Zıplanacak içerik

imtihaninsirri

Φ Üyeler
  • Katılım

  • Son Ziyaret

imtihaninsirri tarafından postalanan herşey

  1. GENÇLİKTE YAŞANAN DEJENERASYON VE ÇÖZÜMÜ Darwinizm'in, "insan çatışan *********" şeklinde özetlenebilecek telkinleriyle, şiddet sözde meşrulaştırılmıştır. Evrim teorisi ve Darwinist ideoloji 150 yılı aşkın bir süredir dinsizliği, *********, anarşiyi, kavgayı, çatışmayı ve şiddeti toplumlara telkin etmekte ve Darwinizm'in bu telkinleri büyük toplumsal felaketlere sebep olmaktadır. Darwinizm ile doğrudan ilişkili olarak ortaya çıkan toplumsal sorunların en son halkası ise son günlerde özellikle okullarda giderek artan şiddet olaylarıdır Bilindiği gibi geçtiğimiz birkaç ay boyunca okullarda yaşanan şiddet olayları Türkiye'nin gündemini meşgul etti. Birçok okulda istenmeyen olaylar yaşandı. Öğrencilerin birbirlerini ürkütücü yöntemlerle yaraladıklarına ve hatta öldürdüklerine şahit olduk. Bu olaylar nedeniyle televizyonlarda çeşitli uzmanların katıldığı açıkoturumlar ve haber programları yapıldı. Gazeteler konuyu günlerce manşetlerine taşıdı. Sonuç olarak; tüm bu yaşananların ardında ailelerin ilgisizliği, ekonomik sorunlar, televizyonun zararlı etkisi gibi nedenler olduğu düşünüldü. Eğitim sisteminin düzenlenmesi, güvenlik artırımı, öğrencileri sanata ve spora özendirme gibi kesin çözüm vaad etmeyen ancak durumu hafifletmesi muhtemel olan çözümler öne sürüldü. Bu önlemlerin belli oranda fayda sağlayacağı tartışmasızdır, ancak bunların hiçbiri sorunu kesin olarak ortadan kaldıramayacaktır. Çünkü sorunun kökeni, konuşulan ve yazılanlardan farklı olarak halen devam etmekte olan bir telkinin sonucudur. Söz konusu telkin, evrim teorisinin insan yaşamına ve insanlar arasındaki ilişkilere uygulanması ile ortaya çıkan sosyal Darwinizmdir. Daha önceki yazılarımızda da sıkça bahsettiğimiz üzere, sosyal Darwinizm'in bu telkinleri sadece günümüzde değil, ortaya çıktığı günden bu yana yaklaşık 150 yıldır tüm insanlığa çok büyük belalar getirmiş ve getirmeye de devam etmektedir. Tek ve kesin çözüm ise Darwinizmin telkinlerini fikri mücadeleyle ortadan kaldırmak ve insanlara Rabbimiz'in bildirdiği Kuran ahlakını tebliğ etmektir. Darwinizm Dinsizliği Nasıl Yaygınlaşırıyor? Darwinizm, inançsızlığın temeli olan materyalist felsefenin doğaya uyarlanmasından ibarettir. Bu teori, kendisini destekleyen tek bir bilimsel delil olmamasına rağmen, sırf materyalist felsefeyi yaymak için özellikle inançsız kesim tarafından körü körüne savunulmaktadır. Sözde bilimsellik kılıfı ile ortaya çıkan ve sadece canlıların oluşumu ile ilgili görüşler ileri sürdüğü sanılan bu ilkel teorinin insanlığa verdiği asıl zarar, inançsızlığa temel oluşturması, insanlara başıboşluk ve amaçsızlık telkini vermesi, sevgi, saygı, merhamet, hoşgörü gibi güzel ahlak özelliklerini yok etmesidir. Temel amaç ise dinsizliği yaygınlaştırmak ve ahlaki değerlerin tamamen ortadan kalktığı bir dünya kurmaktır. Nitekim bu temel amacın çıkış noktasını evrimci bilim adamı J. P. Darlington şöyle ifade etmektedir: Birinci nokta; bencillik ve şiddet doğuştandır, en uzak atalarımızdan bize miras kalmıştır. O zaman şiddet insanlar için doğaldır; evrimin bir ürünüdür.1 Darwinizm'in Okullardaki Şiddetle Bağlantısı Nedir? Evrim teorisinin sosyal yönü, diğer bir ifadeyle, insanların ahlaki değerlerini yitirmesine ve sapkın ideolojilere kanmasına sebep olan sinsi yönü, Darwinistler tarafından sürekli gizlenmeye çalışılır. Bu teoriyi bilerek ya da bilmeyerek savunan pek çok kişi de çoğu zaman bu vahim durumu tam kavrayamaz. Dünya genelinde bazı basın yayın organları vasıtasıyla canlı tutulmaya çalışılan Darwinist propagandaların toplum üzerindeki yıkıcı etkilerini daha iyi anlayabilmek için bu propagandaların insanların bilinçaltına yerleştirmeye çalıştığı mesajları iyi yorumlamak gerekir. Darwinist Telkinlerle Ancak Zalim ve Saldırgan Nesiller Yetişir Evrim teorisinin sözde bilimsel bir gerçekmiş gibi gösterilmesi durumunda zalim ve saldırgan nesillerin yetişeceğinin çok iyi bilinmesi gerekir. Darwinizm'in insanı bir tür hayvan olarak sunmak istemesinin ana nedenlerinden biri, tüm ahlaki değerlerin ortadan kalktığı bir dünya özlemidir. Darwinist anlayışın hakim olduğu bir dünyanın temel özelliği ise, "kendinden olmayanla çatışmak"tır. İnsanların kişiliklerinin şekillendiği ve dünyaya bakış açılarının belirlendiği yıllar olan çocukluk ve gençlik yılları, Darwinistlerin de özellikle üzerinde durdukları bir zaman dilimidir. Bu amaçla sürdürdükleri faaliyetler ise gelecek nesillerin sağlam ahlaki temeller üzerinde yetişmesini ciddi biçimde tehdit etmektedir. Evrimcilerin ve materyalistlerin, son dönemde tüm dünyada, okullarda evrim teorisinin yanı sıra yaratılışın da anlatılmasına dair oluşan yoğun isteklere şiddetli bir tepki göstermeleri de bu yüzdendir. Çözüm Darwinizmin Ortadan Kalkması ve Kuran Ahlakının Yaşanmasıdır Konuyla ilgili olarak Darwinist görüşleri ile tanınan Sabah Gazetesi yazarı Emre Aköz, 31 Mart 2006 tarihli yazısında şöyle demektedir: Din ve ahlak konusunda hassas olan çevrelerde yaşayan gençler, şiddetten ve suçtan, diğer akranlarına oranla uzak duruyor. Ayrıca; Eğitim-Sen Genel Başkanı Alaaddin Dinçer de okullardaki şiddet olaylarına neden olan faktörleri sayarken son derece önemli bir noktaya dikkat çekmektedir: "... Ayrıca ekonomik programın yarattığı yoksulluk, işsizlik, yolsuzluklar ve haklı olanın değil güçlü olanın kazanacağı dürtüsü. Bunun da çeşitli görsel etkileri var... Bu aslında toplumun yaşadığı cinnet halinin göstergesidir. Toplum bunalıma itiliyor. " Sayın Dinçer'in ifade ettiği "Haklı olanın değil güçlü olanın kazanacağı dürtüsü", Darwinizm'in en temel yalanlarından biridir ve insanları her türlü kanun dışı ve gayri ahlaki eylemi yapmaya elverişli hale getirmektedir. Hiç şüphe yok ki, Darwinist telkinlerin gençlerde meydana getirdiği ağır tahribatı ortadan kaldıracak, onları devletlerine, milletlerine ve insanlığa faydalı hale getirecek olan yalnızca din ahlakıdır. Kendisini Yüce Rabbimiz'in yaratmış olduğunu bilen, Yaratıcımız olan Allah'a karşı sorumluluklarının bilincinde, yaptıklarının hesabını vereceğinin şuurunda olan bir kimse her zaman güzel ahlak gösterecek, iylliği emredip kötülükten sakındıracak, barışa davet edecek, merhameti tavsiye edecektir. SONUÇ Sorunun çözümüne ilişkin dile getirilen tüm tedbirler alınmış, gerekli düzenlemeler ve iyileştirmeler yapılmış olsa dahi genç nesiller Darwinist telkinlere maruz kalmaktan kurtarılmadığı sürece bu toplumsal sorunun tam anlamıyla ortadan kalkması mümkün olmayacaktır. Öğrencilerin şiddet eğilimleri alınan tedbirlerle engellense bile, onların aynı fikirde olmadıkları, anlaşmazlığa düştükleri kimselere karşı hoşgörülü ve affedici olmaları, her durumda barış yolunu seçmeleri öğütlenmediği takdirde istenen ve özlenen ortam oluşmayacaktır. Bu nedenle konuyla ilgili olarak özellikle yazılı ve görsel basına, televizyon yapımcılarına, yazarlara, eğitmenlere, bilim adamlarına çok önemli sorumluluklar düşmektedir. İnsanlığın barışa, huzura, kardeşliğe en çok ihtiyaç duyduğu bu yıllarda tek çözüm inançlı, adaletli, iyiliksever, insaniyetli ve vatansever nesiller yetiştirmektir. Bu ise ancak, çocuklara dünyaya tesadüfen ve boş yere gelmediklerinin, kendilerini Yüce Allah'ın yaratmış olduğunun ve O'nun öğrettiği güzel ahlaka göre yaşamaları gerektiğinin anlatılmasıyla mümkün olacaktır. 1. P.J. Darlington, Evolution for Naturalists, 1980, s. 243-244 Darwinizm Gençleri Böyle Zehirliyor Kimi zaman sözde ilkel bir insanı ailesiyle ve yaşadığı ortamla beraber resmederek, kimi zaman bu resmi belgesel animasyonlarıyla canlandırarak, kimi zaman yüksek bütçeli filmlere konu ederek insanların bilinçaltlarına yollanan evrim mesajlarının bir sonraki aşaması Darwinizm'in sinsi telkinleri olmaktadır. İnsanı sözde hayvani dürtülerle hareket eden bir varlık olarak gösterme çabasının ardından, insanların da hayvanların davranışlarına benzer davranışlar içinde olmasının makul olduğu mesajları işlenmeye başlanır. Bu amaçla filmler, müzik parçaları, kitaplar ve diğer tüm iletişim araçları ustalıkla kullanılır. Film senaryoları, kitap içerikleri, şarkı sözleri çoğu zaman bu gizli mesajlarla doludur. Kuşkusuz ki, bu propaganda yöntemlerinden en çok çocuklarımız etkilenmektedir. İnsanın sözde bir hayvan olduğu, insanların vahşi hayvanlar gibi birbirleriyle mücadele etmeleri gerektiği, ancak güçlü olanın ayakta kalabileceği gibi bilim dışı telkinlere maruz kalan bir çocuğun bencil, merhametsiz, anlaşmazlıkların çözümünde kaba kuvvet kullanan biri olmasına şaşırmamak gerekir. Öte yandan eğitim çağındaki çocukların en çok zaman geçirdikleri yerin okulları olduğu düşünüldüğünde, bu kurumlarda okutulan evrim teorisinin de bu son derece aldatıcı dünya görüşüne zemin hazırladığı göz ardı edilmemelidir. Gençlere çağdaş bir eğitimin verildiği, güzel ahlak özelliklerinin öğütlendiği okullarımızda evrim teorisinin bu çabayı baltalayıcı bir rolünün olduğu unutulmamalıdır. Evrim teorisi ve Darwinizm gençlere sorumsuz oldukları telkinlerini vererek ahlaksızlığa, diğer insanların değersiz olduğu söylenerek acımasızca onları ezmeye, çatışmanın sözde makul olduğu iddia edilerek şiddete ve kavgaya itmektedir. Ölümle birlikte yok olup gideceğini düşünen bir çocuk için dünyadaki hiçbir şeyin bir anlamı kalmaz. Dostlukların, sevginin, yaptığı iyiliklerin, yaşadıklarının hiçbir karşılığı ve devamı olmayacağını zanneden bir insana hiçbir güzellik zevk vermeyecektir. Darwinizm'in "hayat mücadelesi" dogması ve insanların bir çeşit hayvan oldukları yalanı uygulamaya konulduğunda, insan hayatı değersizleşir. Herhangi bir sebeple birini öldürmek, yaralamak, zarar vermek, suç işlemek sözde makul ve kolay hale gelir. Bunu engellemek için evrim teorisinin bilim dışı bir dogma olduğu, Darwinizm'in telkinlerinin gerçeği yansıtmadığı gençlere anlatılmalıdır. www.harunyahya.org
  2. ORTADOĞU'DA BARIŞ İÇİN TEK ÇÖZÜM: İSLAM Filistin ve özellikle Filistin'in kalbi olan Kudüs, İslam tarihinin başından bu yana Müslümanlar için kutsaldır. Müslümanların Filistin'i kutsal olarak görmeleri ise bu bölgeye barış ve huzur getirmelerine vesile olmuştur. Bu yazıda, bu gerçeğin bazı tarihsel örneklerini ele alacağız. Kudüs'ü Müslümanlar için kutsal yapan iki temel sebep vardır: Müslümanların namaz kılmak için yöneldikleri ilk kıble, Kudüs'tür. Ve Peygamberimizin en büyük mucizelerinden biri olan bir gecelik miraç yolculuğu, Mescid-i Haram'dan Mescid-i Aksa'ya, yani Mekke'den Kudüs'e olmuştur. Kuran'da bu gerçek şöyle haber verilir: "Bir kısım ayetlerimizi kendisine göstermemiz için kulunu bir gece Mescid-i Haram'dan, çevresini bereketlendirdiğimiz Mescid-i Aksa'ya götüren O (Allah) yücedir. Gerçekten O işitendir, bilendir." (İsra Suresi, 1) Kuran'da anlatılan peygamber kıssalarında Filistin topraklarına işaret eden ayetlerin pek çoğunda bu topraklardan "bereketli kılınan, kutsal topraklar" olarak bahsedilmektedir. Miracın anlatıldığı üstteki ayette Mescid-i Aksa "çevresini bereketlendirdiğimiz" şeklinde nitelendirilmektedir. Hz. İbrahim'in ve Hz. Lut'un göçünün anlatıldığı Enbiya Suresi'nde ise yine aynı topraklar "bereketler verdiğimiz yer" olarak geçmektedir. Öte yandan, İsrail soyundan pek çok peygamberin yaşadığı, Allah yolunda mücadele ettiği, şehit düştüğü veya vefat edip defnedildiği Filistin toprakları, bir bütün olarak Müslümanlar için kutsaldır. Nitekim son 1400 yıl içinde Müslümanlar Kudüs'e ve Filistin'e hep barış ve huzur getirmişlerdir. Hz. Ömer'in Filistin'e Getirdiği Barış ve Adalet MS. 71 yılına dek, Kudüs Yahudilerin başkentiydi. Ancak o yıl Roma Orduları Yahudilere karşı büyük bir saldırı düzenlediler ve büyük bir vahşetin ardından onları bölgeden sürdüler. Yahudiler için diaspora dönemi başlarken, Kudüs ve çevresi de terkedilmiş bir toprak haline gelmiş oluyordu. Ancak Roma İmparatorluğu'nun İmparator Konstantin döneminde Hıristiyanlığı kabul etmesinin üzerine, Kudüs yeniden ilgi odağı oldu. Hıristiyan Romalılar Kudüs'te kiliseler inşa ettiler, Yahudilerin de bölgede yerleşmesine yönelik yasakları kaldırdılar. Filistin 7. yüzyıla dek Roma (Bizans) toprağı olarak kaldı. Kısa bir süre Persler bölgeyi ellerinde tuttular, ama sonra Bizans yeniden Filistin'in hakimi oldu. Filistin tarihindeki en büyük dönüm noktası ise, 637 yılında bölgenin İslam orduları tarafından fethedilmesiydi. Bu fetih, asırlardır savaşlara, sürgünlere, yağma ve katliamlara sahne olan, farklı inançlar arasında sık sık el değiştiren ve değiştirdikçe de yeni vahşetler yaşayan Filistin'e, barış ve huzurun yerleşmesi anlamına geliyordu. İslam'ın hakimiyeti, Filistin'de farklı inançların bir arada yaşayabileceği bir çağın başlangıcı oldu. Filistin, Peygamberimizden sonraki ikinci halife olan Hz. Ömer tarafından fethedildi. Hz. Ömer'in Kudüs'e girişi, ardından buradaki farklı inançlara karşı gösterdiği olağanüstü hoşgörü, olgunluk ve nezaket, başlayan güzel dönemin habercisiydi. İngiliz tarihçi ve Ortadoğu uzmanı Karen Armstrong, Holy War adlı kitabında, Hz. Ömer'in Kudüs fethini şöyle anlatır: Halife Ömer Kudüs'e beyaz bir devenin üzerinde girdi, yanında ise kentin Yunan yöneticisi Başrahip Sophronius vardı. Halife kendisinin öncelikle Tapınak Tepesine (yıkık olan Hz. Süleyman mabedinin yerine) götürülmesini rica etti ve dostu Muhammed'in Gece Yolculuğu'nu (Mirac) yaptığı bu noktada eğildi ve dua etti. Başrahip bu sahneyi dehşet içinde izliyordu... "Son Günler"in artık yaklaştığını sanmıştı. Daha sonra Halife Ömer Hıristiyan tapınaklarını görmek istedi ve tam Kutsal Mezar (Holy Sepulchre) Kilisesi'ne gittiğinde, namaz vakti geldi. Başrahip kendisini kibarca namazını bu kilisede kılmaya davet etti, ama Halife Ömer bu teklifi kibarca reddetti. Eğer bu kilisede namaz kılarsa, sonra bazı müslümanların bu olayı anıtlaştırmak amacıyla buraya bir cami inşa etmek isteyebileceklerini, bunun ise Kutsal Mezar Kilisesi'nin yıkılması anlamına geleceğini izah etti. Bu nedenle Halife kiliseden çıkıp biraz daha ilerdeki bir noktada namazını kıldı; nitekim bugün tam bu noktada, Kutsal Mezar Kilisesi'nin tam karşısında Halife Ömer'in adına inşa edilmiş küçük bir cami bulunmaktadır. Halife Ömer'in diğer büyük camii ise, tam Tapınak Tepesi'nde yapıldı. Yıllardır Hıristiyanlar, yıkık Yahudi Tapınağının yer aldığı bu alanı, şehrin çöp yığınağı olarak kullanıyorlardı. Halife, Müslümanların bu çöpleri temizlemelerine kendi elleriyle yardım etti ve burada Müslümanlar iki mabed inşa ederek İslam'ı, İslam'ın dünyadaki üçüncü kutsal şehrine yerleştirmiş oldular. Kısacası Müslümanlarla birlikte Kudüs'e ve tüm Filistin'e "medeniyet" geldi. Birbirlerinin kutsal değerlerine saygı göstermeyen, birbirlerini sırf farklı inançlara sahip oldukları için katliamdan geçiren vahşi ve barbar inançların yerine, İslam'ın adil, hoşgörülü ve mutedil kültürü hakim oldu. Hz. Ömer'in fethinden sonra Filistin'de Müslümanlar, Hıristiyanlar ve Yahudiler asırlar boyu barış ve huzur içinde yaşadılar. Müslümanlar hiç kimseyi zorla İslamlaştırmaya çalışmadılar, ancak İslam'ın Hak Din olduğunu gören bazı gayrimüslimler kendi rızalarıyla İslam'ı seçtiler. Filistin'deki bu barış ve huzur, bölge, Müslümanların hakimiyetinde olduğu sürece devam etti. Ancak 11. yüzyılın sonunda, bölgeye dışardan işgalci bir güç girdi ve Kudüs'ün medeni topraklarını, görülmemiş bir barbarlık ve vahşetle yağmaladı. Bu barbarlar, Haçlılardı FİLİSTİN TOPRAKLARINDA HAÇLI VAHŞETİ Sözde Hıristiyanlık Adına Uygulanan Terör Filistin'de her üç dinin mensupları barış ve huzur içinde yaşarken, Avrupa'daki Hıristiyanlar bir "Haçlı" seferi organize etmeye karar verdiler. Papa II. Urban'ın 25 Kasım 1095 günü Clermont Konseyi'nde yaptığı çağrı ile, "Kutsal Toprakları Müslümanlardan kurtarmak" ve asıl olarak da Doğu'nun efsanevi zenginliğine ulaşmak üzere yüz binin üzerinde insan Avrupa'nın dört bir yanından Filistin'e doğru yola çıktı. Uzun ve yıpratıcı bir seferden ve Müslümanlara karşı gerçekleştirdikleri pek çok yağma ve katliamdan sonra 1099 yılında gerçekten de Kudüs'e vardılar. Yaklaşık 5 hafta süren uzun bir kuşatmanın ardından şehir düştü ve Haçlılar kente girdiler. Ve dünya tarihinde eşine az rastlanır bir vahşet gerçekleştirdiler. Şehirdeki tüm Müslümanları ve Yahudileri kılıçtan geçirdiler. Bir tarihçinin ifadesiyle "buldukları tüm Arapları ve Türkleri öldürdüler... erkek veya kadın, hepsini katlettiler." Haçlılardan biri, Raymund of Aguiles, bu vahşeti "övünerek" şöyle anlatıyordu: Görülmeye değer harika sahneler gerçekleşti. Adamlarımızın bazıları - ki bunlar en merhametlileriydi - düşmanların kafalarını kesiyorlardı. Diğerleri onları oklarla vurup düşürdüler, bazıları ise onları canlı canlı ateşe atarak daha uzun sürede öldürüp işkence yaptılar. Şehrin sokakları, kesilmiş kafalar, eller ve ayaklarla doluydu. Öyle ki yolda bunlara takılıp düşmeden yürümek zor hale gelmişti. Ama bütün bunlar, Süleyman Tapınağı'nda yapılanların yanında hafif kalıyordu. Orada ne mi oldu? Eğer size gerçekleri söylersem, buna inanmakta zorlanabilirsiniz. En azından şunu söyleyeyim ki, Süleyman Tapınağı'nda akan kanların yüksekliği, adamlarımızın dizlerinin boyunu aşıyordu. Haçlı ordusu Kudüs'te iki gün içinde yaklaşık 40 bin Müslüman’ı üstte anlatılan yöntemlerle vahşice öldürdü. Filistin'in, Hz. Ömer'den bu yana süren barış ve huzuru, korkunç bir katliamla sona ermiş oldu. Haçlılar, bir sevgi ve merhamet dini olan Hıristiyanlığın tüm ahlaki kıstaslarını çiğneyerek, sözde Hıristiyanlık adına terör uyguladılar. Selahaddin Eyyubi'nin Adaleti Barbar Haçlı ordusu, Kudüs'ü kendisine başkent yaptı ve sınırları Filistin'den Antakya'ya kadar uzanan bir Latin Krallığı kurdu. Ancak Filistin'e vahşet getiren Haçlıların ömrü fazla uzun olmayacaktı. Ortadoğu'daki tüm Müslüman emirlikleri "cihad" bayrağı altında birleştiren Selahaddin Eyyubi, 1187'deki Hıttin Savaşı'nda tüm Haçlı Ordusunu bozguna uğrattı. Savaşın ardından Haçlı ordusunun iki kumandanı, Reynauld of Chatillon ve Kral Guy, Selahaddin Eyyubi'nin huzuruna çıkarıldı. Selahaddin Eyyubi, daha önce Müslümanlara karşı uyguladığı korkunç vahşetlerle ünlenmiş olan Reynauld of Chatillon'u idam etti, ancak aynı suçları işlememiş olan Kral Guy'u serbest bıraktı. Filistin toprakları bir kez daha adaletin ne olduğu görüyordu. Selahaddin Eyyubi Hıttin'ın hemen ardından-tam da Peygamberimizin bir gecede Mekke'den Kudüs'e götürüldüğü kutsal Mirac günü-Kudüs'e girerek 88 yıldır Haçlı işgali altında olan şehri kurtardı. Haçlılar, 88 yıl önce Kudüs'ü aldıklarında içindeki tüm Müslümanları katletmişlerdi ve bu yüzden bu sefer de Selahhaddin Eyyubi'nin aynı vahşeti kendilerine yapacağını korkuyla bekliyorlardı. Oysa Selahhaddin Eyyubi kentteki Hıristiyanların hiç birine dokunmadı. Dahası, sadece Latin (Katolik) Hıristiyanların şehri terk etmelerini emretti-"Haçlı" kimliğine sahip olmayan Ortodokslar şehirde yaşamaya ve diledikleri gibi ibadet etmeye devam edebilirlerdi. İngiliz tarihçi Karen Armstrong, Müslümanların bu ikinci Kudüs fethini şöyle anlatır: 2 Ekim 1187'de Selahaddin ve ordusu Kudüs'e fatihler olarak girdiler; gelecekteki 800 yıl boyunca şehir bir Müslüman kenti olacaktı... Selahaddin (katliam yapmamak üzere) önceden Hıristiyanlara verdiği sözü tuttu ve şehri yüksek İslami prensiplere göre aldı. Kuran'da emredilmiş olduğu gibi şiddetten kaçındı, 1099 yılındaki katliamların öcünü almaya kalkmadı. Tek bir Hıristiyan öldürülmedi, hiç bir yağma yapılmadı. Esirleri serbest bırakmak için istenen fidyeler ise son derece düşük tutuldu... Kuran'da emredildiği gibi, esirlerin çoğunu da hiç bir fidye almadan serbest bıraktı... Selahaddin'in kardeşi El-Adil, bin kadar esirin kendi hizmetine verilmesini istedi ve sonra hepsini - acınacak durumda olduklarını gördüğü için - karşılıksız olarak serbest bıraktı... Şehirdeki zengin Hıristiyanlar, değerli eşyalarını yükleyip şehirden bir an önce gittiler, oysa ellerindeki para, şehirdeki tüm savaş esirlerinin fidyesini ödemeye fazlasıyla yetiyordu. Başrahip Heraclius, herkes gibi 10 dinarlık fidyesini ödedi, sonra da şehri hazinelerle dolu arabalarla terk etti. Kısacası Selahaddin Eyyubi ve onun komutasındaki Müslümanlar, Hıristiyanlara karşı son derece adil ve merhametli davranmışlar, hatta onlara kendi liderlerinden çok daha fazla merhamet etmişlerdi. Kudüs'ten sonra, Filistin'in diğer şehirlerinde de Haçlıların vahşeti ve Müslümanların adaleti sürdü. İngiliz tarihinde büyük bir kahraman gibi tanıtılan Richard the Lionheart (Aslanyürekli Richard), 1191 yılında, Akra kalesinde aralarında pek çok kadın ve çocuğun da yer aldığı tam 3000 Müslüman’ı boyunlarını vurdurarak alçakça katletmişti. Müslümanlar bu vahşetlere şahit olmalarına rağmen, hiç bir zaman aynı yöntemlere başvurmadılar, Allah'ın "Ey iman edenler, bir topluluğa olan kininiz, sakın sizi haddi aşmaya sürüklemesin" hükmü uyarınca (Maide Suresi, 2), hiç bir zaman masum sivillere karşı şiddet uygulamadılar. Mağlup ettikleri Haçlı ordularına karşı dahi, gereksiz şiddet kullanmadılar. Haçlıların vahşeti ve ardından gelen Müslüman adaleti, tarihi bir gerçeği bir kez daha göstermiş oluyordu: Filistin'de farklı inançlara birarada yaşama şansı veren adil bir yönetim, ancak İslam'ın prensiplerine göre kurulan bir yönetim olabilirdi. Bu gerçek, Selahaddin Eyyubi'den sonraki 7 yüzyıl boyunca, özellikle de Osmanlı döneminde ispatlanmaya devam etti. ORTADOĞU’DA HUZURA GİDEN YOL “OSMANLI MİLLET SİSTEMİ” 1514 yılında Yavuz Sultan Selim'in Kudüs'ü ve civarını fethi ile birlikte, Filistin'de yaklaşık 400 yıl sürecek Osmanlı yönetimi başladı. Bu dönem, Osmanlı'nın diğer eyaletlerinde olduğu gibi, Filistin'de de barışı, istikrarı ve "farklı inançların bir arada yaşamasını" sağlayacaktı. Kilise, sinagog ve cami uyum içinde bir arada var oldu. Osmanlı İmparatorluğu, "millet sistemi" adı verilen bir düzenle yönetiliyordu ve bu sistemin en temel özelliği, farklı inançlara sahip insanlara, kendi inançlarının ve hatta hukuklarının gerektirdiği şekilde yaşama imkanı tanımasıydı. Kuran'da "Kitab ehli" olarak tanımlanan Hıristiyanlar ve Yahudiler, Osmanlı topraklarında hoşgörü, güvenlik ve özgürlük buldular. Bunun en büyük nedeni, Osmanlı'nın Müslümanlar tarafından yönetilen bir İslam devleti olmasına karşın, tebaasını zorla İslamlaştırmak gibi bir amaca sahip olmamasıydı. Aksine, Osmanlı devleti, gayrimüslimlere de güvenlik ve huzur sağlamayı, onları adaletle ve İslam idaresinden razı olacakları şekilde yönetmeyi hedefliyordu. Oysa aynı dönemlerde dünya üzerindeki diğer büyük devletler çok daha katı bir anlayışa, baskıcı ve müsamahasız bir yönetim anlayışına sahipti. İspanya Krallığı, İber Yarımadası'nda Müslümanların ve Yahudilerin varlığına tahammül edememiş ve her iki topluma karşı büyük bir vahşet uygulamıştı. Diğer pek çok Avrupa ülkesinde Yahudilere sadece Yahudi oldukları için baskılar uygulanıyor (örneğin gettolara hapsediliyorlar), hatta kimi zaman toplu katliamlara ("pogrom"lara) hedef oluyorlardı. Hıristiyanlar birbirlerine karşı bile tahammülsüzdüler; Katolik ve Protestanlar arasındaki çatışmalar, 16. ve 17. yüzyıl boyunca Avrupa'yı kan gölüne çevirdi. 1618-48 yılları arasında yaşanan "30 Yıl Savaşları", temelde Katolik-Protestan çatışmasının bir sonucuydu. Bu savaş sonucunda Orta Avrupa adeta bir harabeye döndü, sadece Almanya'da 15 milyonluk nüfusun üçte biri yok oldu. Bu ortamda Osmanlı'nın kurduğu idarenin son derece insancıl olması kuşkusuz önemli bir gerçektir. Pek çok tarihçi ve siyaset bilimci de bu gerçeğe dikkat çekmektedir. Bunlardan biri, dünyaca ünlü Ortadoğu uzmanı Columbia Üniversitesi'nden Prof. Dr. Edward Said'dir. Kudüslü Hıristiyan bir aileden gelen ve Amerikan üniversitelerinde çalışmalarını sürdüren Edward Said, İsrail'de yayınlanan Ha'aretz gazetesinin kendisiyle yaptığı bir röportajında Ortadoğu'da kalıcı bir barışın inşa edilebilmesi için "Osmanlı Millet Sistemi"ni önermiştir. Said'in yorumu şöyledir: Arap dünyasındaki diğer azınlıklar nasıl yaşayabiliyorsa, (Araplar arasındaki) bir Yahudi azınlığının yaşaması da mümkündür... Bu, Osmanlı İmparatorluğu altında gayet iyi işlemiştir. Onların sistemi, şu an sahip olduğumuzdan çok daha insancıl gözükmektedir. İslam Hoşgörüsünün Kaynağı: Kuran Ahlakı Osmanlı İmparatorluğu'nun ve diğer Müslüman devletlerin son derece hoşgörülü, adil ve insancıl yönetimler kurmasının temel nedeni, Kuran'da bu şekilde bir yönetimin emredilmiş olmasıydı. Hz. Ömer'in, Selahaddin Eyyubi'nin, Osmanlı padişahlarının ve daha nice Müslüman hükümdarın (bugün Batılılar tarafından da kabul ve takdir edilen) bir hoşgörü, merhamet, adalet ve medeniyet sergilemelerinin nedeni, Allah'ın Kuran'daki emirlerine olan sadakatleriydi. İslami yönetim anlayışının temelini oluşturan bu emirlerin bazıları şöyledir: Şüphesiz Allah, size emanetleri ehline (sahiplerine) teslim etmenizi ve insanlar arasında hükmettiğinizde adaletle hükmetmenizi emrediyor. Bununla Allah, size ne güzel öğüt veriyor!.. Doğrusu Allah, işitendir, görendir. (Nisa Suresi, 58) Ey iman edenler, kendiniz, anne-babanız ve yakınlarınız aleyhine bile olsa, Allah için şahidler olarak adaleti ayakta tutun. (Onlar) ister zengin olsun, ister fakir olsun; çünkü Allah onlara daha yakındır. Öyleyse adaletten dönüp heva (tutkuları)nıza uymayın. Eğer dilinizi eğip büker (sözü geveler) ya da yüz çevirirseniz, şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan haberi olandır. (Nisa Suresi, 135) Allah, sizinle din konusunda savaşmayan, sizi yurtlarınızdan sürüp-çıkarmayanlara iyilik yapmanızdan ve onlara adaletli davranmanızdan sizi sakındırmaz. Çünkü Allah, adalet yapanları sever. (Mümtehine Suresi, 8) Siyaset literatüründe "iktidar dejenere eder ve mutlak iktidar da mutlak olarak dejenere eder" şeklinde bir söz vardır. Bununla, siyasi iktidarı ele geçiren herkesin, bu iktidarın sağladığı imkanlar sonucunda ahlaki yönden dejenere olduğu ifade edilir. Bu kural gerçekten de insanların çoğu için geçerlidir. Çünkü bu çoğunluk, ahlakını kendi üzerindeki toplumsal yaptırımlara göre belirler. Bir başka deyişle, toplumun kınamasından veya cezalandırmasından korktuğu için ahlaksızlıklardan veya suçlardan geri durur. İktidar ise onlara güç sağlar ve toplumun yaptırımını azaltır. Bunun sonucunda da dejenere olur, yani ahlaktan kolayca taviz verir hale gelirler. Eğer ellerinde mutlak bir güç varsa, yani bir ülkenin mutlak hakimi olurlarsa, kibirlerini tatmin etmek için her yolu deneyebilirler. Bu "dejenerasyon kuralının " geçerli olmadığı tek insan modeli, Allah'a samimi olarak iman eden, O'ndan korkan O'nun rızası için dine sarılan, dine göre yaşayan insanlardır. Ahlakları topluma bağlı olmadığı için, en mutlak iktidar dahi onları etkilemez. Allah Kuran'da bu ideal hükümdar modeline örnek olarak Hz. Davud'u vermiş, onun, kendisinden hüküm sormaya gelen insanlara hükmederken dahi, bir yandan büyük bir teslimiyet ve boyun eğicilik içinde Allah'a dua edip yalvarmasını örnek göstermiştir. (Sad Suresi, 24) İslam tarihinin adaletli, müşfik, mütevazı ve olgun hükümdarlarla dolu olması, Allah'ın Müslümanlara Kuran'da öğrettiği bu ahlaktan kaynaklanmaktadır. Müslüman bir yönetici Allah'tan korktuğu için, kendisine verilen hiç bir imkan ve iktidar onu dejenere etmez, şımartmaz, kibirlendirip zalimleştirmez. (Elbette İslam tarihinde de İslam ahlakından uzaklaşarak "dejenere olmuş" yöneticiler ortaya çıkmıştır, ama bunların hem sayısı hem de etkisi sınırlıdır.) Sonuç Tarih, İslam'ın, Ortadoğu'ya adaletli, hoşgörülü, müşfik bir yönetim tarzı sunan tek inanç sistemi olduğunu göstermektedir. Osmanlı İmparatorluğu'nun bölgeden çekilmesiyle bitmiş olan "Pax Ottomana" (Osmanlı Barışı) bugün hala telafi edilebilmiş değildir. Osmanlı'nın ardından Ortadoğu önce Avrupalı sömürgecilerin yönetime geçmiş, daha sonra da İsrail'in işgalci ve mütecaviz politikalarının hedefi olmuştur. Ortadoğu'daki mevcut çatışmaların ise temel bir nedeni vardır: Tarafların barışa yanaşmaktaki isteksizlikleri. İsrail'in yapması gereken, Birleşmiş Milletlerin 242 sayılı kararına uyarak 1967 öncesi sınırlarına geri çekilmesi, Filistin halkının haklarını tanıması ve teslim etmesidir. Filistinlilerin (ve diğer Arapların) yapması gereken ise "İsrail'i denize dökmek, tüm Yahudileri sürgün etmek" gibi hedefleri terk edip, "Yahudilerle bir arada yaşamayı" kabul etmektir. Ve en önemlisi, haklı mücadelelerini, sivil insanlara karşı uygulanan barbarca terör eylemleriyle kirletmemektir. Kısacası Ortadoğu'ya barışın gelmesi için, tarafların ılımlı ve hoşgörülü olmayı kabul etmeleri, Yahudi ırkçılığından veya Arap şovenizminden kurtularak barış için samimi bir çaba göstermeleri gerekmektedir. Bunun için gereken vizyon ise, İslam ahlakının tarihte Ortadoğu'ya öğrettiği meziyetlerde saklıdır.
  3. MÜSLÜMAN NASIL KONUŞMALIDIR? Allah Kuran'da, "... Allah, diye çağırın, 'Rahman' diye çağırın, ne ile çağırırsanız; sonunda en güzel isimler O'nundur..." (İsra Suresi, 110) ayetiyle en güzel isimlerin sahibi olduğunu hatırlatmış ve müminlere Kendisi'ni bu isimleriyle anmalarını bildirmiştir. İman edenler yaşamları boyunca karşılaştıkları her olayda Rabbimiz'in bizlere emrettiği üstün ahlakı göstermeye çalışır ve bunu O'nun en güzel isimlerinin birer tecellisi olarak yaparlar. Her konuda müminler için güzel birer örnek olan peygamberlerimiz nimetlerle karşılaştıklarında ve tüm konuşmalarında, Rabbimiz'i en güzel isimleriyle anıp yüceltirler. Kuran'da, Allah'tan kendisine gelen bir vahiy karşısında Hz. İsa'nın söylediği bildirilen sözler, onun bu üstün ahlakını ortaya koymaktadır: Allah: "Ey Meryem oğlu İsa, insanlara, beni ve anneni Allah'ı bırakarak iki İlah edinin, diye sen mi söyledin?" dediğinde: "Seni tenzih ederim, hakkım olmayan bir sözü söylemek bana yakışmaz. Eğer bunu söyledimse mutlaka Sen onu bilmişsindir. Sen bende olanı bilirsin, ama ben Sende olanı bilmem. Gerçekten, görünmeyenleri (gaybleri) bilen Sensin Sen." (Maide Suresi, 116) KESİN BİLGİYLE İMAN NE DEMEKTİR? Bir insan elini ateşe uzattığında yanacağını bilir, bundan hiçbir şüphesi yoktur. "Acaba gerçekten yanar mı?" gibi bir düşünceye kapılmaz. Bu kişi ateşin elini yakacağına kesin bir bilgiyle inanıyor demektir. Bir Kuran ayetinde, "kesin bir bilgiyle iman"dan şu şekilde bahsedilir: Bu (Kur'an), insanlar için basiret (nuruyla Allah'a yönelten ayet)lerdir, kesin bilgiyle inanan bir kavim için de bir hidayet ve bir rahmettir. (Casiye Suresi, 20) Kesin bilgiyle iman, hiçbir şüphe duymadan, o an etrafında gördüğü, konuştuğu şeyler kadar gerçek olduğuna emin olarak Allah'ın varlığına, tekliğine, kıyamet gününe, cennetin ve cehennemin varlığına iman etmek demektir. Kesin bilgiye dayanan bir iman, kişinin her hareketini, hayatının her anını sadece Allah'ı hoşnut edecek şekilde geçirecek bir vicdana yöneltir. MÜMİNLER NELERE DUA EDERLER? Salih amellerde bulunmak için: (Süleyman) Bu sözü üzerine tebessüm edip güldü ve dedi ki: "Rabbim, bana, anne ve babama verdiğin nimete şükretmemi ve hoşnut olacağın salih bir amelde bulunmamı ilham et ve beni rahmetinle salih kulların arasına kat." (Neml Suresi, 19) Mümin olarak vefat etmek için: "... Rabbimiz, üstümüze sabır yağdır ve bizi Müslüman olarak vefat ettir." (Araf Suresi, 126) GAFLET NE DEMEKTİR? İnsanların, Allah'ın açık delillerine, emir ve uyarılarına rağmen gösterdikleri şuursuz, kayıtsız ve ilgisiz tutumlarına "gaflet" adı verilir. İyiliğin ve Güzel Sözün Etkisi İnsanlar, doğal olarak hep huzurlu, güven içinde yaşadıkları, dostluk ve hoşgörünün hakim olduğu ortamlar isterler. Ancak, çoğu zaman böyle ortamların oluşması için gerekli çabayı göstermez, huzuru, dostluğu ve hoşgörüyü karşı taraftan bekler, bu konuda benim bir eksiğim var mı? diye düşünmezler. Bu aile içi ilişkilerden, bir şirket çalışanlarına, toplumsal huzurdan ülkeler arası ilişkilere kadar geçerli olabilen bir durumdur. Oysa, huzurlu bir ortam samimiyet, güven ve fedakarlık ister. Eğer herkes kendi isteğinin olmasını isterse, herkes konuşmada ve kararlarda kendisinin üstün gelmesi için çaba harcarsa, herkes kendi rahatını düşünür, fedakarlıkta bulunmazsa, elbetteki insanlar arasında çatışmalar ve huzursuzluklar olacaktır. Ancak Allah'tan korkan müminler farklı davranırlar. Onlar, hem fedakar, hem affedici, hem de sabırlıdırlar. Kendilerine haksızlık yapıldığında dahi, haklarından feragat ederek, toplumun huzur ve güvenliğini kendi nefislerinden üstün tutar, en güzel tavrı gösterirler. Bu, Allah'ın müminlere emrettiği üstün bir ahlak özelliğidir: İyilikle kötülük eşit olmaz. Sen, en güzel olan bir tarzda (kötülüğü) uzaklaştır; o zaman, (görürsün ki) seninle onun arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki sıcak bir dost(un) oluvermiştir."Buna da, sabredenlerden başkası kavuşturulamaz. Ve buna, büyük bir pay sahibi olanlardan başkası da kavuşturulamaz. (Fussilet Suresi, 34-35) Ayette de bildirildiği gibi, Allah böyle üstün bir tavra karşılık, müminlerin düşmanlarını "sıcak bir dost"a çevirir. Bu Allah'ın sırlarından biridir. Çünkü tüm insanların kalbi Allah'ın elindedir. Allah, kimi isterse onun kalbini ve düşüncesini değiştirebilir.
  4. sevgili bilimselci bilimi birkaç yıl önceden takip ediyor heralde:) o haeckel'in çizdiği sahtekarlıklar çoktan bilim dünyası tarafından farkedildi ve gerçi haeckel şöyle diyor: Bu yaptığım sahtekarlık itirafından sonra kendimi ayıplanmış ve kınanmış olarak görmem gerekir. Fakat benim avuntum şudur ki; suçlu durumda yanyana bulunduğumuz yüzlerce arkadaş, birçok güvenilir gözlemci ve ünlü biyolog vardır ki, onların çıkardıkları en iyi biyoloji kitaplarında, tezlerinde ve dergilerinde benim derecemde yapılmış sahtekarlıklar, kesin olmayan bilgiler, az çok tahrif edilmiş, şematize edilip yeniden düzenlenmiş şekiller bulunuyor 375. Francis Hitching, The Neck of the Giraffe: Where Darwin Went Wrong, New York: Ticknor and Fields 1982, s.204 ayrıca diğer bilim adamı arkadaşları şöyle diyor: Haeckel evrimsel gelişimi yanlış bir şekilde ortaya koydu. "Bugün canlıların embriyolojik gelişimlerinin geçmişlerini yansıtmadığı artık kesin olarak biliniyor G. G. Simpson, W. Beck, An Introduction to Biology, New York, Harcourt Brace and World, 1965. s.241 veeee sizin derginiz SCIENCE: Londra'daki St. George's Hospital Medical School'dan embriyolog Michael Richardson, '(Haeckel'in çizimlerinin) verdiği izlenim, yani embriyoların birbirine çok benzedikleri izlenimi yanlış' diyor... O ve arkadaşları Haeckel'in çizdiği türdeki ve yaştaki canlıların embriyolarını yeniden inceleyerek ve fotoğraflayarak kendi karşılaştırmalarını yapmışlar. Richardson, Anatomy and Embryology dergisine yazdığı makalede, 'embriyolar çoğu zaman şaşırtıcı derecede farklı görünüyorlar' diye not ediyor. Richardson ve ekibinin bildirdiğine göre, Haeckel sadece organlar eklemek ya da çıkarmakla kalmamış, aynı zamanda farklı türleri birbirlerine benzer gösterebilmek için büyüklükleri ile oynamış, bazen embriyoları gerçek boyutlarından on kat farklı göstermiş. Dahası Haeckel farklılıkları gizleyebilmek için, türleri isimlendirmekten kaçınmış ve tek bir türü sanki bütün bir hayvan grubunun temsilcisi gibi göstermiş. Richardson ve ekibinin belirttiğine göre, gerçekte birbirlerine çok yakın olan balık türlerinin embriyolarında bile, görünümleri ve gelişim süreçleri açısından çok büyük farklılıklar bulunuyor. Richardson '(Haeckel'in çizimleri) biyolojideki en büyük sahtekarlıklardan biri haline geliyor' diyor Science, "Haeckel'in Embriyoları: Sahtekarlık Yeniden Keşfedildi", 5 Eylül 1997 AYRICA O YUKARIDA GÖSTERMİŞ OLDUĞUN KAFATASLARININ ÇOĞU YA O DÖNEMLERDEN YAŞAMŞ VE SOYU TÜKENMİŞ MAYMUN TÜRLERİ YA DA MAYMUN KAFATASIYLA BİRLEŞTİRİLMİŞ İNSAN KAFATASLARI.. ARTIK SIĞINACAK HİÇBİR KAPINIZ KALMADI. HEPİNİZ İTİRAF EDİYORSUNUZ http://www.evrimcilerinitiraflari.com GÖR BEK FİKİR BABALARIN NELER DİYO..
  5. HZ.MUHAMMED (SAV)'İN KUTLU SOYU: SEYYİDLER Peygamber Efendimiz (sav)’in kızı Hz. Fatma (ra)’dan olan torunu Hz. Hasan (ra) soyundan gelen kişilere İslam kültüründe seyyid adı verilmektedir. Önceleri, Hz. Muhammed (sav)’in diğer torunu olan Hz. Hüseyin (ra)’ın soyundan olan şahıslar da seyyid olarak nitelendirilmekteydi. Ancak daha sonra, bu kişiler şerif olarak adlandırılmaya başlanmıştır. Günümüzde ise böyle bir ayrım hemen hemen hiç kalmamıştır. Müslüman aleminde, hem Hz. Hasan (ra) nesli hem de Hz. Hüseyin (ra) nesli seyyid diye isimlendirilmektedir. Arapça olan seyyid kelimesi Türkçe’de ‘efendi, bey, ileri gelen baş, reis’ gibi anlamlara gelmektedir. Hadis-i şeriflerde bu ifade, ‘kabile başkanı, topluluğun ileri gelen seçkin kimseleri’ gibi manalarda kullanılmıştır. Seyyidler, bazı İslam coğrafyalarında habib, emir ya da mir olarak da adlandırılmaktadır. Büyük hadis alimleri İmam Buhari ve Tirmizi, seyyid kelimesini ilk olarak Resulullah (sav)’ın Hz. Hasan (ra) için kullandığını söylemektedirler. Resul-ü Ekrem (sas), bir gün minberde bulunduğu bir sırada yanındaki Hasan (ra)'ı işaret ederek, "Bu oğlum seyyiddir. Umulur ki Allah onun vasıtasıyla iki Müslüman fırkanın barışmasını sağlar" demiştir. (Buhari, Sulh, 9; Fedailul-Ashab, 22; Tirmizi, Menakıp, 31). Peygamberimiz (sav) başka bir hadis-i şerifinde de; "Hasan ve Hüseyin cennet ehlinin gençlerinin iki seyyididirler" (Tirmizi, Menâsık, 31) buyurmuştur. Hz. Muhammed (sas), tüm Müslüman aleminin şevk ve heyecanla beklediği, Ahir Zaman’da zuhur edecek olan Hz. Mehdi (as)’nin da kendi soyundan olacağını şöyle müjdelemiştir: "Biz, Abdulmuttalib'in çocukları cennet ehlinin seyyidleriyiz. Ben, Hamza, Ali, Cafer, Hasan, Hüseyin ve Mehdi" (İbn Mace, Fiten, 34) Müslümanlar Seyyidlere Daima Büyük Bir Sevgi ve Saygıyla Yaklaşmışlardır Müslümanlar Resulullah’a duydukları sevgiyi ve muhabbeti, onun kutlu soyundan gelen seyyidlere karşı da daima göstermişlerdir. Müslümanların kalplerindeki coşkun Ehl-i Beyt sevgisinden dolayı, Hz. Muhammed (sas)'in torunlarının soyundan gelenler Müslümanlarca her zaman için büyük bir itibar görmüştür. Hemen hemen bütün İslam ülkelerinde seyyidler dünyevi muamelelerde farklı bir konumda tutulmuş, onlara çeşitli kolaylıklar sağlanmaya çalışılmıştır. Tarihteki her İslam devletinde, seyyidler zümresinin işleriyle ilgilenen özel bir kurumun bulunmuş olması ve bu müessesenin başında bulunan kimsenin (Nakîbul-Eşrâf efendi) de makamca en yüksek olan kişilerden biri olarak değerlendirilmesi, bu durumun en açık delilidir. Seyyidler Farklı Coğrafyalara Nasıl Yayılmışlardır? Dört halife döneminde İslam ahlakını tebliğ etmek için Asya ve Afrika’nın pek çok bölgesine giden Müslümanlar olmuştur. Bu tebliğ yolculukları bilhassa Hz. Ömer (ra) ve Hz. Osman (ra) zamanında iyice yoğunlaşmıştır. Kuran ahlakını tüm insanlara anlatmak için yola çıkanların arasında pek çok seyyid de olmuştur. Bu seyyidler çoğunlukla gittikleri bölgelere yerleşmişler ve o bölgenin yerli halkıyla kaynaşmışlardır. Ancak göç eden seyyidlerin büyük çoğunluğu, göç eden diğer Müslümanlar gibi, Dört Halife Dönemi’nden sonra başa gelen Emevilerin katı tutumu nedeniyle Arabistan’dan ayrılmışlardır. Hz. Hasan (ra)’nın ve Hz. Hüseyin (ra)’in şehit edilmelerinden sonra, seyyidlerin göç hareketleri iyice hız kazanmıştır. Göçler, o zamanki İslam Devleti’nin sınır bölgeleri olan Mağrib (Fas), Kafkasya, Maveraünnehir, Horasan, Taberistan, Yemen gibi yerlere olmuştur. Bu seyyid göçleri neticesinde Fas’ta İdrisiler, Yemen’de Süleymaniler, İran’da Zeydiler gibi pek çok hanedanlık kurulmuştur. Pek çok seyyid, Moğol ve Türk devletlerine sığınmış, buralardaki yerel halk ile kaynaşmıştır. Hatta kimi zaman, Kafkasya’da kurulan Nogay Hanlığı’nda olduğu gibi devletin kurucuları arasında dahi yer almışlardır. Türkiye’ye de Farklı Dönemlerde Seyyid Göçleri Olmuştur Türkiye, en uzun ömürlü ve en geniş topraklara sahip Türk-İslam Devleti olan Osmanlı İmparatorluğu’nun tek varisi olması itibariyle seyyidlerin yoğun olarak yerleştiği ülkelerden biridir. Günümüzde yurdumuzun pek çok yerine dağılmış olmakla beraber daha ziyade Ankara, Siirt, Şanlıurfa, Erzurum, Elazığ, Erzincan, Adana, Iğdır gibi şehirlerde daha yoğun olarak yaşamaktadırlar. Bu seyyidlerin çoğu, ilk seyyid göçleriyle beraber Anadolu’ya gelip yerleşmişlerdir. Ancak daha sonra da çeşitli vesilelerle Türkiye topraklarına olan göç hareketi devam etmiştir. Özellikle Osmanlı-Rus Savaşları ve Rus-Kafkas Savaşları sırasında Anadolu’ya göç eden çok sayıda Kafkasyalı’nın arasında bir çok seyyid de bulunmaktadır. Bu seyyidler daha ziyade İç Anadolu Bölgesi’ne yerleştirilmişlerdir. O dönemde Türkiye’ye yerleşen seyyid aileleri arasında, dergimizde yayınlanan konuların hazırlanmasında eserlerinden faydalanılan Sayın Adnan Oktar’ın dedesi Ömer Bey ve ailesi de bulunmaktadır. Ömer Bey’in dedesi olan Beslen Arslan Kasayev’in kökeni ise Nogay Hanlığı’na dayanmaktadır. Beslen Arslan Kasayev’in ailesi Arslanoğulları olarak tanınmaktadır. Arslanoğulları, 1827 yılında Kafkas Valiliği için hazırlanan bir belgede adı geçen 21 seyyid ailesinden biridir ve aile 1902 yılında Kafkas topraklarından ayrılıp Ankara’nın Bala kasabasına yerleşmiştir. (*) Seyyid aileleri, yaşadıkları bölgelerdeki halk tarafından da tanınan ve bilinen kimselerdir. Bu aileler birbirlerine tanık ve kefil olan bir topluluk oluşturmuşlardır. Kara Nogay ve Yediskul bölgesinde yaşayan Nugay Seyyidleri hakkında isim soyadlarıyla ve aile mensuplarıyla ilgili bilgiler Aile mensupları Kişi ve Ailesi Erkek Kadın 1. Nugay Kaplanov ve ailesi 4 3 2. Yusuf Ali Aysoltanov ve ailesi 2 5 3. Beslen Arslan Kasayev ve ailesi 2 4 4. Han Muhambet İsmailov ve ailesi 3 - 5. Muhambet Kantemirov ve ailesi 8 9 6. Mengligirey Tilenchiyev ve ailesi 3 - 7. Yanseyit Abdullayev ve ailesi 2 4 8. Gazı İnal Batırburzayev ve ailesi 5 7 9. Hayati Ahmetov ve ailesi 3 3 10. Nemin Yasenbi Adjiyev ve ailesi 8 5 11. Alibey Mamayev ve ailesi 3 3 12. Musousov ve ailesi 2 3 13. Alibek Soltanaliyev ve ailesi 4 - 14. Bekmurza Karamurzayev ve ailesi 3 2 15. Aslangirey Temirhanov ve ailesi 3 3 16. Alibey Temirov ve ailesi 2 3 17. Ali Mamayev ve ailesi 3 1 18. Beymurza İsterekov ve ailesi 4 3 19. Tausultan Temirhanov ve ailesi 7 - 20. Mamay Arslanov ve ailesi 1 - 21. Magomet Utepov ve ailesi 3 3 TOPLAM KİŞİ SAYISI 75 61 Rusya Federasyonu Stavropol Federal Arşivi'nde yer alan, 17 Temmuz 1827 tarihli orjinal belgenin fotokopisi. Arşiv No: 48, Cilt 2, Dosya No: 853 Bu tarihi belgede, Kara Nogay ve Yediskul bölgesinde yaşayan Nugay Seyyidlerinin kimlikleri ve aileleri hakkında bilgiler mevcuttur. Bu bilgiler bir liste halinde düzenlenmiş olup listelerde 3. sırada Adnan Oktar (HY)’nın dedesinin dedesi olan Beslen Arslan ve ailesinin kaydı bulunmaktadır. Adnan Oktar’ın dedesi Ömer bey Kafkasya’da doğmuş, 1902’de Ankara Bala kasabasına yerleşmiştir. Ömer Bey’in babası Hacı Yusuf, Hacı Yusuf’un babası ise Rus arşivlerinde seyyid olarak kaydı bulunan Beslen Arslan (Kasayev)’dır. Adnan Oktar’ın babasının ismi resmi kayıtlarda Yusuf Oktar Arslan olarak geçmektedir. Arslan soyadı, Rus kaynaklarında da yer almaktadır. Türk-İslam Kültüründe Seyyidlere Verilen Değer Türk-İslam devletlerinde ülkenin en saygın ve önde gelen kişileri askerler olarak kabul edilirdi. İdareciler ve halk, seyyidleri de askeri sınıfa mensupmuş gibi değerlendirmişler ve onlara büyük bir itibar göstermişlerdir. Tüm vergilerden ve harçlardan muaf tutulmuşlardır. Devlet herhangi bir maddi sıkıntı yaşamamaları için kendilerine aylık bağlamıştır. Kimi zaman yerel yöneticiler usulsüz uygulamalarda bulunup seyyid ve şeriflerden vergi almaya çalışmışlardır. Ancak merkezden yapılan düzenlemelerle bu tür muamelelerin önüne geçilmiştir. Hz. Peygamber (sav) soyundan gelen kişilerin hiçbir şekilde incitilmemesi ve onlara son derece saygılı davranılması yönünde bir çok padişah fermanı bulunmaktadır. Evliya Çelebi gibi pek çok Osmanlı tarihçisi, seyyidlerin çoğunun oldukça alçakgönüllü ve ince düşünceli olduklarını, seyyidliklerini belli etmekten kaçınan bir ahlaka sahip bulunduklarını ifade etmiştir. Ancak zaman içinde, seyyidlerin sahip oldukları imtiyazlardan faydalanmak isteyen art niyetli kişiler ortaya çıkmıştır. Günümüzde seyyidler, yurdumuzun pek çok yerine dağılmış olmakla beraber daha ziyade Ankara, Siirt, Şanlıurfa, Erzurum, Elazığ, Erzincan, Adana, Iğdır gibi şehirlerde daha yoğun olarak yaşamaktadırlar. Müteseyyid (sahte seyyid) olarak adlandırılan bu kişilerin sayıları hızla artınca, Devlet-i Ali Osmaniye’nin vergi kaynaklarında meydana gelen ciddi azalmanın önüne geçmek ve seyyidlik makamının namını korumak için bazı önlemler alınmıştır. Seyyid olduğunu iddia eden herkes hakkında detaylı incelemeler yapılmıştır. Seyyid ve şeriflerin silsilelerini ve secere-i tayyibe denilen soy kütüklerini kaydedip koruyan nakübüleşraf isimli bir müessese kurulmuştur. Bu müessese ilk olarak Sultan Çelebi Mehmet zamanında kurulmuş, Fatih Sultan Mehmet döneminde kaldırılmış, II. Bayezid devrinde yeniden ihya edilmiştir. Sahte seyyidlerin, gerçek seyyidler arasına karışmasına mani olmak için taşraya naib (İstanbul’da yaşayan ve seyyidlerin başı olarak görülen nakibüleşraf efendinin vekillerine bu isim verilir) denen özel görevliler gönderilmiş ve teftiş defterleri tutulmuştur. Bu defterler, herhangi bir seyyidlik iddiası üzerine merkezden yürütülen inceleme esnasında, söz konusu isimlerin kayıtlı olup olmadığını bulmakta kolaylık sağlaması için, seyyidliği ortaya koyan mevcut delillere dayanılarak hazırlanmıştır. Nakibüleşrafın başındaki kişi, Osmanlı sarayında oldukça önemli bir yere sahipti. Osmanlı padişahlarının tahta çıkışlarında (cülus merasiminde), kendilerine ilk önce nakibüleşraf efendi bağlılık bildirirdi. Osmanlı bayram törenlerinde, hünkar arz odasından çıkıp tahta oturduğunda nakibüleşraf efendi bir dua ile bayram merasimini açardı. Hem cülus merasimlerinde hem de bayram törenlerinde, nakibüleşraf sultanı tebrik ettiği esnada padişah hürmeten ayağa kalkardı. Resmi yazışmalarda nakibüleşraflara özgü muayyen ünvanlar kullanılırdı. Nakibüleşraftan sonra seyyidlerin en büyük amiri olan ve ‘alemdar’ ünvanı verilen kişiler, sefer sırasında saraydan çıkarak ordu ile beraber gidecek olan ‘sancak-ı şerif’i taşırlardı. Sancak-ı şerifin gidiş ve gelişinde, nakibüleşraf efendi ile seyyid ve şerifler sancak merasimine katılarak tekbir alıp salavat getirirlerdi. Anadolu topraklarında yaşayan seyyidler daha ziyade ulema (din bilginleri) sınıfına mensupturlar. Genelde imamlık, hatiplik, kadılık, müftülük, medrese hocalığı gibi görevlerde bulunmuşlardır. Osmanlı’larda seyyid kabul edilmek için baba tarafı soyunun Hz. Muhammed (sav)’e kadar uzanması yeterli görülmüştür. Ancak diğer İslam devletlerinde pek rastlanmayan bir şekilde, yalnızca anne tarafından seyyit olmanın da mümkün olduğu kanaati kabul görmüştür. Osmanlı İmparatorluğu’nda al-i Abbas soyu (Resulullah (sav)’in amcasının soyu) da seyyidler gibi itibar görmüştür. KAYNAK: 1- ( XVI-XVII yüzyıllarında Kabartay-Rusya İlişkileri. Belgeler ve yazışmalar, Cilt 1, Derleyen: Y.N.Kusheva, T.H. Kumikova, Moskova, 1957) Bu Konuyla ilgili geçiş bilgi ; http://www.harunyahya.org/Makaleler/seyyidler.html
  6. Selamlar...Burda evrimi savunan arkadaşlar...sizin dedeniz veya neneniz maymunsa bu bizim sorunumuz değil...ancak bazen bende sizin gibi düşünen insanların sayesinde (maymun beyinli) evrime inansakmı diye düşünüyorum :PP "ALLAH İNSANI VE TÜM KAHİNATI , ALEMLERİ YARATMIŞTIR" bildiğimiz ve bilmediğimiz herşeyi yaratmıştır...Siz yinede böyle kendinizi kandırmaya devam edin...Yakında BİLECEKSİNİZ...Atalarımız güzel söylemiş...İt Ürür,Kervan Yürür
  7. “Gerçek şu ki, Biz Tevrat'ı, içinde bir hidayet ve nur olarak indirdik. Teslim olmuş peygamberler, yahudilere onunla hükmederlerdi. Bilgin-yöneticiler (Rabbaniyun) ve yüksek bilginler de (Ahbar), Allah'ın kitabını korumakla görevli kılındıklarından ve onun üzerine şahidler olduklarından (onunla hükmederlerdi.) Öyleyse insanlardan korkmayın, Benden korkun ve ayetlerimi az bir değere karşılık satmayın. Kim Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar, kafir olanlardır.” (Maide Suresi, 44) MUSEVİ HALKINA AÇIK MEKTUP - Musevilerin bugün okumakta oldukları Tevrat, -Kuran'da bildirildiği üzere- tahrif edilmiş, bazı Yahudi din adamlarınca eklemeler ve çıkarmalar yapılmak suretiyle aslından uzaklaştırılmıştır. Buna rağmen bugünkü Tevrat'ta, Hak Din'e uygun pek çok ifade de yer almaktadır. Allah'a içten yönelmek, teslimiyet, şükür, Allah korkusu, Allah sevgisi, adalet, şefkat, merhamet, zulme ve haksızlığa karşı koyma gibi pek çok Hak Din özelliği Musevilerin bugün okumakta oldukları Tevrat'ta da mevcuttur. - Ancak, insanlar tarafından türlü menfaatler uğruna değiştirilen Tevrat'ta, kan dökmeye, toplu katliamlara, acımasızlığa teşvik eden izahlar da bulunur. - Bugün Yahudilerin söz konusu izahlara göre bir din anlayışı benimsemeleri yani geçmiş zamanların şartlarına göre yazılmış olan hükümlere göre hareket etmeleri son derece yanlış olacaktır. Hz. Musa (as)'nın vefatından çok sonra, bir kısım hahamlar tarafından Tevrat'a eklenen bu tür izahlar, savaş şartlarında oluşan kin, öfke ve intikam hislerinin bir sonucudur. Gayri insani ve dehşet verici nitelikte olan bu ifadeler, Hz. Musa (as)'ya indirilen gerçek Tevrat'ta yoktur. Bu gerçeği, çok sayıda yahudi din bilgini de gayet iyi bilmektedir. - Ancak halen yahudilerden bir bölümü, vahşeti, Tevrat'ın yerine getirilmesi gereken bir hükmü olarak görmektedir. Tevrat'ın iyiliği, güzelliği, barışı ve sevgiyi öngören bölümlerini dikkate almayan bu kişiler, aslında Tevrat'ın orijinalinde yer almayan insanlık dışı hükümlere göre hareket ederek kan dökülmesine sebep olmaktadırlar. - Yüce Allah, "çocukları öldürün", "kadınları öldürün", "masum insanları katledin", "bozgunculuk çıkarın" gibi emirler vermez. Bunlar açıkça birer zulümdür. Samimi dindar Musevilerin, bugünkü Tevrat'ın geçersiz hükümlerine uyarak, kadın, çocuk, yaşlı demeden binlerce masumun kanını akıtan dindaşlarını uyarmaları, onları sevgiye ve merhamete çağırmaları elzemdir. Hangi dinden olursa olsun, ister Müslüman, ister Yahudi, ister Hıristiyan olsun terör büyük bir günahtır ve insanlık suçudur. BU İZAHLARA GÖRE HAREKET ETMEYİN ... Ve İsrail onun mirasının sıptıdır (soyudur); ismi orduların Rabbidir. Sen Benim topuzum ve cenk silahımsın; ve seninle milletleri kıracağım; ve seninle ülkeleri helak edeceğim. Ve seninle atı ve binicisini kıracağım. Ve seninle cenk arabasını ve binicisini kıracağım; ve seninle erkeği ve kadını kıracağım; ve seninle kocamış adamı ve genci kıracağım; ve seninle genç adamı ve ere varmamış kızı kıracağım; ve seninle çobanı ve sürüsünü kıracağım; ve seninle çiftçiyi ve çiftini kıracağım; ve seninle valiyi ve kaymakamı kıracağım. (Yeremya, Bab 51 / 19-23) Ele geçen her adamın gövdesi delik-deşik edilecek ve tutulan her adam kılıçla düşecek. Yavruları da gözleri önünde yere çalınacak, evleri çapul edilecek ve karıları kirletilecek. (İşaya, Bab 13 / 15) İhtiyarı, genci ve ere varmamış kızı ve çocuklarla kadınları helak için vurun, gözünüz esirgemesin ve acımayın. (Hezekiel, Bab 9 / 5-6) Onların her şeylerini tamamen yok et ve onları esirgeme; erkekten kadına... çocuktan... emzikte olana... öküzden koyuna, deveden eşeğe kadar hepsini öldür... (I. Samuel, Bab 15 / 3) Ve Allah'ın Rab onları senin önünde ele vereceği ve sen onları vuracağın zaman; onları tamamen yok edeceksin; onlarla ahdetmeyeceksin (antlaşma yapmayacaksın) ve onlara acımayacaksın. (Tesniye, Bab 7 / 1-3) Fakat Ben kralımı mukaddes dağım Sion üzerine koydum... İşte Benden ve miras olarak sana milletleri mülkün olarak yeryüzünün uçlarını da vereceğim. Onları demir çomakla kıracaksın; bir çömlekçi kabı gibi onları parçalayacaksın. (Mezmurlar, Bab 2 / 6,8,9) Rab senin sağında öfkesi gününde kralları vuracak. Milletler arasında hüküm verecek; Yer leşler ile dolacak; çok memleketlerde baş olanı ezecektir. (Mezmurlar, Bab 110 / 5-6) Rabbin işini gevşeklikle yapan lanetli olsun; ve kılıcını kandan alıkoyan lanetli olsun. Katliam yapmayan, kan akıtmayan Allah'ın laneti ile tehdit edilmektedir. (Yeremya, Bab 48 / 10) Milletlerden öç alsınlar; Ve ümmetleri tedip etsinler (cezalandırsınlar); Onların krallarını zincirlerle ve ileri gelenlerini demir bukağılar ile bağlasınlar. (Mezmurlar, Bab 149 / 7-8) HAK DİN'E UYGUN OLAN BU TEVRAT BÖLÜMLERİNE UYUN Garibe haksızlık etmeyeceksin ve ona gadretmeyeceksin (baskı yapmayacaksın); çünkü siz Mısır diyarında gariptiniz, hiçbir dul kadını ve öksüzü incitmeyeceksiniz. Eğer onları incitirsen ve bir yolla Bana feryat ederlerse, onların feryadını mutlaka işiteceğim... (Çıkış, Bab 22 / 21-23) ... Zayıfın ve yetimin davasını görün; Düşküne ve yoksula adalet edin. Zayıfı ve fakiri çekip kurtarın; onları kötüler elinden azat edin (özgür kılın). (Mezmurlar, Bab 82 / 3-4) Dinleyin ve kulak verin; kibirli olmayın. (Yeremya, Bab 13 / 15) ... Rabbin hükümlerini yapmış olan dünyanın bütün alçak gönüllüleri, Rabbi arayın; salâhı (doğruluk ve kurtuluşu) arayın, alçak gönüllülüğü arayın... (Tsefanya, Bab 2 / 3) Övünen adamlara dedim: Övünmeyin; Ve kötülere: Boynunuzu kaldırmayın; Boynuzunuzu yukarı kaldırmayın; Dik başla söylemeyin. Çünkü ne güneşin doğduğu yerden, ne battığı yerden, ne de dağlar çölünden yükselme gelir. Ancak hâkim olan Allah'tır. Birini alçaltır ve birini yükseltir. (Mezmurlar, Bab 75 / 4-7) Ve ataları gibi inatçı ve âsi, yüreğini pekiştirmemiş ve ruhu Allah'a sadakatsiz bir nesil olmasınlar. (Mezmurlar, Bab 78 / 8) Hükümde haksızlık etmeyeceksiniz... ve kudretlinin hatırına itibar etmeyeceksin; ve komşuna adaletle hükmedeceksin. Kavminin arasında çekiştiricilik edip gezmeyeceksin; komşunun kanına karşı ayağa kalkmayacaksın; Rab Benim... Öç almayacaksın ve kavminin oğullarına kin tutmayacaksın; ...komşunu kendin gibi seveceksin; Rab Benim. (Levililer, Bap 19 / 15-18) Rab şöyle diyor: "Adil ve doğru olanı koruyup yerine getirin..." (İşaya, Bab 56 / 1) Yoksullardan adaleti esirgemek, halkımın düşkünlerinin hakkını elinden almak... Öksüzlerin malını yağmalamak için haksız kararlar alanların, adil olmayan yasalar çıkaranların vay haline! (İşaya, Bab 10 / 1-2) Düşmanın acıkmışsa doyur, susamışsa su ver... (Süleyman'ın Meselleri, Bab 25 / 21) HY (ADNAN OKTAR) HY (Adnan Oktar)'ın bugüne kadar 57 ayrı dile çevrilen, yaklaşık 250 kitabı bulunmaktadır. 30 bin resmin yer aldığı toplam 45 bin sayfadan oluşan bu kitaplar, bugüne kadar 8 milyon kişi tarafından satın alınmış, bir o kadar kitap da çeşitli gazete ve dergiler tarafından okuyucularına hediye edilmiştir. Yazarın eserlerinden faydalanılarak bugüne kadar 180 belgesel film hazırlanmıştır. Bu belgesel filmler de kitaplar gibi yabancı dillere çevrilmiş ve halen 20 ülkedeki 100 ayrı TV kanalında gösterilmektedir. Bugüne kadar 13 milyon VCD belgesel dünyanın pek çok ülkesinde milyonlarca izleyiciyle buluşmuştur. Hazırlanan sohbet programları, sesli anlatımlar 20 ayrı ülkede pek çok radyo kanalında yayınlanmaktadır. 40 ayrı dilde 200’den fazla internet sitesi bulunmakta olup bu siteleri her ay 140 ayrı ülkeden 4.5 milyona yakın kişi ziyaret etmektedir. Sitelerden ayda yaklaşık 540 bin belgesel film, 200 bin kitap, 100 bin sesli anlatım ve 7 bin interaktif anlatım ziyaretçiler tarafından bilgisayarlarına indirilmektedir. HY’nın eserleri kaynak alınarak hazırlanan dergiler bugüne kadar 6 milyonluk tiraja ulaşmıştır. HY’nın 5.000’den fazla makalesi pek çok ülkede, dergilerde, gazetelerde ve internet sitelerinde yayınlanmıştır. Yazarın evrim teorisinin çöküşünü ortaya koyan ve toplamı 6 bin sayfayı aşan kitaplarından yararlanılarak "Evrim Teorisinin Çöküşü ve Yaratılış Gerçeği" başlığıyla ülkemizde ve yurt dışında konferanslar düzenlenmektedir. Türkiye'de 2000'den fazla konferans düzenlenmiştir. Yurt dışında ise, -dünyanın en tanınmış üniversiteleri de dahil olmak üzere- Avusturalya’dan Kanada’ya, İngiltere’den Malezya’ya kadar pek çok konferans düzenlenmiş ve bu konferanslara 1 milyonun üzerinde katılım olmuştur.
  8. Şüphesiz 'izzet ve gücün' tümü Allah'ındır. O, işitendir, bilendir. (Yunus Suresi, 65) Dediler ki “Sen Yücesin, bize öğrettiğinden başka bizim hiçbir bilgimiz yok. Gerçekten Sen, herşeyi bilen, hüküm ve hikmet sahibi olansın.” (Bakara Suresi, 32) HY (ADNAN OKTAR) HY (Adnan Oktar)'ın bugüne kadar 57 ayrı dile çevrilen, yaklaşık 250 kitabı bulunmaktadır. 30 bin resmin yer aldığı toplam 45 bin sayfadan oluşan bu kitaplar, bugüne kadar 8 milyon kişi tarafından satın alınmış, bir o kadar kitap da çeşitli gazete ve dergiler tarafından okuyucularına hediye edilmiştir. Yazarın eserlerinden faydalanılarak bugüne kadar 180 belgesel film hazırlanmıştır. Bu belgesel filmler de kitaplar gibi yabancı dillere çevrilmiş ve halen 20 ülkedeki 100 ayrı TV kanalında gösterilmektedir. Bugüne kadar 13 milyon VCD belgesel dünyanın pek çok ülkesinde milyonlarca izleyiciyle buluşmuştur. Hazırlanan sohbet programları, sesli anlatımlar 20 ayrı ülkede pek çok radyo kanalında yayınlanmaktadır. 40 ayrı dilde 200'den fazla internet sitesi bulunmakta olup bu siteleri her ay 140 ayrı ülkeden 4.5 milyona yakın kişi ziyaret etmektedir. Sitelerden ayda yaklaşık 540 bin belgesel film, 200 bin kitap, 100 bin sesli anlatım ve 7 bin interaktif anlatım ziyaretçiler tarafından bilgisayarlarına indirilmektedir. HY'nın eserleri kaynak alınarak hazırlanan dergiler bugüne kadar 6 milyonluk tiraja ulaşmıştır. HY'nın 5.000'den fazla makalesi pek çok ülkede, dergilerde, gazetelerde ve internet sitelerinde yayınlanmıştır. Yazarın evrim teorisinin çöküşünü ortaya koyan ve toplamı 6 bin sayfayı aşan kitaplarından yararlanılarak "Evrim Teorisinin Çöküşü ve Yaratılış Gerçeği" başlığıyla ülkemizde ve yurt dışında konferanslar düzenlenmektedir. Türkiye'de 2000'den fazla konferans düzenlenmiştir. Yurt dışında ise, -dünyanın en tanınmış üniversiteleri de dahil olmak üzere- Avusturalya'dan Kanada'ya, İngiltere'den Malezya'ya kadar pek çok konferans düzenlenmiş ve bu konferanslara 1 milyonun üzerinde katılım olmuştur. KAVRAYAMAYAN YERLİ EVRİMCİLERE ÇAĞRI: DELİLİNİZ VARSA ORTAYA KOYUN! Halen pek çok merkezde devam eden fosil sergilerinde, evrim teorisinin geçersizliğini ortaya koyan yüzlerce yaşayan fosil halkımıza sunulmaktadır. Bunlar, canlıların milyonlarca seneden beri hiç değişmediklerini, şimdiki hallerini aynen muhafaza ettiklerini gösteren, taşlaşmış canlı fosilleridir ve “evrim iddiası"nın, materyalistlerin zihnindeki hayal ürünü senaryolardan başka bir şey olmadığını ortaya koymaktadır. Evrimciler ise kendi delillerini açıklama cesaretini bir türlü gösterememektedir. Evrimcilerden beklenen, eğer kendi iddialarına destek olacak 3-5 tane ara fosil varsa bunları Türkiye’nin en bilinen merkezlerinde, örneğin İstanbul Taksim’de veya Ankara Ulus’ta sergilemeleridir. Ancak evrimciler, son 140 yıldır yapılan kazı çalışmalarında elde edilen yüz milyon fosilden kendilerini destekleyecek tek bir ara fosil bulamamışlardır. Darwinizmin delil olarak kullanabileceği tek bir ara fosil yoktur. Buna karşı "Yaratılış Gerçeği"ni gösteren milyonlarca "yaşayan fosil" bulunmaktadır. Bilim Araştırma Vakfı ve Milli Değerleri Koruma Vakfı tarafından alt yapısı hazırlanan imza kampanyası sonucu 1400 bilim adamımız, ders kitaplarında evrim teorisinin iddialarını çürüten bulguların yer alması gerektiği görüşüne yer verilen bir dilekçeye imza atmış, 11 maddeden oluşan bu dilekçe 28 Haziran 2006'da Milli Eğitim Bakanlığı Talim Terbiye Kurulu Başkanlığı'na sunulmuştur. BU ÖNEMLİ GERÇEKLERİ GÖRMEZDEN GELMEYİN! FOSİLLER EVRİMİ REDDETMEKTEDİR Evrim teorisi, canlıların çevre şartlarının etkisiyle başka başka canlılara dönüştüğünü iddia eder. Oysa bunun büyük bir aldatmaca olduğunu modern bilim tüm açıklığıyla ortaya koymuştur. Herşeyden önce eğer canlılar başka canlılara dönüştüyse, dönüşme evresinde çok sayıda ara canlı var olmalı, yeryüzünün dört bir yanı evrimleşme aşamasındaki canlıların fosilleriyle (ara fosillerle) dolu olmalıdır. Oysa bugüne kadar çıkarılmış olan 100 milyona yakın fosillin tamamı bugün de bildiğimiz tam ve eksiksiz canlılara aittir. Evrim olsaydı, yeryüzü milyarlarca ara canlıya ait fosil ile dolu olmalıydı ama bir tane bile yoktur. Bu gerçek, evrim teorisinin çöküşünün açık bir ifadesidir. 140 senedir bulunan her fosilin evrimi yalanlamasına rağmen hala "bir gün bulunur" umuduyla bu teoriyi savunmak akıl sahibi bir insanın yapacağı şey değildir. Aradan 140 sene geçti, dünyada kazılmadık fosil yatağı kalmadı, milyarlarca dolar harcandı ama Darwin'in öngördüğü ara canlılara ait fosiller bulunmadı. Bugün yeryüzünün hemen her tarafından derlenmiş ve çeşitli ülkelerin müzelerinde kataloglanmış yüz binlerce fosil örneği vardır. Tüm bu fosil örnekleri çok önemli bir gerçeği gözler önüne sermektedir: Yüz milyonlarca yıl önce yaşamış canlılarla bugünkü yaşayan örnekleri arasında hiçbir fark yoktur. En eski jeolojik dönemlerde yaşayan canlılar dahi en küçük bir değişiklik geçirmeden günümüze kadar gelmişlerdir. Örneğin; bugün yaşayan çekirge neyse, bundan 120 milyon yıl önce yaşayan çekirge de odur. Bugün yaşayan kertenkele nasılsa, bundan 30 milyon yıl önce yaşayan kertenkele de aynıdır. Bugün yaşayan köpekbalığı hangi özelliklere sahipse, bundan 400 milyon yıl önce yaşamış olan köpekbalığı da aynı özelliklere sahiptir. Kısaca, canlılar bugün nasıllarsa, milyonlarca yıl önceki halleri de aynıdır. Fosil kayıtlarındaki canlılar ayrıntılı olarak incelendiğinde, bunların vücut yapılarının, organlarının, iskeletlerinin, en küçük detayına kadar günümüzdeki örnekleriyle birebir aynı oldukları görülür. Aynı kompleks yapı ve sistemlere sahiptirler. Canlıların hiçbir değişim ya da evrimsel süreç yaşamadıklarını belgeleyen bu yaşayan fosiller pek çok bilim adamını hayrete düşürmüştür. Bir yandan da onları yaşamın kökeni hakkındaki görüşlerini yeniden gözden geçirmeye yöneltmektedir. Sonuç olarak fosiller göstermektedir ki, canlılar, tarihin hiçbir döneminde ilkelden gelişmişe doğru bir süreç yaşamamışlardır. Tam aksine bugünkü aynı kompleks yapı ve özellikleriyle yeryüzünde bir anda ortaya çıkmışlardır. TEK BİR PROTEİN MOLEKÜLÜ BİLE TESADÜFLERLE OLUŞAMAZ! Günümüzde, cansız maddelerden tesadüflerle canlılığın meydana gelemeyeceği ortaya konmuş, laboratuvar ortamında bile bunun başarılmasının olanaksız olduğu anlaşılmıştır. Yapılan olasılık hesapları, değil bir canlının, canlıyı meydana getiren tek bir protein molekülünün bile kendi kendine ve tesadüflerle ortaya çıkamayacağını göstermiştir. Örneğin, 500 aminoasitlik ortalama büyüklükteki bir protein molekülünün tesadüflerle oluşma ihtimali 10 üzeri 950 'de 1'dir. Bu, matematiksel olarak gerçekleşmesi imkansız olan bir ihtimaldir. DARWINİZM TARİHİ SAHTEKARLIKLARLA DOLUDUR Evrim teorisinin tarihi, daha teori ilk ortaya atıldığı günden itibaren sayısız sahtekarlık, hile ve göz boyama faaliyetleriyle doludur. Örneğin: - Tam 40 sene boyunca insanla maymun arası bir canlıya ait olduğu anlatılan, hakkında yüzlerce makale yazılan ve sayısız resimleri yayınlanan Piltdown adamı gerçekte büyük bir sahtekarlıktır. Bu sahte fosil, insan kafatasına bir orangutan çenesinin eğelenerek monte edilmesi ve bunun potasyum dikromatla eskitilmesi ile elde edilmiştir. Bunun dışında; - Haeckel isimli bilim adamının, -sonradan kendisinin de çarpıtma olduğunu itiraf ettiği- sahte embriyo çizimleri; n Bulunan tek bir dişin Nebraska adamı adıyla insan maymun arası bir canlı olarak tanıtılması, ancak daha sonra bu dişin bir domuza ait olduğunun açıklanması; - Kuşların atası olarak gösterilen, ancak daha sonra birden fazla fosilin birleştirilmesiyle oluşturulmuş düzmece bir kanıt olduğu anlaşılan Archaeoraptor fosili; - Güve kelebeklerini iğneyle tutturup fotoğraflarını çektikten sonra bu fotoğrafların doğal seleksiyon safsatasına delil olarak gösterildiği ünlü "Sanayi Kelebekleri" sahtekarlığı; - Başlangıçta insanın atası olarak gösterilen ancak sonradan soyu tükenmiş maymun, şempanze ya da orangutanlara ait olduğu anlaşılan kafatası ve kemik parçaları; - 30 yıl boyunca Hamburg'daki bir müzede 36.000 senelik yaş tayin edilerek insanın sözde evrimindeki kayıp halka olarak sergilenen ve 2004'te evrimci bir antropoloji profesörünün tipik bir tarihlendirme sahtekarlığı olduğu ilan edilen Hahnhöfersand Adamı skandalı... Bilimin kendisine vermediği kanıtları, sahtekarlıkla üretmekten başka çaresi olmayan bir teori zaten kendi geçersizliğini ilan etmiştir. YERLİ EVRİMCİLER YENİLGİYİ İTİRAF ETTİ! Adnan Oktar (HY)'ın evrim teorisinin çöküşünü ortaya koyan eserleri ve Bilim Araştırma Vakfı'nın düzenlediği 2000'den fazla konferans neticesinde yerli evrimciler tam manasıyla sinmişlerdir. Bilimsel anlamda ortaya koyabilecekleri hiçbir delilleri bulunmayan evrimciler, teorilerini savunamaz olmuş ve yaratılış gerçeğini savunanlardan köşe bucak kaçmaya başlamışlardır. Yerli evrimciler bu konuyu kendileri de itiraf etmektedirler. Örneğin Amerika’dan yayın yapan www.pitch.com adlı internet sitesindeki bir haberde görüşüne yer verilen ünlü evrimci Prof.Dr. Ümit Sayın “Artık yaratılışçılara karşı bir savaş yok. Savaşı onlar kazandılar. 1998’de Türkiye Bilimler Akademisi’nden 6 profesörü yaratılışçılara karşı konuşmaları için motive etmiştim. Artık, bugün bir kişiyi bile motive etmek imkansız” diyerek evrimciler adına yenilgiyi itiraf etmiştir. EVRİMCİLERİN TAKTİKLERİNE DİKKAT! Evrimciler kamuoyunu ikna etmek için pek çok taktik kullanır. Saygın bilim adamlarının isimlerini kullanmak bunlardan biridir. Evrimci bir makalede Newton, Einstein, Max Planck, Pasteur gibi Allah'a inanan bilim adamlarının isimleri ve fikirlerine yer verilir. Evrimciler, bunların doğrulanmış bilimsel fikirlerini, kendi işlerine geldiği gibi cümle aralarına serpiştirir, Allah'a inandıklarından ise hiç bahsetmezler. Doğru bilgilerle, evrimci mantıkları harmanlayan evrimciler bu suretle teorilerini bilimsellik kılıfına büründürür, kabul görmesini sağlamaya çalışırlar. Evrimcilerin, teorilerine doğruları yamama gayreti ise oldukça meşhurdur. Doğal seleksiyon kavramı buna güzel bir örnektir. Doğada güçlü olan canlıların hayatta kaldıkları, güçsüzlerin ise çoğu zaman öldükleri bilinen bir gerçektir. Evrimciler bu olayı evrim delili gibi sunmaya çalışmaktadır. Oysa güçsüz bir canlının güçlüye yem olmasının evrimle hiçbir ilgisi yoktur. Soğuğa dayanıklı olan kalır, olmayan ölür, hızlı olan kaçar kurtulur, çelimsiz ve yavaş olan geride kalarak av olur. Bu orijinal ve şaşılacak birşey değildir. Evrimciler bu doğru bilgiyi verirken yanında kendi senaryolarını da sunarlar. Doğal seleksiyon bir canlıya yeni bir özellik kazandırmaz veya onu başka bir canlıya dönüştürmez. Dolayısıyla evrim ile bir alakasının kurulması son derece mantıksızdır. Ayrıca bilimsel bir yayın öncelikle dürüst olmalı gerçeklerden ödün vermemelidir. Planck’a yer veriyorsa, onun Allah inancıyla ilgili çarpıcı sözlerinden de söz etmelidir. Kamuoyuna yanıltıcı bilgi vermek bilim adamına yakışmaz. DARWINİZM İLE İLMİ MÜCADELE TERÖRE ÇAREDİR Güneydoğu'da, bölücü komünist-marksist mihrakların oluşturduğu Cumhuriyet tarihimizin en büyük ayaklanması devam etmektedir. Şu ana kadar binlerce şehit verilmiş, milyarlarca dolar maddi kayıp meydana gelmiştir. Bu büyük fitnenin, ideolojik felsefi temelinde insanı, tesadüflerin ürünü olan bir hayvan olarak tanıtan Darwinizm vardır. Darwinizm yok edildiğinde, evrimciliğe dayalı marksist anlayış da çökecektir. Dolayısıyla süregelen marksist, komünist, bölücü hareketin önlenmesinin yolu sadece “iyi takip”, “iyi yakalama”, “iyi yargılama”, “iyi infaz” değildir. Kesin çözüm, söz konusu ideoloji ile “iyi ilmi mücadele”dir. Sivrisineklerle uğraşmak yerine, bataklığın bir an önce kurutulması gerekir. Darwinizmin sahtekarlıklarının doğru bir şekilde gençliğe aktarılması, bilimdeki gelişmelerin detayları ile açıklanması, gerçek bilimsel düşüncenin gereğidir. Bu mücadelenin bel kemiğini oluşturan Darwinizm konusu halledildiğinde, bu komünist-marksist bölücü fitnenin gücü de yok olup çökecektir. HİÇBİR TEKNOLOJİNİN ERİŞEMEDİĞİ GÖRÜNTÜ VE SES KALİTESİ Dünyaca ünlü Philips, Sony, Panasonic, Samsung, JVC, NEC gibi firmalar günümüzün en ileri görüntü teknolojilerine sahip LCD ve plazma televizyonlarını üretirler. Ancak insan beyninde oluşan 3 boyutlu panoramik görüntünün kalitesi bu televizyonlarda oluşturulan görüntü kalitesinden her zaman için çok daha mükemmeldir. Televizyonlarda üretilen görüntüler, insan beyninde oluşan görüntülerin renk, netlik, parlaklık ve canlılık kalitesini yakalamaktan son derece uzaktır. Dünyanın en kaliteli ses ve müzik sistemlerini üreten Marantz, Sony, Bang & Olufsen, Nakamichi, Kenwood, Technics, Pioneer gibi firmalar, yine dünyanın en kaliteli hoparlörlerinden olan JBL, Bose, Yamaha gibi markalar, insan kulağının duyduğu 3 boyutlu, derinlikli, kusursuz ses kalitesine asla erişememektedir. Binlerce mühendisin, binlerce alet kullanarak elde edemediği üstünlükteki ses ve görüntü bir avuç insan beyninin birkaç santimetrekarelik ses ve görüntü merkezlerinde durmaksızın üretilmektedir. Bu kusursuz sistemlerin tesadüfen ortaya çıktığını iddia etmek kelimenin tam manasıyla saçmalamaktır. BEYNİMİZDE OLUŞAN DÜNYANIN ASLINA ASLA ULAŞAMAYIZ Maddeyi beş duyumuz aracılığıyla beynimizde algıladığımız için hayatımız boyunca yaşadığımız, gördüğümüz, hissettiğimiz herşey gerçekte beynimizde meydana gelmektedir. Bu nedenle maddenin ancak beynimizdeki bir kopyasıyla muhatap olur, aslına hiçbir zaman ulaşamayız. Örneğin, evinin salonunda oturduğunu ve camdan dışarıyı seyrettiğini zanneden bir insan, gerçekte beyninin içindeki ekrandan salonunu, camdan görünen manzarayı izler. Camdan gördüğü deniz manzarası, kuşlar, ağaçlar hep beyninde oluşan görüntülerdir. Oturduğu koltuğun sertliğini, döşemesinin kayganlığını da beyninde hisseder. Mutfaktan gelen kahve kokusu gerçekte mutfakta yani uzağında değil, beyninin içindedir. İşte insan, beynindeki ekranda izlediği, anlamlı ve eş-zamanlı olarak biraraya getirilen algılarının tamamına "yaşamım" der ve hiçbir zaman beyninin dışına çıkamaz. Sonuç olarak, biz hayatımız boyunca bize gösterilen kopya algılarla yaşarız. Ancak bu kopyalar o kadar gerçekçidir ki, hiçbir zaman kopyalarını yaşadığımızı fark etmeyiz. Bizim tek görebildiğimiz, koklayabildiğimiz, tadabildiğimiz, dokunabildiğimiz ve duyabildiğimiz beynimizdeki kopyalardır. Beynimizde izlediğimiz ekranın dışında maddenin gerçeği nasıldır, bunu da hiçbir zaman bilemeyiz. İşte materyalistlerin bel bağladıkları maddenin gerçekliği bundan ibarettir. Bu bir felsefe değil, net bir bilimsel gerçektir. Beyindeki şuur merkezinde görüntüyü gören, sesi duyan, kokuyu hisseden, düşünen, dokunma hissi alan kimdir? Bunlar Darwinizm'in hiçbir şekilde açıklayamadığı metafizik gerçeklerdir.

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.