Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

Asfalt

Φ Üyeler
  • İçerik Sayısı

    284
  • Katılım

  • Son Ziyaret

Asfalt tarafından postalanan herşey

  1. İkimizin pozisyonuna bakalım kim devleti ve milleti bölmek istiyor sence.
  2. Ben bu başlığı senin boş boğazını doldurmak için açmadım.Daha yazacağım onlarca şey var.sen yazdıklarıma cevap düşün.Yada yaz.Burası polemik değil 55 yıllık bilançonun çetelesidir.anlaştıkmı sevgili musti
  3. canım musticiğim 2.dünya şavaşı yılları dünya yıkılıyor.Türkiye anlaşmalar gereği ürettiği buğdayın bir bölümünü avrupaya veriyor. İsmet paşa bir çocuğun ekmek bulamıyoruz demesine.Seni ekmeksiz bıraktım ama babasız bırakmadım demiştir. Yani savaşın dışında kalmış bir ülke tabiki yanı başındaki savaşın etkisini hissedecek. Yoksa savaşsamıydık ne? musti izmlerden uzaksın ama sana 10 tane izm uydurabilirim
  4. Asfalt

    MİT'İN FETTULLAH GÜLEN RAPORU

    Hocanın ekmeğini yiyenler, elbette sınırsız bir hoşgörü göstermek mecburiyetinde. Bunu kabul edilebilir buluyoruz
  5. EKONOMİDE YALANLAR Türkiye'de 1998'den bu yana ülke ekonomisinde aslında büyük değişiklik, ilerleme yok. Bu yazıyı okumayı bitirince siz de o sonuca varacaksınız. Açıklamalarımıza önce neden 1998 yılını seçerek başladığımızı yazarak devam edeceğiz. Bu yılla başladık. Çünkü bugün ekonomimizin komuta yerinde oturan Uluslararası Para Fonu, halkın daha çok IMF diye tanıdığı kuruluş, hükümetimizle Yakın İzleme Anlaşması 'nı (İngilizcesiyle ''Staff Monitoring Program'' ) bu yıl içinde imzalamıştır. Türkiye'de bu yıldan sonra ekonomi yönetimi (Hükümet politikaları ve Parlamento'ya sevkedilecek yasalar dahil) IMF'nin kayıtsız şartsız yönetimi altına geçmiştir. Hatta hükümet sevkettiği yasa önerilerini, ''Bunları IMF istiyor, yasalaşması zorunlu'' diyerek BMM'den geçirmiştir. Fikir ve değerlendirmelerine önem verdiğim Sayın Erinç Yeldan ile Korkut Boratav da Cumhuriyet'te 12 Nisan 2006 günü yayımlanan yazılarında bu ayrım ve sınıflamayı yapmışlardır. 1998'de o zamanın hükümeti ile Cumhurbaşkanı, yüksek oranlı devlet borçlanmalarının kamuya ve bütün ekonomiye verdiği rahatsızlıktan bezmişti. Özellikle Cumhurbaşkanı Demirel , çoğu alacaklıları içerde olan bu iç borçlardan kurtulmak için, dışarıdan ''şöyle bir 15 - 20 milyar dolar borçlanıp bu düşük faizli borçla yüksek faizli iç borcu kapatmayı'' ekonomide sıkıntıdan kurtulmanın tek yolu olarak görüyordu. Bu amaca varmak için ülke ekonomisi hakkında IMF'nin bir ''başarılıdır'' raporunu vermesi gibi kısıtlı bir çare ile aylarca Para Fonu'ndan ricada bulunurken sonu gelmeyecek bir IMF yönetiminin ekonomi üstüne çökeceğini beklemiyorlardı. IMF YÖNETİMİNDE TÜRKİYE EKONOMİSİ IMF yönetimindeki dönemde alınan sonuçları daha ele gelir biçimde görelim: IMF 1998'de önce bir Yakın İzleme Programı'yla geldi ve o günden beri ekonomimizi yönetiyor. Ve birkaç yıl daha yöneteceğe benzer. 1) 1998 - 2005 dönemi demek olan IMF yönetimi döneminde, yani 8 yıllık dönemde ortalama büyüme oranı yüzde 2.5. Bu hız Türkiye Cumhuriyeti'nin geçirdiği çeşitli yönetim dönemlerindeki (İkinci Dünya Savaşı yılları hariç) en düşük hızdır. Sayın Korkut Boratav'ın resmi rakamlara dayanan düzenlemesine göre (Cumhuriyet 12 Nisan, Sahife 12) Cumhuriyet Türkiyesi'nin 83 yılındaki ortalama yıllık büyüme hızı yüzde 4.9, yani IMF dönemi büyüme hızının iki misline yakındır. Sağcı politikacıların ve hele R. T. Erdoğan 'ın ''hiçbir şey yapılmadı'' diye eleştirdiği 1923 - 1950 dönemi ortalaması yıllık yüzde 3.8, yani IMF dönemindeki yıllık ortalama büyüme oranının bir buçuk misli. Bu dönem Türkiye'nin büyümeyip küçüldüğü II. Dünya Savaşı yıllarını da içeriyor. Ama devletçi politikaların Türkiyesi'nde yani 1924 - 1939'da yıllık ortalama büyüme hızı yüzde 6.6, yani IMF dönemindeki hızın 2.5 katı. Bunları şunun için yazıyorum; IMF döneminin getirdiklerini bütün kapsamıyla sermek gerekir. 1998'den bu yana Türkiye ekonomisi iki büyük göçüş geçirmiştir. Bu iki göçüş de IMF'nin yönettiği dönemlerde olmuştur. Ve bu iki göçüş yılında yıllık enflasyon oranı yüzde 100 ila 150'dir. IMF icraatını değerlendirmek için onun icraat yıllarının tamamını göz önüne almak gereklidir. AKP İKTİDARI DÖNEMİ Ama bizce Türkiye ekonomisindeki asıl çöküş, IMF politikalarının ve reçetesindeki asıl önemli olumsuz etkilerini göstermesi ve bu olumsuz etkilerini görmemekte ısrar edilip aksine övülmesi AKP iktidarı dönemine rastlar. Ve Türkiye'nin en büyük felaketi buradadır. Neden buradadır? Onu anlatalım: Dış politikada en acemi bir hükümetin bile işlemeyeceği hatalar işlenmekte, Başbakan'ın en yakın danışmanının ABD'de, ''Ne olur bu adamı lağımdan aşağı süpürmeyin, onu kullanın'' diye yalvardığı yerlere kadar devlet itibarı düşürülüyor. Kamu ihaleleri AKP yetkilileri ve onlara yakın firmalar arasında yağma ediliyor. Yargı gücü her gün ayrı bir hükümet saldırısıyla gözden düşürülmeye çalışılıyor. Kapkaççılardan sokakta dolaşma güvenliği bile kalmamış. Bütün bu rezaletlerin görüldüğü hallerde bile birçok yurtsever yurttaş ''Ama bunlar ekonomiyi iyi yönetiyor'' diye olan biten bu beceriksizlik ve rezaletleri bile hoş görüyor. Batı basını bile hükümetlerin istese bile enflasyon yapamayacağını, enflasyon döneminin belki de dönmemek üzere gittiğini, nedenleriyle ifade ediyorlar. Türkiye'nin bütçe açığı ve cari açığı buralara gelmişken, neden enflasyonun düştüğünü ya da bu düşüşün maliyetinin ne olduğunu kimse ciddi ciddi sormuyor? İstatistikler gerçeği yansıtmıyor Türkiye gelişme istatistikleri katiyen palavradır. Biraz iktisat bilip de ilan edilen büyüme rakamlarına şiddetle karşı çıkmayanın aklına saşıyorum. Neden? YATIRIM VE BİRİKİM AÇISINDAN Dünya iktisat literatüründe ''büyüme'' , ''gelişme'' ya da ''kalkınma'' deyimlerine komünist olmayan ülkelerde rastlamak için 1940'ların ikinci yarısına ulaşmak gerekmiştir. Bu yıllarda ekonomi branşının itiraz edilmez yıldızı J. M. Keynes 'in iki çömezi Harrod ve Domar adlı iki ekonomist bir formül geliştirdiler. Bu formüle göre bir ülkede gelişme, ülkenin yaptığı yatırım hacmine bağlıydı. Yapılan her sabit yatırım ülkenin koşulları ve dünyanın içinde bulunduğu konjonktüre göre değişen, bu yatırıma oranla bir gelir artışı sağlar. Peki ne kadar yatırım bir birim gelir artışı sağlar? Bunu Yatırım / Hasıla katsayısı denen bir katsayı belirler. Bazı ülkelerde bu 10/1'dir. Yani 10 birim yatırım yapılırsa 1 birim gelir artışı sağlanır. Biz de aslında yine ABD'nin öğütleriyle daha Adnan Menderes iktidardayken bir merkezi plan bürosu kurduk. Daha sonra 27 Mayıs askeri hükümeti bugün de devlet teşkilatımız içinde, rolü değişse de, yerini koruyan Devlet Planlama Örgütü'nü kurdu. Bu örgüt gerek kurulurken ve gerekse ilk çalışmalarını geliştirirken Amerikan Yardımı Teşkilatı'ndan yardım gördü. Bizim I. Kalkınma Planı'nda Yatırım Hasıla Katsayısı 2.8/1 idi. Yani her 2.8 birimlik yatırım ile bir birim gelir artışı sağlanabilir denmişti. Evet bir ülkede gelir artışı o ülkede yapılan yatırımlara ve her yatırımın ek gelir yaratma oranına bağlıdır. İşte bu gerçeklere göre ben ''1998'den sonra Türkiye'de değil hızlı, orta hızda kalkınma olasılığına inanmıyorum.'' İŞSİZLİK YÜZE 11.5 Büyüme ile işsizlik arasında oldukça duyarlı bir ilişki olduğunu bütün iktisat kitapları yazarlar. Büyüme halinde, hele böylesinde işsizlik azalır. Bu büyüme oranlarında (dört yılda birikmesiz yüzde 31.3) işsizlik şöyle dursun dışardan işçi gelir ülkeye (1960'lardaki Batı Avrupa'da olduğu gibi)... 2005 yılı Aralık - Ocak işsizlik oranı TÜİK tarafından yüzde 11.5 ilan edilmiştir. Yani 4 yılda milli gelir yüzde (birikmeli olark) 35 artarken işsizlik de yüzde 1.2 artmış. Bunu ekonominin ilk bilgilerini almış bir kişiye anlatma olanağı yoktur. KİMİN GELİRİ YÜZDE 21 ARTTI? Hükümet kamu çalışanlarına yüzde 6 niyetine (yüzde 4.5) zam yaptı. (Yüzde 3 ilk altı ayda ve yüzde 3 ikinci altı ayda). Oysa bu zam 2005 göstergelerine göre ise hem tüketici fiyatları artışı ve hem de büyüme oranının toplamı kadar olmalıydı. Bu ikisinin toplamı yüzde 16'dır. Hükümet büyüme hızını yüzde 7.6 ve tüketici fiyat artışını yüzde 8.4 ilan etmişse (ki böyledir resmi rakamlar), her yurttaş grubunun gelirinin yüzde 16 arttığını, ya da artması gerektiğini kabul etmelidir ve bunun hesabını vermelidir. 2005 yılındaki büyüme yüzde 9.9 ilan edildi, tüketici fiyat artışı yüzde 11'dir. O sayılarında TÜİK ısrar ediyorsa her sınıf ve tabakanın gelirinin 2005'te yüzde 21 arttığını gösteremez ise bu hesaba inanan olmaz. Evet, soruyoruz: 2005'te kimin geliri yüzde 21 artmıştır? İşçinin mi? Kamu ve özel sektör toplu sözleşmeleri meydanda. Bu düzeyin yarısına eşit zam alan yok. Köylünün mü? Taban fiyatlarında bunun dörtte biri kadar artış yok. Kamu çalışanının mı? Hesaplar meydanda, artış sadece yüzde 12 niyetine yüzde 9. Bu üç grup ülke nüfusunun zaten çok büyük kısmı, yüzde 80'i. Kalan kısmın, en yüksek nüfuslu esnafın durumu belki bunlardan da kötü. Gerçi son yıllarda emekçisi, emeklisi, çiftçisi, esnafı ile ülke halkının büyük kısmı sıkıntı çekerken bazı tuzu kuruların gelirlerinin yılda yüzde 100'ün üstünde arttığı gözlerden kaçmıyor. Ama bu yüksek büyüme oranlarını kanıtlayamaz. 'Yurttaşı fakirleştiren büyüme' Ben TRT-3'te yayımlanan Meclis Saati'ni düzenli ve sürekli olarak izlerim. Gaziantep Milletvekili Ömer Abuşoğlu 'nun isabetli bir görüşünü de dinledim. ''Yine ekonomi kitaplarında fakirleştirici büyüme diye bir kavram var; fakirleştirici büyüme, yani bir yandan ekonomi büyür, bir kesimi fakirleşir, büyümenin nimetlerinden istifade edemez. İşte biz bu dönemde bunu yaşıyoruz, fakirleştirici büyüme yaşıyoruz. Dış ticaret hareketlerine dayalı bir büyümeyse bir ekonomi büyürken aynı zamanda dış ticaret hacmi artıyorsa.. Bakalım dış ticaret hacmi artıyor mu? Rakamları burada... Sizin bakanlığınız tarafından hazırlanan rakamlar, dış ticaret hacmi büyümüş, hem ihracat ve hem de ithalat büyümüş. İthalat ihracattan fazla büyümüş, birinci şart bu... İkinci şart, dış ticaret hacmi büyürken dış ticaret hadleri kötüye gitmiş mi? Bakıyoruz.. dış ticaret hadleri de kötüye gitmiş. İşte bu durumda ne oluyor biliyor musunuz? Bu iki faktörü bir araya getirdiğimiz zaman, ülke içerisinde gerçekleşen ekonomik büyümenin bir kısmı, nimetlerin, refahın buharlaşıp bulut olup başka ülkelere yağıyor. Ülkenin dış ticaret yaptığı ülkelere yağmur olarak yağıyor. Onun için, toplumun bazı kesimleri feryadına devam ediyor. 'GELİRLER BUHARLAŞIYOR' Bir başka şart, sadece dış ticarete dayalı değil, bir başka unsur, ekonomik büyüme hızından daha büyük reel faiz gerçekleşiyorsa ekonomide, bu durumda da fakirleştiğiniz büyüme ortaya çıkıyor... Bu durumda dış finansmana dayalı, kaynağa dayalı bir büyüme gerçekleşiyor. Yani ülkeye büyük ölçüde bir yabancı sermaye girişi var, ister sıcak para hareketi şeklinde, ister portföy yatırımı şeklinde, ister doğrudan yatırım şeklinde. Böyle bir durumda, reel faizlerin yüksek olması, dış finansmanın veya dış kaynağın ülkeye girişinin artması sonucunda ekonomik büyümeden ortaya çıkan nimetlerin bir kısmı reel faiz olarak dış finansman sahiplerine, yine dışa akıyor, yani buharlaşıyor...'' Yukarıda özetlediğim her iki görüşe de aynen katılıyorum. Hem Somçağ'ın iddiaları doğrudur. Büyüme hızları gösterilenlerin çok altındadır. Hem de bu bir ''fakirleştiren büyümedir'' . Abuşoğlu'nun saptadığı gibi ülkeye faydası yoktur. 1998'den beri süre gelen ve AKP döneminde hızlanan olumsuz gelişmelerle Türkiye milli geliri Türklerin milli geliri olmaktan çıkmıştır. HANGİ TÜRK LİRASI? TÜİK'in verdiği rakamlara göre 2002'den 2005 yılı sonuna kadar Türkiye birikmesiz toplam ile yüzde 31 oranında büyümüştür. Birikmeli olarak yüzde 38. Bu, sabit fiyatlarla büyümedir. Ama bir de iktidar sözcülerinin ve onun övgücülerinin bir övünmeleri daha var. Diyorlar ki: ''İktidarımız döneminde birey başına geliri 2500 dolardan 5000 dolara çıkardık.'' Bu hesaba göre milli gelir yüzde 100'den fazla (çünkü nüfus artışını da aşarak) büyüdü demek. Türkiye'de nüfus artışı oranını yılda yüzde 2 kabul edersek büyüme 4 yılda sabit fiyatla yüzde 110'u buluyor. O zaman iktidar partisinin ekonomi programını ve icraatını övenlere soralım: Türkiye 4 yılda acaba birikmeli olarak yüzde 38 mi, yoksa yüzde 110 mu büyüdü? Evet sadece büyüme de değil bir büyüklük TL ile ifade edilince sormalı: Hangi Türk Lirası'yla. İçerdeki satınalma gücüyle mi? Kambiyo değerine değerlenmiş TL ile mi? Bu soruyu hiç garip karşılamamalı. Çünkü bu iki Türk Lirası başka değerlerdedir. Örneğin 1 milyon TL'ye alabildiğiniz iplik, kambiyo değeriyle 1 milyon TL ile alacağınız iplikten çok azdır. Bu nedenle elinde 1 milyon veya 1 milyar lira olan sanayici Türkiye içinden alacağına, ipliği dışardan alıyor. Çünkü aynı parayla daha çok ithal ipliği elde ediyor. Bazı hesaplara göre aynı miktarda Türk Lirası'nın dışarıdan alabileceği mallar, içerde alabileceği mallardan yüzde 28 daha fazladır. İşte bu farklılık her gün Türk ekonomisini yiyip bitirmektedir. Ekonomide gerçek durum budur. Üretim güçlerimiz ya kapı kapatıyor ya da ölü değerlerle elimizden gidiyor. Bu yöntemle daha da gidecektir. Bu yazı Aslan Başer Kafaoğlu'nun Cumhuriyet Gazetesi'nin 9 Mayıs 2006 tarihli sayısında yayınlanan inceleme yazısından alıntılanmıştır
  6. Asfalt

    AKP ve İSRAİL SEVDASI

    çok yerinde ve güzel bir yazı kaleme almışsın cyrano tebrik ederim
  7. Kardeşim uzatma lafı ABD de ne halt ediyor.İsraille kolkola lübnanda bebekleri öldüren siyonistlerin bir numaralı destekçilerini yanında ne arıyor bu adam. Bu nasıl dava adamı.Bırak laf ebeleiği yapmayı...
  8. Bakalım daha neler neler göreceğiz...
  9. Mesnet ve ispat sizin inanılmaz reddinizde gizli.Yoksa herşey gün gibi açık ortada. illede ispat ispat diyosunuz neyi ispat edeceğiz yahu.Adam ABD nin maşası bunun için sadece görmek yeterli.Yoksa her ağzı laf yapan adam kendi hegemonyasını kursaydı Erman Toroğlu çoktan kurmuştu
  10. 68 kuşağından olan bizler, o yıllarda devrimci gençlik olarak sosyalizmi bir “idol” olarak görmekteydik. Kapitalizmin savunucusu ABD ile işbirlikçi iktidar yıkılıp yerine sol bir iktidar geldiğinde, bütün yolsuzluklar sona erecek kutsal emeğin hakkı verilecekti. Sokağa dökülen ve çarpık düzeni değiştirme iddiası ile ortaya çıkan solcu gençliğin yanında milliyetçi, muhafazakar kesimlerin de ortak paydası farklı politik yollardan da olsa ülkede insanca bir yaşam sağlamak idi. Sol hiçbir zaman iktidara gelemedi ama ABD’nin emperyalist bir güç olduğunu, zaman içerisinde bu slogan yüzünden solcuları döven hatta öldüren sağ kesim de kabul etmek zorunda kaldı. Geçmişten kalan “ABD emperyalizmi” ortak paydası dışında değişen sol ve gelişen sağda diğer bir ortak paydanın “yolsuzluk” olduğunu görüyoruz. 55 yıllık çok partili Türk demokrasi yaşamında tek partili iktidarların ömrü ortalama 1,5 dönemdir. Bunun ilki genellikle “hizmet” dönemidir. İktidara gelen yeni gelin ilk önce işe sarılır. Yaptığı yatırımların nemasını da ilk gelen seçimlerde alarak yeniden seçilme şansına sahip olur. İkinci dönem ise kendine çalışma dönemidir. Artık ekilen tohumlardan yeşeren filizlerin bir kısmı da yan cebe gitmelidir. 1950 de iktidara gelen DP iktidarının ilk dört yılda yatırıma ve hizmete susamış olan memlekete önemli katkıları olmuştur. Bunu kimse inkar edemez. İkinci dönem işe yolsuzluklar ve yanlışlıklar dönemidir. İkinci örnek, ANAP iktidarıdır. 1983 de tek başına iktidara gelen Özal ve ekibi Türkiye için bir çok yenilikler getirmiş, önemli hizmetleri gerçekleştirmiştir. İkinci dönemde ise başta “hayali ihracat” olmak üzere yapılan yolsuzluklar ayyuka çıkmıştır. Sol, 1989 da ancak “yerel”de iktidara gelmiştir. Türkiye’nin hemen hemen tüm büyükşehir belediye başkanlıkları ile diğer büyük il ve ilçelerde belediye seçimlerini kazanmıştır. Kazanılan bu başarı başta İSKİ olmak üzere yolsuzluklar yüzünden ancak bir dönem sürebilmiştir. Milliyetçi grup ise 1999 da “konjonktürel” iktidara ortak oldular. Elde ettikleri bu fırsatı iyi değerlendirmesi ve adı ile mütenasip bir icraat yapması beklenen bu grup 3,5 yıllık iktidarlarında malesef yolsuzluk batağına saplandılar. AKP de bu konuda hızlı çıktı. 1,5 uncu dönemi beklemeden yolsuzluk işlerine soyundular. Oysa, seçimlerde yolsuzlukla mücadele etmek için iktidara geleceklerini söylüyorlardı! Sayalım; Önce enerji yolsuzluğu (Enerji yolsuzluğu artık klasikleşti, her iktidara gelen yapıyor. Uzmanlaşma ANAP döneminde olmuştur). Dünkü Hürriyette Fatih Altaylı yazdı. Finlandiya’da Vaisala firmasından Orman Bakanlığınca alınan meteorolojik aletler. Muhafazakar yöneticilerimiz otelde şarap ta içmişler. Helal olsun. Emin Çölaşan’ın yazdığı, 28 Mart 2004 yerel seçimlerinde AKP Çankaya Belediye Başkan adayı Mesut Çağlar Bozoğlu’na verilen jet ihale. Tokat’ta Tekel Sigara fabrikasına yeni diye alınan ikinci el makinalar. TSE ve Gümrük yolsuzluğu. Rusya’dan tarımda kullanılacak gübre diye ithal edilen sanayi ürünleri. Bunlara TSE labratuvarlarında verilen sahte raporlar. Örneklerin çoğalmasını dilemiyoruz ama bal tutan parmağını yalıyor. M.Yüksel Eğinli Susurluk, Madımak ve banka sistemi faturası -05/07/04- Bir iktisatçı, bankaların nasıl kötü duruma düştüklerini şu şekilde açıklıyor. “Önce teknik kötü yönetim, sonra kozmik kötü yönetim, daha sonra çaresizlik içinde yönetim ve en sonunda da hileli yönetim.''* Pek çok Türk bankası, son 15 yılda bu aşamaları ziyadesiyle yerine getirdi, filmin sonunda da kur politikası çöktü ve milli gelirin %40’na yaklaşan bir fatura ile karşı karşıya kaldık. Resmi açıklamalara göre -kamu 22, özel bankalar 55 milyar dolar - Türkiye’nin banka sisteminin maliyeti 77 milyar dolara ulaşmış vaziyette. Hali hazırda, bu faturanın 58 milyar dolarını Hazine ödemiş bulunuyor. Hazine bu faturayı ödemek için iç ve dış borçlanma yapıyor, daha ucuz kaynak temin etmek için IMF’ye gidiyor. Sonuçta bu faturayı, gerçek sorumlusu olmayan tüketiciler, mükellefler, vatandaşlar olarak, biz ödüyoruz. Peki diğer ülkelerde durum nasıl, bu tür maliyetler ne şekilde tahsil ediliyor? Banka batışlarında batılı kapitalist ülkelerde izlenen yöntem şu: sırasıyla, öncelikle bankaya borcu olanlara, banka sahiplerine, yöneticilerine, en sonunda da mevduat sigortalarına, mevduat sahiplerine ya da Hazineye başvuruluyor. Peki, biz zararı tahsilata nereden başladık, kimlere yükledik ? En sondan, Hazine’den başladık, vatandaşa yükledik. Peki, zararı yükledikte, hesap sorduk mu? Hayır. Peki, bu zararı yükledikte, banka sistemi ayağa kalktı mı, sağlığına kavuştu mu? Hayır, daha yapacak çok iş var! KIRMIZI ÇİZGİLER Dünyada, son yıllarda yaşanan mali krizlerin ardında yatan unsurların başında, bankaların iyi yönetilememiş ve denetlenememiş olduğu görülmektedir. Hal böyle iken, yolsuzluklarla, hırsızlıklarla yoğrulmuş, çok yüksek bir banka maliyeti ödenir iken, birileri kalkıp şunları söylüyor: ‘banka rezaletleri lakırdısını bırakalım, olmuşsa olmuş, 3 yıldır hortum, rezillik konuşuyoruz, bunları kapatalım, sünger çekelim, zaten banka yolsuzluğu bir hurafedir’ Bu ne demek? ‘Ey vatandaş, banka maliyeti ve rezaleti hakkında konuşma! Bir tüketici olarak bu maliyeti öde, fakat sorgulama! Yeni kırmızı çizgin budur!’ demek. Elbette; banka maliyetinin çizgileri belirlenmeli, ne kadarı hurafe, ne kadarı yolsuzluk ve yanlış yönetim, ne kadarı uygulanan iktisat politikaların etkisi, bunları ortaya koymalıyız. Devletin hortumu ile hırsızın hortumunu ortaya dökmeliyiz. Sağlam bir demokrasiye sahip ülkelerin vatandaşları, kendilerinin üretmediği maliyetleri ancak şu şekilde üstlenirler: önce maliyet sorgulanır, maliyeti yaratanlardan yargıda hesap sorulur, maliyeti yaratan siyasetçi, bürokrat, banka sahibi ve yöneticisi tasfiye olur, iyi kötüyü kovar ve sonunda da maliyet, toplumsal kesimlerce adil bir şekilde paylaşılır. Mali sisteme güven bu şekilde oluşur.1970-80’lerin İtalya’sını unutmayalım.İtalya, temiz eller operasyonları ile iki başbakanı, onlarca milletvekilini, bürokratı, bankacıyı, iş adamını,gazeteciyi sorguladı ve yargıladı. Pek çok kişi mahkum oldu. Bu şekilde demokrasi ve hukuk gelişir, kalıcılaşır, anayasal vatandaş olunur, kural hakimiyeti ve arınma sağlanır.Türkiye’nin iç ve dış siyasetinde kırmızı çizgilerin kaldırıldığı dönemde, yeni kırmızı çizgiler koymak, banka faturasını unutmaya zorlamak ve telkin etmek, ahlaki yaranın daha da genişlemesine neden olur. Türkiye’nin karşı karşıya kaldığı banka faturası, ‘Susurluk’tur, Madımak’tır, unutulmamalı ve unutturulmamalıdır.’ Mevduata güvencenin sınırlandığı bugün, nazarı dikkatinizi Ekonomik ve siyasal kriz dalgaları 90’ların ikinci yarısından itibaren, büyük burjuvazi kendi projelerini uygulatma doğrultusunda bir yandan uluslararası destek arayışlarını sürdürürken, bir yandan da burjuva partiler içinde ve devlet katında (asker-sivil yüksek bürokrasi içinde) “ikna”çalışmalarını sürdürdü. 1994-95 ekonomik krizinin de yaşandığı bu süreç, Türkiye kapitalizmi açısından zorluklarla dolu ve gelecekte yeni krizlere gebe bir süreçti. Çünkü ağır iç ve dış borç yükü altında yamulmuş olan Türkiye ekonomisi son derecede kırılgan hale gelmişti. Yeniden derin bir ekonomik krizin içine yuvarlanmaması için kapitalist ekonominin çarklarının döndürülebilmesi gerekiyordu. Çarkın döndürülmesi ise yeni para girişine bağlıydı ve yeni para girişi de yeniden borçlanmak anlamına geliyordu. Ancak borçlanabilmek için istikrarlı bir siyasal ortama ve keza, borç para verenlerin (İMF’nin ve Dünya Bankasının) önerdiği programı aksatmadan ve sulandırmadan uygulayacak “güçlü” ve “irade sahibi” burjuva hükümetlere gereksinim vardı. Yani özetle söyleyecek olursak; borç batağına batmış kapitalist bir ülke olan Türkiye’de, siyasetle ekonominin kaderi ölümcül bir biçimde birbirine bağlı hale gelmişti. Nitekim 90’ların ikinci yarısından itibaren burjuva siyaset sahnesinde yaşanan olaylar da bunu birçok bakımdan fazlasıyla kanıtlayacaktı. Örneğin siyasal rejimin ve dolayısıyla siyasal iktidar mekanizmasının yeniden yapılandırılması, AB ile ilişkiler, Kürt sorunu ve Kıbrıs sorununun çözümü konularında burjuva fraksiyonlar arasında çıkan politik çatışmaların hem ekonomiyi hem de siyasal süreci nasıl doğrudan etkilediği ve burjuva düzeni nasıl bir çözümsüzlüğün içine sürüklediği görülecekti. Nitekim art arda kurulan ve dağılan koalisyon hükümetlerinin durumu da, bu çözümsüzlüğün somut ifadesinden başka bir şey değildi. Yaşanan çalkantılı süreç, Çiller’in başbakanlığı döneminde patlak veren siyasal krizde yansımasını bulduğu gibi, irticanın en büyük ve yakın tehlike olduğu masalı eşliğinde harekete geçen askeri bürokrasinin 28 Şubat 1997 tarihli ve post-modern diye tanımlanan “örtük” darbesinde de somutlandı. Böylece statükocu güçler kendilerince önemli bir hamle gerçekleştirmiş ve dönemin başbakanı Erbakan’ı istifaya mecbur kılarak Refah-Yol hükümetini düşürmüş oluyorlardı. Ardından Refah Partisi kapatılıyor ve devlet bürokrasisinin gözdesi Ecevit’in başbakanlığında, DSP’nin ANAP ve Doğru Yol destekli azınlık hükümeti kuruluyordu. Fakat statükocu bürokrasinin bu atakları da hükümet krizlerine çözüm olmayacaktı. Nitekim 1999 yılında Türkiye bir erken genel seçime sürükleniyor ve neticede DSP-MHP-ANAP koalisyon hükümeti dönemi başlıyordu. Bu hükümet, Türkiye’nin AB’ye katılımı için gerçekleştirilmesi gereken reform sürecini, başbakan Ecevit’in “pilli bebek” benzeri yürüyüş temposuyla ağır aksak sürükledi. 1999 Helsinki zirvesinde Türkiye’nin aday üyeliğinin açıklanmasından sonra, AB, Kopenhag kriterlerini yerine getirmesi ve Kıbrıs sorununun çözümü doğrultusunda adım atması için Türkiye’ye baskıyı arttırdı. Bu gelişme, gerek “demokratikleşme” yönünde yapılacak değişiklikler konusunda, gerekse de Kıbrıs sorununun çözümü konusunda yapılan tartışmaları kızıştırmış ve burjuva iktidar bloku içindeki çatışmayı tırmandırmıştı. Nihayet hiç “beklenmeyen” ekonomik kriz, 2001 yılının başında Cumhurbaşkanı Sezer’in elinde tuttuğu küçük ebatlı bir kitapçığı (12 Eylülcü generallerin Anayasasını) Başbakan Ecevit’in yüzüne fırlatmasıyla oluşan “hava basıncı” sonucunda patladı ve kapitalist ekonomiyi fena halde salladı. Bu öylesine derin bir krizdi ki, artık burjuva iktidarların idare-i maslahatçılıkla geçiştirebilecekleri bir durum yoktu ortada. Kapitalist ekonominin içinde bulunduğu açmazı, Türkiye kapitalizminin uzun dönemli çıkarları açısından değerlendiren burjuvazinin akil ve uzak görüşlü temsilcileri (TÜSİAD), sorunların çözümü için AB yanlısı bir ekonomik ve politik stratejinin vakit geçirilmeksizin uygulanmasını açıktan talep eder hale geldiler. Burjuvazinin bir diğer kesimi (“ordu partisi” nin yanında saf tutar gözüken ve de aniden “anti-emperyalist”, “yurtsever” kesiliveren bir kısım işadamı, burjuva siyasetçi, askeri-idari-adli yüksek bürokrasi, üniversite uleması, gazeteci, yazar vb.) ise, önerilen bu stratejiyi açıktan reddetmemekle birlikte, uygulanmasını geciktirmek, erteletmek için ortalığı velveleye verdiler. Ortalık milliyetçi nutuklardan, “Türkün Türkten başka dostu yoktur” nidalarından geçilmiyordu. Yani anlayacağınız, burjuva kamp içindeki it dalaşı iyice kızışmıştı. Bu arada kendilerini halka “solcu-sosyalist” diye satan, ama gerçekte Kemalist burjuva milliyetçiliğinin (onlar buna “yurtseverlik” diyorlar!) bir parmak ötesine geçememiş olan küçük-burjva siyaset esnafı da burjuva milliyetçilerin kuyruğuna yapışarak aynı kervana katıldılar. Egemen sınıf bloku içinde yürüyen çatışmanın sanıldığı gibi salt Kıbrıs ya da AB’ye katılım sorunuyla ilgili bir çatışma olmayıp, aslında iktidar ilişkilerini belirlemeye yönelik bir hegemonya mücadelesi olduğu, süreç ilerleyip çatışma şiddetlendikçe daha bir açıklıkla ortaya çıkacaktı. Büyük burjuvazinin ve AB yanlısı diğer burjuva kesimlerin öncüsü ve sözcüsü olarak öne çıkan TÜSİAD, kendi politikalarını egemen kılmak için 1990’lardan beri her yolu denemiş, ama mevcut burjuva partilerin oluşturduğu koalisyon hükümetlerinden hiçbirisine bunu tam olarak uygulatamamıştı. Bu durumda TÜSİAD, statükoya teslim olan ve süreç içinde toplumsal desteklerini de iyice yitirmiş bulunan “laik” ve de “modern” görünümlü burjuva partilerden umudu kesmişti. Bu partilere alternatif olabilecek, halkın gözünde yıpranmamış yeni bir burjuva siyasal oluşumun arayışı içine girdi TÜSİAD. Bu oluşumun ortaya çıkması için de çok beklemesi gerekmeyecekti. Kendisi de otoriter-statükocu devlet düzeninden mustarip olan ve siyasal varlığını bu “laik” devlete kabul ettirebilmek için meşruiyet savaşı veren İslami bir partinin (AKP) kuruluşu, TÜSİAD’a aradığı parti oluşumunu sunacaktı. AKP “yeni” bir siyasal oluşumdu ve üstelik halkın gözünde, “gadre uğramış” mütedeyyin insanların oluşturduğu bir parti imajı çiziyordu. Nitekim 3 Kasım 2002’de yapılan erken genel seçimin sonuçları da bu gerçekliği teyid edecekti. Seçim sonuçları, yıllardan beri derin bir ekonomik ve siyasal bunalım içinde debelenen burjuva düzene ve bu düzenin birikmiş tarihsel sorunlarına çözüm getiremeyen statükocu düzen partilerine karşı halkın duyduğu kitlesel tepkinin çok açık bir ifadesi oldu. Bu seçimlerde halk, mevcut statükoyla bütünleşip değişime karşı direnen ve hamasi nutuklarla, idare-i maslahatçılıkla işleri geçiştirmeye çalışan tüm burjuva partileri buruşturup çöp sepetine attı. Statükonun (yani baskıcı-otoriter devlet düzeninin) yanında görünen düzen partileri, halkın nezdinde büyük bir güven ve itibar erozyonuna uğradılar. 1999’da yapılan genel seçimlerde oyların toplam yüzde 53,8’ini alarak iktidar olan statükocu düzen partileri (DSP, MHP, ANAP), 3 Kasım 2002’de yapılan erken genel seçimlerde oyların ancak yüzde 14,7’sini alarak barajın altında kaldılar. Bu partilerin yanı sıra, statükoyu temsil eden Doğru Yol Partisi ile siyasette kaşarlanmış ve kendi tabanının bile güvenini yitirmiş olan Erbakan’ın Fazilet Partisi de barajı geçemedi. Oysa statükonun değişmesinden, demokratik dönüşümlerin yapılmasından yana olduğunu, AB’ye katılmayı desteklediğini deklare eden ve bizzat kendi siyasal varlığının kabulü için statükoya karşı meşruiyet mücadelesi veren ve de “mazlum”u oynayan AKP ise, halktan en çok oyu alan parti oldu erken genel seçimlerde. 3 Kasım seçimlerinin sonuçları, bir yandan kapitalizmin yarattığı ekonomik krizlerin mengenesi altında ezilen, öbür yandan baskıcı-otoriter burjuva devlet düzeninin oluşturduğu boğucu siyasal atmosferden bunalan halkın tepkisini açıkça ortaya koymuştu. Seçim sonuçları da gösteriyordu ki, gerek Kürt sorununda, gerek Kıbrıs sorununda ve gerekse AB’ye katılım konusunda statükocu düzen partilerinin yaptıkları milliyetçi-şoven propagandalara, attıkları “vatan-millet-sakarya” nutuklarına ve de “bu devlet hepimizin” palavralarına emekçi kitlelerin artık karnı toktu ve güçlü bir değişim isteği kitleler arasında günbegün yayılmaktaydı. Çünkü sürgit aynı ekonomik ve siyasal baskı koşulları altında yaşamaktan gına gelmişti emekçi kitlelere! Ne var ki bu seçimler, yadsınamaz bir gerçekliği daha gözler önüne sermişti: İşçisi ve emekçisiyle son derecede örgütsüz ve dağınık bir durumda olan ve içinden geçilmekte olan bu tarihsel konjonktürde kendisine yol gösterecek enternasyonalist komünist bir siyasal önderlikten de yoksun bulununan emekçi kitleler, demokratik dönüşümleri kendi örgütlü mücadelelerinden değil de, burjuva politik güçlerden bekler duruma gelmişlerdi. Emekçi kitleler açısından gerçeklik buydu ne yazık ki! 3 Kasım erken genel seçiminden sonra ortaya çıkan tabloya bakıldığında, bu aşamada TÜSİAD’ın istekleriyle AKP’ninkiler örtüşmekteydi. AKP kendi meşruiyetinin kaynağını ve güvencesini, Batıdaki gibi bir burjuva demokrasisinin Türkiye’de de işletilmesinde görürken, sözcülüğünü TÜSİAD’ın yaptığı büyük burjuvazi de geleceğini ulusal sınırlar içerisine hapsolmuş bir kapitalizmde değil, Batıyla entegre olmuş bir kapitalizmde görmekteydi. AB ile entegrasyon sürecinde burjuvazinin ihtiyaç duyduğu ve “Batıcı”, “laik”, “modern” geçinen burjuva partilerin yapamadığı reformları, belki de bu “dini bütün” müslüman burjuva partisi (AKP) yapacak ve AB sürecinin önünü açacaktı! Neden olmasın, burası tarihsel ironilerin yaşandığı bir ülke, burası Türkiye idi! Nitekim AKP, hükümeti kurar kurmaz başlattığı hamlelerle ve özellikle AB’den takvim almak için yaptığı girişimlerle, daha ilk günden ulusal ve uluslararası sermaye kuruluşlarının dikkatini üzerine çekmeyi başardı. Hele Tayyip Erdoğan’ın, daha başbakan olmadan ve hatta siyaset yasağı tartışılırken çıktığı dünya turunda (bir Avrupa’da, bir Amerika’da gezindiği günlerde yani) gösterdiği siyasi performans, yerli ve yabancı sermayenin “gerçekten” takdirine mazhar oldu! AKP liderleri, AB’ye uyum çerçevesinde demokratik dönüşümlerin yapılmasını, devletin küçültülmesini, bürokrasinin azaltılmasını, rejimin liberalleştirilmesini, Kıbrıs sorununun mutlaka çözülmesini ve de AB ile bütünleşmenin önündeki tüm engellerin kaldırılmasını öncelikli görevleri arasında sıralıyorlardı. Başta büyük burjuvazinin örgütü TÜSİAD olmak üzere, ABD ve Avrupa Birliği ülkelerinin hükümetleri, AKP’nin “laftan anlayan” ve de “birlikte iş yapılabilecek” bir siyasal muhatap olduğuna ikna olmuşlardı. Büyük burjuvazi, hiç değilse belli bir dönem için birlikte iş yapabileceği, geniş kitle desteğine sahip, “enerjik” bir burjuva partiye kavuşmuştu ve onlar için bundan iyisi de can sağlığıydı! Mecliste büyük bir çoğunluğa sahip olan AKP hükümetinin, gerek AB’ye uyum çerçevesinde Türkiye’deki burjuva siyasal yapıyı dönüştürme (rejimi “demokratikleştirme”) konusunda attığı adımlar ve gerekse Kıbrıs sorununun çözümü doğrultusunda yaptığı uluslararası temaslar, devlet katındaki statükoculuğa vurulmuş darbeler anlamına gelmekteydi. AKP hükümetinin attığı bu adımlara, içerde büyük sermaye çevrelerinden, dışarda ABD’den ve AB’den büyük destek geldi. Bu gelişmeler, burjuva düzen açısından değişimin önünü tıkayan idare-i maslahatçılığın (iş yapar görünüp, gerçekte işleri sümen altı etmenin) artık işleri iyice aksattığının sinyallerini veriyordu. Durumun ciddiyeti devlet katındaki statükocu güçler tarafından kavrandığı an, burjuva iktidar bloku içindeki çatışma daha da sertleşti. AB’ye uyum yasaları çerçevesinde yapılması istenen değişikliklerin başında, ordunun siyasetteki ağırlığının kaldırılmasına yönelik olarak Milli Güvenlik Kurulu’nun yapısının değiştirilmesi, Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nin kaldırılması, YÖK yasasının değiştirilmesi ve daha pek çok Anayasal ve yasal değişikliklerin vakit geçirilmeksizin gerçekleştirilmesi geliyordu. 12 Eylül’den bu yana siyasal iktidarlar üzerinde MGK aracılığıyla hegemonyasını sürdürmüş olan ordunun tepesindeki yüksek askeri bürokrasi ve onunla kader birliği içinde olan adli, idari ve “ilmi” yüksek bürokrasi, bu değişimin iktidar mekanizmasındaki merkezi konumlarına ne kadar ciddi bir tehdit oluşturduğunu algılamakta gecikmediler. Ardından gelen 2004 yerel seçimlerinde AKP’nin yüzde 40’ın üzerinde oy alarak iktidardaki konumunu güçlendirmesi, iktidarı paylaşan statükocu güçlerin geleceği açısından daha da endişe verici bir durum oluşturdu. Sürecin, her geçen gün bu statükocu güçlerin aleyhine işlediği açıktı.
  11. Ona biat edenlerin yazdıkları beni nasıl inandırabilir. Yukarıda ne yazıyormuş.Nazım Hikmete yıllarca kominist adam rusyaya kaçtı diyerek.Kendinizce milliyetçi linç uyguladınız. Güleni evirip çevirip yazılarımızla dövmek bizim hakkımız. Bu hakkı bize kendileri verdi.Acı olan bir baş düşmanın koynunda yaşıyor olması.....Bu bize yeterince referans veriyor zaten...
  12. Yeğen iş başında Yıllar içinde Demirel ailesiyle ilgili kabarık bir arşivim oluştu. Önce hayali ihracatın (sunta) Türkiye'deki mucidi yeğen Yahya Demirel, ardından babası Hacı Ali Demirel, ardından da Şevket Demirel'in oğlu Murat Demirel, benim arşivimi zenginleştirecek "aktivitelerde" bulunmak için adeta birbirleriyle yarıştılar! Demirel yazılarımın son dönemde azalmasından dolayı sitem eden okurlarımdan gelen yoğun istek üzerine dün arşivimi karıştırdım ve muteber kardeş Şevket Demirel'le ilgili malzeme bile buldum. 4 klasör dolusu gazete kupürleri arasından aşağıdaki seçimi yapmakta çok zorlandım. Dikkat ederseniz Süleymen Demirel, ailesiyle ilgili yolsuzluk ve kayırma olaylarında ya Başbakan ya da Cumhurbaşkanı. Kredilerin verildiği bankalar da hep kamu bankaları. Bu kadar tesadüf olabilir mi? Demirel arşivimde kayınbirader Ali Şener ile banka batıran 2 manevi oğul Cavit Çağlar ve Kamuran Çörtük de yer alıyor. Ama o dosyaların şu an için güncelliği yok. Süleyman Demirel, henüz 4 yıllık başbakanken Hayat Mecmuası'nda yer alan bir röportajda, "Bizim ailede ayrı gayrı yoktur. Üç kardeşiz. Hacı Ali, Şevket ve ben. Üçümüzün kazandığı ortaktır. Hepsi bir çanakta toplanır. Herkes ihtiyacına göre çanaktan alır," demişti. Bu önemli hatırlatmayı da yaptıktan sonra buyrun arşivin sayfaları arasında küçük bir gezintiye... SEKA'DA ŞEHZADE SKANDALI: Başbakan'ın yeğeni Murat Demirel, SEKA ürünlerine zam gelmeden bir gün önce 2 milyar tutarında duralit aldı. 18 Ocak 1993, Milliyet SAYIN BAŞBAKAN, BU OLAYA EL KOYUN: Yeğeniniz Yahya, yabancı bankalardan aldığı 20 milyon doları ödemedi. Bu borcu devlet bankası Şekerbank ödüyor. Yeğeniniz 1 ekime kadar bulunamazsa açılan dava düşecek ve bu para devletin sırtına kalacak. 3 Mart 1993, Hürriyet DEVLET BANKALARI YAHYA'YA ÇALIŞIYOR: Devlet bankası Sümerbank, Şekerbank'ı dolandırmaktan sanık olarak aranan Yahya Demirel'in Kıbrıs'taki bankasına mevduat hesabı açtı. Sümerbank Genel Müdürü Doğan Çelik olayı doğruladı. 15 Mart 1993, Hürriyet HAZİNE'DEN DEMİRELLERE TRİLYONLUK TEŞVİK: Hazine, Şevket Demirel'in şirketlerine teşvik üstüne teşvik veriyor. Orman ürünleri şirketine yatırım için, pazarlama şirketine de ihracat için teşvik alan Demireller'in, liman işletmek için kurdukları Demport da 1.9 trilyon liralık teşvik sağladı. 2 Ağustos 1994, Milliyet SEN DE Mİ ŞEVKET AĞA: SPK, Göltaş'tan 160 milyar liralık grup içi fon aktarımını önledi. Şevket Demirel, kendi holding şirketlerinden Orma A.Ş.'nin % 15'lik hissesini, 240 milyar lira gibi yüksek bir bedelle, henüz yeni halka açılan 'Göltaş'a 1994'te sattı. SPK her bir hissenin 317 bin liradan satışını yüksek buldu ve "örtülü kazanç aktarımı"nın olmaması için bedelin indirilmesini Göltaş'tan istedi. Bunun üzerine Şevket Demirel Holding, satış bedelini üçte iki düşürerek, 240 milyardan 80 milyara indirdi. Geriye kalan 160 milyar Göltaş borcunun silinmesine karar verildi. 4 Mart 1995, Cumhuriyet ŞEVKET DEMİREL'E İMTİYAZLI SARAY: Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'in kardeşi Şevket Demirel, imar yasağı bulunan Eğridir Gölü'nün kıyısına muhteşem bir villa kondurdu. Kıyı yasasına aykırı olarak göl kenarına villa inşa edilmesine, Isparta Bayındırlık ve İskan Müdürlüğü seyirci kaldı. 27 Mayıs 1995, Akşam YİNE YAHYA DEMİREL: Şekerbank Yahya Demirel'e 20 milyon dolarlık usulsüz kredi açıldığı iddiası ile savcılığa başvurdu. Şekerbank Kambiyo Müdürü Cemil Özdöl ve bayan yardımcısı bu olayla ilgili olarak tutuklandı. Cemil Özdöl tutuklanmadan önce, olayın ortaya çıkması üzerine intihara kalkıştı. 21 Ağustos 1998, Sabah YEĞEN DEMİREL'İN BANKASI HAYALİ: Yahya Demirel'in KKTC'deki Kıbrıs Yatırım Bankası hayali çaktı. Başbakan Yılmaz'ın emriyle hakkında soruşturma açılan hayali bankaya Halkbank para kaptırdı. 26 Ağustos 1998 BALLI BİRADER!: Şevket Demirel'in 1994 yılında İzmit yakınlarındaki DYP'li Yeniköy Belediyesi'nden aldığı arazinin değeri 4 yılda 100'e 28 Ağustos 1998, Sabah DEMİREL-YİĞİT ORTAKLIĞI: Murat Demirel ile Korkmaz Yiğit'in, bankaları aracılığıyla birbirlerinin 8 firmasına karşılıklı 60'ar milyon dolar kredi kullandırdıkları anlaşıldı. Üstelik Demirel'in 4 firması hayali çıktı. 9 Ekim 2000, Radikal BALLI BABA: 2.5 yıl önce iflas eden Hacı Ali Demirel'in Yükseliş Koleji, torpilli satışla tasfiyesini tamamladı, iflas kararı kalktı. 9 trilyonluk borcu yüzünden iflas eden Hacı Ali Demirel'in Yükseliş Koleji'ni, Odalar Birliği "pazarlık bile etmeden" 26 trilyona aldı. 2003, Vatan
  13. Savunulan ekonomik düzen Sonsuz bir hırsızlık hakkı ( halkın cebinden) Sonsuz bir adaletsiz vergi sistemi. Sonsuz bir gelir dağılımı uçurumu. Sonsuz bir eğitim eşitsizliği ( yoksulların iyi okumalarının önünün kapanması.Gülenin kucağına oturması) Sonsuz bir işsizlik sorunu Sonsuz bir geçim sıkıntısı Sonsuz bir yolsuzluk utanmazlığı daha ne.......
  14. İLKSAN SKANDALI Artık aklımıza geldikçe yazmaya başlayalımçÖnce şu ilksan skandalı bakınız sağ iktidarlar nekadarda milliyetçi Doğan Grubu'nun sahibi olduğu MİL-PA'nın Formula-1 pistinin yakınında 2 bin 238 dönüm arazi satın aldığını" ortaya koyan haberin perde arkasında talihsiz bir öykü var. Milliyet Pazarlama tarafından Pendik Kurtdoğmuş Köyü'nde satın alınan 2 bin 238 dönümlük arazi, 1993 yılında kamuoyunda "İLKSAN Skandalı" olarak bilinen ve ekonomik sıkıntı içinde bulunan Tercüman Gazetesi'nin o dönemdeki sahibi Kemal Ilıcak'ın ölümüyle sonuçlanan olaylarla gündeme gelmişti. ANAP Lideri Mesut Yılmaz, DYP-SHP Hükümeti'nin icraatlarını eleştirdiği "500. Gün" basın toplantısında skandalı duyurdu. "İLKSAN Skandalı" adını alan olayda Ilıcak, Sedat Çolak'ın sahibi olduğu AY-BA şirketi tarafından Pendik Kurtdoğmuş Köyü Seferusta Mevkii'ndeki 6 bin 300 dönüm arazinin 120 milyar liraya alınıp 346 milyar liraya İlkokul Öğretmenleri Yardımlaşma Sandığı'na (İLKSAN) satılmasında sorumlu tutuldu. Haber hasta etti Milli Eğitim Bakanlığı'nın, Sedat Çolak'ın sahibi olduğu AY-BA şirketine arazinin bedelini ödemesi için İLKSAN'a 300 milyar lira ödenek aktardığı ortaya çıktı. Ödeneğin, arazinin İLKSAN tarafından alınmasına karşı çıkan dönemin Milli Eğitim Bakanı Köksal Toptan'ın yurt dışında olduğu sırada kendisine vekalet eden Mehmet Ali Yılmaz tarafından imzalanarak çıkartıldığı ortaya çıktı. Yılmaz'ın açıklamaları gazete manşetlerine arazi satışının ekonomik sıkıntı içindeki Tercüman Gazetesinin o dönemdeki sahibi olan Kemal Ilıcak'ı kurtarmak için yapıldığı yönünde taşındı. Ilıcak, gazete manşetlerindeki haberleri okuyunca beyin kanaması geçirdi. Bu olayı Nazlı Ilıcak "Kemal gazete haberini okuyunca bu hale geldi. Bakan, İLKSAN'la iç çekişmesi olduğundan arsa satışını imzalamadı. Kendi çekişmeleri yüzünden Kemal'in hayatına kastettiler" diye açıklama yapmıştı. Resmini görünce Yılmaz'ın açıklamaları üzerine gazeteler "DYP'ye yakınlığıyla tanınan zor durumdaki ünlü işadamı, aracı olduğu arsayı Milli Eğitim Bakanlığı bünyesindeki İLKSAN'a satmak istiyor" diye duyurdu. Haberlerde bu satışın usülsüz olduğu iddia edildi. Kemal Ilıcak havaalanından aldığı gazeteleri okurken fululaştırılmış kendi resmini görünce aniden fenalaşmış ve otomobilin koltuğu üzerine yığılıp kalmıştı. 8 Nisan tarihinde yüksek tansiyona bağlı beyin kanaması geçirerek komaya giren Ilıcak, tüm çabalara rağmen kurtarılamayarak 9 Nisan'da öldü. Böylece basın tarihinde ilk kez bir gazete sahibi, aleyhinde çıkan yolsuzluk iddiaları üzerine canından oldu. İlksan kapsama dışı Ilıcak'ın ölümünün ardından Başbakan Süleyman Demirel, 13 Nisan'daki DYP Meclis Grubu'nda yaptığı açıklamada, "Arsanın alınması için talimatı ben verdim, parayı da ben ödedim" dedi. Bu yoğun tartışmalar sürerken olayın kapanmasını sağlayacak büyük bir gelişme yaşandı. 17 Nisan 1993 tarihinde, dönemin Cumhurbaşkanı Turgut Özal, vefat etti. Bütün Türkiye önce Özal'ın ölümünü, daha sonra da yerine kimin cumhurbaşkanı olacağını tartışmaya başladı. Böylece İLKSAN Skandalı gündemden düştü. Ancak Süleyman Demirel'in cumhurbaşkanı adayı olduğu sıralarda koalisyon ortağı SHP konuyu bir ara gündeme getirmeye çalıştı. Süleyman Demirel, 16 Mayıs 1993 tarihinde cumhurbaşkanı olunca sorumsuzluk zırhı sonucu İLKSAN olayının kapsamı dışına çıktı. Arazisini İLKSAN'a Kemal Ilıcak aracılığıyla satmaya çalışan Sedat Çolak, bir süre sonra gazetenin sahibi oldu. Çolak, 29 Kasım 1995 tarihinde İLKSAN davasının görüldüğü Ankara 6. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından 2 yıl hapis cezasına mahkum edildi. Mağazalar kapandı Koalisyon hükümetinin Başbakan Yardımcısı Erdal İnönü ile Başbakan Demirel'in arasında sert rüzgarların esmesine de neden olan İLKSAN skandalının ardından; öğretmenler ve sandık üyeleri için düzenlenen otomobil kampanyalarında da yolsuzluk olduğu ortaya çıktı. Uzun süre gündemden düşmeyen skandalın ardından ülke genelindeki İLKSAN mağazaları da kapatıldı. Yargılama 4 yıl sürdü Ankara Cumhuriyet Savcılığı'nın iddialar üzerine başlattığı soruşturma sonucunda, İLKSAN Yönetim Kurulu Başkanı Bilal Büyükkaya, İLKSAN Yönetim Kurulu Başkanvekili Ahmet Özgür, İLKSAN Denetleme Kurulu Üyesi Cemil Bacak, İLKSAN Genel Müdür Yardımcısı Talat Haşimoğlu ve İLKSAN Denetleme Kurulu Üyesi Ahmet Şükrü Cömert hemen tutuklanarak cezaevine konuldu. Tercüman Gazetesi sahibi Sedat Çolak ile 11 sanık hakkında ise gıyabi tutuklama kararı çıkartıldı. Yaklaşık 4 yıl süren dava sonunda Büyükaya ve İhale Komisyonu üyesi İrfan Oğuz hakkında 9 yıl 9'ar ay; Çolak hakkında 2 yıl hapis cezası verildi. Sanıklardan Özgür 8 yıl 3 ay, Durmuş Temel Sakoğlu, Mustafa Zor 4 yıl 6'şar ay, diğer 10 sanık da 3 ila 5 yıl 3 ay arasında değişen hapis cezalarına çarptırıldı.
  15. Atam söylemişte kim uygulamış.
  16. yani sosyalizm kapitalizmi bitirecek diyorsun. Öyle olsun demek seni allah konuşturdu. Sevgiler
  17. Son derece önemli,önemli olduğu kadar hayati bir konuya el atmışsın. Teşekkürler sardunyam.Eminimki bu forumdaki herkez bu ulvi açılımına destek verecektir
  18. Sözlerine katılmamak elde değil.Teşekkürler politika
  19. Bu başlığı açan arkadaş kıyametimi özledi acaba Valla birileride birilerini cehenneme göndermiş nasılda kendilerini melek yerine koymuşlar. Yav allahtan kotkunda şu işe el atmayın bari.Size kalsa dünyanın 4/3 ü cehennemde yanacak.Hiç değilse allahın işine el atmayın
  20. Nasıl belasını bulacak bide anlatsan
  21. Bu sağcı cenah gerçekten çok ilginç.Herhalde sözünü ettiği yıllar 2.Dünya savaşı yılları. O yıllarda ekmek bulmak bir elzemdi.Şimdikiler olsa dışkı kuyruğuna girerdin. Kardeşim önce oku oku oku. ikra
  22. Ben uyanığım zaten.Lafların kendini bağlar.Hangi yolsuzluktan başlıyalım,adını sen koy. Bu eğitimsiz halkı çoban yerine koyan çobanların neler yaptığını anlatacağız.Sende seyret belki bizden bir feyz alırsın.Deniz bitti artık hesap günü yaklaşıyor. Hesap gününden kastım tabiiki halkın uyanmasıdır.Yani zaten o yukarıdaki kelimeler beni hiç bağlamıyor.Bağlayanlar düşünecek ve sağ iktidarların nasıl halkın dişlerini bir bir söktüğünü görecekler.Yoksa ellerim kırılsaydıda bunlara oy vermeseydim diyen insanlar bir sonraki dönemdede aynı nakaratı söylemek zorunda.
  23. Ayrılık tohumlarını atan kim. İyice bak bir görebileceksin. Ama konfiçyüz demişki " görmek istemeyenden daha kör yoktur" diye. Ben atatürkçü diye geçinmiyorum.Atatürkçüyüm böyle amiyane laflarla Atatürkü küçük düşürmeye hakkın yok. Hem bilgi eksikliği hemde ukalalalık artık gına getirdin.İki kere düşün birkere yaz. Senin yüzünden forumdan atılmak istemiyorum....
×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.