Zıplanacak içerik
View in the app

A better way to browse. Learn more.

Tartışma ve Paylaşımların Merkezi - Türkçe Forum - Turkish Forum / Board / Blog

A full-screen app on your home screen with push notifications, badges and more.

To install this app on iOS and iPadOS
  1. Tap the Share icon in Safari
  2. Scroll the menu and tap Add to Home Screen.
  3. Tap Add in the top-right corner.
To install this app on Android
  1. Tap the 3-dot menu (⋮) in the top-right corner of the browser.
  2. Tap Add to Home screen or Install app.
  3. Confirm by tapping Install.

DİPNOT

Φ Üyeler
  • Katılım

  • Son Ziyaret

DİPNOT tarafından postalanan herşey

  1. Dünyanın katledilmesi konusundaki yarışta ülke olarak, millet olarak ipi en önde göğüslemiş bulunmaktayız... Yani dünyaya karbondioksit salınım oranındaki önlemez yükselişimiz sonucunda ülkemize bu birinciliği de kazandırdık ya helal olsun bize... Kural tanımazlığımız, duyarsızlığımız, cehaletimiz, hoyratlığımız, müsrifliğimiz, sevgisizliğimiz zaten ayyuka çıkmıştı... Şimdi de, kendinden başkasını düşünmeyen, çevreye ve geleceğe kayıtsız, kollektif yaşama saygısız, çocuğunun yarınını düşünmeyen, egoist bir millet olduğumuz bilimsel olarak ta resmen ispatlanmış oldu... Zararımız kendimizeydi, şimdi evrenselleşti... Ağır hasta olan dünyayı masaya yatırmak, göz göre göre yokolup gidişine teşhis koymak ve ömür biçmek için Paris’te toplanan iklim doktorları, titiz bir konsültasyon sonunda artık tedavinin imkansız olduğunu saptadılar... Çıkan raporun özeti şu... Dünya yakın zamanda bitkisel hayata girecek, bir kaç 10 yıl sonra ise insanoğlunun eliyle fişi çekilecek... Öleceği kesinleşen hastaya “ artık ne istersen yiyebilirsin ! “ demiş ya doktor... Siz de bir dünyalı olarak artık ne isterseniz rahat rahat yapabilirsiniz, ormanları çatır çatır kesebilirsiniz, arabalarınızı tek kişi olarak israfla kullanabilirsiniz, deodorantları havaya sıkabilirsiniz, fabrika bacalarından zehir bocalayabilirsiniz, cennet köşelere nükleer santraller kurabilirsiniz, erozyonla mücadeleye zaten artık hiç gerek yok, çarpık kentleşmeyi daha da arttırabilirsiniz, golf sahaları açmak için 3 asırlık binlerce ağacı gözünüzü kırpmadan kesebilirsiniz... Tabii bunları başka ülkelerin insanları için yazıyorum... Biz zaten üzerimize düşeni yapmışız ve birinciliği bilek hakkıyla kazanmışız... Düşünebiliyor musunuz? Dünyanın insanoğlu tarafından yok edilişinde, birinci derecede söz sahibi olan ve başrol oynayabilen bir ırkın ahvadıyız biz... Birkaç yıl sonra Çukurova ve Konya ovası çöl... Akdeniz sıcaktan kavrulacağı için devre dışı... Tatilciler artık Karadeniz’e gidecekler ... O da bir kaç yıl için... Haydi gidin arazi kapatın orda... Bilim adamlarına göre dünya için biçilen ömür 30 yıl... Yaşamın sonunun başlangıcı bu tarih... Yaşamaya çalışmaya başlamak belki 10 yıl sonra... Kasırgalarla, sellerle, deniz yükselmeleriyle mücadele ile geçecek bundan sonraki sıcak yıllar... Bu dehşet tabloyu açıklamamaları için petrol devi Exxon şirketi tarafından bilim adamlarına büyük çapta rüşvetler teklif edildiği konuşuluyor... Dünyaya başka türlü bir son biçmeye çalışan ve Kyoto anlaşmasını kavrayamayan ve tanımayan Bush’un kankası olan bu kuruluşun bu davranış biçimi hiç yadırganmamalı... Katrina gidip bunları vurduğunda al sana ilahi adalet... Oysa bugünlerde vizyona giren Al Gore’un belgeseline bakın ve dünyaya nasıl son biçildiğini daha iyi algılayın... Yine insan eliyle... Şimdi, arka planda bir dünya resmi olan, üstünde büyük kızılderili şefinin “ Son ağaç kesildiğinde, son kuş öldüğünde, insanlar paralarını mı yiyecekler... “ diyen o ünlü sözü yazılı olan bir panonun önünde, elimizde Türkiye haritası ile toplu olarak resim mi çektirmeliyiz? Dünyaya bedel Türklerden hatıra kalsın diye… http://www.acikgazete.com/?newsid=14090&category=149
  2. Şöyle bir sıralıyalım bakalım... Kurtuluş Savaşı. Mandacılığa hayır. Ekonomik reformlar. Kadın erkek eşitliği. Saltanatın kaldırılması. Halk egemenliğine geçiş. Harf devrimi. Tarikatların yasaklanması. Tekkelerin kapatılması. Ulus devletin yapılanması. Kulluk bilincinden millet bilincine geçme; birleştirmeyi, bütünleştirmeyi, ayrılığı yok etmeyi hedefleyen milliyetçilik, durağanlığı yırtıp atacak değişimin önünü açan devrimcilik, milli geliri eşit paylaşmayı hedefleyen devletçilik, hukukta, eğitimde, sağlıkta, sosyal hayatta, ekonomide ve hatta dinde dogmatik düşünceyi değil ilmi öne geçiren laiklik, vatandaşı devleti ele geçirenlerin gözünde kuru kalabalık olmaktan çıkartan halkçılık, ve egemene değil halka dayanan cumhuriyetçilik; 1925-1945 Dönemi dünyasının gelişme tablosu içinde ilerici atılımlardı... Şimdi soralım... Peki herkes kendi ölçütleri ve kriterleri doğrultusunda sizce GERİCİ KİM...
  3. Çok teşekkür ederim sevgili diloş.. Bahsettiğiniz mutlu yıllarda siz güzel dostlarımızla birlikte yürüme dileğiyle.... Sevgiyle kalın...
  4. Hayat kendi telaşıyla akıp giderken, bu akıp giden hayatın arkasında duran bir yer, beni götüreceğin bir yer olmalı. Akan hayatın arkasında duran bir yer. Tüm telaşları, tedirginlikleri, korkuları, soruları sona erdiren bir yer. Akan hayatın arkasında ama ona ters, kendi yolunda akan bir yer. Başka hayatların yükünün taşınmayacağı, hissedilmeyeceği, başkalarının yargılarından, konuşmalarından, aklın rahatsız edici tüm sorularından, hesaplarından arınmış, sadece iki basit insanın durabileceği bir yer. Belki küçük penceresinden insanı ufkun ötesine geçiren sonsuz mavi manzarası ile kapısı kapalı küçük, mütevâzı bir oda. Her şeyin sanki kapalı kapının arkasında kaldığı bir oda. Soğuk aklın, hesapların, sorumlulukların, korkuların, tüm gürültülü konuşmaların o kapalı kapısının arkasında kaldığı oda. Beni götüreceğin yer, belki akan hayatın arkasında ve onun bildik tüm telaşlarına, hesaplarına kapısı kapalı bir oda, belki etrafındaki ağaçların arasından geçirilmiş teller üzerindeki küçük, renkli lambaları ile süslü, basit bir çay bahçesi, belki de radyodan gelen bir yaylı tambur sesi. Beni götüreceğin yer, bakışlardan, sorulardan, kendi sorularımdan da uzak, içimde koşturan yüzlerce atı dizginlemeden, sınırsız bahçelerde korkmadan koşturabileceğim bir yer olmalı. Kimsenin olmadığı bir yer, hiçbir engelin, sorunun ve soğuk aklın olmayacağı bir yer. Bazen kelimelerin değil, susmanın daha anlamlı olacağı, bir bakışın, duruşun, bir dokunuşun içimde mevsimler değiştirebileceği bir yer olmalı. Beni götüreceğin yer, basit, sıradan bir insan olacağım, hiçbir yükü içimde, kafamda hissetmeyeceğim, geçmişi sormayacağım, yarını merak etmeyeceğim, söyleyemediğim için boğuluyormuş gibi olduğum, boğazıma dizilmiş, söylenmemiş hiçbir sözcüğün kalmayacağı bir yer olmalı. Akıp giden hayatın arkasında, kapısı her şeye kapalı bir oda ve orada tüm korkuların, konuşmaların, akıl hesaplarının dışında bir yer beni götüreceğin yer. Belki de aldanıyorum. Beni götüreceğin yer, gerçekleşse belki güzel bir masal olabilecek bir yer. Ama olsun, insan bazen aldanmak da ister. Yaşanmayacak şeylerden, olmayan diyarlardan bahsetmek ister. _____________________________________________ BAHAR GİDERSAY/http://www.acikgazete.com/?newsid=14013&category=149.
  5. Hakikaten her insanın bilmesi gekeren bir düşünce ve yaklaşım biçimi bence... Kendi payıma buna farklı anlam katamazdım tabiki ama burada herşey daha açık ve belirgin sunulmuş bizlere... Paylaşım için çok teşekkür ederim sevgili diloş... Duyarlı yüreğine ve kalemine sağlık...
  6. New York Post, 'Türkiye'nin kendini yok etme eğilimi'nde olduğunu yazdı 'AKP Talibanlaştırıyor...' Dış Haberler Servisi - Amerikan New York Post gazetesinde yayımlanan bir makalede, AKP hükümetinin "iç baskılar, gülünç adli soruşturmalar ve toplumu Talibanlaştırmayı hedefleyen yasama oyunları" ile Türkiye'nin AB üyelik şansını zora soktuğu görüşüne yer verildi. Ralp Peters imzalı makalede, Türkiye'nin içinde bulunduğu durum "kendi kendini yok etme eğilimi" nde sözleriyle ifade etti. Peters, "Batı ve Ortadoğu arasında köprü hizmeti gören NATO'nun bir üyesi, Türkiye, seküler anayasası ve ekonomik ilerlemesi ile bölge devletleri arasında olabilirdi. Ancak Türkiye Arap dünyası rejimlerini taklit etti'' yorumunda bulundu. "İslamcılar, hükümetin yolsuzluğu karşısında halkın memnuniyetsizliğini kullanarak seçimlerde iktidarı aldı ve Kemal Atatürk'ün mirasını hemen yıkmaya başladı'' diyen yazar, ABD'nin Irak'a müdahalesi sırasında Türkiye'nin Saddam'ı kurtarma umudu ile Amerikan askerlerinin geçişine izin vermeyerek cezalandırdığını söyledi. 'Yasama oyunları...' Yazasında AKP hükümetini sert bir dille eleştiren Peters, "Dayattığı iç baskılar, gülünç adli soruşturmalar toplumu Talibanlaştırmayı hedefleyen yasama oyunları ve Ermeni soykırımını inkâr eden dar kafalılığı ile Türkiye, AB üyesi olma şansını boğdu. Avrupa'nın onayını kazanma yerine, hükümet Türk medyasını zehirleyen kinci anti Amerikan söyleve destek veriyor ve Avrupalıların 'Türkler bizden değildir' kanısını güçlendirmekten başka şey yapmıyor" görüşlerini savundu. Türkiye'nin Irak politikasını da eleştiren Peters, PKK'ye saldırmak için Irak'a birlik gönderme sabırsızlığının Washington'ı Türkiye'ye karşı daha da soğuttuğunu ve Iraklı Kürtlerle iyi ilişkiler kurmayan Ankara'nın Irak dağıldığı takdirde çok şey kaybedeceğini savundu. Fonksiyonel Araplar... Mevcut sorunun Türkiye'nin kendi iç zorluklarını aşıp aşamayacağı olduğunu kaydeden Peters, "Ama hangi sorununu önce çözecek? Türk kültürünün İslami yıkıcılığı devam mı edecek yoksa ülke bir başka politik durgunluk ve iç şiddet dönemi olan askeri darbe içine mi girecek?" diye yazdı. Yüzyıllarca Araplara "alçakgönüllülük" gösteren Türklerin "fonksiyonel Araplara" dönüştüğünü ileri süren Peters, Türkiye'nin sadece askerlerin kontrolündeki aşırılığa mahkûm olmuş bir garnizona dönüşme aşamasında olduğunu savundu. Ralp Peters, makalesinin sonunda "Türkiye'nin kurtarılmasını istiyorum. Ama biz bunu yapamıyoruz. Bu Türklere bağlı" yorumunda bulundu. ______________________________ C. 30.01.2007 S.8
  7. Canımsın benim sen... Nasıl içirdim ama sana o güzelim şaraplardan... ))) Hala KIR tarifini bekliyorum ama... Onu hiç unutmadım... Tabiki tarif sözünüde... Şarap deyince KIR ve sen geliyorsun haklıma... Çünküüüü. KIR harika bir içki... Sen ise inanılmaz özgür yürekli bir kadınsın...
  8. KÖRÜ KÖRÜNE YAŞAMAK... Bağlanmayacaksın bir şeye, öyle körü körüne. "O olmazsa yaşayamam" demeyeceksin. Demeyeceksin işte. Yaşarsın çünkü. Öyle beylik laflar etmeye gerek yok ki. Çok sevmeyeceksin mesela. O daha az severse kırılırsın. Ve zaten genellikle o daha az sever seni, senin o'nu sevdiğinden. Çok sevmezsen, çok acımazsın. Çok sahiplenmeyince, çok ait de olmazsın hem. Çalıştığın binayı, masanı, telefonunu, kartvizitini... Hatta elini ayağını bile çok sahiplenmeyeceksin. Senin değillermiş gibi davranacaksın. Hem hiçbir şeyin olmazsa, kaybetmekten de korkmazsın. Onlarsız da yaşayabilirmişsin gibi davranacaksın. Çok eşyan olmayacak mesela evinde. Paldır küldür yürüyebileceksin. İlle de bir şeyleri sahipleneceksen, Çatıların gökyüzüyle birleştiği yerleri sahipleneceksin. Gökyüzünü sahipleneceksin, Güneşi, ayı, yıldızları... Mesela kuzey yıldızı, senin yıldızın olacak. "O benim" diyeceksin. Mutlaka sana ait olmasını istiyorsan bir şeylerin... Mesela gökkuşağı senin olacak. İlle de bir şeye ait olacaksan, renklere ait olacaksın. Mesela turuncuya, ya da pembeye. Ya da cennete ait olacaksın. Çok sahiplenmeden, Çok ait olmadan yaşayacaksın. Hem her an avuçlarından kayıp gidecekmiş gibi hem de hep senin kalacakmış gibi hayat. İlişik yaşayacaksın. Ucundan tutarak... (Can Yücel' den)
  9. - Lan, ananı da al git!.. - (Şikâyetçi bir yurttaş hakkında) ...bak bakalım ne istiyor bu sahtekâr... - (Muhalefet partisi hakkında) Kadrolaşmanın en kaşarlanmışını... -(Muhalefet partisi başkanına) Sevsinler seni ... KONUMUZ EĞİTİM... Yerim olsa daha da uzatacağım bu listeyi. Çocuğunuzun terbiyesinin bozulmaması için duymamasını isteyeceğiniz bu sözlerin sahibi ülkemizin Başbakanlık makamında bulunan zattır. Açık kalmış bir mikrofonun azizliği sonucu istenmeden duyulmuş olan ikincisi hariç diğerleri uluorta, televizyon kameraları önünde duyulsunlar diye söylenmiştir. Aynı zat, gene televizyon kameraları önünde bir üniversitenin açılış töreninde okumuş arkadaşlarının aç kaldığını, müsteşarı bilimsel hırsızlık suçlamasıyla üniversiteden atılınca gene uluorta onun üniversitenin vereceği payeye ihtiyacı olmadığını ve kendisinin kıymetli bir vatan evladı (!) olduğunu haykırmıştır. Hukuk ve demokrasiyi ağzından düşürmediği halde, ülkesinin bilimsel araştırma kurumlarının en önemlisini Anayasa Mahkemesi, Danıştay ve idari mahkemelerin ağız birliği ederek ilân ettikleri şekilde yasa dışı bir duruma düşürerek ülkede araştırmanın belini bükmüştür. Üniversitelere bizzat öğretim üyesi atama hevesi mahkemelerce önlenince, bu sefer rektörlerini kendi hükümetinin atayacağı üniversiteler kurmaya kalkmıştır. Bu zatın yardımcılarından ve devlet bakanlarından biri basit bir lise coğrafya bilgisinden mahrum olduğunu televizyon kameraları önünde ilânda sakınılacak bir şey görmemiş, bir başka yardımcısı ve devlet bakanı da ellisinde ilk kez bir operaya gidebildiğini söylemiştir. Kendisinin Millî Eğitim Bakanlığın'a uygun gördüğü kişi doçent titrini taşıdığı halde uluslararası herhangi bir araştırmasına rastlanmamış, kendisi yaratılış efsanesinin ders kitaplarına bilim adamları tarafından tavsiye edildiğini söyleyecek derecede korkutucu bir bilgisizlik sergileyebilmiş, saygın bir Avrupa gazetesi tarafından suçsuz bir rektörün yaka paça hapse atılması olayında rol oynadığı ima edildiği halde bu ima cevapsız kalmıştır. Aynı zat tüm zamanların en büyük bilim insanlarından biri olan Charles Darwin'i "Türklere hakaret etti" diyerek halkının gözünde düşman ilan etmek istemiştir. Sevgili yurttaşlarım. Günümüz bilimin tüm toplum yaşamını yönlendirdiği, bilimden nasiplenememiş toplumların köleleştiği veya birbirine kırdırıldığı gündür. Bilim insanlara eğitimle öğretilir. Bu eğitim ailede başlar; ailenin çocuğa bilimsel yaşam terbiyesi verebilmesi için yayınevlerinden televizyon şirketlerine bilgi ticareti yapan her kuruluş bu çabaya yardımcı olacak bir tavır takınır. Çocuk kitapları, televizyon programları bu amaca hizmet edecek şekilde ayarlanır. Bu çabayı Millî Eğitim Bakanlığı (Hasan- Âli Yücel'in yaptığı gibi) koordine eder. Ebeveynin eğitimi için, Halkevleri modelinde görüldüğü gibi hükümet özel bir gayret sarf eder. Okullar ise en iyi imkânlar ve en güncel bilgilerle donatılmakla kalmaz, bilgi üretiminin temellerinin atıldığı kurumlar haline getirilir. Öğretmen en önemli ve en verimli fabrika olarak görülür, üzerine titrenir. Üniversiteler ise artık bilgi üretiminin başladığı yerler, ulusun gelişmesinin mızrak uçlarıdır. Buralarda bilgi üretmeyen kişiler tutulmaz, hele aklı, giden bir trende kıble işareti arayacak düzeyde olanların, buraların kapısından girmelerine izin verilmez. Okul ve üniversitenin öğreteceği en önemli şey yaratıcılıktır. O yaratıcılık gelire dönüşerek ülkeye refah getirir. Türkiye'nin cari açığının üçte biri kadar serveti olan Bill Gates'in tek marifeti yaratıcılıktır. Geçenlerde bir buçuk milyar dolara satılan Youtube da aynı şekilde evde başlatılan neredeyse sermayesiz bir işti. Burada satılan akıldır. Paranın karşılığını yalnızca fiziksel emek zannetmek gafletine düşenler, dünyanın en fakir insanları olmaya devam etmektedirler. Paranın karşılığı bilgi ve akılla mücehhez emektir. Bilgi ve aklı bir ulusa onlardan yoksun yöneticiler veremezler. Sizi daha çok fakirleştirecek, daha acizleştirecek, ele güne muhtaç edecek bilgisiz kişilerden uzak durunuz. Bunlar kendilerini ağızlarıyla ele verirler: Onları tanıyınız. Son günlerde televizyonlarda, atamaya kalktığı kendi benzeri kişilerin önlerinin kesilmesinden şikâyetçi olan zatın şikâyetini lütfen bir de bu ışıkta değerlendiriniz-yoksa artık çok geç olacak ve biz Güneydoğu komşumuzun yoluna gireceğiz. Bu olamaz demeyiniz. ________________________________________________________ Bilim Teknik 26.01.2007 / A.M. Celal Şengör
  10. Cinayet, Oligarşi ve Siyasal İslam Marlene Dietrich ile Charles Laughton 'un o unutulmaz klasik filmleri "Beklenmeyen Şahit" te avukat rolündeki Laughton davayı kazanmıştır ama içinde bir kuşku vardır; "Fazla kolay oldu, her şey yerli yerine oturtulmuş sanki..." der ve haklı da çıkar. - Sosyal devleti ortadan kaldırıyorsunuz... - Sosyal sınıflara dayalı gerçek demokrasinin önünü kesmek için, "ABD'nin ve oligarşinin dayatmalarıyla" yasaklar getiriyorsunuz... - "İslamcı işbirlikçiler yaratıp" sosyal devlet ve demokrasinin yerine onları yerleştiriyorsunuz... - Serbest piyasa diye insanların varoşlara savrulduğu; iş, aş, eğitim, sağlık güvencesi olmayan yığınlar ve tüketiciler yaratıyorsunuz. - Bu insanları "inanç ve din istismarına açık savunmasız yaratıklar, nesneler haline" dönüştürüyorsunuz. - İslamcı ve işbirlikçi siyasiler bunları bir oy deposu gibi kullanmaya başlıyor. - Umutsuz ve idealsiz; sosyal güvenliği olmayan gençlere şu seçenekleri bırakıyorsunuz; "hırsızlık, uyuşturucu, internet, bir dans yarışmasında para ödülü, bir inanç grubu veya tarikat üyeliği ya da tetikçilik." - Bu seçeneklerin toplumda "şöhret kimliği" ile algılandığı bir ortam... Varoşların ezilmiş ve dışlanmış gencinin birdenbire dünya medyasına sunulması. Ağca 'nın, Abdi İpekçi cinayetinden sonra ilk halini hatırlayın; ve sonrasında dünyaca ünlü "bir insan" ! - Sonuçta ülkede siyasal, sosyal, iktisadi ve ruhsal olarak ezilmiş ve sömürgeleştirilmiş bir "topluluk" yaratıyorsunuz önce. Serbest piyasa en güzel araç. - Tarımınızı, sanayinizi, limanlarınızı, bankalarınızı, medyanızı, kültürünüzü emperyalizmin emrine sunuyorsunuz. - Mustafa Kemal 'in "Tersanelere kadar...", M. Akif 'in "Tek dişi kalmış..." dediği canavara yönetimleriniz altın bir tepsi içinde sunuyorlar. Aynaya bakın göreceksiniz... - Siz oligarşi, bütün bunlar yapılırken seyrediyorsunuz; hatta omuz veriyorsunuz, işbirliği yapıyorsunuz... - Siyasi, iktisadi, dini ve ruhsal olarak sömürgeleştirilmiş bireylerin ve toplulukların her türlü çılgınlığa hazır hale getirildiğini göremiyor musunuz? - Suçlu sensin, bütün bunlar oligarşinin ve emperyalizmin eseri; yani senin eserin. - Örtülü faşizmi el altından destekleyen; ABD ve İngiltere Irak'ı işgal edince "Batı bize komşu oldu" diyenler... - AB ile sömürge anlaşmaları imzalanırken ülkenin sömürgeleşmesine göz yumanlar; hatta destek verenler... - Lozan kazanımları yavaş yavaş eritilirken... Güneydoğu koparılmaya çalışılırken... Fener Patrik'i AP'de Türkiye Cumhuriyeti'ne meydan okurken sessiz kalanlar... Emperyalizmin işbirlikçileri... - Kimi sarığı ve takkesiyle; kimi purosu ve viskisi ile emperyalizmin yanında saf tutanlar... - Sosyal devlet, demokrasi ve Atatürk Türkiyesi yerine "Siyasal İslam ve Siyasal Sermayeyi" egemen kılanlar; suçlu sizlersiniz... Aksoy 'un, İpekçi'nin, Uğur 'un, Kışlalı 'nın Dink 'in katilleri sizlersiniz. Emperyalizme boyun eğdiğiniz için 42 diplomatımızın da suçu sizin üzerinizde. - Ne garip! Emperyalizm ve oligarşi kafa kafaya vermiş suçlu arıyorlar. Kendilerini gizlemek için ışıkları karşı yöne doğrultmuşlar. - Suçlu mu arıyorsunuz? Aynaya bakın, karşınızda, göreceksiniz. - İzleri sürün bakalım... Kurbanla birlikte kurban edilen kişi, en öndeki tetikçi... Arkadaki bir inanç topluluğu, bir tarikat ya da benzeri... 17 yaşındaki çocuğun sistem tarafından savrulup atıldığı yer. - Bir adım daha gidin; "kimler savuruyor" diye sorgulayın bakalım, sorgulayabilirseniz. Oligarşinin ve emperyalizmin kalın duvarları ile yüz yüze gelirsiniz. - Uğur Mumcu ve diğerlerinde olduğu gibi içeri giremezsiniz. Yasak bölgedir; oligarşinin ve emperyalizmin kapıları suratınıza kapanır. - Duvarların arkasında gerçek suçlular vardır. Onların "dokunulmazlıkları" söz konusudur. Dokunulmazlıklarını hiçbir zaman kaldırmazlar. Oligarşi ve emperyalizmin temel kuralıdır bu. Örtülü faşizm ya da "sıradan faşizm" böyle işler. Gerçek suçluları saklayıp sizi sahnenin önündeki oyuncaklarla oynatırlar. Charles Laughton'un dediği gibi, her şey yerli yerine oturtulmuştur. Sistem suçluları yaratır, kullanır ve mahkûm eder. Ama insanlar yine de anlarlar gerçeği; hissederler, ufak aralıklardan görürler ışığı. Irak'ın işgalinde olduğu gibi üretilen medyatik yalanları yırtıp bir kenara atarlar... Boşuna uğraşmayın halk yine de anlayacak her şeyi, bütün karartmalara rağmen görecek gerçeği... En basit bir soru soracak kendine: "Bu iş kime yaradı? Kim kârlı, kim zararlı çıktı?" ____________________________________________________________________ KAYNAK: Pr. Dr. Erol MANISALI. www.istanbul.edu.tr/iktisat/emanisali
  11. Cumhurbaşkanı en az yüzde 51'i temsil etmeli 8. Cumhurbaşkanı Turgut Özal 'ın oğlu Ahmet Özal , zaman zaman aktif siyasette de yer aldı. Ahmet Özal, "Nasıl bir cumhurbaşkanı" sorusunu yanıtlarken şu görüşleri dile getirdi: "Öncelikle cumhurbaşkanı, Cumhuriyeti ve devleti şahsında temsil eden kişidir. Başbakan ise hükümeti şahsında temsil eder. Cumhurbaşkanı olmak için üniversite mezunu ve 40 yaşını doldurmanın yeterli olmasını yazan anayasa maddesi sadece eşitlik kavramını temsil eder. Bu, bir cumhurbaşkanı olmaya kesinlikle yeterli olamaz. Milletvekili olmak için ilkokulu bitirmek anayasaya göre yeterlidir ama çoğunluğu gençlerden oluşan bu ülkeyi ve gelişen dünyayı temsil ve ilzam edebilir mi, hayır. İngiltere'nin anayasası yoktur. 1299 Magna Carta, anayasa gibi kabul edilir. Zaten devletler anayasa ile idare edilmez, kanunlarla idare edilir. Çünkü zaman değiştikçe, insanlar ve devletlerin ihtiyaçları ve dolayısı ile şartlar değişir ve bununla beraber kanunlar değişir. Ama anayasalar değişmez, anayasalar basit ve kısa olmalıdır. Ve sadece temel prensipleri, insan hakları ve eşitlikleri hedef alır." Babası için "alışamadım", "indireceğiz" tartışmaları eksik olmayan Ahmet Özal, bu itirazların engellenmesi için "cumhurbaşkanının, Türkiye'de yaşayanların en az yüzde 51'inden fazlasını temsil edebilen biri olması gerektiği" görüşünde. Bunun için de anayasa değişikliği yapılarak cumhurbaşkanının halkın oyuyla seçilmesi gerektiğine inanıyor: "İki turlu bir seçimde, kesinlikle 2. turda bir aday muhakkak yüzde 51'den fazla oy alacaktır. O zaman, rahmetli Özal döneminde başlayan, 'Cumhurbaşkanını tanımam' diyebilen belde belediye başkanları olmayacaktır. Mesele Özal, Erdoğan veya herhangi birisi değildir. Önemli olan, en yüksek olan Cumhurbaşkanlığı makamının siyasi olarak yıpratılmasını engellemektir. Cumhurbaşkanını seçme görevini halka iade etmek istemeyenler halktan korkanlardır. Görülüyor ki birçok parti şu anda halktan çok korkuyor. Ben şahsen, Özal'ın yaşadığı sıkıntıları başka bir cumhurbaşkanının yaşamasını, Türkiye'nin istikrarı açısından istemiyorum. Dolayısı ile erken seçim yapmak sadece cumhurbaşkanlığı açısından yeterli değildir. Halkın cumhurbaşkanını seçebileceği ortamı iki turlu bir sistemle meydana getirmektir." Ahmet Özal, Recep Tayyip Erdoğan'ın adaylığıyla ilgili itirazlar anımsatıldığında "Sayın Erdoğan'ın cumhurbaşkanlığına anayasal olarak herhangi bir engel yoktur. Aday olabilir ve kazanabilir. Cumhurbaşkanı olursa kıyamet mi kopar? Hayır. Ancak doğru veya yanlış, türbanın bir siyasi simge olarak iddia edildiği Türkiye'de, kendisinin bu hassasiyeti dikkate alarak aday olacağını düşünmüyorum. Türban bir siyasi simge midir? Olmasa bile o hale gelmiştir, getirilmiştir" diyor. Ahmet Özal, "Çankaya'da türbanlı first lady" ye itirazlar konusunda da şu görüşleri dile getiriyor: "Cumhurbaşkanı eşi meselesi istisna tutularak, gerek üniversitelerde gerekse kamusal alanda, hiç kimsenin başörtüsüne karşı olmadığını biliyoruz. O zaman Osmanlı'dan bu yana Anadolu kadını belki 35 çeşit değişik başörtüsü kullanmıştır. Ve Cumhuriyetten itibaren de belki 13 çeşit başörtüsü şeklinden birisi veya birkaçı üzerinde mutabakat sağlamalıyız. Laiklik bir kavramdır. Devletler böyle idare edilmelidir. Çünkü özellikle Türkiye gibi bir imparatorluğun bakiyesi olarak her tür etnik, din, mezhebi içinde barındıran Cumhuriyetin kuruluşundaki asli unsurların arasında farklılık olamaz, olmamalıdır. Sonuç olarak evrensel özgürlükler ve insan hakları ve laiklik, her kesimi içinde bütünleştiren ortak paydadır. Herkes için söylüyorum, inatlaşmak ve uzlaşma kültüründen yoksun olmak, sadece tarih sayfalarına utanacağımız yeni sayfalar yazdırır. En azından ben, kendi neslim içerisinde geçmişteki yanlışları tekrarlayarak gelecek nesle utanacağımız çirkin sayfalar bırakmak istemiyorum."
  12. OECD'ye göre Türkiye'de 15-19 yaş arası işsiz ve okumayan nüfusun toplama oranı erkeklerde yüzde 25, kızlarda yüzde 47.5 ile rekor seviyede bulunuyor... .
  13. Ermeni tarihçi ve sanat eleştirmeni Prof. Hovhaness Pilikian, 'Bir tarihçi olarak değerlendirdiğimde, Ermeniler'in Anadolu'da çetelerce öldürülmesinde asıl planlayıcı güçlerin İngiliz ve Alman emperyalizmi olduğunu gördüm' dedi... Londra’da yaşayan ve Türklere yakınlığıyla bilinen Ermeni tarihçi ve sanat eleştirmeni Prof. Hovhaness Pilikian, 'O tarihte yaşanan olayları, ister soykırım, ister katliam, isterse etnik temizlik olarak değerlendirin, ne olursa olsun ortada yaşanan bir durum var. Ancak ben bunu bir tarihçi olarak değerlendirdiğimde, bunun arkasındaki asıl planlayıcı güçlerin İngiliz ve Alman emperyalizmi olduğunu gördüm' dedi... Anadolu kökenli Prof. Hovhaness Pilikian ile yazarımız Ali Keskin sohbet etti... - Hrant Dink’i tanır mıydınız? - Evet. Kendisiyle İstanbul’da Agos gazetesinde ziyaret ettim... Kendisini iyi tanırdım... O bozulmamış, tertemiz bir insandı. Türkiye’yi seven, Türk halkının ve Ermeni halkının diyalog kurmasına köprü olabilecek, Türk-Ermeni sorununun çözülmesinde olumlu rol oynayabilecek bir aydındı. O’nun bir cinayete kurban gitmesine çok üzüldüm. Bu cinayette tüm cinayetler gibi aptalca bir eylem, aptalca bir hareket olmuştur... - Evet hepimiz gerçekten üzgünüz... - Düşünceleri ne olursa olsun, bir insanın öldürülmesini, vahşice bir cinayete kurban gitmesini kimse onaylayamaz. Bu cinayeti işleyen o genç çocuk için de çok üzgünüm. O bu olayda sadece kullanılmıştır. Zaten katilleri her zaman psikolojik sorunu olan, zavallı insanlardan seçiyorlar. Onun sadece bir maşa olduğunu unutmamalıyız. Bunun arkasındaki asıl güç istihbarat servisleridir. Yıllar boyunca sistem tarafından yaratılan milliyetçi, ırkçı atmosferdir. Tüm baskılara rağmen 301’in kaldırılmamasında ısrar eden hükümettir... - Cinayet, Türkiye- Ermenistan ilişkilerini nasıl etkiler? - Sanırım olumsuz etkilenir... Ermeniler zaten Türklere güvenmiyor ve Türklerin değişebileceğine inanmıyor. Hatta tanıdığım bazı Ermeniler Türklerin dükkanlarında alışveriş yapmayı bile reddediyor. Ancak Hrant gibi düşünen, benim gibi düşünen, hala Türklerle barışı savunan insanları yok ederek, onları öldürerek bir kazanç sağlanamaz. - Türkiye ve Ermenistan arasında yaşanan “soykırım” tartışmaları hakkında neler söyleyeceksiniz? - Benim ailem Anadolu kökenli. Babam 1915 yılında Adapazarı’ndan göç etmek zorunda kalmış. O tarihte yaşanan olayları, ister soykırım, ister katliam, isterse etnik temizlik olarak değerlendirin, ne olursa olsun ortada yaşanan bir durum var. Ancak ben bunu bir tarihçi olarak değerlendirdiğimde, bunun arkasındaki asıl planlayıcı güçlerin İngiliz ve Alman emperyalizmi olduğunu gördüm. İngilizler ve Almanların fikir hocalığını yaptığı Teşkilat-ı Mahsusa tarafından örgütlenen çeteler "Ermeni Soykırımı”ndan sorumludur... Yaşananların sorumlusu olarak Türk halkını özellikle de bu günkü Türkiye halkını göstermek doğru değil. Halkların birbirine düşmanlığı olamaz. Babam bana bunu öğretti. - Aileniz soykırımdan söz eder miydi? - Babam hiçbir zaman Türk halkını yaşananlardan sorumlu tutmadı ve bazı Türklerin de kaçmalarına yardımcı olduklarını anlattı. O zaman yaşananlardan tamamen o zamanki yönetici sınıf sorumludur... Her şeye rağmen Ermeni ve Türklerin diyaloğundan ve yakınlaşmasından yanayım... Çetelerin sorumlu olduğu katliamı Türk halkının reddetmemesi önemlidir... - AB'yi ve Türkiye'nin üyelik sürecini nasıl değerlendiriyorsunuz? - AB'yi Hristiyan Kulübü olarak algılayan Avrupalıları ve Türkiye’nin AB’ne girmesine karşı çıkan Ermenileri eleştiriyorum. Türkiye’nin AB’ne girmesini kesinlikle destekliyorum. Bu Türkiye’nin demokratikleşmesi için bir kazanım olacaktır. Hem Ermeni, hem de Türk olarak bugün dünyamızda yaşanan sorunlara duyarlılık göstermemiz gerektiğine inanıyorum. Dünyamız çok ciddi sorunlarla karşı karşıya. Emperyalizm, dünyamızı yaşanmaz hale getirdi. Savaşlar yüzünden her gün yüzlerce insan ölüyor. Küresel ısınma nedeniyle dünyamız yok olma tehlikesiyle karşı karşıya. Bu gün içinde bulunduğumuz sorunlar yüzünden dünyamızın sonunu hazırlıyorlar. Bunları düşünürsek, Ermeni olmanın, Türk olmanın bir önemi yok aslında... _______________________________________________________________________________ Kaynak: http://www.acikgazete.com/?newsid=13941&category=106
  14. Sevgili dostlar... Biliyorsunuz ki günümüzde artık şarap bir kültürdür... Ve en azından bu kültürden içmemiş olsanız bile birazcık birşeyler bilmekten hiç zarar gelmez inanın... Gelelim şu şarap kültürüne... Biliyorsunuz arap deyince akla gelen ülke ister istemez Fransa olmaktadır. Hemen hemen tüm dünyaya şarap ihraç eden, kaliteli şarap dendiğinde akla ilk gelen Fransa’da şarapçılığın geçmişi şarapla az ya da çok ilgilenen herkesin dikkatini çekecek nitelikte olduğundan kimsenin kuşkusu yok ancak birçok şarapseverin tabiriyle Tanrı’nın insanlara bir armağanı olarak nitelendirilen şarabın sınıflandırılması ise ayrı bir uzmanlık alanı olabilecek kadar kapsamlı bir konu.. Ne yazıkki ülkemizde üretimi yapılan şaraplar arasında maalesef henüz böyle bir sınıflandırma yapılmasa da konu şarap meraklılarının bilgisi dahilinde olmadığıdır.. Fakat gelin görün ki biz burada biraz Fransa bölgelerinde üretilen şarapların kalitelerine göre ayrılmasındır kastımız. Bana göre bugüne kadar yapılan en ünlü sınıflandırma Bordeaux’un 57 şatosunu derecelendiren 1855 Sınıflandırması’dır ki bu şarap daha sonra Sauternes-Barsac, Graves ve Saint-Emilion bölgeleri de sınıflandırılmıştır. En önemlisi ise en önemli diikkat çeken son tasnif, 2003 yılında Bordeaux Ticaret Odası tarafından yapılmıştır. Şimdi sıkı durun; Fransız şaraplarının sınıflandırılması konusunda dikkati çeken şey, tasniflerin Bordeaux’daki bölgeleri kapsamasıdır ama bana göre “Fransız Şarabı” dendiğinde de ilk akla gelen yer Bordeaux’dur ki kesinlikle katılıyorum. Çünkü Fransa tatilim boyunca denediğim birçok şarabın içerisinde belkidec oğrafi koşulları, bağcılık ve şarapçılığın bölgedeki köklü geçmişi, bölgenin bir ticaret merkezi oluşu ve yetenekli tüccarlarıyla Bordeaux’nun ünü hak edilmiş bir ünü olduğudur... Yıllardır Bordeaux’da 2000 yıldır kesintisiz olarak şarap üretilir ve İngilizler en az 1000 yıldır bu bölgenin şaraplarını tanır ve tüketir... Bordeaux’nun şarapçılıktan elde ettiği güç sadece ticaretle sınırlı kalmamış, siyasi süreçlerde de etkisi hissedilmiştir. Tam yeri gelmişken biraz da politika... Nasılsa kafayı bulduk.... Örneğin; Fransız İhtilali’nde Jakobenler kadar ünlü bir başka akım varsa o da Girondenler’dir, ki isimlerini en kuvvetli oldukları bölgeden, Bordeaux’da bulunan Gironde’dan alırlar. (Girondenler, tüccar ve işadamlarının siyasi programını, bir çeşit liberalizmi savunurdu.) Gironde, aşağıda göreceğimiz gibi, 1855 Sınıflandırması’nın da yapılmasına önayak olan bölgedir. Fransa’nın ve Dünya’nın başka bölgelerinde güzel şaraplar yapılsa da bu bölge ve şarapları her zaman örnek kabul edilir. Hem üretim, hem de ticaretin merkezi oluşu sebebiyle, Bordeaux’nun Fransa’daki sınıflandırma çalışmalarının da merkezinde olması anlaşılır bir durumdur. Fakaaaat size nacizhane ufak bir öneri;... Bu sınıflandırmalarda dikkat çeken konu şarapların üzüm çeşidine, markasına, yıla göre değil de şatolara göre yapılıyor oluşudur. Bu konudaki Fransız hassasiyetini daha iyi anlamak için Terroir Dosyası’na da bakmanızı öneririz. Dosya boyunca sık rastlayacağınız Fransızca “Cru” kelimesi “hasat”, “ürün” anlamına gelir. Hepinize sevgi ve saygılarımla... Şu han kadehimi (Bordeaux şarabını) sizlere kaldırmakta bir sakınca görmoyorum..
  15. Birazda sizlere Fransanın şarap kültüründen bahsetmek isterim... Biliyorsunuz Fransızlar tarih boyunca şarap ürettiler. Bugünün bek çok Fransız şarap üreticisinin babası da, dedesi de, onların dedeleri de şarap üreticisiydi. Böyle bir toplumsal yapıda ise elbette geleneklerin hakim olmasını beklerdiniz. Fakat Fransız şarapçısı geleneklerine sıkı sıkıya bağlı birisi olmak zorundaydı. Gel gör ki yılların tecrübesi ne öğrettiyse, onlar harfi harfine uygulanmalıydı. İşin garip tarafı da hiçbir yeni deneme, teknolojik deneyler ve bilimsel öğrenim bu geleneklerin arasına giremezdi, girmemeliydi. Ve zaten buna gerek de yoktu! Zira Fransızlar, yüzyıllardır en iyi üzümlerin en iyi nerelerde yetişeceğini deneme-yanılma yöntemleriyle bulmuşlardı. Örneğin cabernet sauvignon üzümü en mükemmel şekliyle Bordeaux Bölgesi'nde, pinot noir üzümüyse Burgundy Bölgesi'nde yetişirdi. Kaldıki O yüzden kimse Bordeaux'da pinot noir ya da Burgundy'de cabernet sauvignon yetiştirmeye kalkışmazdı. Buda hangi üzümün en iyi nerede yetişeceği kavramını ön plana çıkarmaya yetiyordu, Fransızca bir sözcük olan terroir teriminde ifadesini buluyordu. Terroir, sözlük anlamı olarak, iyi bir şarabın üretilebilmesi için bir araya gelmesi gereken iklim, toprak, hava ve tarih koşullarının tümünü ifade ediyor. Yani, olağanüstü şarapların üretilebilmesine imkan veren ideal bir jeoloji (toprak yapısı), iklim ve hava koşullarıyla yüzyıllardan gelen tecrübe terroir kelimesinin içinde tanımlanıyordu. Daha Türkçe söylemek gerekirse terim "soylu toprak"ı ifade ediyordu. Sonuç olarak iyi şarabın yapılabilmesi için gerekli olan en önemli unsurlar toprak ve içindeki mineraller olacağı için de, Fransızlara göre bu şartları dünyanın hiçbir yerinde kopyalamak mümkün olamazdı. Yani iyi şarap ancak terroir ile mümkün olabilirdi ve tanrı terroir'ı bir tek Fransızlara vermişti. Artık ne gerek vardı eğitime, çok çalışmaya, araştırmaya, teknolojiye, yaratıcılığa, deneylere? Kim Fransızlara rakip olmayı aklından bile geçirmeye cesaret edebilirdi ki? Kimse...
  16. Teşekkürler sevgili figgaro... Evet sevgili Marcus... Dijital bir fotoğraf makinesi... Nicon D70 ve günün en iyi fotoğr makinelerinden biri... Ancak Tripotumu almayı unutunca gece fotoğrafları beni epey zorladı... Ama İyi bir deneyim oldu... Sevgi ve saygılarımla.. Şimdi müsadenizle kaldığım yerden devam etmek isterim.. (Malum işlerim bu günlerde oldukça yoğun...) Öncelikle bir saraydan bahsetmek istiyorum sizlere ve çok ilginç tarihi ve özelliği olan bir saray bu... Avrupa'nın en büyük sarayı olan Versailles'ten... 17. yüzyılda, Fransa'nın Vaux vikontu ve maliye başmüfettişi olan Nicolas Fouquet, Vaux'da, kendisi için büyük bir saray yaptırdı. Bu saraydan dolayı onu kıskanan Fransa Kralı 14.Louis, çağın ünlü mimarı Louis le Vau'ya, Fouquet'nin sarayından daha güzel ve daha muhteşem bir saray yapmasını emretti. 1668'de, 13. Louis'in av köşkünü bozmadan aynı yerde inşaata başlayan Le Vau, köşkü büyüterek çok büyük bir saray haline getirdi. Günümüzde Avrupa'nın en büyük sarayı olan Versailles, Paris'in 25 kilometre güneydoğusunda yeralan bir saraylar ve köşkler topluluğudur. Sarayın asıl özelliği bahçesinin büyüklüğü ve güzelliğidir. Bahçesi birkaç köyü, evleri ve tarlalarıyla içine alabilecek kadar büyüktür. Bahçeye Silah Kapısı denilen yerden girilir ve önce Bakanlar avlusu denilen avluya geçilir ve sonra da saraya ulaşılır. "Devlet benim" diyen ve "Güneş Kral" ünvanını alan 14. Louis, bu devasa bahçenin korusunda avlanır, binlerce konuğunu burada ağırlardı. Sarayın güzelliği, dış görüntüsünden çok içinin dekorlarındadır. 1792'ye kadar gelen her kral ve kraliçe, buraya bir şeyler eklemiş ve önceki yapılardan daha güzel olmasına çalışmışlardır. Sarayın içindeki muhteşem salonlar ve daireler Le Brun tarafından süslenmiştir. Büyük daireler eski Yunan ilahları olan Diana, Merkür, Mars, Apollon gibi isimleri taşır. Sarayın en önemli dairesi, bahçenin en güzel yerine bakan "Aynalı Galeri"dir. 75 metre uzunluktaki bu salonun iki duvarı boydan boya 400 adet ayna ile kaplıdır. Salonun tavanındaki resimler Le Brun'un eseridir. 1782'de kurulan ABD ile İngiltere arasındaki anlaşma ve Birinci Dünya Savaşı sonunda, mağlup Almanya ile müttefikler arasındaki anlaşma bu salonda imzalanmıştır. Versailles, Fransa'nın en ihtişamlı devrini yansıtır. Aynı zamanda ölçüsüz harcamalarla devletin iflasını simgeler. Bugün müze olan sarayın içi ve bahçesi güzel heykellerle doludur. Fransa'nın en çok turist çeken sarayı burasıdır. Veeee en ilginci ise; Hazır olun... Versailles Sarayı'nın 1300 odası olduğunu ve hiç tuvaletinin olmadığını... :lol: İşte fotoğraflar...
  17. Vee gezimiz başlıyor... Dolmabahçe Sarayı gezimizden bir enstantane getirelim sizlere... Umarım keyif alırsınız... Çünkü bizler inanılmaz keyif aldık...
  18. Dünyada akla değer veren yok madem, Aklı az olanın parası çok madem, Getir şu şarabı, alın aklımızı: Belki böyle beğenir bizi el alem! Hömer Hayyam
  19. Sevgili dostum.. Düşüncelerin tabiki doğru ama.. Gel gör ki kazın ayağı hiçte öyle değil.. Şöyleki.. İÇİŞLERİ eski Bakanı Mehmet Ağar'ın, bombalı bir suikaste kurban giden Uğur Mumcu'nun eşi Güldal Mumcu'yu evinde ziyareti sırasında şöyle bir konuşma geçer... Mehmet Ağar: Bunu polis memurlarının yorgunluğuna, insanlık haline vermek lazım. Çünkü tutanaklar sahte değil. Emin Değer: Ben 43 yıllık hukukçuyum. Hiçbir savcı bu tutanakları delil olarak kabul etmez. Savcılar, bu tutanakları, davadaki taraflardan biri itiraz ederse, sahte evrak sayar ve soruşturma açar. Hukuk Fakülteleri'nde, tutanak tahrifatı yapıldığı zaman, yanına `silindi' diye yazılır ve `düzeltilir' diye öğretilir. El yazılı tutanaklarda yapılan değişikliğin, alt tarafa not olarak konulacağı anlatılır. Ağar "ne yapayım" dercesine iki elini yana açar. Güldal Mumcu: Görüyorsunuz, bir sürü yanlışlık üstüste dizilmiş, önümüzde bir duvar gibi duruyor. Mehmet Ağar: Altından bir tuğla çekerseniz yıkılır. Güldal Mumcu: Çekin öyleyse. Mehmet Ağar: Yapamam, mümkün değil. Güldal Mumcu: Çekin altında kalsınlar. Mehmet Ağar: Yapamam. Güldal Mumcu: O zaman siz altında kalırsınız... Sanıyorum herşey çok net anlaşılıyor değilmi... Anlamayanlara atfolunur... Sevgi ve saygılarımla.. Bu arada sevgili gloria arkadaşıma sevgi ve saygılarımı gönderiyorum umarım bize kendini birdaha bu kadar özletmez...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.

Configure browser push notifications

Chrome (Android)
  1. Tap the lock icon next to the address bar.
  2. Tap Permissions → Notifications.
  3. Adjust your preference.
Chrome (Desktop)
  1. Click the padlock icon in the address bar.
  2. Select Site settings.
  3. Find Notifications and adjust your preference.