Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

doganceym

Φ Üyeler
  • İçerik Sayısı

    10
  • Katılım

  • Son Ziyaret

doganceym - Başarıları

Çaylak

Çaylak (2/14)

  • İlk İleti
  • Ortak Nadir
  • Birinci Hafta Tamamlandı
  • Bir Ay Sonra
  • Bir Yıl İçinde

Son Rozetler

0

İçerik İtibarınız

  1. Herkese merhaba... Bu aralar çok meşgul olduğum için cevap veremiyorum. Zamanım çok kısıtlı. Ama bir kaç gün içinde yazdıklarımı açıklayarak tekrar göndereceğim....
  2. Sevgili kardeşim d... Yazdıklarından tasavvuf ehli ve ehl-i kalb birisi olduğun anlaşılıyor. Yazdıklarından bir çoğuna katılmakla birlikte eğer muhatabın ben isem yazıklarımda vahdet-i vücud meselesi ile ilgili bazı anlaşılamayan yerleri açığa kavuşturmak için bir parça eklemeyi burada uygun buldum. Madem Kamil abileren bahsettin. Ben de bu Kamillerden en önde gelenlerinden nakşibendi tarikatının güneşi ve müceddid-il Elfüsani İmam-ı Rabbani'nin Mektubat-ı Rabbani'de geçen vahdet-i vücud meselesi ile alakalı sadece bir mektubunu aynen buraya koyuyorum. Daha bunun gibi bir çok mektubu da var onları da şiddetle okumanızı tavsiye ederim... Saygılarımla... "Bu mektûb, kölelerinin en aşağısı olan bu fakîre, ya’nî [(Mektûbât)ın birinci cüz’ünü toplamakla şereflenen] Yâr Muhammed Cedîd-i Bedahşî Talkânîye yazılmışdır. Tesavvuf büyüklerinin üç dürlü olduğu ve herbirinin hâlleri bildirilmekdedir: Tesavvuf büyükleri “kaddesallahü teâlâ esrârehüm” üç dürlüdür: Birincilere göre, âlem, ya’nî bütün varlıklar, Allahü teâlânın yaratması ile dışarda vardır. Âlemde bulunan herşeyin özelliklerini de Allahü teâlâ yaratmışdır. İnsanları cism olarak bilirler, madde olarak bilirler. Bu cismi de, Allahü teâlâ yaratmışdır derler. Yokluk denizine öyle dalmışlardır ki, ne âlemden haberleri vardır, ne de kendilerinden haberleri vardır. Başkasının elbisesini giymiş kimseye benzerler. Bu elbisenin kendilerinin olmayıp başkasının olduğunu bilirler. Böyle bilmeleri o kadar artar ki, elbiseyi, sâhibinde bilirler, kendilerini çıplak sanırlar. Böyle bir kimseyi (Sekr), şü’ûrsuzluk hâlinden kurtarıp, (Sahv) şü’ûrlu hâle getirirlerse, ya’nî Fenâdan sonra Bekâ ile şereflendirirlerse, elbiseyi kendi üzerinde görür. Fekat, başkasının olduğunu iyi bilir. Çünki önceki Fenâ, şimdi bilgi ile birlikdedir. Elbiseye tutulması, bağlılığı hiç kalmamışdır. Bunun gibi, kendi üstünlüklerini, iyiliklerini, elbise gibi başkasının bilirler. Fekat, bu elbiseyi vehmde, hayâlde bilirler. Dışarda elbise yokdur. Kendilerini çıplak sanırlar. Böyle görüşleri, öyle çoğalır ki, vehmdeki elbiseyi de atarlar. Kendilerini çıplak bulurlar. Sekrden kurtulup sahva gelince, vehmdeki elbiseyi de yanlarında bulurlar. Fekat, birinci şahsın Fenâsı tâmdır. Bundan hâsıl olan Bekâsı da dahâ olgundur. Bunu, inşâallahü teâlâ dahâ sonra açıklayacağız. Bu büyükler, Ehl-i sünnet vel-cemâ’at âlimlerinin “rahmetullahi aleyhim ecma’în” Kitâbdan ve sünnetden çıkardıkları ve sözbirliği ile bildirdikleri îmân bilgilerinin hepsine, öylece inanırlar. Kelâm âlimleri ile bunların arasında hiçbir ayrılık yokdur. Kelâm âlimleri, bu bilgileri öğrenerek ve düşünerek bulmuşlar. Bunlar ise, keşf ile, zevk ile anlamışlardır. Bu büyükler, âlemin Allahü teâlâya hiçbir bakımdan benzerliği, bağlılığı yokdur derler. Nerede kaldı ki, Onun kendisidir veyâ parçasıdır demiş olsunlar. Allahü teâlâ, Mâlikdir, yaratıcıdır, insanlar ise, Onun kullarıdır ve mahlûklarıdır derler. Kendilerini hâl kaplayınca, bu bağlılığı bile unuturlar. Tâm fenâ ile şereflenirler. Tecelliyât-i zâtiyyeye kavuşurlar. Sonsuz tecellîlere mazhar olurlar. Tesavvuf büyüklerinin ikincisi, âleme Hak teâlânın zılli, görüntüsü derler. Fekat bunlar da, âlemin dışarda mevcûd, var olduğuna inanırlar. Bu varlık, kendi varlıkları değildir. Bir görüntü gibi varlıkdır derler. Bu varlıklar, Allahü teâlânın varlığı ile dışarda mevcûddür derler. İnsan ile gölgesi gibidir. Bir insanın gücü yetse, kendi sıfatlarını, özelliklerini, meselâ bilgisini, gücünü, irâdesini, hattâ acı ve tatlı duymasını, kendi gölgesine de verebilse, meselâ o gölge ateşe rastlarsa acı duysa, aklı olan ve âdetlere uyan bir kimse, o gölgenin sâhibi acı duydu demez. Üçüncü kısm âlimlerinin böyle dediklerini aşağıda göreceğiz. Bunun gibi, insanların kötü işlerinin hiçbirine, Hak teâlânın işidir denilemez. Meselâ gölge, kendi isteği ile hareket etmiş olsa, gölgenin sâhibi olan kimse, hareket ediyor denilemez. O kimsenin gücü ile ve irâdesi ile hareket ediyor denilebilir. Böylece, mahlûkların işlerini Allahü teâlâ yaratmakdadır. Kötü şeyleri yaratmak, kötü değildir. Belki kötü şeyleri yapmak ve kesb etmek kötüdür. Tesavvuf büyüklerinin üçüncüsü, vahdet-i vücûde inanırlar. Hâricde yalnız birşey vardır derler. Bu bir varlık, Hak teâlânın zâtıdır, kendisidir derler. Âlem hâricde yokdur. İlmde vardır derler. Varlıkdan hiçbir koku tatmamışdır derler. Bunlar da, âlemi Hak teâlânın zılli bilirler. Fekat, bu zıl olan, görüntü olan varlık his mertebesindedir. Doğrusu dışarda hiçbirşey yokdur derler. Hak teâlânın zâtında kendi sıfatları ve mahlûkların sıfatları vardır bilirler. Bu sıfatların yukardan aşağı azalma derecelerini, mertebelerini sayarlar. Her mertebede, o bir zâtı, o mertebeye uygun özelliklerde birlikde bilirler. Acıyı, tatlıyı duyan hep odur. Fekat vehmde, hisde var olan bu zıl, gölge gibi perdeler arkasında durmakdadır derler. Bunların sözlerinin akla ve islâmiyyete uymayan yerleri çokdur. Böyle yerlere cevâb vermek için çok sıkıntı çekerler. Bunlar da, kavuşmuş ve kavuşdukları derecelere göre yükselmişdir. Fekat bunların sözleri, müslimânların yoldan çıkmalarına sebeb olmakda, ilhâd ve zındıklığa sürüklemekdedir. Birinciler en kâmil, çok tâm ve sakatsız ve Kitâba, sünnete uygundurlar. Sakatsızlıkları ve uygunlukları meydânda ise de, olgun ve temâm olmaları şöyledir ki, insanın varlığının birkaç mertebesi, çok latîf ve maddelikden çok uzak olup, başlangıca benzemekde, oraya tâm bağlılığı bulunmakdadır. İnsandaki, (Hafî) ve (Ahfâ) böyledir. Bunun için, birçokları, sırrın Fenâsına kavuşdukları hâlde, bu mertebeleri başlangıcdan ayıramamışlar. Böylece (Lâ ilâhe) derken, bunları yok bilememişler, bunları başlangıc ile karışdırmışlar, birleşdirmişler. Kendilerini Hak teâlâ sanmışlar, dışarda [ya’nî ilmde ve vehmde değil, bunların dışında] yalnız Hak teâlâ vardır. Bizim hiç varlığımız yokdur demişler ise de, dışarda çeşidli eserler bulunduğundan, ilmde var olduklarını söylemişlerdir. Yine bundandır ki, (A’yân) ya’nî eşyâ, varlıkla yokluk arasında bir geçiddir demişlerdir. Mahlûkların varlıklarının mertebelerinden birkaçının başlangıcdan başka olmadığını görerek, varlıkları lâzımdır diyemedikleri için, varlıkla yokluk arasında geçid olduklarını söylemişlerdir. Böylece, mahlûklara vâciblikden birşey bulaşdırmışlardır. Bu şeylerin, mahlûkların olduğunu, fekat ismde ve görünüşde olsa bile, Vâcibe benzediklerini anlamamışlardır. Bu şeyleri başka bilselerdi ve mahlûkları Vâcibden tâm ayırsalardı, kendilerini Hak teâlâ olarak hiç görmezlerdi. Âlemi, Hak teâlâdan ayırırlardı. Varlığın bir olduğunu sanmazlardı. Bir kimseden eser bâkî kalmadıkca, kendinden eser kalmadığını bilse bile, kendini Hak bilmez. Bu da, onun kısa görüşlü olmasındandır. İkinci âlimler, her ne kadar bu mertebeleri de başlangıcdan ayrı gördüler ve (Lâ ilâhe) derken yok bildiler. Fekat, aslın zıl ile olan bağlılığından dolayı, bunların varlıklarının artıklarından birşey, mevcûd kaldı. Çünki, zıllin asla bağlılığı vardır. Zıl ile aslın başkalığı görüşlerinden gayb oldu. Birinci âlimler, Peygamberlerin sonuncusuna “aleyhi ve aleyhim minessalevâti etemmühâ ve minettehıyyâti ekmelühâ” çok bağlı oldukları için, mahlûkların bütün mertebelerini, Vâcibden ayırdılar. Bunların hepsini (Lâ ilâhe) derken yok etdiler. Mahlûkların Vâcib ile hiçbir bağlılığını görmediler. Ona hiçbir benzerlikleri yokdur dediler. Kendilerini, güçsüz, kuvvetsiz bir kul olmakdan başka bilmediler. Onu, kendi sâhibleri ve yaratıcıları olarak bildiler. Kendilerini sâhib sanmak veyâ Onun gölgesi sanmak, bunlara çok ağır gelmekdedir. Arabî mısra’ tercemesi: Herşeyin sâhibine gelen ne, toprağa düşen ne? Bu büyükler, herşeyi Hak teâlânın mahlûkları bildikleri için severler. Herşey, gözlerine sevgili görünür. Mahlûkların kendileri gibi, işleri de, Allahü teâlânın mahlûku oldukları için, hepsine boyun eğer, beğenirler. Hiçbir işi beğenmemezlik etmezler. İslâmiyyetin beğenmediği şeyleri, islâmiyyete uydukları için beğenmezler. Tevhîd-i vücûdî sâhibleri, herşeyi, Hak teâlâya mazhar oldukları için, hattâ Ondan başka olmadıkları için, sevdikleri ve boyun bükdükleri gibi, bu büyükler, Hak teâlânın mahlûkları oldukları için sever ve teslîm olurlar. Fârisî mısra’ tercemesi: Yolların nerden ayrıldıklarını iyi gör! Sevgili az sevilse de, ondan başka olmıyan şeyin de, o kadar sevileceğini herkes bilir. Fekat, sevgilinin kullarını, yapdıklarını ve kölelerini sevebilmek için, sevgilinin çok sevilmiş olması lâzımdır. Bu büyüklerin vilâyet makâmlarının en sonu olan (Abdiyyet), ya’nî kulluk makâmından tâm payları vardır. Bu seçilmişlerin hâllerinin doğru olduğunu gösteren en kuvvetli delîl, işâret, keşflerinin hepsinin Kitâba ve sünnete ve islâmiyyetin açıkca bildirdiği şeylere tâm uygun olmalarıdır. İslâmiyyetden kıl ucu kadar ayrılmamışlardır. Ey Allahımız! Muhammed aleyhisselâm hurmetine “sallallahü teâlâ aleyhi ve alâ âlihi ve selleme ve bâreke”, bizleri, bu büyükleri sevenlerden ve onlara uyanlardan eyle! Bu satırları yazan dervîş, önce tevhîd-i vücûdîye inanıyordum. Çocukluğumdan beri tevhîd bilgileri içindeydim. Buna inancım tâmdı. O zemân tevhîd hâllerim de yokdu. Tesavvuf yoluna girince, önce tevhîd yolu açıldı. Çok zemân, bu yolun makâmlarında dolaşdım. Bu makâmlara uygun çok bilgiler edindim. Tevhîd-i vücûdî sâhiblerine gelen hâller ve çözülemiyen bilgilerin hepsi, keşflerle ve akıp gelen bilgilerle çözüldüler. Çok zemân sonra, bu dervîşi başka bir nisbet, bağlılık kapladı. Bu nisbet kuvvetlenince, tevhîd bilgileri durdu. Fekat, o bilgileri yine beğeniyordum, inkâr etmiyordum. Böyle uzunca bir zemân geçdi. Sonunda, onları beğenmez, inanmaz oldum. Bu mertebenin çok aşağı olduğunu ve zıl makâmlarına yükselmek lâzım geldiğini gösterdiler. Fekat, bu inkârım elimde değildi. Bu makâmdan ayrılmak istemiyordum. Çünki tesavvuf büyüklerinin çoğu, bu makâmda bulunmakdadır. Zıl makâmına yükselince, kendimi, bütün âlemi, zıl, gölge gibi buldum. Yukarıda bildirilen, ikinci âlimler gibi oldum. Önceki makâmdan, buraya çıkardıklarını istemedim. Çünki, vahdet-i vücûdü dahâ yüksek biliyordum. O makâm, buna tâm uygundu. Büyük bir ni’met ve merhamet olarak, (Zıl makâmı)ndan da yukarı götürdüler. Abdiyyet, kulluk makâmına ulaşdırdılar. Bu makâmın dahâ olgun olduğu göründü. Yüksekliği anlaşıldı. Önceki makâmlardan pişmân oldum. Tevbe etdim. Bu dervîşi, bu yollardan geçirmeselerdi ve birbirlerinden üstünlüklerini göstermeselerdi, bu makâma getirilmekle alçaldığımı zan edecekdim. Çünki önceleri, Tevhîd-i vücûdîden dahâ yüksek makâm yok sanıyordum. Doğruyu açığa çıkaran, Allahü teâlâdır. Doğru yolu gösteren yalnız Odur. Bu fakîrin mektûblarında ve kitâblarında ve belki her sâlikin sözlerinde bulunan bilgilerin ve ma’rifetlerin, başka başka olması, kavuşulan makâmların başka başka olmalarındandır. Her makâmın bilgileri, ma’rifetleri başkadır. Her hâli bildiren söz başka olur. Görülüyor ki, bilgilerde başkalık, ayrılık yokdur. Ahkâm-ı şer’ıyyenin zemânla değişdirilmiş olması gibidir. Bu sözleri, te’assubla, inâd ile karşılamayınız! Sallallahü teâlâ alâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ Âlihi ve sellem! "
  3. dostum selamlar... öncelikle şunu söylemeliyim ki daha önceki yazımda vurglamak istediğim bazı şeyler vardı onlara kısaca tekrar değinip konuya gireceğim... 1. Kendi vahdet-i vücud anlayışın tasavvufdakinden farklı olmakla beraber kendi içinde tutarsızlıkları var. Bununla birlikte vahdet-i vücud meselesinin çokça vartaları da var. Buna tarih şahiddir. Ayrıca kur'anın tarif ettiği yolun vahdet-i vücud olmadığına da kat'î kanaatim var. 2. Vahdet-i vücud meselesi ilmi değil hali bir histir. Onu hakiki manada hissedemeyen kainatı yokluk perdesine atamaz. Bunu açmıyorum ama ne demek istediğimi anlamak istiyorsan mektubat-ı rabbani de vahdet-i vücud meselesinin açıklandığı yeri tavsiye edebilirim. 3. Ayetlerle sabit olan imtihanı inkar ediyorsun. Bunun ne kadar tehlikeli bir şey olduğunu sen daha iyi bilirsin. 4. Biz kesinlikle Allah'ın şurada veya burada olduğunu savunmuyoruz ona bir mekan tayin etmiyoruz. 4. Bence en önemlisi de bu. Allah'ın bazı isim ve sıfatlarını diğer bazılarından ayrı düşünerek açıklama yapamazsın. Yani demek istediğim Allah'ın fiilleri, bir ismi diğer ismini cerh edecek şekilde gerçekleşmez. Senin bu konuda büyük problemlerin olduğuna inanıyorum. Örneğin Allah Cabbardır ama aynı zaman da Adildir ve Hakemdir de. Ehaddır ama aynı zamanda Hâlıktır, Rahmandır, Rahimdir. Bilmem anlatabildim mi? Senin yazılarında hep bazı isimleri vurgularken bazılarına da ters düşecek açıklamalrın olduğunu düşünüyorum. Neyse gelelim konumuza... Önce benim anladığım adalet kavramına sonra da şu cüz'-i ihtiyari meselesine... Benim adalet anlayışıma göre adalet iki çeşittir: Biri müsbet, diğeri menfîdir. Müsbet ise, hak sahibine hakkını vermektir. Şu kısım adâlet, bu dünyada apaçık bir şekilde ihâtası vardır. Bu müsbet adalette; Herşeye hassas ve mahsus ölçülerle vücûd vermek, sûret giydirmek, yerli yerine koymak; her hak sahibine istidâdı nisbetinde hakkını vermek, yâni vücûdunun bütün ihtiyaçlarını, bekâsının bütün cihâzâtını en münâsib bir tarzda vermek(buna hukuk-u hayat deniliyor); Hem Cenab-ı Hakk'ın, istidâd lisanıyla, ihtiyâc-ı fıtrî lisanıyla, ızdırar lisanıyla sual edilen ve istenilen herşeye daimî cevap vermesi vardır. Yani ben bir birim olarak herkese eşit dağılımın adına adalet demiyorum. İkinci kısım menfîdir ki, haksızları terbiye etmektir(ve haklıların hakkını haksızlardan almaktır). Yâni haksızların hakkını, tâzib ve tecziye ile veriyor. Şu kısım gerçi tamamıyla şu dünyada görünmüyor. Fakat o hakikatın vücudunu hissettirecek derecede işaretler ve emareler vardır. Örneğin: Kavm-i Âd ve Semûd'dan tut, tâ şu zamanın mütemerrid kavimlerine kadar gelen sille-i te'dib ve tâziyane-i tazib, gâyet yüksek bir adâletin hükümran olduğunu hads-i kat'î ile gösteriyor. Bu adalet ise kendini tamamiyle ahirette gösterecek. Ve sanırım senin adalet anlayışında bu ikinci kısıma yer yok... Üstelik benim adalet anlayışıma göre evet Allah sünnetullah denilen bir anayasa koymuş. Ama bu güçlü olan güçsüz olanı ezer kuralına göre koyulmuş bir anayasa değil. Belki yardımlaşma, düzen, ölçü, adalet, rahmet, kerem, hikmet vb. hakikatler üzere kurulu bir anayasa. İnsan bedenindeki gıdaların hücrelerin imdadına şevk ile koşarcasına ilerlemeleri, koca güneş ve ayın hiç bir şekilde hadlerinden tecavüz etmeyerek hayat sahiplerinin imdadlarına koşmaları, güçlü olan ebeveynlerin güçsüz ve iktidarsız çocuklarının etrafında pervane gibi yardımlarına koşmalrı adeta kendi hayatlarını onlar için feda etmeleri, hayvanların insanların yardımına koşmaları sence çarpışmak mıdır? yoksa yardımlaşma, rahmet ve kerem mi? ve senin verdiğin örneklerde de hep bu nazarla bakılmalıdır. Eğer sadece bazı vahşi hayvanların ve zorba, zalim insanların haraketlerine göre hükmedersek öyle vahim sonuçlar ortaya çıkar ki sadece bir tanesini söyleyeyim; Güçlü olan zalim insanların güçsüz mazlumlara zulmü cezasız olurdu. Dolayısıyla firavun, haccac-ı zalimden tut, ta üstün ve güçlü ırk biziz diyen hitler, mussolini ve staline bugünümüzde amerika ve mafyalara kadar bir çok birim davalarında haklı olurlardı. Nasıl olsa düzeni koyan böyle koymuş olurdu. o düzene göre hareket etmek de ceza şöyle dursun belki tebriki gerektirirdi. Yanlış düşünmüyorumdur umarım. Gelelim şu cüz-i ihtiyari meselesine.. Ama ben mevcudatın varlığına inandığım için ona göre açıklama yapacağım; 1.Öncelikle her insan kendinde bir cüz-i ihtiyari olduğunu vicdanen hisseder. Yani ben elimi kaldırıp indirdiğim zaman, şu anda cevap yazıyorken veya sen bunu okurken, bunları zorla değil de isteyerek ve tercih ederek yaptığımızı vicdanına sorsan evet diyecektir. evet kainatta o kadar şey vardırki mahiyeti bizce meşhul olduğu halde vücudu kat'idir. Cüz'-i ihtiyaride bunlardan biridir. Yani insan rüzgarda savrulan bir yaprak gibi hareket etmez. 2. Kader denilen şey ilm-i ilahinin bir ünvanıdır. İlim ise malumata tabiidir. Yani nasıl olacaksa onu öyle bilir. dolayısıyla kader bizim cüz'i ihtiyarımızla nasıl tercih yapacağımızı bildiğimizden cüz'i ihtiyariyi red etmez belki destekler. Yoksa ilim düsturları, birşeyin vücuda gelmesinde esas değildir. Çünkü bir şeyin vücuda gelmesi iradeye ve kudrete bakar. Bununla birlikte ezel denilen şey; mazi silsilesinin bir ucu değildir ki ona göre bir zorunluluk düşünülsün. Belki ezel; geçmiş gelecek ve anı birden tutan bir ayna gibidir. Yani Cenab-ı Hakkın ilmi zamanlı mukayyed değildir. Bunu anlamak istersen bir örnek vereyim; Senin elinde bir ayna bulunsa sol tarafını geçmiş sağ tarafını da gelecek olarak düşünsek o ayna yukarılara çıktıkça içine aldığı daire genişler ve daha sonra bir tertib ile o sağ ve sol tarafı içine alabilir. o dairede meydana gelen olaylar birbirinin önünde, sonunda, engel denilemez. İşte kader, ilm-i ezelîden olduğu için; ilm-i ezelî, hadîsin tâbiriyle: “Manzar-ı â'lâdan, ezelden ebede kadar herşey, olmuş ve olacak, birden tutar, ihâta eder bir makam-ı â'lâdadır.” Onun için Allah'ın ilminden hiç bir şey kaçamaz ama O'nun bilmesi bizim hareketlerimizi zorunlu hale getirmez. 3. Kader sebeble sebebden ortaya çıkana bir bakar. Yâni, şu müsebbeb, şu sebeble vukua gelecek. Öyle ise denilmesin ki: “Mâdem filân adamın ölmesi, filân vakitte yazılıdır. Cüz'-i ihtiyarıyla tüfek atan adamın ne kabahati var, atmasaydı yine ölecekti?” Soru: Niçin denilmesin? Cevab: Çünki: Kader, onun ölmesini onun tüfeğiyle tâyin etmiştir. Eğer onun tüfek atmamasını farzetsen, o vakit kaderde olmayan bir ilişkiyi farzediyorsun. O vakit ölmesini ne ile hükmedeceksin! Ya Cebrî gibi(Senin fikrin de buna uyuyor); sebebe ayrı, müsebbebe ayrı birer kader tasavvur etsen veyahut Mu'tezile gibi kaderi inkâr etsen, Ehl-i Sünnet ve Cemâati bırakıp fırka-i dâlleye girersin . Öyle ise, biz ehl-i hak deriz ki: “Tüfek atmasaydı, ölmesi bizce meçhul.” Cebrî (ve muhtememlen sen de) der: “Atmasaydı yine ölecekti.” Mu'tezile der: “Atmasaydı ölmeyecekti.” 4. Soru: “Mâdem katli halkeden Hak'tır. Niçin bana katil denilir? Cevab: Çünki: dilbilgisi kuralınca yapan yani özne, masdardan üretilir (yani katil ile katletmek gibi). Yoksa o masdardan ortaya çıknalrdan türetilmez. Masdar kesbimizdir, katil ünvânını da biz alırız. Mastardan ortya çıkanlar ise, Hakk'ın mahlûkudur. Mes'uliyeti gerektiren eden birşey, mastardan hasıl olan şeyden türetilmez. Yani bir kişinin kesbi, o mastarı kendi üstüne alması, kazanması ve istemesidir denilebilir. Daha sonra Cenab-ı Hak bu mastarın (burada katletmek olsun) oluşması için gerekli şeyleri yaratır(Tetiğe basma, kurşunun çıkması, adamın vücudunu delmesi canının kabzedilmesi gibi). Yani sen ihtiyarınla seçersin Allah'da ona göre yaratır. 5. İnsanın İrade-i cüz'iyyesi ve cüz'-i ihtiyariyyesi gerçi zaîftir, bir emr-i itibarîdir(yani hariçte bir vücudu yoktur), fakat, Cenâb-ı Hak ve Hakîm-i Mutlak, o zaîf cüz'î iradeyi, irade-i külliyyesinin ortaya çıkmasına bir şart-ı âdi yapmıştır. Yâni mânen der: “Ey abdim! İhtiyarınla hangi yolu istersen, seni o yolda götürürüm. Öyle ise mes'uliyet sana aittir!” Teşbihte hatâ olmasın, sen bir iktidarsız çocuğu omuzuna alsan. Onu seçimde serbest bırakıp, “Nereyi istersen seni oraya götüreceğim” desen. O çocuk, yüksek bir dağı istedi, götürdün. Çocuk üşüdü yahut düştü. Elbette “Sen istedin” diyerek kızıp üstünde bir tokat vuracaksın. İşte Cenâb-ı Hak, Ahkem-ül Hâkimîn, nihayet zaafda olan abdin iradesini bir şart-ı âdi yapıp, irade-i külliyyesi ona nazar eder. Bu şekilde yapması onun külli iradesine bir halel getirmez bir noksanlık olmaz. Ben kendi fikrimi açıkladıktan sonra şimdi de senin fikirlerini biraz eleştirmek isityorum müsaade edersen... 1. "Insanin herseyin özüde bir olduguna göre onlarin suursuz ve cansiz oldugunu söyliyemezsiniz herhalde." Her şeyin özünün bir olduğuna katılmamakla birlikte cansız olmadıklarına da katılıyorum. Çünkü islamiyette cansız tabiri kullanılmaz "cemadat" yani donuklar tabiri kullanılır. 2. Cenab-ı hakkın ihtiyarımız olmadan taktir ettiği senin de bahsettiğin şeyler imtihana tabii değildir. Dolayısıyla onlardan hesaba çekilmeyiz. Dolayısıyla ihtiyarı ve (veya) nefs-i emmaresi olmayan ve şeytanın da musallat olmadığı canlılardan da sual sorulmaz. Ahiret gibi bir şeyden hesap gününden de bahsediyorsak bu ihtiyar ve nefs sahipleri için olmalıdır. Yoksa haşrin bir manası kalmaz... 3. Taktir meselesini karıştırıyorsun. Yukarıda da belirtiğim gibi kader herşeyi zamandan bağımsız olarak bilir ve ona göre yazar. İradesini ise bizim irademize bir şat-ı adi yapmış. Evet hiç bir şey onun kaderinin dışına çıkamaz bu bizim nasıl seçim yapacağımızı bilmesinden ileri geliyor yoksa bir zorunluluk yok. 4. Allah akıl sahipleri için bir teklif ve imtihan meydanı koymuş. isteyen istediği yolu seçmekte serbesttir ama Allah kimin neyi seçeceğini ilm-i ezelisiyle bilir. Onun bilmesi bizim seçimimize engel olmaz. 5. Sadece insanın değil melek ve cinnileri de cüz'-i ihtiyarileri vardır. Fakat meleklere nefs ve şeytan musallat olmadığı için hadlerinden tecavüz etmezler. Cinnilerde de cüz'-i ihtiyari var. Nitekim senin de belittiğin gibi şeytan da ben demiştir (nefsine uymuştur) ve kendi ihtiyarıyla (zorlama ile değil) bunu tercih etmiştir ve Allah onu lanetlemiştir. Nitekim sen de biliyorsun ki şeytan cinnilerdendir. Ama elbette ki Allah onun o şekilde sapıtacağını biliyorsu ama onun bilmesi şeytanın kararında zorlamadı. Bununla birlikte madem senin dediğin gibi madem cenab-ı hak öyle taktir etmiş yaptığından sual olunmaz. O halde ihtiyar verilmeyen canlıların sual etmekte hakları yoktur. Hatta Ayette de; "Şüphesiz biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar onu yüklenmek istemediler, ondan çekindiler. Onu insan yüklendi. Çünkü o çok zalimdir, çok cahildir." (AHZAB/72) diyor. Demek onlara teklif etmiş ama onlar yüklenmek istememişler korkmuşlar yani Allah'a şirk koşmaktan vs. . Bırak itiraz etmeyi onlar istememişler bile bence böyle bir şeyi... Sanırım bu kadar yeterli... saygılarımla....
  4. kusur zan edilen tekrarlarda aslında mucizevi bir özellik vardır. Çünkü, Kur'an hem bir zikir kitabı, hem bir dua kitabı, hem bir davet kitabı olduğundan içinde tekrar güzeldir, lazımdır ve eblağdır. Kusurlu görenlerin zannı gibi değil... Zira zikrin gereği; tekrar ile tenvirdir. Duanın gereği; tekrar ile ifadeyi kuvvetlendirmektir. Emir ve davetin gereği; tekrar ile ikaz etmektir. Hem herkes her vakit bütün Kur'anı okumağa muktedir olamaz. Fakat bir sureye okumaya muktedir olur. Onun için en mühim Kur'anî maksatlar genellikle uzun surelerde derc edilerek her bir sure bir küçük Kur'an hükmüne geçmiş. Demek, hiç kimseyi mahrum etmemek için Tevhid(Allahın briliği) ve Haşir ve Kıssa-i Musa gibi bazı maksadlar tekrar edilmiş. Hem cismanî ihtiyaç gibi, manevî ihtiyaçlar dahi çeşitlidir. Bazısına insan her nefes muhtaç olur; cisme hava, ruha hû gibi. Bazısına her saat bismillah gibi ve hâkeza... Demek âyet tekrarları, ihtiyaçların tekrarlanmasından ileri gelmiş ve o ihtiyaca işaret ederek uyandırıp teşvik etmek, hem iştiyakı ve iştihayı tahrik etmek için tekrar eder. Hem Kur'an tesis edicidir. Bir Din-i Mübin'in esasıdır ve şu âlem-i İslâmiyet'in temelleridir ve insanın sosyal hayatını değiştirip, muhtelif tabakata, tekrar eden suallerine cevabdır. Müessise, tesbit etmek için tekrar lâzımdır. Te'kid için tekrar lâzımdır. Teyid için takrir, tahkik, tekrir lâzımdır. Hem, öyle büyük meselerden ve dakik hakikatlerden bahsediyor ki: herkezin kalblerinde yerleştirmek için çok defa farklı suretlerde tekrar lâzımdır. Bununla beraber sureten tekrardır, fakat manen herbir âyetin çok manaları, çok faydaları, çok vücuh ve tabakatı vardır. Herbir makamda ayrı bir mana ve fayda ve maksadlar için zikrediliyor.
  5. Dostum o kadar derin mevzulara dalmışsın ki sanki kainatın sırrını açıklıyorsun gibi geliyor insana okuyunca. ama hani diyorsunya biraz ilim öğrenmek lazım diye, işte biraz okuyup ilim öğrenince yazdıkların hakkındaki genel yorumum DALALETTEN BAŞKA BİR HAKİKATLERİ YOK olacaktır. Neden sorusunu soracak olursan o kadar sebeb var ki parça parça alıntı yapıp nedenlerini açıklamayı uygun buluyorum. 1. Öncelikle senin savunduğun vahdet-i vücud mesleğine bir bakalım; İslemiyetin en büyüklerinden olan dört halife, sahabeler, ehl-i beyt, müctehidin ve tabiinden hiç bir kimse senin gittiğin yolda gitmemişler. Akla şu soru geliyor acaba senin gittiğin yol mu doğru yoksa onarınki mi? Senin bahsini ettiğin vahdet-i vücud mesleği bir hal, bir meşreb ve nakız bir mertebedir(ama o yolda gidenler bile senin gibi bu tarz bir açıklama yapmıyor) İşte şu meşreb sahibi, eğer maddiyattan ve sebeblerden tecerrüd etmiş ve sebebler perdesini yırtmış bir ruh ise; vahdet-ül vücuddan değil, belki vahdet-üş şuhuddan(ondan başka hiç bir şey görememeden) ortaya çıkan, ilmî değil, hâlî (ama sen ilmî açıklamaya çalışıyorsun) bir vahdet-i vücud onun için bir kemal, bir makam temin edebilir. Hattâ Allah hesabına kâinatı inkâr etmek derecesine gidebilir. Yoksa sebebler içinde dalmış ise, maddiyatta boğulmuş ise, vahdet-ül vücud demesi, kâinat hesabına Allah'ı inkâr etmeye kadar çıkar. Evet cadde-i kübra, sahabe ve tâbiîn ve asfiyanın caddesidir. Cenâb-ı Hakk'ın, hiçbir şey ile müşabeheti yok. Tahayyüz ve tecezziden münezzehtir. Mevcudatla alâkası, hâlıkıyettir. Ehl-i vahdet-ül vücudun dedikleri gibi; mevcudat, evham ve hayalât değil. Görünen eşya dahi, Cenâb-ı Hakk'ın âsârıdır. Yani herşey O değil, belki herşey Ondandır. Çünki hâdisat, ayn-ı Kadîm olamaz. Şu mes'eleyi iki temsil ile akla yaklaştıralım Birincisi: Meselâ bir padişah var. O padişahın hâkim-i âdil ismiyle bir adliye dairesi var ki, o ismin cilvesini gösteriyor. Bir ismi de halifedir. Bir meşihat ve bir ilmiye dairesi, o ismin mazharıdır. Bir de Kumandan-ı Azam ismi var. O isim ile askeriyede faaliyet gösterir. Ordu, o ismin mazharıdır. Şimdi biri çıksa dese ki: "O padişah, yalnız hâkim-i âdildir; adliyeden başka daire yok." O vakit bilmecburiye, adliye memurları içinde, hakikî değil itibarî bir surette, meşihat dairesindeki alimlerin sıfatlarını ve hallerini onlara tatbik edip, gölge ve hayalî bir tarzda, hakikî adliye içinde tebeî ve gölgeli bir meşihat dairesi tasavvur edilir. Hem askeriyeye ait haller ve muamelelerini yine farazî bir tarzda, adliye memurları içinde itibar edip, hakikî olmayan askeriye itibar edilir ve hâkeza... İşte şu halde, padişahın hakikî ismi ve hakikî hâkimiyeti, hâkim-i âdil ismidir ve adliyedeki hâkimiyettir. Halife, kumandan-ı azam, sultan gibi isimleri hakikî değiller, itibarîdirler. Halbuki padişahlık mahiyeti ve saltanat hakikatı, bütün isimleri hakikî olarak iktiza eder. Hakikî isimler ise, hakikî daireleri istiyor ve gerektiriyor. İşte saltanat-ı uluhiyet Rahmân, Rezzâk, Vehhâb, Hallâk, Fa'âl, Kerîm, Rahîm gibi pek çok mukaddes isimleri hakikî olarak gerektiriyor. O hakikî isimler dahi, gerçek aynaları gerektiriyor. Şimdi ehl-i vahdet-ül vücud mâdem "Allahtan başka varlık yok" der, hakaik-i eşyayı hayal derecesine indirir. Cenâb-ı Hakk'ın Vâcib-ül Vücud ve Mevcud ve Vâhid ve Ehad isimlerinin hakikî cilveleri ve daireleri var. Belki aynaları, daireleri hakikî olmazsa; hayalî, ademî dahi olsa, onlara zarar etmez. Belki hakikî vücudun aynasında vücud rengi olmazsa, daha ziyade safî ve parlak olur. Fakat Rahmân, Rezzâk, Kahhâr, Cebbâr, Hallâk gibi isimleri ise, tecellileri hakikî olmuyor, itibarî oluyor. Halbuki o esmalar, Mevcud ismi gibi hakikattırlar, gölge olamazlar; aslîdirler, tebeî olamazlar. İşte Sahabe ve Asfiya-i Müçtehidîn ve Eimme-i Ehl-i Beyt, derler ki, Cenâb-ı Hakk'ın bütün esmasıyla hakikî bir surette tecelliyatı var. Bütün eşyanın, Onun icadıyla bir vücud-u ârızîsi(vücudu başkasından olan zatî olmayanbir vücudu) vardır. Ve o vücud çendan Vâcib-ül Vücud'un vücuduna nisbeten gayet zaîf ve kararsız bir zıll, bir gölgedir; fakat hayal değil, vehim değildir. Cenâb-ı Hak, Hallak ismiyle vücud veriyor ve o vücudu idame ediyor. İkinci Temsil: Meselâ bulunduğun odanın dört duvarında dört tane boy aynası bulunsa, herbir ayna, kendinin şekline ve rengine göre eşyayı(odayı) kendi içinde ihtiva eyler; kendine mahsus misalî bir oda hükmündedir. İşte şimdi iki adam o odaya girse; birisi birtek aynaya bakar, der ki: "Herşey bunun içindedir." Başka aynaları ve aynaların içlerindeki şekilleri işittiği vakit, işittiklerini o tek aynadaki iki derece gölge olmuş, hakikatı küçülmüş, değişmiş o aynanın küçük bir köşesinde tatbik eder. Hem der: "Ben öyle görüyorum, öyle ise hakikat böyledir." Diğer adam ona der ki: "Evet sen görüyorsun.. gördüğün haktır; fakat vaki'de ve gerçekte hakikatın hakikî sureti öyle değil. Senin dikkat ettiğin ayna gibi daha başka aynalar var; gördüğün kadar küçücük, gölgenin gölgesi değiller." İşte esmâ-i İlâhiyenin herbiri, ayrı ayrı birer ayna ister. Hem meselâ: Rahmân, Rezzâk hakikatlı, asıl oldukları için, kendilerine lâyık, rızka ve merhamete muhtaç mevcudatı(varlıkları) ister. Rahman nasıl hakikî bir dünyada rızka muhtaç hakikatlı ruh sahiplerini ister; Rahîm de, öyle hakikî bir Cennet'i ister. Eğer yalnız Mevcud ve Vâcib-ül Vücud ve Vâhid-i Ehad isimleri hakikî tutulup öteki isimler onların içine gölge olmak haysiyetiyle alınsa, o esmâya karşı bir haksızlık hükmüne geçer. sonuç olarak şunu da ilave edeyim. bu meslek tamamen halî bir meslek oldğundan o hal içinde olamayanlar yukarıdaki bahsedilen Rahman, Rezzak gibi isimleri gölgede bıraktıklarından dolayı dalalete düşme ihtimallleri vardır. Zaten ehl-i sünnet vel cemaate göre de bu meslek sadece Muhyiddin-i Arabî(vahdet-i vücud fikrini ilk öne süren büyük evliyalardan) ve onun talebesi Saadettin-i Konevî'ye(Zaten Muhyiddi-i Arabî'yi bir tek o anlayailmiş) has kalmıştır. Onun gibi arkalarından takip edenler hep dalalete saplanmışlardır. Bu tarihçe sabittir. 2. Bir diğer husus sadece Allah'ın var olduğunu isbat yöntemin Öncelikle her şeyin aslında bir dalgaboyu olduğunu dolayısıyla madde diye bir şeyin var olmadığını ve her şeyin bir isim ve manadan ibaret olduğunu iddia ediyorsun(söylediklerin kısmen doğru ama bence olayı yanlış anlamışsın) daha sonra hepsini birden var kabul edip insanın ne kadar aşağılık olduğunu isbatlamak için(aslında sen bu misali insanın var olmadığını isbatlamak için kullnaıyorsun ama ben sadece aşağılamak için verilebilecek bir örnek olmalıydı) bir çok galaksiden, nötrünadan vb. şeylerden bahsediyorsun hesap çıkartıyorsun. Yani herşeyi bi var ediyosun sonra yok ediyorsun sence olmayan kainatla olmayan bir şeye nasihat ediyorsun. sence bu bir tezat değilmi? 3. Gelelim şu enerji toplama meselesine "Günes birimi zamanina göre 8,6 saniye yeryüzünde yasamis olan insan ölümü tattiktan sonra icinde yasiyacagi boyutlara karsi dünyada iken enerjini toplasin diye Allah Resulü olan Hz.Muhammed tarafindan haber ediliyorsun. Sunulan ibadetler her biri senin icin birer teklif tir . Diler alirsin uygularsin, hem dünyada hemde ölüm öteki sonsuz hayatinda icinde olacagin sartlara göre gerekli olan enerjini saglarsin. Dilersen almaz hem dünyada hemde ölüm öteki hayatinda karsilasacagin olaylara pasa pasa katlanirsin.Tercih senin . Sistem bu . Sunulan tüm ibadetlerin yukarida bir tanriyi hosnud icin degil ,tamamen kendi icinde yasadigin ve yasiyacagin sartlarda bagisikligini kazanman icin gerekli olan ibadetlerdir. " Bunu okuyunca kusura bakma ama kendimi bir an oyun kahramanı gibi hissettim. Sanki oyunlardaki gibi enerji topluyosunuz bir sonraki levelde daha iyi savaşabilmek için . ama aslında kenid içinde tutarlı olabilir çünkü oyun karakterleri de aslında gerçek değiller. Kusura bakma ama ben hiç bir ayet ve hadiste enerji depolamayı öğrenmek için peygamberlerin gönderildiğini duymadım ve hiç bir alîmin kitabında böyle bir açıklama olduğunu da zannetmiyorum. aksini düşünüyorsan lütfen açıklama yap. Hem şu da çok ilginç. Hem Allah senin dediğine göre ihtiyar diye bir şey vermiyo insana yani aslında hiç bir şey yok ki ihtiyardan bahsediyoruz diyorsun, hem de tekliften bahsediyorsun. dilersek ugyularmışız enerji depolarmışız dilersek almaz azap çekermişiz. oh ne âlâ memleket sistem de buymuş. Karar ver diliyormuyuz yani istiyormuyuz yoksa isteyemiyomuyuz yoksa başka bi şey mi? 4. Farzedelim bakalım; " Hem ; Farzedelimki yukarida bizleri yeryüzüne imtihan icin göndermis bir tanri var ve bu tanri süpernovada veya herhangi bir galaxi büyüklügünde biryelerlerde." İnşaallah bu dediğini farzedyosundur eğer tanrı diye bahsettiğin Allah'ı süpernova'da veya başka bir yerde konumlanmış düşünüyorsan bu tam bir dalalet olur. Ha bunu vehdet-i vücuda inanmayanlar buna böyle inanır diye söylüyorsan hiç de öyle düşünmüyoruz. Bununla birlikte imtihanı resmen inkar ediyosun herhalde. bence iyi düşün... imtihanın olduğu ilgili o kadar ayet varki biraz bakmanı tavsiye ederim. "Simdi iyi bir düsünelim sözüm o bilimsel yaklasamayanlara aslinda , bu tanri senin kildigin namazdan , tuttugun oructan, kestigin kurbandan, yaptigin ibadetten ne kadar etkilenir bir düsünün ??? Bu kadar uzakliktaki galaxilerden birinden bakildiginda SEN diye birsey varmiki imtihan olasin ??????????? Farzetki vücudunda trilyonlarca hücrelerden bir tanesi isyan etti , bundan sen ne kadar etkilenirsin ? Veya senin ona karsi isyanin onu ne kadar etkiler ??? Lütfen." Evet Allah'ın elbette bizim ibadetlerimize ihtiyacı yok ve ona isyan etmemiz ona bir zarar vermez. Ama Allah (C.C.) bizim hakkımızda hüküm verirken bizim küçüklüğümüze göre değil yaptığımız fiillerin ve mahiyetimizin camiyetine göre hüküm verir ve önemser. Eğer Allah için o kadar önemsiz olsa idik kendini bize muhatab edip kitaplar ve peygamberler gönderir miydi? Demek insan küçük ama ehemmiyeti büyük. Hem senin dediğine göre de azabın bir manası kalmaz sadece depolanamamış bir enerjinin cezasını çekiyor. Hem(sence) seçim şansı olmadan enerji depolayamayan insana Allah haşa zulmediyor gibi. Oysa Allah (C.C.) Adildir. Eğer cehenneme atıyorsa bu adalet için olmalıdır haşa zorbalık ve egoistlik için değil. Evet Allah'a karşı hiç bir zarar edemeyiz ama küfürle ve ibadetsizlikle insan mevcudatın hukuklarına tercavuz edebilir ve Allah'ın isimlerini aşağılayabilir. İşte Allah mevcudatın hakkını insandan almak için cehenneme atıyor yoksa senin dediğin gibi değil. Nasıl olduğunu anlamadıysan daha sonra biraz daha açabilirim. Sözün özü şudur ki; Allah hiçbir ayetinde mevcudatı inkar edip onun üzerine Kur'anı bina etmemiştir. Aksine hep onları kendi varlığına delil gösterip "Allah'dan başka mevcud yok" yerine "Allah'ı göstermeyen ve ona şehadet etmeyen hiç bir şey yok" fikrini daima ayetlerde işaret etmiştir. İnanmıyorsan biraz araştır . Yazının ikinci kısmı ise kader ile alakalı yazmışsın. ona da geleceğim ama şimdilik bu kadar yeter. Çünkü kader kısmında dalaletin büyüğü var...
  6. yeniden tartışma başlatmak istemiyorum fakat yukarıdaki yazılara eklemek istediğim bir şey var. Çoğunluğun görüşü bir kanıt teşkil etmez demişsiniz. ben de katılıyorum. yanlız ilm-i kelamda bir delil yöntemini söylemek ihtiyacı duydum. Buna tevatür deniyor yani "kuvvetli haber". şöyle ki; Eğer bir şey hakkında çok kişi aynı şeyden haber veriyorlarsa bu haber kuvvetleşir ve o şeyin vuku' bulduğu kesinliğe yaklaşır ve ya kesin kabul edilir. Örneğin bir yerde bir yangın çıkmış olsa siz de o yangını görmemiş olun, eğer bir kaç kişi gelip size felan yerde felan sokakta bire yangının olduğunu ve nasıl gerçekleştiğini anlatsalar siz o yangının gerçekleştiğine inanabilirsiniz. hatta eğer bu haber veren kişiler farklı zamanlarda gelip aynı şeyden bahsetseler ve bu haber verenler güvenilir insanlar olsalar olayı görmediğimiz halde o olay hakkında artık şüpheye bile düşmeyiz. en azından şunu herkez yaşamıştır ki; haca sınıfa 5 dak. geç kalsa birileride dışardan gelip öğretmen bu gün gelmiyecek dese ve bunu 3 dört kişide farklı zamanlarda ve birbirinden habersiz söylese, ben yaşadıklarıma göre söylüyorum ki herkez çantalrı alıp çıkıyodu okuldan. Ha şimdi sunu söylemek amacım; tamam çoğunluk delil teşkil etmez ama çoğunluğun haber verdiği bir şeyden de genelde tereddüd edilmez. Şimdi Allah'ın var olduğunu söyleyen 124000 peygamber ve 124.000.000 evliya var hepsi haber veriyor. ve bu insanlardan hayatları boyunca bir tek yalan çıkmamış yanı bu kadar güvenilir insanlar (hatta bazısının lakabı Muhammed-ül Emin) oldukları halde hepsinin haber verdikleri ve hayat gayesi yaptıkları Lailahe illallah'ı hiç tereddüt etmeden kabul etmemizin lazım olduğunu düşünüyorum...
  7. bu sözlerinin çok az bir doğruluk payı var bence. Çünkü bütün mezhepleri kapsayan bir genelleme yapmışsın. ama hiç bir mezhep (belki 1 veye 2 mezhep senin dediğin tarzda vardır) an azından benim bildiklerim ekonomik bir neden veya baskı altında ortaya çıkmamıştır (varsa örnek ver; biz de araştıralım. öyle lafı ortaya atmakla olmaz ). Öncelikle bu 4 hak mezhebin ortaya çıkışında kesinlikle bu etkenler rol oynamamış ve bu mezheplerin kurucuları "Ya hadi gelin ben bir mezhep kuruyorum benim dediklerime inanmak zorundasınız" düşüncesiyle ortaya çıkmamışlar. Onlar sadece üstü kapalı bazı teferruat meselerini tartışıp rey beyan etmişler. İnsanların bazıları birinin bazıları diğerinin görüşlerini tatbik etmiş. Böylece hanifiye, malkiye, şafiiye uyanlar ortaya çıkmış. Yani daha sonra mezhep dediğimiz (tabiri caiz ise bir fikre göre hareket eden insanlar topluluğu) gruplar ortaya çıkmış. Haaa... sunu da söyleyeyim. bunlar sadece reyden ibaret olduklarından sadece bir imamın dediğini dinlamek zorundasın. ötekinin dediğini yaparsan kafir olursun diye bir kaide de yok. Bununla beraber mesheplerin farklılıkları ekonomik bir unsurdan dolayı değil, bir çoğu hadis ve Kur'anın ayetlerine farklı manalar vermekten ortaya çıktı. istikameti şaşıranlar batıl bir mezhep oldular (bunlar kaderiye, mutezile gibi). Bazı meshepler ise şii ve hariciler gibi, yine Ku'anı farklı yorumlama ve birazda siyasi bazı unsurların etkisiyle ortaya çıkmış olabilir (belki senin söylediğinin bu mezheplerle biraz ilişkisi vardır denilebilir.). Ayrıca hiç bir mezhep takiyye suretinde ortaya çıkmamış. Hem takiyye çoğunluka hristiyan zulmünden kurtulmak için müslümanların yaptığı bir şey. ama bazı baskıcı rejimlerde (örneğin emevi gibi ama bu baskı zorla dine davet şeklinde değil) bazı meshep mensupları(örneğin şiiler) takiyyeye baş vurmuşlar ama bu zaten var olan bir meshebin bir uygulaması yani bir mesebin ortaya çıkmasının sebebi değil. Hem zorla müslüman yapmak hiç bir zaman bir müslüman devletinin politikası olmamıştır. bunu hristiyanlar yapmış. ama bazıları menfaat sağlamak ve rahat hareket edebilmek için müslümanlığı seçip müslüman gibi davranmış olabilir. bunlara ise münafık denir. Ama islam içinde karışıklıklara sebep olup fitne çıkartanlar da olmuş bu münafıklar arasında.(örneğin 4 halife zamanındaki münafıklar ve sebatay sevi gibi...). Ne olursa olsun ister hak ister hak olmasın mezhepler bazı insanları etraflarında toplamışlar. Ama hangisini doğru ve hak olduğunu zaman göstermiş. Çünkü hak olanları çok güzel meyveler vermiş (Abdülkadir Geylani, İmam-ı Rabbanî gibi zatları) ve veriyor. Hak olmayanları ise ya tarih sayfasından siliniyor ya da tabiileri (en mütaassıpları bile) ne kadar islamiyyetle bağlantılı oldukları açıkça görünüyor (tabii biraz feraset lazım görmek için). Yorumlarını bekliyorum ama bu seferkiler biraz delilli olursa sevinirim Ta ki daha seviyeli olsun
  8. Mesheblerin hak olup olmadığını belirleyen temelde yine kur'an ve sünnettir. Kur'an ve sünnetin çizdiği yol haricinde giden meshebler (bunlar mutezile, vahhabilik, kaderiye veya senin bahsettiğin o garip mezhepler olabilir) hak değillerdir. bununla beraber bu hükümler inançla ilgili olan kurallar değil amel ile ilgili olan kurallar. ayrıca söylediğm bazı şeyleri yanlış anladınız her halde. "Yukaridaki Yaziyi iyi okursaniz; mezhepleri, büyüyen dinlerde, din merkezine uzak ülkelerde farkli gelenek ve göreneklere sahip imam, haci ya da hocalarin, islam uygulamalarini kendi kosullarina göre uydurmasi ile cikmis oldugu anlasilir." demişsin. ama dikkatli okumamışsın. ben yazının en üstünde teferruatta kalan ve kuran ve sünnette kesin hükme bağlı olmayan konularda ancak fikir beyan edebileceklerini (bu görüşler de uydurma değil yine sünnet ve kur'anın aksine olmamak ve dünyevi bir menfaat doğrultusunda olmamak kaydiyle) savunmuştum (ayrıca bu hükümleri koyanlar "hacı hoca" değil bazıları 1.000.000 dan fazla hadisi ezbere bilen ve bütün hayatını bu yola adamış ve senin dediğinin aksine bazıları islam uğruna hapishanelerde vefat eden müctehidlerdir.) hem demişsin; "Bakiniz, oslamiyet tüm arap ülkelerinde ve Türkiye de biribirinden nüans farkliliklri ile ayrilan degisik hükümlerle uygulanir. Her din, icine girdigi yeni toplum tarafindan dislanmamak icin bazi degisikliklere ugramak zorunda kalir. Bu da degisik bir tutum gerektirir. Uygulamalardaki bazi ciddi degisiklikler de zaman tzaman catisma yaratacak denli ayriliklar sergiler. Nasil deyim, imamlar, liderler, din yayicilari; inanclarini o ülkenin sosyal konumuna göre düzenlediklerinde ortaya mezhep cikar." Sen bu sözlerle beni desteklemeye mi çalışıyorsun yoksa benim söylediklerime yamuk gözlükle bakıp farklı hükümleri çıkarıyorsun. bi de söylediklerin kesin doğruymuş gibi kesin cümlecikler kurmuşsun.Bi defa eğer din hak bir din ise o dinin dışlanmak gibi bir kaygısı olamaz. olsaydı Peygamber efendimiz müşriklerin ananelerin aksine hükümler değil onların hoşlarına gidecek tarzda şeyleri emrederdi. hem imam-ı azam (hanefi mezhebinin imamı) halk-ı Kuran meselesinde(ki bu mesele halktan saraya hkadar herkezin savunduğu bir meseleydi) mutezileye ve halka ve saraya karşı çıkıp hapishanelerde çürümezdi. Yine tekrar edeyim belki yine anlamaışsındır; onların verdiği hükümler kur'anın ve sünnetin istikametinde ve onlarda kesin hükmü bulunmayan (mesela kabenin neresi olduğu gibi bir konu fıkhın bir konusu olamaz) ve sadece insanlara dini uydurmak menfaata göre hüküm vermek değil belki dini ibadetleri kolaylaştırmak noktasında sırf allah rızası için verilmiş hükümlerdir. başka türlü olsa ona da zaten bid'a ve o yolda gidenlere sapkın mezhep denilir. Daha yazacaktım ama vaktim yok... Yani yazacaklarım daha bitmedi...
  9. dinin zaruriyat (yapılması gerekenler ve gerklemeyenler) ve teferruat kısmı vardır. zaruriyat kısmında olan hükümler kur'anda sabittir ve değişmez değiştirilemez. yani senin dediğin namaz ve orucun farz olmaması veya abdestsiz namazın kılınması gibi hükümler 4 hak meshep için söz konusu değildir. bunların aksi kesin hükümlerdir. faklı olan hükümler ise teferruatta kalan hükümlerdir. bunlar ise kuran da kesin hüküm belirtmeyen konulardır. bunlar hakkındaki hükümler ise ilk olarak hadislerde onda da yoksa icma' ve kıyas yöntemleriyle belirlenir ve 4 hak meshebin hükümleri bu kurallara göre belirlenmiştir. Yani kimse kafasına göre bu helaldir bu haramdır diyemez. Teferruattaki hükümlerin farklı farklı olmalarının bir sebebi konu hakkındaki bir hadisin farklı farklı anlaşımasıdır. örneğin hanefilerde kan akınca abdest bozulur fakat şafiilerde bozulmaz. bu şu hadisten çıkarılmıştır ki:" peygamber efendimiz namazda iken anlı kanar ve hanımı kanıyan yarasına elini sürer. peygamberimiz de namazını bozup tekrar abdest alır. ". hanefi hazretleri demiştirki kan aktı onun için abdesti buzuldu. şafii hazretleri demiştirki hanımın eli değdi abdesti bozuldu. tabii onların bu şekilde hüküm vermeleri bemce dini kolaylaştiriyor. çünkü şafii hazretlerinin bulunduğu topraklar köylü kısmının bulunduğu ve hanefi hazretlerinin bulunduğu kısım şehirlilerin bulnduğu yerler. düşünsene köylüler devamlı tarımla uğraştıklarından kanama olayının olasılığı çok yüksek. eğer kanamayla abdst bozulsaydı onlar için ne kadar zor olurdu değil mi son olarak sana şu misali vermek istiyorum: su ameliyattan çıkanlar için zararlıdır. o kişi için haram gibidir. böbrek yetersizliği olan için yararlıdır.o kişi helal ve vacip ve müstehap gibidir. terli olan içmese daha iyi olur. o kişi için mekruh gibidir. normal insan o an içebilirde içmeyebilirde. onun için mübah gibidir. Gördüğün gibi su bir hakikat iken 4 farklı şey oldu. işte meshebî meselelerde o imamların bulunduğu halkın hayatını düzenlemek için hadisten ve kurandan çıkardığı hükümlerdir. rasgele verilen hükümler değildir. ve bunlar ayrılığa ve bozgunculuğa sebep olan hükümler değildir. aksine kolaylığı ve rahmeti getiren hükümlerdir. çünkü peygamberimiz "ümmetimin ihtilafında rahmet vardır" demiştir
×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.