Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

abdullah çatlı

Φ Üyeler
  • İçerik Sayısı

    40
  • Katılım

  • Son Ziyaret

abdullah çatlı - Başarıları

Araştırmacı

Araştırmacı (4/14)

  • İlk İleti
  • Ortak Nadir
  • İçerik Başlatan
  • Birinci Hafta Tamamlandı
  • Bir Ay Sonra

Son Rozetler

0

İçerik İtibarınız

  1. köy enst. jakoben ve baskıcıdır..Türkiyeyi geriletmiştir...bunların kapatılmasıyla komünizm tehlikesi önlendi..kim ister öle jakoben yapıyı
  2. lübnana asker gönderme emrini veren hangi mason acaba veya loca
  3. RAHAT UYU REİS arkanda koskoca gençlik var.sindiremeyenler olsada
  4. ABDULLAH ÇATLI KAHRAMAN BİR ŞEHİTTTİR haluk kırcının ifadesindekiler doğrudur ..ben zaten inkar etmiyorum..o zararlı(devlete zararlı)gençlerin temizlenmesi gerkiyordu ÇATLIda temizledi..iyide etti,daha yeni Çatlılarda yetişiyor hiç merak etmeyin devlet her zaman rejimi tehlikeye sokanları temizlemeye hazırdır. ABDULLAH ÇATLILAR TÜKENMEZ
  5. benim gözlerim çekik saf Türküm çünkü Orta Asya dan geldim Türk olmaktan gurur duyuyorum yalnız yağmur benim diğer müslüman kardeşlerimi dışladığımı nereden çıkardın ırkçılık ayrı milliyetçilik ayrıdır bu ülkenin adı niye Türkiye cevap verirmisin bide şu soruma hala cevab alamadım peygamberimiz buyuruyorki VATAN VE MİLLET SEVGİSİ İMANDANDIR bunu açıklarmısın Türkiyede yaşayıp Türklerden utanmak nasıl bir duygu
  6. mit ve devlet adamları devlet içiin çalışır ve temizledikleri zaralı insanlar devlet için temizlenmiştir..iyide olmuştur ama sol örgütler tamamen devleti yıkmak amaçlı çalıştıkları için(çünkü solun amacı demokratik cumhuriyeti yıkıp yerine dikta rejimi olan sosyalizm i getirmektir)onların yaptıkları eylemler yasadışı terör eylemidir yani devletin yaptıkları mubah ve sevaptır..
  7. zaten bunlar devletin gizli bilgileri her önüne gelen bilseydi bilgi olmaktan çıkardı...
  8. YANİ ASFALT sen massonların varlığını inkar ediyorsun o hafife aldığın masonlar bugün iranı ırakı lübannı filistin i Türkiye yi karıştırıyor.uyumamak lazım bir konuda haklısın 80 li yılların komünistleride masonların hizmetindeydi
  9. Asalayı çökertmiş ! PKK yı niye çökertememiş.! ---------------------------------------------------------------------------- SAYIN ASFALT TARİH BİLGİNİZ OLMADIĞI BURADAN ANLAŞILIYOR. sayın ,Abdullah Çatlı 3 kasım 1996 yılında şahadet şerbetini içmeden önce yeşil lakaplı mahmut yıldırımla beraber (ki kendiside büyük bir şahsiyetttir)pkk yı çökeltmek üzere devlet tarafından görevlendirildi,mahmut yıldırım çok iyi Kürtçe bildiği için pkk nın içine sızdırıldı,çatlıda dışarıdan pkk yı çökelticekti,fakat aklıevvel başbakanımız meydanlara çıkıp biz pkk nın içine adam soktuk diye operasyonu meydana çıkarması yüzünden Milli İstihbarat Teşkilatı operasyonu geri çekmek zorunda kaldı bu yüzden pkk yı çökeltme görevi ertelendi... biraz tarih öğrenip gelin karşıma yaa atıp tutmayın basından öğrendiklerinizle
  10. KÜRESELLEŞME NAMLUSUNDA SANAL MİLLİYETÇİLİK GÖKÇEN ÇATLI Yaşamakta olduğumuz yüzyılın bu son dönemine post-modern dendiğini artık hepimiz biliyoruz. Post-modernlik, gerçeklik olarak kabul ettiğimiz herşeyin katıldığımız topluma bağımlı olduğunu ileri sürer. Saltık gerçeklik yoktur. Tersine, gerçeklik katıldığımız gruba görelidir. O halde hak, özgürlük, türe, güzellik vb. gibi kavramlar geçersizdir. Tümü göreli gerçeklerdir. Benim için hak, onun için özgürlük, senin için türe, ona göre güzel. Buraya kadar herşey güzel ama her akımın başka bir güçlüğe karşı oluştuğunu (ya da tersini) düşünürsek, post-moderlik küreselleşmeyi doğurmuştur diyemez miyiz? En azından etki, tepkiyi doğurur mantığından hareketle. Günlük hayatta çokça kullandığımız “zevkler ve renkler tartışılmaz” mantalitesine dahi aykırı olan küreselleşme, Napoléon’un ünlü “para para para” tabiriyle hortlamış olan Avrupa’lı bir canavar olamaz mı? Diyelim ki renkler de, zevkler de tartışılır ve herkes için en güzel renk beyaz, en hoş zevk de tatil yapmak olsun. Beyaz üzerine kurulmuş olan bir dünyada sürekli tatil yapan insanlar... imdat demez mi insan? Elbette bu örnek pek bir abartılı kaçtı ama Avrupa Birliği’ne üye toplumların yapılarındaki benzerlikler, yanılmalardan ibaret olamaz mı? Kişiler, toplumları oluşturuyorsa olur ama toplum yaratılarak, bireylere yön veriliyorsa olmaz. Ben kişilerin toplumları oluşturduğu fikrini benimseyenlerden olduğumdan, bir ideal yapı üzerine inşa edilmiş siyasal bir birliğin, 9 şiddetinde bir depremle çökeceğini biliyorum. Küreselleşme, benzersizliklerin birleşmesini öngördüğünden, katı surette dengeli bir yapı kuramayacaktır. Çünkü benzerlikler barışı sağlasa da, benzemeyen yönler de ayrılığın imkansız olduğunu gerektirmez. 1980’li yılların ortalarında kapitalist dünya ekonomisinin yaşadığı sorunlara Harward, Stanford, Princeton gibi ABD işletme okullarında çare bulmaya çalışanlar, küreselleşme fikrini icat etmişlerdir. Küreselleşme kavramı bugün İMF, OECD, Dünya Bankası gibi uluslar üstü finans çevrelerinin desteği ile, dünya insanlığının tek kurtuluş reçetesi olarak reklamı yapılıyor. 6 yaşındaki kuzenim bana IMF’nin nerede olduğunu sorduğunda, durumun vahimiyetini daha iyi anladım. Küçük kuzenim İMF’nin bir ülke olduğunu sanıyor olmalı. Ne acı değil mi? “Batı jargonuyla şu globalleşmeyi” biraz daha deşelim. Küreselleşme, bütün dünya ülkeleri için tek merkezciliktir. Bu da geniş bir alanda, dar bir kapsamda bir sıkışmadır. Tek kültürlü bir dünyanın sistemleştirilmesidir. Dünya Coca-Cola ve hamburger pazarı ile ekonomik olarak genişlemiş, çeşit olarak daralmıştır. Dünya tek bir pazar halini almıştır. Yani sermayenin pazarsız, işçilerin ulusal oldukları bir pazar. Buna göre kamu mülkiyetleri özelleştirilerek, devlet kavramı ortadan kaldırılmak isteniyor. Yaradılışa tezat, tarihe inat, geleceğe menfaatle bakan bir canavarın gözüyle elbette. Peki küreselleşme özetle neler yarattı: Bilgisayardaki para dolaşımı, kumarhaneciliğe dönüştü. Etnik ve bölgesel savaşlar çoğaldı. Dinsel alan yeniden güç kazandı. Cemaatçilik arttı. Mikro-milliyetçilik hareketleri, fanatiklik düzeyinde geri dönüş yaşadı. Dünya küçüldü ama yalnızlık büyüdü. Durum bu iken insanın aklına, “İnsanlık tarihi” sonuna mı geldi diye düşünmeden edemiyor. Hoş, bana göre karamsarlığa düşmemizi gerektiren küreselleşmenin IMF tarzındaki boyutları siyasette, demokraside ve serbest piyasa ekonomisinde insanlığın son evresine ulaştığını sistemleştirilmeye çalışarak, kendisini “tanrılaştırmış” böylece dünya ekonomisin çok uluslu şirketler aracılığı ile yönlendirilmesini ve ulus devletlerin etkinliğini yitirmesini dayatmış, Amerikan yaşam biçimini ve Hollywood kültürünü tüm dünya insanlığın vazgeçilmez hayat tarzı haline getirmekle, neredeyse bütün dünyayı aynılaştırarak yasal düzenlemelerle demokratik hukuk devletlerini de tehdit etmeye başlamıştır ama... Bir günde dünyada dolaşan para, Japonya’nın bir yıllık ticaret gelirinden fazla. İngiliz malı, Japon malı, Amerikan malından söz ederken aslında bu malların Kore’de üretilmiş, montajının Malezya’da tamamlanmış, Taiwan’da bir araya getirilmiş ve sonrada yapılmış olması gereken ülkeye (satışının yapıldığı yere) gönderildiğine hep birlikte şahit olmaktayız. İletişim sektörü ve medya gittikçe Amerikanlaşan bir global kültürün egemenliği altına girdi. Bu anlayış ulusal devletlerin, uluslararası mali sermaye karşısındaki pazarlık gücünü de azaltıyor. Bu süreç dışa karşı zayıf, ancak içeriden halkın taleplerini göz önüne almayan baskıcı hükümetler yarattı. Çünkü hükümetler kendilerini seçen halka, verdikleri sözlere önceliği tanımıyor, önceliği uluslararası mali sermayeye veriyorlar. Böylece yabancı sermaye cezbediliyor. Durum böyle olunca da demokrasi, seçmen ve kamuoyu denetimini-etkinliğini yitirdi. Yoksulluk ve işsizlik kronikleşerek, bireysel zenginlikler ve gösteriş çirkin boyutlara ulaştı. Bireysel zenginliklerin karşısında da güçsüzler hep kaybeder oldu. Giderek de onlara ait hiçbir şey kalmayacak. Çünkü küreselleşme ile birlikte maddiyat değerlendi. Bugün bu oluşuma karşı duranlar, 19. yüzyılın değer yargılarını taşımakla, dinozorlukla suçlansa dahi artık büyük bir çoğunluk, küreselleşmenin olumsuz etkilerini sorguluyor. Çünkü o da krize girmedi mi? Örneğin Bill Clinton’un danışmanı Benjamin Barber “Jihad versa McWorld” adlı kitabında, küreselleşmenin McWorld kavramını tüm dünya insanlığına nasıl dayattığını ve sonuçlarının endişe verici boyutlara ulaştığını açıklıyor. Coca-Cola, Levi’s, Kentucky Fried Chicken, MTV... ABD’nin kendini pazarladığı bir vitrin haline geldi. Ekonominin evrenselleşmesi bu nedenle tehlikeli boyutlara geldi. Çünkü bu tek tip kültür, yöresel farklılıkları, ulusların egemenliğini ve demokrasiyi tehdit ediyor. Bunu en net biçimde Le Monde, New York Times, Die Zeit gibi gazetelerin ekonomi sayfalarında görebiliriz. Çünkü tekeller yoğunlaşmıştır. Burada tek tip dünya vardır. Politika sayfalarına baktığımızda ise kabile, sivil, etnik savaşlarla bölünmüş bir dünya görülür. Buradan anlaşılacağı üzere küreselleşme ile birlikte yerel sorunlar çoğalmıştır. Örneğin Tokugava - Edo dönemindeki (1603-1867) Japonya, merkezi feodalite sistemindeyken, Hıristiyan misyonerlerin kendi topraklarında dini propaganda yaptıklarını anlayınca, kapılarını dış dünyaya kapatmış ancak bunun yanlışlığını, Meiji döneminde (1867 - 1912 ya da 1945) görerek, hızla endüstrileşmeye yani çağdaşlaşmaya başlayarak, Amerika’nın yardım paketi adı altında sömürüsünü reddetmiş ve mucizesini tek başına kalkınarak tüm dünyaya göstermiştir. Onlar, gelişmekte olan ülkelere acil reçete gibi önerilen İMF programlarını kabul etmeyerek, aslında küresel yardımın, yerel yardımlardan daha tehlikeli olduğunu görmüşlerdir. Aslında benim fikrimce Japonya bir mucize gerçekleştirmemiştir. Beklenmedik olanı yapmıştır. Batılılaşma yerine çağdaşlaşmıştır. Bu nedenle Japon mucizesi değil, Japon çağdaşlaşması demek doğrudur. Elbette Evren Paşa gibi kapıları dış dünyaya kapatmak çözüm değildir ama her türlü üretimden de geri kalarak düşünce fakiri olup, özenti zenginliğinin patronlarının ekmeğine de bal sürmeye lüzum yok. Çünkü küreselleşmeye çanak tutanlar trafikte mendil satanları, emeklilik kuyruğunda bekleyenleri göremezler. Bu da aslında benim çok hor gördüğüm bir davranış değildir. Erdemli bulmadığım ve erdemli olması gerektiğini düşündüğüm insana yakıştıramadığım bir davranıştır. Evet, zenginlik küreselleşirken, fakirlikte kendi kaderine terk ediliyor. Küreselleşme toplumu ikiye bölmüştür. Bir tarafta fakirliği kişinin kendi suçu sayan İngiliz felsefesi, diğer tarafta komşunun açlığını kendi kabahati sayan bir Türk Atasözü. Öyle ki küreselleşmeye göre zenginler: Az sayıdadır; mobiller yani seyahat alanları sınırsızdır çünkü onlar dünyalıdırlar; bütün imkanlarlardan yararlanabilirler çünkü parayı verip, düdüğü çalmaz çaldırtırlar. Küreselleşmeye göre zengin olmayanlar: Sayıları çoktur ve gittikçe çoğalmaktadırlar; İmmobilizedirler çünkü alanları kısıtlıdır, onlar bölgeseldir; imkanları kısıtlıdır çünkü paraları ancak gıdalarına yeter; bence en vahimi kimlik bunalımı yaşamaktadırlar. Elbette bu tür bunalımdır daha evvelden de vardı ama kronikleşmemiş boyutta idi ve orta tabaka diye bir sınıf vardı. Küreselleşme canavarının yarattığı iki uç arasındaki en büyük fark, zaman-mekan farkıdır. İnsanlığın ayrı zamanlarda, farklı mekanlarda geçirdiği bu evre bana canlı canlı katliam geliyor. Soruna kaybedenlerin yani düdüğü çalamayanların tarafından bakanlar, ucuz popülarizm ile suçlanıyorlar. Çünkü burada esas oğlan küreselleşme olduğundan, yerelleşme ile kendi kaderlerine terk edilen ikinci grubun immobilize olmaları gerekçesiyle, çölde kendini arayan zaman fukarası post-modern insanının, bu tarz yerel sorunlarla yolundan edildiği düşünülüyor. Çünkü milliyetçilik, fakir adamın haddine mi düşer o önce karnını doyursun deniliyor. Olur! Başka? Sana ne kardeşim! Git paranı say. Politika-hükümet-devlet, gittikçe zayıflamaktadır. Bunun en büyük sebebi, ekonomik çöküşe çare bulunmamasıdır. Bu nedenle çağımızda devlet evlilikleri yapılmaya başlandı: Avrupa Birliği’nin Euro yani tek parayı geçişi bu evliliğin göstergesidir. Kuması olur mu acaba? Modern bürokrasinin etik bir otorite halini aldığını, dolayısıyla insanların iyi ve kötü arasında tercih yaparken, bireysel sorumluluklardan kendilerini azad ettikleri bu zorlu çağda, kötülük öznelleşmiştir. Çünkü etik olan bu çağda yıpranmıştır.Bu noktadan hareketle bir Türk deyimini hatırlatmak isterim: “Bana dokunmayan yılan kırk yıl yaşasın” “Gemisini kurtaran kaptan” Yeni taşınan kapı komşumuzla aylarca tanışmayız; kalabalık caddelerde gözlerimizi koyu renkli güneş gözlükleri arkasına saklarız; başkalarının acılarını her gün daha çok duyar hale geliriz ama doğrudan ilgilenmeyiz; ahlaki sorumluluklar almaktan gittikçe daha çok korkar oluruz... Elbette ki hepimiz bunlardan haberdarız. Ancak bu “farkındalığımız” bizi ahlaki potansiyeli yüksek özneler haline getirmiyor. Ya da özlem duyduğumuz o yakınlığın bizden uzaklaşmasını görebilmiş olmakta çözüm oluşturmuyor. Philip Dick’in “Androidler Elektrikli Koyun Düşler mi?” romanın, beyaz perdeye uyarlanışında (Bıcak Sırtı) bir kadın şöyle der: “Ama sonra bunun sağlıksız olduğunu düşündüm. Yani yaşamın boşluğunu hissetmek... Sadece burada, bu binada değil. Her yerde. Hep tepkisiz kalmak... Fakat bu tepkisizlik eskiden bir akıl hastalığının belirtisi olarak tanımlanıyordu. Adı da geçerli tepki eksikliği idi...” Ne de doğru söylemiş. Akıl hastalığı düzeyinde tepkisiz kaldığımız bu post-modern dönemde, insanların siyasi ve ahlaki sakatlığı küreselleşmiştir. Nasıl mı? Alışveriş tutkusu ile sürekli eli boş gezinen, elinde bir kumanda ile kanal kanal vakit öldüren, nereye giderse gitsin kendini yabancı hisseden, mekansal olarak sürekli dolaşan ama gerçekte evinden ve alıştığı ilişkilerden başka yer keşi yapmayan alışkın, yaşamı riskler ve tesadüfler bütünü olarak algılayan oyuncu... Bu figürlerin hepsinde insan yalnızdır: Barda, alışverişte, kalabalık tatil mekanlarda karşılaştığımız insanlar, aslında birer yüzeyden başka bir şey değildir. Çünkü dünya kalabalıklaştıkça, biz daha az insana dokunmaktayız, daha çok yalnızlaşmaktayız. Tam buradan yola çıkarak size eğitimini aldığım bilim dalında yeni öğrendiğim ve beni oldukça umutlandıran bir gerçekten bahsetmek istiyorum. Bunca karamsarlığın içinde yeni bir ahlaki potansiyel ortaya çıkacaktır. Çünkü benlik, sorumluluktan kurtulamaz. Ötekini kendiyle düşünmek ister. Ben demekten ziyade, biz demek ister.
  11. TÜRKLERİ KİM ADAM EDER!? GÖKÇEN ÇATLI Öncelikle adet yerini bulsun diye, yeni yıl dileğimi sunayım: Yeni nurunuz kutlu olsun, eskisini aratmasın ama unutturmasın da. Dikkatinizi şu satırlara çekmek istiyorum: ABD’de 1851’de Henry J.Raymond, George Jones, B. Wesley tarafından kurulan ve 1896’da Adolph S. Ochs tarafından satın alındıktan sonra ciddi bir yayın organı niteliği kazanan New York Times, 14 Aralık 1918’de bakınız bizler için neler yazmış: “Bize göre Türkiye’nin düzenli bir yönetime kavuşabilmesi için tek çare, ülkenin Avrupa’nın çeşitli ülkelerinden derlenmiş bir yabancı yöneticiler grubunun denetimi altında yönetilmesidir. Kendi kendilerini yönetmekten aciz olduklarını ispatlayan Türk’lerin üstün bir kuvvet tarafından denetlenmesi kaçınılmaz bir zorunluluktur.” Londra’da epeyce kulis yapan bu zihniyet, Türklerin ABD tarafından adam edilme talebiyle rafa mı kaldırıldı dersiniz? Bizim bakamadığımız, bakmaktan aciz kaldığımız ya da aciz bırakıldığımız, eskilerin deyimiyle koca imparatorluğumuzu, astığı astık kestiği kestik kudretli ulusumuzu “öteki” yönetmek istermiş... Namus anlayışımıza, var olma sebebimize, tabiatımıza aykırı gelen ne varsa “çabuk sindir” diye verilen gaddarca bir emir gibi. Dayanamıyorsan kendini uçurumdan at der gibi... Çok şükür yara bere içinde de olsa o yılları atlatabildik peki ya şimdi? Başı dik milliyetçi kardeşlerimizin verdiği mücadele örneğiyle “sindirmiyorum” “seni atmaya gücüm yok ama kendimi de uçurumdan atmıyorum” “emrini geri iade ediyorum” diyebilme cüretini gösterenler ve bu doğrultuda harekete geçenlerin de “icabına bakıldığı” bu yıllarda, delikanlılık gibi milliyetçilik de fayda etmiyor. Öyle ki devlet, milli odaklarına sırtını çevirince çağdaş; devlet millileriyle omuz omuza mücadele edince de malum damgayı yiyor. Bugün AB, İMF, Dünya Bankası gibi uluslar üstü kuruluşların, küresel pazarda Batı ve ABD’nin sözcülüğünü yapmasıyla, toplumların kaderi maddesel boyuta iyice çekilmiştir. “Paran kadar milliyetçi ol” zihniyetiyle, gelişmekte olan ülkeler tehdit edilmekte ve nazikçe budala muamelesi görmektedir. Bugün Türkiye’ye baktığımızda: elimizi sallasak koloni halinde üreyen yabancı kuruluşlara ve onların elemanı sıfatıyla hizmet veren Türk işçilere; iç politikadan ziyade dış politikanın endeksiyle karar alan bir hükümete; biz kimiz, ne sever, ne sevmeyizden ziyade onlar bizi nasıl sever, nelerin acilen reformu yapılmalı gibi teslimiyetçi bir Türkiye portresi görüyoruz. Öte yandan, tek partili bir yönetimle de küreselleşmenin bir modelini seçmiş oluyoruz: ya bu ya hiç! New York Times’in 1918’deki yazısına tekrar dönecek olursam... ABD’nin Japonya’ya attığı “Hiroşima atom bombası” ardından maddi-manevi enkaza dönen Japonya, ABD’nin görevlendirdiği Mac Arthur yönetimi sayesinde bugünlerin güçlü ülkesi haline gelebildi (!) Demek ki Batı’nın yöneticilerinde bir keramet var dersem sakın inanmayın, yalan. Kimi araştırmacı-yazar-çizer, Batı güdümüne girmenin faydalarını sıralarken, Japonya’nın ABD sayesinde nasıl bir mucize yarattığını iddia ediyor da bu sebeple konuya değindim. Bir kere Japonya, ne Batı ruhu ne de Batı yardımı yahut Batı teslimiyetçiliğiyle kalkınmıştır. Tam tersine Japon ruhunu geliştirdiği, kültürünü eğitim haline getirdiği ve ben zihniyetinden ziyade biz demeyi her türlü işte başarabildiği için enkazını onarabilmiştir. Yani Batı’nın kerameti vs. yok. Bu yalanlara aldanmayalım. Ama ne yazık ki AKP, Osmanlı İmparatorluğu yıkılma aşamasındayken Batı’ya hayranlık besleyen ve teslimiyetçi zihniyetleriyle bugün hainlikle suçlanan Damat Ferit’çilere benzer bir siyasi mantaliteyle hareket etmektedir. Ne benim için, ne de bu ülkeyi sevenler için hükümetini beğenmemek-suçlamak marifet değil. Hatta utanç verici. Ama bölgesel mevzularımızda küresel davranan; sinir yoklaması yaparcasına Kıbrıs müzakerelerinde “el çocuğu” gibi davranan; bam tellerimize hücum eden; milli hadiselerde modern; dini hadiselerde tutucu davranan bir hükümete de kimse kusura bakmasın koltuk çıkmak bana göre değil. İnanın içime sinen milli bir davranışları olsa, yine devlet terbiyesinin köleliğiyle, esas duruşa geçerim ama böyle gayri ciddi ve dalga geçercesine yönetilmek istenilince de, bizlerin 1918’de adam edilme hadisesinin hortladığını düşünmeden edemiyorum.
  12. DÜŞÜNCELERİM... GÖKÇEN ÇATLI Bütün dünya ülkelerinin, ortak bir sorununa dikkatlerinizi çekmek istiyorum. İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana, dünyada olduğu üzere Türk siyasi hayatında da lider krizi yaşanmaktadır. Peki, doğru liderler mazide mi kaldı? Elbette ki iyiler hep geride kaldı mantalitesine sahip değilim ve bu doğrultuda, geçmişteki siyasilere de kesinlikle dönelim demiyorum. Ben hep ilerlemekten, eskiyi iyi yönleriyle geleceğe taşımaktan, dejenerasyonsuz yeniliklerden yanayım. Esas derdim şunlar: Eski liderler, sevap-günahlarıyla yönetime gelip, sevap-günahlarıyla koltuğu devrederlerdi. Günahlar, “bölgeseldi” ve şimdikilere nazaran daha az can yakmaktaydı. Öyle ki ülke, ülkeye savaş ilan ediyor; ordusu iyi savaşan, kaybettiklerinin üzüntüsünü kazandıklarıyla gideriyordu. Oysa şimdi kazanan, savaş ilan edilmeden belli. Kazanan hep aynı. Kazanan günahkar. İletişim sektörünün çağ atlamasıyla, eskiden kalma Bizans entrikalarını artık tarih, tarih olmadan öğrenme imkanlarımız mevcut. Bu sebeple, ülkeler şeffaf politikalar izlemeseler dahi, gerçekleri anında öğrenebilmek eskisi gibi espiyonaj işi değil. Buralardan hareketle ben, yeni dünya siyasi anlayışını,, insanlılğı küçük düşürdüğünü ve ahlaksal olarak değerlerle dalga geçtiği için yüz kızartıcı buluyorum. Liderlik vasıflarına sahip ve bu vasıflara, sandık sonrası bağlı kalan bir tane lider bile ne yazık ki yok. Hükümetler, halkın taleplerine sağır kesilerek, devrilen Saddam rejiminden farklı mı hareket etmiş oluyorlar. ABD’nin aylarca diline doladığı Saddam hakkında, artık tek satır kelam etmemesi ne lakayit bir siyasettir. Dünyayı, olası terör saldırısı dehşetiyle aylarca diken üstünde tutan ABD yönetiminin, şu an ki suskunluğu anlamsız gelmiyor mu hepimize. ABD’nin, karşısında telaşa kapıldığı Saddam’ın sokak arası çetelerden meğerse bir farkı yokmuş! Bu nasıl bir terör anlayışıdır ki, ani başladığı gibi aniden kesiliverdi. Bunlar bana hiç inandırıcı gelmiyor. Bir olay ancak bir manipülasyonla, bu denli popüler edilir ve aynı şekilde aniden gündemden düşürülür. Başlangıcından bu yana, iddia edilenin tersini düşündüğüm bu sahte ve kasten yaratılmış terör olaylarının insanlık tarihi açısından vebali elbette sapık yönetimlerin iktidarlarından kaynaklanmakta ama onlar hala iş başında. Yönetimlerin bu denli çirkinleşebileceğine şahit olmak utanç verici. Bir Türk olarak, yanı başımızda cereyan eden Irak açık arttırımında, Türkiye’nin bu oyuna alet olmasını ve ses çıkarmamasını görmek, ne büyük işkence. Türkiye elbette fena rezil edildi ya da kendisi rezil olmayı seçti. Daha geçen yıla kadar Türkiye’nin büyüklüğünden baseden Irak’taki aşiret başlarının, bugün ülkemize meydan okurcasına diklenmesi, ne büyük fiyasko. Bugün ekonominin iyileşmesinden yana beyanatlar veren AKP hükümeti, Türkiye’nin haysiyetine zarar veren dış politikası hakkında ne diyecek? Birileri hakkında sürekli olumsuz düşünmek, aklı selim biri için pek kolay değil ama Türk siyasi hayatının haysiyetinin kalmadığını görünce dil de, el de sivrileşiyor işte. Gönül de, dil de, el de dış politikada milli; iç politikada küresel kararlar alan bir yönetim hakkında övgüler yazmak istiyor. Bu özlemim dolayısıyla, hükümet karşıtı olduğum için aldığım devlet terbiyemden utanıyorum. --------------------------------------------------------------------------------
  13. merak etme şu an MİT te çatlı kaynıyor bu arada Çatlı faşist(italyan milliyetçisi) değil,Türkçüydü kavramları karıştırma komünizm veya türevleri ortaya çıkınca ezmek için bekliyor hepsi
  14. bunun islamiyetle ne alakası var dipnot amacın islamiyete mi çamur atmak yoksa yolsuzluğamı kuranın neresinde yazıyor yolsuzluk yapın diye
×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.