, değersiz bir alçaktır ve kendisine bu gerçeğe uygun olarak muamele edilmelidir; kendisine karşı bunun aksine davranmak, bir olgu ile çelişkiye düşmek, bir olguyu yok saymak demektir. İnsanlar bir gökdeleni inşa etmek zorunda değildir; fakat, bir kere inşa edildiğinde, onu bir dağ gibi metafiziken- verili bir olgu olarak görmek, onun ortaya konmasındaki insani görkemi yok saymak, realiteye karşı olmaktır. İrade yeteneği, insana iki hayati açıdan özel bir statü verir: birincisi, metafiziken-verili olandan farklı olarak, insan ürünleri, ister maddi olsun, ister entellektüel, asla tartışmasız olarak kabul edilmemelidir; ikincisi, metafiziken-verili olan tabiatı yüzünden, bir insanın iradesi, başka insanların, gücü dışındadır. Evrensel Çekim Kanunu gibi değişmez ögeleri, evren için ne demekse; iradi bir bilince sahip olma özelliği, "insan" denen varlık için o demektir. Hiçbir şey, bir insanı düşünmeye zorlayamaz. Başkaları; düşünmesine teşvik veya engel koyabilir, mükafat veya ceza verebilir; beynini, ilaçlarla veya sopayla dağıtabilir; fakat, zihninin işlemesini sağlayamaz; zihni çalıştırmak, insanın sadece kendi hükümranlığında olan, sadece kendi iradesiyle harekete geçebilecek bir güçtür. Bu yüzden, insana, ne itaat etmeli (boyun eğilmeli), ne de kumanda etmelidir. Tabiattaki diğer şeyler gibi; insan konusunda da "İtaat" edilmesi gereken şey, insanın metafiziken-verili tabiatıdır. Tabiatta, kimlikleri tesbit edildikten sonra, bir istisna ile herşeye kumanda etmek mümkündür; tabiatın içinde olmakla birlikte hiçbir şekilde dışarıdan kumanda edilemeyecek bu şey, insanın metafiziken-verili tabiatının (kimliğinin) bir ögesi olan insan zihnidir. Tabii nesneler, insan amaçlarına uygun olarak, yeni şekillere sokulabilir ve insan amaçları için araçlar olarak görülebilir; fakat, insanlar, yeni şekillere sokulamaz ve başka insanların amaçları için araçlar olarak görülemez. Tabiatla ilgili olarak; "değiştiremeyeceğim şeyleri kabul etmek" metafiziken-verili olanı kabul etmektir; "değiştirebileceklerimi değiştirmek" bilim yoluyla bilgi edinerek verili olan şeyleri insani amaçlara uygun olarak değiştirmeye çabalamak demektir; "ikisi arasındaki farkı bilmek" tabiata isyan edilemeyeceğini bilmek ve karşısında hiçbir eylem mümkün değilse, tabiatın ortaya koyduğu şeyi huzurla kabul etmek demektir. İnsanla ilgili olarak ise; "kabul etmek" hemfikir olmak demek değildir; "değiştirmek" de zorlamak demek değildir. Kabul edilmesi gereken, başkalarının zihninin işleyişine senin gücünün, senin zihninin işleyişine de başkalarının gücünün kapalı olduğu gerçeğidir; yani, başkalarının kendi seçimlerini yapma hakkına sahip olduklarını kabul etmek ve senin, başkalarıyla çelişme veya hemfikir olma, onları kabul veya reddetme, onlara katılma veya karşı durma konusunda, sadece kendi zihninin dikte ettiği tarzda davranman demektir. "Değiştirmek" konusunda anlaşılması gereken tek şey, tabiat konusunda olduğu gibidir: bilgi verme yoluyla ikna etmek; ki, bu, karşıdaki insanların aktif bir zihne sahip olduğunu varsayar; aktif bir zihne sahip olmayanlar, dinlemek istemeyenler, kendi hatalarının sonuçlarıyla başbaşa kalmak üzere rahat bırakılmalıdır. "İkisi arasındaki farkı bilmek" insan-yapısı kötülükleri (esasen kötülükleri zaten sadece insanlar yapabilir) asla tevekkülle karşılamamak, onlara asla gönüllü olarak teslim olmamak demektir. Karşısında direnmek için hiçbir eylemin yapılamadığı, en zorba bir diktatörlüğe esir düşülmüş olunsa bile; böyle bir diktatörlüğün zindanlarında işkence altında olunsa bile; bu diktatörlüğün kötülüğünü görmenin ve bu kötülüğü kabul etmiyor olmanın bilgisi; o şartlarda dahi duyulabilecek bir "huzur"un kaynağıdır. İnsanlarla zor yoluyla etkileşimde bulunmak, tabiatla ikna yoluyla etkileşimde bulunmak kadar imkansızdır. Bu yol, insanları zor yoluyla yönetirken; tabiata; dualarla, büyülerle, rüşvetlerle (kurbanlarla) yalvaran vahşi insanların siyasetidir. Bu siyaset işlemez ve tarih boyunca hiçbir insan toplumu için işlememiştir. Ne var ki, modern filozoflar; kendileri, bilincin önceliği nosyonuna geri dönerken, bütün insanlığı da böyle bir siyasete sevk etmektedirler. Modern filozofların bir gurubu; tabiata; pasif, mistik, "ekolojik" bir boyun eğiş önerirken; müttefikleri bir başka gurup, insanların kaba kuvvetle yönetilmesini tavsiye etmektedir. Kimlik Kanunu'nu insana tatbik etmemek, insanın kimliğini belirsiz bırakır; böyle olunca, insanın insan-olarak hayatta kalmasının zorunlu kıldığı maddi ve entellektüel ihtiyaçlar tam keşfedilemez. Felsefi bir çok yanılgının kökeninde, "Mevcudiyetin Önceliği" aksiyomunun zımnen veya açıkca reddedilmesi yatar. Bu reddiye, "Mevcudiyetin Önceliği" aksiyomunun zıddı olan "Bilincin Önceliği" nosyonunun açıkca kabul edilmesinden ziyade, "Mevcudiyetin Önceliği" aksiyomunun kabulünün mantıki sonuçları olan Kimlik Kanunu'nu ve bu kanunun eyleme tatbikatından başka bir şey olmayan Nedensellik Kanunu'nu inkar etmek halinde ortaya çıkar. Bu bölümde, hem bu yanılgılardan bazıları sergilenecek, hem de bilinç-mevcudiyet ilişkisi üzerindeki bazı tatbikatlar yapılacaktır. Realitenin olgularından kaçmak mümkün değildir. Bir realite olgusu olan insan tabiatından veya bu tabiatça belirlenen insana-özgü hayatta kalma tarzından da hiçbir kaçış mümkün değildir. Haberdarlık yeteneği olan her canlı varlık, sadece bilincinin rehberliğinde hayatta kalabilir; canlı bir varlıkta, bilincin rolü ve fonksiyonu, budur. Bir insan, insanın sahip olduğu özel tip bilincin şeklini kabul etmezse; mesela, düşünmenin, aşırı gayret gerektirdiğine karar verirse; mesela, faaliyetlerini yönlendirecek değerlerin seçiminin çok ürkütücü bir sorumluluk olduğuna karar verirse; o zaman, eğer hala hayatta kalmak istiyorsa, bu işi, ancak başkalarının bilinci aracıyla yapabilir: başkalarının anlayışları, başkalarının yargıları, başkalarının değerleri; yani, bu insan, kendinin değil başkalarının algılamakta olduğu bir dünyada yaşar.
-
OBJEKTİF FELSEFE
BİLİNÇ ve BEDEN PARAZİTLERİ: Vatanı için şehit olabilecek cesarete sahip bir insan: Nasıl ve neden, gündelik sorunlar da acizleşmekte,"Bana ne'ci" olmaktadır? Yetenekli, üretici, potansiyel zekaya ve masumane acımasız dürüstlüğe sahip bir insan neden korkar? ("Ben kimim ki bunu bileceğim?" / " Kimi gücendiririm? ") kuşkuları ile neden "sus-pus" olur? Fiziksel ve beşeri bilimler arasındaki uçurum neden? Bilim güneş sisteminin ötesini keşfetmeye hazırken, beşeri bilimler neden iflas içinde? Maddi dünyayı feth eden bilim ve aklın kazanımlarının harcanacağı amaçları, neden inanç belirlesin? "Maddi dünyanın gerçek dışı / realitenin bilinemez olduğu ve bilimin olgulara değil, 'inşa' larla uğraştığı" iddiaları: Nasıl böylesine yaygın ve etkin olabilmekte? Böylesi korkulardan dolayı, zihnini körelterek pes edenlerin sayısı asla bilinemez. Çünkü akıldışı düzen onların varlığının tanınmamasını ve fikirlerinin herhangi bir şekilde dikkate alınmamasını dayatmaktadır. Bu ilkel ve vahşi zinciri kırmayı her zaman, bazı yetenekli insanlar bir büyük bedel ödeyerek başarabilir ancak. Bu bedeli ödeyerek sonuna kadar mücadele edebilen dahiler veya yetenekli insanlardır. Fakat ortalama bir insan bunu yapmaz, yapamaz. Çünkü bilincin gelişmesi zeka derecesi ne olursa olsun iradidir. Bu da bireyin kendi tercihini gerektirir. Bu tercihi yapamayan insan, son tahlilde bilincine isyan eden çaresiz bir mahluk olmaya mahkum olur. Zeka insanın en değerli yeteneğidir. Fakat zeka: bilincin üstünlüğü ile yönetilmeyen bir toplumda hiçbir değere sahip değildir. Bu nedenle, zekanın tanınmadığı, ödüllendirilmediği aksine köreltildiği bir toplumda:Akıl, Ahlak ve Özgürlükden bahsedilemez. İşte bu nedenle insan, bir tür felsefe, yani bilinçli bir hayat görüşü olmaksızın, varolamaz. Bilinçli olmaktan kaçındığı oranda, duygusal bilgisayarının programlanmasını, tesadüfi etkiler yapar: Rasgele izlenimler, çağrışımlar, taklitler, çevreden kapılan hazmedilmemiş sloganlar, klişeler, kültürel ozmos... Eğer; kaçma ve atalet, bir insanın zihni işleyişinin hakim yöntemiyse; varacağı sonuç: Korkunun hakim olduğu bir hayat hissidir. Bu ruh hali, her yönde basılmış ayak izleriyle dolu şekilsiz bir kile benzer. (Böyle bir insan, hayatının sonraki yıllarında, kimlik duygusunu da kaybettiğinden yakınır; gerçekte, bir kimlik duygusuna zaten hiç sahip olmamıştır...!) İnsan, -tabiatı itibariyle- genelleme yapmaktan kendini alamaz; bağlamsız olarak, geçmişsiz veya geleceksiz olarak " an-be-an " yaşayamaz; bütünleştirme kapasitesini -kavramsal kapasitesini- elimine edip, bilincini bir hayvanın algısal menziline hapsedemez. Nasıl ki, bir hayvanın bilinci zorlanıp soyutlamalarla uğraşır hale getirilemezse; benzer şekilde, insan bilinci, o anki somutluklardan başka hiçbir şeyle uğraşmaz hale getirilerek daraltılamaz. İnsan bilincinin o müthiş güçlü bütünleştirme mekanizması, doğuştan oradadır; insanın sahip olduğu tek seçenek, onu yönetmek veya onun tarafından yönetilmektir.Bu mekanizmayı, bilgisel bir amaçla kullanmak için bir irade eylemi -bir düşünce süreci gerektiğinden; insan, bu gayreti göstermekten kaçabilir. Fakat, kaçarsa; tesadüfler, idareyi ele geçirir: mekanizma, söförü içinde olmadan harekete geçen bir vasıta gibi, kendiliğinden çalışır; bütünleştirmeğe devam eder; fakat, bu işi, körce, el yordamıyla, rasgele, tutarsızca, uyumsuzca yapar; bir bilgilenme aleti olarak değil, -o aletin sahibi olan, ama onu kullanmaktan sarfınazar eden o insanın bilincini yıkmaya girişmiş- bir çarpıtma, yanıltma ve terör aleti olarak çalışır... Realitenin olgularından kaçmak mümkün değildir. Bir realite olgusu olan insanın; tabiatından veya bu tabiatça belirlenen insana-özgü hayatta kalma tarzından da hiçbir kaçışı mümkün değildir. Haberdarlık yeteneği olan her canlı varlık, sadece bilincinin rehberliğinde hayatta kalabilir; canlı bir varlıkta, bilincin rolü ve fonksiyonu, budur. Bir insan,sahip olduğu özel tip bilincin şeklini kabul etmezse; mesela, düşünmenin, aşırı gayret gerektirdiğine karar verirse; mesela, faaliyetlerini yönlendirecek değerlerin seçiminin çok ürkütücü bir sorumluluk olduğuna karar verirse; o zaman, eğer hala hayatta kalmak istiyorsa, bu işi, ancak başkalarının bilinci aracıyla yapabilir.Başkalarının anlayışları, başkalarının yargıları, başkalarının değerleri; yani, bu insan, kendinin değil başkalarının algılamakta olduğu bir dünyada yaşar. Böylece; ruhunu, başka hiçbir canlı türü için düşünülemeyecek bir parazit haline getirir. Bir beden paraziti değil, bir bilinç paraziti.. Kendine-saygı-ve-güvenli ve hükümran bilinçli bir insan; realiteyle, tabiatla, olgulardan oluşmuş objektif bir evrenle alışverişte bulunur; zihninin, hayatta tek kalma aracı olduğunu bilir ve düşünme yeteneğini geliştirir. Fakat, zihnini terkeden bir insan; bir olgular evreninde değil, bir insanlar evreninde yaşar; olgular değil, insanlar onun realitesidir.Çünkü onun,hayatta kalma aracı aklı değil, insanlardır artık. Alışverişte bulunacağı evren, onlardır; bilinci, onlar üzerinde odaklanır. Nasıl ki, rasyonel bir insan, kendine-saygı-ve-güvenini, objektif realiteyle alışveriş yeteneğine dayandırırsa:; benzer şekilde, irrasyonel olan bu insan, kendi-değerini, başkalarıyla alışveriş yeteneğiyle tayin eder. İşte bu neden le, " Vatanı için şehit olabilecek cesarete sahip bir insan ": Güncel sorunlar da acizleşmekte," Bana ne'ci " olmakta ve başkalarının kucağına oturmak zorun da kalmaktadır.
-
TÜRKİYE NİN BORÇLARI
2,5 trilyon dolarlık BOR rezervine sahip bir ülkeyi:BORÇ BATAĞINA sürükleyen ve de sürüklemeye devam edenler:VATAN HAİNİDİR..! * BU NEDENLE:Bor ve Diğer Yeraltı Kaynaklarımız Acilen Değerlendirilmeli.. ( 250 dolara ihraç ettiğimiz BOR madenimizi 250000 dolardan işlenmiş olarak neden geri alalım? NEDEN BİZ İŞLETMEYELİM...? NEDEN BİZ İŞLETMİYORUZ....!!??) İŞTE HEMEN YARIN YAPMAMIZ GEREKEN DİĞER SOMUT ÖNERİLER: * DEVLETİN DİN ve EKONOMİ ile OLAN TÜM İLİŞKİLERİ ACİLEN KESİLMELİDİR * " Milleti Açlığa, Devleti Batağa ve Bireyi Namerde MAHKUM eden: ' STATÜKOCU-TAKİYYECİ DEVLETÇİ ' ler:TASFİYE EDİLMELİDİR. DEVLETÇİLİK AHLAKSIZLIKTIR * SON 70 YILDA:”Hazine arazilerinin ne kadarı, kimler tarafından ve kimlerin aracılığı ile yağmalandığını? Devlet bankalarından alınıp da geri dönmemiş kredilerin dökümü NEREDE olduğunu? Kaç milyar dolarlık silah alınıp ve bunların miladı, ortalama ne kadar zamanda dolduğunu..?” ARAŞTIRIP, HESAP SORULMALIDIR....! * 1980 CUNTA ANAYASASI TÜMDEN DERHAL DEĞİŞMELİ ( Anayasayı değiştirecek oya sahip hükümet ve benzer görüşte olduğunu açıklayan muhalefet: birtakım BAHANELER uydurmasın) * PARTİLER KANUNU ve SEÇİM SİSTEMİ ACİLEN DEĞİŞMELİ ( Lider SULTASINA son verilmeli..) * DAR BÖLGE - ÇİFT TURLU SEÇİM SİSTEMİ UYGULANMALI Birey : " VEKİLİNİ " kendisi seçebilmeli. Liderin değil, Bireyin Seçtiği KİŞİ " Millet VEKİLİ " olmalı. BİREY: " LİDERVEKİLİ " ni değil; " MİLLETVEKİLİ " ni seçmekte ÖZGÜR olmalı. *Diyanet İşleri Başkanlığı derhal lav'edilmelidir. Laik bir devlette din DEVLET tekelinde olamaz.. DEVLETÇİLİK AHLAKSIZLIKTIR * Askeri harcamalar kısıtlanmalı, genel kurmay bşk'nı: M.S. Bakanlığı emrinde olmalı.. Askeri ve Sivil Tüm İhaleler Saydamlaştırılmalı.. * Yabancı Sermayenin Giriş İzni Tek İmzada Bitmeli... İhracata En az: 5 Yıl Vergi Muafiyeti Sağlanmalı.. * HÜRRİYET: Önce HÜRRİYET Gerçekleşmeli.. ( En önce: Partiler içi demokrasi olmalı..) TSK’ni bir darbeye, üstelik de "genç subaylar" sıfatını kullanarak fütursuzca kışkırtan KİŞİLER acilen BULUNUP - YARGILANMALI.. * Devlet Milletin HİZMETKARI olmalıdır. ( Devlet’ te amaç “ SİYASİ KADROLAŞMA ” değil: KÜÇÜLME olmalı...) * KAMUSAL ALAN MİLLETİN OLMALI.. (Türban veya Mini takmak-giymek ve de İÇKİ içmek bireyin tercihine bırakılmalı...!)ALTI TRİLYONLUK ARSAYI, İKİ TRİLYONA SATANLAR ile ÜÇYÜZMİLYON $' lık Helikopteri; YEDİYÜZMİLYON $'a ALANLAR ACİLEN YAKALANIP YARGILANMALI.... " Hazine arazilerinin ne kadarının, kimler tarafından ve kimlerin aracılığı ile yağmalandığı, Devlet bankalarından alınıp da geri dönmemiş kredilerin dökümünün neden açıklanmadığı, Son 50 Yılda Kaç milyar dolarlık silah alındığı ve bunların miladının, ortalama ne kadar zamanda dolduğu...." ACİLEN AÇIKLANMALI ve HESAP SORULMALI... DEVLETÇİLİK AHLAKSIZLIKTIR * SANAAYİMİZ ÖNÜNDEKİ TÜM ENGELLER KALDIRILMALI.. * ADEMİ MERKEZİYETÇİLİK DERHAL SAĞLANMALI.. *Öncelikle İHRACAAT'cılarımıza: MİNUMUM 5 YIL VERGİ muafiyeti sağlanmalı.. *Ardından GİRİŞİMCİLERİN VERGİ YÜKÜ ACİLEN AZALTILMALI... *Bu bağlam da ağırlık:KAYIT DIŞI EKONOMİ'nin DENETLENMESİNE verilmelidir. * “ ASKER-SİVİL ve BÜROKRAT ”a ait tüm: “LOJMAN-VASITA-TATİL-SPOR-EĞLENCE-v.s” ler: ACİLEN satılıp, dış borçların ödenmesin de kullanılmalıdır. (Almanya ve Japonya’da ortalama 10/12 BİN devlet vasıtası varken:Ülkemiz de, neden 120 BİN vasıta VAR? ) DEVLETÇİLİK AHLAKSIZLIKTIR * TBMM'nin YOLSUZLUK ve İNSAN HAKLARI ÇALIŞMALARI TRT'de CANLI OLARAK YAYIMLANMALIDIR... * ZORUNLU ASKERLİK yerine GÖNÜLLÜ ASKERLİK sistemine geçilmelidir..
-
KAVRAMLAR VE BİZ
KAVRAMSALLAŞTIRMA KARŞITLARI " İnsan davranışlarının doğuştan verilmiş bir tür metafizik görevler olduğunu sorgulamadan kabul edenler, insanın kesinliği elde edemeyeceğini ve realitenin kavramayacağını öne sürerler. Bu durum kavramsallaştırma karşıtı zihniyetin tipik bir örneğidir. Bu zihniyetin ana niteliği kavramsallaştırma işleminde, temel ilkelere ilişkin bir pasifliktir. Bu, gelişmenin belli bir noktasında yeterince bilgili olduğuna ve daha fazlasına ihtiyacı olmadığına karar veren bir zihniyettir. Bu zihniyet neyi " yeterli " kabul eder? Onun arka planındaki kolayca bildiği, doğrudan algılanabilen somut şeyleri. " tecrübedeki ampirik öğeyi." Bu somutlukları anlamak ve onlarla uğraşmak için bir insanın belli bir derecede kavramsal gelişmeye sahip olması gerekir. Bunu bir hayvanın beyni gerçekleştiremez. Kavramsallaştırma karşıtı zihniyet, soyutlamaların ilk seviyesinde, asıl olarak fiziksel nesneleri içeren algılanabilen materyali tanıyan ilk seviyede durur ve bir sonraki çok önemli aşama olan, tamamen iradeye dayalı olan aşamaya, yani taklitle öğrenilemeyen daha üst seviyedeki soyutlamalardan soyutlamalara varma aşamasına girmeyi istemez. "Dünya veya Kainat" kavramlarını veya bunlara ait olayların "skandallar" olmadığı gerçeğini kavrayamaz. Böyle bir akıl ancak, bir "köyün veya bir şehrin" ya da bir ülkenin skandallarını(ikinci elden) kavrayabilir. Kavramsallaştırma karşıtı zihniyet çoğu şeyi indirgenemez gerçekler olarak alır ve onları " geçerliliği kendinden gerçekler " olarak kabul eder. Kavramları (ezberlenmiş) algılamalarmış gibi görür; soyutlukları algılanan somut şeyler olarak görür. Böyle bir zihniyet için her şey verilidir.: zamanın akışı, dört mevsim, evlilik kurumu, hava çocukların meydana gelmesi, bir sel taşkını, bir yangın, bir deprem, bir devrim ve bir kitap, bunlar aynı düzeydeki olaylardır. Metafizik eseri olan la, insan yapımı olan şeyler arasındaki fark bu zihniyet için sadece bilinmemekle kalmaz, iletişimi de mümkün değildir. Bir insan aklını harekete geçiren iki temel soru " Niçin ve Ne için? ", kavramsallaştırma karşıtı bir zihniyete yabancı olan şeylerdir. Bu sorulara klasik cevaplardan öte bir cevap getiremezler:" Hayat böyledir " veya " Öyle kabul edilir " gibi. " Kimin hayatı? " veya " Kimin tarafından yapılması gerekir? " sorularınıza cevap yoktur. "Neden?"e olan ilginin eksikliği nedensellik kavramını ortadan kaldırır ve geçmişi silip atar. "Ne için?" e olan ilginin olmayışı uzun vadeli amacı ortadan kaldırır ve geleceği kesip atar. Bu nedenle kavramsallaştırma karşıtı bir zihniyet için sadece " bugün" tamamen gerçektir. Geçmişe ait kırıntılar rasgele olay kırıntıları gibi, anlamı ve amacı olmayan küçük bir hatıra konuşması gibi durmaktadır. Fakat gelecek bir boşluktur; gelecek algısal olarak anlaşılamaz. Bu nedenle kimisi, " Geçmişin sözde bilgeliğinde huzur arayarak bilinmeyen geleceğin dehşetinden" kaçar, kimisi de " Anlaşılır olmayan geçmişin dehşetinden çığlık atarak bilinmeyen bir geleceğe" kaçar. Yani ikisi de şimdiki zamanda yaşayamaz, çünkü insan ömrü tek birleştiricisi kendi "kavrama" melekesi olan bir süreklilik arz eder. Kavramsallaştırma karşıtı bir kişinin aklında, bütünleştirme sürecinin yerini, bir araya getirme süreci almıştır. İnsanın bilinçaltının depoladığı ve otomatikleştirdiği fikirler değil, fakat bir takım somut şeylerin, rasgele gerçeklerin ve tanımlanmamış duyguların tasnif edilmeden yığılmış zihin dosyaları halindeki belirsiz birikimdir. Bu belli bir seviyeye kadar iş görür ve burada tüm dosyalama sisteminde araştırma yapılması asla gerekmez. Bu gibi sınırlar içinde kişi, -zamanını sebepleri inceleme zahmetine girmeden sonuçları analiz etmeye harcamış olan bir felsefe profesörü gibi- aktif olabilir ve çok çalışmaya istekli olabilir. Bu zihniyetteki bir kişi, nereden ve nasıl aldığını hatırlamaksızın, bazı soyut fikirleri benimseyebilir veya bazı entelektüel inanışlara sahip olduğunu ifade edebilir. Fakat birisi ona belli bir fikir hakkında ne kastettiğini sorarsa, cevap veremeyecektir. Eğer birisi ona inandığı şeylerin sebeplerini sorarsa, inandığı şeylerin rüzgarla savrulan kırılgan bir yaprak olduğunu anlayacak ve sormayı aklına asla getirmediği soruların ne kadar fazla olduğu gerçeğiyle sarsılacaktır. Bu tip psiko-epistemoloji, düşüncenin hiçbir kısmına itiraz edilmediği sürece devam edecektir. Fakat karşı çıkıldığına kıyamet kopar, çünkü bu durumda tehdit edilen şey belli bir fikir değil, o aklın tümüdür.. Kopan kıyamet korkudan, içerlemeye, ısrarlı göz ardı etmeye, düşmanca tutuma, paniğe, kötülüğe ve nefrete kadar değişiklik gösterebilmektedir. Somut şeylere bağlı olan, kavramsallaştırma karşıtı zihniyet sadece aynı tip "sınırlı" dünya tarafından aynı şekilde somut şeylere bağlı insanlarla uğraşabilir. Bu zihniyet için bu durum, insanların soyut prensiplerle uğraşmak zorunda olmadıkları bir dünya ifade etmektedir: Çünkü orada, eleştirilmeksizin kesin olarak kabullenilen ezberlenmiş davranış kuralları, prensiplerin yerine konmuştur. Böyle bir dünyada yaşayanların "sonlu" olan şey onun kapsamı değil, fakat dünyada yaşayanların ihtiyaç duyduğu zihinsel çabanın derecesidir. Onlar "sonlu" dediklerinde "algısal" demek isterler. Bu zihniyetteki insanlar, kendi kurallarının sınırları içinde faaliyet göstermekte özgürdürler, yani sonuçları konusunda endişelenmeden sonuçlara ve "olgulara" teorinin "soyutluğu" tarafından zorlaştırılmamış münferit olaylar olarak yaklaşmakta ve dolayısıyla kendilerini emniyette hissetmekte özgürdürler. Neye karşı emniyette?Bilinçli olarak cevap verirler: "Yabancılara karşı." Aslında cevap şudur: Temel ilkelerle uğraşma gereksinimine karşı emniyette... Bir kavramsallaştırma karşıtı kişinin her şeyden daha fazla korktuğu şey felsefenin esaslarıdır(özellikle de etiğin esasları). Onları anlamak ve uygulamak uzun bir kavramsal zincir gerektirir fakat o, beynini bu zincirin ilk halkalarından sonraki halkalarına ulaşabilme yeteneğinden mahrum bırakmıştır. Eğer onun sahip olduğunu söylediği inançlara karşı çıkılırsa, bilincinin bir sis içinde kaybolduğunu hisseder. Bu yüzden yabancılardan korkar. Yabancılar" kelimesi ona köyünün, kasabasının veya çetesinin sınırları ötesindeki, onun "kurallarıyla" yaşamayan tüm insanların dünyası anlamına gelir. Yabancıların kendisi için neden ölümcül bir tehdit olduğunu ve neden içini çaresiz dehşet duygularıyla doldurduklarını bilmez. Tehdit varlıklarla ilgili değildir, psiko-epistemolojiktir: Bunlarla başa çıkmak, onun kendi "kurallarının" üstüne çıkmasını, soyut prensipler seviyesine çıkmasını gerektirir. O ise, buna kalkışmaktansa ölmeyi tercih eder. "Yabancılara karşı korunma" onun ait olduğu gruba bağlanmaktan -aynen bir sürü hayvanı gibi- beklediği faydadır. Karşılığında, grubunun ondan istediği şey, grubun kurallarına itaattir. Ve o bunlara uymaya dünden razıdır: Çünkü bu kurallar onu soyut düşüncenin dehşetinden "koruyan şeydir." Bu kurallar kim tarafından konmuştur? Teoride, gelenekler tarafından. Aslında, hasbelkader o grubun liderleri olmuş kişiler tarafından; o kişinin zihninde ise bu kurallar onun bilmek zorunda o0lmadığı sırları bilenler tarafından konulmuştur. Dolaysıyla, böyle bir insanın varlığını sürdürmesi, fikirlerin yerine "insanların" konmasına ve insan yapımı olanın metafiziksel olanın üstünde tutulmasına bağlıdır. Metafiziksel konular onun kavramasının ötesindedir, fakat insan yapımı kurallar onu psikolojik ve varoluşsal olarak bilinmeyenlerden koruyan mutlaklardır. Eğer başı derde girerse, grup onu kurtarmaya gelir; kişi grubun yardımını kazanmak zorunda değildir, bu yardım ona otomatikman verilir. Bu onun kendi faziletlerinin, kusurlarının veya hatalarının güvenilmez lütfunun değil, onun gruba ait olması gerçeğinin sonucudur. Akılcı olanların ahlaki olduğu prensibinin bir örneği, kavramsal düşünce karşıtlarının büyük ölçüde ahlak karşıtı da olmalarıdır. Böyle grupların hepsinin temel düsturu, başka her türlü kuralın üstünde tuttukları "gruba sadakattir." Fikirlere değil, fakat insanlara; grubun az olan ve genelde törensel olan inançlarına değil, grup üyelerine ve liderlere sadakat.... Tüm bu grup, kabile ve çetelerin ortak paydası aksiyona değil gösteriye, tartışmaya değil bağırmaya-başarmaya değil istemeye-düşünmeye değil hissetmeye-değerler peşinde koşmaya değil "yabancıları" lanetlemeye- doğaya, toprağa, çamura, fiziksel işgücüne dönme peşinde olmaya, yani algısal bir beynin uğraşabileceği şeylere olan inançlarıdır. Siz, herhangi bir problemi çözeceği inancıyla vücutlarıyla trafiği durdurarak caddeleri tıkayan akıl ve bilim savunucuları göremezsiniz..... İnsan ve hayvan arasındaki fark insanın bilinci, yani onun ayırt edici özelliği olan kavrama melekesi konusudur...İnsan bilincinin gelişmesi kendi zeka dercesi ne olursa olsun iradidir. Onu kendisi geliştirmek zorundadır, nasıl kullanılacağını kendisi öğrenmek zorundadır ve kendisinin tercih etmesiyle bir insan olması gerekmektedir. Bunu tercih etmezse ne olur? Bu durumda kendine has bir ara form, yani kendi tabiatına karşı çılgınca mücadele veren, bir hayvan bilincine ait olan ve elde edemeyeceği çabasız bir "emniyetini" isteyen ve başarmaktan korktuğu insan bilincine isyan eden çaresiz bir yaratık olur. İHTİYACIMIZ OLAN FELSEFE-AYN RAND "
-
Objektivizm
Objektivizmin kıstası: AKIL ve REALİTEDİR Objektif Şeyler: İnsanın " duygu-düşünce-hülya ve kişisel çıkarlarından " bağımsız olarak, yani " neyse o olarak " var olan şeylerdir. Fiziksel bilimler, işte bu nedenle " Objektif Kriterleri " temel alır. Bu nedenle felsefe de " Objektif Kriterleri " temel alan bir bilimdir.Bu anlamda OBJEKTİVİZM: Objektif kıstasları temel alan, " DOĞRU'dan yana - YANLIŞ'a karşı TARAF " olan bir felsefedir. Bireyi temel almayan hiçbir sistem kalıcı, verimli ve doğru olamaz.Kolektivizm ve toplumculuk,subjektif bencilliğin maskesidir.Din-devlet-milliyet-sağ-sol, hangi kılıkta olursa olsun, kolektivizm:Bunlar adına bireyden “çıkarlarından fedakarlık” beklerken, “akıl-emek ve riski” inkar ederek, bireyi sömürmekten öte bir amaç taşımaz. Bireyi itaat etmesi gereken bir kul-köle olarak görür. Haydut-bürokrat-partili yamyamlar işte böylesi sistemlerde ön plandadırlar. Bunlar fırsatları değil, “insanları” eşitlemeye çalışırlar. Amaçları sefaletin kalkması değil,sefaletin felsefesini yaparak, aklımızı felç etmektir. Hiçliği-kulluğu-itaati-kamusal,dinsel v.s fedakarlıkları-zorbalığı öne çıkararak bireyin aklını felç ederek onun tercih haklarını gaspeden böylesi felsefeciklerin tuzağına düşmekten, ancak objektif bir felsefeye sahip olarak korunabiliriz. Yoksa bu yavuz hırsızlar her zaman ev sahibini bastırırlar.!!! Mesela “sosyal devlet” edebiyatı ile 30 milyar dolarlık telekomu sattırmayı engelleyip devleti yüzde yüz zarara sokar; bol keseden dağıtıp kamu açıkları oluşturur,yerli-yabancı sermayeyi kaçırtır, böylece devleti borç batağına sokup, yüksek faizle borç alma mecburiyetine sokar, sonrada “rantiyeciler” edebiyatına yatarak, devletin çamura yatmasını yani konsilidosyon yapmasını isterler. Sebeplerin değil sonuçların peşinde koşarak milleti kör kendilerini alim sanan bu aklıevvel budalalar, ne yazık ki egemendirler. Hepsi “devleti kurtarma” edebiyatı ile başa gelip onu yeme peşindedirler. Öyle ya “ya devlet başa, ya kuzgun leşe ..!”... İNSAN BİLGİSİNİN TEK ARACI “MANTIK” dır. Objektivizm insanın gerçekliği algılamak ve eylemlerine yol göstermek için tek aracın MANTIK olduğunu savunur. Mantık, insanın duyularıyla elde ettiği bilgileri tanımlayan ve düzene sokan işlemdir. Mevcudiyet duygu,his, dilek, umut ve korkularımızdan, bağımsız olarak vardır.MANTIK insanın hayatta kalmak için en temel aracı,AKILCILIK ise en yüksek erdemidir. Aklını kullanarak gerçekliği algılamak ve ona göre eylemlerde bulunmak insanın en ahlaki zorunluluğudur. Bu anlamda kendine yakışır bir şekilde hayatta kalması için gerekli herşey, insan için etik değer standartıdır.Ne kendisini nede başkalarını feda etmeyen insan,eylemlerinin tercihinde sorumluluk sahibi olduğunun da bilincinde olur. İnsanı tercih hakkı olmayan,“yaradılıştan” suçlu kabul edenlerin kavramsal çelişkisi ,insanı suçluluk duygusu içine hapseder.Tercihlerini ahlaka uygun kullanan insan ise hak etmediği bir suçluluk duygusunu kabullenmez. “Yaratıcı inancı” ile süre giden ahlaksızlık,soygun,jenosit ve savaşların önlenemediği gün gibi aşikardır. Rasyonel delillere rağmen ve rasyonel yollarla ispatlanmayan, yalnızca “iman” yoluyla kabul edilen inançlar bütünü olan “dogmatizm” , MANTIĞIN bastırılmasını ve bireyi kollektif bir bütünün kurbanı olarak gösterir. Böylesi dogmatik, kollektivist felsefe ve dinlerin bir sefalet imkansızlık ve umutsuzluk kültüründen başka bir şey yaratamamış olması da gün gibi ortadadır. İnsanın çaresiz, kaderine mahkum bir mahlukat olduğunu öne sürerek onun aklını ve mantığını inkar eden böylesi mistiklere verilecek en güzel cevap: “En yüce değerlerimizin: Mantık, Üretici amaç ve Kendine saygı”olduğunu söylemektir. Akılcı davranmak demek gerçeğe uygun davranmak demekdir. Duygular algılamanın aracı değildirler. Hislerimiz gerçeği anlatmaz, onlar gerçekler hakkındaki tahminlerimize dair izlenimlerdir. Duygular değer yargılarımızın sonucudurlar. Gerçeği reddederek eylemlerde bulunmak sadece yıkım getirir. Duygular sebep değil sonuçturlar. Mantığı ile duyguları arasındaki ilişkiyi doğru kurabilen insan, bu ikisi arasında bir çatışmaya, ya birini ya ötekini seçmek zorunda kalmaz. Yanıldığında çaba harcar eğer ön kabulleri yanlış ise düzeltir. Mantık-duygu dengesini kuran insanın bilinci mükemmel bir uyum içinde olur. Duygular düşmanı değil hayattan keyif almasını sağlayan araçlardır. Fakat rehberi duyguları değil aklıdır. Tersi davranış her ahlaksızlığın nedenidir ve bu kendine zulüm , başarısızlık ve yenilgiden başka bir sonuç doğurmaz. Kendisini ve başkalarını mahvetmekten başka bir şeyi de başaramaz. Sağcı-solcu-dinci-milliyetçi tüm bu kollektivist felsefelere karşı OBJEKTİF BİR FELSEFE birey için ekmek-su-oksijen kadar önemlidir. Bunların insanı kullanılacak bir robot -bir hiç- tercih hakkı olmayan bir varlık- alınteri, göznuru ve alınan risklerin sonucu üretilen değerleri ve zaferleri “tanrısal-kamusal veya toplumsal lütuflarmış” gibi göstermek istemeleri, BİREYİN MUZAFFERLİĞİNE duydukları nefreti dile getiren akıl dışı uydurmalardır. Gelişim,değişim ve devrimlerin lokomatifi olan; çalışkan-üretken ve kahraman bireyleri takdir, bunların lügatinde yoktur, ancak bunları göz boyamak için, bayramdan-bayrama anmaya da mecbur kalırlar. Felaketi yaratıp, sonrada bunun “tellallığını” yapmak gibi bir aczin içinde olmak,böylesi felsefeciklerin ortak noktasıdır. Ancak sonuçları ustaca kullanarak, sebeplerin üstünü küllemektede üstlerine yoktur. Başkalarını suçlamak-tesadüflere sığınmak-sol gösterip sağ vurmak- ve daha binbir suratla, işin içinden-ama özünde milletin bilinçsizliğinden- sıyrılmasını becerdiklerini sanırlar. Ama sonuçta uydurdukları masallar ayaklarına dolanır kalır. Ne hitler ne stalin ne de osmanlı var kalmayı beceremedi. İşte gerçek de bu, mızrak çuvala sığmaz ..! Bitki olduğu yerde SABİT beslenerek, hayvan AVLANARAK, insansa AKLI ile var kalabilir. Akıl dışı yamyamlıklar ile elde edilen ganimetler ise asla kalıcı olamaz .. OBJEKTİVİZM bireyin mutlu, sağlıklı, huzurlu ve üretken olmasını sağlarken; yamyamların provakasyonlarına kapılmamızı da önler .. Suni , yapay bölünmeleri kaldırarak “böl-yönet” tuzağını da bozar .. Objektivizm, insanın kendi içinde tutarlı, dürüst ve rasyonel bir yaşam tarzına sahip olmasını sağlamayı amaçlayan bir felsefedir...
-
hay başınıza "türban" taşı düşsün..!
hay başınıza "türban" taşı düşsün..! "CHP'li ali topuz ve deniz baykal"çetesinden:Malum kışkıtrma,yeniden gündeme taşınıyor..! Ülkemizin binlerce sorunu cevap beklerken, bunların hiçbirine somut çözüm önerisi getiremeyenler, halkımızı sahte gündemlerle aldattıklarını sanıyorlarlar.Ama güneş balçıkla sıvanamaz.Ve de,bu kafa ile muhalefet yapılamaz: İşte ülkemizin acil sorunlarına,acil somut öneriler: 1- Acil GÜNDEM: Parti içi Demokrasi Seçim Sistemi ve Hürriyettir. Bu temelde bir kanun EN GEÇ: 2005 yılı içinde çıkmaz ise yeniden Eski tas eski hamama MAHKUM olacağız. Yani bu kapsamda çıkacak bir KANUN 2006` da Geçersiz OLACAKTIR. Geliniz detaydaki AYKIRI fikirlerimizi muhafaza ederek OBJEKTİF bir PLATFORM OLUŞTURALIM..! 2- * DEVLETİN DİN ve EKONOMİ ile OLAN TÜM İLİŞKİLERİ ACİLEN KESİLMELİDİR * " Milleti Açlığa, Devleti Batağa ve Bireyi Namerde MAHKUM eden: ' STATÜKOCU-TAKİYYECİ DEVLETÇİ ' ler:TASFİYE EDİLMELİDİR. DEVLETÇİLİK AHLAKSIZLIKTIR 3- * SON 70 YILDA:”Hazine arazilerinin ne kadarı, kimler tarafından ve kimlerin aracılığı ile yağmalandığını? Devlet bankalarından alınıp da geri dönmemiş kredilerin dökümü NEREDE olduğunu? Kaç milyar dolarlık silah alınıp ve bunların miladı, ortalama ne kadar zamanda dolduğunu..?” ARAŞTIRIP, HESAP SORULMALIDIR....! 4- * 1980 CUNTA ANAYASASI TÜMDEN DERHAL DEĞİŞMELİ ( Anayasayı değiştirecek oya sahip hükümet ve benzer görüşte olduğunu açıklayan muhalefet: birtakım BAHANELER uydurmasın) 5- * PARTİLER KANUNU ve SEÇİM SİSTEMİ ACİLEN DEĞİŞMELİ ( Lider SULTASINA son verilmeli..) 6- * DAR BÖLGE - ÇİFT TURLU SEÇİM SİSTEMİ UYGULANMALI Birey : " VEKİLİNİ " kendisi seçebilmeli. Liderin değil, Bireyin Seçtiği KİŞİ " Millet VEKİLİ " olmalı. BİREY: " LİDERVEKİLİ " ni değil; " MİLLETVEKİLİ " ni seçmekte ÖZGÜR olmalı. 7- * Bor ve Diğer Yeraltı Kaynaklarımız Acilen Değerlendirilmeli.. ( 250 dolara ihraç ettiğimiz BOR madenimizi 250000 dolardan işlenmiş olarak neden geri alalım? NEDEN BİZ İŞLETMEYELİM...? NEDEN BİZ İŞLETMİYORUZ....!!??) 8- *Diyanet İşleri Başkanlığı derhal lav'edilmelidir. Laik bir devlette din DEVLET tekelinde olamaz.. DEVLETÇİLİK AHLAKSIZLIKTIR 9- * Askeri harcamalar kısıtlanmalı, genel kurmay bşk'nı: M.S. Bakanlığı emrinde olmalı.. Askeri ve Sivil Tüm İhaleler Saydamlaştırılmalı.. 10- * Yabancı Sermayenin Giriş İzni Tek İmzada Bitmeli... İhracata En az: 5 Yıl Vergi Muafiyeti Sağlanmalı.. 11- * HÜRRİYET: Önce HÜRRİYET Gerçekleşmeli.. ( En önce: Partiler içi demokrasi olmalı..) TSK’ni bir darbeye, üstelik de "genç subaylar" sıfatını kullanarak fütursuzca kışkırtan KİŞİLER acilen BULUNUP - YARGILANMALI.. 12- * Devlet Milletin HİZMETKARI olmalıdır. ( Devlet’ te amaç “ SİYASİ KADROLAŞMA ” değil: KÜÇÜLME olmalı...) 13- * KAMUSAL ALAN MİLLETİN OLMALI.. (Türban veya Mini takmak-giymek ve de İÇKİ içmek bireyin tercihine bırakılmalı...!)ALTI TRİLYONLUK ARSAYI, İKİ TRİLYONA SATANLAR ile ÜÇYÜZMİLYON $' lık Helikopteri; YEDİYÜZMİLYON $'a ALANLAR ACİLEN YAKALANIP YARGILANMALI.... " Hazine arazilerinin ne kadarının, kimler tarafından ve kimlerin aracılığı ile yağmalandığı, Devlet bankalarından alınıp da geri dönmemiş kredilerin dökümünün neden açıklanmadığı, Son 50 Yılda Kaç milyar dolarlık silah alındığı ve bunların miladının, ortalama ne kadar zamanda dolduğu...." ACİLEN AÇIKLANMALI ve HESAP SORULMALI... DEVLETÇİLİK AHLAKSIZLIKTIR 14- * SANAAYİMİZ ÖNÜNDEKİ TÜM ENGELLER KALDIRILMALI.. 15- * ADEMİ MERKEZİYETÇİLİK DERHAL SAĞLANMALI.. 16- *Öncelikle İHRACAAT'cılarımıza: MİNUMUM 5 YIL VERGİ muafiyeti sağlanmalı.. 17- *Ardından GİRİŞİMCİLERİN VERGİ YÜKÜ ACİLEN AZALTILMALI... 18- *Bu bağlam da ağırlık:KAYIT DIŞI EKONOMİ'nin DENETLENMESİNE verilmelidir. 19- * “ ASKER-SİVİL ve BÜROKRAT ”a ait tüm: “LOJMAN-VASITA-TATİL-SPOR-EĞLENCE-v.s” ler: ACİLEN satılıp, dış borçların ödenmesin de kullanılmalıdır. (Almanya ve Japonya’da ortalama 10/12 BİN devlet vasıtası varken:Ülkemiz de, neden 120 BİN vasıta VAR? ) DEVLETÇİLİK AHLAKSIZLIKTIR 20- * TBMM'nin YOLSUZLUK ve İNSAN HAKLARI ÇALIŞMALARI TRT'de CANLI OLARAK YAYIMLANMALIDIR... 21- * ZORUNLU ASKERLİK yerine GÖNÜLLÜ ASKERLİK sistemine geçilmelidir..
bencil
Φ Üyeler
-
Katılım
-
Son Ziyaret