DİPNOT tarafından postalanan herşey
-
NEDİR BU FAİZ?
Sevgili sedelina... Bugünkü Türkiye şartlarında ki ekonominin %10 civarında küçüldüğü bir ortamda, Ticari faaliyet alanlarından kar edemeyen ülkenin 500 büyük firması için daha fazla faaliyet dışı kar demekten başka birşey değildir... Sevgiler...
-
TÜRKİYE, YOL AYRIMINDASIN. YA ŞİMDİ UYAN YA DA HİÇ YAKINMA... (Bakırköy'de (İstanbul), Bakırköy Belediyesi ile bir dershanenin ortak çalışması olara)
Düşün Bakalım Neden?.. Özgür düşüncenin sorusu budur: ''Düşün bakalım' neden?". Özgür düşünce, düşünmeye, nedenleri aramaya, yanıtları bulmak için çaba harcamaya dayanır. Özgür düşünce eğitiminin soruları vardır, yanıtları yoktur. Yanıtları arayıp bulmak bilimin işidir. Onun için de daha doğrusu bulununca eski yanıtlar değişir. Bilimsel gelişme dediğimiz de bu değişimdir. Dogma ise düşünmeye, tartışmaya, değişmeye kapalı olan bilgidir. Dogmatik bilginin soruları yoktur, yanıtları vardır, bu yanıtlar da değişmez. Din kökenli dogma da, gelenek kökenli dogma da, önyargı kökenli dogma da böyledir. Hikmet Çetinkaya 16 Eylül tarihli Cumhuriyet'te çok önemli bir konuyu açıkladı. Bakırköy'de (İstanbul), Bakırköy Belediyesi ile bir dershanenin ortak çalışması olarak okul çocuklarına dağıtılan bir çanta içinde iki kitap ve okul malzemeleri bulunuyor. Bu iki kitap, ''Çocukça Allah'a Mektuplar'' ve ''Çocukça Hayatın Kıyısında'' adlarını taşıyor. Birinci kitaptan bir satırda çocuk Allah'a sesleniyor: ''Sen bizi yarattın ama bu dünyada her şey bozuk... Allahım sen yardım et lütfen, her şey düzelsin...'' İkinci kitapta da ''çocuk düşünce ve duygularını'' anlatıyor: ''Ben Allah'ı görmek için ölmek istedim. Bir gün kanser oldum, doktora gittim ve doktor dedi ki: 'Sen bir hafta sonra öleceksin.' Ben sevindim, çünkü ilk işim Allah'ı görmek olacaktı.'' Bu kitaplara bir önsöz yazan Bakırköy'ün CHP'li başkanı Ateş Ünal Erzen nasıl bir düşünceyle bu kitapları dağıttırıyor, anlaşılır gibi değil. Anlaşılır gibi olan ise artık ülkemizde dogmatik bilgilerin küçük çocuklardan başlayarak yaygınlaştırılması. Bu kitaplardaki ana düşünce, ''her şeyin Tanrı'nın isteği ve iradesi ile olduğu, insanın kendi başına hiçbir şey yapamayacağı'' dır. Din kaynaklı dogmatik düşünce de budur. Uygarlık tarihinin dönüm noktaları olan ''rönesans ve aydınlanma'' , işte bu din kaynaklı dogmatik düşüncenin değişmesi için yaşanmıştır. Yüzyıllar süren bir uğraş ile insanlık ''kendi kaderini kendi dışındaki güçlerin elinden kendi ellerine almıştır'' . Atatürk 'ün Türkiye'ye çizdiği yol ''aydınlanma'' nın yoludur. Türkiye Cumhuriyeti'nin laik eğitim felsefesi, bu yolun eğitime yansımasıdır. Şimdi görünen odur ki eğitimin her kademesinde ''din kaynaklı dogmatik düşünce'' daha da artarak yer alacaktır. Ahlak dinle özdeşleştirilmektedir, bu da çok önemli bir konudur. Din kavramının dışında bir ahlakın olmadığı, daha doğrusu din dışı düşüncenin bir anlamda ahlaksızlığı çağrıştırması büyük bir yanıltmadır. Asıl ahlak, din korkusunun dışında, bireyin kendi bilinciyle kazandığı kurallardır ki doğruluk, dürüstlük, başkasının hakkını da kendi hakkı gibi korumak gibi insanlığın evrensel doğrularına sahip çıkmaktır. Küçük çocuklara ''kendi irade ve güçleri ile hiçbir şey yapamayacakları'' , ancak Tanrı isterse dileklerinin olacağını anlatmak, eğitim değildir, telkindir ve koşullamadır. Hani, özgür düşünce eğitimi yapılacaktı? Ezberci eğitim kaldırılacaktı da eleştirel düşünce eğitimi yapılacaktı, öyle mi? Medrese devrine geri dönmekten söz etmek daha doğru görünüyor. Türkiye, yol ayrımındasın. Ya şimdi uyan ya da hiç yakınma. _________________________________________ Sayın Dr. E. Atabek'e teşekkür ve saygılarımızla...
-
HER DERDE DEVA... "RECEPCİN" (R. T. Erdoğan)... (Ankara Tabip Odası (ATO), sağlık bütçesinin yaratacağı olası fiziksel ve ruhsal çöküntü için "Bütçe.)
2007 Bütçesi Kemer Sıktıracak! IMF İcra Direktörleri Kurulu, "ek niyet mekbu" nu değerlendirmek için bu çarşamba, yani 13 Aralık'ta toplanacak. Mektup onaylanırsa ki: * 2007 bütçesinin bir seçim bütçesi haline dönüşmeyeceği kesinleştiğine; * banka ve sigorta muameleleri ile istihdam vergilerinin düşürüleceği taahhüt edildiğine... * liman meselesi de çözümlendiğine göre onaylanacak ve... 900 milyon dolarlık kredi dilimini serbest bırakacak. Böyle bakınca, 13 Aralık toplantısı sıradan bir mektup onaylama toplantısı gibi gözükse de... IMF'nin gelişini "beklenenin üstünde gelir sağlamayı" taahhüt eden bir hükümetin denetlenme toplantısı olarak görmek gerekiyor. Zira IMF ekimdeki toplantıda: * GSMH'nin binde 2'si kadar harcamaların kısılması ve 1.2 milyar YTL civarındaki ödeneğin iptal edilmesi; * Sosyal güvenlik sisteminin piyasalaşması için hastanın önüne sağlık ocağı barajı konulup ilaç ve tedavi masraflarının ivedilikle kısıtlanması; * Elektrik ve doğalgaza sürekli zam; * Özel gider indirimleri kaldırılarak en az geçim indirimine geçilmesi; * Özel Tüketim Vergisi (ÖTV) artışlarına devam edilmesi için zaten AKP'yle mutabakata varmıştı. Böylelikle, 2007 Bütçesi'nin bir yandan zamlar, diğer yandan da harcamaları kısarak faiz dışı fazla veren bir bütçe olacağı biliniyordu. 13 Aralık toplantısının önemi bu bilinenlerin ötesinde! Küresel yatırımcı için banka ve sigorta muamele vergileri ile istihdam vergisinde indirime gidileceği müjdesini de taşımakta! Zira, Ek Niyet Mektubu'nda beklenilenin üstünde gelir sağlanması halinde her iki verginin oranlarının düşürüleceği taahhüt edildi. Sözün kısası... 2007 başta küçük üretici ve de ücret ve maaş geliriyle geçinenler olmak üzere geniş bir kesim için kemer sıkma yılı olacak. Kaldı ki 2007 Bütçesi'nde: * Mal ve hizmet alımlarının payı 2006 bütçe ödeneğine göre yüzde 10.2'den yüzde 7.6'ya; * sermaye giderlerinin payı da yüzde 7.1'den yüzde 5.9'a düşürüldüğünden kamu yatırımlarının hissedilir şekilde azalacağı kesin. Oysa, 2007 Bütçesi 2006'yla karşılaştırıldığında hiç de küçülmüş bir bütçe olarak gözükmemekte: * 16.7 milyar YTL olarak hedeflenen 2007 bütçe açığı 2006 hedefine göre yüzde 19.6 daha büyüktür. * Faiz dışı fazla hedefi ise 2006'ya göre yüzde 16.2 daha düşüktür.. * Faiz dışı fazla hedefinin GSMH'ye oranı 2006'daki gerçekleşme düzeyiyle karşılaştırıldığında ise oran yüzde 7.7'den 5.7'ye gerilemektedir. Bu durumda AKP hem büyüyen bütçe açığını daraltmak hem de enflasyon hedefini tutturabilmek için vergi ve zamlara daha fazla ağırlık verecektir. AKP'nin IMF'ye "beklenenin üstünde gelir" taahhüdünü de kattığımızda 2007'nin sıkı maliye politikalarının yılı olacağını söylemek yanlış olmaz. Aslında, AKP'nin yapacağı çok bir şey de yok. Özellikle de harcamalardaki reel artışın enflasyonu tetikleme riski her an gündemdeyken! Tüketici enflasyonunun kasımda beklenenin üzerine çıkmış olmasını bu nedenle uyarı olarak almakta yarar var. Zira, enflasyonun yıllık bazda 9.86'ya gerilemiş olması, hatta 2006 bu seviyede kapatılsa bile benzin ve doğalgazdaki artışlar ile kapıdaki elektrik zammı iyimser olmayı zorlaştırıyor. Eğer, bazı zamlar enflasyon hesaplama tarihinden sonraya ertelenirse tabii ki durum değişir. Ne var ki önünde seçim olan bir hükümetten bunu beklemek de zor!.. 2007 Ocak'ının yılbaşı, bayram derken ardından da yarıyıl tatilinin gelmesi tüketici harcamalarının arttığı bir-iki ay yaşanacağını göstermekte ki... AKP'yi, 2006'yı enflasyonda tek haneliyle kapatayım derken 2007'nin hedeflerini elden kaçırmaya zorlayabilir. Ne yaparsınız, seçim döneminin yazgısı bu. 2007 AKP için yukarı tükürse IMF, aşağı tükürse seçim yılı!. _______________________________________________________________________________ Kaynak: / (Değerli hocama Teşekkürler) Dr. TÜRKEL MİNİBAŞ / GÖZ UCUYLA -11.12.2006
-
AŞIRILIK PSİKOLOJİK BİR SORUNUN HABERCİSİDİR...
Her üçünüze de... :clover:
-
DÜN... Pir Sultan Abdal,Namık Kemal,Ziya Gökalp,Sabahattin Ali,Nazım Hikmet,Sabahattin Ali,Yaşar Kemal,Orhan Kemal,Kemal Tahir... BUGÜN.. ORHAN PAMUK)
Diğer taraftan ise şöyle de düşünülebilir... Bana göre evet, bu Türk edebiyatı için büyük gurur ancak ne varki Nobel kurumu için daha da büyük bir gurur... Çünkü sonunda büyük Türkiye'nin canlı ve önemli bir edebiyatı olduğunu kabul ettiler... Burada bence pamuk daha genç biri ve mutlaka sonunda o da olgunlaşacak, Sonuç olarak ta Pamuk'a yöneltilen eleştiriler de bana göre anlamsız, Hayrıca dabu ödül onu daha iyi bir yazar yapmayacak ki! Ama para ödülünü rahatlıkla kullanabilir.
-
HİÇBİRŞEY BİRDEN BİRE OLMADI... ("Önce ezanı Arapçaya çevirdiler, Dinlediniz... Sonra 'Siz isterseniz hilafeti bile getirirsiniz' dendi... Demokra.)
Nasıl tutunacağız din adına yukarıda miras bırakan karanlıklarla mı.. Neyin ve ne üzerine birlik ve beraberlik olacağız.. Öncelikle onu belirleyeyim ve eğer Her düşüncenizde samimiyseniz.. Öyle Atatürk düşmanı bir babanın oğlu olupta danıştay'a saldıran zihniyetlerlemi? Öyle yazarlarını ve aydınların bir bir vuran ve öldüren zihniyetlemi? İnsanlar katli vaciptir fetfahları veren vahşi zihniyetlemi? Neyle birleşeceğiz..
-
DÜN... Pir Sultan Abdal,Namık Kemal,Ziya Gökalp,Sabahattin Ali,Nazım Hikmet,Sabahattin Ali,Yaşar Kemal,Orhan Kemal,Kemal Tahir... BUGÜN.. ORHAN PAMUK)
Sizden farklı düşünmüyorum sevgili by_x_men... Fakat olumlu veya olumsuz olsun tüm konuların tartışılmasının ülkemiz demokrasinin gelişmesi ve yerleşmesi için temel ihtiyaç olduğnu da unutmamak gerekir diye düşünüyorum... Sevgi ve saygılarımla...
-
DÜN... Pir Sultan Abdal,Namık Kemal,Ziya Gökalp,Sabahattin Ali,Nazım Hikmet,Sabahattin Ali,Yaşar Kemal,Orhan Kemal,Kemal Tahir... BUGÜN.. ORHAN PAMUK)
Nesini söyleyim canım efendim... Orhan Pamuk, bir ilk olsa anlardım. Sanki,Türkiye’nin değil de,Tanzanya’nın bir yazarı Nobel Ödülü alıyormuşçasına gösterilen bu toplumsal duyarsızlığa, kayıtksızlığa bir anlam verebilirdim. Hatta, Orhan Pamuk’un, tribünlere oynayan o pervasız çıkışına karşı yükselen tepkileri de hoş görebilirdim. Ancak, sorunun kökü daha derinlerde.. İşin doğrusu, biz, hiçbir zaman, farklı düşünen beyinlerimizi, gerçek şairlerimizi, yazarlarımızı, sanatçılarımızı sevmedik, sevmiyoruz.. Yüzlerce yıl önce, bu coğrafyada günah keçilerimiz Hallac-ı Mansur’du, Seyyid Nesimi’ydi, Şeyh Bedrettin’di, Pir sultan Abdal’dı; Dün Nazım Hikmet’ti, Sabahattin Ali’ydi,Yaşar Kemal’di, Orhan Kemal’di, Kemal Tahir’di; . Bugün Orhan Pamuk.. Bundan bin yıl kadar önce, Hallac-ı Mansur, “ Enel Hak” diyerek bayrak açtığında, insanın konuşan, dolaşan, düşünen, sevinen, gülen, üzülen, öfkelenen tanrının bir yansıması olduğunu söylüyordu; “Tanrının bütün nitelikleri insanda, insanın bütün özellikleri Tanrı’da mevcut ve evrenle bir bütünlük içindedir.Ölüm ise gerçek değil, bir dönüşümdür.” diyordu. Bu düşüncelerinin bedelini, idam edildikten sonra kesilen kafa, kol ve bacakları “ibret-i alem” için sokaklarda dolaştırılarak ödedi. Daha sonra, Seyyit Nesimi de, Hallac-ı Mansur’un yolundan gittiği için derisi yüzülerek öldürüldü. Şeyh Bedrettin, “Yarin gül yanağından gayrı her şeyde ortaklık” istediği için, 1420’de, Serez’de idam edildi. Pir Sultan Abdal, dört yüz yıl önce, “Gelin canlar bir olalım/ Zalime kılıç çalalım/ Yoksulun hakkın alalım” dediği için Sivas’ta dar ağacına çekildi. Osmanlı döneminde de , “saray beslenmeli” olmayan,Padişahın yedi sülalesine methiyeler düzmeyen, kapıkulu olmayı kabul etmeyen şair ve sanatçılara yaşam hakkı tanınmadı. Namık Kemal gibi, Ziya Gökalp gibi Kıbrıs ve Malta zindanlarını boyladılar. Genç Cumhuriyet, kendisine hizmet eden düşünür, şair ve yazarları el üstünde tuttu.Resmi söylemden ayrılanları ise analarından doğduklarına pişman etti. Sovyet Devriminden sonra, Türkiye’de de sosyalist bir düzen özlemekten başka niyetleri olmayan Mustafa Suphi ve 15 arkadaşı, bindikleri tekne Karadeniz’de batırılarak boğduruldular. Sadece Nazım Hikmet’in çilesi bile o dönemde muhalif yazar ve sanatçıların çektiklerine örnek olmaya yeter.Nazım’ın çilesi, çok partili dönemde de devam ettikten sonra, yaban ellerde, bir kapı arkasında geçirdiği kalp kriziyle noktalandı. “Başın öne eğilmesin / Aldırma gönül aldırma” diyen yazar/ şair Sabahattin Ali, Sinop zindanlarında çilesini doldurduktan sonra,1948 yılında, sınır boylarında kafası devlet ajanları tarafından taşla ezilerek öldürüldü. Kadirli ortaokulunda okuduğum yıllarda, bazı günler ,okul çıkışında koltuğumun altınnda kitaplarımla Uzun Çarşı’dan, Kasap Hoca’nın eski evine kadar koşardım.Kendi kendime, bilinç altımda yer eden bir olayın provasını yapardım. Yaşar Kemal, Kadirli Adliyisei’nin önünde arzuhalcilik yaptığı yıllarda, bir gün “Vurun komüniste!” diye bağıran taşlı, sopalı, baltalı bir grubun saldırısına uğrar.Yaşar Kemal önde, baltalı, sopalı adamlar arkada,Uzun Çarşı boyunca başlayan kovalamaca Kasap Hoca’nınn evinde son bulur. Yaşar Kemal, kendisini Kadirli’nin hatırlı bir kişisi olan Kasap Hoca’nın evindeki tavan arasına atarak canını zor kurtarır. Eğer o yıllarda, o taşlardan, o baltalardan biri kafasına isabet etseydi, bugün yüz akımız,Yaşar Kemal adlı bir yazarımız olmayacaktı. Köklü bir demokrasi mücadelesinin ürünü olmadığı için, 27 Mayıs’ın getirdiği göreceli demokrasinin kazanımları da kalıcı olamadı. On bir yıl sonra gelen 12 Mart 1971 darbesinden sonra ülkenin tanınmış birçok sanatçı, düşünür, şair ve yazarları hapse atıldı, işkencelerden geçirildi. “Gerçekten tam bağımsız ve demokratik bir Türkiye “ özlemekten başka bir amaçları olmayan yurtsever gençler, Kızıldere’lerde, Nurhak’larda ihbar edildi, üzerlerine bomba yağdırıldı.. Şarkışla’da, Gemerek’ te yolları kesilerek baltalarla, satırlarla kovalandı, sonunda ipe gönderildi. “Sağ” dendi, “Sol” dendi, yüreği yurt sevgisiyle dolu ülkenin pırıl pırıl beş bin genci yağlı kurşunlara uğratıldı. Bir o kadarı da el kapılarında sürgün yaşamak zorunda bırakıldı, sessiz ölümlere terk edildi.Yaşları 40 ile 60 arasında değişen yurt dışındaki bu yitik kuşaktan çoğunun ölüm nedeni, kanserdir, beyin kanamasıdır, kalp krizidir... 12 Eylül öncesinde, 1 Mayıs 1977 katliamı,Abdi İpekçi’lerin, Çetin Emeç’lerin, Kemal Türkler’lerin öldürülmeleri de öfkeleri dindirmedi. Ümit Doğanay, Bedrettin Cömert, Cavit Orhan Tütengil, Ümit Kaftancıoğlu ile başlayan kıyım listelerine daha sonra, Muammer Aksoy, Bahriye Üçok, Turan Dursun, Uğur Mumcu ve Ahmet Taner Kışlalı gibi isimler eklendi.. Yazarlarıyla, sanatçılarıyla barışık olmayan düzen, aydınlatmacı öğretmenlerine de yaşam hakkı tanımadı..Köy Enstitüsü ve TÖS ( Türkiye Öğretmenler Sendikası) kökenli binlerce öğretmen sürüldü, öldürüldü, yok edildi.. Onların yerine, Danıştay üyelerine silahla saldıran terörist oğluyla gurur duyan öğretmen babalar yetiştirildi.Ülke, bir baştan bir başa imam hatip okullarıyla donatıldı. Ruhi Su gibi sanatçılar bile ülke geleceği için tehlikeli olarak görüldü. Kanser tedavisi için yurt dışına gitmesi gerekirken papasopr verilmedi.Tedavisi zamanında yapılamadığı için öldü. Ülkenin en büyük sinema sanatçısı Yılmaz Güney, kaçak olarak yaşadığı Paris’te, mide kanserinden öldü.. Ahmet Kaya, Kürtçe bir kaset yapacağını söylediği için hakkında davalar açıldı. Gittiği Paris’te kalp krizinden öldü.Şimdi Yılmaz Güney’in yanında yatıyor. 37 aydın, 2 Temmuz 1993’te, Sivas’ta, Madımak Oteli’nde yakılarak öldürüldü. Olaydan sonra, müze olması istene otel, kebapçı dükkanına dönüştürüldü. 37 canın yakıldığı yerde şimdi insanlar kebap yiyor.İşte böylesine tuhaf bir yerdir benim memleketim... Türkiye’de, sanatçılara ve yazarlara yönelik saldırılardan Kürt ve İslamcı yazarlar da paylarını aldılar. Tansu Çiller, Doğan Güreş, Mehmet Ağar ekibinin uyguladığı “düşük yoğunluklu savaş” stratejisinden sonra Güney Doğu’da “faili meçhul cinayetler” dönemi başladı.Tanınmış Kürt siyasetçileri, iş adamları ve yazar Musa Anter karanlık güçlerce kurban edildi. Türkiye’nin Mandela’sı sayılan, sosyolog İsmail Beşikçi, hapishaneleri kendisine mesken edindi. İslamcı yazarların hepsi Fetullah Gülen gibi sırtını George Bush’a dayayarak ABD’deki çiftlik evinde yan gelip yatma lüksüne sahip olamadı. Bir zamanlar, Nazım Hikmet’le aynı kaderi paylaşan Necip Fazıl’dan sonra da bir çok İslamcı düşünür ve yazar zaman zaman hapishanelere düştü. Soner Yalçın’ın, Efendi 2 adlı yeni kitabında yer verdiği iddiaya göre, 27 Mayıs’çı subaylar, Said’i Nursi’nin mezarından çıkardıkları tabutunu bir uçağa yükleyerek Kıbrıs açıklarında denize atmışlar. 28 Şubat sürecinin yaşandığı günlerde, İslami söyleme kadın haklarını da eklemek isteyen İslamcı kadın Gonca Kuriş, tellerle boğularak Hizbullah’ın toplu mezarlarına gömüldü. Halk Ozanı Serdari’nin de dediği gibi: “Nesini söyleyim canım efendim/ Gayrı düzen tutmaz sazımız bizim” Siz, bu listeyi benim unuttuklarımı da ekleyerek daha da uzatabilirsiniz.. Orhan Pamuk, ileri/ geri bir iki laf etmesini bahane sayarak kimse hikaye annlatmaya kalkışmasın! Bu coğrafyada, biz hiçbir zaman, yazarlarımızı, şairlerimizi, sanatçılarımızı sevmedik, sevmiyoruz.. Yüz yıllar önce, günah keçilerimiz Hallac-ı Mansur’du, Seyyid Nesimi’ydi, Şeyh Bedrettin’di, Pir Sultan’dı; Dün, Nazım Hikmet, Sabahattin Ali,Yaşar Kemal, Orhan Kemal, Kemal Tahir; Bugün Orhan Pamuk.. Biz, tarihin her döneminde kendimize “ iç ve dış düşmanlar”bulmakta hiç sıkıntı çekmedik.. __________________________________________________ Kaynak:http://www.acikgazete.com/index.php?action=journalist&aid=2334
-
HAYAL KIRIKLIKLARININ NEVROZA DÖNÜŞMESİ... [Güncel Yaşamda Saygınlığın Yitirilmesi Sayılıyor]... (Toplumsal hayat, kişisel hayal kırıklıklarını başka)
Hayal kırıklıkları nevroza dönüşürken Başarıyı ve güzelliği kutsayan, gözyaşını, kederi dışlayan bir kültür... Hayal kırıklıklarının arkasında bu var ve bunun gösterilen nedeni sadece bireysel hata ve eksiklikler! Ekonomik krizlerin, büyük afetlerin mağdurları bile hatayı kendinde aramalı! Rekabet dünyasında melankoliye de yer yok... Bu yüzden hayal kırıklıkları tedavi edilmeli ki varsayılan özgürlüklerle gerçek özgürlük arasındaki farkın üzeri örtülebilsin... Yaşanması doğal hatta önemli olan bir duygu, diyor, hayal kırıklığını tarif ederken Ian Craib (Hayal Kırıklığı, Ayrıntı Yayınları, Ekim 2006). Üstelik yalnızca büyük kayıplarda değil, "değişimlerin tümüyle olumlu olmasının beklenebileceği durumlarda bile yaşanıyor bu duygu. Evlenmek, bebek sahibi olmak, yaşam alanını değiştirmek, bir daha asla geri dönülemeyecek durumları ve ilişkileri kaybetmeyi içerdiğinden, hayal kırıklığını da getiriyor beraberinde." Doğal olanı nevrotik hale dönüştüren ise toplumsal kültürün kendisi belki... Yaşananlarla görünenler arasındaki uçurum... 16 yaşındaki kızını daha geçen hafta kapkaç teröründe kaybeden anne, magazinleşen görsel dünyanın marifetiyle, tüm genç kızların İstanbul gecelerinde eğlendiğini düşünüyor şimdi; askerlik tezkeresini alıp evlerine dönenler, büyük bir çatışma yaşayan ülkenin toplu çözüm arayışındaki insanlarıyla karşılaşacağını umarken, refah içindeki bir kişisel gelecek peşine düşmüş milyonlarla karşılaşıyor; çocuklarının F tipi hücrelerde yattığını bilen anneler, onun yaşıtı gençlere dönüp baktığında, F tipinde ölüme karşı çıkan pankartlar yerine, "iddaa" bültenleri taşındığını görüyor, giderek artan kalabalıklarca. Hayal kırıklığını nevrotik hale dönüştüren, yaşananlarla görünenler arasındaki bu derin uçurum olabilir mi? SAYGINLIĞA NE OLDU? Ünlü psikanalist Karen Horney, "Varsayılan özgürlükle gerçek özgürlükler arasındaki fark" diyor, "çözümlenemediğinde nevroza uzanan ilk çelişkidir. Oyunun herkese açık olduğu söyleniyor, gerçekte ise olasılıklar insanlığın çoğunluğu için kısıtlıdır". Televizyonda şiddetli bir depremle yerle bir olacağı anımsatılan İstanbul'un her bir harfi parçalanıp yıkılıyor bir reklamda. Ardından "Deprem korkusu bitiyor!" dövizi ekrana bindiriliyor. İzleyici bunun yalnızca üst kesimin alım gücü dahilindeki çelik yapılı konut reklamı olduğunu fark ediyor. Spottaki şu son sözler o an yaşanan hayal kırıklığının sebebini söylüyor: "Çünkü güvenli yaşam herkesin hakkı"... Çünkü o bu konutlara sahip olabilecek şanslı azınlıktan değil, kolay kolay olamayacak da... Toplumsal hayat, kişisel hayal kırıklıklarını başka yollarla da derinleştiriyor. Rekabet kültürünün, ekonomik alandan toplumsal ilişkilere yayılmasından sonra, rekabette başarısız kalmak, artık "ekonomik kayıp"tan öte bir anlam taşıyor; neredeyse, saygınlığın yitirilmesi sayılıyor. Türk-İş'in, 2004 yılına kadar yapılan özelleştirmelerin ardından işsiz kalan 300 kişi üzerinde yaptığı ankette, "İşsiz kalmanız çevrenizdekilerin size karşı davranışlarını olumsuz yönde etkiledi mi?" sorusuna katılımcıların yüzde 94'ü "evet" yanıtını vermiş ve işsizlerin hemen tamamında "sosyal dışlanmışlık duygusunun egemen olduğu" raporda belirtilmişti. Böyle olunca işsiz kalmak, duygusal coşkulardan da yoksun kalmak anlamına geliyor. "Başarısızlık" ve kederlilik öylesine dışlanıyor ki toplumdan, neredeyse 17. yüzyıl tıbbında "melankoli ve hüznün vücuda girmiş siyah bir öd suyundan kaynaklı bir anormallik olduğu" varsayımı yeniden canlanıyor. Oysa bazı dönemlerde, bazı coğrafyalarda, hayal kırıklığı yaşayan kederli insanın kutsandığını biliyoruz bugün. Modern çağ öncesinde keder ve sabır, ortaçağ tutuculuğunun adaletsizliğine yanıt olan erdemler olarak kabul edilmiş, İngiltere ve Kuzey Amerika'da kederin çok değerli bir ruh hali olduğu düşünülmüştü. 18. yüzyıl Fransası'nda gözyaşları şefkat işareti olarak kabul görmüş ve keyif verici olduğuna inanılmıştı. Pek çok Asya toplumunda ise keder hâlâ "kurtuluş"a giden yolun bir parçası olarak görülür. BAŞARI VE GÜZELLİĞİN KUTSANMASI Yine de hayal kırıklığının bir nevroza dönüşmesinde kişisel özelliklerin de önemli olduğunu gösteriyor bulgular. Yaşanan kayıpların, herkeste aynı sonuca yol açmadığını ve mutlaka bir depresyona dönüşmediğini de... Öyleyse kayıpları depresyona dönüştüren ne? Fizyolojik ve genetik özellikler bir yana, son yarım asırdaki bilimsel araştırmalar bunun insandaki kırılganlık eşiğine bağlı olduğunu gösterdi. Bu muğlak tanımı belirleyen neydi öyleyse? Kendini kusurlu, yetersiz ve değersiz olarak algılayanların, bu kırılganlıklarının üst seviyede olduğu anlaşıldı önce (Aoran T. Beck, 1983). Rekabet kültürü tam da bunu sağlamaya başlamıştı o dönem. Başarının, güzelliğin, aşkın kutsanması ve kendi ötesinde anlamlara sokulması, kültürün insana aşıladığı bir hatalı, eksik kalma duygusuydu. Bunu gösteren başka binlerce örneğin bilimsel kanıtları da mevcut bilim tarihinde. 50 yıllık araştırmaları inceleme altına alan Feingold ve Mazzella, dünyada gitgide artan sayıda kadının bedensel görünümlerinden memnun olmadığını ve fiziksel çekicilikleri hakkında olumsuz yargılara sahip olduğunu bizlere belgeledikten sonra (1998) aynı dönemde artan bir yeme bozuklukları doğduğunu (anoreksiya nervoza) gösteren istatistikler kültürün, kendinden memnuniyetsizliği ve nevrotik hayal kırıklığına yol açtığını anlatmıyor mu? Yeniden en başa, yazının çıkış noktasına döndüğümüzde psikoterapist Ian Craib'ı psikoterapiyi "kurabiye" insanlar yaratmaya çalışmakla suçlarken bulacağız. Craib'a göre psikoterapi de toplumsal gelişmenin akıntısına kapılmış ve hayal kırıklığının gerekliliğini yadsıyarak, bunu bir an önce gidermek için hastanın nasıl biri olması gerektiği üzerine kalıpçı yaklaşımlar getirmişti. Bunun ironik tarafı da şuydu ki -Craib'e göre- hastayı hayal kırıklığından çıkaramamaktan duyduğu başarısızlık korkusuyla, psikoterapist de kişisel olarak kendi hayal kırıklığını reddetmişti aslında. Belki de bunu göze almaktı psikoterapinin yapması gereken. O İNCE ÇİZGİYİ AŞABİLMEK... Rekabet kültürü, çoğu zaman kardeşçe sevgiye duyulan ihtiyacı doyurmak karşısında bir engel oluyor; reklamların ve gösteriş tüketiminin bombardıman ettiği görüntülerle, gerçek olasılıklarının azlığını fark eden insanın yaşantısı kederli bir boşluk hissi yaratıyor (çünkü bir anlığına da olsa renkli dünyanın müşterisi olduğunu sanmıştı o da) ve kutsanmış başarı ve güzellik steryotiplerini kendinde göremeyen kadın, zayıf olamayacak bir vücut yapısında oluşuna her gün lanet ederken, iş bulamayan erkek kendini sosyal bir çöplüğün değersiz bir parçası olarak hissediyor. Ne garip ki, bunları hissedenler büyük bir kalabalık olduklarını bilmeden yaşıyor. En çok görülenlerin, en çok sayıda olduğunu sanarak... Bu durumda hayal kırıklığını yaşamanın değil, yaşamamanın insanlık dışı olduğunu bilmek bile, nevrozla hayal kırıklığı arasındaki o ince çizgiyi aşmayı önlemeye yetmez mi? ________________________________________________ Kaynak: Dergi 10.12.2006 / Volkan Aran
-
FORUMDAN ÜÇ KİŞİYE ÇİÇEK VERECEĞİZ VE NEDEN VERDİĞİMİZİ YAZACAĞIZ..
Teşekkürler sevgili Keskinkalem.. Bugün ile anlamlaşan bu çiçeği ve büyük usta şair Nazım Hikmetin dizeleri ile almamak olanaksızdı.. Ve bende bu duygulara bizleri ortak ettiğin için size ve bu yoğunluğu yüreğinde hissedenlere gönderiyorum bu çiçeğimi...
-
FORUMDAN ÜÇ KİŞİYE ÇİÇEK VERECEĞİZ VE NEDEN VERDİĞİMİZİ YAZACAĞIZ..
Çok teşekkür ederim sevgili karçiçeği_m Bu çiçekte sizin için...
-
İtiraf Edin!
Sanıyorum uzun bir yıllar önceydi.. Daha bıyıklarımızda terler kurumazken yani.. Bir kış akşamı şehir dışına doğduğum ilçeye gitmiştim. Macerayı çok sevdiğimi ve maceranın her türlüsünü tatmanın benim için yaşamsal birer deneyden başka birşey olmadığını ben başka herkes bilirdi... Gece kendini en durağan ve gece tadına bıraktığı sulardır ve birden çok sevdiğim bir arkadaşım bu gece yaban ördeği avına gideceğim ama bir arkdaş bulamıyorum diye söze başladı.. Ben bütün dikkatimi hiç yaşamadığım bu olay karşısında birden hayaline ve heyecanına kaptırmış olacağım ki birde aklıma bir soru geldi... -Deneyim şartmı bunda diye sordum... -Hayır dedi nöbet tutmasını ve Tüfek tutmasını bilen herkesin bu görevi yapacağını bilirim dedi.. -Çok iyi dedim ne yapacağız peki.. -Buraya yaklaşık 3 kilametre ileride bir göl var ve ortasına çardak kurulmuş. Geceyi orada geçireceğiz dedi. -Peki eksikliklerimiz? -Benim herşeyim hazır dedi sadece geceyi benimle paylaşacak biri gerekli diyerek çayını yudumladı... Ve çaylarımızı yudumladıktan sonra yola koyulduk... Yanimizda evde beslenen ve evcil olan 5 adet yaban ördekleri, Uyku tulumları, Tüfeklerimiz, ısıtıcılar, bir el feneri, kumanyalarımız ve kırmızı iki şişe şarap ile yola koyulduk.. Dün geceden yoğun kar vardı ve sert esen rüzgar ile parçalı parçalı hala sürüyordu. Hertaraf benbeyazdı, gece karanlığına karışan yeryüzü zaman zaman kurşuni bir hava yaratıyordu. Açakçası benim için bu biraz da ürküdücü ama inanılmaz ve hiç yaşanmayanı yaşamaktı ve ölümsüz bir geceydi yaşadığım sürece hafızamdan silinmeyecek olan. Ve nefes nefese sadece ağzımızdan geceye karışan nefesimizin buhar şeklini görebiliyordum birde arkadaşımın soğuktan sulanan iri gözlerini.. Ve zifiri gece, kar ve simsiyah bir göl ortasında sazlıklar arasında çardağı gördüm. Nihayet gelmiştik. Arkadaşım hemen işe koyuldu sırtında bağara bağara gelen ördekleri bir ayaklarında uzun çubuklar ile göle çakmaya başladı. Bende bu arada çardağın için eşyalar ile birlikte kendimi atarak kasık çizmelerini ayağımdan çıkararak cebimden çıkardığım fener ile ortama bir baktım... Tamamen kalın odun kazıklar üzerine göle çakılmış 4 ayak üzerinde duran ve iskeletini innce yuvarlar odunlarla tamamlayan ve bunların arasına sıkıca yerleştirilmiş sazdan yapılmış bir çardaktı ve küçük küçük (Yaklaşık 20 cm x 20 cm genişliğinde) mazgal denen gözleri vardı ve karanlık gölü rahatlıkla görebiliyordu. Anladığım kadarı ile ödekleri buradan gözlüyor ve buradan ateşliyorlardı. Neyse uzun sürmedi ve arkadaşımda çardağa girdi ve küçük kapısını kapattık. Hemen içeriey ısıtıcıyı yaktık (bu bir ufak tüp idi ve sadece yakılarak ısınılıyordu) bir nebze olsun karanlık göle, kahverengi çardağın içine ve parlament mavisi yanan aygazına karışmıştı siliütlerimiz... Biraz nefes alındıktan sonra; -bak dostum dedi arkadaşım burada gördüğün gibi 3 adet göz (mazgal) var ve dışarı baktığında beni getirdiğim ördekleri göreceksin. -Evet görüyorum dedim.. -Ama dikkat et dedi tümü aynı izada değilmi? -Evet aynı izada dedim.. -Tamam o zaman dedi bizim ördeklerimiz sürekli bağrıyor olacak (ki sürekli bağırıyorlardı) ve bunun amacı böyle bir havada yukarıdan gecen ördek ve kaz sürüsün bu ördekler çağırıyor olacaklar. -Evet anladım dedim.. -Sonra dedi bizim izah halinde bulunan ördeklerimizin etrafına konacaklar ve bizde usulaca tüfeğimizle ateş edip onları vuracağız dedi.. -Tamam dedim heyecanla. (Müthiş birşey gibi geldi ve tabiki inanılmaz eyecan) Aradan epep uzun bir zaman geçti arkadaşım arada bir gözlerden göle bakıyordu ne var ne yok diye ve şarapta bizi epey ırpalamıştır. Yorgunlukla karışık çakır kıyaklık uykumuzu getirmişti. -Sen biraz uyu istersen dedi. hem ortama alışırsın. -Peki dedim ve usulca uyku tulumumun içine her tarafından uyku akan biri gibi kolayca uyuduğumu arkadaşımın seslenerek beni uyandırması ile anladım. -Sıra sende dostum dedi.. -Şu han saat 3 ve 5'e kadar nöbet senin dedi ve müsade isteyerek uyumaya koyuldu.. İnanılmaz bir şaşkınlık ve heyecan içindeydim ama bir okadarda uykusuz ve çakırdım. Sadece ördek seslerini duyuyor ve tüm sessizliği nasılda yırtıyorlar diyorum kendi kendime... Ve birden inanılmaz bir su sesi sanki suya birşeyler düşüyordu ve bağrışlar korkunçtu. Birden usulca dışarıya baktım ve birde ne göreyim çizgi haline dizilmiş ördeklerimizin biraz uzağında bir ördük yüzüyor ve kanat çırpıyordu. Usulca silahımı doğrultum ve sabırsızca ateşledim. Ve ne olduğun anlamada arkadaşım birden fırladı -ne oldu dostum dedi.. -Birini gördüm ördeklerimizin uzağındaydı ve bende ateşledim dedim.. Gözlerden baktı ve onu vurmuşsun dostum dedi ve omuzuma elini vurarar şiddetle kasık çizmelerini giyerek ördeği alalara elinde ki fener ile ördeğe bakıyordu ve dikkat iyice yoğnulaşarak bakmaya başladığı vurulan ördeğe. Hemen dizmiş olduğu ördeklere baktı ve; -Dostum tebrikler dedi... -Sevinçle teşekkür ederim dedim.. -Ama maalesef kendi ördeğimizi vurmuşsun.. -Nasıl oluru dedim kendi ördeklerimizi biliyorum bir çizgi halindeydi ama o bahsedilen çizginin çok uzağındaydı dedim.. -Haklısın dedi gülerek... -Benim ördek kazığından kurtularak çizginini dışına çıkmış dedi yüzüme bakarak:( Olamaz falan derken ikimiz birlikte inanılmaz bir kahkaha fırtınasına yakalandığımızı hiç unutmam ve ogün bu gündür haklıma geldikçe güler ve o arkadaşımı ve yaşadıklarımızı bugünki gibi hatırlarım.. Kendisine de bana böye unutulmaz bir gece yaşattığı için buradan sevgilerimi gönderiyorum... Vurduğum ördeğin de plavı gerçekten çok güzel ve lezzetli olmuştu...))) Not: Biraz anı gibi oldu ama meşhur bizim avcılar gibi atamadığımı da itiraf ettim hepsi bu..
-
duaya varmısınız
Ey yaradan artık yeni bir kitap gönderde (peygamberse hiç gerek yok inan hepsi birbirinin devamı) şu dünya aleminde birşeyler nizama gelsin.. Yeter bu kadar insanı savaşlara sürüklemen.. Her toplum inandığı din adığna ve senin ismini vererek savaşa gidiyor.. Yeter artık dünya açlıktan kırılıyor.. yeter artık dünya yok olma tehlikesi ile karşı karşıya.. Yeter artık bizlere bilebileceğimiz ve kabule edebileceğimiz şeyleri artı göster.. Yeter artık dünyayı sömüren devletlerin yaptıkları.. yeter artık bun dur demek istiyeyen zavallı müslümanların kanları.. yeter artık yeter.. Hakikaten yeter... Artık geç kalmadınmı.. ? Biz bekliyoruz ve gerçekten kabul edilebilir ve nesnel herşeye açıkız... Yoksa daha çooooooooooook söylenip duracağız senin adını zikrederek.. Ve bu haksızlık.. Sevgiler..
-
Sibelce
Kimi Sevsem Sensin kimi sevsem sensin hayret sevgi hepsini nasıl değiştiriyor gözleri maviyken yaprak yeşili senin sesinle konuşuyor elbet yarım bakışları o kadar tehlikeli senin sigaranı senin gibi içiyor kimi sevsem sensin hayret senden nedense vazgeçilemiyor her şeyi terk ettim ne aşk ne şehvet sarışın başladığım esmer bitiyor anlaşılmaz yüzü koyu gölgeli dudakları keskin kırmızı jilet bir belaya çattık nasıl bitirmeli gitar kımıldadı mı zaman deliniyor kimi sevsem sensin hayret kapıların kapalı girilemiyor kimi sevsem sensin senden ibaret hepsini senin adınla çağırıyorum arkamdan şımarık gülüşüyorlar getirdikleri yağmur sende unuttuğum hani o sımsıcak iri çekirdekli senin gibi vahşi öpüşüyorlar kimi sevsem sensin hayret in misin cin misin anlamıyorum... Attila İLHAN
-
En Tehlikeli Yalan...
İnsan düşünüyor.. 1400 yıl öce yazılan ve yaratıcı tarafından yazıldığı söylenen Kur'an (ki bu yaratıcı tarafından her yıl gönderilmelidir. Yoksa gelişmelere cevap veremez durumda kalabilir veye geleşmeler çerçevesinde anlamını yitirir..) nasıl oluyorda bugünkü gelişen moderniteye cevap veremiyor.. Bence esas problem insanların güçzüzlüğünde.. Çaresizliğinde... İnanan toplumların genel yapısına baktığınızda tamamıyle feodal, benklentili, kendi gücünün farkında bile olamayan, bitap ve kendine koruyucu aramak zorunda kalan yeteneksiz bir insanın beklentilerinden başka birşey değildir inanç. Böyle olunca da insanın hep isteyen, özleyen ve kaderci yapısına razı olan bir düşünce biçimin gerçekte kendi çıkarlarını düşünen, bu dünya niğmetlerinden faydalanamamayı öbür (ertelenmiş) dünyada arayan bir canlıdan başka birşey değildir.. Çünkü İnsan olabilmenin esamesinde sınırsız gelişme ve ilerleme vardır... Bu engellenemez... Ne yazıkkı gelişen emperlalist oluşumlar karşısında ve emperyalizmin dini çok kiyi kullanmasından olsa gerek problemlerin çözümü bile hala nedensiz, sorgusuz, suhalsiz allahın takdirine bırakılır.., İnsanoğlu için acının ta kendisi değilde nedir bu sisce....
-
ATATÜRK'Ü ZİYARET EDEN EDENE... (Geçen yıl Anıtkabir'i 3 milyon 801 bin 340 kişi ziyaret ederken, bu yılın 11 ayında bu sayı yaklaşık ikiye katlanara)
Peki ne sakınca olabilir bunda sence...
-
ATATÜRK'Ü ZİYARET EDEN EDENE... (Geçen yıl Anıtkabir'i 3 milyon 801 bin 340 kişi ziyaret ederken, bu yılın 11 ayında bu sayı yaklaşık ikiye katlanara)
Kim bu şarap aleminde olan sözün ona yazarlar... Rica etsek biraz açabilirmisiniz...
-
HİÇBİRŞEY BİRDEN BİRE OLMADI... ("Önce ezanı Arapçaya çevirdiler, Dinlediniz... Sonra 'Siz isterseniz hilafeti bile getirirsiniz' dendi... Demokra.)
Evet tostum maalesef karanlıkları ve yobazlığın kan uykularının farkında olamamak sizin adınıza çok üzücü.. Evet tüm Aydınlarımızı birbir katledenler de bunlar. İnsanları yakanlarda onlar... Ama bu süreç bir şekilde engenllenmeli ve son verdirilmeli ya da en azından dondurulmalıdır... Çünkü dinsel toplum düzenleri çözüm değil sorundur bu dünya barışı için... Ben köktendinciliğin tüm dünya kapitalizm ve emperyalizm kadar tehlikeli ve vahşi olduğunu görüyorum..
-
ATATÜRK'Ü ZİYARET EDEN EDENE... (Geçen yıl Anıtkabir'i 3 milyon 801 bin 340 kişi ziyaret ederken, bu yılın 11 ayında bu sayı yaklaşık ikiye katlanara)
Ulu Önder Atatürk'ün ebedi istirahatgahı Anıtkabir, yurdun dört bir yanından ve yurtdışından gelen ziyaretçilerin akınına uğramaya devam ediyor. Geçen yıl Anıtkabir'i 3 milyon 801 bin 340 kişi ziyaret ederken, bu yılın 11 ayında bu sayı yaklaşık ikiye katlanarak 7 milyon 499 bin 885 kişiye ulaştı. Anıtkabir'i, geçtiğimiz Kasım ayında 1 milyon 26 bin 312'si yerli, 9 bin 210'u yabancı olmak üzere toplam 1 milyon 35 bin 522 kişi ziyaret etti. Anıtkabir'in Kasım ayının en çok ziyaretçi kabul ettiği gün 148 bin 215 kişiyle 18 Kasım Cumartesi olurken, bunu 127 bin 392 kişiyle, Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk'ün ebediyete intikalinin yıldönümü olan 10 Kasım Cuma günü izledi. Anıtkabir'e, 4 Kasım Cumartesi günü de 87 bin 895 ziyaretçi geldi.
-
FORUMDAN ÜÇ KİŞİYE ÇİÇEK VERECEĞİZ VE NEDEN VERDİĞİMİZİ YAZACAĞIZ..
Evet o kadar güzel ve öyle doğal bir kare göndermişsiniz ki inanın birden yalın ayak içlerine giresim geldi... Unutulmaz bir hanı resimlemek ister gibi... Ellerinize, emeklerinize ve yüreğinize saglık.. Çok teşekkürler, çok sağolun.. Dost sevgiler sevgili Kırçıçeği_m...
-
En Tehlikeli Yalan...
En tehlikeli yalan bir kişiye yapılan değildir, Bir Ülkeye belki ama insanlığa yapılan yalan en tehlikeli yalandır bana göre...
-
FORUMDAN ÜÇ KİŞİYE ÇİÇEK VERECEĞİZ VE NEDEN VERDİĞİMİZİ YAZACAĞIZ..
Siz düşünceleriniz ve imzanızdaki değerli ve anlamlı insanlarla özdeşleşmiş yüreklere, yüreğimizden verebilecek en güzel çiçeklerimiz mutlaka var sevgili karçiçeği_m inanın... Bu çiçeklerim sadece; Mustafa Kemal ATATÜRK, Deniz GEZMİŞ, Nazım HİKMET, Ve sevgili Karçiçeği_m için...
-
FORUMDAN ÜÇ KİŞİYE ÇİÇEK VERECEĞİZ VE NEDEN VERDİĞİMİZİ YAZACAĞIZ..
Gerçekten çok güzeller çok çok teşekkür ederim... Çok naziksin, çok sağol sevgili Gece Yağmuru... Memnuniyetle kabul ediyorum... Bunlarıda sen ve forumdaki tüm sevgili arkadaşlarıma gönderiyorum.. Umarım kabul eder ve beni kırmazlar...
-
BENİ DUYUYOR MUSUN? Leyla Navaro
- FORUMDAN ÜÇ KİŞİYE ÇİÇEK VERECEĞİZ VE NEDEN VERDİĞİMİZİ YAZACAĞIZ..
Ben teşekkür ederim sevgili Gece Yağmuru... Sadece senin içindi.. Hak ettiniz ama inanın.. Sevgiler... - FORUMDAN ÜÇ KİŞİYE ÇİÇEK VERECEĞİZ VE NEDEN VERDİĞİMİZİ YAZACAĞIZ..
Önemli Bilgiler
Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.