Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

Puslugeceler

Φ Üyeler
  • İçerik Sayısı

    22
  • Katılım

  • Son Ziyaret

Puslugeceler Hakkında

  • Doğum Günü 09-09-1965

Diğer Bilgiler

Profil Bilgileri

  • Cinsiyet
    Erkek
  • Yer
    Balıkesir/turkey
  • İlgi Alanları
    kitap okuma, hikaye denemeleri yazma, seyahat,sinema

Puslugeceler - Başarıları

Yazar

Yazar (5/14)

  • İlk İleti
  • Ortak Nadir
  • Birinci Hafta Tamamlandı
  • Bir Ay Sonra
  • Bir Yıl İçinde

Son Rozetler

0

İçerik İtibarınız

  1. Puslugeceler doğum gününüz kutlu olsun!

  2. Puslugeceler doğum gününüz kutlu olsun!

  3. Puslugeceler doğum gününüz kutlu olsun!

  4. Puslugeceler doğum gününüz kutlu olsun!

  5. Puslugeceler doğum gününüz kutlu olsun!

  6. Puslugeceler doğum gününüz kutlu olsun!

  7. Puslugeceler doğum gününüz kutlu olsun!

  8. Yaptığı tablolar üzerine yapılan yorumlarda sanırım en az bu şaheserler kadar okur için hayranlıkla karşılanabilecek gizemli bir içeriğe sahip. Resim, müzik ve edebi yazılar, estetik zevkimizin anlatımında subjektif alandan aldığı mistik bir güçle insanların ilgisini haklı olarak daima üzerine çekmekte. Aralarında bir öncelik belirlemeye çalışmak doğru olur mu bilmiyorum fakat soruyu cevaplamam gerekecek olsa düşünmeden “ müzik ” derdim. Çünkü gözlerimi kapadığımda tamamen tını ile baş başayım. Bu ezgisel akışı tanımlamada bana da rol düşüyor. Resim de ise bu role bir sınır getiriliyor. Goya’nın tablolarını değerli kılan özellik nedir? Resim tekniği açısından mı cevap aramalı soruya yoksa ressamın hayal gücünün ulaştığı sınırları mı göz önünde bulundurmalı? Vermek istediği mesajlara mı odaklanmalı? O’nu sanat tarihinin unutulmazları arasına sokan özellik, yalnızca garip hayalet figürlerine yönelmiş olmasıyla açıklanabilir mi? Tarihin karanlık dönemlerine ait çalkantıları bunların etkisinde kalmış talihsiz bir ressamın haykırışıyla dillendirmesi eserlerine nasıl bir derinlik katabilir? Fakat ortada bir değer var ve iyi ki de var. Gördüğümüz, yaşadığımız, hissettiğimiz şeyleri resim, müzik, yazı gibi iletişim yöntemlerimizle ortaya koymazsak yarınlarımız bugünleri nasıl tanımlayabilir. Goya’nın çalışmalarında iki tipleme ve bunların bütündeki üstlendiği rol beni en çok etkileyen özellik oldu. Lorenzo karakteri Goya’nın bütün hayat görüşünün üzerine odaklandığı kilit imaj. İkiyüzlülüğün en ********* özelliklerini üzerinde toplayan bir karakter. Neden olduğu yıkımlarla birlikte kendini sorgulayan, arayışları olan birisi. Gelgitleri var. Fakat ihtirasları her fırsatta sağduyusuna hâkim oluyor. Yanlışlarını görmesine rağmen çözüm için attığı adımlarda kararsız ve ısrarcı değil. Zeka ve bilgisini içindeki barbarlığı kamufle etmede kullanıyor. Tutarsızlıklarını gizlemede bu nedenle başarısız. İdam edildiğinde yanında kimse yok. Sefalet ve rezillik içinde son buluyor yaşamı. Cesedi bir kağnı arabasına atılmış, oyun oynayan çocuklar ve köpeklerin ardına takıldığı arabayı izleyen tek bir çift bakış var oda Goya’ya ait. Kaçınılmaz sona mı bakıyor yoksa olmasını arzuladığı bir olaya mı? Kadın karakteriyle anlatmak istediği şey ne idi? Kaptırılan bir sevgili, sığınılacak bir liman yada bir dosta yardım isteği…Yada bu kurgunun tamamen ötesinde güne ait değerlendirmelerin resim yoluyla eleştirisi mi? A.Akdeniz
  9. Bahçesindeki çiçek tarhları, çakıl taşlarıyla bezenen yol boyunca ortadan ikiye ayrılmış sonbaharın artık kışa yaklaşan bu son günlerinde kendini iyiden iyiye hissettirmeye başlayan sabah soğuklarına inat, kırmızıdan yeşile bin bir güzellikteki renk tonlarıyla mevsimlik çiçekler geçip giden yaz günlerinin habercisiydi sanki. Adam, elindeki küreği yere bıraktı. Yorulmuştu. Haki renk montunun cebinden çıkardığı sigarasını yaktı. Derin bir nefes alarak ciğerlerini dolduran sigara dumanını içinde hapsetti. Sonra öksürük nöbetine tutularak, olduğu yerde sarsıla, sarsıla öksürdü. Hayır, diye söylendi. Bu mereti kaldırmıyordu artık bünyesi. Yeni yaktığı sigarasını öfke içinde yere fırlattı. Oturduğu taburede sırtını duvara yaslayarak gün ışığının artık etkisini kaybeden sıcaklığını vücudunda duymaya çalıştı. “Allah’ım ne kadar huzur verici bir etki uyandırıyor insanda” diye düşündü. Gözkapaklarını aralayarak başını gökyüzüne çevirdi. Sahi gökyüzüne bu gözle bakmayalı ne kadar olmuştu acaba! Orada uçuşan kuşların dansını seyretmek, pamuk, pamuk olmuş bulut kümelerinin sarmallar oluşturarak büyümeleri ya da dağılıp kaybolmaları ne kadar muhteşem bir görüntü veriyordu insana. Yorgunluğun tesiriyle adam, dalıp gitmişti. Gerçi bahçede öyle pek uzun süreli bir çalışması da olmamıştı ama gel gelelim ilerleyen yaşı ve ilgisizliği onu hayata bağlayan dirilikten mahrum bıraktığı için marazi bir ruh haleti içinde çabucak yorulmasına neden oluyordu. Uzaklardan kulağına kadar gelen köpek havlamaları onu daldığı derin uykudan uyandırdı. Olduğu yerde doğruldu. Eline aldığı kürekle çiçek tarhları için hazırladığı gübre yığınını karıştırmaya başladı. Sonra bunları küçük, küçük torbaların içine doldurarak sundurma altında bulduğu uygun bir boşluğa yerleştirdi. Zamanı geldiğinde gözü gibi koruduğu bu çiçekleri işte bu gübrelerle besleyecekti. Çevrede görüntüyü bozan dağınıklığı toparlaması uzun sürmedi. İşi bittiğinde bahçesine dönerek şöyle bir baktı. Renk, renk çiçekler, bulunduğu yerden kamelya önüne kadar bir halı yumuşaklığında dalga, dalga uzanıp yayılıyordu. O kamelya ne unutulmaz günlere tanık olmuştu bir vakitler. Mutluluğunu perçinleyen o müjdeli haberi aldığında o ahşap çatının altında çocuksu bir coşkuyla kendini tutamayarak haykırmıştı sevgisini…Meltem esintileri taşımış mıydı bu haykırışları onun duyabileceği şekilde. Bunu asla öğrenemedi ama onunla koca bir hayatı yaşamıştı bir yastıkta. Cihan Şah’ın Taç Mahal’i gölgede kalırdı bu görkemli bahçe yanında. Adam, mağrur bakışlarla son bir kez baktığı bahçeden usulca uzaklaştı.
  10. Puslugeceler

    Cama düşen yağmur damlaları

    Gökyüzünün kesif gri renkli yağmur bulutlarıyla kararan çehresi, az sonra sökün edecek sağanak yağmurun habercisiydi sanki. Bulutlar arasında başlayan elektriklenmeler gittikçe artmış, ufukta kayıp giden sicim gibi ışık dalgaları bir süre sonra beraberinde göğü yırtan büyük ses patlamalarını getirmişti. Bir orada bir burada, bazen de hemen yanı başımızda beliren yıldırımlar korkuyla irkilmemize, hemen sığınılacak bir yer arama telaşına dönüşür. Yaşlı kadınların dillerinde okunan dua ve salâvatlar, annelerinin ardına sokulmaya çalışan korku dolu minik yüreklerin sorgulayan bakış ve endişeleri, kasvetli manzaranın etkisini büsbütün arttırır. Yaratılış kimyamızda yer alan gerçeklik, şuur altından bilincimize akseder. Dile getirilmese de bir soru belirir zihinlerde; ötelere uzanacak manevi yolculuğumuzla ilgili. Bakışlar gizler bu telaşı. Güne dair bildik konuşmaların teskin ettiği bu hissiyat, depreşeceği başka fırsatları gözetlemek üzere yatışır bu kez. Bir problem uç verir mâ sivadan kendini alabilende. Hakikat, zihnin dışta olanı okumasında mı gizli yoksa zihindeki verilerin dışa açılımında mı? Hey hât, sorunun cevabı gün gibi aşikar, tefekkürle yoğrulan basirette. Lafz-ı Celâlin nakşedildiği kalpler, ilahi aşkın süt liman koyunda yaratılışın bir, bir kanunlarını okumakta. Cama düşen yağmur damlaları silip götürmekte toz ve kiri. Her bir damla üst üste eklenerek taşıyamadığı ağırlığın altında önce ezilmekte ve sonrada bir yolunu bularak süzülüp akmakta şeffaf zeminin sathında. Buluştukları yerde sel olup kendince meçhul bir güzergâha doğru ilerlemekte. Bu seyri seferinde kimileri için rahmet, kimilerine ise felaket getirmekte. Devri daimleri durmaksızın yinelenen bu çokluk, hayat vermek üzere kurgulanmış tek bir amaç için seferber olmuş gibi. Olgunun mekanik tekrarlarında bir intizam görülüyor fakat bu intizamda bir sıradanlıkta var. Eşyanın zorunlu itaatinde semere ancak bu kadar olsa gerek. Belli ki ilahi terennümü okumak “oku” emriyle teklif altına giren asil ruhların harcı olmalı. Yazan; A.Akdeniz www.hadrianapolis.net
  11. Mehmet’im, hani bir zamanlar kahramanlığın dillere destan olmuştu hatırlar mısın? Viyana kapılarından, Hindi Sin’e hükmün sürerdi cihanda. Adını duyan adalet ve şefkat nedir, bir kez daha hatırlar, o utanmak bilmeyen çehreler benzeri masallara konu olan destansı kahramanlığın karşısında utançtan kıpkırmızı kesilirdi. Mehmet’im bu günlere geldiğimizde değişen ne oldu. Sen O aziz vatanında sulh içinde sevda türküleri söylerken, bak yine afak kararmış, huzursuzluk senin bayrağını dalgalandırmadığın gönlerde soğuk metallerin gölgesinde kan kusar olmuş. Bu nasıl bir asli görevdir sana tarihin biçtiği, anlamak zor Mehmet’im. O çelik gibi bakışınla yola gelmek, o mağrur komutlarınla hizaya girmek zorunda kalıyorsa uygarlıklar, konuş Mehmet’im, konuş! Tarih senin sesinle yazılsın, dünya siyaseti senin elinde şekillensin. Engin bir tecrübeye sahip her kademedeki devlet erkânımız dünya kamuoyuna, Kuzey Irak’la ilgili aklıselim her tür tedbir ve önlemi alarak veriyorlar beyanatlarını. Söylemlerdeki ihtiyat, kendilerine duyduğumuz güven ve inancı bir kat daha perçinliyor. Umarım ihtiyatla söylenen her bir söylem yerini bularak aziz milletimin, geleceğe yönelik tedirginliğini giderir ve yukarıdaki dua ve temennileri okutmaz bize. Yazan; Aydın AKDENİZ www.hadrianapolis.net
  12. Gitarist genç, neşeyle o sezona ait popüler Latin Amerikan şarkılarını çalmaya başladı. O ara ana ışıklar söndürülmüş, duvar köşelerine yerleştirilen abajurlardan içeriye sızan renga renk ışık huzmeleri ortamın sıcaklığını arttırmıştı. Çiftler bulundukları masalardan kalkarak ortadaki boş alanda dans etmeye başladılar. Özge fincanındaki son kahve yudumunu bitirmiş,ardından, kendinden emin adımlarla ortadaki boş alana doğru ilerlemişti.Başta küçük vücut salınışları şeklinde başladığı dansı,temponun yükselmesiyle hızlanarak ahenk kazandı.Spot lambalarının renkli ışıkları loş salonda dolaştıkça özgenin görüntüsü bir belirip bir kayboluyordu.Yan masalardan birkaç genç,ortama ayak uydurmuş umutlu bakışlarıyla partnerlerini izliyorlardı.Karşı köşede oturan orta yaşlı çiftten bayan olan arada bir gülme krizleri geçirerek çevresini kahkahalara boğuyordu..Hayatın tüm neşesi bu toy yüreklerde coşkuyla atıyordu.Baş başa yapılan sohbetlerde ileriye yönelik cesurca karalar alınıyor,yap boz tahtasında en parlak,en canlı renkler kullanılarak geleceğin eskizleri çiziliyordu. Özge gönlünce doyasıya eğlenmişti o gece. Yılların üzerinde birikmiş tüm yorgunluğunu atmaya çalışmıştı. Emre bakışlarını kayıtsızca dans eden kalabalıklar üzerinde dolaştırırken bir ara özgeyle göz göze gelmişler, uzun süre bu şekilde kalmışlardı. Cemil arkadaşının bulunduğu masadan kalkarak hemen önünde dans etmekte olan Özgenin yanına yaklaştı. Onun omzunu tutarak; ‘ Özge yorgun görünüyorsun vakitte bir hayli geç oldu. Haydi, isterseniz çıkalım artık’ dedi. Grup evlerine yöneldiğinde saat gece yarısı bir buçuğu geçiyordu. Aynı akşam Özge’nin annesi kızları, Cemil’le birlikte dışarı çıktıktan hemen sonra evlerine oturmaya gelen üst kat komşusu Fatma Hanım’ı ağırladı. Fatma Hanım beş yıl önce trafik kazası geçirerek hayatını kaybeden kocasının ölümü üzerine Altınoluktaki evlerine yerleşmiş, artık yaz kış burada yaşamaya başlamıştı. Fatma Hanım’ın hiç çocuğu olmamış evlat hasretini komşularının çocuklarını severek, onlara ufak tefek hediyeler alarak gidermeye çalışıyordu. Gayet sıcakkanlı bir yaratılışa sahip olan Fatma Hanım, komşularınca da çok seviliyordu. Onun kendi çocuklarına gösterdiği yakın ilgi hoşlarına gider, bu nedenle onu aileden biri olarak kabul ederlerdi. Evliliklerinin ilk yıllarında çocuk sahibi olamayacaklarını öğrendiklerinde gitmedikleri doktor, başvurmadıkları muskacı kalmamış yinede sonuç alamamışlardı. Bunu üzerine çevrenin baskısıyla önce ayrılmayı düşünmüşler fakat bu arada birbirlerini ne denli sevdiklerini de iyice anlamışlardı. Aile büyüklerinin dargınlığına rağmen boşanmadılar. Üstelik yakın bir köyden, yoksul bir ailenin henüz iki yaşını yeni doldurmuş kız çocuğunu evlat edindiler. Canları gibi sevdikleri bu çocuğu itina ile büyütmüş, bir dediğini iki etmemişlerdi. Evliliklerini perçinleyen, mutluluklarını arttıran bu çocuğun gelişip büyümesi evin neşesini büsbütün arttırtmıştı. Ama bir gün çocuğun babası çıkagelmiş, düpe düz sessiz kalması karşılığında para istemişti onlardan. İstediği parayı alamayacak olursa çocuğa gerçeği açıklayacağını söylemeyi de ihmal etmemişti. Bunun üzerine karı koca baş başa vermiş, uzun tartışmalardan sonra durumu çocuğa kendileri açıklamışlardı. Zavallı çocuğun ana baba olarak benimsediği bu aileden ayrılışı çok hüzünlü oldu. Fatma Hanım günlerce kendini toparlayamadı. Aradan üç beş yıl geçmişti ki Fatma Hanım komşularından, o mendebur adamın az bir başlık parası karşılığında canının bir parçası haline gelmiş o zavallı çocuğu babası yaşında bir adama verdiğini öğrendi. Fatma Hanım yaşadığı onca acılardan sonra iyice yıpranmıştı. Şimdi altmış yaşında astım hastalığından muzdarip yaşlı bir kadın olmuştu. Altınoluk’un, Kaz Dağlarının denizle harmanlanan iklimi kendini iyi hissetmesine neden oluyordu. Üstelik yaz aylarının tatil boyunca süren kalabalık coşkusu onun yaşama olan tutkusunu arttırıyordu. Bu nedenle burada yaşamaktan zevk alıyordu. Komşularına sık, sık; ‘ Güneşin sıcaklığını kemiklerimde hissediyor, adeta yeniden diriliyorum kızım. ‘ derdi. Sıkıntılarını onlarla pek paylaşmaz, herkesin kendince çözülmesi gereken sorunları varken bunlara birde kendilerinin kini eklemeyi gereksiz bulurdu. Özge’nin annesi Zeynep Hanım birkaç yıldır tanıdığı Fatma Hanım’ı kapıda gördüğünde; ‘ Hoş geldin Safalar getirdin Fatma abla. Buyur içeri gel. Zaten çocuklarda az önce dışarı çıkmışlardı. Ne iyi yaptın da geldin. ‘ Fatma Hanım; ‘ Hoş bulduk Zeynep, yalnız şu elimde ki kabı alıver. Gelirken biraz aşure getirdim de. ‘ Zeynep Hanım; ‘ Şöyle alayım. Niye zahmet ettin be abla. Sen odaya geçerken bende şunu mutfağa bırakayım. ‘ dedi. Yukarıdaki hikâyenin nasıl tamamlanması gerektiği ile ilgi li görüşlerinizi iletirseniz çok memnun olurum. Sevgiler.
  13. Altına Hücum ve Charles Chaplin 1889 yılında Londra’da bir sirk oyuncusunun oğlu olarak dünyaya gelen Charles Spencer CHAPLİN, altı yaşında iken sahneye çıkarak Vodvillerde rol alır. 1919 yılında Fred Karno Vodvil topluluğu ile Amerika’ya gider. İlk defa “ Otomobil Yarışı ” adlı filmdeki küçük rolüyle beyaz perdede görünür. “ Şarlo ” karakteriyle toplumu hicveder. Chaplin, “ altına hücum ” , “ sirk ” , “ şehir ışıkları ” , “ büyük diktatör ” gibi filmleriyle sinema dünyasının unutulmazları arasındaki yerini alır. Sessiz sinema kuşağının en başarılı örneklerinden biri de şüphesiz onun “ Altına Hücum ” adlı eseridir. Chaplin bu film de zengin olma ümidiyle Alaska’daki altın madenlerine hücum eden binlerce insanın yaşadığı zorlukları anlatmaktadır. Şarlo’da bu binlerce maceraperestten biridir. Ne var ki fukaralığı nedeni ile diğerleri gibi yolculuğu boyunca ihtiyaç duyacağı alet, edevat ve erzak türü donanıma sahip olmadan başlar yolculuğuna. Alaska’nın kar ve buzullarla kaplı dağlarında tek başına ilerlemektedir. Ortanın biraz üzerindeki boyu ile şarlo şaşkın fakat kararlıdır. Yorgun ama yine de çeviktir. Elindeki bastonuna yaslanırken kara saplanıp yuvarlansa da hemen çabucak doğrulmaktadır. Esen rüzgar, başındaki eskimiş melon şapkayı metrelerce öteye fırlatıp atsa da o, bir çırpıda koşarak vücudunun ayrılmaz parçası olarak gördüğü bu şapkayı alıp başına koymaktadır. Sıska bedeni ile Alaska’nın dondurucu ayazı arasındaki tek şey, kullanılmaktan iyice yıpranmış ve nerede ise çaputa dönmüş, paltomsu şeydi. Ayaklarındaki büyük eski pabuçlar, o yürürken uçları biri doğuyu diğeri batıyı görecek şekilde hep dışa dönük olarak adımlanırdı. Şarlo yolculuğuna tirajı komik pek çok gelişmeyle birlikte devam eder. Filmdeki unutulmaz karelerden biri de, onun maden işçilerinin vakit öldürmek için gittiği bir bara girdiği sahnedir. Arkadaşıyla birlikte zengin bir altın damarını bulduğunu düşündükleri bir anda yaşadıkları talihsizlikten dolayı bunu kaybettiklerine inandığı bir dönemdir bu. Teselliye ihtiyacı vardır. Yalnızdır. Üstelik hayalperest insanların rekabet ve ihtiraslarıyla birbirlerini acımasızca hırpaladıkları bir ortamdır burası. Hiç kimseden beklentisi yoktur. Eğlenmekten çok, soğuktan korunmak için sığınmıştır buraya. Ayağındaki pabuçlardan birini yitirmiş, çıplak ayağını bir bezle sararak örtmüştü. Beline oturmayan pantolonu düşmesin diye elleri cebinde dolaşmak zorundaydı. Kimseye görünmeden tenha bir köşeye sızmaya çalışsa da başaramaz. Onun tuhaf görünümü, içerdekilerin dikkatinden kaçmaz. Alay ederler kendisiyle. Direnecek durumu kalmamıştır. O’da kendi haline gülerek katılır diğerlerine. Bu arada sahneye çıkan hanımı görür. Ne kadar da ulaşılmaz, göz alıcı bir konumdadır. Aradaki uçurumun farkında olduğu için o sadece düşleriyle avunmaktadır. Fakat talih bu kez yüzüne gülmüş, o hanım yanına gelerek kendisiyle dans etmek istemişti. Şarlo şaşkınlıkla yerinden kalkar ve hanımla dansa başlar. O da ne! Pantolonun belinden düştüğünü unutmuştur. Elindeki bastonun yukarı kıvrılan ucuyla düşen pantolonu tutmaya çalışsa da nafile bir çaba olur bu. Senaryo, aynı yoğunlukta espri ve dramlarla film boyunca akıp gitmektedir. Chaplin biz izleyicilerine ölümünden sonra, unutulmaz güzellikteki film ve senaryolarıyla şaheser bir miras bırakmıştır.
  14. Nedendir bilinmez, insan doğasında hep yaşadığı mekânlardan, tanıdığı yüzlerden uzak, yabancı ortamlarda kısa süreliğine de olsa adrenalini yükseltecek bir maceranın içerisine dalıvermek isteği güçlü bir şekilde bulunmaktadır. Bu isteği; yeteneklerimizle yüzleşmek, günün monotonluğundan uzaklaşmak, doğal yaşamla bütünleşmek, farklı kültürlerle tanışmak şeklinde tanımlasak ta sonuçta hayata bağlanmamızı kolaylaştıran temel içgüdülerimizden biridir bu. Avcılık, sörf, dağcılık, balıkçılık türü uğraşlarımız hep bu ihtiyacın giderilmesine yönelik. Fakat çoğumuz çeşitli sebeplerden dolayı bu tür uğraşlara yeterince zaman ayıramıyor. Erkekler, kahvehanelerde kadınlarımız ev ortamlarındaki sohbetlerinde bu özlemlerini teskin etmeye çalışsalarda görmenin, olayı yaşamanın zevkini vermiyor tabii olarak. İşte sinema tam bu nokta da devreye giriyor. İnsan zekâsı işe maddi boyutu ve pragmatizmi de katarak sanal ortamlarda özlediğimiz dünyanın kapılarını aralıyor bizlere. İyi de ediyorlar, yoğun tempolu mesai saatlerinden sonra sevdiklerimizle birlikte evlerimizde bir yandan yudumladığımız çaylar, öte yandan çocuklarımızın meraklı ve ısrarlı sorularına verdiğimiz isteksiz cevaplar arasında ekran başında geçirdiğimiz birkaç saatlik zaman, üzerimizden günün yorgunluğunu aldığı gibi gelecekte çocuklarımızın hatıralarında unutamayacakları anılar da bırakmaktadır. İlk bölümlerini zevkle izlediğimiz Karayip Korsanları adlı film, “ Dünyanın Sonu ” serisiyle sinemaseverlerin beğenisine sunulmuş. Korsan tiplemesinde Johnny Deep’in performansını korsan türü filmlerin tutkunu olarak şahsen ben mükemmel buluyorum. Sınır tanımayan gözü pekliği ve uçarılığı kıvrak bir zekâ ile bütünleşerek aranan tiplemeye uygun bir görüntü veriyor. Keira Knightley isimli hanım oyuncu maceraya atılmaya hazır, aristokrasinin soğuk ve duygusallıktan uzak katı kurallarından bunalan eğitimli bir saraylı karakterini, kadınsı duyarlılığın tüm zarafetini usta oyunculuğu ile bütünleştirerek performansında sergiliyor. Aksiyonun film boyunca bunaltıcı olmadan dengelendiği seri, özellikle çocuk izleyiciler için hazırlanmış imajı bırakıyor. Teknolojinin sinema dünyasında da alabildiğince yaygın olarak kullanıldığı günümüzde, güçlü senaryolarla desteklenmiş şiddetten uzak akıl dolu filmler görmek istediğimizi yönetmenlere hatırlatmak umarım biz izleyicilerin en doğal bir talebi olarak algılanır. En içten saygı ve sevgilerimle…
  15. Dr. Masura Emoto, su kristallerinin fotoğraflarını çekerek bunları bir kitapta yayımlayan ve suyun kristalleri aracılığı ile bir anlamda kâinattaki pozitif ya da negatif elektriklenmenin aynası olduğunu iddia eden bir bilim adamı. “ suyun verdiği mesajlar ” isimli kitabını henüz okumadım. Mağaralarda ki akustiğin duyum eşiğimizin dışında kalan ses titreşimlerini ve mıknatıslanmaları absorbe ederek bunları vücut kimyamızın yararına olacak şekilde dönüştürdüğüne dair bir fikri egzersiz geliştirirken böyle bir yazıyla karşılaşmak doğrusu bir hayli ilgimi çekti. Gerçi alternatif tıbbî arayışlara yaklaşım da son derece dikkatli olmak gerektiğini düşünüyorum ama öte yandan bunları tamamen göz ardı edilemeyecek değerler olarak buluyorum. Dr Emoto’ya sorulan birkaç soru ve bunlara verdiği cevapları alıntı yaparak yorumlamaksızın aktarıyorum. Elimdeki metin, yazarın ismi üzerine yaptığım sörfler neticesinde edindiğim bilgilerden oluşuyor. Dr. Emoto suyun kendisini ifade ettiğini düşünüyor. Çok soğuk bir odanın içinde güçlü bir mikroskop ve yüksek hızda çekim yapabilen fotoğraflar ile yapıyor çalışmalarını. Bu teknik ile henüz oluşmuş olan su kristallerini fotoğraflıyor. Yeryüzündeki dillerin tabiatın titreşimlerinden meydana geldiğini ve dolayısıyla suya negatif ya da pozitif olarak konuşulduğunda bu titreşimlere göre su kristallerinde bir şekillenme olduğunu iddia ediyor. Aktaracağım konu şimdilik bu kadar. Bildiğim kadarıyla psikoloji de şöyle bir tespit var; “ şartlanma ile bakılan objeler, bize gerçeği değil de obsesyonlarımızı algılamamızı sağlar ” Bu nedenle duyduğumuz her doğruyu hemen kabullenmek yerine hangi amaçlarla söylendiğine bakmamız ve ihtiyatlı olmamız gerekir diye düşünüyorum.
×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.