
Kalkınma
Φ Yeni Üyeler-
İçerik Sayısı
9 -
Katılım
-
Son Ziyaret
İçerik Tipi
Profil
Forumlar
Bloglar
Fotoğraf Galeresi
- Fotoğraflar
- Fotoğraf Yorumları
- Fotoğraf İncelemeleri
- Fotoğraf Albümleri
- Albüm Yorumları
- Albüm İncelemeleri
Etkinlik Takvimi
Güncel Videolar
Kalkınma tarafından postalanan herşey
-
Dinimizi ne kadar tanıyoruz ki?
Kalkınma şurada cevap verdi: CompEng başlık Dini Konular - Din - Dinler
Sagol arkadas… Burada dogru bir sekilde ”akli metotu” kullanmissiniz… Yanliz, ateistin ”ben Yaraticiyi göremiyorum, o yuzden inanmam” diye bir özürü olamaz. Cunku, ”akli metot”da direk his ve endirek his olabilir. Direk hissetmek, mesela önünüzdeki arabayi direk bir sekilde hissetmek olabilir. Indirek his ise, kesin olan ön biligilerinizi, dogru bir sekilde bagliyarak, ”bu arabayi birileri desayn edip yapmistir, kendi kendine hic bir seyden olusamaz” yargisi olabilir. -
İÇGÜDÜLER VE DÜŞÜNMEYE ELVERİŞLİ OLAN VE OLMAYAN ALANLAR
Kalkınma şurada cevap verdi: Kalkınma başlık Dini Konular - Din - Dinler
Hic okuyup anlamamissiniz... "Akli metot" ve "Mantiksal metot" iki ayri seydir... Sizin bahsetdiyiniz "mantiksal metot"dur. Bu metotu, özellikle kelamcilar kullanirdi... -
İÇGÜDÜLER VE DÜŞÜNMEYE ELVERİŞLİ OLAN VE OLMAYAN ALANLAR
Kalkınma şurada cevap verdi: Kalkınma başlık Dini Konular - Din - Dinler
Kitaplara imanın delili ise, Kur’an-ı Kerim ve diğer semavi kitaplara göre değişir. Kur’an’ın Allah’ın kelamı olduğu ve Allah tarafından gönderildiğinin delili aklidir. Çünkü Kur’an, duyu organlarıyla algılanabilmekte ve akıl da onun Allah’tan geldiğini idrak edebilmektedir. Kur’an’ın kelimeleri ve cümleleri Arapçadır. Araplar, Arapça konuştular, Arapçayı şiirde ve şiir dışında nesrin her çeşidinde kullandılar. Sözleri hem kitaplarda yazılıdır, hem de asırlar boyu nesilden nesile ezber yoluyla aktarılarak günümüze ulaşmıştır. Buna göre Kur’an, ya belağatlı bir Arabın da söyleyebileceği tarzda bir sözdür, ya da Arabın dışında birisinin söylemiş olabileceği farklı bir tarzda söylenmiş bir sözdür. Bu durumda ise Arapça olmasından dolayı Kur’an, ya, benzerini Arapların da söyleyebildği bir sözdür ya da Arapların benzerini kullanmaktan aciz kaldığı bir sözdür. Eğer Araplar Kur’an’ın benzeri bir söz söyleyebilirlerse onun benzerini de getirebilirler. Dolayısıyla da bu söz beşer sözü olur. Dönemin Arapları, Arapçayı fesahatı ve belağatı ile en güzel kullananları olduğu halde Kur’an’ın benzerini getirmekten aciz kaldıklarına göre Kur’an’ın beşer sözü olması da mümkün değildir. Kur’an-ı ve Arap dilini inceleyenler Kur’an’ın o güne kadar Arapların hiç kullanmadıkları çok özel bir tarzda, üslûpta olduğunu, Kur’an indirilmeden önce ve sonra bile kesinlikle böyle bir üslûbun kullanılmadığını hatta ve hatta hiç kimsenin onu taklit edemediğini ve onun üslubu ile söyleyemediklerini görür. Arapların bu sözü söyleyememeleri ise Kur’an’ın Arapların dışında başkasının sözü olduğuna delildir. Kur’an’ın bütün Araplara meydan okumasına rağmen, Arapların, Kur’an’ın benzerini getirmekten aciz kaldıkları şüphesiz ve kesin bir şekilde tevatüren sabittir. Allahu Teâla onlara şöyle diyor: "Şayet siz, kulumuza indirdiğimizden şüphe ediyorsanız haydi ona benzer bir sûre de siz getirin. Allah’tan başka şahitlerinizi de çağırın. Eğer sadıklardan iseniz." "Yoksa, onu uydurdu mu diyorlar? De ki: Sadıklardan iseniz onun benzeri bir sûre getirin ve Allah’tan başka çağırabileceğinizi çağırın." "Yoksa, ‘onu kendisi uydurdu mu diyorlar. De ki: Eğer doğru söylüyorsanız haydi onun sûrelerine benzer uydurma on sure getirin, Allah’tan başka çağırabileceğinizi çağırın." "De ki: İnsanlar ve cinler bu Kur’an’ın bir benzerini getirmek için toplansalar, birbirlerine yardımcı da olsalar, yine de onun bir benzerini getiremezler." Kur’an’ın böyle apaçık meydan okumasına rağmen onlar, Kur’an’ın bir benzerini getiremediklerine göre, Kur’an’ın Allah katından geldiği ve Allah’ın kelamı olduğu da sabittir. Arap olmayanların Kur’an-ı söylemiş olmaları da muhaldır, imkânsızdır, Çünkü Arapça olduğu halde Araplar onun benzerini getirememişlerdir. Muhammed’in Arap ve Araplardan birisi olduğu için Kur’an’ın Muhammed’in sözü olduğu da söylenemez. Arap kavminin acizliği delille ispatlandığına göre Arap kavminden birisi olan Muhammed (s.a.v.)’in de yetersiz kalacağı kesindir. Her insanın, sözlerin ve cümlelerin anlatımında kullandığı üslûb, yaşadığı dönemde bilinen şeylere veya öncekilerden kendisine aktarılanlara boyun eğer. İnsan, ifadeleri ve anlatım tarzını ancak, yeni hayalleri veya yepyeni manaları ifade ederken yenileyebilir. Daha önce hissetmediği bir şeyi konuşması ise hayaldir. Oysa Kur’an’ın kelimeleri ve cümleleri, cümleleri ifade tarzı, Rasulullah’ın asrında da ondan önceki Arapların döneminde de bilinmemekteydi. Bu nedenle bir beşerin daha önce hissetmediği bir şeyi konuşması hayaldir. Çünkü böyle bir şey aklen de imkânsızdır. Dolayısıyla daha önce asla hissetmediği bir şey olan, lafızları ve cümleleri ile Kur’anî ifade tarzının Muhammed (s.a.v.)'den kaynaklanması da imkânsızdır, muhaldır. Öyleyse Kur’an, Muhammed (s.a.v.)'in Allah katından getirdiği Allah’ın kelamıdır. Kur’an’ın Allah’tan başkasının kelamı olmadığı, Kur’an’ın indiği dönemde de çağımızda da aklen sabittir. Çünkü insanoğlunun benzerini getirmekten aciz kalış mucizesi halen daha geçerlidir. Ve bu mucizeyi şu anda bile bütün dünya hissen idrak etmektedir. Netice olarak Kur’an, tamamı Arapça bir kitap olduğu için ya Araplardandır ya Muhammed (s.a.v.)'dendir ya da Allah’tandır. Bu üç yerin dışında başka bir yerden olması imkânsızdır. Kur’an’ın Araplardan gelmiş olması gerçeğe aykırıdır. Çünkü Araplar onun bir benzerini getirmekten aciz kaldılar ve bu yetersizliklerini de kabul ettiler. Onların Kur’an’ın bir benzerinin getirmekten aciz kalışları bugün de geçerlidir. Bu ise Kur’an’ın Araplardan olmadığına delalet eder. Öyleyse Kur’an, ya Muhammed (s.a.v.)'dendir, ya da Allah’tandır. Muhammed (s.a.v.)'den olması da gerçeğe aykırıdır. Çünkü her ne kadar dâhi olarak görülse de Muhammed (s.a.v.) de Araptır. Dahi kimsenin de asrının seviyesindeki insanları aşması mümkün değildir. Araplar benzerini getirmekten aciz kaldılarsa Muhammed (s.a.v.) de aciz sayılır. Çünkü Muhammed (s.a.v.) de onlardan biridir. Muhammed (s.a.v.)’den tavatüren rivayet edilen: "Kim kasten bana yalan isnad ederse (benim söylemediğim birşeyi, benim söylediğimi iddia ederse) cehennemdeki yerini hazırlasın." hadisi ile Kur’an’ın ayetleri karşılaştırıldığı zaman bu iki ifade arasında hiç bir benzerliğin olmadığı görülür. Bu ise Kur’an’ın Muhammed (s.a.v.)'in sözü olmadığının, Allah’ın kelamı olduğunun delilidir. Dünyadaki bütün şair, yazar, filozof ve düşünürlerin üslupları başlangıçta zayıftır. Güçlerinin zirvesine doğru ilerlediklerinde ise üsluplarında da yükselme görülür. Bu nedenle güçlü ve zayıf olmalarına göre üsluplar değişir. Ayrıca bazı düşüncelerinde zayıflık, sözlerinde zayıf ve bozuk anlatımlar bulunur. Halbuki Kur’an’ın ilk ayeti olan; "Yaratan Rabbinin adıyla oku." ayeti ile, Kur’an’ın son ayeti olan; "Ey iman edenler, Allah’tan korkun. Eğer Mü’minler iseniz faizden kalanı bırakın." ayeti belağatı, fesahatı, düşüncelerinin yüksekliği ve anlatım gücü ile üslûbunun zirvesindedir. Onda bir tane dahi bozuk ifade, zayıf veya düşük fikir bulunmaz. O, tek parçadır. Toptan ve detaylı olarak üslûbunun tek cümle gibi olması, anlatımları ve manaları değişikliğe uğrayabilen beşer sözü olmadığının delilidir. Kur’an ancak Alemlerin Rabbinin sözüdür. Bunları kavrayabilen bir insanın Allah’a tapmayı bırakarak, bilime tapması çok saçma ve yersiz olur. Kuran-ı Kerim kesinlikle suphesiz bir delile sahip oldugu icin, icinde yazilanlar kesinlikle dogrudur, böylece peygamberimizin mirac olayı gibi hususlar kesin bir sekilde ispatlanmis oldu. ”Akli metotla” ispatlanabilecekler: Allahin varligi ve birligi Kuranin Allah’in kelami olmasi Nakli yoluyla ispalanabilecek hususlar: Ahiret/cennet/cehennem Cinler Mirac Ônceki Peygamberler ve önceki kitaplar Vb. Ayrica ”Akli metotun”, ”bilimsel metotun” ve ”mantıksal metotun” rolleri… bolumunu duzgun bir sekilde okumanizi siddetli tavsiye ediyorum… -
İÇGÜDÜLER VE DÜŞÜNMEYE ELVERİŞLİ OLAN VE OLMAYAN ALANLAR
Kalkınma şurada cevap verdi: Kalkınma başlık Dini Konular - Din - Dinler
Okuduklarıma göre hic bir sey anlamış degilsiniz. Bu yazıları ,kimin yazip yazmadigina bu kadar önem vericeğinize, objektif ve derin bir sekilde değerlendirip ,okusaydiniz. Bahsettiğiniz hadiste dikkat edilmesi gereken hususlar var. Bu hadis, zayif mi, hasan mi, sahih mi, mütevatir mi? Öncelikle araştılması ve dikkat edilmesi gereken noktalar bunlardır. Bu hadisin anlami ney, yani hangi kontekst’de anlasilmasi gerekiyor? Yani mesela mecazi anlami var mi? Peygamberimiz hangi durumlarda söylemis bunlari? Siz uzman ya da alim olmadığınıza gore, bu soruları cevaplabilmeniz mümkün değil. Bu tıpkı doktor olmayan bir futbolcunun , hastalık sebebini ve hastalık türünü anlayamayacağı örneğine misaldir. Bilimselci, hic duzgun bir sekilde okuyup anlamamissiniz demek… Bir seyi ispatlayabilmek icin, delil lazimdır. Delil yoksa, ispatlanamaz, ve şüpheli bir dusunce olarak kalir. Deliller akli veya nakli sekilde olabilir. Mesela, kirmizi arabanin varligi, akli yolla ispatlanabilir, atesin deriyi yakabilmesi akli yolla ispatlanabilir veya 4 arti 5’in sonucu 9 olmasi, veya “bir cep telefonu, kendi kendine varolup bir patlama sonucu ,meydana çıkamaz onu elbetteki bir yapan, meydana çıkaran vardır, hic bir seyden var olamaz, o şekilde meydana kesinlikle gelemez, ve fantazimizi kullanarak gelseydi öyle düzenli olmazdi” dusuncesi, nakli yolla ya da “bilimsel metota” hic gerek yok, akli yolla ispatlanır. Nakli delile gelince, duyu organlari vasıta ile algilanamayan seyler olur, sadece rivayetle bizlere aktarilan seyler olur. Mesela, 1. dunya savasi ve onun detaylari, akli yolla degil, nakli yolla ispatlanan seylerdir. Mirac gibi vakialar, duyu organlarinın algilayamadigi vakıalar oldugu icin, sadece nakil yoluyla olur. Nakil Kurandan gelir. Kuran sahte bir kitapsa, mirac da delilsiz kalir, ispatlanamaz ve o da sahte olur. Ama Kuran dogru bir kitapsa, o zaman, icindeki seylerde dogru olur, ve böylece Mirac’in da kesin delili olmus olur, ve mirac nakil yoluyla kesin kanitlanmis olur. Bu sebepten dolayı ilk olarak Kurani arastirip ele almak lazim… Dogru mu ,sahte mi bu Kitap? Kurani ”bilimsel metotla” degil, ”akli metotla” arastirmak gerekir… Cunku bilimsel metodun asil yeri labaratuvarda olur… Bilimsel metot, mesela duyguyu, sevgiyi, korkuyu arastiramaz, ispatliyamaz.. ayni zamanda, bir hukumun veya bir yasanin dogru mu yanlis mi oldugunu ispatlayamaz veya tarihteki olaylari, savaslari ispatlayamaz, inceleyemez v.b. Labaratuvarda suyu alirsiniz 100 derecede kaynadigini kanitlayabilirsiniz..Ve de bunu kanitlamak icin ”akli metoda” muhtacsiniz, cunku kaynama vakiasi bir ön bilgi, 100 sayisi bir önbilgi, sicaklik vakiasi bir ön bilgi, bu vakialari bir biriyle baglanti kurmak - ön bilgilerin arasinda bag kurup, yargi yapip, bir sonuca varmak- ”akli metodla” olur. O yüzden suyun 100 derecede kaynadigini kanitlayabilmek icin, yani kavrayabilmek icin ”bilimsel metodun”, ”akli metoda” kesinlikle ihtiyaçi vardır. Bundan dolayi ”metodlarin” degisik rolleri vardır ve fanatik gibi her seyi bilimle arastirmaya calisip yargilamak çok gülünç ve komik olur. Simdi önce Yaraticinin varligini ”akli metodla”, ondan sonra Kuranin dogru bir kitap oldugunu ”akli metodla” arastiralim. Maalesef yine aynısını kopyalamak zorundayim, bu sefer lutfen duzgun, derin ve objektif bir sekilde okuyunuz. Kisaca…. Allah’ın varlığının delili her şeyde vardır. Hissedilebilen şeylerin varlığı kesindir. Aynı zamanda bunların bir başka şeye muhtaç olması da kesindir. Eşyanın bir yaratıcı tarafından yaratılmış olması da kesindir. Çünkü bunların muhtaç olması, onların yaratılmış olduğu anlamına gelir. Öyleyse onların muhtaç oluşları ezeli olmadıklarına yani bir başlangıçlarının olduğuna delalet eder. Burada: "Şey", bir başka şeye muhtaçtır, şeyin dışındakilere muhtaç değildir. Şeyler birbirini tamamlamaktadır dolayısıyla da şeylerin tamamı muhtaç değildir" şeklinde bir tez ileri sürülemez. Böyle söylenemez. Çünkü delil, kalem, ibrik, kâğıt gibi belirli şeylerdir. Dolayısıyla da kalem, ibrik veya kâğıt gibi şeylerin burhanı bunların yaratılmış olmalarıdır. Buradan da açığa çıkmaktadır ki kendisine muhtaç olana bakılmaksızın bu şey bizzat kendi varlığı itibari ile başkasına muhtaçtır. Şeyin muhtaç olduğu bu başka varlığın, şeyin dışında bir varlık olduğu his/duyu yoluyla kesinlikle gözlemlenmektedir. Bir şeyin kendisinin dışında başka bir şeye muhtaç olması, onun ezeli olmadığını yani başlangıcının bulunduğunu dolayısıyla da yaratılmış olduğunu gösterir. Yine burada: "Şey", maddedir. Sonuçta da maddenin dışında bir şeye değil, maddeye muhtaçtır. Kendi kendine muhtaç olmasından dolayı muhtaç değildir’ şeklinde bir tez de ileri sürülemez. Böyle söylenemez, çünkü bir şeyin madde oluşu ve bir başka maddeye muhtaç olduğu kabul edilse bile bu madde de kendisine değil, başka maddeye muhtaçtır. Zira madde, kendiliğinden bir başka maddenin ihtiyacını karşılamaya güç yetiremez. Bir başka maddenin ihtiyacını karşılayabilmesi için maddenin dışında bir şeyin varlığı şarttır. Madde kendisine değil, kendi dışında bir şeye muhtaçtır. Mesela su, buhara dönüşebilmek için sıcaklığa muhtaçtır. Sıcaklığın da su gibi madde olduğunu kabul etsek dahi, sıcaklığın bulunması suyun dönüşüme uğraması için yeterli değildir. Suyun buhar haline gelebilmesi için sıcaklığın belirli bir seviyede olması gerekir. İşte madde olan suyun muhtaç olduğu şey ısının belirli bir oranıdır. Bu oran ise suyun ve ısının dışında yani madenin dışında bir şey tarafından tesbit edilmektedir. Madde bu orana boyun eğmeye zorlanır. Bundan dolayı madde, maddenin dışında belirli bir ısı derecesini tayin edene, yani maddenin dışındakine muhtaçtır. Dolayısıyla da maddenin madde dışında bir varlığa yani maddeyi yaratan bir yaratıcıya muhtaç oluşu kesindir, şüphesizdir. Böylece hissedilen ve idrak edilen bütün şeylerin yaratıcı tarafından yaratıldığı ortaya çıkmaktadır. Yaratıcının ezeli olması yani başlangıcının olmaması gerekir. Ezeli olmazsa yaratıcı olmaz yaratılmış olur. Yaratıcı olması ise kesinlikle ezeli olmasını gerektirir. Yaratıcı kesinlikle ezelidir. Başlangıcı yoktur. Yaratıcı olabileceği zannedilen şeyler ortaya konulduğunda ya maddenin ya tabiatın ya da Allahu Teâla’nın yaratıcı olduğu ortaya çıkacaktır. Maddenin yaratıcı olması yukarıda sunduğumuz sebeplerden dolayı batıldır, mümkün değildir. Maddenin, bir halden bir başka hale dönüşebilmesi için, maddeye belirli bir oranı tayin edene ihtiyacı vardır ve dolayısıyla madde ezeli değildir. Ezeli olmayan ise yaratıcı olamaz. Tabiatın yaratıcı olması da batıldır. Çünkü tabiat (doğa), şeyler ile bunları düzenleyen nizamın toplamıdır ve kâinatta bulunan herşey de bu nizama uygun olarak yürür. Bu düzenleme ise otomatik olarak yalnızca düzenin kendisinden gelmez. Çünkü düzenleyici olmadan düzen de olmaz. Düzen, şeylerden de gelmemiştir. Çünkü şeylerin varlığı, otomatik veya zorunlu olarak nizamı oluşturmaz. Şeyleri düzenleyecek bir düzenleyici bulunmaksızın kendi kendilerine de düzen kuramazlar. Düzen, şeylerle nizamların toplamından da meydana gelmez. Çünkü düzenleme, nizam ve şeylerin kendisine boyun eğeceği özel bir durum bulunduğunda ortaya çıkar. Şeylerle beraber nizama ait bu özel durum düzenlemeyi meydana getirir. Özel durum, şeyler ve nizam üzerinde egemen bir durumdur. Düzenleme ancak bu özel duruma göre gerçekleşir. Şeylerin ve nizamın dışında zorla uygulanan bu özel durum ise, ne nizamdan, ne şeylerden ne de bunların toplamından meydana gelmez. Öyleyse düzenleme bunların dışındadır. Tabiatın kendiliğinden hareket edemeyip kendisi dışından zorla konulan özel durumlara göre hareket edebilmesi, tabiatın başkasına muhtaç olduğunu ve başlangıcının bulunduğunu ifade eder. Ezeli olmaması yani başlangıcının bulunması ise tabiatın yaratıcı olmadığını gösterir. Öyleyse yaratıcı kesinlikle ezeli olmalı "başlangıcı olmama" sıfatıyla nitelenmelidir ki bu da Allah Sübhanehu ve Teâla’dır. Öyleyse Allah’ın varlığı duyu yoluyla idrak edilebilen bir iştir. Çünkü hislerle idrak edilen şeylerin muhtaç oluşları ezeli bir varlığın, yaratıcının gerekliliğine delalet eder. İnsan, bakışlarını Allah’ın yarattıklarına çevirdiğinde, kâinata baktığında, zaman ve mekânı tam anlamıyla kavramaya çalıştığında, hareket halindeki bu alemlere oranla kendisinin gerçekten zerre kadar küçük kaldığını görür. Yine insan, çok sayıdaki bu alemlerin hepsinin belirli yörüngelere ve sabit kurallara göre hareket ettiğini görür. İşte böyle bir idrakla yaratıcının varlığını, tekliğini/vahdaniyetini tamamen kavrar. O’nun gücünü, büyüklüğünü, azametini açıkça görür. Gece ve gündüzün birbirini takip edişini, rüzgârların esmesini, denizlerin, nehirlerin ve gezegenlerin/yıldızların varlığını görerek idrak eden insan için bunlar, ancak Allah’ın varlığına, birliğine ve kudretine delalet eden apaçık akli delillerdir. Allahu Teâla Kur’an da bu durumu ayetlerle şöyle ifade etmektedir. "Şüphesiz ki göklerin ve yerin yaratılışında, gece ve gündüzün birbiri ardınca gelişinde, insanlara faydalı şeylerle denizde akıp giden gemilerde, Allah’ın gökten indirip yeryüzünü ölümünden sonra dirilttiği suda, her türlü canlıyı orada yaymasında, rüzgârları ve gökle yer arasında emre hazır bekleyen bulutları dördürmesinde elbette akleden bir toplum için ayetler (pek çok deliller) vardır." "Onlar hiç bir şey olmaksızın mı yaratıldılar, yoksa kendileri midir yaratanları? Yoksa gökleri ve yeri mi yarattılar? Hayır onlar iyi bilmiyorlar." Allah’ın varlığını idrak eden akıldır ve iman da akıl yoluyla olur. İslâm, iman konusunda aklı kullanmayı farz kılmış olup, Allah Sübhanehu ve Teâla’nın varlığına da akıl hakemdir. Bu nedenle Allah’ın varlığının delili aklidir. Dünyanın ve maddenin ezeli ve ebedi oluğunu yani başlangıcının ve sonunun bulunmadığını iddia edenler şöyle diyorlar: Evren başkasına muhtaç değildir, bilakis evren, kendi kendine yeter. Çünkü dünyada var olan şeyler maddenin sayısız şekillerinden ibarettir. Dolayısıyla bunların hepsi maddedir. Birbirine muhtaç olması ise maddenin muhtaç olduğu anlamına gelmez. Çünkü bir şeyin kendisine muhtaç olması, onun muhtaç olduğunu göstermez. Zira madde kendi kendine yeterli olduğu için başkasına muhtaç değildir. Bu nedenle de madde ezelidir, onun başlangıcı yoktur. Çünkü madde, yani evren kendi kendine yeterli olmasından dolayı ezelidir, sonsuzdur ve başkasına da muhtaç değildir. Böyle bir iddiaya iki açıdan cevap verilir: 1. Dünyada var olan şeyler, ister ayrı ayrı olsunlar isterse hep bir arada bulunsunlar yoktan var etme, yaratma gücüne sahip değillerdir. Yoktan var etmekten ve yaratmaktan aciz olan tek bir şeyi, dışındaki şeyler, bir veya birçok yönden tamamlasalar, eksiğini giderseler dahi hem o hem de onun dışındakiler hep birlikte yaratmaktan ve yoktan var etmekten acizdirler. Yoktan var etmekten ve yaratmaktan aciz oluşu ise apaçık ortadadır. Bu ise onun ezeli olmadığını ifade eder. Çünkü ezeli olanda, yani başlangıcı olmayanda acizlik sıfatının bulunmaması tam tersine yoktan var etme, yaratma gücünün bulunması gerekir. Sonradan ortaya çıkan şeylerin hepsi ona dayanmalı ki ezeli olabilsin. Bu nedenle kâinat, yaratmaktan ve yoktan var etmekten aciz olduğu için ne ezeli olabilir ne de ebedi olabilir. Bir şeyin yoktan var etme gücüne sahip olmaktan yoksun olması onun ezeli olmadığının kesin delilidir. 2. Başkası tarafından ihtiyacı karşılanıncaya kadar, aşmaya güç yetiremediği belli bir orana (kurala, yasaya) gereksinim duyması bir şeyin muhtaç oluşundandır. Bu ifadeyi şu şekilde açıklamak mümkündür: A B’ye ve B’de C’ye muhtaç ise dolayısıyla C’de A’ya muhtaçtır. Bu muhtaçlık silsile halinde böylece devam eder. Birinin bir başkasına muhtaç olması, onlardan her birinin ezeli olmadığının delilidir. Birbirini tamamlaması veya birinin diğerinin ihtiyacını gidermesi mutlak değil belirli bir oranla sınırlıdır. Yani belirli bir tertibe, düzene göre olur. Tamamlama işlemi ancak bu tertibe göre olur veya madde, bu düzenleme dışına çıkmaktan aciz kalır, çıkamaz. Böylece tamamlanan şey kendi kendini tamamlayamaz. İhtiyacını tek başına karşılayamaz. İhtiyacını ancak, kendisi dışında tesbit edilmiş olana boyun eğmek zorunda bırakıldığı düzene göre giderebilir. Dolayısıyla da hem tamamlanan hem de tamamlayanın her ikisi de ihtiyacı karşılanıncaya kadar belirli düzeni ayarlayana muhtaçtırlar. Bu tertibe aykırı hareket edemezler. Bu düzenleme dışında da ihtiyaç karşılanamaz. Bu nedenle düzene uymak mecburiyetinde olan, düzeni koyana muhtaçtır. Böylece eşyaların tamamı birbirlerini tamamlasalar dahi kendileri dışındaki varlığa muhtaç olmaktan kurtulamazlar. Yani şeyler belirli bir düzeni koyan ve ona boyun eğmeye zorlayana muhtaçtırlar. Örneğin suyun buza dönüşebilmesi için belirli bir ısı derecesine gereksinim vardır. Burada ise şöyle diyorlar: Su, ısı, ve buz birer maddedirler. Maddenin bir halden bir başka hale dönüşmesinde ihtiyaç yine maddeyedir. Sonuçta madde başkasına değil yine kendisine muhtaç olmaktadır. Oysa gerçek böyle değildir. Su, buz haline gelirken sadece ısıya değil, belirli bir derecedeki ısıya muhtaçtır. Isı bir şeydir. Ancak belirli bir dereceye ulaştığında etki etmesi ise daha başka bir iştir. Bu ise ısıdan başka bir şeydir. Isının etkileyebilmesi, suyun da etkilenebilmesi için ısıya zorla uygulanan oran otomatik olarak "su"dan ileri gelmemektedir. Yoksa su, istediği şekilde etkileyebilirdi. Bu oran ısıdan da kaynaklanmamaktadır. Öyle olsaydı bu sefer de ısı dilediği gibi etkileyebilirdi. Kısacası oran maddenin kendisinden kaynaklanmamaktadır. Aksi takdirde madde, dilediği gibi etkileme ve etkilenme gücüne sahip olurdu. Bu oran elbette ki maddenin dışında belirlenmektedir. Bu durumda da madde, madde üzerinde etki bırakacak ve madde için belirli oranı tesbit edecek olana muhtaç olmuş olur. Bu oran madde dışında bir varlık tarafından tayin edilmektedir. Dolayısıyla madde başkasına muhtaçtır. Öyleyse madde ezeli değildir. Çünkü başlangıcı ve sonu olmayan, başkasına muhtaç olmayan, bütün şeylerin kendisine muhtaç olan varlık demektir. Maddenin başkasına muhtaç olması, maddenin ezeli olmadığının kesin delilidir. Öyleyse madde yaratılmıştır. Kâinata şöyle bir göz atan insan, şeylerin -ister bir yer işgal etsin isterse enerji gibi bir yer işgal etmesin- yoktan var edilmesinin, ancak duyu organları ile algılanabilen şeyler arasında belirli bir düzenin bulunması ile tamamlanabileceğini kavramaktadır. Dolayısıyla bu kâinatta şeyler tarafından yoktan var edilen bir nesne yoktur. Ve yine belirli bir orana boyun eğmeden şeyler tarafından icat etmek de yoktur. Yani bu kâinatta şeyler tarafından yoktan var edilen oransız ve düzensiz olarak yaratılmış birşey yoktur. Bu nedenle de kâinatta var olan ve var edilen bütün şeyler başlangıçsız ve sonsuz değildir. Var olan şeylere gelince; onların hissedilen ve idrak edilen şeylerden oluştuğu gayet açıktır. Ve yine bu var olan şeylerin kendi iradeleri dışında kendilerine uygulanan belli oranlara boyun eğdikleri de apaçık ortadadır. Kâinatta var edilen şeylere gelince; onların da yoktan var etmekten aciz oldukları ortadadır. Bu apaçık bellidir. Çünkü bunlar da kendi iradesi dışında kendisine uygulanan belirli düzenlemeye boyun eğmektedirler. Bu düzenleme kendi isteği ile olmamaktadır. Eğer kendi isteği ile olmuş olsaydı düzenlemeyi terk etmeye ve ona boyun eğmemeye kadir olurdu. Bu düzenleme onun dışındadır. Kâinatta duyu organları ile algılanabilen şeylerin acizliği yani kâinatın yoktan var etmekten aciz kalışı kendi dışından gelen belli bir düzenlemeye boyun eğişi kâinatın başlangıçsız ve sonsuz olmadığı, başlangıcı ve sonu olmayanın yaratığı olduğunun delilidir. Yaratmanın, Ölçü verme ve ölçüye göre şekillendirme anlamına geldiğini söyleyip de yoktan var eden bir yaratıcının varlığını inkâr edenlere gelince: Onların bu sözleri, duyu organlarıyla algılanabilen şeyler ve bunlar üzerine iradeleri dışında konulan belirli düzenlemelerin her ikisinin de yaratıcı olduğu anlamına gelmektedir. Çünkü ölçü verme ve ölçüye göre şekillendirme duyu organlarıyla algılanabilen şeylerin ve bu şeyin dışından gelen muayyen bir düzenlemenin bulunması ile mümkün olabilir. Yaratmanın ölçme ve verilen ölçüye göre şekillendirme anlamına geldiğini söyleyenlerin bu sözü kesinlikle batıldır. Bu söz batıldır, çünkü muayyen düzen ne şeylerden ne de düzenin kendisindendir. Bu düzen, duyu organlarıyla idrak edilebilen şeylerin dışında, duyu organlarıyla doğrudan doğruya algılanamayan bir varlık tarafından konulmuştur. Böylece ölçmenin ve verilen ölçüye göre şekillendirmenin yaratıcı olamayacağı açığa çıkar. Çünkü yaratmanın bu şekilde tanımlanması kesinlikle mümkün değildir. Yaratma olayının olabilmesi için duyu organlarıyla algılanabilen şeylere belli bir düzeni koyan, ancak doğrudan doğruya duyu organlarıyla algılanamayan bir şeyin bulunmasını gerektirir. Böylece ölçmenin ve verilen ölçüye göre şekillendirmenin yaratmak olmadığı ve yalnızca da onunla mutlak anlamda yaratmanın yani yoktan yaratmanın tamamlanamayacağı görülmektedir. Yaratıcı duyu organlarıyla algılanabilen şeyleri yoktan var edemezse yaratıcı olamaz. Çünkü yaratıcı, sadece kendi iradesiyle yaratmaktan aciz olmuş ve yaratacağı şeyle birlikte bir şeye boyun eğmek mecburiyetinde kalmıştır. Bu nedenle o, hem acizdir hem de ezeli değildir. Çünkü kendi kendine yaratmaktan aciz kalarak başkasına muhtaç olmuştur. Aciz ve muhtaç ise ezeli olamaz. Üstelik yaratıcı demek, yoktan var eden demektir. Yaratıcı olması demek yaratıcının şeylere değil şeylerin yalnızca O’na dayanması, muhtaç olması demektir. Eğer şeyleri yoktan var etmekten ve şeyler bulunmadan yaratmaktan aciz kalırsa yaratma hususunda şeylere muhtaç olur, şeyler kendisine muhtaç olmaz. Bu ise onun tek başına yaratıcı olmaması bu nedenle de yaratıcı olamaması demektir. Yaratıcının yaratıcı sıfatını kazanabilmesi için şeyleri yoktan var edebilmesi, kudret (güç) ve irade (dilediği gibi hareket edebilme) özelliğine ve bütün şeylerin yalnızca kendisine dayanması özelliğine sahip olması gerekir. Bu nedenle icat etme işleminde yoktan var etme olmalı ki yaratılmış olduğu belli olsun. İcat edenin de yaratıcı olması için elbette ki yoktan icat edebilmesi gerekir. Meleklere imanının delili ise naklidir. Allahu Teâla ayeti kerimelerde şöyle buyurmaktadır: "Allah, adaleti ayakta tutarak şehadet etti ki; gerçekten O'ndan başka ilah yoktur. Melekler ve ilim sahipleri de buna şahadet ettiler..." "Yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz 'bir' (iyilik, güzellik) değildir. Lakin 'bir' Allah’a ve ahiret gününe, meleklere, kitaplara ve peygamberlere iman etmektir..." "Müminlerin hepsi Allah’a, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine inandılar." "Kim Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkâr ederse uzak bir sapıklığa düşmüş olur." -
İÇGÜDÜLER VE DÜŞÜNMEYE ELVERİŞLİ OLAN VE OLMAYAN ALANLAR
Kalkınma şurada cevap verdi: Kalkınma başlık Dini Konular - Din - Dinler
Bismillahi Rahmani Rahim. Bu forumdaki ateistlere cevap. Ateizmin çok korkunç ve çirkin yüzü! 20. YÜZYILA ACI GETİRENLER Geride bıraktığımız 20. yüzyıl, belaların, acıların, katliamların, sefaletin, büyük yıkımlar getiren savaş ve çatışmaların yüzyılıydı. Milyonlarca insan bir hiç uğruna, sapkın ideolojilere hizmet adına öldürüldü, katledildi, açlığa ve ölüme terk edildi, bakımsız, evsiz barksız, korumasız bırakıldı. Milyonlarcası, hayvanlara bile reva görülmeyecek, insanlık dışı muamelelere maruz kaldı. Tüm bu acıların ve belaların altında ise hemen her zaman despotların ve diktatörlerin imzası oldu: Stalin, Lenin, Trotsky, Mao, Pol Pot, Hitler, Mussolini, Franco… Bu isimlerden kimi aynı ideolojiyi paylaşırken, kimi de birbirine ölümüne düşmandı. İdeolojilerinin birbirlerine karşı olması nedeniyle kitleleri çatışmaya sürüklediler; kardeşi kardeşe düşman ettiler; savaşlar çıkarttılar; bombalar attırdılar; arabaları, evleri, dükkanları yakıp yıktırdılar; mitingler düzenlettiler; ellerine silah vererek hiç acımadan gençleri, yaşlıları, kadınları, çocukları, erkekleri öldüresiye dövdürttüler; kurşuna dizdirdiler… Sırf başka bir fikri savunuyor diye bir insanın yüzüne silah doğrultup, gözlerinin içine bakarak öldürebildiler; başını ayakları ile ezebilecek kadar acımasızlaşabildiler; kadın, çocuk, yaşlı demeden insanları evlerinden, yurtlarından sürdüler...Geçtiğimiz yüzyılın belalar tablosu özetle böyledir. Karşıt fikirleri savunan birkaç ideoloji ve bu ideolojilerini savunmak uğruna insanlığı acıya ve kana boğan insanlar…. İnsanlığa karanlık günler yaşatan bu ideolojilerin başında faşizm ve komünizm gelir. Bunlar birbirine düşman ve birbirini yok etmeye çalışan fikirler olarak görülür. Ne var ki, ortada son derece ilginç bir gerçek bulunmaktadır: Bu ideolojilerin hepsi tek bir fikri kaynaktan beslenmekte, o kaynaktan güç ve destek almakta ve o kaynak sayesinde kitleleri ikna ederek kendi saflarına çekebilmektedirler. Bu kaynak, ilk bakışta kesinlikle dikkat çekmemiş, bugüne kadar hep perdenin arkasında kalmış, insanlara hep masum görünen yüzünü göstermiştir. İşte bu kaynak materyalist felsefe ve onun tabiata uyarlanmış hali olan DARWINİZM'dir. Sümerler'den ve Eski Yunan'dan kalma bir efsanenin, 19. yüzyılda Charles Darwin isimli amatör bir biyolog tarafından tekrar şekillendirilmesiyle ortaya çıkan Darwinizm, o tarihten bu yana, insanlık için ne kadar zararlı ideoloji varsa, onların hepsinin fikri altyapısını oluşturdu. Sözde bilimsel bir görünüm çizerek, bu ideolojilere ve taraftarlarının uygulamalarına sahte bir meşruiyet kazandırdı. Bu sahte meşruiyetle evrim teorisi, kısa bir sürede biyoloji ve paleontoloji gibi bilim dallarının dışına çıkarak, insan ilişkilerinden tarihin yorumlanmasına, politikadan toplum hayatına kadar birçok alanda etkili olmaya başladı. Darwinizm'in özellikle bazı iddiaları, 19. yüzyılda hareketlenmeye ve şekillenmeye başlayan birçok fikir akımını desteklediği için bu çevrelerden geniş bir destek aldı. Özellikle doğada canlılar arasında bir "yaşam mücadelesi" olduğu ve bu mücadelenin sonucunda "güçlü olanların yaşadıkları, diğerlerinin ise ezilerek yok edildikleri" fikri, insan davranışlarına ve düşüncesine de uygulanmaya çalışıldı. Darwinizm'in "doğanın bir mücadele ve çatışma yeri olduğu" iddiası toplumlara ve insanlara uygulandığında Hitler'in üstün ırkı oluşturma saplantısı, Marx'ın "insanlık tarihi sınıf çatışmalarının tarihidir" iddiası, kapitalizmin "güçlülerin zayıfların üzerine basarak daha da güçlenmelerini" öngörmesi, üçüncü dünya ülkelerinin İngiltere gibi emperyalist ülkeler tarafından sömürülmeleri, insanlık dışı muamelelere maruz kalmaları, zencilerin hala ırkçı saldırılar ve ayrımcılıkla yüz yüze olması meşruiyet kazanmış oluyordu. The Moral Animal (Ahlak Sahibi Hayvan) isimli kitabın yazarı Robert Wright, bir evrimci olmasına rağmen evrim teorisinin insanlık tarihine getirdiği belaları şöyle özetler: Evrim teorisi, insan ilişkilerine karşı uzun ve oldukça kirli bir tarihe sahiptir. Yüzyılın sonlarına doğru politik felsefeye de karıştırılan teori, "Sosyal Darwinizm" adlı bir ideolojiye dönüştürülmüş ve ırkçıların, faşistlerin ve en acımasız kapitalistlerin elinde koz olmuştur. ATEIZM’İN GETİRDİĞİ AHLAKİ ÇÖKÜNTÜ Darwinizm'in insanlığa getirdiği en büyük bela hiç kuşkusuz, insanları dinden uzaklaştırmasıdır. Din ahlakından uzaklaşmış toplumlarda ise, kısa sürede şiddetli bir ahlaki ve manevi yıkım oluşur. Günümüz toplumlarında da bunun pek çok örneği yaşanmaktadır. Tanınmış evrimcilerinden olan Harvard Üniversitesi'nden biyolog Ernst Mayr evrim teorisinin toplum hayatındaki yeri için şöyle der: Darwin'den beri herkes insanların maymundan geldiği ile hemfikir... Evrim insanların düşüncelerini her yönden etkiliyor: Felsefesini, metafiziğini, ahlakını... Darwinistler'in sosyal yaşamdaki bu geniş çaplı hakimiyeti, insanlar üzerinde adeta çok güçlü bir "hipnoz" oluşturmaktadır. Özellikle herhangi bir dünya görüşüne, hatta yüzeysel bir bakış açısına dahi sahip olamayacak kadar tecrübesiz olan genç jenerasyonun büyük bir bölümü, bu tarz telkinlere kolayca kapılabilmektedir. Okudukları dergiler, seyrettikleri filmler, izledikleri tiyatrolar veya müzik klipleri, dinledikleri müzik ve en önemlisi okulda aldıkları eğitim aracılığı ile bu insanları istenilen düşünce yapısına getirmek son derece kolay olmaktadır. Zaten insanların evrim teorisini, bütün aldatmacalarına ve bilimsellikten uzak yapısına rağmen 150 yıldır gerçek zannetmelerinin nedeni de bu telkinlerdir. Dikkat edilirse günümüzde dinsizlik hemen hiçbir zaman açıkça propaganda edilmez, kimse kimseye aleni olarak dinsiz olmasını telkin etmez. Ancak bunun için ilk bakışta sezilmeyen sinsi yöntemler kullanılır. Dinle, dini konular ile veya dindarlığı ile tanınan insanlarla alay edilmesi, şarkı sözlerinde, romanlarda, filmlerde, gazete başlıklarında, fıkralarda Allah'a, kadere ve dine isyan anlamına gelen sözler kullanılması, bu sinsi yöntemlerden sadece birkaçıdır. Tanınmış evrimci Theodious Dobzhansky ise, Darwinizm'in temel olan "doğal seleksiyon" düşüncesinin ahlaki yönden dejenere bir toplum oluşturduğunu şöyle kabul eder : Doğal Seleksiyon egoizmi, zevk düşkünlüğünü, cesaret yerine korkaklığı, sahtekarlığı ve istismarı tercih eder. Toplum etiği ise "doğal" tavırları yasaklar ve bunların aksi olan nezaket, cömertlik ve hatta diğerlerinin, toplumun, milletin ve nihayet tüm insanlığın iyiliği için kendini feda etmek gibi özellikleri yüceltir. R. Clark ve J. Bales ise Why Scientists Accept Evolution? (Bilim adamları Neden Evrimi Kabul Ediyorlar?) isimli kitaplarında şöyle yazarlar: Darwinizm açgözlülüğe ve bencil tutkulara bilimsel onayla insanların daha da vahşileşmesine yardımcı oluyor. Günümüzde çevremize şöyle bir bakarsak, Darwinist ahlakın neden olduğu derin ve son derece önemli tahribatların izlerini hemen görebiliriz. İnsanların birbirlerinden kopuk, yardımlaşma, fedakarlık, saygı ve sevgi bağları olmadan yaşamalarının, ilerlemenin, gelişmenin, uygarlaşmanın bir sonucu olduğu toplumlara empoze edilmektedir. Daha fazla üretim ve gelişme için böyle bir sonuca katlanılması gerektiği telkini sık sık verilmektedir. Oysa bu, gelişmenin ve uygarlığın değil, insanların kendilerini "hayvan statüsü"ne getirmelerinin bir sonucudur. Birçok Darwinist davranış bilimci, bu mantıktan yola çıkarak, insanların suça eğilim göstermelerinin nedeninin, hayvan olan atalarından kendilerine kalan bir miras olduğunu iddia etmektedir. Tanınmış bir evrimci olan Stephen Jay Gould, Ever Since Darwin (Darwin'den Bu Yana) isimli kitabında ilk olarak İtalyan fizikçi Lombroso tarafından öne sürülen bu iddiayı şöyle aktarır: Suçluluğa ilişkin biyolojik kuramlar pek yeni sayılmazdı, ama Cesare Lombroso (İtalyan bir hekim) bu tartışmaya yepyeni, evrimsel bir yön verdi. Doğuştan suçlular sadece zihinsel dengesi bozuk ya da hasta değillerdi; daha önceki bir evrimsel aşamaya geri düşmüş, sözcüğün tam anlamıyla soya çekmişlerdi. İlkel ve maymunsu atalarımızın kalıtsal özellikleri genetik repertuarımızda korunur. Bazı bireyler normalden çok fazla atasal özelliğe sahip olarak doğar. Davranışları geçmişin bazı yabanıl toplumları için uygun olsa bile, bugün bu davranışlara suç diyoruz. Doğuştan suçluya acıyabiliriz çünkü kendine hakim olamaz… Yani Darwinistler'in iddialarına göre, bir insanın diğerini öldürmesi, ona acı çektirmesi, hırsızlık yapması, kavga çıkarması, ona, sözde hayvan atalarından genetik olarak aktarılmış bir mirastır. Dolayısıyla bu iddiaya göre, işlediği suçlar o insana ait değildir ve mazur görülmelidir. Bu iddialardan da anlaşıldığı gibi, Darwinist düşünce, insanın sahip olduğu vicdanı, iradeyi, karar verme, muhakeme etme yeteneklerini tamamen hiçe sayar ve insanı, aynı hayvanlar gibi içgüdüleri ile hareket eden, akılsız bir canlı olarak kabul eder. Bu anlayışa göre vahşi bir aslan nasıl içindeki saldırganlığı dizginleyemez, öfkesini yenerek, affederek, sabır göstererek erdemli bir tavır gösteremezse, insan da aynı şekilde davranmaktadır. Bu tür zihniyete sahip insanların barındığı bir toplumun huzursuz, güvensiz, kargaşa, kavga, çatışma içinde olacağı aşikardır. ATEIZM 'in İnsanlara Sunduğu Amaçsız ve Karamsar Yaşam Modeli Darwinistler'e ve materyalistlere göre tüm evren, insanlar da dahil olmak üzere kaosun ve rastlantıların eseridir. Bu anlayışın toplumlara telkin edilmesiyle, başıboş olduğunu zanneden, sorumsuz insanlar oluşur. Hayatın bir hiçlik olduğunu öne sürerek hayata karamsar bir bakış açısı getiren bir başka Darwinist ise, üstün ırk tezleriyle Hitler'e felsefi açıdan destek sağlayan Alman felsefeci Nietzsche'dir. Nietzsche'nin öne sürdüğü ve nihilizm yani "hiçlik" olarak bilinen düşünce kısaca şöyledir: İnsanın bir yaşama amacı olmalıdır. Ancak Allah'ın varlığını inkar eden Nietzsche'ye göre bu amaç, Allah'ın insanı yaratmış olmasıyla ilgili değildir. Dolayısıyla Nietzche'nin felsefesinde insan hep amacını arar ancak bulamaz ve bunun doğurduğu karamsarlığı, ümitsizliği yaşar. İnsanın varoluş amacını araştırması doğru olandır. Ancak eğer insan, Nietzsche'de olduğu gibi, asıl amacını kesin olarak reddederek, gerçek dışında bir amaç aramaya kalkarsa, elbette ki bunu bulamayacaktır. Ayrıca belirtmek gerekir ki, Nietzsche delirerek ölmüştür. Allah'ın kendilerini bir amaç için yarattığını unutan toplumlar, ahlaki ve manevi çöküntüye uğramaları kaçınılmazdır. Zenginlik, refah, ekonomik kalkınma ise bu insanlara hiçbir şekilde huzur ve güvenlik getirmez. Temiz akılla düşünmeyen, vicdanının emirlerine uymayan, kendisini başıboş ve amaçsız bir varlık olarak gören insanları dünyada mutsuzluğa, ümitsizliğe, karamsarlığa kaptıran çok sayıda sebep vardır. Bunların baında gelenlerden biri de ölümle birlikte yok olup gideceklerini zanneden bu insanların, öldükten sonra karşılaşacakları asıl hayatı görünce duyacakları pişmanlıktır. Oysa, Allah'a ve ahiretin varlığına inanan bir insan, ne kadar önemli bir sonuç için yaşadığının bilincindedir. Daima Allah'ın rızasını ve cennetini kazanmanın ümidini ve sevincini taşır. Hiçbir zaman ümitsizliğe ve karamsarlığa kapılmaz. ATEIZM’İN IRKÇILIĞI VE SÖMÜRGECİLİK Darwin'in yakın arkadaşı olan Prof. Adam Sedgwick, evrim teorisinin gelecekte sebep olabileceği tehlikeleri görebilen kişilerden biriydi. Türlerin Kökeni'ni okuduğunda, "Bu kitap toplum tarafından genel bir kabul gördüğü takdirde dünyada daha önce hiç görülmemiş şekilde insan ırklarında bir soykırım yaşanacaktır" demişti. Gerçekten de zaman, Sedgwick'in endişelenmekte haklı olduğunu gösterdi. 20. yüzyıl, insanların sırf ırkları veya etnik kökenleri nedeniyle soykırımlara uğratıldığı kara bir çağ olarak tarihe geçti. Elbette etnik ayrımcılık ve buna dayalı olarak yapılan soykırımlar, Darwin'den çok önce de insanlık tarihinde vardı. Ancak Darwinizm bu ayrımcılığa sahte bir bilimsel saygınlık ve sahte bir haklılık kazandırdı. "Kayırılmış Irkların Korunması…" Günümüzdeki Darwinistlerin çoğu, aslında Darwin'in ırkçı olmadığını, ancak ırkçıların kendi görüşlerini desteklemek amacıyla Darwin'in fikirlerini taraflı olarak yorumladıklarını iddia ederler. Türlerin Kökeni kitabının alt başlığında yer alan "Kayırılmış Irkların Korunması Yoluyla" ifadesinin ise sadece hayvanlar için kullanıldığını iddia ederler. Ancak bu iddiaların sahiplerinin göz ardı ettikleri şey, Darwin'in İnsanın Türeyişi isimli kitabında, insan ırkları için söyledikleridir. Darwin'in bu kitapta ortaya koyduğu görüşlere göre, insan ırkları evrimin farklı basamaklarını temsil ediyordu ve bazı insan ırkları, diğer insanlara göre daha çok evrimleşmiş ve ilerlemişlerdi. Bazıları ise, neredeyse hala maymunlarla aynı düzeydeydi. Darwin, "yaşam mücadelesi"nin insan ırkları arasında da geçerli olduğunu öne sürmüştü. "Kayırılmış ırklar" bu mücadelede üstün geliyorlardı. Darwin'e göre kayırılmış ırklar, Avrupalı beyazlardı. Asyalı ya da Afrikalı ırklar ise, yaşam mücadelesinde geri kalmışlardı. Darwin daha da ileri giderek, bu ırkların dünya üzerindeki "yaşam mücadelesi"ni yakın zamanda tamamen kaybederek yok olacaklarını ileri sürmüştü: Belki de yüzyıllar kadar sürmeyecek yakın bir gelecekte, medeni insan ırkları, vahşi ırkları tamamen yeryüzünden silecekler ve onların yerine geçecekler. Öte yandan insansı maymunlar da… kuşkusuz elimine edilecekler. Böylece insan ile en yakın akrabaları arasındaki boşluk daha da genişleyecek. Bu sayede ortada şu anki Avrupalı ırklardan bile daha medeni olan ırklar ve şu anki zencilerden, Avustralya yerlilerinden ve gorillerden bile daha geride olan babun türü maymunlar kalacaktır. Darwin, yine İnsanın Türeyişi isimli kitabının başka bir bölümünde aşağı ırkların yok olmaları gerektiğini ve gelişmiş insanların onları yaşatmak ve korumak için çalışmalarının gereksiz olduğunu iddia etmiş ve bu durumu damızlık hayvan yetiştiricileri ile karşılaştırmıştı: Yabanıl insanların vücutça ve kafaca zayıf olanları eleniverir; ve sağ kalanlar, çoğunlukla, gerçekten sağlıklı kimselerdir. Öte yandan biz uygar insanlar, elenme sürecini engellemek için elimizden geleni yaparız; geri zekalılar, sakatlar ve hastalar için bakımevleri kurarız; yoksulları koruma yasaları çıkarırız; tıp uzmanlarımız, her hastayı yaşatmak için en son ana dek bütün ustalıklarını gösterir… Böylece uygarlaşmış toplumların zayıf bireyleri kendi soylarını sürdürmektedir. Evcil hayvan yetiştiriciliği yapmış hiç kimse bunun insan ırkına büyük bir zarar vereceğinden kuşku duymaz. Görüldüğü gibi Darwin İnsanın Türeyişi isimli kitabında, Avustralya yerlilerini ve zencileri gorillerle aynı seviyede görmüş ve bu ırkların yok olacaklarını ileri sürmüştü. Diğer "aşağı" gördüğü ırkların ise çoğalmalarının engellenmesi ve böylece bu ırkların yok edilmeleri gerektiğini savunmuştu. İşte günümüzde halen kalıntılarına rastladığımız ırkçı ve ayrımcı uygulamalar, Darwin tarafından bu şekilde onaylanmış ve meşrulaştırılmıştır. Darwin'in bu ırkçı fikirlerine göre "medeni insana" düşen görev ise, ileride detaylarını göreceğimiz gibi, bu evrimsel süreci biraz daha hızlandırmaktı. Bu durumda zaten yok olacak olan geri kalmış ırkların şimdiden yok edilmelerinin "bilimsel" açıdan hiçbir sakıncası kalmamıştı! Darwin'in ırkçı yönü, birçok yazısında ve tespitlerinde de etkisini göstermiştir. Örneğin, 1871'de çıktığı uzun gezide gördüğü Tierre del Fuegolu yerlileri tanımlarken de ırkçı ön yargılarını açıkça ortaya koymuştur. Yerlileri, "çırılçıplak, boyalara batmış, yabanıl hayvanlar gibi ne yakalayabilirse yiyen, yönetimsiz, kendi kabileleri dışındakilere karşı acımasız, düşmanlarına işkenceden zevk alan, kanlı kurbanlar sunan, çocuklarını öldüren, karılarına köle gibi davranan, ağır batıl inançlarla dolu" canlılar olarak tasvir etmişti. Oysa aynı bölgeyi, ondan on yıl önce gezen W. P. Snow isimli araştırmacı, aynı yerlileri "güzel, güçlü, çocuklarına düşkün, bazı özgün el sanatlarına sahip, bazı eşyalarda özel mülkiyeti tanıyan, en yaşlı birkaç kadının otoritesini kabul etmiş" insanlar olarak anlatmıştı. Bu örneklerden de anlaşıldığı gibi Darwin tam bir ırkçıydı. Nitekim What Darwin Really Said (Darwin Gerçekte Ne Söyledi) kitabının yazarı Benjamin Farrington'ın ifadesiyle de, Darwin İnsanın Türeyişi kitabında "insan ırkları arası eşitsizliğin apaçıklığı" hakkında birçok yorum yapmıştır. 19. yüzyıl Avrupası'nda gelişen yeni antropoloji, insanın kökeni hakkındaki iki zıt düşünce ekolünün savaş alanı haline geldi. Bunların daha eski ve köklü olanı, "tek kökenlilik"ti. Bu görüş, tüm insanoğlunun renk ve özellik farkı olmadan, doğrudan Adem'in soyundan geldiği ve Allah'ın tek bir fiili ile yaratıldığı inancına dayanıyordu. Ancak bu dönemde "çok kökenlilik" olarak bilinen ve dini inanca karşı koyuştan doğan rakip bir teori (evrim teorisi) gelişti. Çok kökenlilik, farklı insan ırklarının farklı kökenleri olduğunu savunuyordu. Hintli antropolog Lalita Vidyarthi ise Darwin'in evrim teorisinin, ırkçılığı sosyal bilimlere nasıl kabul ettirdiğini şöyle açıklar: Darwin'in ortaya attığı 'en güçlülerin hayatta kalması' düşüncesi, insanoğlunun kültürel bir evrim sürecinden geçtiğine ve en üst kademenin Beyaz Adam'ın medeniyeti olduğuna inanan sosyal bilimciler tarafından coşkuyla karşılandı. Bunun bir sonucu olarak, 19. yüzyılın ikinci yarısındaki Batılı bilim adamlarının çok büyük bir kısmı ırkçılığı şiddetle benimsediler. Darwin'den sonra gelen Darwinistler ise, onun ırkçı görüşlerini ispatlama çabası içine girdiler. Bu uğurda birçok bilimsel çarpıtma ve sahtekarlık yapmaktan ise çekinmediler. Çünkü bunu ispatladıkları takdirde, kendi üstünlüklerini ve diğer ırkları ezme, sömürme ve hatta gerektiğinde yok etme "haklarını" bilimsel olarak ispatlamış olacaklarını düşünüyorlardı. Stephen Jay Gould da The Mismeasure of Man (İnsanın Yanlış Ölçümü) isimli kitabının 3. bölümünde, bazı antropologların, beyaz ırkın üstünlüğünü kanıtlamak için verileri çarpıttıklarını belirtmektedir. Gould'un belirttiğine göre, en çok başvurdukları yöntem, buldukları kafatası fosillerinin beyin hacimleri konusunda çarpıtmalar yapmalarıdır. Gould kitabında birçok antropoloğun, doğru bir ölçü olmamasına rağmen, beyin hacmini zeka ile ilintili gösterdiklerini ve buna bağlı olarak, özellikle Kafkasyalılar'ın beyin hacimlerini abarttıklarını ve zencilerle Kızılderililerin kafataslarını olduklarından daha küçük gösterdiklerini anlatmaktadır. Gould, Ever Since Darwin (Darwin'den Bu Yana) isimli kitabında ise, Darwinistler'in, bazı ırkları aşağı bir tür olarak göstermek için giriştikleri sapkın iddiaları şöyle açıklar: Haeckel (Alman Darwinist) ve çalışma arkadaşları da, Kuzey Avrupalı beyazların ırksal üstünlüğünü göstermek için rekapitülasyon teorisini (yinelemeli oluşum teorisi) kullandı. İnsan anatomisi ve davranışına ilişkin bulguları tarayarak, beyinlerden göbek deliklerine kadar bulabildikleri herşeyi kullandılar. Herbert Spencer şöyle yazdı: 'İlkellerin zihinsel özellikleri(…) uygarların çocuklarında görülen özelliklerdir.' Carl Vogt 1864'te aynı şeyi daha güçlü bir şekilde ifade etti: 'Büyümüş zenci, zihinsel yetiler yönünden çocuğun doğasını paylaşır. (…) Bazı kabileler kendilerine özgü organizasyonlara sahip devletler kurmuşlardır. Ama geri kalanlara bakarak, bu ırkın geçmişte ya da günümüzde, insanlığın ilerleyişine hizmet etmiş ya da korunmaya değecek hiçbir şey yapmadığını çekinmeden söyleyebiliriz.' Fransız tıbbi anatomi bilgini Etienne Serres gayet ciddi bir şekilde, siyah erkeklerin ilkel olduğunu çünkü göbek deliklerinin seviyesinin düşük olduğunu ileri sürmüştü. Darwin'in çağdaşı evrimci Havelock Ellis de 1894'de "Birçok Afrikalı ırkta çocuklar, Avrupalı çocuklara göre belki biraz daha az zekidir. Ama Afrikalı büyüdükçe aptallaşır ve bütün toplumsal yaşamı dar görüşlü bir rutine dönüşür; oysa Avrupalı, canlılığını korur." diyerek, üstün ve aşağı ırk ayrımını sözde "bilimsel" bir açıklamayla desteklemişti. Davamı... Fransız Darwinist antropolog Vacher de Lapouge ise, Race et Milieu Social: Essais d'Anthroposociologie (Irk ve Sosyal Çevre: Antropo-sosyoloji Üzerine Denemeler) (Paris 1909) adlı yapıtında beyaz olmayan sınıfların, uygar yaşama uyum sağlayamamış vahşilerin çocukları ya da kanı bozulmuş sınıfların soysuz temsilcileri oldukları görüşünü ortaya attı. Paris'in aşağı ve yukarı sınıflarının mezarlıklarındaki kafataslarını ölçerek sonuçlar çıkardı. Bu sonuçlara göre; insanlar kafataslarına göre zengin, kendilerine güvenli, özgürlük eğilimli iken, diğer kısmı tutucu, azla yetinen, iyi uşak niteliği taşıyan kimseler oluyorlardı; sınıflar toplumsal ayıklanmanın ürünleriydi; toplumun yüksek sınıfları yüksek ırklarla çakışıyordu; zenginlik derecesi ile kafatası endeksi orantılı gidiyordu. Lapogue en sonunda bir kehanette bulundu: "Benim görüşüm odur ki, önümüzdeki yıllarda insanlar birbirlerini kafatasları yuvarlak ya da sivridir diye boğazlayacaklar" dedi ve bu kehaneti kitabın ilerleyen sayfalarında detaylarıyla göreceğimiz gibi doğru çıktı ve 20. yüzyıl ırkçılık nedeniyle yapılan katliamlara tanık oldu!… Yalnız antropologlar değil, entomolojistler (böcek bilimcileri) dahi Darwinizm'in körüklediği ırkçılık kervanına sapkın iddialarla katıldılar. Örneğin, 1861 yılında, bir İngiliz entomolojisti dünyanın çeşitli yerlerinde yaşayan insanların bedenlerinden bit toplatıp bunları inceledikten sonra renklerinin ve büyüklüklerinin farklı oldukları, bir ırkın bitinin bir başka ırkın bedeninde yaşayamayacağı gibi bugünün bilim düzeyinden bakıldığında tek kelimeyle safsata olan bir sonuca ulaşmıştı. Bilim adamı sıfatlı kişiler bile böyle açıklamalar yaptıktan sonra, bazı dogmatik ırkçıların "zencilerin bitleri dahi zenci" gibi akıl ve mantık dışı, hiçbir anlamı olmayan sloganlar kullanmaları pek yadırganmadı. Özetle, Darwin'in teorisinin ırkçı yönü 19. yüzyılın ikinci yarısında kendine çok elverişli bir zemin buldu. Çünkü o dönemde Avrupalı "beyaz adam", tam da böyle bir teorinin kendi suçlarını meşrulaştırmasını bekliyordu. İngiliz Sömürgeciliği ve Darwinizm Darwin'in ırkçı görüşlerinden en çok çıkar sağlayan ülke, Darwin'in kendi vatanı İngiltere oldu. Darwin, teorisini ortaya attığı yıllarda, İngiltere dünyanın bir numaralı sömürge imparatorluğunu kurmuş durumdaydı. Hindistan'dan Latin Amerika'ya kadar uzanan dev bir coğrafyanın tüm doğal kaynakları, İngiliz İmparatorluğu tarafından sömürülüyordu. "Beyaz adam", kendi çıkarı için dünyayı yağmalıyordu. Oxford, Stanford, Harvard gibi üniversitelerde yıllarca tarih profesörlüğü yapmış olan James Joll, halen üniversitelerde ders kitabı olarak okutulan "Europe Since 1870" (1870'den Bu Yana Avrupa) isimli kaynak kitabında, Darwinizm ile emperyalizm ve ırkçılık arasındaki ideolojik ilişkiyi şöyle anlatır: Emperyalizm kavramına ilham veren fikirlerin en önemlisi, "Sosyal Darwinizm" başlığı altında sınıflandırılabilecek olanlardır. Bu fikirler; devletler arasındaki ilişkiyi daimi bir mücadele olarak kabul eder. Bu mücadelede bazı ırklar diğerlerine göre "üstün" sayılmış ve bir evrimsel süreç içinde güçlülerin kendilerini sürekli ortaya koymaları gerektiği kabul edilmiştir. İngiliz doğabilimci Charles Darwin, 1859'da yayınlanan Türlerin Kökeni onu 1871'de takip eden İnsanın Türeyişi adlı kitaplarıyla büyük bir tartışma başlatmış ve Avrupa düşüncesinin farklı dallarını aynı anda etkilemiştir… Darwin'in fikirleri, ve onun İngiliz felsefeci Herbert Spencer gibi bazı çağdaşlarının düşünceleri, çok hızlı bir biçimde bilim dışındaki alanlara da uygulanmıştır… Darwinizm'in toplumsal gelişmeye en çok uygulanabilir olan yönü ise, dünyada doğal kaynakların besleyemeyeceği bir nufüs fazlası bulunduğu ve bunun her zaman güçlülerin veya "uygunların" galip çıkacağı daimi bir yaşam mücadelesi gerektiği yönündeki inançtır. Bazı sosyal bilimciler için, bu noktadan hareketle, en "uygun" kavramına ahlaki bir mana katmak ve dolayısıyla yaşam mücadelesinde üstün gelen türlerin veya ırkların ahlaken üstün olduklarını savunmak çok kolay olmuştur. Dolayısıyla doğal seleksiyon doktrini, kolaylıkla Fransız yazar Arthur Gobineau tarafından geliştirilen bir başka fikir ekolüyle de birleşmiştir. Gobineau, 1853 yılında İnsan "Irklarının Eşitsizliği Üzerine Bir Makale" adlı çalışmayı yayınlayan kişidir. Gobineau gelişmedeki en önemli etkenin ırk olduğunu savunmuş ve diğerlerine üstünlük sağlayan ırkların, kendi ırksal saflıklarını en iyi koruyabilenler olduğunu ileri sürmüştür. Gobineau'ya göre, tarihteki bu yaşam mücadelesinde en üstün gelen ırk, Aryan ırkı olmuştur… Bu fikirleri bir aşama daha ileri götüren kişi ise, İngiliz yazar Houston Stewart Chamberlain'dir… Hitler yazara (Chamberlain'e) o kadar hayranlık beslemiştir ki, onu 1927 yılında ölüm döşeğinde ziyarete gelmiştir. Görüldüğü gibi Darwin'den ırkçı düşünürlere, emperyalistlere ve oradan da Hitler'e kadar uzanan bir ideolojik zincir vardır. Darwinizm, hem 19. yüzyılda dünyayı kana bulayan emperyalizmin hem de 20. yüzyılda aynı işi gerçekleştiren Nazizm'in ideolojik temelidir. Kraliçe Victoria'nın adıyla anılan Viktorya Dönemi İngilteresi, aradığı sözde bilimsel zemini Darwinizm'de bulmuştu. İngiltere sömürgecilikten büyük bir kazanç sağlıyordu ve sömürgelerinde yaşayan insanları kendi menfaatleri için belalara uğratmaktan çekinmiyordu. İngiliz emperyalizminin bu kirli siyasetinin örneklerinden biri Çin'e karşı açılan "Afyon Savaşları" oldu. İngiltere, Hindistan'da yetiştirdiği afyonu 19. yüzyılın ilk çeyreğinden itibaren Çin'e kaçak olarak sokmaya başladı. Dış ticaretindeki açığı kapatmak için yaptığı bu afyon kaçakçılığına giderek hız verdi. Uyuşturucunun ülkeye sızması ise bir yandan Çin devletinin kendi toprakları üzerindeki otoritesini derinden sarsmıştı. Toplumdaki yozlaşma kısa sürede ciddi boyutlara ulaştı. Çin hükümetinin uzun süre tereddüt ettikten sonra çıkarmak zorunda kaldığı afyon yasağı, ilk Afyon Savaşı'na (1838-1842) yol açtı. Bu savaş ülkeyi kesin olarak yıkıma sürükledi. Çin, yabancı güçlerle her karşı karşıya gelişinde ordusunun yetersizliği yüzünden boyun eğmek ve onların giderek artan isteklerini kabul etmek zorunda kaldı. Batılılar 1842 yılından itibaren yavaş yavaş Çin toprakları içinde gerçek nüfuz bölgeleri edindiler; Çinlilerin elinden büyük liman mahallelerini (imtiyazlar) aldılar, tarlaları kiraladılar ve ülkenin kendilerine en çok yarar sağlayacak şekilde dışarı açılmasını şart koştular. Tüm bunların sonucunda ülkede yaşanan sefalet, hükümetin zaafiyeti ve Çin topraklarının yavaş yavaş elden gidiyor olması birçok ayaklanmaya yol açtı. Çin'de yaşananlar, İngiltere'nin politikasının sonuçlarından sadece biriydi. 19. yüzyıl boyunca Güney Afrika, Hindistan, Avustralya gibi coğrafyalarda İngiliz emperyalizminin sömürüsü en acı boyutlarıyla yaşandı. İngiltere'nin bu sömürü düzenini meşrulaştırmak, haklı gibi göstermek işi ise, bazı İngiliz sosyal bilimcilerine ve bilim adamlarına düşmüştü. İşte Charles Darwin, bunların en önemlisi ve etkilisi oldu. Evrim sürecinde "ileri ırklar" olduğunu öne süren, bunların "beyaz ırk" olduğunu iddia eden ve beyazların diğerlerini sömürmesini "doğa kanunu" olarak gösteren Darwindir. Darwin'in sömürgeci ırkçılığa kazandırdığı bu meşruiyet nedeniyle, İsviçre Federal Teknoloji Enstitüsü Yerbilimleri Bölüm Başkanı ünlü Çin kökenli bilim adamı Kenneth J. Hsu, Darwin'i "Victoria Dönemi İngilteresi için ideal bir bilim adamı, Çin'e zorla afyon satabilmek için bu ülkeyi işgal eden, bunu da serbest ticaret ve 'en güçlülerin hayatta kalması' kuralına dayandıran ülkenin bilimsel dayanağı" şeklinde tarif eder. Darwin'in Türk Düşmanlığı İngiliz sömürgeciliğinin 19. yüzyılın sonlarında kendisine seçtiği en önemli hedef, Osmanlı İmparatorluğu'ydu. Osmanlı Devleti, o dönemde Yemen'den Bosna-Hersek'e kadar uzanan dev bir coğrafyanın hakimiydi. Ancak asırlardır barış, huzur ve istikrar içinde yönettiği bu coğrafyayı kontrol etmekte zorlanıyordu. Hıristiyan azınlıklar bağımsızlık amacıyla ayaklanıyor, Rusya gibi büyük askeri güçler de Osmanlı'yı tehdit ediyordu. İngiliz Başbakanı William Ewart Gladstone, açıkça "Türkler insanlığın insan olmayan numuneleridir. Medeniyetimizin bekası için onları Asya steplerine geri sürmeli veya Anadolu'da yok etmeliyiz" diyordu. Bu ve benzeri sözler, İngiliz hükümeti tarafından on yıllar boyunca Osmanlı'ya yönelik bir propaganda malzemesi olarak kullanıldı. İngiltere, Türk Milletini, Avrupalı ileri ırklara boyun eğmesi gereken sözde geri bir ırk olarak göstermeye çalıştı. Bu propagandanın sözde bilimsel dayanağı ise Charles Darwin'di!... Darwin'in Türk Milleti hakkındaki yorumları, 1888 yılında yayınlanan The Life and Letters of Charles Darwin (Charles Darwin'in Hayatı ve Mektupları) adlı kitapta yer alıyordu. Darwin, doğal seleksiyon sonucunda sözde "geri ırklar"ın elenerek medeniyetin gelişmesine katkıda bulunduğunu öne sürüyor ve sonra da Türk Milleti hakkında aynen şunları söylüyordu: Doğal seleksiyona dayalı kavganın, medeniyetin ilerleyişine sizin zannettiğinizden daha fazla yarar sağladığını ve sağlamakta olduğunu ispatlayabilirim. Düşünün ki, birkaç yüzyıl önce Avrupa, Türkler tarafından işgal edildiğinde, Avrupa milletleri ne kadar büyük risk altında kalmıştı, ama artık bugün Avrupa'nın Türkler tarafından işgali bize ne kadar gülünç geliyor. Avrupa ırkları olarak bilinen medeni ırklar, yaşam mücadelesinde Türk barbarlığına karşı galip gelmişlerdir. Dünyanın çok da uzak olmayan bir geleceğine baktığımda, bu tür aşağı ırkların çoğunun medenileşmiş yüksek ırklar tarafından elimine edileceğini (yok edileceğini) görüyorum. Darwin'in bu hezeyanı, İngiltere'nin Osmanlı İmparatorluğu'nu yıkma politikasına destek vermek için yazılmış bir propaganda malzemesiydi. Nitekim bu propaganda malzemesi etkili oldu. Darwin'in "Türk Milleti yakında yok olacaktır; bu evrimin kanunudur" anlamına gelen sözü, İngilizlerin Türk düşmanı propaganda kampanyalarına sözde bilimsel bir destek verdi. Amerika'da Irkçılık ve Sosyal Darwinizm Sosyal Darwinizm sadece İngiltere'deki değil, dünyanın diğer ülkelerindeki emperyalistlere ve ırkçılara dayanak sağlıyordu. Bu nedenle tüm dünyada hızla yayıldı. Teoriyi benimseyenlerin başında, ABD Başkanı Theodore Roosevelt geliyordu. Roosevelt, Kızılderililere karşı "tehcir" (bir yerden zorla göç ettirmek, sürmek) adı altında uygulanan etnik temizlik programının en önde gelen uygulayıcı ve savunucusuydu. The Winning of The West (Batının Zaferi) adlı kitabında katliamın ideolojisini kurarak, Kızılderilileri ortadan kaldıracak ırksal bir savaşın kaçınılmaz olduğunu anlatmıştı. En büyük dayanağı ise kendisine yerlileri ilkel bir tür olarak tanımlama imkanını veren Darwinizm'di. Evrimci ırkçı teorisyenlerin başında gelen Henry Fairfield Osborn, "İnsan Irklarının Evrimi" başlıklı bir makalesinde "ortalama bir zencinin zeka yaşı, Homo Sapiens (günümüz insanı) türüne ait on bir yaşındaki bir çoçuğun zekasına ancak ulaşabilir" diye yazıyordu. Bu mantığa göre zenciler insan bile sayılmıyorlardı. Evrimci ırkçı düşüncenin en bilinen savunucularından bir diğeri olan Carletoun Coon ise 1962'de yayınladığı Origins of Races (Irkların Kökeni) adlı kitabında, siyah ırkla beyaz ırkın henüz Homo erectus döneminde birbirinden ayrılmış iki ayrı tür olduğunu öne sürüyordu. Coon'a göre beyazlar bu ayrışmadan sonra evrimsel olarak öne geçmişlerdi. İşte ABD'de zencilere karşı ayrımcılığı savunanlar, uzun süre bu sözde bilimsel açıklamayı kullandılar. Kendilerini destekleyen bilimsel bir teorinin varlığı, Amerika'da ırkçılığı hızla tırmandırdı. Irk ayrımına karşı olmasıyla tanınan W. E. Dubois, 20. yüzyıl Amerikan ırkçılığını şöyle tanımlar: 20. yüzyılın başlıca sorunu renk ayrımı sorunudur. Yeryüzünün en büyük demokrasisi olmayı isteyen ve bazı açılardan da bunu başarmış olan bir ülkede ırkçılık sorununun bu derece yaygın biçimde ortaya çıkmış olması onun paradokslarının en önemsizi değildir. Köleliğin kaldırılması siyah ve beyaz halk arasında kardeşliğin kurulmasına yetmemiş, kısa süre içinde tesis edilen resmi ayrımcılık günümüzde hala çıkış yolları aranan hukuki ve fiili bir durum haline dönüşmüştür. "Jim Crow Yasaları" adıyla tanınan ilk ırk ayrımcı yasaların ortaya çıkması da bu döneme rastlar. (Jim Crow, aşağılamak amacıyla beyazlar tarafından siyahlara takılan isimlerden biriydi). Zencilere, kesinlikle insan gibi davranılmıyor, her yerde aşağılanarak hor görülüyorlardı; üstelik bu ırkçı tavır birkaç kişinin tavrı değil, Amerikan devletinin yasalar ile bizzat belirlediği bir tavırdı. Demiryolları ve tramvaylarda ırk ayrımını benimseyen ilk yasa 1875'de Tenessee'de kabul edildikten hemen sonra, tüm Güney eyaletlerinde birden demiryollarında ırk ayrımı uygulamasına gidildi. Her yere "Sadece Beyazlar İçin" ve "Siyahlar" tabelaları asıldı. Aslında bunların hepsi mevcut durumun resmiyet kazanması anlamına geliyordu. Farklı ırklardan olanlar arasında evlilik yasaklandı. Yasalara göre ayrım hastanelerde, cezaevlerinde, mezarlıklarda zorunluydu. Uygulamada ise bu, otelleri, tiyatroları, kütüphaneleri ve hatta asansör ve kiliseleri de kapsıyordu. Ayrımın en ağır biçimde hissedildiği alan ise okullardı. Çünkü bu, siyahların aleyhine en ağır sonuçları veren uygulamaydı ve onların kültürel gelişiminin önündeki en büyük engeldi. Irk ayrımı uygulamalarına yaygın bir şiddet dalgası eşlik etti. Linç edilen siyahların sayısında hızlı bir artış oldu. 1890-1901 yılları arasında 1300'ü aşkın siyah linç edildi. Bu uygulamaların sonucunda birçok eyalette siyahların ayaklanmaları başladı. Aborijin Soykırımı Avustralya'nın yerli halkı "Aborijinler" olarak bilinir. Kıtada binlerce yıldır yaşamakta olan bu insanlar, Avrupalı göçmenlerin ülkede yayılmasıyla birlikte tarihin en büyük soykırımlarından birine maruz kaldılar. Bu soykırımın ideolojik temeli ise, Darwinizm'di. Darwinist ideologların Aborijinler hakkındaki görüşleri, bu insanların maruz kaldıkları vahşetin teorisini oluşturdu. Londra basılan Antropological Review'den evrimci antropolog Max Muller, 1870'de insan ırkını yedi kategoriye ayırmıştı; Aborijinler en altta yer alıyordu ve Avrupalı beyazların soyu olan Aryan ırkı en üst sırada idi. Ünlü bir sosyal Darwinist olan H. K. Rusden ise Aborijinler hakkında 1876 yılında şöyle bir açıklamada bulundu: En uygunların yaşaması, kuvvetin haklı olduğu anlamına gelir. Bu nedenle aşağı ırk olan Avustralyalıları ve Maori ırkını yok ederken acımasız ve değişmeyen doğal seleksiyon kanunlarını yerine getiririz… ve mirasını soğuk kanlılıkla kabul ederiz. Tazmanya Royal Society'nin başkanı olan James Barnard ise 1890'da; "yok etme işlemi evrim ve en uygunların yaşama kanununun bir aksiyonudur" dedi ve "bu nedenle Avustralyalı Aborijinleri öldürme konusunda suçlamayı hak eden herhangi bir sebep yoktur" diye devam etti. DARWIN VE FAŞİZMİN KORKUNÇ İTTİFAKI Darwin ve Hitler’in Kanlı İttifakı Nazizm, I. Dünya Savaşı'ndan yenik çıkan Almanya'nın karmaşası içinde doğdu. Nazi Partisi'nin lideri, hırslı ve saldırgan bir kişiliğe sahip olan Adolf Hitler'di. Hitler'in dünya görüşünün temelini ise ırkçılık oluşturuyordu. Hitler Alman milletinin asli unsurunu oluşturan Ari ırkın, diğer tüm ırklardan üstün olduğuna ve onları yönetmesi gerektiğine inanmıştı. Ari ırkın yakında bin yıllık bir dünya imparatorluğu kuracağını hayal ediyordu. Hitler'in bu ırkçı teorilerine bulduğu bilimsel dayanak ise, Darwin'in evrim teorisiydi. Hitler'in en önemli fikri dayanağı, ırkçı Alman tarihçi Heinrich von Treitschke idi. Treitschke, Darwin'in evrim teorisinden şiddetle etkilenmiş ve ırkçı görüşlerini de Darwinizm'e dayandırmıştı. "Uluslar ancak Darwin'in yaşam kavgasına benzer şiddetli bir rekabetle gelişebilirler" diyordu ve bunun da sürekli ve kaçınılmaz savaş demek olacağını belirtiyordu. Ona göre "kılıç ile fetih, uygarlığın barbarlığa, aklın bilgisizliğe üstünlük sağlamasının bir yolu" idi. "Sarı uluslar sanat yeteneklerinden ve siyasal özgürlük anlayışından yoksundurlar. Siyah ırkların yazgısı beyazlara hizmet etmek ve sonsuza dek beyazların tiksintilerine hedef olmaktır…" diye düşünüyordu. Hitler de teorilerini geliştirirken, Treitschke gibi, Darwinizm'den, özellikle Darwin'in "yaşam mücadelesi" fikrinden ilham aldı. Ünlü kitabı Kavgam'ın adını, bu yaşam mücadelesi fikrinden esinlenerek belirlemişti. Hitler de aynı Darwin gibi, Avrupalı olmayan ırkları maymunlarla aynı statüye koyuyor ve şöyle diyordu: "Kuzey Avrupa Almanlarını insanlık tarihinden çıkarın, geriye maymun dansından başka bir şey kalmaz". Hitler, 1933 yılında, Nürnberg toplantısında "yüksek ırkın aşağı ırkları idare ettiğini, bunun tabiatta görülen bir hak olduğunu ve tek mantıklı gerçek olduğunu" ileri sürdü. Ari ırkının üstünlüğünü savunan Hitler, bu ırkın üstünlüğünün doğa tarafından verildiğine inanıyordu. Yaratılış Araştırmaları Enstitüsü eski başkanı Prof. Henry M. Morris Hitler'in Kavgam adlı kitabındaki ifadelerine bir çalışmasında şöyle yer vermiştir: Nordik ırk, biyolojik kalıtım tarafından asaletle kutsanmıştır… Tarih, doğa tarafından kurulan ırksal hiyerarşiye uygun yeni bir bin-yıllık imparatorluk kuracaktır. İnsanların gelişmiş hayvanlar olduğuna inanan Hitler, insan ırkını geliştirme saplantısıyla sözde evrim sürecini kontrol etmesi veidareyi kendi elinde tutması gerektiğine inanıyordu. Nitekim Nazi hareketinin nihai hedefi de buydu. Bu hedefe ulaşmak için ilk adım, aşağı ırkları, üstün ırk olduğuna inandıkları Aryan ırkından ayırmak, izole etmekti. İşte Naziler bu noktada, Darwinizm'i uygulamaya geçirdiler ve kendilerine yine Darwinizm'den kaynaklanan "öjeni teorisi"ni örnek aldılar. Darwinist-Faşist Mussolini'nin Getirdiği Belalar: Nasıl Hitler, Darwinizm'i kullanarak politikasını belirlediyse, çağdaşı ve müttefiki Benito Mussolini de İtalya'yı emperyalist ve faşist temeller üzerine oturtmak için aynı Darwinist kavramlardan ve iddialardan faydalandı. Şiddetin tarihte itici güç olduğuna ve savaşın devrim getireceğine inanan Mussolini tam bir Darwinistti. İmparatorluğunun zayıflamasını, "evrimin en önemli itici gücü olan savaştan kaçmaya çalışmasına" bağlıyordu. Fransız hükümetinden aldığı mali destekle kurduğu Il Popolo d'Italia adlı gazetenin başına "Demire sahip olan ekmeğe de sahip olur" ibaresini koymuştu. Yani insanların karınlarını doyurabilmeleri için, savaş gücüne ihtiyaçları olduğunu bu şekilde halkına duyuruyordu. Mussolini, faşizmin ve faşist partisinin sembolü olarak da "balta"yı seçmişti. Çünkü balta savaşı, şiddeti, ölüm ve katliamı simgeliyordu. Mussolini'nin her faşistte olan saldırgan ve şiddet yanlısı tutumu, onun hakkında hazırlanan bir kitapta şöyle tarif edilir: Mussolini'nin değişmez inançlarından biri zorbalıktır ve… şiddete başvurmak sahip olduğu esas içgüdüdür. Diğer Darwinist-Faşistler gibi Mussolini'nin de savaşçı, saldırgan, baskıcı politikaları birçok insanın katledilmesine, evsiz, ailesiz kalmasına ve ülkenin harap olmasına neden oldu. "Kara Gömlekliler" adını verdiği her türlü şiddet ve zorbalık eylemlerini gerçekleştiren yarı askeri birlikler oluşturdu. Kara Gömlekliler vasıtasıyla sadece kendi ülkesinde değil, diğer ülkelerde de şiddet ve baskı uyguladı. 1935 yılında Etiyopya'yı işgal ederek 1941 yılına kadar 15 bin insanı katlettirdi. Etiyopya işgalini, Darwinizm'in ırkçı görüşleriyle destekleyerek makul göstermekten de geri kalmadı. Mussolini'ye göre Etiyopyalılar siyah ırktan oldukları için aşağıydılar ve İtalyanlar gibi üstün bir ırk tarafından yönetilmek onlar için bir şeref olmalıydı. Devamı... Diğer yandan 3 Ekim 1911 yılında, İtalya'nın Libya'yı işgal etmesiyle başlayan ve Müslümanlara karşı yapılan zulmü devam ettirdi, hatta Müslümanlara yönelik saldırıları daha da artırdı. İşgal ancak Mussolini'nin ölümü ile 10 Şubat 1947 yılında yapılan bir anlaşma ile sona erdi. Bu süre içinde 1,5 milyon Müslüman şehit edildi, yüzbinlercesi de yaralandı. Acımasızlığı ve zalimliği ile tarihe geçen Mussolini, bir sözünde savunduğu ve uyguladığı faşizmi şöyle tarif etmişti: Faşizm özgürlük değil, zalimin hakimiyetidir. Milletin güvencesi değil, özel çıkarların savunmasıdır. Bunu herkes bilir. Hitler ve Mussolini örneklerinde görüldüğü gibi, güçlülerin ve zalimlerin haklı ve üstün olduğu, kaba kuvvetin, şiddetin, saldırının ve savaşın gelişmenin ve başarının tek yolu olarak görüldüğü faşizm, Darwin'in "Güçlü olan yaşar, zayıflar ölür, yaşamak için kıyasıya mücadele gerekir" iddialarının bir uygulamasıydı, ve milyonlarca insana eziyet edilmesine neden oldu. Faşist Franco ve İspanya'da Yaşattığı Zulüm 20. yüzyılı kan gölüne çeviren faşist zalimlerden biri de Franco idi. Darwinist- faşistler Hitler ve Mussolini'nin desteği ile İspanya'da "Falanj" hareketini örgütleyen Franco, İspanya halkına büyük bir zulüm ve acı getirdi. Halkını bir iç savaşa sürükleyen Franco, ülkede kardeşi kardeşe, babayı oğula düşürdü. İspanya İç Savaşı sırasında Madrid'te günde ortalama 250 kişi, Barcelona'da 150, Seville'de 80 kişi öldürülüyordu. İdamlardan bazıları ise kafalarına çivi çakılarak gerçekleştirildi. Ülkenin her yanında acımasız katliamlar yapıldı. Örneğin Madrid'in kuzeyindeki küçük bir dağ köyünde, 31 köylü Franco'ya oy vermedikleri için tutuklanmışlar, bunlardan 13'ü ise bir kamyonla köyün dışına çıkarılarak yol kenarında öldürülmüşlerdi. Seville yakınlarında 11.000 nüfuslu bir kasabaya giren faşistler burada da 300'den fazla insanı öldürmüşlerdi. Bu şekilde devam eden şiddet olayları sonucunda, iç savaşta yaklaşık olarak 800 bin kişi, idamlarla ise 200 bin kişi Franco'nun talimatlarıyla öldürüldü. Milyonlarca insan ise yaralandı veya sakatlandı. Franco, Hitler'e Yeni Silahlarını Denemesi İçin Bir Kasaba Dolusu İnsan Hediye Etti! Faşist Franco'nun iç savaş sırasında en büyük destekçileri Hitler ve Mussolini idi. Franco, müttefiklerinin yardımlarını da karşılıksız bırakmamış ve insanlık tarihinin en zalim ve en acımasız anlaşmalarından birini yapmıştı: Nazilere yeni silahlarını denemeleri için Guernica gibi kasabaları hediye etmişti! 5 Mayıs 1937 sabahı, küçük Guernica kasabasının halkı, Nazi teknolojisinin yeni harikalarıyla, dev bombardıman uçakları ve tonlarca bombanın getirdiği ölümle uyandı. Küçük kasaba, Nazi uçaklarının deneyine Franco tarafından terkedildi. Bu olay, insanları denek hayvanı gibi gören bu sapkın anlayışın ürünlerinden sadece biridir. Binlerce insanı, sadece silahlarının gücünü denemek için ölüme terkeden, binlercesinin sakatlanmasına, yaralanmasına, şiddetli acılar çekmelerine sebep olan bu anlayış günümüzde de farklı şekillerde devam etmektedir. İnsanların bir hayvan türü olduğunu ve savaşın ilerlemenin en etkin yöntemi olduğu iddia eden Darwinist felsefe ayakta tutulduğu sürece bu ve benzeri zulümler de devam edecektir. Darwinizm'in I. ve II. Dünya Savaşları'nın Hazırlanmasındaki Rolü Ünlü İngiliz tarih profesörü James Joll, "Europe Since 187" (1870'den Bu Yana Avrupa) isimli kaynak kitabında, I. Dünya Savaşı'nı hazırlayan faktörlerden birinin, o dönemdeki Avrupalı yöneticilerin Darwinistik düşüncelere olan inancını olduğunu anlatır: Darwinistik fikirlerin 19. yüzyıl sonlarında emperyalizm ideolojisine ne kadar büyük bir etkide bulunduğunu görmüştük. Aynı zamanda, yaşam mücadelesi ve güçlülerin hayatta kalması doktrinlerinin, I. Dünya Savaşı öncesindeki yıllarda Avrupalı liderler tarafından gerçekten ne kadar tutulduğunu anlamak da çok önemlidir. Kurt Riezler, yani Alman Şansölyesi Theobald von Bethman-Hollweg'in kişisel danışmanı ve sır dostu, 1914 yılında şöyle yazmıştır: Mutlak ve ezeli düşmanlık, insanlar arasındaki ilişkilerin doğasında vardır. Her yerde gördüğümüz daimi nefret… insan tabiatının bozulmasından kaynaklanmamaktadır, aksine doğanın ve yaşamın kaynağının özünde zaten bu vardır. I. Dünya Savaşı generallerinden Friedrich von Bernardi ise, savaş ve doğadaki savaşım kanunları arasındaki bağlantıyı şöyle kurmuştur: Savaş biyolojik bir gereksinmedir, doğadaki unsurların çatışması kadar gereklidir; biyolojik yönden yerinde sonuçlar verir, çünkü bu sonuçlar, varlıkların temel özellikleriyle ilgilidir. Görüldüğü gibi, I. Dünya Savaşı, savaşmayı, kan dökmeyi, acı çekmeyi ve çektirmeyi bir tür "gelişme" olarak gören, bunları değişmez bir "doğa kanunu" sanan Avrupalı düşünür, general ve yöneticilerin yüzünden çıkmıştır. Tüm bu kuşağı bu kökten yanlış fikirlerle yıkıma sürükleyen ideolojik kaynak ise, Darwin'in "yaşam mücadelesi" ve "kayırılmış ırklar" kavramlarından başka bir şey değildir. Bernardi bu sözleri söyledikten iki yıl sonra "biyolojik" gelişmeyi sağlayacak (!) olan Birinci Dünya Savaşı başladı ve ardında 8 milyon ölü, yüzlerce harabeye dönmüş şehir ve milyonlarca yaralı, sakat, evsiz ve işsiz insan bıraktı. Bundan 21 yıl sonra başlayan ve ardında yaklaşık 50 milyon ölü bırakan Nazi savaşının temeli de Darwinizm'e dayanır. Hitler, hem soykırım hem de savaş politikalarında Darwinci düşünceye sıkı sıkıya bağlıydı. Savaşı, yalnızca zayıf ırkları elimine ettiği için değil, üstün ırkın zayıf üyelerini saf dışı bıraktığı için de önemli bir güç olarak görüyordu. Nazi Almanyası kısmen bu sebepten açıkça savaşı övüyordu; çünkü onların sapkın inancına göre savaş, ırkın ilerlemesi için gerekli olan bir adımdı. Hitler'in politikasını dayandırdığı "savaşın insanı geliştirdiği inancı"nı evrimci A.E. Wiggam 1922'de yayınlanan kitabında şöyle açıklıyordu: …bir zamanlar insanların beyinleri, kuzenleri olan insanımsı canlılardan çok az daha büyüktü. Ama tekmeleyerek, ısırarak, savaşarak... ve düşmanlarını kurnazlıkla altederek ve bunları yapacak kapasiteye sahip olamayanları öldürerek, insanların beyni büyüdü ve hacim olarak olmasa da çeviklik ve akıl bakımından gelişti. Wiggam gibi evrimcilerin bu tür açıklamaları ile destek bulan Hitler, yaşamak isteyenler için savaşı bir zorunluluk olarak gördüğünü, Kavgam kitabında açıkça dile getiriyordu: Doğa, güçlüler ile zayıflar arasında bir savaş, güçlülerin zayıflar üzerindeki mutlak galibiyetidir. Eğer böyle olmasaydı, doğada sürekli bir bozulma olurdu... Yaşayan savaşmak zorundadır. Sürekli savaşın bir yaşam kanunu olduğu bu dünyada, savaşmak istemeyen yaşam hakkına sahip değildir. Başka türlü düşünmek doğayı küçümsemektir. Izdırap, mutsuzluk ve hastalıklar, bu insanın alacağı karşılıklardır. Darwinistler'in, yaşam mücadelesi sonunda güçlülerin ayakta kaldığı ve bu yolla türlerin geliştiği iddiası insan toplumlarına uyarlanınca, savaşlar insanlığın gelişmesi için bir zaruret olarak görülmeye başlandı. Örneğin Hitler Almanya'nın büyüklüğünü, asırlardır zayıf üyelerini savaş yoluyla elimine etmesine bağlıyordu. Almanlar savaşa yabancı olmamalarına rağmen bu yeni "bilimsel" savunma onlara savaşçı politikalarını destekleyecek bir güç verdi. Hitler, bir başka sözünde ise, "eğer devamlı bir savaş olmasaydı, insan medeniyeti olmazdı" diye iddia etmişti. Haeckel ise savaş konusunda, Eski Yunan şehir devletlerinden birini oluşturan Spartalıların vahşice uygulamalarının örnek alınması gerektiğini öne sürüyordu: Spartalılar sağlıklı ve güçlü çocuklar dışındakileri öldürerek devamlı güç ve başarı elde etmişlerdi. Savaş, sadece Almanya'da değil tüm Avrupa'da "nüfusun kaçınılmaz bir düzenleyicisi" olarak görülüyordu. Sosyal Darwinist F. Von Bernhardi: "Eğer savaş olmasaydı aşağı ve dejenere ırkların sağlıklı ve genç olanların yerini aldığını görürdük. Savaşın üretkenlik değeri bunun altında yatıyor, çünkü seçime neden oluyor, bu nedenle savaş biyolojik bir gerekliliktir" diyerek, Darwinistler'in savaşa bakış açılarını özetliyordu. Buraya kadar anlatılanlardan anlaşıldığı gibi, Hitler ve onu destekleyen Nazi ideologları, Darwinizm'den aldıkları ilhamla savaşı bir gereklilik olarak görmüşlerdi. Ve bu gerekliliği uygulayarak 2. Dünya Savaşı ile gerek halklarına, gerekse diğer dünya halklarına çeşitli acılar yaşatmışlardı. Bu açıdan 2. Dünya Savaşı'nda yaşanan acıların başlıca sorumluları arasında Charles Darwin'in de bulunduğunu söylemek son derece doğru bir tesbit olacaktır. Prof. Dr. Jerry Bergman, Darwinizm'in 2. Dünya Savaşı'nın üzerindeki etkisi hakkında şöyle bir tespitte bulunmaktadır: Darwinci fikirlerin Alman düşünce sistemi ve uygulaması üzerinde çok büyük bir etkiye sahip olduğuna dair deliller çok açıktır...Aslında Darwinci fikirlerin II. Dünya Savaşı'nın çıkması, 40 milyon insanın ölümü ve yaklaşık olarak 6 trilyon doların kaybedilmesinde çok büyük bir etkisi vardı. Evrimin gerçek olduğuna kesin olarak inanan Hitler kendisini insanoğlunun günümüzdeki kurtarıcısı olarak görmüştü... Daha üstün bir ırk üretmek suretiyle, dünya Hitler'e, insanlığı evrimin daha üst bir seviyesine çıkarmış olan adam olarak bakacaktı. Elbette Darwin teorisini ortaya atmadan önce de dünyada sayısız savaş yaşanmıştır. Ancak, evrim teorisinin etkisiyle savaş ilk kez, bilim tarafından sahte bir onay görmüş ve desteklenmişti. Max Nordau, Amerika'da geniş bir yankı uyandıran "The Philosophy and Morals of War" (Savaş Ahlakı ve Felsefesi) isimli makalesinde Darwin'in savaşlar konusunda oynadığı kötü role şöyle dikkat çekiyordu: Tüm savaş taraftarlarının en büyük otoritesi Darwin'dir. Evrim teorisi ilan edildiğinden beri doğal barbarlıklarını Darwin ismiyle kapatarak, sahip oldukları zalim içgüdülerinin bilimin son sözü olduğunu iddia etmektedirler. Darwin, Marx, Freud gibi materyalist ideologların fikirleriyle şekillenen 19. yüzyılın ardından, dünyanın en kanlı savaşlarının yaşandığı 20. yüzyılın gelmesi bir rastlantı değildir. Darwinizm, savaşla sonuçlanacak her türlü fikri ve sözde bilimsel zemini hazırlamış ve savaşı insanlığın yücelmesinin vazgeçilmez bir şartı olarak gören despotlar, her iki dünya savaşında toplam 60 milyon insan öldürmüştür. Neo-Naziler Hitler, Mussolini gibi faşist liderler ve onlara bağlı olan Nazi örgütlenmeleri (SA, SS, Gestapo vs.) veya Mussolini'nin "Kara Gömleklileri" bugün tarihe karışmış gibi görünseler de, onların fikirlerini izleyen neo-faşist örgütler hala faaliyet halindeler. Özellikle son yıllarda, Avrupa'nın birçok ülkesinde ırkçı ve faşist hareketler yeni bir uyanış içindeler. Bu hareketlerin en başında ise Almanya'daki neo-Naziler geliyor. Neo-Naziler, işsiz-güçsüz sokak serserilerinden, uyuşturucu müptelalarından, cani ruhlu insanlardan oluşmaktadır ve faşist karakterin tüm özelliklerini üzerlerinde taşımaktadır. neo-Naziler hakkında hazırlanan bir haberde, kana ve şiddete olan düşkünlükleri şöyle anlatılmaktadır: Kan, şeref ve fanatizm… Faşist Olympia Örgütü'nün üyelerinin bağlılık duydukları değerleri işte bu üç sözcükle özetlemek mümkün… Bugün örgütün 35 bin üyesi var. Ve hepsinin gözünde yükselme hırsı okunuyor. Neo-Naziler de aynı "büyükleri" Hitler ve diğer Naziler gibi Darwinist anlayışı benimsemiş durumdalar. Nazi ve ırkçılık propagandası amacıyla hazırladıkları internet sayfalarında, Darwin'in sözlerine ve Darwin'e yönelttikleri methiyelere rastlamak mümkün. Çünkü Darwin, ırkçı ve saldırgan neo-Nazilerin tüm hareket ve düşüncelerini destekliyor. Bu nedenle sayfalarında, Darwinizm'in delile gerek duyulmadan kabul edilmesi gereken bir teori olduğunu duyuruyorlar. Neo-Nazilerin uyguladıkları katliamlar ve saldırılar ise son derece acımasızca. İnsanları yakarak öldürmekten, korkutmaktan, küçük çocuklara işkence uygulamaktan zevk alan neo-Nazilerin en başta gelen hedeflerinden biri ise Türkler. Türklere duydukları nefreti ve düşmanlığı internet sitelerinin her köşesinde duyuran neo-Naziler, bu nefretlerini eyleme dökerek de gösteriyorlar. Bir neo-Nazi sitesinde Türkler için şu ifadelere yer verilmiş: Mesela ben de bugün elimde olsa Türklerin büyük bölümünü gaz ocaklarında görmeyi isterim. Neo-Nazilerin, Türklere olan düşmanlıklarını dayandırdıkları isim yine Charles Darwin. Türk düşmanlığının konu edildiği bölümde yer verilen Darwin'in Türk Milleti hakkındaki tutarsız ve akıl dışı iddialarından alıntılar yapan neo-Naziler böylece Türk düşmanlıklarına sözde bilimsel bir açıklama getirdiklerini zannediyorlar. Arka sayfada neo-Naziler'in Darwin'i öven ve ayrıca Türk Milleti hakkında söylediklerini gösteren internet siteleri görülüyor. Son dönemde neo-Naziler'in hem Türklere hem de diğer insanlara karşı saldırıları yine artmış durumda. Yakın geçmişte ise çok daha vahim olaylar yaşanmıştı. Darwin'in Türk düşmanlığını kendilerine rehber edinen neo-Naziler 1992 yılının Kasım ayında Möln şehrinde Türklere yönelik bir katliam yapmışlardı. Daha sonra 1993 yılında Solingen şehrinde beş Türk neo-Naziler tarafından yakıldı. Bu saldırı basında "Alman tarihinin Nazi döneminden bu yana en kanlı ırkçı saldırısı" olarak duyuruldu. Bu ve benzeri saldırılara ilerleyen yıllarda da sıkça rastlandı. Türklerin evlerinde yangın çıkarıldı, Türkler dövülerek yaralandılar. Almanya dışında Hollanda'da da benzeri saldırılar gerçekleştirildi.Türklere yönelik bir saldırıda bir Türk kadın ve beş çocuğu öldürüldü. Bu olayla ilgili düzenlenen yas yürüyüşüne katılanlara ise üzerinde gamalı haçların bulunduğu tehdit mektupları gönderildi. Bu olaylar ırkçıların Türklere yönelik saldırılarından sadece bir kaçıdır. Darwin'in ve Hitler gibi faşistlerin mirasçıları olan bu faşist gruplar saldırılarına ve katliamlarına hala devam etmektedirler. Bu insanlıktan çıkmış güruhların eylemlerinin önüne geçmekte ise adli tedbirler yeterli olmamaktadır. Bu zulme kesin olarak dur demenin yolu, adli tedbirlerin yanısıra ciddi anlamda bir fikri mücadele yürütmektir. Irkçılığı bir doğa kanunu olarak gören bu insanların, Darwinist fikirler ilmi olarak çürütülmediği sürece, yaptıkları zulümler de son bulmayacaktır. KAPİTALİZM VE EKONOMİDE YAŞAM MÜCADELESİ Kapitalizm terimi, sermayenin egemenliğini öngören, serbest, sınırsız, mutlak kazanca dayalı ve toplumun bu kriterler içinde kıyasıya bir rekabet içinde olduğu ekonomik bir sistemi ifade eder. Kapitalizmin üç önemli unsuru vardır: Bireycilik, rekabet ve kazanç sağlamak. Kapitalizmde bireycilik önemlidir, çünkü insanlar kendilerini bir toplumun parçası olarak değil, kendi başlarına ayakta duran ve kendi hayatlarını kazanmaları gereken "bireyler" olarak görürler. "Kapitalist toplum" ise, bireylerin son derece çetin ve acımasız koşullarda birbirleriyle rekabet ettikleri bir arenadır. Bu, aynı Darwin'in tarifini yaptığı, sadece güçlü olanların yaşayabildikleri, güçsüz ve zayıfların ise ezilerek yok oldukları, acımasız bir rekabetin hüküm sürdüğü bir arenadır. Kapitalizmin temelini oluşturan bu mantığa göre, her birey -bu bir insan da, bir şirket veya bir ulus da olabilir- yalnızca kendi gelişimi ve çıkarları için savaşmalıdır. Bu savaşta en önemli kriter üretimdir. En iyi üreticiler ayakta kalır, zayıflar ve yetersizler elenip yokolurlar. Düzen bu şekilde olunca, kıran kırana mücadelede elenip yok olanların, yoksulluğa düşerek ezilenlerin "insan" oldukları göz önünde bulundurulmaz. Dikkate değer görülen insan değil, ekonomik gelişme ve bu gelişmenin ürünü olan eşyadır. Dolayısıyla kapitalist zihniyet, ezerek üzerine çıktığı insanın yok olmasına, zorluk içinde yaşamasına karşı ahlaki ve vicdani bir sorumluluk duymaz. İşte bu, Darwinizm'in, toplumun ekonomik yönüne eksiksiz bir şekilde uyarlanmış halidir. Sosyal Darwinizm'in en önde gelen kuramcıları, toplumun her alanında rekabetin körüklenmesi gerektiğini öne sürerek ve zayıf olanlara sağlık alanından ekonomiye kadar hiçbir alanda imkan ve destek sağlanmaması gerektiğini açıklayarak, kapitalizme "felsefi" ve "bilimsel" bir destek hazırlamışlardır. Örneğin Darwinist-kapitalist zihniyetin en önde gelenlerinden Tille'ye göre, fakirliği önlemeye kalkıp "yenik düşmüş sınıflar"a yardım etmek, sözde evrimi sağlayan doğal seleksiyon yasasına set çekmek anlamına geldiği için büyük bir yanlıştır. Darwin'in prensiplerini sosyal yaşama tanıtan ve Sosyal Darwinizm'in başlıca teorisyeni olan Herbert Spencer'a göre ise, eğer bir insan fakirse bu onun hatasıdır; hiç kimse bu insana yükselmesi için yardım etmemelidir. Eğer bir insan zenginse, bunu ahlaksızlıkla elde etmiş olsa bile bu, onun becerisidir. Bu nedenle, fakir biri ortadan silinirken zengin biri yaşamaya devam eder. İşte bu görüş, günümüzde toplumların hemen hemen tamamına hakim olan görüştür ve Darwinist-kapitalist ahlakın bir özeti niteliğindedir. Bu ahlakın savunucusu olan Spencer, 1850 yılında Social Statistics (Sosyal İstatistikler) adlı çalışmasını tamamlamış, devletin sağladığı her türlü yardım sistemine, sağlık koruma tedbirlerine, devlet okullarına, zorunlu aşı uygulamalarına karşı çıkmıştır. Çünkü Sosyal Darwinizm'e göre sosyal düzen, güçlünün hayatta kalması prensibiyle oluşmuştur. Zayıf olanın desteklenerek yaşatılması bu prensibe aykırıdır. Zenginler daha uygun oldukları için zengindir; bazı uluslar diğerlerini yönetir, çünkü onlardan daha üstündür; bazı ırklar diğerlerini boyunduruk altına almıştır, çünkü onlardan daha akıllıdır. Spencer, bu tezinin insan toplumlarına da uygulanmasını şiddetle savunmuştur: "Eğer yaşamak için yeterli derecede tamamsalar, yaşarlar ve yaşamaları da iyidir. Eğer yaşamak için yeterli derecede tamam değillerse, ölürler ve ölmeleri de en iyisidir." sözleriyle Sosyal Darwinizm'in insanlığa bakışını özetlemiştir. Yale Üniversitesi'nde politika ve sosyal bilimler profesörü olan William Graham Sumner ise, Sosyal Darwinizm'in Amerika'daki sözcüsüydü. Bir yazısında insan toplumları hakkındaki düşüncelerini şu sözleri ile özetliyordu: Herhangi birini yükseltmek istiyorsak kaldıraça ve bir reaksiyon noktasına ihtiyacımız var. Toplumda bir insanı yukarı kaldırmak demek, başkasının üzerine basmak demektir. New York Amerikan Doğal Tarih Müzesi'nin Doğal Tarih Dergisi'nin üst editörü olan Richard Milner, "William G. Sumner'ın milyonerlerin toplumda en uygun bireyler olduğunu ve onların imtiyaza layık olduğunu düşündüğünü" ve "onlar rekabet kabında tabi olarak seçilmişlerdi" dediğini yazar. Görüldüğü gibi Darwinizm, dünyadaki bütün kapitalist ekonomik düzenlerin ve bunlara göre şekillenen siyasi sistemlerin felsefi alt yapısını oluşturmaktadır. Kapitalist-Darwinist görüşün en büyük destekçileri ise işte bu nedenledir ki sermaye sahipleri olmuştur. Artık güçlülerin zayıfların üzerine basarak yükselmeleri, acıma, yardım ve merhamet duygularından uzak ekonomik politikalar izlemeleri kınanmayacaktır, çünkü, bu davranışlarının "bilimsel açıklamalara" ve "doğa kanunlarına" uygun olduğu kabul edilmiştir. Social Darwinism in American Thought (Amerikan Düşüncesinde Sosyal Darwinizm) kitabının yazarı Richard Hofstadter'in belirttiğine göre, 19. yüzyıl demir yollarının büyük patronu Chauncey Depew, New York şehrinde şöhret, servet ve güç kazananların, üstün yetenek ve adaptasyon ile en uygun olanın yaşamasını temel edindiğini öne sürmüştür. Bir başka demiryolu baronu James J. Hill, "demiryolu şirketlerinin servetlerinin en uygun olanın yaşanması kanunu ile belirlendiğini" söylemiştir. Devamı... Amerika'nın diğer büyük sermaye sahiplerinden Andrew Carnegie ise, otobiyografisinde evrime olan inancını "evrim gerçeğini buldum" sözleriyle ifade eder. Carneige başka bir yerde ise şöyle yazar: Rekabet kuralı burada; bazen ondan sakınırız; onun yerini tutacak bir şey bulunamadı; ve bu kural bazen birey için zor olabilse de, soy için en iyisidir, çünkü her departmanda en uygun olanın yaşamasını garantilemektedir. Evrimci bilim adamı, Kenneth J. Hsu, "Darwin's Three Mistakes" (Darwin'in Üç Hatası) isimli makalesinde, Amerika'nın önde gelen kapitalistlerinin Darwinist düşüncelerini şöyle açıklar: Darwinizm aynı zamanda rekabetçi bireyciliğin ve bunun doğal bir sonucu olarak İngiltere ve Amerika'daki laissez-faire kapitalizminin (salt rekabete dayalı kapitalizmin) savunmasında kulllanılmıştı. Andrew Carnegie "İyi olsun ya da olmasın rekabet kanunu buradadır ve ondan kaçamayız" diye yazmıştı. Rockefeller "Büyük bir işin büyümesi, tamamen en güçlü olanın hayatta kalmasıdır ve doğanın bir kanununun işlemesidir" iddiasında bulunarak bir adım daha ileri gitmişti. ABD'de Rockfeller ve Carneige gibi, büyük kapitalist hanedanlar tarafından kurulan Rockfeller Kuruluşu ve Carneige Enstitüsü gibi vakıfların evrim araştırmalarına çok önemli finansal destek vermeleri ise son derece ilgi çekicidir. Buraya kadar anlatılanlardan anlaşıldığı gibi kapitalizm, insanları sadece parayı ve para ile gelen gücü kendilerine ilah edinmeye sürüklemiştir. Evrimci telkinleri benimseyen toplumlar her türlü dini ve ahlaki değeri hiçe sayarak, maddi iktidarı önemsemeye başlamış, acıma, merhamet ve fedakarlık duygularından uzaklaşmışlardır. Günümüz toplumlarının neredeyse tamamına yakınında bu kapitalist ahlak hakimdir. Bu nedenle fakirlere, düşkünlere, sakatlara sadaka verilmez ve bu insanlar korunup kollanmazlar. En ağır ve ölümcül hastalığa yakalansalar dahi onları koruyacak, tedavi ettirecek bir kuruluş veya insani bir yardım bulunmaz. Fakir olan insan bu hastalığı ile ölüme terk edilir. Küçük çocukların acımasızca çalıştırılmaları, birçok ülkede sosyal haklardan mahrum bırakılmaları gibi adaletsiz ve insaniyetsiz uygulamalara yoğun olarak rastlanır. Bugün Etiyopya gibi ülkelerin kuraklığa ve açlığa yenik düşmelerinin nedeni de bu kapitalist ahlakın hakimiyetidir. Birçok ülke yardımları ve destekleri ile bu aç insanları kurtarabilecekken, bu insanları açlık ve sefalete terk etmişlerdir. Kapitalist toplumun bir başka özelliği de, kendi içinde de eşitsizlikleri barındırmasıdır. Bu tarz toplumlarda zenginlerle fakirler arasındaki fark giderek açılır, fakirler fakirleştikçe, zenginlerin zenginlikleri artar. Amerika gibi dünyanın en gelişmiş ülkesinde dahi milyonlarca evsiz insanın olması ve bu insanların insanlık dışı koşullarda yaşamaya terk edilmeleri kapitalist ahlakın bir sonucudur. Amerikan toplumunun bu insanların hepsini korumaya, iş imkanları sağlamaya elbette ki gücü yeter. Ancak anlayış, fakiri kalkındırmak değil de, fakiri ezerek yükselmek olduğu için bu insanlara hiçbir çözüm sunulmamaktadır. İşte bu, Sosyal Darwinistler'in, "yükselmek için üzerine basacak bir kaldıraça ihtiyaç olduğu" yönündeki iddialarının uygulamasının sonucudur. H. Enoch ise şöyle der: Sürekli uygulanan Darwinizm iyiliği, yaşama değerleri ile ölçer. Bu, olabilirliğin doğru olduğu ve en uygun olanların yaşadığı bir orman kanunudur. Kurnazlık ya da acımasızlık, korkaklık veya hilekarlık bireyin yaşamasına olanak sağlayan ne olursa olsun bu, birey ve toplum için iyi ve doğrudur. Görüldüğü gibi, dünyaya özellikle son 150 yıldır sıkıntı, zorluk, acı, fakirlik, umutsuzluk getiren bütün insanların, tüm sistemlerin ve ideolojilerin ardında dinsizlik ve dinsizliği körükleyen Darwinizm vardır. Dinsizliğin getireceği bencil ve acımasız ortamda kendi çıkarlarını koruyabileceklerini zannedenler, Darwinizm'i kendileri için bir kurtarıcı olarak görmüşlerdir. Darwinizm'in "güçlülerin yaşayarak zayıfların yok oldukları" tezini ise kendilerine bir haya -
İÇGÜDÜLER VE DÜŞÜNMEYE ELVERİŞLİ OLAN VE OLMAYAN ALANLAR
Kalkınma şurada cevap verdi: Kalkınma başlık Dini Konular - Din - Dinler
Bismillahi Rahmani Rahim. Bu forumdaki ateistlere cevap. ”Akli metotlan” islamiyetin ispatı İslâm akidesi, Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe, "Kaza ve Kader"in hayrının ve şerrinin Allah’tan geldiğine iman etmektir. İman ise, vakıaya uygun, delile dayalı kesin tasdik demektir. Zira tasdik, delilsiz olursa iman olmaz. Delilden kaynaklanmadıkça kesin tasdik gerçekleşmez. Eğer delil olmazsa kesinlik de olmaz. Böyle bir durumda ise sadece bir haber doğrulanmış olur ki bu, iman sayılmaz. Tasdiğin kesinlik kazanabilmesi yani iman haline gelebilmesi için elbette bir delile dayanması gerekir. Bu nedenle iman edilmesi istenen her şeyin tasdik edilerek iman haline gelebilmesi için delilin varlığı zorunludur. Doğru olup olmadığına bakılmaksızın imanın oluşumunda temel şart delilin varlığıdır. Delil ise ya akli olur, ya da nakli olur. Delilin akli veya nakli olup olmadığını, kendisine iman edilmesi istenen konunun vakıası belirlemektedir. Eğer konu, duyu organları ile idrak edilerek hissedilen bir vakıa ise onun delili kesinlikle nakli değil aklidir. Duyu organları ile idrak edilemeyen bir konunun delili ise naklidir. Nakli delilin bizzat kendisini duyu organları hissediyorsa, yani delil özelliğini kazanması hissin algılama alanında bulunmasından alıyorsa, varlığı akli delile dayalı ve iman etmeye elverişli nakli bir delil sayılması gerekir. İslâm akidesinin iman edilmesini istediği şeyleri inceleyen kimse, Allah’a imanın delilinin akli olduğunu görür. Çünkü Allah’a iman konusu duyularla algılanır ve duyular var olan şeylerin hepsini yaratanın var olduğunu hisleriyle idrak eder. Oysa meleklere imanın delili naklidir. Çünkü meleklerin varlığını duyular idrak etmez. Zira melekler, gerek zatıyla gerekse de ona dalalet edecek bir şeyle idrak alanının dışındadırlar. Kitaplara iman etmeye gelince, iman edilmesi istenen kitap, Kur’an ise onun delili aklidir. Çünkü Kur’an, duyularla algılanabilmektedir. Mucizeliği de asırlar boyu duyularla idrak edilegelmiştir. Fakat iman edilmesi istenen kitaplar, Kur’an’ın dışındaki Tevrat, İncil ve Zebur gibi, nakli delile dayanan kitaplar ise durum farklıdır. Çünkü bu kitapların Allah’tan geldiği her asırda idrak edilmemiştir. Sadece o kitapları getiren peygamberlerin döneminde Allah’tan geldiği, peygamberlere verilen mucizelerle idrak edilebilmiştir. Nitekim bu mucizeler kendilerine gelen peygamberlerin vakitlerinin bitmesiyle sona ermiştir. Dolayısıyla peygamberlerle birlikte yaşayanlardan sonra gelenler tarafından idrak edilemeyip, bu kitapların Allah tarafından gönderildiği ve peygamberlere indirildiğine dair haberlerin nakli ile bilinmektedir. Bu kitapların her asırda Allah’ın kelamı olduğunu aklen idrak etmemize imkân verecek mucizeleri hissen idrak edemediğimizden dolayı delil, akli değil naklidir. Bütün peygamberlere iman için de aynı şey söz konusudur. Muhammed (s.a.v.)’in bir şey ile geldiğini yani Kur’an ile geldiğini idrak edebileceğimiz için Muhammed (s.a.v.)’in Allah’ın Rasülü olduğunun delili aklidir. Her asırda ve her nesilde bu böyledir. Fakat diğer peygamberlerin, peygamberliğine imanın delili naklidir. Çünkü peygamberlerin peygamber olduğunun delili Allah tarafından onlara verilen mucizelerdir. Bu mucizeleri ise zamanlarının dışındakiler idrak edeme-mektedirler. Onlardan sonra şu ana kadar gelenler ve kıyamete kadar gelecek olanlar da diğer peygamberlerin mucizelerini hissedemezler. Onların peygamberlikleri hissedilen bir delille sabit değildir. Dolayısıyla peygamber olduklarının delili akli değil naklidir. Fakat efendimiz Muhammed (s.a.v.)'in peygamberliğinin mucizesi halen daha hissedilebilen Kur’an’dır. Dolayısıyla peygamberliğinin delili aklidir. Kıyamet gününe imanın delili ise naklidir. Çünkü kıyamet günü hissedilememektedir. Onun varlığına delalet eden hissedilebilecek bir şey de yoktur. Akli bir delil bulunmadığı için de kıyamet gününün delili naklidir. "Kaza ve Kader"in delili ise aklidir. Çünkü kaza, insanın kendisinden kaynaklanan veya cebren insan üzerinde gerçekleşen insanın fiilidir. Bu ise hislerle idrak edilebilen hissedilebilen bir şey olup delili de aklidir. Kader ise insanın ortaya çıkardığı, ateşin yakması, bıçağın kesmesi gibi eşyada bulunan özelliklerdir. Bu özellikler ise duyuların idrak edebildiği hissedilebilir şeylerdir. Öyleyse kaderin delili de aklidir. Bu açıklamalar İslâm akidesine ait delillerin çeşidi açısından yapılan açıklamalardır. Bunların her birinin delillerini açıklamaya gelince: Allah’ın varlığının delili her şeyde vardır. Hissedilebilen şeylerin varlığı kesindir. Aynı zamanda bunların bir başka şeye muhtaç olması da kesindir. Eşyanın bir yaratıcı tarafından yaratılmış olması da kesindir. Çünkü bunların muhtaç olması, onların yaratılmış olduğu anlamına gelir. Öyleyse onların muhtaç oluşları ezeli olmadıklarına yani bir başlangıçlarının olduğuna delalet eder. Burada: "Şey", bir başka şeye muhtaçtır, şeyin dışındakilere muhtaç değildir. Şeyler birbirini tamamlamaktadır dolayısıyla da şeylerin tamamı muhtaç değildir" şeklinde bir tez ileri sürülemez. Böyle söylenemez. Çünkü delil, kalem, ibrik, kâğıt gibi belirli şeylerdir. Dolayısıyla da kalem, ibrik veya kâğıt gibi şeylerin burhanı bunların yaratılmış olmalarıdır. Buradan da açığa çıkmaktadır ki kendisine muhtaç olana bakılmaksızın bu şey bizzat kendi varlığı itibari ile başkasına muhtaçtır. Şeyin muhtaç olduğu bu başka varlığın, şeyin dışında bir varlık olduğu his/duyu yoluyla kesinlikle gözlemlenmektedir. Bir şeyin kendisinin dışında başka bir şeye muhtaç olması, onun ezeli olmadığını yani başlangıcının bulunduğunu dolayısıyla da yaratılmış olduğunu gösterir. Yine burada: "Şey", maddedir. Sonuçta da maddenin dışında bir şeye değil, maddeye muhtaçtır. Kendi kendine muhtaç olmasından dolayı muhtaç değildir’ şeklinde bir tez de ileri sürülemez. Böyle söylenemez, çünkü bir şeyin madde oluşu ve bir başka maddeye muhtaç olduğu kabul edilse bile bu madde de kendisine değil, başka maddeye muhtaçtır. Zira madde, kendiliğinden bir başka maddenin ihtiyacını karşılamaya güç yetiremez. Bir başka maddenin ihtiyacını karşılayabilmesi için maddenin dışında bir şeyin varlığı şarttır. Madde kendisine değil, kendi dışında bir şeye muhtaçtır. Mesela su, buhara dönüşebilmek için sıcaklığa muhtaçtır. Sıcaklığın da su gibi madde olduğunu kabul etsek dahi, sıcaklığın bulunması suyun dönüşüme uğraması için yeterli değildir. Suyun buhar haline gelebilmesi için sıcaklığın belirli bir seviyede olması gerekir. İşte madde olan suyun muhtaç olduğu şey ısının belirli bir oranıdır. Bu oran ise suyun ve ısının dışında yani madenin dışında bir şey tarafından tesbit edilmektedir. Madde bu orana boyun eğmeye zorlanır. Bundan dolayı madde, maddenin dışında belirli bir ısı derecesini tayin edene, yani maddenin dışındakine muhtaçtır. Dolayısıyla da maddenin madde dışında bir varlığa yani maddeyi yaratan bir yaratıcıya muhtaç oluşu kesindir, şüphesizdir. Böylece hissedilen ve idrak edilen bütün şeylerin yaratıcı tarafından yaratıldığı ortaya çıkmaktadır. Yaratıcının ezeli olması yani başlangıcının olmaması gerekir. Ezeli olmazsa yaratıcı olmaz yaratılmış olur. Yaratıcı olması ise kesinlikle ezeli olmasını gerektirir. Yaratıcı kesinlikle ezelidir. Başlangıcı yoktur. Yaratıcı olabileceği zannedilen şeyler ortaya konulduğunda ya maddenin ya tabiatın ya da Allahu Teâla’nın yaratıcı olduğu ortaya çıkacaktır. Maddenin yaratıcı olması yukarıda sunduğumuz sebeplerden dolayı batıldır, mümkün değildir. Maddenin, bir halden bir başka hale dönüşebilmesi için, maddeye belirli bir oranı tayin edene ihtiyacı vardır ve dolayısıyla madde ezeli değildir. Ezeli olmayan ise yaratıcı olamaz. Tabiatın yaratıcı olması da batıldır. Çünkü tabiat (doğa), şeyler ile bunları düzenleyen nizamın toplamıdır ve kâinatta bulunan herşey de bu nizama uygun olarak yürür. Bu düzenleme ise otomatik olarak yalnızca düzenin kendisinden gelmez. Çünkü düzenleyici olmadan düzen de olmaz. Düzen, şeylerden de gelmemiştir. Çünkü şeylerin varlığı, otomatik veya zorunlu olarak nizamı oluşturmaz. Şeyleri düzenleyecek bir düzenleyici bulunmaksızın kendi kendilerine de düzen kuramazlar. Düzen, şeylerle nizamların toplamından da meydana gelmez. Çünkü düzenleme, nizam ve şeylerin kendisine boyun eğeceği özel bir durum bulunduğunda ortaya çıkar. Şeylerle beraber nizama ait bu özel durum düzenlemeyi meydana getirir. Özel durum, şeyler ve nizam üzerinde egemen bir durumdur. Düzenleme ancak bu özel duruma göre gerçekleşir. Şeylerin ve nizamın dışında zorla uygulanan bu özel durum ise, ne nizamdan, ne şeylerden ne de bunların toplamından meydana gelmez. Öyleyse düzenleme bunların dışındadır. Tabiatın kendiliğinden hareket edemeyip kendisi dışından zorla konulan özel durumlara göre hareket edebilmesi, tabiatın başkasına muhtaç olduğunu ve başlangıcının bulunduğunu ifade eder. Ezeli olmaması yani başlangıcının bulunması ise tabiatın yaratıcı olmadığını gösterir. Öyleyse yaratıcı kesinlikle ezeli olmalı "başlangıcı olmama" sıfatıyla nitelenmelidir ki bu da Allah Sübhanehu ve Teâla’dır. Öyleyse Allah’ın varlığı duyu yoluyla idrak edilebilen bir iştir. Çünkü hislerle idrak edilen şeylerin muhtaç oluşları ezeli bir varlığın, yaratıcının gerekliliğine delalet eder. İnsan, bakışlarını Allah’ın yarattıklarına çevirdiğinde, kâinata baktığında, zaman ve mekânı tam anlamıyla kavramaya çalıştığında, hareket halindeki bu alemlere oranla kendisinin gerçekten zerre kadar küçük kaldığını görür. Yine insan, çok sayıdaki bu alemlerin hepsinin belirli yörüngelere ve sabit kurallara göre hareket ettiğini görür. İşte böyle bir idrakla yaratıcının varlığını, tekliğini/vahdaniyetini tamamen kavrar. O’nun gücünü, büyüklüğünü, azametini açıkça görür. Gece ve gündüzün birbirini takip edişini, rüzgârların esmesini, denizlerin, nehirlerin ve gezegenlerin/yıldızların varlığını görerek idrak eden insan için bunlar, ancak Allah’ın varlığına, birliğine ve kudretine delalet eden apaçık akli delillerdir. Allahu Teâla Kur’an da bu durumu ayetlerle şöyle ifade etmektedir: "Şüphesiz ki göklerin ve yerin yaratılışında, gece ve gündüzün birbiri ardınca gelişinde, insanlara faydalı şeylerle denizde akıp giden gemilerde, Allah’ın gökten indirip yeryüzünü ölümünden sonra dirilttiği suda, her türlü canlıyı orada yaymasında, rüzgârları ve gökle yer arasında emre hazır bekleyen bulutları dördürmesinde elbette akleden bir toplum için ayetler (pek çok deliller) vardır." "Onlar hiç bir şey olmaksızın mı yaratıldılar, yoksa kendileri midir yaratanları? Yoksa gökleri ve yeri mi yarattılar? Hayır onlar iyi bilmiyorlar." Allah’ın varlığını idrak eden akıldır ve iman da akıl yoluyla olur. İslâm, iman konusunda aklı kullanmayı farz kılmış olup, Allah Sübhanehu ve Teâla’nın varlığına da akıl hakemdir. Bu nedenle Allah’ın varlığının delili aklidir. Dünyanın ve maddenin ezeli ve ebedi oluğunu yani başlangıcının ve sonunun bulunmadığını iddia edenler şöyle diyorlar: Evren başkasına muhtaç değildir, bilakis evren, kendi kendine yeter. Çünkü dünyada var olan şeyler maddenin sayısız şekillerinden ibarettir. Dolayısıyla bunların hepsi maddedir. Birbirine muhtaç olması ise maddenin muhtaç olduğu anlamına gelmez. Çünkü bir şeyin kendisine muhtaç olması, onun muhtaç olduğunu göstermez. Zira madde kendi kendine yeterli olduğu için başkasına muhtaç değildir. Bu nedenle de madde ezelidir, onun başlangıcı yoktur. Çünkü madde, yani evren kendi kendine yeterli olmasından dolayı ezelidir, sonsuzdur ve başkasına da muhtaç değildir. Böyle bir iddiaya iki açıdan cevap verilir: 1. Dünyada var olan şeyler, ister ayrı ayrı olsunlar isterse hep bir arada bulunsunlar yoktan var etme, yaratma gücüne sahip değillerdir. Yoktan var etmekten ve yaratmaktan aciz olan tek bir şeyi, dışındaki şeyler, bir veya birçok yönden tamamlasalar, eksiğini giderseler dahi hem o hem de onun dışındakiler hep birlikte yaratmaktan ve yoktan var etmekten acizdirler. Yoktan var etmekten ve yaratmaktan aciz oluşu ise apaçık ortadadır. Bu ise onun ezeli olmadığını ifade eder. Çünkü ezeli olanda, yani başlangıcı olmayanda acizlik sıfatının bulunmaması tam tersine yoktan var etme, yaratma gücünün bulunması gerekir. Sonradan ortaya çıkan şeylerin hepsi ona dayanmalı ki ezeli olabilsin. Bu nedenle kâinat, yaratmaktan ve yoktan var etmekten aciz olduğu için ne ezeli olabilir ne de ebedi olabilir. Bir şeyin yoktan var etme gücüne sahip olmaktan yoksun olması onun ezeli olmadığının kesin delilidir. 2. Başkası tarafından ihtiyacı karşılanıncaya kadar, aşmaya güç yetiremediği belli bir orana (kurala, yasaya) gereksinim duyması bir şeyin muhtaç oluşundandır. Bu ifadeyi şu şekilde açıklamak mümkündür: A B’ye ve B’de C’ye muhtaç ise dolayısıyla C’de A’ya muhtaçtır. Bu muhtaçlık silsile halinde böylece devam eder. Birinin bir başkasına muhtaç olması, onlardan her birinin ezeli olmadığının delilidir. Birbirini tamamlaması veya birinin diğerinin ihtiyacını gidermesi mutlak değil belirli bir oranla sınırlıdır. Yani belirli bir tertibe, düzene göre olur. Tamamlama işlemi ancak bu tertibe göre olur veya madde, bu düzenleme dışına çıkmaktan aciz kalır, çıkamaz. Böylece tamamlanan şey kendi kendini tamamlayamaz. İhtiyacını tek başına karşılayamaz. İhtiyacını ancak, kendisi dışında tesbit edilmiş olana boyun eğmek zorunda bırakıldığı düzene göre giderebilir. Dolayısıyla da hem tamamlanan hem de tamamlayanın her ikisi de ihtiyacı karşılanıncaya kadar belirli düzeni ayarlayana muhtaçtırlar. Bu tertibe aykırı hareket edemezler. Bu düzenleme dışında da ihtiyaç karşılanamaz. Bu nedenle düzene uymak mecburiyetinde olan, düzeni koyana muhtaçtır. Böylece eşyaların tamamı birbirlerini tamamlasalar dahi kendileri dışındaki varlığa muhtaç olmaktan kurtulamazlar. Yani şeyler belirli bir düzeni koyan ve ona boyun eğmeye zorlayana muhtaçtırlar. Örneğin suyun buza dönüşebilmesi için belirli bir ısı derecesine gereksinim vardır. Burada ise şöyle diyorlar: Su, ısı, ve buz birer maddedirler. Maddenin bir halden bir başka hale dönüşmesinde ihtiyaç yine maddeyedir. Sonuçta madde başkasına değil yine kendisine muhtaç olmaktadır. Oysa gerçek böyle değildir. Su, buz haline gelirken sadece ısıya değil, belirli bir derecedeki ısıya muhtaçtır. Isı bir şeydir. Ancak belirli bir dereceye ulaştığında etki etmesi ise daha başka bir iştir. Bu ise ısıdan başka bir şeydir. Isının etkileyebilmesi, suyun da etkilenebilmesi için ısıya zorla uygulanan oran otomatik olarak "su"dan ileri gelmemektedir. Yoksa su, istediği şekilde etkileyebilirdi. Bu oran ısıdan da kaynaklanmamaktadır. Öyle olsaydı bu sefer de ısı dilediği gibi etkileyebilirdi. Kısacası oran maddenin kendisinden kaynaklanmamaktadır. Aksi takdirde madde, dilediği gibi etkileme ve etkilenme gücüne sahip olurdu. Bu oran elbette ki maddenin dışında belirlenmektedir. Bu durumda da madde, madde üzerinde etki bırakacak ve madde için belirli oranı tesbit edecek olana muhtaç olmuş olur. Bu oran madde dışında bir varlık tarafından tayin edilmektedir. Dolayısıyla madde başkasına muhtaçtır. Öyleyse madde ezeli değildir. Çünkü başlangıcı ve sonu olmayan, başkasına muhtaç olmayan, bütün şeylerin kendisine muhtaç olan varlık demektir. Maddenin başkasına muhtaç olması, maddenin ezeli olmadığının kesin delilidir. Öyleyse madde yaratılmıştır. Kâinata şöyle bir göz atan insan, şeylerin -ister bir yer işgal etsin isterse enerji gibi bir yer işgal etmesin- yoktan var edilmesinin, ancak duyu organları ile algılanabilen şeyler arasında belirli bir düzenin bulunması ile tamamlanabileceğini kavramaktadır. Dolayısıyla bu kâinatta şeyler tarafından yoktan var edilen bir nesne yoktur. Ve yine belirli bir orana boyun eğmeden şeyler tarafından icat etmek de yoktur. Yani bu kâinatta şeyler tarafından yoktan var edilen oransız ve düzensiz olarak yaratılmış birşey yoktur. Bu nedenle de kâinatta var olan ve var edilen bütün şeyler başlangıçsız ve sonsuz değildir. Var olan şeylere gelince; onların hissedilen ve idrak edilen şeylerden oluştuğu gayet açıktır. Ve yine bu var olan şeylerin kendi iradeleri dışında kendilerine uygulanan belli oranlara boyun eğdikleri de apaçık ortadadır. Kâinatta var edilen şeylere gelince; onların da yoktan var etmekten aciz oldukları ortadadır. Bu apaçık bellidir. Çünkü bunlar da kendi iradesi dışında kendisine uygulanan belirli düzenlemeye boyun eğmektedirler. Bu düzenleme kendi isteği ile olmamaktadır. Eğer kendi isteği ile olmuş olsaydı düzenlemeyi terk etmeye ve ona boyun eğmemeye kadir olurdu. Bu düzenleme onun dışındadır. Kâinatta duyu organları ile algılanabilen şeylerin acizliği yani kâinatın yoktan var etmekten aciz kalışı kendi dışından gelen belli bir düzenlemeye boyun eğişi kâinatın başlangıçsız ve sonsuz olmadığı, başlangıcı ve sonu olmayanın yaratığı olduğunun delilidir. Yaratmanın, Ölçü verme ve ölçüye göre şekillendirme anlamına geldiğini söyleyip de yoktan var eden bir yaratıcının varlığını inkâr edenlere gelince: Onların bu sözleri, duyu organlarıyla algılanabilen şeyler ve bunlar üzerine iradeleri dışında konulan belirli düzenlemelerin her ikisinin de yaratıcı olduğu anlamına gelmektedir. Çünkü ölçü verme ve ölçüye göre şekillendirme duyu organlarıyla algılanabilen şeylerin ve bu şeyin dışından gelen muayyen bir düzenlemenin bulunması ile mümkün olabilir. Yaratmanın ölçme ve verilen ölçüye göre şekillendirme anlamına geldiğini söyleyenlerin bu sözü kesinlikle batıldır. Bu söz batıldır, çünkü muayyen düzen ne şeylerden ne de düzenin kendisindendir. Bu düzen, duyu organlarıyla idrak edilebilen şeylerin dışında, duyu organlarıyla doğrudan doğruya algılanamayan bir varlık tarafından konulmuştur. Böylece ölçmenin ve verilen ölçüye göre şekillendirmenin yaratıcı olamayacağı açığa çıkar. Çünkü yaratmanın bu şekilde tanımlanması kesinlikle mümkün değildir. Yaratma olayının olabilmesi için duyu organlarıyla algılanabilen şeylere belli bir düzeni koyan, ancak doğrudan doğruya duyu organlarıyla algılanamayan bir şeyin bulunmasını gerektirir. Böylece ölçmenin ve verilen ölçüye göre şekillendirmenin yaratmak olmadığı ve yalnızca da onunla mutlak anlamda yaratmanın yani yoktan yaratmanın tamamlanamayacağı görülmektedir. Yaratıcı duyu organlarıyla algılanabilen şeyleri yoktan var edemezse yaratıcı olamaz. Çünkü yaratıcı, sadece kendi iradesiyle yaratmaktan aciz olmuş ve yaratacağı şeyle birlikte bir şeye boyun eğmek mecburiyetinde kalmıştır. Bu nedenle o, hem acizdir hem de ezeli değildir. Çünkü kendi kendine yaratmaktan aciz kalarak başkasına muhtaç olmuştur. Aciz ve muhtaç ise ezeli olamaz. Üstelik yaratıcı demek, yoktan var eden demektir. Yaratıcı olması demek yaratıcının şeylere değil şeylerin yalnızca O’na dayanması, muhtaç olması demektir. Eğer şeyleri yoktan var etmekten ve şeyler bulunmadan yaratmaktan aciz kalırsa yaratma hususunda şeylere muhtaç olur, şeyler kendisine muhtaç olmaz. Bu ise onun tek başına yaratıcı olmaması bu nedenle de yaratıcı olamaması demektir. Yaratıcının yaratıcı sıfatını kazanabilmesi için şeyleri yoktan var edebilmesi, kudret (güç) ve irade (dilediği gibi hareket edebilme) özelliğine ve bütün şeylerin yalnızca kendisine dayanması özelliğine sahip olması gerekir. Bu nedenle icat etme işleminde yoktan var etme olmalı ki yaratılmış olduğu belli olsun. İcat edenin de yaratıcı olması için elbette ki yoktan icat edebilmesi gerekir. Meleklere imanının delili ise naklidir. Allahu Teâla ayeti kerimelerde şöyle buyurmaktadır: "Allah, adaleti ayakta tutarak şehadet etti ki; gerçekten O'ndan başka ilah yoktur. Melekler ve ilim sahipleri de buna şahadet ettiler..." "Yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz 'bir' (iyilik, güzellik) değildir. Lakin 'bir' Allah’a ve ahiret gününe, meleklere, kitaplara ve peygamberlere iman etmektir..." "Müminlerin hepsi Allah’a, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine inandılar." "Kim Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkâr ederse uzak bir sapıklığa düşmüş olur." Devamı… Kitaplara imanın delili ise, Kur’an-ı Kerim ve diğer semavi kitaplara göre değişir. Kur’an’ın Allah’ın kelamı olduğu ve Allah tarafından gönderildiğinin delili aklidir. Çünkü Kur’an, duyu organlarıyla algılanabilmekte ve akıl da onun Allah’tan geldiğini idrak edebilmektedir. Kur’an’ın kelimeleri ve cümleleri Arapçadır. Araplar, Arapça konuştular, Arapçayı şiirde ve şiir dışında nesrin her çeşidinde kullandılar. Sözleri hem kitaplarda yazılıdır, hem de asırlar boyu nesilden nesile ezber yoluyla aktarılarak günümüze ulaşmıştır. Buna göre Kur’an, ya belağatlı bir Arabın da söyleyebileceği tarzda bir sözdür, ya da Arabın dışında birisinin söylemiş olabileceği farklı bir tarzda söylenmiş bir sözdür. Bu durumda ise Arapça olmasından dolayı Kur’an, ya, benzerini Arapların da söyleyebildği bir sözdür ya da Arapların benzerini kullanmaktan aciz kaldığı bir sözdür. Eğer Araplar Kur’an’ın benzeri bir söz söyleyebilirlerse onun benzerini de getirebilirler. Dolayısıyla da bu söz beşer sözü olur. Dönemin Arapları, Arapçayı fesahatı ve belağatı ile en güzel kullananları olduğu halde Kur’an’ın benzerini getirmekten aciz kaldıklarına göre Kur’an’ın beşer sözü olması da mümkün değildir. Kur’an-ı ve Arap dilini inceleyenler Kur’an’ın o güne kadar Arapların hiç kullanmadıkları çok özel bir tarzda, üslûpta olduğunu, Kur’an indirilmeden önce ve sonra bile kesinlikle böyle bir üslûbun kullanılmadığını hatta ve hatta hiç kimsenin onu taklit edemediğini ve onun üslubu ile söyleyemediklerini görür. Arapların bu sözü söyleyememeleri ise Kur’an’ın Arapların dışında başkasının sözü olduğuna delildir. Kur’an’ın bütün Araplara meydan okumasına rağmen, Arapların, Kur’an’ın benzerini getirmekten aciz kaldıkları şüphesiz ve kesin bir şekilde tevatüren sabittir. Allahu Teâla onlara şöyle diyor: "Şayet siz, kulumuza indirdiğimizden şüphe ediyorsanız haydi ona benzer bir sûre de siz getirin. Allah’tan başka şahitlerinizi de çağırın. Eğer sadıklardan iseniz." "Yoksa, onu uydurdu mu diyorlar? De ki: Sadıklardan iseniz onun benzeri bir sûre getirin ve Allah’tan başka çağırabileceğinizi çağırın." "Yoksa, ‘onu kendisi uydurdu mu diyorlar. De ki: Eğer doğru söylüyorsanız haydi onun sûrelerine benzer uydurma on sure getirin, Allah’tan başka çağırabileceğinizi çağırın." "De ki: İnsanlar ve cinler bu Kur’an’ın bir benzerini getirmek için toplansalar, birbirlerine yardımcı da olsalar, yine de onun bir benzerini getiremezler." Kur’an’ın böyle apaçık meydan okumasına rağmen onlar, Kur’an’ın bir benzerini getiremediklerine göre, Kur’an’ın Allah katından geldiği ve Allah’ın kelamı olduğu da sabittir. Arap olmayanların Kur’an-ı söylemiş olmaları da muhaldır, imkânsızdır, Çünkü Arapça olduğu halde Araplar onun benzerini getirememişlerdir. Muhammed’in Arap ve Araplardan birisi olduğu için Kur’an’ın Muhammed’in sözü olduğu da söylenemez. Arap kavminin acizliği delille ispatlandığına göre Arap kavminden birisi olan Muhammed (s.a.v.)’in de yetersiz kalacağı kesindir. Her insanın, sözlerin ve cümlelerin anlatımında kullandığı üslûb, yaşadığı dönemde bilinen şeylere veya öncekilerden kendisine aktarılanlara boyun eğer. İnsan, ifadeleri ve anlatım tarzını ancak, yeni hayalleri veya yepyeni manaları ifade ederken yenileyebilir. Daha önce hissetmediği bir şeyi konuşması ise hayaldir. Oysa Kur’an’ın kelimeleri ve cümleleri, cümleleri ifade tarzı, Rasulullah’ın asrında da ondan önceki Arapların döneminde de bilinmemekteydi. Bu nedenle bir beşerin daha önce hissetmediği bir şeyi konuşması hayaldir. Çünkü böyle bir şey aklen de imkânsızdır. Dolayısıyla daha önce asla hissetmediği bir şey olan, lafızları ve cümleleri ile Kur’anî ifade tarzının Muhammed (s.a.v.)'den kaynaklanması da imkânsızdır, muhaldır. Öyleyse Kur’an, Muhammed (s.a.v.)'in Allah katından getirdiği Allah’ın kelamıdır. Kur’an’ın Allah’tan başkasının kelamı olmadığı, Kur’an’ın indiği dönemde de çağımızda da aklen sabittir. Çünkü insanoğlunun benzerini getirmekten aciz kalış mucizesi halen daha geçerlidir. Ve bu mucizeyi şu anda bile bütün dünya hissen idrak etmektedir. Netice olarak Kur’an, tamamı Arapça bir kitap olduğu için ya Araplardandır ya Muhammed (s.a.v.)'dendir ya da Allah’tandır. Bu üç yerin dışında başka bir yerden olması imkânsızdır. Kur’an’ın Araplardan gelmiş olması gerçeğe aykırıdır. Çünkü Araplar onun bir benzerini getirmekten aciz kaldılar ve bu yetersizliklerini de kabul ettiler. Onların Kur’an’ın bir benzerinin getirmekten aciz kalışları bugün de geçerlidir. Bu ise Kur’an’ın Araplardan olmadığına delalet eder. Öyleyse Kur’an, ya Muhammed (s.a.v.)'dendir, ya da Allah’tandır. Muhammed (s.a.v.)'den olması da gerçeğe aykırıdır. Çünkü her ne kadar dâhi olarak görülse de Muhammed (s.a.v.) de Araptır. Dahi kimsenin de asrının seviyesindeki insanları aşması mümkün değildir. Araplar benzerini getirmekten aciz kaldılarsa Muhammed (s.a.v.) de aciz sayılır. Çünkü Muhammed (s.a.v.) de onlardan biridir. Muhammed (s.a.v.)’den tavatüren rivayet edilen: "Kim kasten bana yalan isnad ederse (benim söylemediğim birşeyi, benim söylediğimi iddia ederse) cehennemdeki yerini hazırlasın." hadisi ile Kur’an’ın ayetleri karşılaştırıldığı zaman bu iki ifade arasında hiç bir benzerliğin olmadığı görülür. Bu ise Kur’an’ın Muhammed (s.a.v.)'in sözü olmadığının, Allah’ın kelamı olduğunun delilidir. Dünyadaki bütün şair, yazar, filozof ve düşünürlerin üslupları başlangıçta zayıftır. Güçlerinin zirvesine doğru ilerlediklerinde ise üsluplarında da yükselme görülür. Bu nedenle güçlü ve zayıf olmalarına göre üsluplar değişir. Ayrıca bazı düşüncelerinde zayıflık, sözlerinde zayıf ve bozuk anlatımlar bulunur. Halbuki Kur’an’ın ilk ayeti olan; "Yaratan Rabbinin adıyla oku." ayeti ile, Kur’an’ın son ayeti olan; "Ey iman edenler, Allah’tan korkun. Eğer Mü’minler iseniz faizden kalanı bırakın." ayeti belağatı, fesahatı, düşüncelerinin yüksekliği ve anlatım gücü ile üslûbunun zirvesindedir. Onda bir tane dahi bozuk ifade, zayıf veya düşük fikir bulunmaz. O, tek parçadır. Toptan ve detaylı olarak üslûbunun tek cümle gibi olması, anlatımları ve manaları değişikliğe uğrayabilen beşer sözü olmadığının delilidir. Kur’an ancak Alemlerin Rabbinin sözüdür. İslâm’ın iman edilmesini istediği semavi kitaplardan Kur’an’ın durumu budur. Fakat geri kalan semavi kitapların delili akli değil naklidir. Allahu Teâla ayeti kerimelerde şöyle buyurmaktadır: "Ey iman edenler, Allah’a, peygamberine, indirdiği kitaba ve daha önce indirdiği kitaba inanın..." "Lakin birr (iyilik); Allah’a, ahiret gününe, meleklere, kitaplara, peygamberlere iman eden..." "Sana kendinden önceki kitapları doğrulayıcı ve onlara egemen (Onları geçersiz kılıcı) olarak indirdik..." "Bu indirdiğimiz, kendinden öncekileri doğrulayan kitaptır..." "Bu Kur’an Allah’tan başkası tarafından uydurulmuş değildir. Kendisinden önce gelen kitapları tasdik eder." Peygamberlere imanın deliline gelince: Efendimiz Muhammed (s.a.v.)’e imanın delili ile diğer peygamberlere imanın delili farklıdır. Efendimiz Muhammed (s.a.v.)’in peygamberliğinin delili nakli değil aklidir. Çünkü peygamber olduğunu iddia eden bir kimsenin, Rasül veya Nebi olduğunun delili peygamberliğine delil olarak getirdiği mucizeler ve bu mucizelerle desteklenen şeriatıdır. Efendimiz Muhammed (s.a.v.)’in peygamberliğinin ve risaletinin delili Kur’an’dır. Zira Kur’an Muhammed (s.a.v.)'in beraberinde getirdiği şeriattır. Kur’an’ın bizzat kendisi mucize olup mucizeliği halen geçerlidir. Buna göre, tevatür yoluyla Kur’an-ı Muhammed (s.a.v.)'in getirdiği, Allah’ın şeriatı olduğu ve Allah katından geldiği kesindir. Allah’ın şeriatını ise ancak Nebiler ve Rasüller getirir. Bu da Muhammed (s.a.v.)’in Allah tarafından Nebi ve Rasül olduğunun akli delilidir. Diğer peygamberlerin mucizesi ise yok olup gitti. Şu anda var olan kitaplar ise, aklen Allah’tan olduklarına delil olamazlar. Çünkü bu kitapların Allah’tan geldiğini destekleyen mucizeler şu anda yoktur. Dolayısıyla bu kitaplar efendimiz Muhammed (s.a.v.)’in dışında diğer peygamberlerin hiç birinin Allah’ın Nebisi ve Rasülü olduğuna delil olmamaktadır. Onların peygamberlikleri ve Rasül oluşları ancak nakli delille sabittir. Allahu Teâla şöyle buyurmaktadır: "Peygamberler de, iman edenler de O’na (Rasule) indirilene inandı. Hepsi de Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine iman etti..." "Biz Allah’a, bize indirilmiş olana, İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakub’a ve torunlarına indirilmiş olanlara, Musa’ya, İsa’ya verilenlere, peygamberlere Rablerı tarafından verilmiş olanlara iman ettik. Onların hiç birinin arasını diğerinden ayırmayız. Biz ona teslim olmuşlardanız deyin." Ahiret günü olan Kıyamet gününe imanın delili ise akli değil naklidir. Çünkü kıyamet günü aklen idrak edilemez. Allahu Teâla şöyle demektedir: "Mekke ve etrafındakileri uyaran mübarek kitaptır. Ahirete inananlar buna da inanırlar..." "Ahirete inanmayanların kalpleri inkâr edicidir ve onlar büyüklük taslayanlardır." "Ahirete inanmayanlar kötülük örneğidirler." "Ahirete inanmayanlar, onlar için elem verici bir azap hazırladık." "Sur’a üfürüldüğünde, yer ile dağlar bir vuruşla birbirine çarpıldığında, işte o gün olan olmuştur. Gök de yarılmış ve o gün bitkin bir hale gelmiştir. Melekler ise onun çevresindedirler ve o gün Rabbinin Arşı’nı, onların da üstünde sekiz tanesi yüklenir. O gün siz huzura alınırsınız. Ve hiçbir şeyiniz gizli kalmaz." Rasulullah (s.a.v.) ise şöyle buyurmakta: "İman, Allah’a meleklerine, kitaplarına, kıyamet gününe, peygamberlerine ve tekrar dirilmeye inanmaktır." İşte bunlar iman edilmesi istenenlerdir. Bunlar; Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe ve aynı zamanda da "Kaza ve Kader"e inanmak olmak üzere beştir. Bir kişi bu beş şeyin tamamına ve bunlarla birlikte "Kaza ve Kader"e de iman etmedikçe İslâm’a inanmış sayılmaz ve ona Müslüman olarak itibar edilmez. Çünkü Allahu Teâla şöyle buyurmaktadır: "Ey iman edenler! Allah’a, peygamberine, peygamberine indirdiği kitaba ve daha önce indirdiği kitaba inanın. Kim, Allah’ı meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkâr ederse şüphesiz derin bir sapıklığa düşmüştür." Kur’an ve hadis bu beş şeye nass teşkil edecek şekilde, her birini ismi ile belirterek, açık ve net şekilde delillendirerek gelmiştir. Bu beş husus dışında, bizzat ismi ve gerçeği belirtilerek açık ve net olarak bu konularda anlatıldığı gibi iman ifadesi geçmedi. Delaleti ve Subutu kat’i olan kesin nasslar sadece bu beş konu hakkında vardır. Evet, bazı rivayetlerde Cibril hadisinde kader’e iman ifadesi şu şekilde geçmiştir. "Dedi ki: Kader’e ve onun hayrının ve şerrinin Allah’tan geldiğine inanmandır." Ancak bu hadis, Haber-i Ahad’dır. Buna ilave olarak da burada kaderden kasıt anlaşılmasında ihtilaf eden "Kaza ve Kader" değil, Allah’ın ilmidir. Bizzat "Kaza ve Kader" şeklinde isimlendirilen ve kavranılmasında birçok ihtilafın söz konusu olduğu "Kaza ve Kader"e iman hakkında ise kesin bir nass gelmemiştir. Ancak "Kaza ve Kader"in içeriğine iman akidedendir ve inanmak da gerekir. Bu isimle ve içerikle sahabe döneminde kesinlikle bilinmemekteydi. Bu isimle kullanıldığına dair de hiçbir sahih nass geçmemiştir. "Kaza ve Kader" kelimesi ancak Tabiin döneminin başlarında meşhur olmuştur. O zamandan beri bilinmekte ve konuşulmaktadır. Onu ortaya çıkaran ve söz konusu yapan, kelamcılardır. Kelam ilmi meydana gelmeden önce yoktu ve bizzat "Kaza ve Kader" ismi ile Hicri birinci asrın sonunda kelamcılarında dışında hiç kimse "Kaza ve Kader" meselesini konuşmadı ve araştırmadı. -
İÇGÜDÜLER VE DÜŞÜNMEYE ELVERİŞLİ OLAN VE OLMAYAN ALANLAR
Kalkınma şurada bir başlık gönderdi: Dini Konular - Din - Dinler
Bismillahi Rahmani Rahim. Bu forumdaki ateistlere cevap. İÇGÜDÜLER Batılı düşünürler, “bilimsel metot”u insana uygulamakla ve bu uygulamanın sonucu olarak kişinin gözlemlemiş oldukları davranışlarını birtakım faktörlere dayandırmakla doğru araştırma yolundan saparak hatalı sonuçlar elde etmişlerdir. Oysa “aklî” metodu kullanmış olsalardı, insanın davranışlarıyla paralel olarak kendi hislerini beyne taşıyacak, insan ve onun davranışlarını ön bilgilerle yorumlayacak, “zanni” de olsa ortaya koymuş oldukları sonuçlar dışında daha farklı sonuçlara ulaşmaları mümkün olacaktı. Örneğin; Batılılara göre çok sayıda içgüdü vardır. Her ne kadar başlangıçta içgüdüleri saymaya kalkıştılarsa da sonradan çok sayıda içgüdü olduğu sonucuna vardılar ve mülkiyet içgüdüsü, korku içgüdüsü, cinsel içgüdü, kitle içgüdüsü gibi pek çok içgüdüden bahsettiler. Böyle bir genellemeye gitmeleri, “içgüdü”, yani “temel güç” ile “içgüdünün sergilediği dış görüntü”yü birbirine karıştırmalarından kaynaklanmaktadır. Oysa “temel güç” veya “içgüdü”, insanın yapısal bir parçası olup insanı bu parçadan soyutlamak, onu etkisiz hale getirmek veya bastırmak mümkün değildir. “Temel güç”ün yani “içgüdü”nün sergilediği görüntü ise insanın yapısal bir parçası olmadığından soyutlanması, etkisiz hale getirilmesi veya bastırılması mümkündür. Örneğin; bencillik ile fedakârlık, “Beka içgüdüsü”nün iki farklı görüntüsü olmakla beraber bencilliğin fedakârlıkla tedavisi, hatta yok edilmesi, veya bastırılması mümkündür. Aynı şekilde kadına karşı cinsel eğilim de, anneye şefkat eğilimi de “Nevi içgüdü”nün iki ayrı görüntüsüdür. Yok edilmesi, tedavisi veya bastırılması mümkün değildir. Ancak söz konusu içgüdünün sergilediği dış görüntüyü tedavi etmek, bastırmak, hatta bertaraf etmek mümkündür. Yine kadına karşı duyulan cinsel eğilim, anneye, kız kardeşe, kıza vs. duyulan eğilim de “nevi içgüdüsü” nün birer görüntüleridir. Zira kadına karşı duyulan cinsel eğilimi anne şefkatiyle ödünlemek mümkündür. Nasıl ki bencillik fedakârlıkla ödünlenebiliyorsa, aynı şekilde kadına karşı duyulan cinsel eğilimi anneye duyulan şefkat eğilimiyle ödünlenebilir. Hatta annelerine duydukları aşırı sevgiyi eşine olan meyline tercih eden, dahası evlenemeyen, cinsel arzudan uzaklaşan bir çok insan vardır. Bunun aksine aşırı cinsel eğiliminden dolayı anne şefkatinden uzaklaşan bir çok kişi de mevcuttur. Kısaca “nevi içgüdüsü”nün herhangi bir görüntüsü başka bir görüntünün kılığına girebilir. Herhangi bir görüntüyü başka bir görüntüyle ödünlemek, bastırmak veya yok etmek mümkündür. Ancak “içgüdü” için durum farklıdır. Çünkü “içgüdü”, insanın yapısal özelliğinin bir parçasıdır. Bu bağlamda psikologlar, içgüdüleri tanımlamada, anlamlandırmada, sayılarını belirlemede ve sonunda içgüdülerin sayısız olduğuna karar verme hususunda yanılmışlardır. Gerçekte ise, sadece üç tür içgüdü vardır: 1- Beka içgüdüsü 2- Nevi içgüdüsü 3- Tedeyyün/İnanma ve kutsama içgüdüsü “Beka içgüdüsü”nün gereği olarak insan, yaşamına devamlılık sağlamak için mülk edinir, korkar, kaçar, topluluk halinde yaşar. Ancak korku, mülkiyet, cesaret veya kitlesel yaşam birer içgüdü değildirler. Bunlar, yalnızca “Beka içgüdüsü” nün birer görüntüleridir. Aynı şekilde kadına karşı duyulan şehvet veya şefkat eğilimleri, boğulanın imdadına koşma veya çaresiz kişiye kucak açma eğilimleri -ki bu örnekler çoğaltılabilir- birer içgüdü olmayıp “nevi içgüdü”nün yalnızca birer görüntüleridir. Bu eğilimler, cins içgüdüsü de olamazlar, çünkü “cins” kavramı hayvanı da insanı da kapsar. Öte yandan doğal eğilim, insanın insana, hayvanın hayvana duyduğu eğilimdir. Bu açıdan insanın hayvana veya erkeğin erkeğe karşı cinsel eğilim duyması doğal değil, kuraldışı ve anormal bir durumdur. O halde kadına karşı duyulan cinsel eğilim, anneye veya kız çocuğa duyulan şefkat eğilimi, “Nevi içgüdü”nün birer görüntüleri olmalarına karşın; insanın hayvana veya erkeğin erkeğe eğilimi, doğal olmayan anormal bir eğilim olup içgüdü sapmasının göstergesidir. O halde içgüdü, “cins”e değil, “tür”e has bir özelliktir. söz konusu olan, hayvan cinsinin değil insan türünün “Beka içgüdüsü”dür. Yine Allah'a kulluk, kahraman kişileri yüceltme ve güçlülere karşı saygı gösterme eğilimleri de yalnızca “Tedeyyün/İnanma ve kutsama içgüdüsü”nün birer görüntüleridir. Çünkü insan, doğal bir biçimde “hayatta kalma” ve “ölümsüzlük” duygusuna sahiptir. İnsan, bu duyguuya yönelen tehdidin türüne göre korkar veya kendisini tehdit eden unsurun üzerine gider, cimri veya cömert olur, bireysel veya toplum içinde hareket eder. Gördüğü nesnenin niteliğine göre onda bir duygu oluşur ki bu duygu kendisini bir eylemde bulunmaya iten “Beka” arzusundan doğan bir duygudur. Aynı şekilde insan, insan türünün “hayatta kalma” şuuruna, da sahiptir. Çünkü insan türünün yok olması, onun varlığını tehdit eder. Kendi türünün varlığına yönelen her tehdide karşı doğal bir tepki gösterir ve tepkisi tehdidin türüne göre değişir. Örneğin, güzel bir kadın insanda şehveti, anneyi görmek anne sevgisini, çocuğu görmek ise çocuk sevgisini uyandırır. Harekete geçen bu duygular, söz konusu duygularla uyumlu ya da onlarla çelişkili birtakım refleksler, eylemler doğururlar. Fakat insan, kendisinin veya insan türünün “ölümsüzlük” şuurunu tatmin etmekten aciz kalması durumunda ise kendisinde boyun eğme veya teslim olma gibi tam tersi eylemler ortaya çıkar ki böyle bir durumda kişi teslimiyete müstahak olduğunu düşünür. Doğal bir biçimde böyle bir acziyeti hissetmesi sonucu, Allah'a yalvarır, dua eder, lideri alkışlar veya güçlüye saygı gösterisinde bulunur. Buradaki içgüdülerin temelinde insanın, kendisinin veya türünün varlığını veya kendisinde doğal olarak beliren acziyet duygusu yatmaktadır. Bu duygulardan ise birtakım işler ortaya çıkar. Bunlar duyguların birer görüntüsü olup her bir görüntü, kaynağını yukarıda söz ettiğimiz üç temel içgüdüden almaktadır. Bu da demektir ki içgüdüler sadece üç tanedir. İnsanda “dinamik bir enerji, canlı bir potansiyel” vardır. Bu “dinamik enerji”, bünyesinde insanı tatmin olmaya sürükleyen ve doğal olarak var olan hisler taşımaktadır. Bu dürtüler, duygular veya hislerden maydana gelmektedir. Ve bunlar tatmin olmayı gerektirmektedir. Bu hislerin veya duyguların bir kısmı mutlaka tatmin olmak zorundadır. Aksi takdirde “dinamik enerji”nin varlığı tehdit edileceğinden insan ölür. Bir kısmı ise, tatmin olmak zorunda olmakla birlikte mutlaka tatmin olması gerekmeyen hisler veya duygulardır. Bunlar doyurulmadığı takdirde insan ölmez, fakat huzursuz olur. Çünkü bu durumda “dinamik enerji”nin varlığı değil, bu enerjinin duyduğu ihtiyaçlar tehdit altındadır. Bu açından insandaki “dinamik enerji”yi iki gruba ayırmak gerekir: a) Mutlaka tatmin edilmesi gereken ve “organik ihtiyaçlar” diye adlandırılan açlık, susuzluk, dışkıların dışarı atılması gibi ihtiyaçlar. Tatmin edilmesi gereken fakat mutlaka tatmin edilmesi zorunlu olmayan ve “içgüdüler” -ki bunlar “Beka içgüdüsü”, “Nevi içgüdü”, “Tedeyyün/İnanma ve kutsama içgüdüsü” olmak üzere üç tanedir- olarak isimlendirdiğimiz ihtiyaçlar. İnsan ve içgüdüler için en doğru yaklaşım budur. Eğer Batılılar, hissin maddeyi duyular aracılığıyla beyne taşımasıyla vakıayı anlamasına ve yorumlamasına imkân verecek ön bilgilerin sonucu olarak beynin bir yargıya varmasını sağlayan “aklî metot”u kullanmış olsalardı bu gerçeğe ulaşırlardı. Oysa “bilimsel metot”u takip etmelerinin sonucu olarak insanı madde gibi gördüklerinden ve insanın davranışlarını tıpkı bir maddeyi gözlemler gibi gözleme tabi tuttuklarından gerçeklerden sapıp içgüdüleri yanlış yorumlamışlardır. Sadece bununla da kalmamışlar, psikoloji, sosyoloji, pedagoji olarak adlandırılan -ki bunları bilim olarak lanse etmeleri başlı başına hatadır- pek çok meselelerde hata labirentlerinden geçmişlerdir. Bütün bu yanılgıların temelinde Amerikalılar ve Ruslar dahil olmak üzere Batılıların olur olmadık her meselede “bilimsel metot”u izlemeleri yatmaktadır. Bu şekilde olur olmadık her meseleyi “bilimsel metot”la çözmeye çalışan herkesin böyle bir akibete uğraması kaçınılmazdır. “Bilimsel metot” da akıl yürütmede doğru bir metottur. Ancak, “Bilimsel metot”, sadece bilimsel meselelerde, yani laboratuarda deneye tabi olmaya elverişli maddelerde kullanıldığında doğru bir metot olur. Hayata bakış açısıyla ilgili incelemelerde, yani ideolojiyle ilgili meselelerde, insan, toplum, doğa, tarih, hukuk, eğitim ve benzeri konularda kullanılması yanlıştır. Bilimsel metot, sadece deneye elverişli maddeyi incelerken takip edilmesi gereken bir metottur. Olur olmadık her konuda “bilimsel metot”un kullanılması, bu metodun “düşünme”nin temelini oluşturmasına yol açmıştır. Bu metodun, “düşünme”ye temel yapılması, her türlü araştırmada kullanılmasını doğal hale getirmiştir. Böyle olunca ideoloji, içgüdü, beyin, eğitim gibi bu metoda göre incelenmesi uygun olmayan konuların araştırılmasında da kullanılmış ve bu durum Sosyalist düşünce, psikoloji, pedagoji ve sosyoloji meselelerinde affedilmez hatalara yol açmıştır. Bütün bunların ötesinde bilimsel metodu düşünme için temel almak demek, pek çok bilgiyi, hakikati araştırmanın dışına itmek; fiilen mevcut ve hisle somut olan pek çok varlığı da inkâr etmek demektir. Bunun yanında, bilimsel metodun ortaya koyduğu sonuçlar “zanni”dir. Bilimsel metotla elde edilen sonuçların yanılabilirlik özelliğine dikkat etmek gerekir. Bu açıdan da düşünmeye temel teşkil edemez. Bilimsel metot, eşyanın varlığı, hakikati ve niteliği hakkında “zanni” sonuçlar verir. Halbuki varlıklarına ilişkin şüphe götürmeyen “kat'i” sonuçlar isteyen şeyler de vardır. Zanni bir metot, her halde kesin bir sonuca varmada esas olmaz. Bu bile tek başına bilimsel metodun düşünmeye esas kılınamayacağını göstermeye yetmektedir. Sonuç olarak düşünmenin sadece iki metodu vardır: “aklî metot” ve “bilimsel metot”. Bu ikisi dışında başka bir metot yoktur. Ancak “bilimsel metot”un kullanım alanı son derece sınırlıdır. Deneye elverişli madde dışında herhangi bir bilgi dalında kullanılamaz. “Aklî metot” ise, her türlü araştırmada kullanmaya elverişli yöntemdir. Bu yüzden “aklî metot”un düşünce için temel alınması kaçınılmaz olur. Üstelik ancak “aklî metot” yoluyla yeni bir fikir meydana getirilebilir. Bu olmadan düşünceler, yeni baştan meydana getirilemez. “Aklî metot”, “bilimsel metot”un kullanım alanını da ihtiva eder. “Aklî metot”la gözlem, deney ve sonuç ilkelerini kullanmak bilimsel gerçekleri elde etmek, yani bilimsel metodu oluşturmak mümkün olduğu gibi, tarihi gerçekleri ortaya çıkarıp yanlışlarla doğruları birbirinden ayırt etmek, kâinat, insan ve hayata ilişkin genel düşünceyi ve bunlarla ilgili gerçekleri ortaya çıkarmak da mümkündür. “Aklî metot” bir şeyin özü ve niteliğine ilişkin “zanni” sonuçlar verse de, o şeyin varlığı hakkında “kesin” sonuçlar verir. “Aklî metot” bir şeyin varlığına ilişkin “kesin” sonuç verdiğine göre, araştırma yaparken bu metodun temel alınması zorunluluğu doğmaktadır. Bu bağlamda bir şeyin varlığıyla ilgili “aklî metot”la “bilimsel metot” arasında çelişkili sonuçlar ortaya çıkarsa bu durumda mutlaka “aklî metot”un ortaya koyduğu sonuca itibar edilir. Çünkü tercih edilmesi gereken “zanni” değil, “kesin” sonuçtur. Görüldüğü gibi, yanılgının temelinde “bilimsel metot”un düşünmeye temel alınıp bir şey hakkında yargıya varmada adeta bir hakem rolü verilmesi yatmaktadır. Bu yüzden söz konusu yanılgı giderilmeli ve sadece “aklî metot” düşünce için temel alınarak bu temelle bir şey hakkında herhangi bir yargıya varılmalıdır. “Mantık” ise, bir düşünce metodu değildir. Mantık, aklî metoda dayalı olarak yapılan bir araştırma tekniğidir. Bu teknikte bir düşünce başka bir düşünce üzerinde kurularak his noktasına kadar götürülür ve böylece belli bir sonuca varılır. Örneğin; Yazı tahtası ağaçtan yapılmıştır. Her ağaç yanar Öyleyse yazı tahtası da yanar. Bir başka örnek: Kesilmiş koyunda hayat olsaydı kıpırdardı Bu koyun kıpırdamadı Öyleyse kesilmiş olan bu koyunda hayat yoktur. Örneklerde görüldüğü gibi önerme sonuçları öncüllerden yola çıkarak elde edilmişlerdir. Bu itibarla eğer öncüller doğruysa sonuç doğru, öncüller yanlışsa sonuç da yanlış olur. Önermelerde her öncülün his noktasına varması şarttır. Bu nedenle mantık önermelerinde, öncülün doğru olup olmadığına karar vermek için “aklî metot”a başvurulur ve his vasıtasıyla bir karar verilir. Bu noktada “aklî metot”a dayalı bir teknik kullanılmış olur. Ancak böyle bir teknikte yanılabilirlik payı da vardır. Öyleyse mantıkla yapılan araştırmanın doğruluğunu “aklî metot”a başvurarak ölçmek yerine, mantık tekniğine başvurmadan, daha araştırmanın ilk safhasında aklî metodu kullanmak izlenebilecek en tutarlı yoldur. Burada iki noktaya dikkat etmek gerekir. 1- “Bilimsel metot”da aranan en önemli şey, bir konuyu araştırmak istediğinizde bu konu hakkındaki her türlü görüş ve inançtan soyutlanmanız gerekmektir. “Bilimsel metot”un savunucuları, bilimsel araştırmanın ancak bu şekilde yapılabileceğini ileri sürmektedirler. Bu görüş doğru olmakla birlikte bilimsel değildir. Yukarıdaki tez, “aklî” bir konudur ve “aklî metot”un ilgi alanına girer. Zira burada mesele görüşlerle, inançlarla ilgili bir mesele değildir. Mesele araştırmayla ilgilidir. “Aklî” araştırmada maddenin his vasıtasıyla beyne aktarılması söz konusudur. “Bilimsel” araştırma ise, deney ve gözlemden ibarettir. İşte “aklî metot”la “bilimsel metot”u birbirinden ayırt eden bu özelliklerdir. “Aklî metot”a göre, kişi bir şeyin varlığını hissetmişse o şey hakkında bir yargıya varabilir. Ancak “bilimsel metot”a göre, bir şeyin varlığı deney ve gözlemle ispatlanmamışsa, o şey hakkında bir yargıya varılamaz. Mesela “aklî metot”da odunun yanan bir madde olduğunu hissetme, odunun yanan bir madde olmasıyla ilgili bir yargıya varmak için yeterlidir. Fakat “bilimsel metot”da odunun yanan bir madde olduğuna karar vermek için, bu maddeyi deney ve gözleme tabi tutmak gerekir. Öte yandan “aklî metot”da mutlaka ön bilgilerin var olması gerekir. “Bilimsel metot” ise ön bilgilerden soyutlanmayı öngörür. Halbuki ön bilgiler olmadan düşünme eylemini gerçekleştirmek imkânsızdır. “Bilimsel metot” savunucularının “araştırma yaparken ön görüş ve inançtan soyutlanmak gerekir” şeklindeki ifadeleriyle kastettikleri aslında kişinin araştırma yaptığı konu veya madde hakkında önceden sahip olduğu yargılar, yani ön yargılardır. Bu yüzden onların ileri sürdükleri “ön görüş” kavramından, madde hakkında yapılacak deney ve gözlemi yorumlamaya fırsat verecek olan “ön yargılar” anlaşılmalıdır. O halde “bilimsel metot”un üzerinde önemle durduğu nokta, ön görüş veya ön bilgi değil, madde hakkında yapılan deney ve gözlemdir diyebiliriz. Araştırmada ön görüş veya ön inancın kullanılıp kullanılmaması meselesine gelince; araştırmanın sıhhatini ve sonucunu etkilememesi açısından, araştırmacının konuyla ilgili önceden sahip olduğu görüşlerden ve yargılardan soyutlanması gerekir. Örneğin; Almanya ve Fransa'nın tek bir devlet ve tek bir ulus çerçevesinde birleşmelerinin mümkün olmadığı şeklinde bir görüşe sahip isem, bu iki ülkenin tek bir devlet ve ulus olarak birleşmeleri hakkında yapacağım araştırmada bu görüşümden kendimi soyutlamalıyım. Aksi durumda ne sağlıklı bir araştırma yapabilirim ne de sağlıklı bir sonuç elde edebilirim. Aynı şekilde kalkınmanın ancak sanayi, keşif ve eğitimle gerçekleştirilebileceğini düşünüyorsam, halkımın veya ümmetimin kalkınmasıyla ilgili yaptığım bir araştırmada kendimi bu görüşten soyutlamam gerekir. Yine atomun, maddenin bölünmez en küçük parçacığı olduğunu düşünüyorsam, atomun bölünmesiyle ilgili yaptığım bir araştırmada bu görüşümü dikkate almamam gerekir. Sonuç olarak her hangi bir konuda araştırmaya girişen kişi, kendisini konuyla ilgili her türlü ön yargıdan soyutlamalıdır. Şu da var ki; araştırma yaparken soyutlanması gereken bu görüşleri de irdelemek gerekir: Eğer söz konusu görüşler en ufak bir şüpheye yer bırakmayacak tarzda kesin delillerle ispatlanmış görüşler ise, araştırılmakta olan konu zanni bir konu ise ve de “zanni” bir sonuç veriyorsa, söz konusu görüşler asla bir kenara atılmamalıdır. Zira “kat'i/kesin” ile “zanni” çelişirse, “kesin” olan tercih edilir. Ancak hem araştırma hem de varılan sonuç “kesin” esaslara dayanıyorsa, bu durumda sağlıklı bir araştırma yapmak ve sağlıklı bir sonuç elde etmek için her türlü ön görüş veya inançtan soyutlanmak gerekir. Fakat araştırma “zanni” esaslara dayandığı halde kesin ve şüphe götürmeyen görüşler söz konusuysa, bu görüşlere sırt çevirmek doğru olmaz. Başka bir şekilde ifade edecek olursak, araştırmada konuyla ilgili önceden sahip olunan her türlü “zanni” görüşten soyutlanmak gerekir. Bu açıdan “aklî metot” ile “bilimsel metot” arasında bir fark yoktur. Zira araştırmada ön görüşlerin devreye girmesi, yapılan araştırma için bir felakettir. “Objektivizm” (Nesnecilik) kavramına gelince: Bu kavram ön görüşten soyutlanmanın yanı sıra, araştırmanın bütün yoğunluğuyla konu üzerinde odaklanmasını öngörmektedir. Örneğin; eğer araştırma konusu zeytin yağının analiziyse, bu konuyla ilgili olmayan hiç bir konu ve görüşün dikkate alınmaması gerekir. Aynı şekilde sanayi politikası ile ilgili bir araştırmada devletin sanayi politikası dışında araştırmacıyı hiç bir şey ilgilendirmez. Bu açıdan araştırmacı, piyasa, kâr veya risk faktörleriyle ilgilenmez. Yine şer'i hükmün “istinbat”ı ile ilgili yapılan bir araştırmada, şer'i hükmün “istinbat” usulü dışındaki konular üzerinde yoğunlaşmak doğru değildir. Böyle bir araştırmada fayda, zarar veya kamuoyu hesaba katılmadan söz konusu usul üzerinde yoğunlaşılır. “Objektivizm/nesnelcilik”de zihni, araştırma konusu üzerinde yoğunlaştırmak esastır. Bunun yanı sıra bir de konu araştırılırken hiç bir ön görüşün araştırmaya müdahale etmemesi ve konunun her türlü dış faktörden uzaklaştırılması gerekir. 2- “Mantık” ve mantıkla ilgili her şey insanı aldatabilir, yanıltabilir. Mantığın en çok zarar verdiği alan ise yasama ve siyasettir. Çünkü mantıkta sonuçlar öncüller üzerinde kuruludur. Bu öncüllerin doğru veya yanlış olduğunu anlamak her zaman mümkün değildir. Bu yüzden yanlış olan her hangi bir öncülün yanlışlığı her zaman açıkça anlaşılmayabilir. Aynı şekilde doğru olduğuna karar verilen bir önerme yanlış bilgiler üzerinde kurulu olabilir ve yanlış sonuçlar verebilir. Kaldı ki mantıkla, çelişkili sonuçlara varmak bile mümkündür. Şu önermeye dikkat edelim: Kur'an, Allah'ın kelamıdır Allah'ın kelamı “kadim”dir. Öyleyse Kur'an da “kadim”dir. Şimdi yukarıdaki önermeye zıt bir örnek verelim: Kur'an, Allah'ın Arapça kelamıdır. Arapça mahluktur, sonradan yaratılmıştır. Öyleyse Kur'an da mahluktur. Mantık, şu örnekte olduğu gibi yanıltıcı sonuçlar da verebilir: Müslümanlar geri kalmışlardır. Her geri kalan fikren düşüktür. Öyleyse Müslümanlar da fikren düşüktür. Devamı… Yukarıdaki örneklerde de görüldüğü üzere, mantık çok büyük tehlikelere, yanılgılara, çarpıtmalara, hatta yıkıma yol açabilir. Her şeyi mantık temeli üzerinde kuran halklar ve ümmetler yaşam standardını yükseltemezler. Bundan dolayıdır ki, mantık “aklî metot”un bir tekniği olsa da, kısır, zararlı ve korkunç felaketlere yol açabilen bir tekniktir. İşte bu yüzden mantıkçılığı terk etmek, hatta ondan kaçınmak ve bu teknik ile insan arasına engel koymak gerekir. Mantıksal teknik, yani mantıkçılık, “aklî metot”un bir tekniği olarak kabul edilse de karmaşık bir tekniktir. Bu teknikte yanılabilirlik payı o denli yüksektir ki istediğiniz gerçeğin tam tersini ortaya koyabilir. Bunun da ötesinde mantık, ister bir teknik olarak öğrenilsin ister bu teknikler kişide doğuştan var olsun, her iki durumda da mantıksal teknik, maddeyi doğrudan doğruya hissederek birtakım sonuçlar elde etmeyi sağlamaz. Hatta maddenin hissedilmesini engeller. Bu yönüyle mantığı, düşünmenin üçüncü metodu olarak da algılamak mümkündür. Ancak düşünmenin sadece iki metodu; “aklî” ve “bilimsel” metodu olduğuna göre, mantıksal tekniğin kullanılmaması tercih edilmelidir. Sağlıklı, güvenilir sonuçlar elde etmek için en güvenilir yol, doğrudan doğruya “aklî metot”un kullanılmasıdır. Zira “aklî metot”, sağlıklı sonucun garantisini veren tek metottur. Bütün bunlara paralel olarak diyebiliriz ki, “aklî metot”, düşüncenin temel metoduna aday tek doğal yöntemdir. Kur'an'ın ve dolayısıyla İslâm'ın da metodu budur. Kur'an ayetlerine şöyle bir göz atacak olursak, deliller ileri sürülürken veya hükümler açıklanırken “aklî metot”u bulmak mümkündür. Kur'an'da delillerle ilgili ayetlere şöyle bir göz atalım: “İnsan neden yaratıldığına bir bakıversin.” “Peki, (o yeniden dirilmeyi inkâr edenler) bakmazlar mı develere, (ve görmezler mi) nasıl yaratılmış onlar?” “Ve (bütün evren üzerindeki hâkimiyetimizin bir parçası olan) gecede de onlar için bir işaret vardır. Biz ondan gün (ışığı)nı çekip alırız ve birden karanlıkta kalıverirler.” “Allah, asla çocuk edinmemiştir, ne de O'nunla beraber başka bir ilah vardır: (Çünkü, eğer başka herhangi bir ilah) olsaydı, her ilah kendi yarattığı alemi kendinden yana çeker ve şüphesiz her biri diğerine baskın çıkmaya çalışırdı!” “....Sizin Allah'tan başka yalvarıp-yakardığınız bütün o (düzmece) varlıklar, hepsi bir araya gelseler dahi, bir sinek bile yaratamazlar. Hatta bir sinek onlardan bir şey kapacak olsa, onu bile geri alamazlar! Başvurup isteyen de, başvurulan ve istenen de ne kadar güçsüz!” “Göklerde ve yerde Allah'tan başka ilahlar olsaydı, bu iki alem de kargaşalık içinde yıkılıp giderdi!...” Yukarıda sıraladığımız tüm ayetler, maddenin beyne nakledilmesi için hissin kullanılması çağrısını dile getirmekte, doğru sonucun ancak bu şekilde elde edilebileceğini ifade etmektedir. Hükümlerle ilgili ayetlerde de aynı çağrıyı bulabiliriz: “Anneleriniz size haram kılınmıştır.” “Ölü eti size haram kılınmıştır.” “Hoşunuza gitmese de savaşmak size farz kılındı” “...Sizden kim bu aya (Ramazan ayına) erişirse, onda oruç tutsun.” “Ve iş hakkında (toplumu ilgilendiren her konuda) onlarla müşavere et.” “...Anlaşmalarınıza sadık olun!” “Allah'tan ve O'nun Elçisi'nden, kendileriyle anlaşma yapmış bulunduğunuz, Allah'tan başkasına ilahlık yakıştıran kimselere bir yükümsüzlük bildirisidir bu.” “...Allah, alışverişi helal, faizi haram kılmıştır.” “O halde sen Allah yolunda savaş; çünkü sen yalnızca kendi nefsinden sorumlusun...” “...Mü'minleri savaşa teşvik et.” “...(Eğer yetimlere karşı adil davranamamaktan korkuyorsanız, o zaman), size helal olan (diğer) kadınlardan biri ile evlenin, (hatta) ikisi, üçü veya dördü ile” “Eğer çocuğunuzu emzirirlerse onlara (hak ettikleri) karşılığı verin....” Bütün bu ayetler, somut vakıalar ve gerçekler için somut hükümler ortaya koymaktadırlar. Ayetlerin öngördüğü hükümleri veya bu hükümlerin dayandığı gerçekleri anlamak ise ancak, “aklî metot”la olur. Başka bir ifadeyle, bu ayetler üzerinde düşünme eylemini gerçekleştirmek ve onları pratiğe geçirmek için, mantıksal tekniğe değil, “direkt” teknik olarak nitelediğimiz “aklî metot”a başvurmak gerekir. İlk bakışta mantıksal bir üslup görüntüsü veren; “Göklerde ve yerde Allah'tan başka ilahlar olsaydı, bu iki alem de kargaşalık içinde yıkılıp giderdi!” ayeti bile, doğrudan doğruya, direkt bir üslupla ifade edilmiştir. Çünkü ayette ifade edilen sonuç, birtakım öncüllerle elde edilmemiştir. Ayet, birbirine bağlı öncüllerin değil, hissin doğrudan doğruya beyne taşınması çerçevesinde düşünme eylemine yapılan bir çağrının ifadesidir. O halde insanların takip etmeleri gereken sağlıklı düşünmenin temel ilkesi, “doğrudan doğruya üslup” şeklinde adlandırabileceğimiz “aklî metot”dur. Ancak bu yolla düşünme eyleminden elde edilen sonuç “zanni” meselelerde gerçeğe en yakın sonuç olarak karşımıza çıkarken, “kat'i” meselelerde ise kesin ve şüphe götürmeyen bir sonuç olarak ortaya çıkar. Bütün mesele “düşünme”yle ilgilidir. “Düşünme” ise insanın ve insan yaşamının en önemli unsurudur. İnsanın hayatında nasıl bir rota izleyeceği buna bağlıdır. Bunu algılamak için de düşünmenin metodunu iyice kavramak gerekir. İster gerçeklerin veya olayların algılanmasında ister birtakım metinlerin anlaşılmasında kullanılmış olsun düşünme eylemi sürekli değişken ve dallanıp budaklanan bir özelliğe sahip olduğu için, kaygan ve kaypak bir zeminle karşı karşıyadır. Bu nedenle sadece düşünmenin metodunu irdelemek yetmez. Bizzat "düşünme" mefhumunun da muhtelif hal, olay ve unsurlara göre açıkça irdelenmesi gerekmektedir. Bu açıdan, düşünmenin sistematiğini oluşturmak için, öncelikle birtakım meseleleri açıklığa kavuşturmak gerekir. Bunlar: 1. Düşünmenin hangi alanlarda eyleme dönüşmeye elverişli, hangi alanlarda elverişsiz olduğu meselesi, 2. Kâinat, insan ve hayat hakkında düşünme sistematiği 3. Hayat standardı hakkında düşünme 4. Gerçekler hakkında düşünme 5. Üsluplar hakkında düşünme 6. Araç gereçler hakkında düşünme 7. Gaye ve hedefler hakkında düşünme 8. Duyduğunu, okuduğunu yani metinleri anlama üzerinde düşünme 9. "Düşünme"ye ilişkin diğer unsurlar üzerinde düşünme Şimdi birtakım kategorilere ayırarak sistematize ettiğimiz bu düşünme biçimlerini irdelemeye başlayalım. [1] Tarık: 5 [2] Ğaşiye: 17 [3] Yasin: 37 [4] Mü’minun: 91 [5] Hacc: 73 [6] EnBiya: 22 [7] Nisa: 23 [8] Maide: 3 [9] Bakara: 216 [10] Bakara: 185 [11] Ali İmran: 159 [12] Maide: 1 [13] Tevbe: 1 [14] Bakara: 275 [15] Nisa: 84 [16] Enfal: 65 [17] Nisa: 3 [18] Talak: 6 [19] Enbiya: 22 DÜŞÜNMEYE ELVERİŞLİ OLAN VE OLMAYAN ALANLAR Düşünmenin nerelerde elverişli, nerelerde elverişsiz olduğu meselesinin, düşünürler de dahil olmak üzere pek çok insanı yanılgıya ve karmaşa içinde karmaşaya ittiği gayet açıktır. Aklın tanımını bilmek veya başka bir ifadeyle kesin ve şüphesiz bir şekilde aklın anlamını bilmek, düşünmenin ancak vakıa ortamında gerçekleşebileceğini ve somut vakıanın dışındaki ortamlarda gerçekleşemeyeceğini açıkça ortaya koymaktadır. Zira düşünme eylemi, vakıanın duyu organları vasıtasıyla beyne iletilmesinden ibarettir. Eğer ortada somut bir vakıa yoksa, akıl yürütülemez. Aynı şekilde vakıayı hissedecek bir hissin yokluğunda ne "düşünme"nin varlığından ne de düşünme imkânından söz edilebilir. Ancak şunu da belirtmek gerekir ki, bir çok düşünür vakıayı göz ardı ederek araştırmalarını sürdürmüşler, bu yüzden de karmaşa labirentinde dolaşıp durmuşlardır. Bu açıdan Yunan filozofları, araştırmalarını maddenin dışındaki unsurlara yöneltmişlerdir. Eğitim bilimciler de beyni taksim ederlerken, somut, yani hissedilebilir olanın dışındaki unsurlara dikkat etmişlerdir. Müslüman bilim adamlarının durumu da farklı değildir. Onlar da Allah'ın sıfatları, cennet, cehennem ve meleklerin nitelikleri gibi bir çok konuyu araştırırken, "hissetme"ye elverişli olmayan ortamlara yönelmişlerdir. Bunun da ötesinde pek çok meseleyi düşünürken; vakıanın dışında kalmak veya hissedilebilir olmayan şeyler üzerinde akıl yürütmek, insanlarda genel bir alışkanlık haline gelmiştir. O halde asıl çözülmesi gereken sorun, düşünmenin nerelerde elverişli, nerelerde elverişsiz olduğudur. Bütün bu söylenenler ve üzerinde kafa yormaya bile gerek olmayan bir çok kesin ve şüphesiz bilgiler ışığında diyebiliriz ki; aklın tanımı ve "aklî metot"un düşünme için temel olarak ele alınması, vakıa ve hissedilebilir olmayan hiçbir şey hakkında akıl yürütülemeyeceğini açıkça göstermektedir. Vakıa ve hissedilebilir olanın dışındaki şeylere ilişkin yapılan düşünme eylemi, "aklî eylem" değildir. Sözgelimi, aklı; ilk akıl, ikinci akıl, üçüncü akıl... şeklinde taksim etmek, safsata ve hayal ürününden öteye geçmez. Çünkü bunlar, hissedilebilen veya hissedilmesi mümkün olan vakıalar değildir. Hayal gücünün teorik varsayımlardan çıkardığı sonuçlardır. Bu nedenle burada düşünme eyleminden bahsedilemez. Çünkü hayal ile düşünce farklı şeylerdir. Matematik bilimleriyle ilgili varsayımlar dahil, tüm varsayımlar, düşünme kategorisine girmezler. Dolayısıyla düşünme eyleminden de söz etmek mümkün değildir. Bu açıdan, Yunan felsefesinin bütünüyle düşünme ve düşünme eyleminin ürünü olmadığını söylemek mümkündür. Zira "aklî eylem"e değil, sadece birtakım varsayımlara ve faraziyelere dayanmaktadır. "Beyin bir kaç kısma ayrılmakta olup her bir kısmı bir bilim dalıyla ilgilidir..." şeklindeki görüş de tümüyle hayal ürünüdür ve vakıadan, gerçeklikten uzaktır. Çünkü beynin hissedilebilir gerçeği, onun birtakım bölümlere ayrılmadığını göstermektedir. Üstelik böyle bir tez, his vasıtasıyla da elde edilmemiştir. Zira çalışır halde olan beynin, yani düşünme operasyonunu gerçekleştiren beynin hissedilebilir olması mümkün değildir. O halde "beynin birtakım bölümlere ayrılması", vakıaya, gerçekliğe aykırı olmasının yanı sıra, duyular yoluyla elde edilen bir sonuç da değildir. Dolayısıyla pedagojinin ileri sürdüğü tüm bu düşünceler, "aklî eylem"in ürünü değildir. Bunlar, sadece varsayımlardır. Aynı şekilde "Allah'ın kudret sıfatı vardır ve bu kudret sıfatı hem "ezeli" hem de "hâdis" özelliğine sahiptir" şeklinde ifade edilen görüşler, Allah'ın sıfatlarını aklî delillerle kanıtlama çabaları ve buna benzer nice örnekler aklî delillerle irdelendiğinde, bunların düşünceyle uzaktan yakından ilgisi olmadığı görülür. Çünkü bu düşünceler, "aklî eylem"den doğan düşünceler değildir. Kaldı ki, bu düşünceler insan duyularının algılayabileceği türden de değildir. "Aklî eylem", yani akıl yürütme, ancak insan duyularının hissettiği bir gerçek veya vakıa üzerinde gerçekleştirilebilir. Ancak öyle şeyler vardır ki bir vakıaya yani gerçekliğe sahip olmalarına rağmen, insan duyuları onları doğrudan hissedip beyne taşıyamaz. Bu durumda insan duyusu bu tür şeylerin eserini, izini veya etkisini hissedip beyne taşır. Bu tür şeylerde akıl ancak bu şekilde yürütülebilir. Buna rağmen bunlara ilişkin yürütülen düşünme eylemi, onların özüne ve künhüne değil, varlığına yöneliktir. Zira duyu organları vasıtasıyla beyne iletilen, bu şeylerin eseri, izi veya etkileridir. Bir şeyin eseri, izi veya etkisi ise, onun sadece varlığının bir göstergesidir. Onun özünü ve künhünü ifade etmez. Mesela, çıplak gözle görülemeyecek kadar yüksekte uçan, ancak sesi duyulabilen bir uçak düşünün. Bu ses, size bir şeyin, yani uçağın varlığı konusunda bir fikir verebilir; ancak uçağın özünü, cevherini açıklığa kavuşturamaz. Zira yukarıdan gelen ses, mevcut olan bir nesnenin sesidir. Hissin ayırt etme yetisiyle bu sesin bir uçağa ait olduğu anlaşılmıştır. Burada "aklî eylem", uçağın varlığı üzerinde odaklanmış, ardından uçağın var olduğuna karar vermiştir. Verilen bu karar, duyuların doğrudan uçağı hissetmesinden değil, onun eserini, izini, etkisini, yani onun göstergesi durumundaki bir şeyi algılamasından doğmuştur. Demek ki akıl, uçağın var olduğunu gösteren dolaylı etkenlerden yola çıkarak uçağın varlığıyla ilgili bir yargıya varmıştır. Gerçi Mirage tipi bir uçağın sesini Phantom tipi bir uçağın sesinden ayırt etmek ve tıpkı sesin türünden yola çıkarak gelen sesin bir uçağa ait olduğuna karar vermek gibi, yine uçağın sesinden ne tür bir uçak olduğuna karar vermek de mümkündür. Ancak bu bile gelen sesin bir uçağa ait olup olmadığını ve bir uçağa aitse ne tür bir uçağa ait olduğunu bilmeye, bunları birbirinden ayırt etme yetisine bağlıdır. Bütün bunlara karşın, verilen hüküm, uçağın özüne ve künhüne ilişkin bir hüküm değildir. Uçağa ilişkin dolaylı faktörlerden yola çıkarak bu varlığın türü hakkında verilen bir hüküm söz konusudur. Her ne olursa olsun verilen bu hüküm bir düşünce olarak kabul edilebilir. Çünkü bu hükümde "aklî eylem" fiilen gerçekleşmiştir. Duyu organları nesneye ilişkin birtakım faktörleri, yani nesnenin eserini, izini veya etkisini beyne ilettikler için "aklî eylem"den söz etmek mümkündür. Öte yandan uçağın varlığına ilişkin verilen hükmün, "zanni" bir hüküm olduğu da söylenemez. Çünkü mesele, insanın özünü hissetmeyip sadece eserini, izini veya etkisini hissedebildiği olay ve nesnelerle ilgili düşünme imkânının var olup olmadığı meselesidir. Bu tip nesnelerde bizi, olaylar hakkında akıl yürütülebilir mi, yürütülemez mi? sorusu ilgilendirmektedir. Gelen sesin bir uçağa ait olduğuna ilişkin "zanni" bir hüküm versek de; kendisinden ses çıkan bir nesnenin varlığına hükmetmek, yani "bu bir varlıktır" demek, "kesin" bir hükümdür. Kaldı ki "aklî metot"un sonuçları "zanni" olabildiği gibi, "kat'i/kesin" de olabilir. Bu sonuçlar, beyne iletilen his ve onu yorumlayan ön-bilgilere (a priori bilgilere) göre "kat'i" ya da "zanni" olabilirler. Öte yandan hisle algılanamayan şeylerle ilgili düşünülürken, akıl yürütme eylemi bu şeylerin eseri, izi veya etkisine yöneltilir. Çünkü bir şeyin eseri, izi veya etkisi, onun varlığının bir parçasıdır. Bir şeyin eseri, izi veya etkisi hisle algılanabiliyorsa onun varlığı da algılanabiliyor demektir. Dolayısıyla böyle bir şeyin varlığıyla ilgili kesin bir şekilde akıl yürütülebilir. Aynı şekilde onun herhangi bir göstergesi, onu kendi türünden ayırt edebilecek biçimde his tarafından algılanabilir. Bunun dışında akıl yürütülemez, dolayısıyla düşünce de oluşmaz. Öte yandan, bazen his bir şeyin eseri, izi veya etkisini değil, onun niteliklerini algılar ve bu nitelikler o şeye ilişkin hüküm verme aracı haline gelirler. Örneğin; "Amerika özgürlükler düşüncesine inanan bir ülkedir" sözünü ele alalım, Bu sözün anlamı: "Amerika emperyalist bir ülke değildir." Oysa emperyalizm, halkların köleleştirilmesidir ki, bu da özgürlük düşüncesiyle çelişmektedir. O halde "Amerika özgürlükçü bir ülkedir" öncülü, Amerika'nın ülke dışındaki herhangi bir eseri, izi veya etkisinin değil, onun bir niteliğinin ifadesidir. Bir şeyin şöyle şöyle niteliklerinin olması, aynı şekilde bir esere, ize veya etkiye sahip olduğu anlamına gelmez. Bu nedenle nitelikler üzerinde akıl yürütülmez. Üstelik söz konusu nitelik, hissin hüküm vermek için beyne ilettiği türden bir nitelik de değildir. Bu önermedeki nitelik, nitelenen şeyin herhangi bir eseri, izi veya etkisi durumunda değildir. Bu yüzden de onu bir öncül olarak ele alıp onun vasıtasıyla eylemler hakkında bir yargıya varmak mümkün değildir. Zira fiiller, yüklendikleri belli bir nitelik ya da özellikle insanda bulunmazlar. İnsan, fiilleri pek çok sıfatlar yüklenmiş olan pek çok vesilelerle ve nedenlerle kazanır. Örneğin; "İslâm şeref dinidir" demek, her Müslümanın şerefli olması anlamına gelmez. Çünkü şeref, dinle eşdeğer değil, dini prensiplerden sadece bir tanesidir. Ayrıca insanın bir dine inanması inandığı dinin bütün gereklerini yerine getiriyor olması anlamına da gelmez. Demek ki "şeref", dinin bir eseri veya izi değil, onun herhangi bir sıfatıdır. Dinin gereklerini yerine getirmek de böyledir. Bu nedenle söz konusu nitelik üzerinde akıl yürütülmez. Bu bağlamda yukarıdaki söz, düşünmenin ürünü değil, sadece bir varsayımdan ibarettir. Bütün bu söylenenlere paralel olarak diyebiliriz ki, düşünme eylemi bir şeyin, bir objenin sıfatına değil, onun eserine, izine veya etkisine uygulanabilir. Zira hissin bir şeyin ancak eserini, izini ve etkisini beyne iletmesi mümkündür, fakat bu durum o şeyin sıfatı için geçerli değildir. Bir şeyin sıfatı, hissedilmeye elverişli olmadığından duyu organlarıyla beyne iletilmesi mümkün değildir. Kısaca diyebiliriz ki; bir şeyin niteliği, kendisi veya eseri, izi ve etkisine ilişkin hüküm verme aracı olamaz ve bu durumda akıl yürütülmez. Çünkü böyle bir hüküm "aklî eylem"in ürünü değildir. Bir başka ifadeyle varsayımlar, hisle algılanmamış olduklarından bu varsayımlar, bir şey hakkında yargıya varma aracı olamazlar. Gerçi mantık öncüllerinde olduğu gibi, bazı varsayımlar hissedilmeye elverişlidir; fakat böyle bir durumda söz konusu terimler varsayım olmaktan çıkar, hatta gerçek bilgilere dönüşür. Varsayımlar, tahminden ibarettir. Varsayımlarda ne his ne de histen doğan tahmin söz konusudur. Öyleyse varsayım ve faraziyeleri düşünce olarak kabul etmek yanlıştır. Öte yandan şöyle bir görüş ileri sürülebilir: Akıl yürütmeyi, sadece kendisi veya eseri, izi ve etkisi algılanabilen şeylerle sınırlamak, sadece somut şeyler üzerinde akıl yürütülebileceği anlamına gelir. Bu ise, sadece somut maddeyi incelemeyi öngören "bilimsel metot"un, düşünmenin temelini oluşturması demektir. Bu durumda akla, "aklî metot" da ne oluyor? şeklinde bir soru gelebilir. Bu soruya karşılık diyoruz ki, "bilimsel metot" sadece hisle yetinmez, somut maddenin deney ve gözleme tabi tutulması koşulunu da ileri sürer. "Düşünme eylemi sadece hissedilebilir şeyler üzerinde gerçekleştirilebilir" derken söylediklerimiz, deney ve gözleme tabi maddeleri kapsamına aldığı gibi, salt hissetmeyle algılanabilen şeyleri de kapsamına alır. Bu ise, "bilimsel metot"a düşünmenin temeli rolünü vermez. Böyle bir kapsam, "bilimsel metodu"un doğru bir düşünme tekniği haline gelmesini sağlar. Çünkü "bilimsel metot" eşyanın hissedilebilir (somut) olmasını öngörmesinin yanında, buna bir de deney ve gözleme tabi tutulması şartını eklemektedir. "Aklî metot"a gelince; bu metot düşünme eyleminin hissedilebilir somut nesne üzerinde yoğunlaşmasını öngörür. "Aklî metot", aklın tanımında temel olarak ön bilgilerin varlığını değil, hissedilebilen vakıayı kabul eder. Ön bilgiler ise, hissedilen vakıa üzerinde akıl yürütmek için şarttır. Aksi takdirde hissedilen vakıa, sadece "hissedilen bir vakıa" olmaktan öteye geçmez. Akıl yürütmede temel olan, düşünme eyleminin hissedilebilir bir vakıa üzerinde gerçekleşmesidir. Yoksa bir şeyin varlığına ilişkin tahmin veya varsayımda bulunmak değildir. Bu nedenle ilk insanın düşünme biçimini ortaya koyma çabaları, akıl yürütme olarak kabul edilmez. Çünkü ilk insan şu anda hissedilebilir somut bir vakıa değildir. Oysa şu andaki insan, hissedilebilir somut bir vakıadır. Dolayısıyla şu andaki insana bakarak, ilk insanın nasıl düşündüğü araştırılır. Sonra da araştırmadan elde edilen sonuç insan cinsine uygulanır. Çünkü değişmeyen tek bir cins ve türe ait olan bir şey aynı tür ve cinsin tamamı için de aynıdır. Örneğin, toprak molekülü veya belli bir toprağı ele alalım, söz konusu toprak molekülü hakkında his yoluyla elde edilen tüm bulgular, tüm toprak cinsi veya türü için de geçerlidir. Molekülünü ele aldığımız bu toprak ister yaşadığımız çevrede bulunsun ister bulunmasın, ister üzerinde fikir yürütülsün ister yürütülmesin sonuç değişmez. Demek ki önemli olan, üzerinde fikir yürütülen eşyanın hissedilebilir bir gerçeğe, vakıaya veya bu gerçeğin eseri, izi ve etkisine sahip olmasıdır. Kendisi veya eseri, izi ya da etkisi hissedilmeyen şey hakkında akıl yürütülemez. Devamı… Bu bakımdan açıkça bilinmelidir ki, varılan yargılar ve edinilen bilgiler bir vakıaya, yani gerçekliğe dayanmıyorsa veya bu vakıa varsayımlara dayalı olarak elde edilmişse, bu durumda bir düşünce veya aklın ortaya koyduğu bir üründen söz etmek mümkün değildir. Zira akıl, hissedilebilir bir vakıa veya onun eseri, izi, etkisi olmadan işlevini yerine getiremez. Dolayısıyla akıl, ancak vakıa veya vakıanın eseri, izi ve etkisi üzerinde yürütülebilir. Bunun dışında aklî eylem meydana gelmez. Kitaplara geçmiş öyle çok şey vardır ki, bunları aklın ürünü olarak kabul etmek mümkün değildir. Dolayısıyla düşünceden de sayılamazlar. Bu noktada biraz da "Mugayyebât", yani "somut olanın dışında var olan şeyler"i irdelemek gerekir. "Somut olanın dışında var olan şeyler" derken hem düşünen kişinin gıyabında gerçekleşen şeyler hem de hissin gıyabında gerçekleşen şeyler kastedilmektedir. Bu bağlamda beynin, "somut olanın dışında var olan şeyler"le meşgul olması düşünme eylemini yerine getirdiği anlamına gelebilir mi? Soyut şeyler hakkında ileri sürülen görüşler "düşünce" olarak addedilir mi? Düşünen kişinin gıyabında gerçekleşen şeyler yani mugayyebât, aslında yok olmayan şeylerdir. Hissi sadece düşünen kişi beyne nakletmez. Herhangi bir insan herhangi bir şeyi beynine nakledebilir. Sözgelimi bir kişi daha önce görmediği Mekke veya Kâbe'yle ilgili düşünme eylemine giriştiğinde, bu kişinin soyut bir şeyi düşündüğü söylenemez. Çünkü bu kişinin, hakkında fikir yürüttüğü şey somuttur. Bir şeyin somut olması için bu kişinin illa onu hissetmesi gerekmez. Somut olan şey, bünyesinde hissedilebilirlik özelliğini taşıyan şeydir. O halde düşünen kişinin gıyabında var olan şeyler de somut şeylerdir ve beynin bu gibi şeylerle meşgul olmasını "düşünme eylemi" olarak kabul etmek mümkündür. Bu açıdan binlerce yıl sonra kaydedilmiş olsa bile "tarih" düşünceler manzumesi olarak kabul edilebilir. Aynı şekilde antik bilgiler de düşünceden sayılabilir. Bu bilgilere ilişkin yapılan düşünme eylemi binlerce yıl sonra gerçekleşse bile sonuç değişmez. Çok uzak mesafelerden gelse bile telgraf haberleri düşünce olarak nitelenebilir. Beyin bu haberler üzerinde yoğunlaşırsa, düşünme eylemi gerçekleştirilmiş sayılır. Öyleyse düşünen kişinin gıyabında var olan şeyleri de somut, hissedilebilir şeyler olarak addetmek gerekir. Çünkü hissin sadece düşünen kişiye has olması şart değildir. His, insana herhangi bir şekilde ulaşabilir. Kişi, duydukları veya okuduklarıyla da hissedebilir. Demek ki bilgi, somut, yani hissedilebilir bir gerçeğin, vakıanın ürünü olmadıkça "düşünce"ye dönüşemez. "Düşünce", somut vakıa veya bu vakıanın eserini, izini, etkisini bilmektir. "Düşünme" ise, beynin hissedilebilir bir vakıa veya bu vakıaya ait eser, iz ve etki ile meşgul olmasıdır. Hissedilebilir bir vakıa veya bu vakıanın eseri, izi, etkisi olmaksızın ne düşünce ne de düşünme söz konusu olabilir. Hissin gıyabında var olan şeylere gelince, işte "Mugayyebât" olarak adlandırılan şeyler bunlardır ve yukarıda sorulan soru da bunlarla ilgilidir. Hissin gıyabında var olan soyut şeylerle ilgili atılması gereken ilk adım, soyut şeyleri ele almaktır: Eğer soyut şey, varlığı kesin delillerle ispatlanmış kesin bir kaynaktan nakledilip aktarılmışsa, "düşünce"nin varlığından söz edilebilir. Bu tip düşünceyle meşgul olan beyin de düşünme eylemini yerine getirmiş olur. Zira soyut şeyle ilgili aktarımda bulunan kişi ve onun sözleri, "his" ve "kesin düşünce" yoluyla tespit edilmiştir. Bu nedenle soyut şeyin, aslında kendisi veya onun eseri, izi, etkisi somut olan bir kaynaktan ortaya çıktığı kabul edilir. Üstelik kaynağın varlığının yanısıra, kaynağın doğruluğu da "kesin düşünce"yle tespit edilmiş olur. Soyut şeyi aktarma işlemi ister "kat'i" ister "zanni" delille tespit edilmiş olsun, burada hem "düşünce" hem de "düşünme" den söz etmek mümkündür. Zira aktarma işleminin bir "düşünce" olarak kabul edilmesi için, böyle bir aktarımın var olup olmadığı ve aktarım işleminin doğru yapılıp yapılmadığına bakılır. Aktarımda bulunulan sözün doğruluğuna bakılmaz. O halde varlığı kesin delille tespit edilen kaynakların ortaya çıkardığı soyut şeyler "düşünce", beynin bu şeylerle meşgul olması ise "düşünme"dir. Söz konusu soyut şeylerin doğruluğunun ise, kat'ilik veya zanniliğin baskın olduğu yollarla ortaya çıkarılması mümkündür. Varlığı ve doğruluğu kesin delillerle ispatlanmış soyut şeylerin doğruluğunu kesin bir şekilde kabul etmek gerekir. Böyle bir durumda ısrarla şüpheci bir yaklaşım içinde olmak doğru değildir. Aktarımda bulunulan soyut şey "zanni" bir şekilde elde edilmişse, bu durumda bu bulguya kesin olmayan bir bulgu gözüyle bakmak gerekir. Ancak her iki durumda da hem düşünce hem de düşünme eyleminden söz edilebilir. Bu bağlamda Müslümanların, delil olarak göstermeye elverişli "ahad" hadislerden ve Kur'an-ı Kerim'den aldıkları hükümler de "düşünce" kapsamına girmekte olup bunlar akıl yürütmeye elverişlidirler. Varlığı ve doğruluğu kesin bir şekilde ortaya konmamış olan soyut şeyler ise, "düşünce" değildirler. Bu tip soyut şeylerle meşgul olan beyin, "düşünme" işlevini yerine getirmiş olmaz. Bu gibi şeyler, varsayım ve kuruntudan öteye geçemez. Varlığı ve doğruluğu kesin delillerle ortaya çıkmadıkça soyut şey "düşünce" olarak kabul edilip "düşünme eylemi"nin gerçekleştirilmesi için uygun olamaz. Zira soyut şeyler, temel olarak hissedilebilir olana, yani soyut şeye dayanmaktadır. Sonuçta soyut şeyi hisseden veya varlığı ve doğruluğunu kesin delillerle saptayan, insandır. İnsanın hissetmediği veya varlığını ve doğruluğunu kesin delillerle ispatlamadığı soyut şeyler, hissedilebilir somut şeyler olmadıklarından "düşünce" den sayılmaz. Beynin bu yolda çalıştırılması da "düşünme"yi doğurmaz. "Düşünme", beynin hissedilebilir somut varlıklar veya bu varlıkların eserleri, izleri ve etkileri üzerinde yoğunlaşmasıdır ki "düşünce" bu yoğunlaşmanın sonucunda ortaya çıkar. -
”Akli metotun”, ”bilimsel metotun” ve ”mantıksal metotun” rolleri
Kalkınma şurada cevap verdi: Kalkınma başlık Dini Konular - Din - Dinler
Devam... İnsan beyni açısından durum tam tersidir. İnsan beyni, çağrışım dışında bilgiler arasında bağ kurma yeteneğine de sahiptir. İnsan, Bağdat'ta gördüğü bir adamı on yıl sonra Şam'da gördüğünde onu hatırlar. Fakat adam hakkında bilgi sahibi olmadığı için Şam'da bulunmasına bir anlam veremez. Eğer Bağdat'ta gördüğü zaman adam hakkında bilgilenmiş olsaydı, daha sonra Şam'da gördüğünde, önceden sahip olduğu bilgilere dayanarak orada bulunuşuna bir anlam verebilirdi. Fakat hayvan çağrışımla bu adamı hatırlasa bile, onun Şam'da bulunmasına bir anlam veremez. Hayvan, bu adamı gördüğü zaman içgüdülerine bağlı olarak hissetme eylemini gerçekleştirir. Zira hayvan, duyular aracılığıyla hatırlama (çağrışım) yeteneğine sahip olmasına karşın, ne kadar çok eğitilirse eğitilsin ve ne kadar çok taklitte bulunursa bulunsun bilgiler arasında bağ kuramaz. Oysa insan beyni hem hisleri hatırlar, çağrışımda bulunur hem de bilgileri ilişkilendirir. İçgüdüler ve organik ihtiyaçlarla nesneler hakkında yargıya varma arasındaki fark nedir? İnsan, içgüdüleri tekrar yoluyla hatırlama, ve kendisinde bulunan bilgiler arasında bağ kurma özelliği ile hissettiklerinden ve çağrıştırıp hatırladıklarından bilgiler meydan getirebilir. Bütün bunları ancak içgüdü ve organik ihtiyaç ortamında gerçekleştirebilir. Böyle bir ortam olmaksızın bilgiler arasında bağlantı kurma işlevini yerine getiremez. Başka bir ifadeyle, böyle bir ortam olmadan herhangi bir yargıya varmada söz konusu bilgilerle bağ kuramaz. Bu nedenle çoğu kişi, “bilgileri hatırlama” (çağrışım) ile “bilgileri birbiriyle ilişkilendirme” kavramlarını birbirine karıştırmaktadır. Halbuki “çağrışım” sadece içgüdüler ve organik ihtiyaçlar için geçerlidir. “Bilgileri birbiriyle ilişkilendirme” ise, ister içgüdüler ve organik ihtiyaçlarla ilgili olsun isterse bir konu hakkında yargıya varmakla ilgili olsun her şey için geçerlidir. “Ön bilgiler”, “bilgileri birbirleriyle ilişkilendirmek” için mutlaka gereklidir. İnsan ile hayvan arasındaki fark bu noktada ortaya çıkar. Nasıl ki insan, tahtanın suya batmayışından geminin tahtadan yapılabileceğini anlıyorsa; aynı şekilde maymun, ağaçta asılı bulunan bir muzu indirmenin sopa veya benzeri bir şeyle mümkün olduğunu anlamaktadır. Bütün bunlar içgüdüler ve organik ihtiyaçlarla ilgilidir. Burada “ilişkilendirme”den bilgiler elde edilmiş olmasına karşın, söz konusu olan “bilgileri birbiriyle ilişkilendirme” değil, “hatırlama” (çağrışım)'dır. Bu yüzden de “akli eylem” söz konusu değildir. Gerçek bir “akli eylem” den söz edilebilmesi için, nesneler hakkında yargıya varmak gerekir. Ancak bu durumda akıl veya düşünceden söz edilebilir. Nesneler hakkında yargıya varmak ise, ancak bilgileri önceden sahip olunan bilgilerle, yani ön bilgilerle ilişkilendirmekle mümkündür. Bu bağlamda akıl, düşünce, yani “akli eylem”in var olabilmesi için, kendisiyle bağ kurma işlemi gerçekleştirilecek olan ön bilgilerin var olması gereklidir. Çoğu kimse, beynin maddeye yansıdığını veya insanın maddeyi hissederek düşünme ve aklî eylemi gerçekleştirdiğini ispatlamak için, ilk insanın tecrübeleriyle ve bu tecrübelerden bilgiler meydana getirerek düşünceyi nasıl oluşturduğunu anlatmaya çalışırlar. Söz konusu olanın yalnızca “hatırlama” (çağrışım) olduğu, burada “bilgileri birbiriyle ilişkilendirme”nin söz konusu olmadığı, konunun içgüdülerle ilgili olduğu ve bunlarla yargıya varmanın mümkün olmadığı şeklinde yukarıda belirttiğimiz ifadeler bu tezi çürütmek için yeterli olmasına rağmen asıl mesele ne ilk insandır ne de ilk insanla ilgili varsayımlar veya tahminlerdir. Burada asıl mesele ilk insan veya son insan değil, insan gerçeğidir. Günümüzün insanını ilk insana, yani burada olanı burada olmayana kıyaslamak yerine; ilk insanı ele alıp gördüğümüz hissettiğimiz günümüz insanına kıyaslamak daha akıllıca bir davranıştır. Böylece bugünkü insanı özümseyip algılamakla her insan, hatta ilk insan algılanmış olur. Bu gerçeği her zaman göz önünde bulundurmak gerekir. Zira günümüz insanı somut olarak gözümüzün önündedir. O halde önce insanın içgüdüler ve yargıya varmakla ilgili aklî eylemini irdelemek, sonra da “hatırlama” (çağrışım), “bilgileri birbiriyle ilişkilendirme” ve her iki kavram arasındaki farka dikkat etmek gerekir. Bu farka dikkat ettiğimizde görürüz ki, insanın aklî bir eylemi gerçekleştirmesi için ön bilgilerle bağ kurması şarttır. Fakat hissin hatırlanması (çağrışım), hem insanda hem de hayvanda bulunmaktadır ve bu durumda aklî eylem, akıl yürütme ve düşünceden söz edilemez. Nesneleri henüz tanımayan, nesneler hakkında henüz bilgilere sahip olmayan, fakat bu bilgilere sahip olması mümkün olan küçük çocuğun bu durumu, aklın anlamını ortaya koyan en doğru kanıt olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu bağlamda akıl sadece insanda vardır. Aklî eylemi yalnızca insan gerçekleştirebilir. Ancak içgüdüler ve organik ihtiyaçlar, bunları sezme, hissetme ve hissedilenleri hatırlama (çağrışım) açısından insan ile hayvan arasında bir fark olmamasına rağmen, bunların hiç birisi ne akıl, ne algılama ne düşünce, ne de akıl yürütmedir. Burada “içgüdüsel olarak ayırt etme” den başka bir şey söz konusu değildir. “Aklî Algılama” ise bambaşka bir şeydir. Akıl, bilgileri birbiriyle ilişkilendirme özelliğine sahip bir beynin varlığını gerektirmektedir ki bu özellik sadece insanda mevcuttur. O halde aklî eylem, “ilişkilendirme” yeteneğinin varlığıyla mümkündür. “İlişkilendirme” yeteneği ise, ancak bilgiler ile madde arasında bağ kurmakla mümkün olur. Bu nedenle ister ilk insanda olsun isterse günümüz insanında olsun aklî eylemin söz konusu olabilmesi için madde ile ilgili ön bilgilerin varlığından söz etmek gerekir ki bu bilgiler maddeden önce zaten vardır. İlk insanın önüne madde sunulmadan önce, bu madde hakkında önceden edinilen bilgilere (ön bilgilere) sahip olması gerekmez mi? Allah'ın ilk insan Adem hakkında söylediği “...Ve O, Adem'e her şeyin ismini öğretti” şeklindeki yüce sözü ve ardından buyurmuş olduğu “Ey Adem! Bu şeylerin isimlerini onlara bildir” yüce sözü de ön bilgilerin aklın oluşmasındaki önemine işaret etmektedir. O halde ön bilgiler, “aklî eylem”in gerçekleşip bir anlam kazanması için vazgeçilmez unsurdur. Komünist düşünürler, aklı anlamaya çalışırken, aklî eylemin gerçekleşmesi için madde ve beynin gerekliliğini kavramakla buraya kadar doğru bir metot izlemişlerdir. Ancak sorun onlar için bu noktadan sonra başlamıştır ki, beyni maddeyle ilişkilendirerek bu ilişkiyi “his/duyum”la değil, “yansıma”yla ifade ederken hataya düşmüşlerdir. “Aklî eylem”in gerçekleşmesi için ön bilgilerin var olması zaruretini inkâr etmekle de tamamen yanılgıya düşmüşlerdir. Zira söz konusu ön bilgiler olmadan Aklî eylemin gerçekleşmesi mümkün değildir. Bütün bu söylenenler doğrultusunda aklı kesin ve kuşkuya yer bırakmayacak bir şekilde anlamanın yolu, şu dört unsurun birlikte bir arada bulunmasından geçer. Bunlar: 1- Madde veya vakıa 2- Sağlıklı beyin 3- His 4- Ön bilgiler Buna göre akıl, düşünce veya idrak; vakıayı hissetme olgusunun duyu organları vasıtasıyla beyne taşınması ve beynin bu vakıayı ön bilgilerle yorumlamasıdır. İşte aklın yegâne doğru tanımı budur. Bunun dışında bir başka tarifi yoktur. Bu, akıl olgusunu sağlıklı bir biçimde niteleyen ve her asırda tüm insanları bağlayabilecek tek tanımdır. TEFEKKÜR Kesin ve şüpheye yer bırakmayacak şekilde aklın tanımını yaptıktan sonra, düşünceye ulaşmak için aklın nasıl bir yol izlediğini, yani düşünceleri nasıl ürettiğini ortaya koymak gerekir. Buna, “düşünme metodu” diyoruz. “Düşünme metodu”nun yanı sıra bir de “düşünme üslubu” vardır. “Düşünme üslubu” nesnenin nasıl araştırılması gerektiğini ortaya koymaktadır. Söz konusu nesne somut-maddi bir nesne olabildiği gibi, maddi olmayan bir nesne veya bir şeyi araştırmayı gerektiren araçlar da olabilir. Bu nedenle “üsluplar”, nesnenin türüne, değişme ve farklı şekillerde meydana çıkma özelliğine göre değişip farklılık gösterirler. “Düşünme metodu” ise, doğası ve gerçekliğine bağlı olarak aklî eylemin, yani akıl yürütme eyleminin nasıl gerçekleştiğini ifade etmektedir. Bu nedenle “düşünme metodu” değişmez, olduğu gibi kalır. Bunun doğal bir sonucu olarak da değişip farklı biçimlerde ortaya çıkmaz. “Düşünme üslubu” her ne kadar değişirse değişsin, “düşünme metodu”nda süreklilik ve değişmezlik esastır. “Düşünme metodu”, aklın her türlü düşünceyi üretme biçimidir. Bu, aynı zamanda aklın da tanımı olup, hiçbir şekilde akıl olgusuyla çelişen bir tanım değildir. Bu nedenle “düşünme metodu” “aklî metot” olarak da adlandırılabilir. “Aklî metot”; hakkında araştırma yapılan şeyin, nesnenin, konunun hakikatını, hissin maddeyi duyular aracılığıyla beyne taşımasıyla anlamayı hedefleyen ve maddeyi yorumlamasına imkân verecek ön bilgilerin sonucu olarak beynin bir yargıya varmasını sağlayan belli bir araştırma metodudur. Bu tanımdan da anlaşılacağı üzere beynin bir yargıya varması, “düşünme” veya “aklî kavrama”dır. “Aklî metot”; fizik gibi pozitif bilimlerde ideoloji ve yasama gibi fikri konularda, edebiyat ve fıkıh, gibi sözel konularda yapılan araştırmalarda kullanılabilir. Bu metot, “kavrama”ya ve kavrama eylemine götüren doğal bir metot olup tanımı aklın tanımıyla örtüşmektedir. Kişinin bu metotla bir insan olarak daha önce kavradığı bir şeyi tekrar kavraması veya kavramak istediği şeyi özümsemesi mümkündür. Görüldüğü gibi “aklî metot” düşünmenin yegâne metodudur. “Bilimsel metot”, “mantıksal metot” gibi düşünme metotları, “aklî metot”un birer dallarıdır. “Bilimsel” ve “mantıksal” metot, bir şey, bir konu hakkında araştırma yapmanın herhangi bir üslubu veya aracı olup düşünce için esas metot değildir. Düşünmenin yegâne metodu, yalnızca “aklî metot”tur. Ancak “aklî metot”u tanımlarken bir şey hakkındaki “ön-görüşler” ile “ön bilgiler”i ayırmak gerekir. Zira “aklî metot”ta esas olan, maddeyle ilgili herhangi bir ön-görüşün veya ön görüşlerin değil, ön bilgilerin var olmasıdır. Burada önemli olan görüşlerin değil, bilgilerin varlığıdır. Maddeyle ilgili önceden var olan görüşün ya da görüşlerin düşünme eyleminde kullanılması doğru olmaz. Düşünme eyleminde yapılması gereken, söz konusu görüşün düşünceye müdahalesini engelleyip sadece ve sadece bilgilerin kullanılmasıdır. Çünkü ön-görüş, yanlış kavramaya yol açabilir. Ön görüşler, bilgilere zaman zaman musallat olduklarından bu bilgiler yanlış yorumlanabilir ve dolayısıyla kavramada hataya düşülebilir. Bu yüzden “ön görüşler” ile “ön bilgiler”i dikkatle ayırt etmek ve düşünme eyleminde sadece bilgileri kullanıp görüşlerden uzak durmak gerekir. “Aklî metot”, doğru bir şekilde kullanıldığında yani vakıayı hissetme olgusunun duyu organları aracılığıyla beyne ulaştırılması ve vakıanın ön bilgiler -ön görüşler değil- vasıtasıyla yorumlanması sonucunda beyin bu vakıa hakkındaki yargısını ortaya koyar. Fakat her şeyden önce araştırmacının aklî metotla vardığı sonuca bakılır. Eğer söz konusu sonuç nesnenin varlığıyla ilgili bir yargıya varmaktan ibaretse bu, hiç bir şekilde hatanın sızmadığı “kesin” bir sonuçtur. Zira bu durumda maddeyi hissetme yoluyla bir yargıya varılmıştır ki, söz konusu his maddenin varlığı konusunda yanılgıya düşmez. Duyuların maddeyi algılaması “kesin” olduğundan dolayı aklın bu yolla maddenin varlığıyla ilgili çıkardığı hüküm kesindir. Fakat sonuç nesnenin özü veya niteliğiyle ilgili bir yargıdan ibaretse, bu durumda “zanni” (kanaatle ilgili, tahmini) bir sonuç söz konusu olup hataya düşmeye elverişlidir. Çünkü burada bilgiler veya bu bilgilerin paralelinde somut maddeyle ilgili tahliller aracılığıyla bir yargıya varılmasından dolayı bu yargıya hatanın sızması mümkündür. Ancak bu yargının yanlışlığı ortaya çıkmadığı sürece isabetli ve sağlıklı bir düşünce olarak kalır. Bundan dolayıdır ki aklın, “aklî metot”la meydana getirdiği düşünceler; inançlar ve ideolojiler gibi nesnenin varlığına ilişkin ise, bu düşünceler “kesin” düşüncelerdir. Fakat şer'i hükümler gibi nesnenin gerçekliğine veya niteliğine ilişkin bir yargıya varma ile ilgiliyse, bu durumda “zanni” (kanaatle ilgili, tahmini) düşünceler söz konusudur. Başka bir ifadeyle “şu şeyin hükmü şudur” şeklinde baskın bir kanaatten veya tahminden söz edilebilir. Zanni düşünce, doğru ya da yanlış olması muhtemel olmakla beraber, yanlışlığı ortaya çıkmadığı sürece doğru olmaya devam eden düşüncedir. Tanımı doğru veya yanlış yapılmış olsa da “aklî metot” insanın düşüncesini insan olarak gerçekleştirdiği, nesneler hakkında bir yargıya vardığı ve söz konusu nesnenin gerçekliğini ve niteliğini kavradığı yöntemdir. Ancak Batı dünyası -ki bundan Avrupa, Amerika ve Rusya kastedilmektedir- Avrupa'daki “Sanayi Devrimi”yle birlikte deneysel bilimlerde benzeri görülmemiş bir başarı kazanarak 19. yüzyıldan günümüze kadar bu alanda tüm dünyayı etkisi altına almıştır. Batı dünyası, “bilimsel metot” olarak adlandırdığı deneysel bilimlerle ilgili araştırma üslubunu düşünce için yegâne metot olarak lanse etmeye çalışmıştır. Artık Batı bu yöntemi, düşüncenin temelini oluşturan “düşünme metot”u olarak empoze etmektedir. Komünistler de Batı dünyasının lanse ettiği bu yöntemi hem deneysel bilimlerde hem de deneysel olmayan bilimlerde kullanmayı benimsemişlerdir. Aynı şekilde Amerikan bilim adamları da Avrupalı düşünürlerin bu yöntemini takip ederek çalışmalarını sürdürmüşlerdir. Bu yöntem, Batının ve ardından Sovyetler Birliği'nin dünya ülkelerine hâkimiyet kurmaları sonucu, bütün dünya insanlarını etkisi altına almıştır. Bunun bir sonucu olarak İslâm toplumlarının da bilimsel düşünceleri ve bilimsel metodu kutsallaştırdığını görmek mümkündür. Tüm bu sebeplerden dolayı, “bilimsel metot”a açıklık kazandırma zarureti doğmaktadır. “Bilimsel metot”, nesne üzerinde yapılan deneylerin yardımıyla, bu nesne hakkında yapılan araştırmanın gerçekliğini ortaya koymayı hedefleyen, belli bir araştırma metodudur. Bu metot, sadece deneysel bilimlere özgü olan, yalnızca somut maddeler hakkında yapılan araştırmalarda kullanılan bir yöntemdir ve dolayısıyla birtakım düşünceler meydana getirmekten acizdir. “Bilimsel metot”, maddeyi, maddenin temel koşulları ve faktörleri dışındaki ortamlara sokarak söz konusu maddenin temel koşullarıyla laboratuarlarda kendisine kazandırılan yeni koşulları bir arada gözlemlemek ve madde üzerinde yapılan bu işlemde somut olan maddi bir gerçeklik ortaya çıkarmaktan ve bu konuda bir sonuca varmaktan ibarettir. Bu metot, hakkında araştırma yapılan nesneyle ilgili bilinen tüm ön bilgileri göz ardı ederek nesne hakkında deney ve gözleme başlamayı öngörür. Metot gereği, eğer bir araştırma yapmak istiyorsanız, bu konuda sahip olduğunuz tüm görüşleri, tüm inançları unutmanız ve bilimsel öncülleri meydana getiren “deney ve gözlem”, “ölçme ve değerlendirme” ve “bir sonuca varma” işlemlerine başlamanız gerekmektedir. Eğer bu işlemlerden sonra bir sonuca varmışsanız, bu teziniz çürütülmediği sürece “bilimsel bir sonuç” olarak kalmaya devam edecektir. Araştırmacının “bilimsel metot”la ulaşmış olduğu sonuç, “bilimsel bir gerçek” veya “bilimsel bir kanun” olarak adlandırılsa da, söz konusu sonuç “kesin” bir sonuç olmayıp her an çürütülebilir “zanni” (kanaate dayalı, tahmini) bir sonuçtur. Bilimsel metotla ortaya konan bir tezin çürütülebilirlik özelliği, bilimsel araştırmada göz önünde bulundurulması gereken bir husustur. İşte “bilimsel metot” bundan ibarettir ve irdelendiğinde bir “metot” olarak ortaya atılması yanlış değildir. Bir metotta değişmezlik ilkesi esas olduğuna göre ve “bilimsel metot” araştırmada sürekli ve belirli bir yöntem olduğuna göre bir “metot” olduğu kesindir. Ancak “bilimsel metot”un düşünceye temel alınması yanlıştır. Zira “bilimsel metot”, düşünce üzerine kurulu olmayıp bu temelin sadece bir parçasıdır. Eğer “bilimsel metot”u düşüncenin temeli olarak kabul edersek, pek çok bilgi ve gerçeği bir kenara atmak gerekir. Böyle bir hareket ise, fiilen var olmasına ve algıyla somut olarak hissedilmesine rağmen, içinde gerçekleri barındıran bir çok bilginin yokluğuna hükmetmeye neden olur. “Bilimsel metot”, düşünce için temel yöntem olmamasına rağmen, doğru bir yöntemdir. Dahası, düşüncenin üsluplarında sürekliliği olan bir yöntemdir. “Bilimsel metot”, soyut maddeye uygulanması mümkün olmayan, deneylerle maddenin gerçekliğini ortaya çıkarmak amacıyla sadece somut maddeye uygulanabilen, sadece deneysel bilimlere özgü bir yöntemdir. “Bilimsel metot”un düşünce için temel olmayacağı fikrinin altında şu iki neden yatmaktadır: 1- “Bilimsel metot”un uygulanabilmesi için kesinlikle ön bilgilere ihtiyaç vardır. Çünkü ön bilgiler olmadan düşünmek mümkün değildir. Elinde ön bilgi olmadan ne fizikçi, ne kimyager ne de laboratuvarda araştırma yapan bilim adamı düşünme eylemini gerçekleştiremez. “Bilimsel metot”u kullananların; “laboratuvara girerken tüm ön- bilgilerden soyutlanmak gerekir” şeklindeki düşünceleriyle kastetmek istedikleri, ön bilgilerden değil, ön görüşlerden/ön yargıdan soyutlanmaktır. Başka bir ifadeyle bilimsel metodun gereği olarak araştırmacının, araştırma yaparken kendisini her türlü öncül görüş ve inançtan soyutlaması ve bilimsel öncülerin gereği olan “deney ve gözlem”, “ölçme ve değerlendirme” ve “sonuç” işlemlerine sırasıyla başlaması gerekir. Ancak “bilimsel metot” deney, gözlem ve sonuçtan ibaret olsa da, bilgilerin yokluğunda bu işlemler yapılamaz. Bilgiler ise, ne deneyle ne de gözlemle elde edilirler, maddenin duyular aracılığıyla beyne taşınmasıyla elde edilirler. İlk kez yapılan bilimsel bir araştırmada ilk bilgiler henüz meydana gelmediklerinden bunların deneysel bilgiler olması mümkün değildir. İlk bilgilerin oluşması için maddenin duyular vasıtasıyla beyne taşınması, yani “aklî metotla” oluşması gerekmektedir. Bu nedenle “bilimsel metot” temel olamaz. Ancak “aklî metot” temel olabilir. “Bilimsel metot” düşüncenin temeli olan “aklî metot”un bir dalı olarak kabul edilebilir. Bundan dolayıdır ki “bilimsel metot”un düşünce için temel kabul edilmesi büyük bir yanılgıdır. Devam... 2- “Bilimsel metot” hiçbir şeyin maddi ve somut olmadan var olmayacağını öngörür. Bu durumda elle tutulup gözle görülmediğinden ve deneye de dayanmadığından; mantık, tarih, fıkıh, siyaset ve “aklî metot”la sabit olan birçok bilgi var olmaz. Aynı yaklaşımla Allah'ın, meleklerin, şeytanların ve daha bir çok varlığın inkârı gerekir. Çünkü bunların hiç birinin varlığı bilimsel olarak, yani madde üzerinde yapılan deney-gözlem-sonuç işlemleri vasıtasıyla ortaya çıkarılmamıştır. İşte en büyük yanılgı burada karşımıza çıkmaktadır. Çünkü tabii bilimler bilgi ve düşüncenin sadece bir türüdür. Hayatta “bilimsel metot”la sabit olmayan, ancak “aklî metot”la ispatlanabilen pek çok bilgi vardır. Mesela Allah'ın varlığı, “aklî metot”la kesin bir şekilde ispatlanabilir. Aynı şekilde melek ve şeytanların varlığı da “aklî metot”la kesin olarak tespit edilmiş subutu ve delaleti kat'i olan bir nassla sabittir. İşte bütün bu nedenlerden ötürü “bilimsel metot”un düşünce için temel olması doğru değildir. Bu metodun kesin delillerle kesin olarak var olan bir şeyi ispatlamaktan aciz kalması, söz konusu metodun düşünceye temel teşkil edemeyeceğinin apaçık bir kanıtıdır. Bunun ötesinde bilimsel metotla ileri sürülen bir tezin çürütülebilir özelliğe sahip olması da bilimsel araştırmada göz önünde bulundurulması gereken bir husustur. Bilimsel metodun ortaya koyduğu “bilimsel gerçekler” olarak adlandırılan pek çok tezin çürütülmesinden sonra fiilen hatalar ortaya çıkmıştır. Örneğin, bilimsel metotla başlangıçta “atom, maddenin bölünmeyen en küçük parçasıdır” deniyordu. Fakat daha sonra yine aynı bilimsel metotla atomun bölündüğü ispatlanmış, ilk tezin yanlış olduğu ortaya çıkmıştır. Aynı şekilde başlangıçta bilimsel metotla maddenin yok olmayacağı söylenirken, daha sonra yine bilimsel metotla maddenin yok olabileceği ispatlanmış, ilk tezin yanlışlığı ortaya çıkmıştır. “Bilimsel gerçek” veya “bilimsel teori” olarak adlandırılıp daha sonra yine bilimsel metotla yanlışlığı ispat edilmiş, çürütülmüş olan bunun gibi pek çok örnek vardır. Demek ki bilimsel metodun ortaya koyduğu sonuçlar “kat'i/kesin” değil, “zanni”dir. Maddenin varlığı, özelliği ve gerçekliği ile ilgili “zanni” sonuçlar veren bir metodun düşünceye temel teşkil etmesi ise doğru değildir. Ancak bu noksanlıklarına rağmen, “bilimsel metot” düşünce metodunun bir türü olup yalnızca deneysel (pozitif) bilimlerde kullanılabilir. Gözlem, deney, ölçme ve değerlendirmeye uygun olmayan alanlarda kullanılması mümkün değildir. Her ne kadar “bilimsel metot”a dayalı olarak birtakım düşünceler ortaya çıkarmak ve bu konuda bir sonuca varmak mümkün ise de, “bilimsel metot” tek başına yeni bir düşünce ortaya çıkarmaz. Yeni bir düşünce ortaya çıkarıp bu konuda bir sonuca varmak ancak “aklî metot”la mümkündür. “Bilimsel metot”la eldeki verilere dayalı olarak birtakım düşünceler ortaya konabilir, ancak bu düşünceler “inşai” (ilk kez üretilen) fikirler değil, “istinbati” (eldeki verilerden yola çıkarak bir sonuca varma) fikirlerdir. “İnşai” düşünceler, aklın doğrudan doğruya aldığı düşüncelerdir. Örneğin; Allah'ın varlığını bilmek, toplumcu düşüncenin bireyci düşünceden üstün olduğunun farkına varmak, odunun yandığını, yağın su yüzeyinde toplandığını ve kişinin düşüncesinin toplumun düşüncesinden daha güçlü olduğunu bilmek gibi düşünceler, aklın doğrudan doğruya aldığı, sahip olduğu, ürettiği düşüncelerdir. Oysa “inşai” olmayan düşünceler, yani “bilimsel metot”un ortaya koyduğu “istinbati” düşünceler, aklın bir etki olmaksızın doğrudan doğruya sahip olduğu düşünceler değildir. Bilimsel metot, aklın geçmişte kabul ettiği bu düşünceleri deneylerle birlikte ele almıştır. Örneğin; suyun oksijen ve hidrojenden meydana geldiği, atomun parçalandığı ve maddenin yok olduğu gibi bilgiler akıl tarafından doğrudan doğruya alınıp ilk kez meydana getirilmemiştir. Bu bilgiler, geçmişte aklın ortaya koyduğu düşüncelerden alınarak söz konusu düşüncelerle birlikte denenmiş, nihayet bir sonuca varılarak elde edilmiş bilgilerdir. Burada söz konusu olan, yeni bilgilerin icat edilmesi değildir. Söz konusu olan, deney yoluyla mevcut düşüncelerden bir sonuç ortaya koymaktır. Demek ki “bilimsel metot” bir düşünceyi sonuçlandırabilir, fakat yeni baştan icat edemez. Dolayısıyla düşüncenin temelini oluşturmaması son derece doğaldır. Bütün bu gerçeklere rağmen, Batı dünyası, yani Avrupa ve Amerika -Rusya da buna dahildir- “bilimsel metot”a o kadar güvenmiştir ki, özellikle 19. yüzyıl ve 20. yüzyılın başlarında bunu bir tabuya dönüştürmüştür. Bu sapma öyle bir düzeye gelmiştir ki, düşünmenin metodu dendiğinde bilim adamlarının akıllarına sadece “bilimsel metot” gelmiş, doğru ve sağlıklı araştırmanın sadece bu metotla yapılabileceğine inanarak her şey ama her şey hakkında bu metotla bir yargıya varılabileceğine dair yanlış bir kanaate sahip olmuşlardır. İş öylesine çığırından çıkmış ki bu metot, yaşam ve topluma ilişkin alanlarda bile kullanılır olmuştur. İnsan ve toplumla ilgili birtakım bilgilerde bilimsel metot tekniği kullanılarak “aklî” araştırmalar yapılmış, bunlara bilim kisvesi giydirilmiştir. Bütün bu yanılgıların altında ise “bilimsel” metodun genelleştirilmesi ve düşünce için temel olarak ele alınması yatmaktadır. Komünist düşünürler, hayata bakış açılarında, hayat ve toplumsal sistemde “bilimsel metot” çerçevesinde hareket ederek, “toplum”u ve “doğa”yı, laboratuarda inceleme konusu olan materyalle kıyaslayarak korkunç hatalara düşmüşlerdir. Bu yanılgıları iki noktada irdeleyebiliriz: 1- Hatalarının birinci nedeni, “bilimsel metot”u izlemeleriyle ilgilidir. Komünist düşünürlerin “doğa”ya bakış açıları; doğanın bölünmez bir bütün olduğu, sürekli değişim halinde bulunduğu ve bu değişimin hem maddede hem de olaylarda determinist diyalektik vasıtasıyla gerçekleştiği şeklindedir. Onlara göre “diyalektik”, düşüncenin temellerinden birini teşkil etmektedir Halbuki söz konusu “diyalektik” birtakım şeylerde mevcutsa da her şey de mevcut değildir. Örneğin; ölü ve canlı hücrelerden müteşekkil oldukları gerekçesiyle canlılarda var olduğunu ileri sürdükleri “diyalektik”, aslında mevcut değildir. Canlılardaki ölü ve canlı hücreler, onlarda “diyalektik” olduğu anlamına gelmez. Varlıkların doğup ölmesinde, yok olup var olmasında “diyalektik” yoktur. Zira bu durum, hücrenin güçlülüğü veya zayıflığı, ne derece bağışıklık gücüne sahip olduğuyla ilintilidir. Bu ise “diyalektik” değildir. Öte yandan cansız varlıklar yok olurlar, fakat doğmazlar. Buna rağmen bütün varlıklarda “diyalektik” olduğunu ileri sürmeleri gariptir. Eşyada (varlıklarda) “diyalektik” olduğunu farzetsek bile bu, olaylarda da diyalektiğin mevcut olduğu anlamına gelmez. Alışveriş, kira, ortaklık ve benzeri işlerde herhangi bir diyalektikten söz edilemez. Aynı şekilde namaz, oruç, hac ve benzeri eylemlerde de diyalektikten söz edilemez. İşte Komünistlerin takip ettikleri “bilimsel yöntem” onları özellikle olaylarda, olgularda, böylesi yanlış bir bakış açısına sevk etmiştir. Komünistlerin determinist diyalektik”ten ibaret olduğunu öngören yanlış bakış açıları, Avrupa'da kesinlikle böyle bir diyalektiğin meydana geleceği şeklinde yanlış kanaatlere sahip olmalarına yol açmıştır. Oysa Avrupa gırtlağına kadar kapitalist sistemin içine batmakta ve komünizmden uzaklaştıkça uzaklaşmaktadır. Bu yanılgılarının tek nedeni, hem varlıkları hem de olayları, yani her şeyi “bilimsel metot” çerçevesinde ele almalarıdır. 2- İkinci neden ise, toplum ile ilgili görüşlerinde odaklanmaktadır. Onlara göre toplum, belli bir coğrafi ortamdaki insanların nüfus artışı, üretim tarzı ve toplumsal dayanışmalarından meydan gelmektedir. Sonuçta toplumun yapısını, düşüncelerini ve siyasi durumunu belirleyen, onun maddi yaşamıdır. Madem ki maddi yaşam, üretim tarzını etkilemektedir, o halde toplumu etkileyen faktör, üretim tarzıdır. Çünkü üretim araçları, bu araçları kullanan insanlar ve nasıl kullandıklarına ilişkin sahip oldukları bilgiler, toplumun üretici gücünü meydana getirirler. İşte bu üretici güç bir yandan insanların doğaya karşı davranışlarını, ve doğanın üretici güçlerini ifade ederken, diğer yandan da üretim aşamasında insanlar arasındaki ilişkileri belirler. Bu şekilde özetleyebildiğimiz bu düşünceleri yanılgılarla doludur. Çünkü toplum, üretim araçları mevcut olsa da olmasa da insanlardan ve aralarındaki ilişkilerden oluşur. İnsanlar arası ilişkilerin kaynağını “maslahat/çıkar/oportünizm” oluşturur. Bu “çıkar” ilişkilerini üretim araçları değil, tatmin etmek istedikleri arzulara yükledikleri düşünceler belirler. Komünistlerin bu yanılgıları, toplumu laboratuardaki bir madde gibi görmeleri dolayısıyla toplumu adeta bir kadavra olarak kullanmalarından ve maddeye uyguladıkları işlemleri topluma uygulamaya kalkmalarından kaynaklanmaktadır. Çünkü insan, eşyadan farklı yaratılışta bir varlıktır. Ayrıca insanlar arası ilişkiler, olaylar ve olgular laboratuarda incelenen bir madde gibi incelenemez. Bu şekilde incelenip deney ve gözlem yoluyla birtakım teoriler ortaya çıkarıldığında ise, hataya düşmek kaçınılmaz olur. Sözün özü, Komünist düşünürlerin bütün yanılgıları, olaylar, olgular ve insanlar arası ilişkileri irdelerken “Bilimsel metot”u takip etmelerinden kaynaklanmaktadır. Bu da 19. yüzyılda “bilimsel metot”un esiri olmanın bir sonucudur. Batılı bilim adamlarının bir başka hatası ise, “aklî metod”un ürünü olan düşüncelerle “bilimsel metod”un ortaya koyduğu düşünceleri birbirine karıştırmalarıdır. Bu yanılgının sonucu olarak “bilimsel metod”u insanın davranışlarına, hal ve hareketlerine uygulamışlar, psikoloji, sosyoloji ve pedagoji gibi “bilim” dalları meydana getirmişlerdir. Bu bilimlerin bu şekilde ortaya konup adına “bilim” denmesi, bu bariz hatanın sonucudur. Sözgelimi onlar, psikolojiyi “bilim”, psikolojik düşünceleri ise “bilimsel düşünceler” olarak kabul etmektedirler. Bu “bilimsel düşünceler”, farklı yaşlarda farklı koşullarda çocuklar üzerinde yapılan gözlemlerin sonucu olarak elde edilmiş ve söz konusu gözlemler tekrarlandığında ise bunlar “deney” olarak adlandırılmıştır. Gerçekte ise psikoloji ile ilgili düşünceler, “bilimsel” düşünceler değil, “aklî” düşüncelerdir. Bilimsel deneyler yapılırken, maddeye normal koşullar dışında birtakım yeni şartlar yüklenerek yapılan bu işlemin maddeye yaptığı etki gözlemlenir. Başka bir ifadeyle, doğa ve kimya gibi pozitif alanlarda madde nasıl bir deneye tabi tutuluyorsa, bilimsel metodda da aynı yol izlenir. Ancak araştırmaya konu olayın zaman ve durum değişkenleri ile gözlemlenmesi, bilimsel deney kapsamına girmez. Bu bağlamda değişik yaş ve koşullarda gözlemlenen bir çocuğun davranışları bilimsel deney kapsamına girmediği gibi bilimsel metot da sayılamaz. Bu olsa olsa gözlem, gözlemin tekrarı veya gözlemden çıkarılan bir sonuçtur. Bu nedenle psikoloji, “bilimsel metot”un değil, “aklî metot”un alanına girer. Dolayısıyla psikolojinin bilimsel metodun ürünü olan düşüncelerden sayılması yanlıştır. İşte bu yanılgı, “bilimsel metot”un insana uygulanması gibi daha büyük bir yanılgıyı doğurmuştur. Zira “bilimsel metot”un en önemli unsuru, deneydir. Deney ise sadece madde için söz konusudur. Gözleme gelince, gözlem sadece iş, oluş ve hareketin veya birtakım nesnelerin, farklı koşullarda gözlemlenmesi değil, bizzat maddenin ve sahip olduğu asıl koşulların gözlemlenmesidir ki, işte bu aşamadan sonra bir sonucun ortaya çıkması mümkündür. Bu nedenle bilimsel metodun madde ve maddenin sahip olduğu koşullar dışındaki alanlarda uygulanması korkunç yanlışlara ve hatalı çıkarımlara yol açabilecek korkunç bir yanılgıdır. Batılı bilim adamları da “aklî” metotla incelenmesi gereken konuları “bilimsel” metotla incelemeye kalkıp elde ettikleri sonuçları “bilim” veya “bilimsel” düşünceler olarak kabul ederek büyük bir yanılgıya düşmüşlerdir. Düştükleri hataları, insanı maddeyle kıyaslamış oldukları pek çok örnekle açıklamak mümkün olmakla birlikte bu hataları bütün çıplaklığıyla anlamak için “içgüdüler” konusunu irdelemek yeterlidir. -
”Akli metotun”, ”bilimsel metotun” ve ”mantıksal metotun” rolleri
Kalkınma şurada bir başlık gönderdi: Dini Konular - Din - Dinler
Bismillahi Rahmani Rahim. Bu forumdaki ateistlere cevap. ”Akli metotun”, ”bilimsel metotun” ve ”mantıksal metotun” rolleri. AKIL Gerek klasik Yunan filozofları gerekse Müslüman ve Batılı bilim adamları olsun aklın tanımını yapanların, yani akıl olgusunu kavramaya çalışanların sayısı bir hayli fazladır. Fakat bu tanımlar, daha doğrusu bu tanımlama çabaları içinde Komünist düşünürlerin tanımları dışında ele alınabilecek kayda değer bir tanım mevcut değildir. Sadece onların tanımları, ele alınabilecek düzeyde ciddi bir çaba olarak karşımıza çıkmaktadır. Ne var ki, kâinatın bir yaratıcısı olduğunu ısrarla inkâr etmeleri Komünistleri yanlışlığa itmiş, onları saptırmıştır. Komünistlerin bu yanlış ısrarı olmasaydı, gerçek anlamda, yani kesin ve şüphesiz bir şekilde akıl olgusunu kavrayabileceklerdi. Zira akıl olgusunu ve düşünceyi ilk irdeleyip şu soruları soran onlardır: Düşünce mi maddeden önce, yoksa madde mi düşünceden önce vardı? Maddeyi düşünceden önce var sayarsak düşünce maddenin bir ürünü müydü? Komünist düşünürler bu konuda farklı bakış açılarına sahiptirler. Bazıları düşüncenin maddeden önce var olduğunu söylerken, bazıları ise maddenin düşünceden önce var olduğunu düşünmüşler, fakat eninde sonunda maddenin düşünceden önce var olduğuna karar vermişlerdir. Buradan yola çıkarak düşünceyi şöyle tanımlamışlardır: “Düşünce, maddenin beyne yansımasıdır.” Bu tanıma göre düşünce; madde, beyin ve söz konusu maddenin beyne yansımasından ibarettir. Çünkü düşünce, maddenin beyne yansımasından doğar. Komünistlerin bu tanımı, araştırmanın yönünü doğru yöne yönelten, hakikate biraz daha yaklaşan ciddi bir çaba olarak karşımıza çıkmaktadır. Eğer ısrarla maddenin bir yaratıcısı olduğunu inkâr edip yine ısrarla kâinatın ezeli olduğunu düşünmeselerdi, akıl gerçeğini kavramada hataya düşmezlerdi. Zira akıl olgusu olmadan düşünce olmaz. Gerçekten düşünce maddeden ayrı düşünülemez. Maddi gerçekliği olmayan tüm bilgiler, hayal ve kuruntudan ibarettir. Öyleyse, düşüncenin temelini oluşturan maddedir. Kaldı ki düşünce, maddenin ifade ediliş biçimi veya maddeye ilişkin bir yargıya varmadır. Demek ki madde, hem düşüncenin hem düşünmenin, yani akıl yürütmenin temelini oluşturmaktadır. Bu temel olmadan ne düşünce ne de düşünme gerçekleşebilir. Öte yandan madde hakkında karar verme, dahası insanla ilgili olan ve insanın ürettiği her şey beyne bağlıdır. Zira beyin, insanın ana merkezidir. Bu nedenle beyin olmadan düşünce de olmaz. Beynin bizzat kendisi bir madde olduğuna göre, onun varlığı düşüncenin var olmasının temel koşuludur. Aynı şekilde maddenin varlığı da düşüncenin var olmasının temel şartıdır. Bu da demektir ki; aklın, yani düşünmenin veya düşüncenin var olması için, ortada bir maddenin ve bir beynin olması gerekir. Komünistler, düşüncenin, yani aklın var olması için ortada bir maddenin ve bir beynin söz konusu olması gerektiğinin farkına vardıklarından dolayı çabaları ciddi ve doğrudur. Komünistler buraya kadar akıl olgusunu kesin ve şüphesiz bir şekilde kavramaya yönelik doğruya sevk edici bir rol oynadılar. Ne yazık ki düşünceye ulaşmak, yani düşünmeyi meydana getirmek amacıyla madde ile beyin arasında bağlantı kurarken doğru yoldan saptılar. Madde ile beyin arasındaki bağlantının söz konusu maddenin beyne yansımasından kaynaklandığını düşündüklerinden sonuçta aklı yanlış tanımladılar. Bu yanılgının esas sebebi kâinatı yoktan var eden bir yaratıcısının varlığını ısrarla reddetmeleridir. Zira Komünistler eğer bilginin düşünceden önce var olduğunu kabul etmiş olsalardı bariz bir gerçekle karşı karşıya kalacaklardı ki bu gerçek şudur: Madde henüz yokken düşünce nereden geldi? Hiç şüphesiz maddenin dışında bir yerden gelmiş olmalıdır. Peki ama ilk insan düşünceyi nereden aldı? Hiç şüphesiz başkasından ve maddenin dışında bir yerden almış olmalıdır. Bunun anlamı şudur: İlk insana bilgi veren, ilk insanı da maddeyi de yaratandır. Bu gerçek, Komünistlerin, “Kâinat”ın ve maddenin başlangıcı ve sonu yoktur” şeklindeki kesin kanaatleriyle çelişmektedir. Komünistler, bu kanaatlerine dayanarak “akıl, maddenin beyne yansıması olup düşünce ve akıl yürütme, bu yansıma sonucunda ortaya çıkar” tezini ileri sürdüler. Bilginin var olmasının zaruri olduğu gerçeğinden kaçtıklarından dolayı da, ilk insanın madde üzerinde deneyler yaparak deneme-yanılma yoluyla bilgiye ulaştığını ve bu deneylerin de başka deneylere ön ayak olduğu şeklinde hayal ürünü varsayımlar oluşturmaya çalıştılar. Israrla aklın, maddenin beyne yansımasından ibaret olduğunu, düşünce ve akıl yürütmenin bu yansımadan doğduğunu savundular. Fakat Komünistler, “his” ile “yansıma” arasındaki farkı göremediler. Zira düşünme eylemi, ne maddenin beyne yansımasından ne de beyin üzerinde iz bırakmasından kaynaklanmaktadır. Düşünme, “histen” doğmaktadır. Duyuların merkezi ise beyindir. Eğer maddeyi hissetmek söz konusu olmasaydı, düşünce de söz konusu olmazdı. İşte Komünistler, “his” ile “yansıma”yı birbirinden ayırt etmeyerek kaş yaparken göz çıkarma durumuna düştüler. Bunun sonucu olarak, aklı yanlış tanımlama yoluna gittiler. Fakat asıl hataları, “his” ile “yansıma”yı ayırt etmemekten çok -ki bu durumda meselenin yansımadan değil, sezgiden ibaret olduğunu anlarlardı- varlığın bir yaratıcısı olduğunu inkâr etmelerinden kaynaklanmaktadır. Komünistler, madde hakkında “ön bilgiler”e (a priori bilgiler) sahip olmanın, düşüncenin, dolayısıyla akıl yürütmenin zorunlu bir koşulu olduğunu kavrayamadılar. Aksi taktirde eşeğin de aklı olurdu. Çünkü onun da beyni vardır ve madde onun beynine de yansımaktadır. Yani eşek de maddeyi hisseder. Oysa akıl insana özgüdür. Eskiler, “insan, konuşan bir hayvandır” derlerdi. Bunun anlamı, insan düşünen bir hayvandır. Zira düşünme veya akıl, canlılar arasında sadece insana özgüdür. Hayvan için akıl ve fikirden söz etmek şüphesiz mümkün değildir. Her şeye rağmen, aklın anlamını bulmak için ciddi bir çaba gösterip akıl olgusunu tanıma yolunda doğru bir çizgiyi takip edenler, sadece Komünist düşünürler olmuştur. Komünist düşünürler, aklı tanımlamada hataya düşüp onu kesin bir şekilde tanıma yolunda sapmış olsalar da, kendilerinden sonraki nesillere aklı kesin ve şüphesiz bir şekilde tanıma yolunu açmışlardır. Öte yandan Müslüman düşünürler bir şeyi tanımlamak için ön bilgilerin (a priori bilgilerin) gerekliliğine inanmalarına ve bunun da doğru olmasına rağmen, ortaya koydukları çabalar vakıayı tanımlamaktan öteye geçememiştir. Madem ki aklı doğru bir şekilde tanımlamaktan amaç sadece Müslümanları değil bütün insanları teşvik etmektir, öyleyse aklın tanımı somut algılanabilen bir vakıaya dayanmalıdır. Yüce Allah, aziz kitabında şöyle buyurmaktadır: Ve O, Adem'e her şeyin ismini öğretti, sonra onları meleklerin önüne koydu ve; Dedikleriniz doğruysa haydi bu şeylerin isimlerini bana söyleyin bakalım!, dedi. Onlar; Sen kudret ve egemenlikte kusursuz ve eksiksizsin! Senin bize bildirdiğin dışında bir bilgimiz yoktur. Doğrusu yalnız Sensin her şeyi bilen, gerçek hikmet Sahibi!, diye cevap verdiler. O; Ey Adem, bu şeylerin isimlerini onlara bildir!, buyurdu. (Adem) isimleri onlara bildirince (Allah); Size, 'göklerin ve yerin gizli gerçekliğini, açıkladıklarınızın ve gizlediklerinizin tümünü yalnız Ben bilirim' dememiş miydim?, dedi.” Bu ayetten de anlaşıldığı gibi, bilgiye yani herhangi bir bilgiye ulaşmak için, ön bilgilerin olması şarttır. Allah, Adem'e eşyaların isimlerini veya nasıl isimlendirileceğini öğretmiştir. İlk insan olan Adem, Allah'ın kendisine verdiği bu bilgilerle eşyayı tanımıştır. Eğer bu bilgiler olmasaydı, eşyayı tanıyamazdı. Akıl olgusunu tanımada Komünistlerin izledikleri yolda saplantılarının temelinde “ön bilgiler”in varlığını gözden kaçırmalarının yattığını kabul edersek; bu bile onların aklı tanımlamadaki hatalarını ve saplantılarının şeklini ortaya koymaya yeter. Zira düşünceyi meydana getirmek için, beyne ulaştırılan madde ile ilgili “ön bilgiler”in var olması gerekir. “ön bilgiler”in bağlayıcılığı sadece Müslümanları değil, tüm insanları kapsamına aldığına göre, somut algılanabilen bir vakıayla karşılaşıldığında düşüncenin, yani aklın oluşabilmesi için madde ile ilgili ön bilgilerin söz konusu olması şarttır. Her ne kadar aklî eylemin, yani düşünce veya akıl yürütmenin söz konusu olması için maddenin var olması şart ise de, aklın varlığı beyindeki ön bilgilere bağlıdır. Komünistlerin aklı tanımlamada izledikleri doğru yoldan sapmalarını anlamak için, “akıl maddenin beyne yansıması değil, beynin maddeyi algılamasıdır” şeklinde bir temelden yola çıkmak, yanılgıların esas ve tek nedeni değildir. Temel sorun, Komünistlerin aklî eylem yani akıldan söz edebilmek için madde hakkında ön bilgilerin mevcut olmasının gerekliliğini göz ardı etmelerinden kaynaklanmaktadır. Gerçekten akıl olgusunda söz konusu olan, maddenin beyne yansıması değil, beynin maddeyi algılamasıdır. Yukarıdaki ayeti kerimeden ve somut algılanabilen gerçekten de açıkça anlaşılacağı gibi, doğrudan doğruya veya dolaylı olarak madde hakkında “ön bilgiler”in mevcut olması, akıl yürütme yani algılama için şarttır. Bu bilgiler olmadan akıl yürütme veya algılama da olmaz. Aklı anlamak ona kesin, net ve şüphesiz bir tanım vermek, ancak böyle bir yaklaşımla mümkündür. Akıl yürütme eyleminde söz konusu olan şeyin “yansıma” değil, “hissetme” olduğuna gelince; bunu anlamak için madde ile beyin arasında bir yansımanın olmadığını kavramak gerekir. Zira ne beyin maddeye, ne de madde beyne yansır. “Yansıma”nın gerçekleşmesi için, ayna ve ışık gibi, maddeyi yansıtan şeyin yansıyabilirlik özelliğine sahip olması gerekir. Bu ise ne beyinde ne de nesnel gerçeklikte mevcuttur. Bu nedenle madde ile beyin arasında hiç bir şekilde yansıma söz konusu olamaz. Çünkü madde beyne yansımaz ve yansıma yoluyla beyne intikal etmez. Madde, duyu organlarıyla hissedilerek beyne intikal eder. Yani maddeyi hisseden, herhangi bir duyu organıdır. İşte beyne taşınan, duyu organıyla algılanan histir ve ancak “his”ten sonra beyinde madde hakkında bir hüküm oluşur. Maddeyi duyu organları aracılığıyla hissederek beyne taşımak, ne maddenin beyne yansıması ne de beynin maddeye yansımasıdır. Burada gerçekleşen olay, yalnızca maddenin “hissedilmesi”dir. Maddenin hissedilmesinde görme duyusuyla diğer duyu organları arasında bir fark yoktur. Hissetme, görme duyusuyla gerçekleştiği gibi, dokunma, koklama, tatma ve işitme duyularıyla da gerçekleşebilir. O halde eşyalar beyne yansımaz. Eşyalar hissedilir. İnsan, eşyaları beş duyu organı vasıtasıyla hisseder. Eşyalar, onun beynine yansımaz. Madde beyin ilişkisinde hissin gerçekleşmesi, “maddi” şeylerde gün gibi ortadadır. “Manevi” ve “ruhi” şeyler gibi maddi olmayan şeylerde ise, “aklî eylem”in gerçekleşmesi için yine “his” söz konusudur. Sözgelimi; çökmüş bir toplumun çökmüş olduğuna karar vermek için, her şeyden önce bu çöküşü “hissetmek” gerekir. Bu “maddi” bir iştir. Bir onurun kırılması söz konusu olduğunda, bu konuda bir yargıya varmak için onur kırıcı şeyin veya sözün veya şifrenin “hissedilmesi” gerekir. Bu da “manevi” bir iştir. Yine Allah'ın hoşuna gitmeyen ve onun gazabını çeken bir işin veya eylemin, böyle bir eylem olduğunu anlamak için onu “hissetmek” gerekir. Bu ise “ruhi” bir iştir. Görüldüğü gibi “his” olmadıkça aklî eylemin gerçekleşmesi mümkün değildir. His, maddi olsun olmasın aklî eylemin gerçekleşmesi için vazgeçilmez bir unsurdur. Şu farkla ki, maddenin karakterini anlamaya paralel olarak güçlenip zayıflasa da maddi eşyalarda his, doğal olarak gerçekleşir. “Düşünce ile ilgili his, en güçlü his türüdür” denmesinin nedeni budur. Maddi olmayan konularda ise his ancak maddi olmayan şeyi kavramakla veya taklit yoluyla gerçekleşir. Her halükarda konunun “hissetmek”ten ibaret olduğu, “yansıma”yla ilgili olmadığı iki kere iki dört edercesine açıktır. Gerçi söz konusu “his”, maddi şeylerde manevi şeylere nazaran daha açık görülür, fakat yine de konunun temelini oluşturmaz. His, her insanda somut olarak vardır, bunda şüphe yoktur. Fakat onu ifade etmek, bazılarının “yansıma”yla ifade ettikleri gibi vakıaya ters düşebilir. Aynı şekilde his veya duyumla açıkladığımız gibi vakıanın bizzat kendisini de ifade edebilir. Ne olursa olsun, Komünistlerin sapmalarının temelini, onların maddeyle ilgili ön bilgileri göz ardı etmeleri oluşturur. Onları büyük bir sapmanın içine sürükleyen, bu faktördür. Zira ön bilgiler, akıl konusunun, yani aklî eylemin özü ve temelidir. “Ön bilgiler”i özetlersek, diyebiliriz ki; salt “his”ten düşünce meydana gelmez. Salt “his”ten sadece ortaya çıkar. Zira his artı his artı milyon kere his eşittir yine histir. Hissetme sayısı ne kadar çoğalırsa çoğalsın sonuç değişmez ve sadece histen düşünce oluşmaz. İnsanda düşüncenin oluşması için, insanın “hissettiği” madde aracılığıyla yorum yapabilmesine imkân verecek olan “ön bilgiler”e sahip olması gerekir. Aramızda bulunan herhangi bir insanı ele alalım. Bu kişiye Süryanice bir kitap verelim ve bu kişi, Süryanice'yle ilgili herhangi bir bilgiye sahip olmasın. Kişinin “his”sini, görme ve dokunma duyuları aracılığıyla kitaptaki yazılara yöneltelim. Bu işlemi milyonlarca kez tekrarlayalım. Böyle bir durumda kişinin Süryanice'yle ilgili bilgi sahibi olmasını sağlayacak bir tek kelime bile bilmesi mümkün değildir. Oysa kendisine Süryanice hakkında birtakım direkt veya dolaylı bilgiler verildiği zaman, düşünmeye başlayacak ve kitabın muhtevasını algılayabilecektir. Bu durum sadece dillere has bir özelliktir denemeyeceği gibi, dilin insanlar tarafından ortaya konduğu, dolayısıyla bir dili bilmek için o dille ilgili ön bilgilere sahip olmanın şart olduğu da ileri sürülemez. Çünkü amaçlanan ister bir hüküm ortaya koymak olsun ister bir göstergeyi veya hakikati anlamak olsun, konu aklî bir eylemle ilgilidir. Aklî eylem ise tüm unsurlarda aynı işlevi görür. Herhangi bir mesele hakkında akıl yürütmek ile bir soğan hakkında akıl yürütmek arasında fark yoktur. Bir kelimenin anlamını kavramak, bir vakıayı kavramakla eşdeğerdir. Bunların her biri aklî bir eyleme gereksinim duyar. Aklî eylem ise, her şeyde, her meselede ve her vakıada aynıdır. Dil ve vakıa hakkında gereksiz bir tartışmaya meydan vermemek için, doğrudan doğruya vakıayı ele alalım. Sözgelimi hissi gelişmiş, fakat ön bilgilere sahip olmayan bir çocuğun önüne birer parça altın, bakır ve taş koyalım. Çocuğun hissini bu şeyler üzerinde yoğunlaştıralım. Hisleri ne denli tekrarlanırsa tekrarlansın, ne denli çeşitlilik kazanırsa kazansın, çocuğun söz konusu nesneleri idrak etmesi imkânsızdır. Fakat çocuğa bu nesneler hakkında ön bilgiler verildiği taktirde, çocuk hissini kullandığında bu bilgiler devreye girecek, nesneleri algılayabilecektir. Aynı çocuk büyüyüp yirmi yaşına varacak olsa ve hâlâ ön bilgilerden yoksunsa, tıpkı doğduğu ilk günkü gibi eşyaları sadece sezmekten ileri gidemez. Beyni ne kadar gelişirse gelişsin, nesneleri idrak edemez. Zira onun eşyaları idrak etmesini sağlayan şey, beyin değil; hissettiği vakıayla ilgili beyninde bulunan ön bilgilerdir. Aynı şekilde hayatında hiç aslan, terazi, köpek ve fil gibi varlıkları görmemiş ve duymamış olan dört yaşındaki bir çocuğu ele alalım. Ona bir aslan, bir terazi, bir köpek, bir fil veya bu varlıkların birer resimlerini gösterelim. Sonra çocuğa bunlardan her birini tanımasını, adını söylemesini ve her birinin ne olduğunu göstermesini talep edelim. Böyle bir durumda çocuk söz konusu nesneleri tanıyamayacak, her biri hakkında aklî bir eylemde bulunamayacaktır. Bu çocuğa bu varlıklardan hiçbirinin kendisini veya resmini göstermeden isimlerini ezberletip sonra kendisinden isimlerini ezberlediği bu varlıkları teker teker göstermesini talep ettiğimiz takdirde, sonuç değişmeyecek ve çocuk hangi ismin hangi varlığa ait olduğunu ayırt edemeyecektir. Fakat ne zaman ki çocuğa her bir varlığı veya resimlerini teker teker gösterip varlıkla onun ismi arasında bir bağ kurarak ezberletilir, işte o zaman çocuk her bir varlığı ismiyle tanıyabilir, yani hangisinin aslan, hangisinin terazi olduğunu idrak edebilir ve hata yapmadan onları gösterebilir. Bundan sonra çocuğu şaşırtsanız dahi, o, aslanın aslan, terazinin terazi olduğunda ısrar edecektir. Demek ki sorun gerçekte ne madde ne de maddeyi hissetmekle ilgilidir. Meselenin özü, söz konusu maddeyle ilgili ön bilgiler, yani kişinin madde veya vakıa hakkında önceden sahip olduğu bilgilerle ilgilidir. Zira doğrudan veya dolaylı olarak vakıaya ilişkin ön bilgiler, Aklî eylemin temel, vazgeçilmez koşuludur. “aklî Algılama” açısından durum bundan ibarettir. “İçgüdüsel Algılama” ise, içgüdüler ve organik ihtiyaçlardan doğar. Bu noktada hayvan ile insan arasında bir fark yoktur. Tıpkı eşeğin arpanın yenip toprağın yenmediğini bilmesi gibi, insan da tekrar ve deneyim kazanma yoluyla elmanın yendiğini, taşın ise yenmediğini bilir. Ancak bu ayırt etme bilgisi, ne düşünce ne de algılamadır. söz konusu ayırt etme bilgisi, hem insanda hem de hayvanda bulunan içgüdüler ve organik ihtiyaçlardan kaynaklanmaktadır. Bu nedenle duyu organları vasıtasıyla, maddenin beyne taşınmasının yanı sıra, ön bilgiler var olmadıkça bir düşünce meydana gelemez. Pek çok kişi, ön bilgilerin bazen insanın kişisel deneyimlerinden bazen de öğrenme yoluyla oluştuğunu söyleme noktasında yanılgıya düşmüştür. Onlara göre, tecrübelerin bizzat kendileri bilgileri meydana getirirler. Aklî eylemi ortaya çıkaran da ilk tecrübelerdir. Oysa bu yanılgıyı bertaraf etmek için sadece ilişkilendirme özelliği bakımından insan beyniyle hayvan beyni arasındaki farkı görmek, içgüdüler ve organik ihtiyaçlar ile eşyaya ilişkin verilen hüküm arasındaki bağa dikkat etmek yeterlidir. Hayvan beyni ile insan beyni arasındaki farka gelince; hayvan beyni bilgiler arasında ilişki kurma özelliğinden yoksundur. Fakat hayvan beyni özellikle sürekli tekrar edildiği zaman hatırlama ve çağrışımda bulunma özelliğine sahiptir. Hayvanın doğal bir biçimde gerçekleştirdiği bu “hatırlama”, içgüdü ve organik ihtiyaçlardan kaynaklanmaktadır. Bundan başka hiç bir özelliği yoktur. Örneğin; zil çalıp arkasından köpeğe yemek vermek adet haline getirildiğinde, her zil çalışında köpek zilin ardından yemeğin geleceğini anlar ve bu yüzden salyası akmaya başlar. Aynı şekilde bir eşek dişisini gördüğünde cinsel güdüleri kabarır, ancak aynı eşek dişi bir köpek gördüğünde cinsel güdüleri harekete geçmez. Yine sığır otlarken zehirli otlardan ve kendine zarar verecek bitkilerden sakınır. Bu ve buna benzer örnekler gösteriyor ki, burada “içgüdüsel olarak ayırt etme” söz konusudur. Bazı hayvanların birtakım hareketleri yapması veya birtakım eylemlerde bulunması, içgüdü, akıl ve algılamayla ilgili olmayıp bu hareketler taklit ve hatırlatmanın ürünüdür. Zira hayvan beyninde bilgiler arasında bağ kurma yeteneği yoktur. Hayvan beyni, çağrışımlar yapmaya ve içgüdüsel olarak ayırt etme yeteneğine sahiptir. Çünkü hayvan, içgüdüye bağlı olan her şeyi hisseder. Hayvanın hissettiği her şey, hele hele bu his tekrarlanmışsa, onda çağrışım yapar. İster hisle, ister çağrışımla olsun, hayvan içgüdüsüne bağlı şeyleri doğal olarak yapar. İçgüdüye bağlı olmayan şeyleri hissettiğinde doğal olarak bir eylemde bulunmaz. Fakat bu his sürekli tekrarlandığında ve kendisinde çağrışım yaptığında, hayvan bu eylemi doğal olarak değil, taklit ve hatırlama yoluyla kazanır.