Zıplanacak içerik

gloria

Φ Süper Üye
  • Katılım

  • Son Ziyaret

gloria tarafından postalanan herşey

  1. Khaled Hosseini - Ve Dağlar Yankılandı Ön Okuma Gece vakti, çölü bir el arabasını çekerek geçen bir baba. Arabanın içinde annesiz iki çocuk; iki kardeş; biri kız, biri erkek. Küçük Peri için ağabeyi Abdullah, ağabeyden çok öte. On yaşındaki Abdullah’a sorsanız Peri, her şey demek. Köylerinden Kâbil’e varmak için çıktıkları yolculuğun sonunda aileyi yürek parçalayıcı bir son bekliyor. Fakat aslında bu bir son değil… Kardeşlerin başlarına gelenler -yakın ya da uzak- ilişki kurdukları tüm insanların hayatlarında nesiller boyu yankılanacak… Hayat farklı aileleri sevgi ve fedakârlık, ihanet ve sadakat gibi ortak duygularla sınarken, karakterlerin başlarına gelenler ve yaptıkları seçimler, kitabın her biri ayrı bir renk ve lezzet taşıyan katmanlarını oluşturuyor. Afganistan’ın küçük bir köyünde doğan ve okuru Kâbil’den Paris’e, San Francisco’dan Tinos adasına taşıyan bu öykü, her sayfada renklenip güçleniyor. Ve Dağlar Yankılandı, bizi biz yapan değerler üzerine düşündüren, ustalıkla yazıldığını her bölümde yeniden kanıtlayan, büyüleyici bir roman. Uçurtma Avcısı ve Bin Muhteşem Güneş ile dünya çapında sevilen bir yazar olan Khaled Hosseini’nin yazarlığında bir dönüm noktası. *** Bir SONBAHAR 1952 Pekâlâ. Madem bir hikâye dinlemek istiyorsunuz, anlata­cağım. Ama yalnızca bir tane. İkinizden biri sakın bir tane daha istemesin. Vakit geç oldu, üstelik Peri’yle beni uzun bir yolculuk bekliyor. Bu geceki uykuya ihtiyacın var, Peri. Senin de, Abdullah. Kız kardeşinle ben yokken, burası sana emanet; sana güveniyorum. Annen de öyle. Haydi bakalım. Tek bir öykü. Kulaklarınızı açın, iyi dinleyin. Ve sözümü kesmeyin. Bir zamanlar, devlerin, cinlerin ve heyulaların ülkenin her yanında cirit attığı günlerde, Eyüp Baba adında bir çiftçi var­mış. Ailesiyle birlikte Meydan Sabz adında, küçük bir köy­de yaşarmış. Beslemesi gereken aile geniş olduğundan, Eyüp Baba bütün gün canla başla çalışırmış. Her gün, şafaktan gün batımına kadar uğraşır, tarlasını sürer, toprağı beller, sahip olduğu bir avuç şamfıstığı ağacıyla ilgilenirmiş. Ne zaman ara­sanız, onu tarlasında, akşamlara kadar savurduğu tırpan kadar eğik sırtıyla, iki büklüm çalışırken görebilirmişsiniz. Nasırın eksik olmadığı elleri sık sık kanarmış; geceleri başını yastığa kor komaz uyuyakalırmış. Ancak bu bakımdan yalnız olmadığını söylemeliyim. Mey­dan Sabz’da yaşam bütün köy sakinleri için çetinmiş. Kuzey­de, vadilerde daha şanslı köyler yok değilmiş; onların mey­ve ağaçlan, çiçekleri, latif bir havası, serin, tertemiz suların aktığı dereleri varmış. Oysa Meydan Sabz adıyla, yani “Yeşil Meydan”la yakından uzaktan ilgisi olmayan, perişan bir köy, tam bir viraneymiş. Bir dizi sarp dağın çevrelediği, basık, toz­lu bir düzlükte yer alıyormuş. Rüzgâr yakıcıymış, gözlere toz üfleyip dururmuş. Su bulmak günbegün yinelenen bir müca­deleymiş, çünkü köyün kuyuları, en derin olanlar bile habi- re kuruma noktasına gelirmiş. Evet, bir ırmak varmış elbet­te, ama köylülerin ona ulaşmak için yarım gün yol yürümesi gerekiyormuş, yetmezmiş gibi, suları yıl boyunca çamurluy­muş. Şimdi, on yıllık kuraklığın ardından, ırmağın suyu da iyice azalmış. Uzun lafın kısası, Meyda Sabz halkı başkalarının yaşamının yansına sahip olabilmek için canını dişine takmak, onların iki misli çabalamak zorundaymış. Ancak Eyüp Baba yine de kendini talihli sayıyordu, çünkü her şeyden aziz tuttuğu bir ailesi vardı. Karısına âşıktı, bıra­kın ona el kaldırmayı, sesini bile yükseltmezdi. Asla. Karısı­nın fikirlerine değer verir, onun yârenliğinden gerçek bir zevk alırdı. Çocuklara gelince; Tanrı ona bir elin parmaklan kadar çocuk nasip etmişti; her birini yürekten sevdiği üç oğlanla iki kız. Kızları terbiyeli, şefkatli, sağlam karakterli ve namusluy­du. Oğullarına dürüstlüğün, cesaretin, dostluğun ve yakın­madan canla başla çalışmanın değerini şimdiden öğretmişti. Her iyi evlat gibi babalarının sözünü dinler, tarlada ona yar­dım ederlerdi. Eyüp Baba tüm çocuklarını çok sevse de, içlerinden birine, üç yaşındaki Kayis’e karşı gizliden gizliye, ayrı bir düşkünlüğü vardı. Kayis koyu mavi gözlü bir oğlandı. O cin gibi gülü­şüyle büyüleyemeyeceği kimse yoktu. Hani yerinde durama­yan, tükenmez enerjisiyle karşısındakilerin enerjisini tüketen çocuklar vardır ya, onlardandı. Yürümeyi öğrenince bundan öyle büyük bir zevk aldı ki, uyanık olduğu her ânı yürüyerek geçirmeye başladı, hatta bazen geceleri bile uykusunda yürü­yor, herkesi telaşlandırıyordu. Uyurken kalkıp ailenin toprak evinden çıkar, ay ışıklı karanlıkta alıp başını giderdi. Ana ba­bası doğal olarak kaygılanıyordu. Ya bir kuyuya düşerse, ya kaybolursa, daha da kötüsü, ya geceleri düzlükte sinsi sinsi dolanan yaratıklardan birinin hücumuna uğrarsa? Çare bul­mak için bir sürü yol denediler, hiçbiri işe yaramadı. Sonunda Eyüp Baba’nın bulduğu çözüm, en iyi çözümlerin çoğu gibi, gayet yalındı: Keçilerden birinin boynundaki minik çıngırağı alıp Kayis’in boynuna taktı. Böylece oğlan gecenin bir vakti yatağından kalkacak olursa, çıngırağın sesi bililerini uyandı­racaktı. Uyurgezerlik bir süre sonra sona erdi, ama Kayis çın­gırağa öyle bağlanmıştı ki, çıkarmayı reddediyordu. Bunun üzerine, her ne kadar artık asıl amacına hizmet etmiyor olsa da, çıngırağın takılı olduğu sicimi oğlanın boynunda bıraktı­lar. Eyüp Baba yorucu bir günün ardından eve dönünce, kapı­dan koşarak fırlayan Kayis yüzünü babasının göbeğine gömer, çıngırağın şıngırtısı o minicik adımlarına eşlik ederdi. Eyüp Baba onu kucaklayıp kaldırır, eve birlikte girerlerdi; babası eli­ni yüzünü yıkarken Kayis büyük bir dikkatle onu izler, yemek­te babasının yanına otururdu. Ailece karınlarını doyurduktan sonra, Eyüp Baba çayını yudumlarken ailesini seyreder, bütün çocuklarının evlendiği, ona boy boy torunlar verdiği, kendininse daha da geniş bir ailenin gururlu atası olacağı günlerin hayalini kurardı. Ancak yavrularım, ne yazık ki Eyüp Baba’nın mutluluğu fazla uzun sürmedi. Olay, bir gün bir devin Meydan Sabz’a gelmesiyle oldu. Dağlardan inip köye yaklaşırken, toprak atağı her adımla sarsılıyordu. Köylüler ellerindeki kürekleri, çapaları, baltaları bırakıp çil yavrusu gibi dağıldılar. Kendilerini evlerine kilitle­diler, birbirlerine sokuldular. Devin ayak seslerinin sağır edici gümbürtüsü kesilince Meydan Sabz’ın tepesindeki gökyü­zü karardı. Kafasından kıvrım kıvrım boynuzların fışkırdığı, omuzlarını ve güçlü kuyruğunu kalın, kapkara kılların kapla­dığı söyleniyordu. Gözlerinin kıpkırmızı parladığı iddia edili­yordu. Aslında kimse bilmiyordu, anlıyor musunuz, en azın­dan canlı biri: Dev, kendisine gözü ilişeni oracıkta yiyordu. Bunu bilen köylüler akıllılık edip gözlerini yere çivilerdi. Devin neden geldiğim köydeki herkes biliyordu. Başka köylere yaptığı ziyaretleri duymuşlardı; Meydan Sabz’ın bu kadar uzun süre onun dikkatinden kaçmayı nasıl başardığı­na şaşmaktaydılar. Belki de, diye düşünüyorlardı, Meydan Sabz’daki bu yoksul, çetin yaşantıları onların lehine olmuş, doğru dürüst beslenemeyen çocuklar et tutmamıştı. Ama buna rağmen, sonunda talihleri dönmüştü işte. Meydan Sabz soluğunu tutmuş, titriyordu. Aileler devin onların evini atlaması için dua etmekteydi, çünkü onun çatıya hafifçe vurması halinde çocuklardan birini ona vermek zorun­da olduklarını biliyorlardı. O zaman dev, çocuğu bir çuvala sokar, çuvalı omzuna atar ve geldiği yoldan dönerdi. Zavallı çocuğu da bir daha gören olmazdı. Ailelerden biri bu seçimi yapmaya yanaşmazsa, dev evdeki bütün çocukları alırdı. Dev, bu çocukları nereye götürüyormuş peki? Dik bir dağın tepesindeki kalesine. Kale, Meydan Sabz’dan çok çok uzakmış. Ona ulaşana kadar vadileri, bir sürü çölü ve iki dağ zincirini aşmanız gerekiyormuş. Sonunda sadece ölümü bula­cağını bilen hangi aklı başında insan yapar ki bunu? Kalenin, duvarları satırlarla kaplı zindanlarla dolu olduğu söyleniyordu. Tavanlardan et kancalan sarkıyormuş. Devasa şişler, mangal ateşleri varmış. Oradan yanlışlıkla geçen birini yakalarsa, devin hiç hoşlanmadığı halde yetişkin eti bile yediği söyleniyordu. O gün devin o dehşetengiz eliyle hangi çatıyı tıklattığını anladınız herhalde. Bunu duyan Eyüp Baba’nın dudakların­dan acı dolu bir feryat yükseldi, karısı buz kesip bayıldı. Ço­cuklar korkuyla, aynı zamanda da kederle ağlaşıyordu, içle­rinden birinin gideceği kesinleşmişti çünkü. Aile bir sonraki gündoğumuna kadar kurbanını seçmek zorundaydı. Eyüp Baba’yla karısının o gece çektiği işkenceyi size nasıl anlatsam? Hiçbir ana baba böylesi bir seçimle karşı karşıya kalmamalı. Karıkoca, çocukların duyamayacağı bir yerde ne yapmaları gerektiğini tartıştılar. Konuştular, ağladılar, konuştular, ağladılar. Bütün gece evin içinde volta atalar, şafak yaklaşırken onlar hâlâ karar verememişti – buysa devin işine geliyordu el­bette; onların kararsızlığı sayesinde, bir tane yerine beş çocu­ğu birden alabilirdi. Sonunda, Eyüp Baba evin önünden aynı boyda, aynı biçimde beş tane taş topladı. Her birinin üzerine çocuklardan birinin adını yazdı, işi bitince de taşları bez bir torbaya koydu. Torbayı karısına uzatınca, kadın içinde zehirli yılan varmışçasına irkildi. “Yapamam,” dedi başını sallayarak. “Seçen kişi ben ola­mam. Bunu kaldıramam.” Eyüp Baba, “Ben de,” diye söze başlamıştı ki camdan, gü­neşin doğudaki tepelerin üstünden göz süzmesine dakikalar kaldığını gördü. Zaman azalıyordu. İçler acısı gözlerle beş çocuğuna baktı. Eli kurtarmak için parmaklardan biri kesil­meliydi. Gözlerini yumdu, torbadan bir taş çekti. Eyüp Baba’nın hangi taşı çekriğini anladınız tabii. Üze­rindeki adı görünce, yüzünü gökyüzüne çevirip acı dolu bir çığlık attı. Paramparça yüreğiyle en küçük oğlunu kucağına aldı; babasına körlemesine güvenen Kayis, kollarını mutlu­lukla onun boynuna doladı. Ancak babası onu evin önüne bırakıp kapıyı kapadıktan sonradır ki oğlan durumu anladı; dünyadan çok sevdiği oğlu kapıyı yumruklar, içeriye alması için babasına yalvarırken, Eyüp Baba gözlerini sımsıkı kapa­mış, sırtını kapıya yaslamış, öylece duruyor, yaşlar yanakların­dan yuvarlanıyordu; toprak devin adımlarıyla zangırdar, oğlu çığlıklar atarken orada durdu, “Beni affet, affet beni,” diye mırıldandı; toprak, dev Meydan Sabz’dan çıkıncaya kadar sarsıldı, titredi; sonunda dev gitti, ortalık yatıştı, hâlâ ağla­yan, Kayis’ten af dileyen Eyüp Baba’nın dışında herkes, her şey sustu. Abdullah. Bak kardeşin uyuyakaldı. Şu battaniyeyi ört üs­tüne. Al. Aferin. Masalı burada kessem mi acaba’ Hayır mı? Devam etmemi mi istiyorsun? Emin misin evlat? Pekâlâ. Nerede kalmıştık? Ah, evet. Bunu kırk günlük bir yas süre­si izledi. Komşular her gün yemekler pişirip aileye getirdiler, onlarla birlikte nöbet tuttular. Herkes ne sunabiliyorsa onu sundu (çay, şekerleme, ekmek, badem), yanına da başsağlığı dileklerini ve duygudaşlığını ekledi. Eyüp Baba’nın ağzından teşekkürden başka sözcük çıkmıyordu. Bir köşede oturup ağ­lıyor, gözyaşları her iki gözünden de seller gibi, köydeki ku­raklığı dindirmek istercesine boşalıyordu. İnsan onun çektiği azabı en aşağılık adama bile dilemezdi. Aradan birkaç yıl geçti. Kuraklık sürdü, Meydan Sabz daha da beter bir yoksulluğa yuvarlandı. Bir sürü bebek, beşiğinde susuzluktan öldü. Kuyulardaki su iyice çekildi, ırmak Eyüp Baba’nın ıstırabının aksine kurudu; onun acısı her geçen gün daha da kabaran, taşkınlaşan bir ırmaktı. Ailesine artık hiçbir hayrı yoktu. Çalışmıyor, dua etmiyor, doğru dürüst yemiyor­du. Karısının, çocuklarının yalvarıp yakarmalar fayda etmiyordu. İşleri kalan oğulları üstlenmek zorunda kaldı, çünkü Eyüp Baba tarlasının kenarına çöküp yapayalnız, mahvolmuş bir karaltı halinde dağlara bakmaktan başka hiçbir şey yap­mıyordu. Arkasından konuştuklarına inandığı için köylülerle dostluğu kesmişti. Oğlunu kendi eliyle teslim ettiği için öd­leğin teki diyorlardı ona. Beş para etmez bir baba olduğunu. Gerçek bir baba devle mücadele ederdi. Ailesini koruma uğ­runa canını verirdi. Bir gece karısına bundan bahsetti. “Hiç de söylemiyorlar böyle şeyler,” dedi kadın. “Kimse senin ödlek olduğunu düşünmüyor.” “Onları duyabiliyorum,” dedi Eyüp Baba. “Duyduğun kendi sesin, kocam,” dedi karısı. Köylülerin onun arkasından neyi fısıldaştığını söylemedi. Adamın muhte­melen çıldırdığını fısıldıyorlardı birbirlerine. Sonra bir gün, Eyüp Baba onlara aradıkları kanıtı verdi. Gün doğarken kalka. Karısıyla çocuklarını uyandırmadan, bez bir torbaya birkaç dilim ekmek tıkıştırdı, ayakkabılarını giydi, tırpanını beline bağlayıp evden çıktı. Günlerce, günlerce yürüdü. Güneş uzaklarda soluk bir kı­zartıya dönüşünceye kadar yürüdü. Geceleri, rüzgâr dışarıda uğuldarken mağaralarda uyuyordu. Rüzgâr yoksa ırmak ke­narlarında, ağaç altlarında yatıyor, iri kayaların altına sığını­yordu. Ekmeği bitince ne bulduysa onu yedi (yabani böğürt­lenler, mantarlar, akarsulardan çıplak elle yakaladığı balıklar) bazı günler de hiçbir şey yemedi. Ama hep yürüdü. Yolda rastlaştığı kişiler nereye gittiğini sorunca o da söyledi, kimi güldü, kimi de deliye çattık diye düşünüp hızla uzaklaştı, ki­mileri, deve çocuğunu kaptıranlarsa onun için dua etti. Eyüp Baba başını öne eğdi ve yürüdü. Ayakkabıları dağılınca onları sicimlerle ayaklarına bağladı, sicimler kopunca yola yalınayak devam etti. Bu şekilde çölleri, vadileri, dağları aştı. Sonunda, zirvesinde devin kalesinin bulunduğu dağa var­dı. Hedefine ulaşmak için öylesine sabırsızlanıyordu ki durup dinlenmedi, hemen tırmanmaya koyuldu, giysileri yırtıldı, ayakları kanadı, saçı tozdan keçeleşti ama azmi hiç sarsılmadı. Ucu sivri, artıldı kayalar tabanlarını yardı. Yuvalarının yanın­dan geçerken şahinler onun yanaklarını gagaladılar. Şiddetli rüzgârlar onu az kaldı yamaçtan aşağıya savuruyordu. Ama o tırmandı, bir kayadan ötekine geçti, sonunda kendini devin kalesinin muazzam kapılarının önünde buldu. Eyüp Baba kapıya bir taş atınca, Kim bu cüretkâr? diye gürledi dev. Eyüp Baba adını söyledi. “Meydan Sabz köyünden geliyo­rum,” dedi. Ölümüne mi susadın? Beni böyle evimde rahatsız ettiğine göre, öyle olmalı! Ne istiyorsun? “Buraya seni öldürmeye geldim.” Kapının arka tarafında bir sessizlik oldu. Sonra çift kanatlı kapı gıcırdayarak açıldı ve dev göründü, o dehşet verici haşmetiyle Eyüp Baba’nın tepesine dikildi. Öyle mi? dedi bir kasırga kadar kalın sesiyle. “Aynen,” dedi Eyüp Baba. “Şöyle ya da böyle, bugün iki­mizden biri ölecek.” Bir an, dev Eyüp Baba’yı kaptığı gibi havalandıracak, han­çer keskinliğindeki dişleriyle tek lokmada yutacakmış gibi gö­ründü. Ama bir şey yaratığı duraksattı. Gözlerinin kısılmasına neden oldu. Belki yaşlı adamın ağzından çıkanların akıl almazlığı. Belki adamın görüntüsü; yırtık pırtık giysileri, kanlı yüzü, onu tepeden umağa kaplayan toz, derisindeki açık yara­lar. Belki de yaşlı adamın gözlerinde korkunun zerresine bile rastlayamaması. Nereden geliyorum demiştin? “Meydan Sabz,” diye yanıtladı Eyüp Baba. Haline bakılırsa, bu Meydan Sabz bayağı uzakta olmalı. “Buraya laklak etmeye gelmedim. Gelmemin nedeni…” Dev, pençeye benzeyen elini kaldırdı. Tamam. Tamam. Beni öldürmeye geldin. Anladık. Ama can vermeden önce son birkaç söz söylemeye hakkım vardır herhalde. “Pekâlâ,” dedi Eyüp Baba. “Ama yalnızca birkaç kelime.” Dev sırıttı. Sağ olasın. Sana ne kötülük yaptım da ölüm fermanımı çıkardın, sorabilir miyim? “En küçük oğlumu elimden aldın,” diye haykırdı Eyüp Baba. “O benim dünyada en sevdiğim varlıktı.” Dev homurdandı, çenesini kaşıdı. Bir sürü babadan bir sürü oğul aldım, dedi. Eyüp Baba öfkeyle tırpanına davrandı. “O zaman onların da öcünü almış olacağım.” İtiraf etmeliyim ki cesaretin bende hayranlık uyandırıyor. “Cesaret nedir haberin bile yok senin,” dedi Eyüp Baba. “Cesaret göstermek için bir şeyin tehlikede olması lazım. Oysa ben buraya kaybedecek hiçbir şeyim olmadan geldim.” Canından olabilirsin ama, dedi dev. “Sen canımı çoktan aldın.” Dev, bir kez daha homurdandı, düşünceli düşünceli Eyüp Baba’yı süzdü. Bir süre sonra, Tamam o halde, dedi. Seninle düello edeceğim. Ama önce, beni izlemeni istiyorum. “Acele et,” dedi Eyüp Baba. “Sabrım tükeniyor.” Ama dev çoktan dönmüş, dev boyutlu bir koridora doğru yürümeye başlamıştı bile; Eyüp Baba’nın da onu takip etmekten başka seçeneği kalmadı. Devin peşi sıra, tavanı neredeyse bulutlara sürtünen, her biri muazzam sütunlarla desteklenen koridor­lardan oluşan bir labirente girdi. Pek çok merdiven boşluğun­dan, Meydan Sabz’ın tamamını içine alabilecek büyüklükte salonlardan geçtiler. Bu şekilde epeyce yürüdükten sonra dev.
  2. Kitapla ilgili ön okuma: Yılbaşı gecesi işlenen bir cinayet… Tarlabaşı’nın arka sokaklarında bulunan bir erkek cesedi. Öldürülmüş erkeklerin en yakışıklısı, belki de en kötüsü. Karanlık sırların ortaya çıkardığı utanç verici bir gerçek. Gururlarının kurbanı olmuş erkekler, onların hayatlarını yaşamak zorunda olan kadınlar. Bu cinayetler yatağında, bu kötülükler bahçesinde, bu insan eti satılan can pazarında masumiyetini korumaya çalışan bir adam. Bir zamanlar İstanbul’un en gözde yeri olan Beyoğlu’nun hazin hikâyesi. Karanlık… Soğuk havayla iyice ağırlaşan bir karanlık. Uzaklardan şarkılar geliyor kulağına, neşeli kadın çığlıkları, ayarını yitirmiş sarhoş naraları, biri küfrediyor belki ana avrat, belki ağlıyor biri hıçkıra hıçkıra, belki biri sessizce ölüyor bu gürültünün, bu hengâmenin ortasında. Umurunda değil. Hepsinden sıyrılmış, sadece öfke… Nereye gittiğini bilmeden yürüyor, nefret tarafından kuşatılmış olarak. Kıskançlık denen o canavar, çelikten pençesine almış yüreğini, habire sıkıyor. “Kadınlar,” diyor bir ses zihninin derinliklerinden… “Kadınlar, onlarla oynayamazsın… Oynadığını zannedersin ama bir de bakmışsın, asıl oyuncak sen olmuşsun.” Hayatına giren kadınların yüzleri beliriyor sokağın zemininde. Birer birer düşüyor görüntüleri ayaklarının dibine. Hepsinin boynu bükük, hepsinin gözlerinde keder. Hepsi üzgün… Aldırmıyor, bir su birikintisiymiş gibi basıp geçiyor üzerlerinden ama yeniden düşüyor görüntüler zemine. “Kadınlar,” diyor o ses yine, “Kadınlardan asla kurtulamazsın, hayaletleri hayatın boyunca seni takip eder.” *** Karanlık… Soğuk havayla iyice ağırlaşan bir karanlık. Uzaklardan şarkılar geliyor kulağına, neşeli kadın sesleri, ayarını yitirmiş sarhoş naraları, biri küfrediyor belki ana av­rat, belki ağlıyor biri hıçkıra hıçkıra, belki biri sessizce ölüyor bu gürültünün, bu hengâmenin ortasında. Umurunda değil. Hepsinden sıyrılmış, sadece öfke… Onu tepeden tırnağa tit­reten, tepeden tırnağa kuşatmış olan öfke… Belki geçtiği bu karanlık sokağın, bu yıllanmış semtin bile farkında değil. Ne şehrin debdebeli günlerinden kalma bu yaşlı mahallenin, ne bu unutulmuş sokağın, ne bu soğuğun ne de bu gecenin* Ne­reye gittiğini bilmeden yürüyor, nefret tarafından kuşatılmış olarak. Kıskançlık denen o canavar, çelikten pençesine almış yüreğini, ha bire sıkıyor. “Kadınlar,” diyor bir ses zihninin derinliklerinden, “Ka­dınlar, onlarla oynayamazsın… Oynadığını zannedersin ama bir de bakmışsın, asıl oyuncak sen olmuşsun.” Hayatına gi­ren kadınların yüzleri beliriyor sokağın zemininde. Birer bi­rer düşüyor görüntüleri ayaklarının dibine. Hepsinin boynu bükük, hepsinin gözlerinde keder. Hepsi üzgün… Aldırmıyor, bir su birikintisiymiş gibi basıp geçiyor üzerlerinden, ama yeniden düşüyor görüntüler zemine. “Kadınlar,” diyor o ses yine. “Kadınlardan asla kurtulamazsın, hayaletleri hayatın boyunca seni takip eder.” Derin derin nefes alıp kovuyor zihnindeki sesi. Sesle bir­likte kadınların görüntüleri de kayboluyor. Ciğerlerine do­lan ağır kömür kokusu öksürtüyor onu. Bir küfür yükseliyor boğazından, vazgeçiyor, ne yaran olacak ki? Biraz daha hızlandırıyor adımlarını. Hem de nereye gittiğini bilmemesine rağmen. Hem de çare olmayacağını bile bile. Geniş adımlan gergin, yumruklan sıkılı, sağ gözü seğiriyor. Bir tek onun far­kında. Belki de o sebepten daha çok hiddetleniyor. Hiçbir za­man sahip olamadı şu sağ gözüne, sinirlenince hep seğirir… İnsanoğlu neden bu kadar zayıftır ki? Bu karanlıktan kurtulsa, kalabalığın çılgınca dalgalandığı İstiklal Caddesi’ne ulaşsa… Belki renkler, ışıklar, sesler, çekip çıkaracak onu düştüğü bu mutsuzluk kuyusundan. Kendini, yeni yılın gelişini kutlayan o eğlence manyağı güruhun içine atsa… Belki bitecek bu kıskançlık, bu nefret, ruhunu ele ge­çiren bu boşluk… Nemli rüzgâr alıp götürecek belki hepsini. Belki Zürih’teki gibi olacak… Gençliğindeki gibi… Gölün ke­narında yaptığı gece yürüyüşlerinde olduğu gibi. Bu Allahın belası şehre gelmeden önceki gibi… O anda duyuyor sesi. Arnavutkaldırımında yankılanan adımlar. Emin olamıyor onca gürültünün arasında. Evet, ayak sesleri. Yoksa kendi adımları mı? Hızını düşürmeden kulak kesiliyor. Sokağı, karanlığı, geceyi dinliyor. Ömürlerini çoktan doldurmuş bu evlerin, çürümüş mezar taşlarını an­dıran duvarlarında yankılanan ayak seslerini. Temkinli, dik­katli, sinsi biri tarafından atılan adımlann tekinsiz seslerini. Evet, biri var arkasında. Gölgesini gölgesine, nefesini nefesi­ne ayarlamış, bedeninin tek bir kıpırtısını bile kaçırmadan adım adım onu izliyor. Yoksa o gün gelip çattı mı? Yoksa kâbuslarının hakikate dönüşeceği zaman, şimdi mi, bu an mı? Ama tuhaf, içinde bir sevinç beliriyor. Evet, apaçık hissediyor karnından yükse­len sevinci. Neden olmasın? Belki de en hayırlısı bu. Böylece sona erer yıllarca süren bu işkence… Böylece günahlarının kefaretini ödemiş olur. Hiç beklemediği anda aniden bütün ruhunu ele geçiren bu teslimiyet hoşuna gidiyor. Katilinin yaklaştığını, silahının horozunu kaldırdığını, tetiğe dokun­duğunu, büyük bir patlamayla öne doğru savrulduğunu ya­şar gibi oluyor, hatta ağzındaki kanın tadını bile duyuyor. Ama çok kısa sürüyor bu kabulleniş, yaşama isteği yeniden ağır basıyor. Kıskançlığı, öfkesi, aşk için duyduğu kahır, hızla hayata döndürüyor onu. Hayır, henüz değil. Ölmek için he­nüz erken. Amcasından duyduğu o sözler geliyor aklına, pala bıyıklarını sıvazlarken, tuhaf bir sesle mırıldandığı o sözler: “Benim anam ağlayacağına onunki ağlasın.” Yavaşça paltosunun düğmesini açıyor, sağ eli kemerine uzanıyor. Kabzanın insana güven veren soğukluğu, kısa bir an yitirdiği öfkesine yeniden kavuşturuyor onu. Hep oldu­ğu gibi mermi namluya sürülü. Tek yapması gereken, dönüp ateş etmek. Ama sakince, elleri titremeden, hedefi şaşırma­dan… Daha önce defalarca yaptığı gibi. “Benim anam ağla­yacağına onunki ağlasın.” Sımsıkı sarılıyor kabzaya, usulca çekiyor tabancayı, hızla dönüyor ama silahını doğrultamıyor bile. Sert bir rüzgâr çarpıyor sol tarafına. Sessiz, ama güçlü bir rüzgâr. Rüzgârın estiği yöne bakıyor. Biri dikiliyor karan­lıkta. Çok iyi tanıdığı biri. Gülümsemeye çalışıyor karanlıkta­ki katiline. “Biliyordum,” diyor arnavutkaldınmının üzerine yıkılmadan önce. “Biliyordum…” “Katili daha çabuk davranmış anlaşılan” Polisin kâbusu, yılbaşı geceleridir. Herkesin gülüp eğlen­diği, mutlulukla dans ettiği o gece, bizim için korkunç sa­atler demektir; öğleden sonra başlayıp yeni yılın ilk günü ışıyıncaya kadar süren, bir türlü bitmek bilmeyen kanlı, karanlık bir kâbus… Hiç şaşmaz, mutlaka bir vukuat çıkar. Mutlaka bırileri ateş eder, birileri bıçağını çeker, birileri bin­lerini öldürür. Bugüne kadar hep böyle olmuş, bundan son­ra da böyle olacaktır. îşte bu yüzden izinler kaldırılır, bütün teşkilat diken üzerindedir. İnsanlar lüks restoranlarda, gece kulüplerinde, ama çoğunlukla da evlerinde aileleriyle, sev­dikleriyle baş başa eğlenirken biz polisler sıkıcı karakolları­mızda güya küçük kutlamalarla yeni yılın gelişini karşılarız, hepimizin canı sıkkındır, dahası telsizden her an gelebile­cek anons nedeniyle hepimiz tetikteyizdir. Ama tuhaftır, bu gece zaman akıp gitmiş, birkaç yaralama olayının, özellikle Taksim’de her yılbaşı görülen taciz rezaletlerinin dışında kayda değer bir vukuat olmamıştı. Belki de bu gece istisnay­dı, bu yılbaşı gecesi kimse kimseyi öldürmeyecekti. Belki katiller ara vermişlerdi bu gece işlerine… Tam da umutlan­maya başlarken geldi anons; Ali ayakta, masanın üzerinde unutulmuş frambuazlı pastanın son kırıntılarını atıştırır ken, ben kahvemi yudumlarken… İşte tam o anda bildirdi yeni yılın ilk cinayetini telsiz…. Tarlabaşf nda bir erkek cese­di bulunmuştu. Beyaz bulutların arasında bir görünüp bir kaybolan ayın solgun parıltısıyla aydınlanan sokakta ayrıntıları seçmek güçtü. Devriye arabasının yanıp sönen kırmızı, mavi ışıkla­rı olmasa ne cesedi ne de başında dikilen iki polisi görmek mümkün olacaktı. Birkaç adım yaklaşınca görüntü iyice belirginleşti; Tarlabaşılılar Kulübü yazan ışıksız tabelanın altında yatıyordu ceset, Beyoğlu’nun sıvalan dökülmüş, şu yorgun binalarından birinin önünde. Göğsünün sol tarafın­da, tam kalbinin hizasındaki kan lekesi, açık renk paltosu­nun üzerinde kocaman bir çiçek gibi duruyordu. Sağ elinde sımsıkı tuttuğu Beretta’nın gümüş kaplaması, polis arabası­nın ışığında belli belirsiz parıldıyordu. Geldiğimizi fark eden üniformalı iki meslektaşımız hazır ola geçmişlerdi bile, ama onları umursamadı Ali, gözleri yerde yatan adamın elindeki tabancaya kilitlenmişti. Hiçbir açıklama yapmadan, cesede doğru eğildi, ellerini yere koyarak tabancaya dokunmadan namlusunu kokladı. “Ateş etmeye fırsat bulamamış,” diye mırıldandı başını kaldırmadan. “Katili daha çabuk davranmış anlaşılan.” Şim­di maktulün göğsündeki kan lekesine bakıyordu. “Tek darbe­de bitirmişler işini.’ Böyle sonuçlara varmak için çok erkendi. Kurbanın başın­da dikilen polislere döndüm: “Siz mi buldunuz?” “Biz bulduk.” Çelimsiz olanıydı konuşan; bir adım öne çıkmıştı. “Biz bulduk Nevzat Başkomiserim.” Demek tanıyor­du beni. “Bir saat kadar önce… Buraları kontrol ediyorduk. Geçen yılbaşı bir tecavüz olayı yaşanmıştı da… Bu yıl da aynı vaka olmasın diye… Gezerken gördük… Sızıp kalmış sarhoş­lardan biri zannettik… Yaklaşınca anladık öldüğünü…” Meslektaşımızın açıklamalarını dinlerken maktulü izle­meyi sürdürüyordum. Kan mı, salya mı olduğunu kestiremediğim koyu bir sıvı ağzının kenarından süzülerek boynuna kadar inmişti. Yakışıklı bir adamdı; düzgün bir burun, kalın, biçimli kaşlar, koyu renk bir bıyık, kirli bir sakalın süslediği genişçe bir çene. Ölünün solgun çehresinden, bizim memu­run yorgun gözlerine döndüm. “Kimseyi gördünüz mü yanında?” “Yok, görmedik, kaçan birilerine de rastlamadık. Gecenin üçünde kim olur ki burada?” Hiç düşünmeden, soluk bile almadan ardı ardına sırala­mıştı kelimeleri. “Ya şurada?” dedim Tarlabaşılılar Kulübü yazan tabela­nın asılı olduğu birinci katı göstererek. “Orada da kimse yok muymuş?” “Yokmuş.” Yine hiç tereddüt etmeden konuşuyordu, o da­kikalarda burada bulunmadığı halde olan bitenden son de­rece emin biri gibi. “Bu gece de saat birde kapanmış kulüp.” inanmayan gözlerle süzdü adamı, ayağa kalkan Ali. “Ne kulübüymüş bu?” “Kulüp işte…” Rahat görünmeye çalışıyordu, ama sesindeki tedirginlik, onu ele veriyordu. “Anladık da ne yapıyorlar bu kulüpte?” Zayıf meslektaşımız yutkundu, az önceki güveni kaybol­muştu. “Semt sakinleri akşamları bir araya geliyorlar işte… Eğlen­mek için yani. Okey, briç filan da oynuyorlar…” “Okey, briç, poker…” diye sarakaya aldı yardımcım. “Ku­mar desene şuna.” Artık muhabbete katılma zamanım gelmişti. “Yoksa kumar oynanmasına göz mü yumuyorsunuz?” Süt hırası polisin dili damağına dolaştı. “Yok Başkomiserim, ne kuman?” “Kumar değil Başkomiserim,” diyerek yardıma yetişti uzun boylu arkadaşı. Vücudunun orantısız bir görünümü vardı; bacakları kısa, gövdesi iriydi ama dengeyi bozan asıl uzvu kafasıydı. Taktığı resmi şapkayla iyice irileşen başı o kadar kocamandı ki, sanki omuzlarının ortasına sonradan yerleştirilmiş duygusu veriyordu, “öylesine, eğlence amaçlı oynuyorlar. Kumar olsa izin verir miyiz!” Konuşurken küçük bir mağara gibi açılan karanlık ağzından, kül rengi buharlar çıkıyordu. “Vermez misiniz?” diye üsteledi Ali. Üşümüş olacak ki ellerini lacivert paltosunun cebine sokmuştu. “Vermeyiz.” Bakışlarını bir an olsun kaçırmamıştı iri kalalı polis. Az önceki üflesen yıkılacak meslektaşı gibi çekingen değildi, hesaplı bir soğukkanlılık içindeydi. “Niye verelim Komiserim?” Mesele çıkarmak için bahane arayan yardımcımın bekle­diği fırsat ayağına gelmişti ama sorum durdurdu onu. “Bu kulüpte daha önce benzer bir vukuat oldu mu?” “Cinayet mi? Yok Başkomiserim, hiç olmadı. Ufak tefek kavgalar çıkıyor tabii, her yerde olduğu gibi. Ama öyle silah­la yaralama filan, hele ölümle sonuçlanan vukuatlar olmadı hiç.” Nedense inandırıcı gelmedi sözleri, ama şimdi üsteleyecek halim yoktu. Yeniden cansız bedene çevirdim bakışlarımı. “Kimliği belli mi?” “Evet, Başkomiserim.” Konuşmaya başladığına göre, ra­hatlamış olmalıydı zayıf polis. Plastik koruması yıpranmış bir nüfus kâğıdı uzattı. “Engin Akça.” Kimliği alırken sordum. “Tanıyor muydunuz adamı?” Duraksadılar, yutkundular, birbirlerine baktılar, ama açık­lama yapmadılar. “Sizin karakola gelmişliği filan yok yani…” İlk toparlanan koca kafalı oldu. “Yok, gelmişse bile hatırlamıyorum. Burası Beyoğlu Baş­komiserim. Sizde görev yaptınız, bilirsiniz. İpsizi sapsızı, ne­lerle uğraşıyoruz her gün.” Arkadaşına sordu yalandan. “Sen hatırlıyor musun?” “Hayır. Belki de gasp kurbanı filandır… Parası için öldür­müşlerdir…” “Peki, bu tabanca ne?” Sağ elini cebinden çıkarmış, silahı gösteriyordu Ali. “Süs olsun diye mi taşıyormuş bunu ya­nında?” Asla sinirlenmeyen polisin elbette buna da bir cevabı vardı: “Nerden bilelim Komiserim? Kim bilir neden taşıyordu?” Eh, artık patlayacak derken, bu kez de sokağın öteki ucun­dan gelen sesler durdurdu Ali’yi. Darbuka, keman sesleri… Neşeli ama yetersiz bir koronun ağzından dökülen eğlenceli bir şarkı: “A be kaynana, n’aptın bize… N’aptın bize… Kaçıyoz işte… Kaçıyoz işte…” Yakınlardaki bir meyhaneden çıkmış olmalılardı. Yılbaşı eğlencesini abartan bir müşteri çalgıcıları önüne katıp eğlen­ceye sokakta devam etmek istemişti anlaşılan. Ama âlem çok sürmedi, devriye arabasını görünce çalgılar sustu, şarkı sön­dü. Bizi fark etmişlerdi. Hayır, müşteri filan yoktu, on altı, on yedi yaşlarında üç sokak çocuğuydu bunlar… En az iki beden büyük bir paltonun içinde kaybolan, kıvırcık saçlının elinde keman; üzerinde sadece dizlerine kadar inen büyükçe bir ka­zak olanın koltuğunda bir darbuka vardı, kırmızı deri ceket giyenin enstrümanı yoktu, yine de en ilginç görünen oydu: Kırmızı ceketi kadar, sağ gözünü kapatan siyah bant da he­men dikkat çekiyordu. Sağ gözü görmüyor olmalıydı. Belki de değildi, sadece aksesuvar olsun diye takmıştı bu korsan bandını. Belki de bu küçük grubun şarkıcısı oydu, ama iki arkadaşı gibi o da derin bir sessizliğe bürünmüştü, öyle ya. yılbaşı da olsa sabahın üçünde bir arka sokakta şarkı söyle­yip göbek atarken polise yakalanmak hiç de hoş bir durum değildi. Gözlerine far tutulmuş ürkek tavşanlar gibi oldukları yerde kalakalmışlardı. Ayaza dönüşen sert rüzgâr. Tak sim Meydanı’nda hâlâ çılgınca eğlenen insanların uğultuya dönüşmüş seslerini taşıyordu sokağa. Ama hareketsizlik çok sürmedi, usulca kıpırdanmaya başladı çocuklar. En cesurla­rı kırmızı ceketliydi, tek gözünü üzerimize dikerek, küçük adımlarla bize yöneldi, arkadaşları da onu izlediler. Kırmızı ceketli önde yürüyordu, ama cesedi ilk fark eden kemancı oldu. Hiç korkmadı, aksine büyük bir merakla yaklaştı ama görür görmez şaşkınlıkla bağırdı. “Engin… Engin Abi ya bu…” Panik içinde darbukacıya döndü. “Keto lan. baksana Engin Abi’yi öldürmüşleri” Keto kesin bir ifadeyle başını salladı. “O değildir. Engin Abi’yi vurmak kolay mı oğlum? Ona kimse bir şey yapamaz.” Çocukları fark eden kocabaş polis ters ters baktı. Bana sorma zahmetine bile katlanmadan, ellerini havaya kaldırdı. “Hoop, girmeyin lan bu sokağa. Hadi bakalım, toz olun. Yallah!” Çocuklar hiç takmadılar uyarıyı. “Size söylüyorum, duymuyor musunuz?” Omzuna dokundum. “Bırak gelsinler. Belki bir şey görmüşlerdir.” Şaşkınlıkla baktı yüzüme. “Ne görecekler Başkomiserim, baksanıza, hepsi hayal âle­minde. Tineri çekmiş uçuyorlar. Ne gördüklerinin farkında bile değiller.” “Olsun,” dedim kararlı bir sesle. “Onlarla konuşmak isti­yorum.” Kendilerine arka çıktığımı gören çocuklar iyice yaklaşmış­lardı cesede. “Ha siktir,” diye bağırdı Keto dedikleri. “Doğru lan. valla Engin Abi be!” Ettiği küfürde, şaşkınlığı da samimi olmasına rağmen, ağ­zında sahicilik kazanamıyordu bir türlü. “Vay ************ koyayım,” diye söylendi kazağının koluna burnunu silerek. “Harbiden vurmuşlar Engin Abi’yi.” Düş kırıklığı içinde arkadaşına baktı. “Lan Musti, hani muskası var diyordun… Cevşen duası var diyordun… Hani ölmezdi. Kurşun işlemezdi.” Sanki Engin Ahilerini kendisi öldürmüş gibi suçlu suçlu boynunu büktü Musti, sonra birden bana baktı. “Neyle öldürmüşler, Engin Abi’yi?” “Bıçakla,” dedim onlarla sohbetin yolunu açmak için. “Biri bıçaklamış Engin Abi’nizi.” Temize çıkmış bir zanlı gibi rahatlayarak arkadaşına ses­lendi. “Duydun mu Keto? Bıçakla öldürmüşler Engin Abi’yi. Muska kurşuna karşı yazılmış oğlum, bıçağa tesir etmiyor demek ki…” “Tanıyor musunuz onu?” Ses tonum ne buyurgandı ne de uyarıcı; onların sesi gibi şaşkın ve kederliydi. Belki de bu yüz­den yanıtlamakta bir sakınca görmediler. “Tanımaz mıyız?” Yutkunarak, koltuğunun altındaki dar­bukayı eline aldı Keto. “O bizim abimizdi. babamızdı. O…” “Kıyak adamdı,” diye tamamladı Musti. “Bir daha onun gibisi gelmez buralara.” “Kim vurmuş olabilir?” Uzun bir uykudan uyanmış gibi, irkilip yüzüme baktılar, önce beni, sonra yanımdaki üniformalı polisleri süzdüler. Üniformalı polislere bakarken gözlerinde korkuya, çekingen­liğe benzer bulut kümeleri belirmişti.
  3. gloria şurada cevap verdi: gloria başlık Roman Forumu
    Almak isteyenler için biraz ön okuma ekleyeyim buraya, fikir olur: Siz bu cümleyi okurken, bir yerlerde insanlar, ülkelerindeki savaş, açlık ve yoksulluktan kaçmak için sonu zifiri bir yolculuğa çıkmaya hazırlanıyor. Ancak bu hikâye o kaçak göçmenlerle değil, onları kaçıranlardan biriyle ilgili. Adı Gazâ. Babası bir insan kaçakçısı, Gazâ da onun çırağı. Henüz 9 yaşında. Yani, hayata ve insana dair, öğrenmemesi gereken ne varsa, hepsini öğrenecek yaşta. “Doğu ile Batı arasındaki fark, Türkiye’dir. Hangisinden hangisini çıkarınca geriye Türkiye kalır, bilmiyorum ama aralarındaki mesafe Türkiye kadar, ondan eminim. Ve biz orada yaşıyorduk. Her gün politikacıların televizyonlara çıkıp jeopolitik öneminden söz ettiği bir ülkede. Önceleri çözemezdim ne anlama geldiğini. Meğer jeopolitik önem, içi kapkaranlık ve farları fal taşı gibi otobüslerin, sırf yol üstünde diye, gecenin ortasında mola verdiği kırık dökük bir binanın ada ve parsel numaralarıyla yapılan çıkar hesapları demekmiş. 1.565 km uzunluğunda koca bir Boğaz Köprüsü anlamına geliyormuş. Ülkede yaşayanların boğazlarının içinden geçen dev bir köprü. Çıplak ayağı Doğu’da, ayakkabılı olanı Batı’da ve üzerinden yasadışı ne varsa geçip giden, yaşlı bir köprü. Kursağımızdan geçiyordu hepsi. Özellikle de, kaçak denilen insanlar… Elimizden geleni yapıyorduk… Boğazımıza takılmasınlar diye. Yutkunup gönderiyorduk hepsini. Nereye gideceklerse oraya… Sınırdan sınıra ticaret… Duvardan duvara…” *** Babam bir katil olmasaydı, ben doğmayacaktım… “Sen doğmadan iki sene önce… Bir tekne vardı, hiç unutmam, adı Swing Köpo… Rahim diye bir itin tekne­si… Neyse, yükledik malı… En az 40 kelle var. Biri de has­ta. Nasıl öksürüyor, bir görsen! Bitmiş herif! Kim bilir kaç yaşında, belki yetmiş, belki seksen…” Babam bir katil olmasaydı, ben de olmayacaktım… “Neyine gerek lan senin, dedim hatta… Kaçmak, göç­mek? Gideceğin yere gitsen ne olur? Ölmeye mi çekiyorsun bu kadar eziyeti? Neyse… Sonra Rahim dedi, sen de gel, dönüşte iki laf ederiz. Benim de işim yok o zamanlar, da­ha kamyonu almamışım…” Babam bir katil olmasaydı, annem beni doğururken öl­meyecekti… “Arada, kaçağa gidenlere bir el atıyorum… Hem işi öğ­reniyorum hem de üç beş yolumu buluyorum… İyi lan, de­dim. Bindik, açıldık işte… Sakız’a varmaya az kala bir fır­tına çıktı! Zaten Swing Köpo’nun kendini götürecek hali yok! Daha ne olduğunu anlamadan, göçtük suya…” Babam bir katil olmasaydı, asla dokuz yaşıma basma­yacak ve onunla o sofraya oturmayacaktım… “Bir baktım, herkes bir tarafta, bağıran bağırana… Adam gelmiş çölden, ne bilsin yüzmeyi! Böyle bir görünü­yorlar, sonra yok! Taş gibi batıyor hepsi! Boğulup gidiyorlar… Bir ara Rahim’i gördüm, alnı kan içinde… Vurmuş ka­fayı teknede bir yere… Dalgaları bir gör, duvar gibi! Üstüne üstüne geliyor insanın! Sonra bir baktım, Rahim de yok…” Babam bir katil olmasaydı, ne o bana bu hikâyeyi anla­tacaktı, ne de ben onu dinleyecektim… “Yüzeceğim de, ne tarafa gideyim, diyorum… Gecenin bir körü! Bayağı bir uğraştım… Ama yok, kafayı suyun üstünde tutmak bile mesele… Bir dalıp bir çıkıyorum… Dedim, oğlum Ahad, hayat buraya kadar! Gittin, gidiyor­sun… Sonra birden, böyle, iki dalga arasında, beyaz bir şey gördüm… Üstünde de bir karaltı var…” Babam bir katil olmasaydı, onun bir katil olduğunu hiç öğrenmeyecektim… “Bir baktım, o hasta herif… Hani o bitik herif vardı ya… Bulmuş bir cansimidi, tutunmuş gidiyor… Nasıl yüzdüm, bilmiyorum… Ama sonunda vardım adamın yanına… Tut­tum simidi, çektim elinden… Baktı bana… Uzandı böyle… ittim ben de… Boğazından tutup… Sonra da bir dalga gel­di götürdü zaten…” Ama babam bir katildi ve hepsi oldu… O gece babam öyle ağır ağır anlattı ki hikâyesini, du­daklarının arasından kesik kesik çıkan o sessizlikler gi­bi karıştı aramıza kelimeleri. Hatta bu yüzden hafızama çivilenmeyip de vidalandılar. Döne döne saplandılar aklı­ma. Ya da aklımdan geriye ne kaldıysa ona… Şimdi dü­şünüyorum da, babam bir katil olmasaydı eğer, babam da olamayacaktı belki. Çünkü bana sadece bir katil babalık edebilirdi. Onu da zaman gösterdi… Bir daha hiç bahsetmedi cinayetinden. Gerek de yoktu zaten. Kaç kez itiraf edilir ki aynı günah aynı insana? Bir kez duysan, yeter. Sofradan yavaşça kalkıp yatağa gitmek ve uzansan bile gözlerinin dimdik ayakta kalması için… Neden şimdi, diye düşündüğümü hatırlıyorum o gece. Neden şimdi anlattı? Kendine mi yoksa bana mı an­lattı? Belki de dokuz yaşındaki oğluna verip verebileceği tek hayat dersi buydu. Elindeki tek hayati bilgi. Tek ger­çek hayat derai: Hayatta kal! O dersten çıkardığım der­si de hatırlıyorum: Ama hayatta nasıl kaldığını kimseye anlatma… Kimse anlatmasın nereden geldiğini, diye ağ­ladığımı hatırlıyorum. Kimse anlatmasın aldığı nefesle­ri kimlerden çaldığını. Dokuz yaşındaydım. Bilemezdim… Nasıl hayatta kalındığını anlatmak için hayatta kalındı­ğını… Sonra bir ara, babamın o yaşlı adamı boğazından tutup ittiği anı hayal ettiğimi hatırlıyorum. Babamda­ki âdemelmasından o adamda da vardır, diye düşündüğü­mü… Ve o yumru babamın eline gelmiş midir, diye sessiz­ce kendime sorduğumu… Babamın avucunda bir iz bırak­mış mıdır o yaşlı adamın âdemelması? Yanağımı okşadı­ğında bana da bulaşır mı? Sonra da uyuduğumu hatırlıyo­rum. Sonra da uyandığımı… Sonra da, bana hazırladığı o kahvaltıyı ve o tokadı ve o emri. Bir dilim ekmek… “Ne anladın dün anlattıklarımdan?” “Ya sen ölecekmişsin ya da o adam…” İki dilim peynir… “Aferin… Söyle bakalım… Sen olsan ne yapardın?” “Belki o cansimidi ikinize de yeterdi…” Bir tokat… “Ye hadi, bakma suratıma öyle! Sil o gözlerini de…” “Peki baba.” Bir yumurta… “Ben olmasam sen de yoktun, anlıyor musun?” “Evet baba.” Üç zeytin… “İyi… Bunu hiç unutma! Şimdi söyle, sen olsan ne ya­pardın? “Ben de senin gibi yapardım baba.” Biraz tereyağı… “Ben bu hayatta ne yaptıysam, hepsi senin için.” “Sağ ol baba.” Bir emir… “Madem artık bu işin nasıl bir hayat kavgası olduğunu öğrendin, bugün aen de benimle geleceksin!” “Olur baba.” Meğer babam bir çırak arıyormuş kendine. Eti de, ke­miği de, iliği de ona ait bir çırak. Kazancını bir yabancıy­la paylaşmamak için, suç ortağı olmak istiyormuş oğluyla. “Geleceksin!” dedi, gittim. Ben o yaz, karnemi alır al­maz, bir insan kaçakçısı oldum. Dokuz yaşında… Pek far­kı yoktu aslında, bir insan kaçakçısının oğlu olmaktan… Şimdi düşünüyorum da, belki de sarhoştu o hikâyeyi anlattığında. Sonra da anlata anlata ayılınca, anlamıştı artık çok geç olduğunu… Belki de kötülüğü ağır basan bir vicdan topalıydı babam, hepsi bu. Belki de kendi babası yüzünden böyle olmuştu. O da kendi babası yüzünden… O da kendi babası yüzünden… O da kendi babası yüzünden… Sonuçta hepimiz, hayatta kalanların çocukları değil miydik? Savaşlar, depremler, kuraklıklar, katliamlar, salgın­lar, işgaller, kavgalar ve felaketlerden sağ çıkanların ço­cukları… Dolandırıcıların, hırsızların, katillerin, yalan­cıların, muhbirlerin, hainlerin, batan bir gemiden ilk ka­çanların ve de başkalarının ellerindeki cansimitlerini sö­küp alanların çocukları… Sağ kalmayı bilmiş olanların… Sağ kalmak için her şeyi, ama her şeyi göze almış olan­ların… Bugün hayattaysak eğer, soyağacımızdan birileri “Ya o ya ben!” dediği için değil miydi? Belki de kötülü­ğün ağır basması bile değildi bu. Doğal olandı… Sadece bi­ze çirkin geliyordu, o kadar… Ama doğada çirkinlik diye bir şey yoktu… Güzellik de… Gökkuşağı sadece gökkuşağıydı ve hiçbir doğa bilimleri kitabında altından geçilebi­leceğine ilişkin bir bilgi yoktu. Sonuçta, beni de bu hayata iki ceset taşıdı: Biri yaşa­ma, diğeri yaşatma isteği… Birini babam, diğerini annem istedi… Ve yaşadım ben de… Başka çarem var mıydı? Mut­laka… Ama kim bilir, belki de hayat fiziği böyle işliyor ve bir yerlerde şöyle yazıyordur: Hayat Fiziğine Giriş: Her doğum, en az iki ölüm eder. Biri yaşamak, diğeri ya­şatmak isteğine bağlı, iki ölüm. Ancak hayata gelenin, hayatta kalması için, o ölümler sa­yesinde nefes aldığından habersiz alarak yaşaması gerekir. Aksi takdirde, söz konusu kişi bir savaştan ibaret olur ve her gün içinden ölü çıkar. Evet, belki benim adım Gazâ… Ama hiçbir zaman intihar etmeyi düşünmedim. Sadece bir ara… Hissettim. Şimdi kendime bir hikâye anlatacağım ve artık sadece buna inanacağım. Çünkü ne zaman dönüp baksam geçmi­şe, görüyorum ki yine değişmiş. Ya bir coğrafya eksilmiş ya da bir tarih eklenmiş. Hiçbir şey yerinde durmuyor bu hayatta. Hiçbiri memnun değil yerinden. Belki de hiçbir şeyin yeri yok aslında. Onun için sığmıyorlar, bıraktığın çukurlara. Halbuki sırf onlar için, boylarını ölçüp de ona göre kazmışsın. Ama hiçbir halta yaramıyor! Hepsi de gö­zünü kırpmanı bekliyor. Kaçıp gitmek için. Ya da yer de­ğiştirip seni delirtmek için. Özellikle de geçmişin,.. Ve artık zamanı geldi… Hatırladığım ne varsa, hepsini bir defada anlatıp mühürlemenin. Çünkü bu son! Bir da­ha dönüp bakmayacağım geçmişe. Aynada bile suratına bakmayacağım. Anlata anlata yiyip bitireceğim onu. Son­ra da bir kürdanla dişlerimden kazıyıp tabanlarımla çiğ­neyeceğim. “Şimdi”den ibaret kalmanın tek yolu bu… Yok­sa içinde yaşadığım bu beden, zamanı durdurmak için her şeyi yapar! Çünkü her şeyin farkında: Öleceğinin de, çü­rüyeceğinin de… Kim söylediyse bunu ona, hangi orospu çocuğu, bu beden biliyor geberip gideceğini! Hatta sırf bu yüzden, kudurmuş bir köpek gibi çenesini hayata kenetle­mek için, aynı hataları bana tekrar tekrar yaptırıyor. Tek­rar tekrar! Bir anlığına da olsa beni o deja vu’lerle geçmi­şe götürüp zaman kazanmak için… Ama artık bitti! Ne zaman ki hikayemi anlatıp susacağım, artık sadece yeni hatalar yapacağım! Zamanı dörtnala koşturacak ka­dar yabancı hatalar! Duvar saatlerini mıknatısa tutulmuş pusulaya çevirecek kadar bilinmeyen hatalar! Daha Önce kimsenin yapmadığı, adını bile duymadığı hatalar! Kayıp bir kıtanın ya da dünya dışı bir hayatın keşfi kadar muh­teşem ve tanımlanamayan hatalar! Makineler yapan ma­kineleri yapan insanları yapan makineleri yapan insanlar kadar olağanüstü hatalar! Tanrı’nın icadı kadar dev hata­lar! Tanrı’dan sonraki en büyük icat olan karakter kadar öngörülemeyen hatalar! Yeni doğmuş bir bebeğin ilk hata­sı kadar büyülü, doğmak kadar ölümcül bir hata yapmak! Tek isteğim bu… Belki biraz da morfin sülfat. Doğu ile Batı arasındaki fark, Türkiye’dir. Hangisinden hangisini çıkarınca geriye Türkiye kalır, bilmiyorum ama aralarındaki mesafe Türkiye kadar, ondan eminim. Ve biz orada yaşıyorduk. Her gün politikacıların televizyon­lara çıkıp jeopolitik öneminden söz ettiği bir ülkede. Ön­celeri çözemezdim ne anlama geldiğini. Meğer jeopolitik önem, içi kapkaranlık ve farları fal taşı gibi otobüslerin, sırf yol üstünde diye, gecenin ortasında mola verdiği kırık dökük bir binanın ada ve parsel numaralarıyla yapılan çı­kar hesapları demekmiş. 1.565 km uzunluğunda koca bir Boğaz Köprüsü anlamına geliyormuş. Ülkede yaşayanla­rın boğazlarının içinden geçen dev bir köprü. Çıplak ayağı Doğu’da, ayakkabılı olanı Batı’da ve üzerinden yasadışı ne varsa geçip giden, yaşlı bir köprü. Kursağımızdan geçiyor­du hepsi. Özellikle de kaçak denilen insanlar… Elimizden geleni yapıyorduk… Boğazımıza takılmasınlar diye. Yut­kunup gönderiyorduk hepsini. Nereye gideceklerse oraya… Sınırdan sınıra ticaret… Duvardan duvara… Tabii dünya­nın geri kalanı da boş durmuyor ve bir an önce doğduk­ları yerden çıkıp ölecekleri yere koşmaları için onlara her türlü çaresizliği sunuyordu. Çaresizliğin bütün çeşitlerini. Her boy ve ende ve ağırlıkta ve yaşta çaresizlik… Biz de bu toprakların enlem ve boylamlarının gereğini yerine geti­riyorduk sadece. Cehennemden kaçanları cennete taşıyor­ duk. Ben ikisine de inanmıyordum. Ama o insanlar her şe­ye inanıyordu. Hem de neredeyse doğuştan! Ne de olsa şöy­le düşünüyorlardı: Eğer savaştan sağ çıkıtsa bile açlıktan ölünen bir cehennem varsa bu dünyada, elbet bir cennet de vardır. Ama yanılıyorlardı. Hepsi de kandırılmıştı. Cehen­nemin varlığı cennetinkine kanıt değildi! Ama onları anla­yabiliyordum. Böyle öğrenmişlerdi. Hatta sadece onlar de­ğil, herkes… Bütün dünya nüfusuna ezberletilmiş olan, va­rak çerçeveli ve gösterişli bir tablo vardı. Ve o tabloda, iyi­ler kötülerle ve cennet cehennemle savaşıyordu. Oysa böy­le bir savaş yoktu ve hiç olmamıştı, iyiyle kötünün kıya­met gününe kadar sürecek olan ölüm kalım savaşı, insan­lığın yediği en büyük kazıktı. Toplum düzeninin en kes­tirmeden sağlanması ve otoritenin daima ayakta kalması için atılması gerekmiş olan bir kazık. Çünkü her insanın, aynı anda, hem iyi hem de kötü olduğu gerçeği kabul edi­lirse, hayranlık duyulup peşinden ölüme gidilen kim var­sa, yani gelmiş geçmiş bütün liderlerin kimliğinde lekelen­meler başlayacaktı. Kafalar karışacak, düşünceler çarpı­şacak ve kimse kimse için hayatını feda etmeyecekti. Ama öyle olmadı ve mutlak iyiyle mutlak kötünün savaşı insan­ları birbirine kırdırmanın en basit yolu haline geldi. “Sizler iyi olanlarsınız!” diyenler “Gidin, benim için geberin!” demek istiyor, “Sizler cennete gidecek olanlarsınız!” diyen­ler de “Geberttikleriniz de cehenneme gidecek!” demek is­tiyordu. Dolayısıyla cennet ve cehennem, iyilik ve kötülük, insan denilen varlığı ortasından ikiye yardı ve bir tarafını diğeriyle kanlı bıçaklı hale getirip bir aptala dönüştürdü. Böylece, geçmişin müthiş tezgâhtarları, kutsal zıtlık teori­siyle ambalajladıkları ömür boyu garantili itaatkârlığı öz­gür insanlara satmayı becerebildi, itaatkâr itleri itaatkâr itlere kırdırmaktı bütün hikâye! Ne karanlık ışığa düş­mandı, ne de tersi. Ve tek bir gerçek zıtlık vardı, o da…
  4. Ben onu düzelteyim bana da mantıksız geldi Bu arada ben de kitabı dün aldım...
  5. Ahmet Ümit 3 hafta kadar önce yeni bir kitap çıkarmış, ben de dün gördüm, demek bu aralar kitapçılara uğramıyormuşum. Aslında Hakan Günday'ın "Daha" isimli kitabını almak için girmiştim kitabevine ama onun yanı sıra Ahmet Ümit'in son kitabı Beyoğlunun En Güzel Abisi ile ve Khaleed Hosseini'nin son kitabı "Ve Dağlar Yankılandı" yı da aldım çıktım. Kitapları henüz okumadım, okudukça buraya bilgilerini girerim ama baştan bir ön tanıtım olsun. AHMET ÜMİT BEYOĞLU'NUN EN GÜZEL ABİSİ Arka Kapak: Yılbaşı gecesi işlenen bir cinayet... Tarlabaşı'nın arka sokaklarında bulunan bir erkek cesedi. Öldürülmüş erkeklerin en yakışıklısı, belki de en kötüsü. Karanlık sırların ortaya çıkardığı utanç verici bir gerçek. Gururlarının kurbanı olmuş erkekler, onların hayatlarını yaşamak zorunda olan kadınlar. Bu cinayetler yatağında, bu kötülükler bahçesinde, bu insan eti satılan can pazarında masumiyetini korumaya çalışan bir adam. Bir zamanlar İstanbul'un en gözde yeri olan Beyoğlu'nun hazin hikâyesi. Karanlık... Soğuk havayla iyice ağırlaşan bir karanlık. Uzaklardan şarkılar geliyor kulağına, neşeli kadın çığlıkları, ayarını yitirmiş sarhoş naraları, biri küfrediyor belki ana avrat, belki ağlıyor biri hıçkıra hıçkıra, belki biri sessizce ölüyor bu gürültünün, bu hengâmenin ortasında. Umurunda değil. Hepsinden sıyrılmış, sadece öfke... Nereye gittiğini bilmeden yürüyor, nefret tarafından kuşatılmış olarak. Kıskançlık denen o canavar, çelikten pençesine almış yüreğini, habire sıkıyor. "Kadınlar," diyor bir ses zihninin derinliklerinden... "Kadınlar, onlarla oynayamazsın... Oynadığını zannedersin ama bir de bakmışsın, asıl oyuncak sen olmuşsun." Hayatına giren kadınların yüzleri beliriyor sokağın zemininde. Birer birer düşüyor görüntüleri ayaklarının dibine. Hepsinin boynu bükük, hepsinin gözlerinde keder. Hepsi üzgün... Aldırmıyor, bir su birikintisiymiş gibi basıp geçiyor üzerlerinden ama yeniden düşüyor görüntüler zemine. "Kadınlar," diyor o ses yine, "Kadınlardan asla kurtulamazsın, hayaletleri hayatın boyunca seni takip eder." (Tanıtım Bülteninden) Türkçe 418 s. -- 2. Hamur-- Ciltsiz -- 14 x 23 cm İstanbul, 2013 ISBN : 9786051416830
  6. Ülkemizde "Uçurtma Avcısı", ve "Bin Muhteşem Güneş" isimli kitaplarıyla tanınan ve çok sevilen yazarlardan Khaled Hosseini'nin son kitabı Ve Daplar Yankılandı çıktı, ben de aldım, okuyacağım ama daha KHALED HOSSEINI VE DAĞLAR YANKILANDI Arka Kapak: Gece vakti, çölü bir el arabasını çekerek geçen bir baba. Arabanın içinde annesiz iki çocuk; iki kardeş; biri kız, biri erkek. Küçük Peri için ağabeyi Abdullah, ağabeyden çok öte. On yaşındaki Abdullah'a sorsanız Peri, her şey demek. Köylerinden Kâbil'e varmak için çıktıkları yolculuğun sonunda aileyi yürek parçalayıcı bir son bekliyor. Fakat aslında bu bir son değil... Kardeşlerin başlarına gelenler -yakın ya da uzak- ilişki kurdukları tüm insanların hayatlarında nesiller boyu yankılanacak... Hayat farklı aileleri sevgi ve fedakârlık, ihanet ve sadakat gibi ortak duygularla sınarken, karakterlerin başlarına gelenler ve yaptıkları seçimler, kitabın her biri ayrı bir renk ve lezzet taşıyan katmanlarını oluşturuyor. Afganistan'ın küçük bir köyünde doğan ve okuru Kâbil'den Paris'e, San Francisco'dan Tinos adasına taşıyan bu öykü, her sayfada renklenip güçleniyor. Ve Dağlar Yankılandı, bizi biz yapan değerler üzerine düşündüren, ustalıkla yazıldığını her bölümde yeniden kanıtlayan, büyüleyici bir roman. Uçurtma Avcısı ve Bin Muhteşem Güneş ile dünya çapında sevilen bir yazar olan Khaled Hosseini'nin yazarlığında bir dönüm noktası. (Tanıtım Bülteninden) Türkçe 424 s. -- 2. Hamur-- Ciltsiz -- 14 x 20 cm İstanbul, 2013 ISBN : 9786051416779
  7. gloria şurada bir başlık gönderdi: Roman Forumu
    Okuyunca kendi yorumlarımı da yazacağım şimdilik arka kapak tanıtımı olsun. OKuduysanız hemen fikrinizi yazın lütfen, çok merak ediyorummmmmmmmm HAKAN GÜNDAY DAHA Arka Kapak: Siz bu cümleyi okurken, bir yerlerde insanlar, ülkelerindeki savaş, açlık ve yoksulluktan kaçmak için sonu zifiri bir yolculuğa çıkmaya hazırlanıyor. Ancak bu hikâye o kaçak göçmenlerle değil, onları kaçıranlardan biriyle ilgili. Adı Gazâ. Babası bir insan kaçakçısı, Gazâ da onun çırağı. Henüz 9 yaşında. Yani, hayata ve insana dair, öğrenmemesi gereken ne varsa, hepsini öğrenecek yaşta. "Doğu ile Batı arasındaki fark, Türkiye'dir. Hangisinden hangisini çıkarınca geriye Türkiye kalır, bilmiyorum ama aralarındaki mesafe Türkiye kadar, ondan eminim. Ve biz orada yaşıyorduk. Her gün politikacıların televizyonlara çıkıp jeopolitik öneminden söz ettiği bir ülkede. Önceleri çözemezdim ne anlama geldiğini. Meğer jeopolitik önem, içi kapkaranlık ve farları fal taşı gibi otobüslerin, sırf yol üstünde diye, gecenin ortasında mola verdiği kırık dökük bir binanın ada ve parsel numaralarıyla yapılan çıkar hesapları demekmiş. 1.565 km uzunluğunda koca bir Boğaz Köprüsü anlamına geliyormuş. Ülkede yaşayanların boğazlarının içinden geçen dev bir köprü. Çıplak ayağı Doğu'da, ayakkabılı olanı Batı'da ve üzerinden yasadışı ne varsa geçip giden, yaşlı bir köprü. Kursağımızdan geçiyordu hepsi. Özellikle de, kaçak denilen insanlar… Elimizden geleni yapıyorduk... Boğazımıza takılmasınlar diye. Yutkunup gönderiyorduk hepsini. Nereye gideceklerse oraya… Sınırdan sınıra ticaret… Duvardan duvara…" (Tanıtım Bülteninden) Türkçe 420 s. -- 2. Hamur-- Ciltsiz -- 14 x 20 cm İstanbul, 2013 ISBN : 9786050917260
  8. Meraklılarına duyurulur Ahmet Ümit: Beyoğlu'nun En Güzel Abisi - 2013 Hakan Günday: Daha - 2013 kitapları çıktı.
  9. Bu benim fotoğrafını görünce gerçekliğine inanmakta zorlandığım yerlerden birisi... Ama gerçekmiş Baatara Gorge Üçlü Şelaleleri, Lübnan Lübnan'da bulunan Tannourine ve Laqlouq şehirleri arasında ki Balaa köyünde bulunan şelale 255 metre yükseklikten çukura dökülmektedir. İnanılmaz değil mi?
  10. The Crooked Forest, Polonya Crooked Ormanı Polonya‘nın kuzey batısındaki Nowe Czarnowo kasabasında bulunuyor. Bu ormanda bulunan yaklaşık 400 tane çam ağacının gövdeleri bir aşamadan sonra, 90 derecelik bükülmeyle eğriliyor ve büyümelerine böyle devam ediyorlar. Bunun nedeni birçok araştırmaya konu olmuş ama henüz çözülememiş. Bilinen şu ki; ağaçların iinsan ya da bir makine faktörüyle bu hale getirilemeyeceği...
  11. JOHN STEINBECK Hikaye yazmakta bir sihir olsa bile, ki öyle olduğuna inanıyorum, bu sihri henüz bir yazardan diğerine aktaracak bir reçeteyi kimse geliştiremedi… Bunun formülü sanırım, yazan kişiyi, başka insanlara aktaracak kadar önemli olduğuna inandığı şeyleri aktarmaya teşvik etmektir… Eğer yazan kişi bu konuda teşvik edilirse, bunun bir yolunu bulacaktır… Bilinmelidir ki, iyi hikayeyi iyi yapan güzellikler ve kötü hikayeyi de kötü yapan hatalar vardır… Etki doğurmayan bir hikaye kaçınılmaz olarak kötü olacaktır… GEORGE ORWELL Tam olarak çılgınca birşey söylemeden önce, iyi bir yazı için düşünülen bütün kuralları yıkmalısınız… STEPHEN KING İyi bir eleştiri her zaman gereklidir… Onun için eserini kapılar kapalıyken yaz ve kapılar açıkken bir daha yaz… JACK KEROUAC Büyük eserler, hiçbir zaman popüler fikirler ve eğilimlere kapılıp gidenlerce yaratılamaz… CHARLOTTE BRONTE Ve son olarak bir kadın yazardan ilham alalım. En başta söylendiği gibi bazen tavsiyeler uymamak en iyi tavsiyedir… Charlotte Bronte, dönemin İngiliz şairi Robert Southey’e iyi bir yazar olmak için tavsiye almak üzere yazdığında, kadınların ev işlerinden başka bir şeyle meşgul olmaması gerektiği öğüdünü almıştı. Ne var ki bu tavsiye, ünlü Jane Eyre romanının yazarının Currer Bell (bir erkek adı) takma adıyla yazmasını engellememişti. Edebiyat Haber
  12. Benim en çok ilgimi çeken tavsiyeler bunlar oldu, zaten bu başlığı açmamdaki asıl sebep de Kurt Vonnegut'un yazdıklarını paylaşmak istememdi. 1. Sizi okuyan bir yabancı vaktinin ziyan olduğunu hissetmemeli. 2. Okura destekleyebileceği türden en az bir karakter verin. 3. Karakterlerden her birinin, bir bardak su bile olsa, istek duyduğu bir şey olmalı. 4. Her cümlenizi ya karakteri ya da hikayeyi ilerleten bir biçimde yazmalısınız. 5. Hikayenin başı, sonuna mümkün olduğunca yakın olmalı. 6. Sadist olun. Baş karakterleriniz ne denli tatlı ve masum olursa olsun, başlarına korkunç şeyler getirin ki okurunuz onların nasıl bir insan olduğunu görebilsin. 7. Yalnızca tek bir kişiyi mutlu etmek için yazın. Bir pencere açıp, lafın gelişi, tüm dünyayla sevişmeye kalkarsanız zatürre olursunuz. 8. Okura mümkün olduğunca fazla ve mümkün olduğunca çabuk bir biçimde bilgi verin. Sakın ola hiçbir şeyi geciktirmeyin. Okurlar, neyin, nerede, nasıl olduğunu tümüyle kavrayabilmeli; o kadar ki, hamamböcekleri son birkaç sayfayı yiyip bitirse bile okur hikayeyi kafasında tamamlayabilmeli. Çeviri: Bilge Güler Edebiyat Haber
  13. Nobel ödüllü yazar William Faulkner'dan yazarlara tavsiyeler: ) Diğer yazarlardan ihtiyacınız olanı alabilirsiniz Faulkner, başka bir yazarın kullandığı, kendisine faydalı olabileceğini gördüğü bir tekniği ya da yöntemi ödünç almakta hiçbir sıkıntı görmez. 25 Şubat 1957 yılındaki yazı dersinde şöyle diyor: Daha önce de söylediğim gibi, bence iyi romancı ahlak dışı biridir. İhtiyacı olan şey ne olursa olsun, nerede olursa olsun onu alır ve bunu açık ve dürüstçe yapar, çünkü o aldığı şeyin başka insanların da kendisinden alacağı kadar iyi olmasını ve kendisinden alanların da aynı kendisi öncesinde aldığı için mutlu olduğu gibi mutlu olacaklarını ümit eder. 2) Üslubunuz sizi endişelendirmesin Özgün yazar, üslup konusuna çok fazla kafa yorar. 24 Nisan 1958 yılında lisans seviyesindeki yazı dersinde şunları söylüyor: Bence her hikaye kendi üslubunu belirler, yani yazarların üslup konusunu kafalarına çok fazla takmalarına gerek yok. Eğer bir yazar bu konuyu kafanıza takarsa, saçma olmasa da gereksiz sayılacak şeyler yazacaktır. Yazdıkları kulağa oldukça güzel ve memnuniyet verici gelecektir, fakat yazdıklarının çok fazla anlamı olmayacaktır. 3) Tecrübelerinizi yazın ama tecrübe tanımınızı geniş tutun Faulkner tecrübeleri yazma konusundaki eski atasözüne katılıyor, hatta tecrübenin dışında bir şey yazmanın imkansız olduğunu söylüyor. Dikkat çekici kapsamlı bir tecrübe tanımı yapıyor. 21 Şubat 1958 tarihindeki master öğrencileri için verdiği “Amerikan Kurmacası” dersinde şunları söylüyor: Bana göre, tecrübe algıladığınız her şeydir. Tecrübe bir kitaptan kaynaklanabilir. Bir kitap, hikaye, sizi harekete geçirecek kadar iyi ve doğru olabilir. Bence bu sizin tecrübelerinizden biridir. Kitaptaki karakterlerin yaptıklarını yapmak zorunda değilsiniz, eğer onlar sizde doğru olma etkisi bırakıyorlarsa, onların gerçekleşmesini sağlayan hissi anlayabiliyorsanız, o sizin tecrübenizdir. Yani benim tecrübe tanımıma göre, tecrübeniz olmayan bir şeyi yazmanız mümkün değil, çünkü duyduğunuz, okuduğunuz, hayal ettiğiniz her şey sizin tecrübenizdir. 4) Karakterlerinizi iyi tanıyın, hikaye kendini yazacaktır Faulkner, açık bir karakter kavramına sahip olduğunuzda hikayedeki olaylar karakterlerin özelliklerine göre akacaktır diyor. “Benimle birlikte karakterler hikayeyi oluştururlar.” 21 Şubat 1958 tarihinde, Amerikan Kurmaca dersinde bir öğrenci, karakterleri zihinde canlandırmak mı yoksa zihindeki karakterleri kağıda dökmek mi daha zor diye sorar. Faulkner’in bu soruyu şöyle cevaplar: Karakterleri zihinde canlandırmak daha zor diyebilirim. Bir defa karakter sizin zihninizdedir, haklıdır, doğrudur, o zaman o kendi işini yapar. Yapman gereken tek şey, onun peşinden hızla gitmek ve söyledikleriyle, yaptıklarını kağıda yazmak. Bu bir beslenme ve doğumdur. Karakterinizi iyi tanımalısınız. Ona inanmalısınız. Onun yaşadığını hissetmelisiniz, tabii o zaman yazmak için onun eylemlerinden bazılarını seçmeniz gerekecek. Seçtiğiniz eylemler, inandığınız karaktere uygun olmalı. Bu seçimi yaptıktan sonra, karakterinizi kağıda dökmeniz mekanik bir iş olacaktır. 5) Diyalekti tutumlu kullanın Virginia Üniversitesi’ndeki video arşivinde bulunan bir dizi radyo programında, Faulkner, Mississippi’deki çeşitli etnik ve sosyal grubun konuşmalarındaki nüanslar hakkında ilginç şeyler söyler. 6 Mayıs 1958 tarihindeki “What’s the Good Work” isimli programda diğer yazarların pek ilgilenmediği bu konuda uyarıda bulunur: Bence, olabildiğince az miktarda diyalekt kullanmak en iyisidir, çünkü bir diyalektiği çok fazla kullanmak o diyalektiğe yabancı olan insanların kafasının karışmasına sebep olur. Hiçkimse karakterlerin tamamen kendi yerel dillerinde konuşmalarına izin vermemelidir. Diyalekt farklılığını birkaç tane ayırt edici örnekle vurgulamak en iyisidir. 6) Hayallerinizi tüketmeyin “Bir bölümün sonunu ya da bir düşüncenin sonunu asla kendiniz yazmayın” diyor Faulkner. 25 Şubat 1957 yılındaki Yazı Sınıfında; Sahip olduğum tek kural, tazeyken vazgeçmektir. Asla kendinizi yazmayın. Genellikle yazı işi iyi giderken yazmayı bırakırım. O zaman yeniden çalışmaya başlamak daha kolay olur. Eğer kendinizi tüketirseniz, ölü bir büyünün içine düşersiniz ve sıkıntı yaşarsınız. 7) Mazeret üretmeyin 25 Şubat 1957 tarihindeki yazı sınıfında kendi kaderlerini suçlayan yılmış yazarlar hakkında bazı açık sözlü laflar eder: Eğer yazar bahsettiği gibi kötü şeyler yaşıyorsa bunu yazmalı diye düşünüyorum. İnsanlardan şöyle şeyler duyuyorum: “Evli ve çocuklu olmasaydım, yazar olabilirdim” ya da “Bunu yapmayı durdurabilseydim, yazar olabilirdim.” Buna inanmıyorum. Bence yazacaksanız yazacaksınızdır. Hiçbir şey size engel olamaz. Çeviri: Barış Berhem Acar Edebiyat Haber
  14. Etgar Keret, 1967 doğumlu İsrailli genç nesil yazarlardan.. Kendisi, Goran Dukic'in yönetmenliğiyle sinemaya uyarlanan ve benim en sevdiğim filmlerden birisi olan Bilekkesenler'in kitabının da yazarıdır Etgar Keret'ten genç yazarlar için tavsiyeler: 1. Mutlaka severek yazın. Yazarlar yazma sürecinin ne kadar zor ve acı verici olduğunu söylemeyi çok severler. Yalan söylüyorlar. İnsanlar, hayatlarını gerçekten hoşlandıkları bir şey yaparak kazandıklarını kabul etmek istemezler. Yazmak başka bir hayat yaşamanın yoludur. Bir sürü farklı hayat yaşamanın. Asla olmadığınız ama içlerinde tamamen sizi barındıran sayısız insanların hayatını. Oturup bir sayfayla yüzleşmeye çalıştığınız –başaramasanız bile– her seferde hayatınızın ufkunu genişletebilme fırsatına sahip olduğunuz şükran duyun. Bu eğlencelidir. Harikadır. Fiyakalıdır. Ve kimsenin sizi aksine inandırmasına izin vermeyin. 2. Karakterlerinizi sevin. Bir karakterin gerçek olabilmesi için dünyada en az bir insanın, o karakterden hoşlansa da hoşlanmasa da onu sevebilmesi, anlayabilmesi gerekir. Yarattığınız karakterlerin anası babası sizsiniz. Eğer onları siz sevemezseniz kimse sevemez. 3. Yazarken kimseye hiçbir şey borçlu değilsinizdir. Gerçek hayatta, uslu durmazsanız hapse ya da akıl hatanesine düşebilirsiniz; ama yazıda her şey serbesttir. Eğer öykünüzde çekici bulduğunuz bir karakter varsa, onu öpün. Öykünüzde nefret ettiğiniz bir halı varsa, salonun orta yerinde ateşe verin onu. İş yazmaya geldiğinde, klavyenin tek bir tuşuyla gezegenleri yok edebilir, uygarlıkları yeryüzünden silebilirsiniz ve bir saat sonra alt kattaki teyzeyle koridorda karşılaştığınızda size yine de selam verir. 4. Her zaman ortadan başlayın. Başlangıç, kekin, kek kabına değmiş olan yanık kenarı gibidir. Başlamak için ihtiyacınız olabilir ama yenilebilir sayılmaz. 5. Sonunu tahmin etmemeye çalışın. Merak, büyük bir güçtür. Onu elden bırakmayın. Bir öykü ya da bir bölüm yazarken durumun ve karakterlerinizin motivasyonlarının hâkimiyetini elinizde tutun ama kurgudaki sürpriz gelişmelere şaşırmaya da devam edin. 6. Bir şeyi hiçbir zaman sırf “âdetten” olduğu için kullanmayın. Paragraflar, çift tırnaklar, sayfayı çevirdiğiniz halde adı değişmemiş olan karakterler: Bunlar yalnızca size hizmet için var olan kurallardır. Eğer işinize yaramıyorsa boş verin gitsin. Bir kural sırf okuduğunuz her kitapta işe yaraması, sizin kitabınızda da işe yarayacağı anlamına gelmez. 7. Kendiniz gibi yazın. Eğer Nabokov gibi yazmaya kalkışırsanız dünyada bunu sizden iyi başaran (ve adı Nabokov olan) en az bir kişi olacaktır. Ama kendi tarzınızda yazmaya gelince, kendiniz olma konusunda dünya şampiyonu her zaman siz olacaksınız. 8. Yazarken odada mutlaka yalnız olun. Kafelerde yazmak kulağa romantik de gelse, etrafınızda insanların olması, siz farkında bile olmadan boyun eğmenize neden olacaktır. Kimse yokken kendi kendinize konuşabilir, hatta farkına varmadan burnunuzu bile karıştırabilirsiniz. Yazı yazmak da burun karıştırmaya benzeyebilir bazen; etrafınızda birileri varken eylem tabiiliğini kaybeder. 9. Yazdıklarınızı seven insanların sizi teşvik etmesine izin verin. Ve geri kalan herkesi görmezden gelin. Yazdığınız şey onlara göre değilmiş. Boş verin. Dünyada başka bir sürü yazar var. Eğer yeterince ararlarsa, eninde sonunda kendi beklentilerini karşılayacak bir yazar bulurlar. 10. Herkesin fikrini alın ama kimseye kulak asmayın (ben hariç). Yazmak dünyadaki en mahrem alanlardan biridir. Kimsenin size kahveyi şekerli mi sütlü mü sevdiğinizi öğretemeyeceği gibi, nasıl yazacağınızı da başkasından öğrenemezsiniz. Biri size doğru gelen, rahat gelen bir tavsiyede bulunursa kullanın. Biri size doğru gelen ama rahat gelmeyen bir tavsiye verirse üzerinde bir saniye bile durmayın. Başka birine iyi gelebilir, ama size değil. Edebiyat Haber
  15. Hemingway'den Öneriler: Kısa cümleler yaz. Her zaman kısa bir cümleyle başla. Dinamik bir dilin olsun. Pozitif ol, negatif olma. Kullandığın dil yaşadığın zamana ait olmalı, yoksa işe yaramaz. Sıfatların aşırı kullanımdan kaçın; özellikle de “harika, büyük, muhteşem, inanılmaz” gibi sıra dışı durumları söyleyenlerinden. Gerçekten yeteneği olan ve söylemek istediği şeyler hakkında samimiyetle hissettiklerini yazan hiç kimse bu kurallara uyarak kötü bir şey yazamaz. Yazabilmek için, ben ilk yazmaya başladığım otel odasındaki o eski yalnızlığımı getiririm hatırıma. Sen de herkese bir otelde kaldığını söyle ama gerçekte başka bir otelde kal. Nerede kaldığını keşfederlerse kırlara, doğaya taşın. Orayı da bulurlarsa gidecek başka bir yerin olsun hep. Bütün gün çalış, o kadar çalış ki, artık yapmayı göze alabileceğin tek şey günlük gazeteleri okumak olsun. Sonra bir şeyler ye, tenis oyna ya da hiçbir şey yapma, yahut yalnızca bağırsaklarını çalıştırmana yarayacak kadar yorulacağın bir işle uğraş ve ertesi gün yeniden yazmaya başla. Yazarlar tek başlarına çalışmak zorundadırlar. Yalnızca sonunda eserlerini bitirince kendilerini göstermeleri gerekir, yalnızca o zaman ama, daha fazla değil. Yoksa New Yorklu yazarlara dönerler. Bir şişenin içinde yaşayan solucanlar gibi, birbirleriyle ve şişeyle olan ilişkilerinden beslenmeye çalışırlar. O şişenin bazen artistik bir biçimi olur, bazen ekonomik, bazen dini bir biçime bürünür. Bir kere şişenin içine düştüler mi, artık hep orada kalırlar. Kendilerini şişenin dışında yalnız hissederler. Kendilerini yalnız hissetmeyi istemezler. İnandıkları şeylerde yalnız olmak onları korkutur… Bazen yazmak bana zor geldiğinde, ihtiyaç duyduğum cesareti bulmak için kendi kitaplarımı okurum ve o zaman onları yazmanın da bana hep zor, hatta bazen imkânsız geldiğini hatırlarım. Bir yazar, eğer gerçekten işe yarar bir yazarsa, betimlemez. İcat eder ya da kendisi kurar; kişisel veya kişisel olmayan bilgilerinden yola çıkarak yapar bunu. Edebiyat Haber
  16. Mark Twain'den yazmak için öneriler: Önce hakikatlerinizi ele alın, sonra onlardan dilediğiniz kadar uzaklaşabilirsiniz. Doğru kelimeyi bulun ve kullanın, net olun. Sıfat kullanırken eğer kullandığınız sıfattan emin değilseniz hemen üzerini çizin. İlk seferde kitabınızın kusursuz olması yönünde bir beklenti içine girmeyin. Çalışmaya devam edin, düzeltmeler yapın ve bu doğrultuda yeniden yazın. Sadece Tanrı’nın gösterisinde gök gürültüsü ve şimşeğin mükemmel bir zamanlamayla ve şiddetle buluştuğunu görebiliriz. Bazen düşük bir şiddette çakan şimşek, bazen olağanüstü bir gürültü ve görüntüyle insanları ürkütebilir Bu gösteri insanların ilgisini daima çekecektir. Bunlar Tanrı’nın sıfatları… Ama siz gök gürültüsü ve şimşeği her defasında çok şiddetli verirseniz, okuyucu yatağın altında saklanmaktan yavaş yavaş vazgeçecektir. Değişiklikler çok lanettir, ama siz her zaman çok yazmaya eğilimlisinizdir ve editörünüz birçok şeyi silecektir ve yazı tam da olması gerektiği gibi olacaktır. İyi bir dilbilgisi kullanmaya özen gösterin. Sade ve yalın bir dil, kısa kelimeler ve cümleler kullanın. Buna olabildiğince sadık kalın; laf kalabalığından ve abartılı anlatımlardan uzak durun. Yazınızı yazmaya başlayacağınız doğru zaman, yazma doyumuna ulaştığınız an başlar. Böylelikle, mantıklı ve anlaşılır bir çerçevede asıl söylemek istediklerinizi yazmaya başlayabilirsiniz. Birileri yazdığınız şeye bir bedel teklif edinceye kadar yazdığınız şeyi fiyatlandırmayın. Eğer üç yıl içinde hiç kimse yazdıklarınıza bir fiyat önermezse, boşa giden bir çaba olduğundan emin olabilirsiniz. Çev. Halil Türkden
  17. John Steinbeck'in ayrıca yazarlara verdiği altı tane de edebiyat sırrı varmış; Bunları 1975 yılında The Paris Review'a verdiği röportajda söylemiş. 1. Kitabı yazmayı tamamlayamayacağınız fikrinden kurtulun. Tek seferde 400 sayfa yazmayı denemeyin, günde 1 sayfa yazın. Bitirdiğiniz zaman şaşıracaksınız. 2. Özgürce ve mümkün olduğunca hızlı yazın. Yazacaklarınızı bitirene kadar asla yazdıklarınızı düzeltmeyin veya değiştirmeyin. İşinizi bitirmeden düzeltme yapmaya kalkışmak genelde yazmayı bırakmak için bir bahane oluyor. 3. Seyircilerinizin varlığını unutun. Başlangıçta isimsiz ve yüzsüz seyirciler sizi korkutacak olsa da daha sonra bunun bir önemi kalmayacak çünkü bu bir tiyatro oyunu değil ve onlar aslında yoklar. Yazıda, seyirci tek bir okuyucudur. Tanıdığım ya da hayal ettiğim birine yazıyormuş gibi yapmanın faydasını gördüğüm olmuştur. 4. Eğer yazının bir bölümü tüm enerjinizi emiyorsa o parçayı atlayın ve yazmaya devam edin. Yazınızın tamamını bitirdiğinizde sizi uğraştıran bölümü tekrar okuyun. O parçanın sizi o kadar uğraştırmasının sebebinin onun yerleştirdiğiniz yere ait olmamasından kaynaklandığını göreceksiniz. 5. Yazdıklarınız içinde en çok dikkat etmeniz gereken bölüm en çok beğendiğiniz bölümdür. O parçanın genele uyum sağlamadığını farketme ihtimaliniz çok yüksek. 6. Diyalog yazıyorsanız, aynı anda yazdıklarınızı yüksek sesle okumayı ihmal etmeyin. Diyaloglar ancak o zaman konuşmanın diline sahip olacaktır. Kaynak: CNNTürk
  18. John Steinbeck 1963 yılında yazar olmak isteyenler için bir mektup yazmış, işte o mektup: Sevgili Yazar: Stanford’daki hikaye yazma kursuna katılmamın üstünden çok uzun zaman geçmesine rağmen, o zamanki tecrübelerimi çok iyi hatırlıyorum. Gözlerim parlıyordu ve güzel hikaye yazmanın gizli formülünü öğrenmek için kendimi hazırlamıştım. Bu yanılsama çok kısa sürdü. Bize söylenene göre iyi bir hikaye yazmak için sadece bir yol vardı: o da iyi bir hikaye yazmak. Hikayenin nasıl yazıldığını görmenin dışında, iyi bir hikaye yazmak ancak yazıldıktan sonra anlaşılabilir. Bize söylediklerine göre hikaye yazmak en zor biçimdi, bu iddialarına ispatı olarak da dünyada çok az güzel hikaye olmasını gösteriyorlardı. Bize söylenen ilk kural çok basitti: Etkileyici bir hikaye, yazardan okura bir şeyler iletmeli ve bu iletilenler, hikayenin mükemmelliğinin ölçütü olmalıydı. Bunun dışında, bir kural yoktu. Bir hikaye etkileyici olduğu sürece herhangi bir şey hakkında olabilir ve herhangi bir tekniği ya da anlamı içerebilir. Bu kuralın bir alt başlığı olarak, bir yazarın ne söylemek istediğini yani ne hakkında konuştuğunu bilmesi gereklidir. Örnek olarak, hikayemizin özünü bir cümleye indirgemeye çalışırken, onu üç-altı ya da 10 bin kelimeye kadar genişletebilecek kadar iyi bilmeliyiz. Hikaye yazmanın gizli formülü, gizli içeriği budur. Bundan fazlası yoktu, biz yazarlık yolunda artık yalnızdık. Bazı kötü hikayelerin içine atılmalıydık. Eğer mükemmelliğin tüm sırlarını keşfetmeyi umsaydım, benim çabama verilen notlar bana gerçekleri gösterirdi. Ve eğer adaletsiz bir şekilde eleştirildiğimi hissetseydim, yıllarca editörlerin takdirleri benim değil hocaların tarafını tutardı. Okulda yazdığım hikayelerin düşük notları yayınevlerince yüzlerce defa reddedilen hikayelerimde yankılandı. Bu adil gözükmüyordu. İyi bir hikaye okuyabiliyordum, hatta onun nasıl yazıldığını biliyordum. Niçin ben böyle bir hikaye yazamıyordum? Belki de iki hikaye birbirine benzemeye cesaret edemediği için okuduğum güzel hikaye gibi yazamıyordum. Yıllar geçtikçe, birçok mükemmel hikaye yazdım ve şansımı deneyip onları yazdığım dışında onların nasıl yazıldığını hala bilmiyorum. Eğer hikaye yazmada bir tılsım varsa, ve ben bu tılsımın var olduğuna inansam bile hiçkimse bunu kuşaktan kuşağa aktaracak bir reçete haline getiremez. Formül, sadece yazarın önemli bulduğu şeyleri okura iletme dürtüsünde gizlidir. Eğer yazar bu dürtüye sahipse, bunu iletecek bir yol bulur. Bir hikayeyi iyi yapan mükemmelliği ya da bir hikayeyi kötü yapan hataları algılamalısınız. Aslında kötü hikaye dediğimiz, etkisiz olan hikayedir. Yazdıktan sonra bir hikayeyi değerlendirmek çok zor değildir, fakat yıllar geçse de bir hikayeye başlamak beni ölüm fikri kadar korkutur. Korkmuyorum diyen yazar mutludur, fakat vasat olduğunun ve iyi bir hikaye yazmaktan çok uzakta olduğunun farkında değildir. Bana söylenen tavsiyelerin birazını hatırlıyorum. Bu tavsiyeler, aşırı heyecanlı ve bereketli yirmili yaşların coşkunluğunu hissettiğim ve tüm dünyanın yazar olmaya çalıştığına inandığım zamanlardaydı. Bana söylenen şey; “iyi bir hikaye yazmak çok uzun zaman alacak ve hiç para kazanamayacaksın. Avrupa’ya gitmen senin için daha iyi olabilir.” “Niçin?” dedim, “Çünkü Avrupa’da fakirlik şansızlıktır fakat Amerika’da fakirlik utanç verici bir şeydir. Fakirliğin utancına katlanıp katlanamayacağını merak ediyorum.” Depresyona girmek çok uzun zaman almadı. O zaman herkes fakirdi ve çok fazla da utanılacak bir şey değildi. Ve fakirliğe katlanıp katlanamadığımı asla bilemeyeceğim. Fakat hocamın bir konuda haklı olduğuna eminim. Yazar olmak gerçekten çok uzun zaman aldı. Ve hala devam ediyor, ve yazar olmak asla daha kolay olamaz. O bana onun öyle olmadığını söyledi. Kaynak: rjgeib.com Çeviri: Barış Berhem Acar
  19. Yazarlardan Yazar Olacaklara Tavsiyeler Bu başlığı yazar olmak isteyen, birşeyler yazmaya çabalayıp nasıl yazılacağını bilmeyenler için açıyorum. Gerçi herkesin çalışma prensibi ayrıdır, tüm kurallara uyulacak diye birşey yok tabii ama belki içlerinden üç-beş birşey çıkarabilirsiniz. Bana da faydası olacaktır 'Aile Sırları', 'Düzeltmeler', 'Özgürlük' kitaplarının yazarı Jonathan Franzen'e göre yazarken uyulması gereken 10 adet kural var. Bunlar şu şekilde sıralanıyor. (Bu arada Jonathan Franzen'in herhangi bir kitabını okumadım, okuyan var mı? Varsa nasıl? Önerir misiniz, merak ediyorum.) Okuyucu bir rakip ya da bir dinleyici değildir o bir arkadaştır. Kurmaca ne tamamen yazarın kendi dehşetli macerasıdır ne de para için yapılan bir şeydir. Asla “sonra” ibaresini bağlaç olarak kullanmayın onun görevini “ve” bağlacına yükleyin. “sonra”yı kullanmak sayfada çok fazla “ve” bağlacı olmamasını sağlamaya çalışan tembel ve kulağı hassas olmayan yazarların bulduğu yetersiz bir çözümdür. Eğer birinci tekil anlatıcının sesi karşı konulmayacak derecede gerekli değilse üçüncü tekil anlatıcıyı kullanın. Araştırmalarınızla ulaştığınız bilgi herkes tarafından ulaşılabilir bir bilgiyse araştırmanızın değeri o bilgiyle birlikte azalır. En sade otobiyografiler bile saf bir yaratıcılığa ihtiyaç duyar. Kimse Dönüşüm’den daha otobiyografik birşey yazamaz. Olayları kovalamaktansa sakince durup gözlemleyin. Bir insanın çalıştığı yerdeki internet bağlantısıyla iyi bir kurmaca yaratması çok olağan birşey değildir. İlgi çekici fiiller nadiren ilgi çeker. Acımasız olmadan önce aşık olmalısınız. Edebiyat Haber Guardian'dan çev. Barış Berhem Acar
  20. Çiçek Okyanusu, Çin Çi'in güneyindeki Yunnan Eyaleti'nin doğusundaki geniş bir alanda Kolza bitkileri tarlaları bulunuyor. Her sene Şubat ve Mart aylarında açan çiçekler eşsiz bir manzara çıkarıyor. Altın renkli sarı bir okyanus izlenimi veren bu büyüleyici manzara fotoğrafçıların en favori mekanlarından birisi olarak biliniyor.
  21. Gobi Çölü, Moğolistan Dünyanın 5. büyük çöl olan Gobi Çölü, en iyi korunmuş dinozor fosillerini içinde barındırması nedeniyle özellikle paleontologlar için çok önemli yerlerden birisidir. Çölü boydan boya geçen bir demiryolu hattı vardır. Gobi, Moğolistan'ın 1/3 ünü kapsamakta ve Çin'in kuzeyine kadar uzanmaktadır. Kueyinde Altay Dağları, Batısında Tanrı Dağları ve Güneyinde Altın Dağları bulunmaktadır. Nesli tükenme tehlikesi altında olan kar kaplanları burada koruma altındadır. Gobi Çölünde yazın sıcaklık + 45 derecelere çıkarken kışın inanılmaz soğumakta ve -40 derecelere kadar düşmektedir. Bu özelliği onun Dünyanın En Soğuk Çölü rekoruyla Guinnes Rekorlar Kitabına girmesini sağlamıştır.
  22. Nevada Fly Gayzeri Fly adı verilen bu gayzer ( Fly Geyser ) Neveda'nın Washoe şehrine bağlı Gerlach'ın yaklaşık 32 km uzaklığında bulunuyor. Fly Gayzeri Todd Jaksick'e ait Fly Çiftliğinin toprakları içerisinde bulunuyor ve gayzerin bulunduğu alana toprak bir yoldan gidilebiliyor. Todd Jaksick kendine ait araziye izinsiz girişleri engellemek için bölgeyi tel örgülerle çevirmiş ve yüksek engellerele kaplamış. Pek çok dernek ve örgüt gayzerin bulunduğu alanı satın almak ve halka açık hale getirmek için Todd Jaksick'e teklif sunsa da bu tekliflerin tamamı red edilmiş.
  23. Yosemite Milli Parkı, Kaliforniya, ABD Yosemite Ulusal Parkı (/ joʊsɛmɨti ː) Amerika Birleşik Devletleri'nin Kaliforniya eyaletinin orta ve doğusundaki Tuolumne, Mariposa ve Madera ilçelerinde bulunan ulusal park. Sierra Nevada sıradağlarının batı yamaçlarındaki park, 3.081 km² yüzölçümüne sahiptir. 18 km²'lik Yosemite Vadisi, her yıl 3.5 milyon kişi tarafından ziyaret edilir. 1984'ten beri UNESCO Dünya Mirasları'na dahil olan park, granit kayalıklar, şelaleler, berrak akarsular ve dev Sekoya ağaçlarına sahiptir. Parkın yaklaşık %95'inde vahşi yaşam vardır. Yosemite Ulusal Parkı Kaliforniya'daki Orta Sierra Nevada'da bulunur. Yol, otomobille San Francisco'dan parka gelmek isteyen biri için 3.5, Los Angeles'tan gelmek isteyen için 6, San Bernardo'dan gelmek isteyen biri için 7 saat sürmektedir. Rhode Island büyüklüğündeki parkın, 3.081 km² alanı vardır.
  24. The Wave (Dalga), Arizona, ABD Arizona ve Utah sınırı üzerinde yer alan 190 milyon yıllık kum tepeciklerinin kırmızı kayaya dönüşmesinden oluşmuştur. Çok fazla bilinmeyen bu dönüşmüş kayaları görmenin tek yolu 4.8 km yürümek
  25. Uluru, Avustralya Ayers Rock olarak da bilinir, Avustralya çöl bölgesinde kumtaşından oluşan bir kaya formasyonu. Uluru-Kata Tjuta Milli Parkı'nın içinde bulunur. Alice Springs'in yaklaşık 340 km güneybatısında Northern Territory'dedir. Uluru adı, Ananguların (lokal yerleşmiş Aborjinler) Pitjantjatjara dilinden gelir. Bu, derinlemesine bir anlamı olmayan yer tanımlamasıdır. Avustralya’nın neredeyse tam ortasında, çorak ve dümdüz ovada yer alan Ayers Kayası (Uluru) görenleri şaşırtıyor. Bu yaşlı kızıl kaya kütlesi, milyonlarca yıldır rüzgarların savurduğu kumlarla aşınarak meydana gelmiş.Avustralya yerlileri Aborjinler için kutsal olan bu kaya, günümüzde Avustralya’nın sembollerinden biri haline gelmiş. Güneşin konumuna göre gün içerisinde renk değiştiren Ayers Rock, şafak vakti turuncu, gün içerisinde paslı kahverengi, gün batımında ise inanılmaz güzellikte bir kızıl renge bürünüyor. Çölün ortasında yanan bir kor gibi görünen kaya, 1870 yılının başlarında Ernest Giles ve William C. Rose isimli iki kaşif tarafından keşfedilinceye kadar, hiçbir Avrupalı tarafından görülmemişti. Daha sonraları Güney Avustralya Bölgesi başbakanı olan Sir Henry Ayers adına ithafen bu kutsal kayaya Ayers Rock dendi. Kayalığın bazı bölümlerinde küçük göletler oluşturan yağmur suları, bu civarda yaşayan canlılar için de bir yaşam kaynağı. Kayanın güney ucundaki Maggie Kaynakları olarak bilinen gölet, en kurak mevsim dışında, hemen her zaman su bulunduruyor. Diğer göletler ise, birkaç hafta veya ay içerisinde kızgın çöl sıcaklarına dayanamayıp kuruyor.

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.