Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

DİPNOT

Φ Üyeler
  • İçerik Sayısı

    3.258
  • Katılım

  • Son Ziyaret

  • Lider Olduğu Günler

    9

DİPNOT tarafından postalanan herşey

  1. Çok iyi... ... Afiyet olsun...
  2. http://www.youtube.com/watch?v=3yi5QdLbUmo
      • 1
      • Beğen
  3. Çok ilginç... Sayın Canraşit. Arkadaşım tutturmuşsunuz müslüman kardeşler falan. Mübarek, Mısır'da İslami eğilimlere karşı koyan bir kalkan değildi ki. Müslüman Kardeşler esasında Mübarek diktatoryasının hayati bir unsuruydu. Hayrıca Mısır'da diktatörlüğün İslami yükselişi kontrol için gerekli olduğu tezini öngörüyorsunuz fakat bu bana göre yanlış bir tez. Çünkü müslüman Kardeşler, aslına bakarsanız Mısır için en kabul edilebilir parti durumdadır. Pek çok kez parlamentoda temsil imkanı bulmuş olmasına rağmen bir diktatörlükte düşmanınıza tolerans göstermezsiniz. Müslüman Kardeşler totaliter sistemin, emperyalizm tarafından da desteklenen öteki yüzünü temsil ediyor. Ayrıca programlarına bakarsanız, sınırsız kapitalizm, serbest girişim ve emek düşmanlığını görebilirsiniz. Hatta önemli pek çok işçi ve köylü hareketini de karşılarına almış durumdalar. Kısacası, onlar emperyalistlerin Mısır'daki operasyonlarını devam ettirmek için mükemmel adaylardır.Biliyorsunuz otoriter rejimler ya da tiktatörlükler bile (ki buna en uygun sistemler maalesef genelde müslüman ülkelerde görülür), halkın oyu ile kurulabilir. Hatta halkın oyu ile devam etmesi bile sağlanabilir. Hitler halkın oyu ile işbaşına gelmedi mi? Geldiğinde Kavgam’ı çoktan yazmamış mıydı? O kitapta, Yahudilere, ileride neler yapacağını anlatmamış mıydı? Buna karşın, yine de halkın oyunu almamış mıydı? Bırakın o kadar eskilere gitmeyi, Mısır’da Mübarek halkın oyunu almamış mıydı? Son olarak bile seçimlerde zafer elde etmemiş miydi? Pekiyi İran? İran’da seçimler yok mu? Ahmedinejad halkın oyu ile seçilmedi mi? Halen iktidarı, halkın oyuna, seçimlere dayanmıyor mu? Demokrasiler ile diktatörlükleri ya da otoriter rejimleri birbirinden ayıran unsur, birinde seçimin olup, diğerinde olmaması değil. Hiç değil. Diktatörlükler de, aynen demokrasiler gibi, halkın oyu ile kurulabilir. Hatta diktatörlüklerin büyük bölümü, çok kez referandumlara bile başvururlar. İktidarlarının gayri meşruluğunu, haksızlığını, sözüm ona halka onaylatırlar. “Yüzde 50 aldık, halk bizden yana” diye böbürlenebilirler ki bunu görebiliyoruz.. Evet doğru... Maalesef ülkemizi 60 yıldır yöneten dini sömüren sağ iktidarlar ve onları destekleyen darbeler sonucunda Ülkemizde gelişen din ağırlıklı siyeset ve bunlara her türlü desteği sağlayan ABD emperyalizmi sayesinde geldiğim nokta bugün artık mısır vb.arap ülkeleridir. Ülkemizde de hangi partiyi desteklediği aşikar değilmidir... Hayır efendim size katılmıyorum... Müslüman bir ülkede demokrasi olmadığı gibi dinci/dini ağırlıklı bir parti de asla demokrat olamaz/olamaz çünkü din demokrasiyi kıvıramayacak kadar dar kalıplıdır... Tarafınızla belirttiğiniz fransızların katolikten vazgeçmemesi ve papalık hala var olması müslümanlarda da bu olur düşüncesine hem yanıltıcıdır, hemde aldatıcıdır. çünkü müslüman ülkelerde görülen totaliter rejimlerde ki seçkin kişilerin hukuk üstü telakkisi ve benzeri özellikleri müslüman dünyasının demokrasi alanındaki başarısına en büyük engeldir. Birkere bunu bileceğiz... Ve şunuda... 1 Norveç 2 İzlanda 3 Danimarka 4 İsveç 14 Almanya 17 ABD 18 İspanya 19 İngiltere 28 Yunanistan 29 İtalya 31 Fransa 86 Lübnan 87 Ekvador 88 Honduras 89 Türkiye 89 Nikaragua 91 Zambia 92 Tanzanya 98 Uganda Müslüman ülkeler demokrasi sınavında... Son olarak; Müslüman ülkelerde başkaldırıların nedenleri ve amaçları çok farklı... - Askeri diktatörlere, - Karşı mezhepten baskılara, - Yönetime yerleşen aile monarşisine başkaldırıp “dini bir toplumsal yapı kurmak istiyorlar”. Önceki iki grubun aksine, “Avrupa’ya benzemek yerine İslami bir yaşam tarzı ve düzeni talep ediyorlar”. Arap ülkelerinde uygar ve demokratik toplumsal örgütlenmeler yasaklandığı için, onun yerini dini örgütlenmeler almış. Bu ülkelerde “siyasal İslam”, en örgütlü grubu (tarafı) meydana getiriyor. “Müslüman Kardeşler”, bunun en belirgin örneğidir. Dini referans alan İslami cemaat, tarikat ve aşiret benzeri örgütlenmeler, Arap ülkelerinde çok yaygın olarak geçerliliklerini sürdürüyor. Bu çelişkili durum, çelişkili bazı sonuçlar da yaratıyor; Mısır’da Müslüman Kardeşler Mübarek’e karşı çıktı; buna karşılık Libya’da Kaddafi yaptığı televizyon konuşmasında, “Beni dinciler ve ABD indirmek istiyor” dedi.... (¹i) Dikkatinize... Yorum sizin... Saygılar... (¹)- E. Manisalı...
  4. Sayın Canraşit... Evet tekrar belirtiyorum; 21. yüzyılda artık dünyasal konular, siyaset yönetim bilim ve düşünde rasyonel yerine, öznel ve inançlara dayalı ve/veya metafizik yaklaşımlarla çözüm aramak çağdaşlıkla bağdaşmaz. Liberal düşünceliler kadar muhafazakârlar için de bu geçerlidir. Gelin görün ki bugün Arap toplumlarına bir bakalım. Arap ülkelerinin nüfusu İslamdır. İslam ise tüm “kitaplı” dinler gibi bir dogmalar bütünüdür. Temel yasası, müminler tarafından “Tanrı’nın sözü” olarak kabul edilen, tek bir virgülünün bile değiştirilmesi mümkün olmayan Kuran’dır. Bizler geçmişte onlar için hep, “Onlara mı özgürlük gerek? Ama istemiyorlar ki” diyorduk. Toplumların isteklerinin göz ardı ettiğimi farkettik. Bu tür müslüman ülkelerde ben Fransız türü bir demokrasi olacağını sanmıyorum. Ama Fransız demokrasisinin ilkeleri bugün o ülkelerde açıkça görülüyor. Yani demek istediğim, Müslüman olanlarla olmayanlar arasında pek bir ayrım yok ve ayaklanmayla alanları dolduran o yoksul, yoksun insanlar hayal ettikleri başka hayatlara ilişkin özlemlerini haykırıyorlar. Başlarındaki despot çekip gidince kurdukları hayallerin gerçek olacağını sanıyorlar. Doğal ki olmayacak; gidenin yerini bir yenisi dolduracak, daha örgütlüsü, daha güçlüsü gelip oturacak tepelerine. Demokrasinin, özgürlüğün, eşitliğin, insan haklarının “ha” deyince gelivermeyeceğini yaşayarak öğrenecekler. Fakat gelişmiş ve ileri demokrasi üzerine kurulu ülke halkları bile hala daha fazla özgürlük, daha fazla katılım, daha fazla hukuk istedikleri bugün bile görünmektedir. Benim en büyük korkum arkadaşım... Halkların yeniden bloklara ayrıştırılmasıdır. Bu durum hiçbir zaman insanların refahına, iyiliğine hizmet etmez. Yani anlıyacağın Doğu ve Batı varken şimdi Müslüman olan ve olmayan ayrımları maalesef ortaya çıkıyor . Ki ben şuna inanıyor ve ülkemde de bunu görmek istiyorum... Gerçek demokrasi sizin müslüman olup olmadığınızı temel alan bir rejim değildir... Biz 83 yıl önce laikliğe ilk adımımızı atmış olmamıza, 65 yıl önce de çok partili parlamentarizme geçmiş olmamıza rağmen bu durumdayız. Tanrı, başka hayatların özlemini çeken Arap-İslam halklarına güç versin. Saygılar...
  5. Efendim tabikide bu başlık altındaki devletlerin sosyal düzeni din ile eleştirilecek... Çünkü bahse konu olan devletlerde din ağırlıklı/şeriat vs. siyaset ile yönetilmektedir... Evet islamcılar o ayeti öyle yorumlama yetenekleri ve bilgileri yoktur belki fakat bunu bilen biliyor demmekki... Sayın demirefe çok güzel bir tespit ortaya atmış ve buna katılmamak mümkün değil... Çünkü; 21. yüzyılda artık dünyasal konular, siyaset yönetim bilim ve düşünde rasyonel yerine, öznel ve inançlara dayalı ve/veya metafizik yaklaşımlarla çözüm aramak çağdaşlıkla bağdaşmaz. Liberal düşünceliler kadar muhafazakârlar için de bu geçerlidir sanırım. Öyle Değilmi... Hayrıca; yaklaşık son 30-40 yıllık dönemde yeniden dinsel düzeni öne çıkarmaya yönelik bazen masum talepler ve bazen de doğmatik-maziperest yaklaşım ve girişimlere değişik çevreler ve bir kısım siyasetçilerin yanaştıklarını ve hatta yönlendirdikleri görülegeldi. Din ve dinselin siyaset ve yönetimde rol ve güç kazandığı çağdaş ülke yoktur günümüzde. Demokrasi, inanç özgürlüğü ve benzeri kavram ve deyimleri, fikirsel ve asli içerikleri çok kez göz ardı edilerek dinin simgesel yanını ve yönlerini öne çıkarıp onları yaşam, siyaset, eğitim ve devlet kurumları içine sokma yönündeki çabalar, sureti haktan görünen ve/fakat şeri özlem çeşnili taktikleri düşündürür Ve bugü iktidarı elegeçirenler maalesef ülkemizi bu eksene sokmak istenmektedir... Din siyasete alet edilmemelidir. Sadece Türkler değil, İslam âlemi bundan çok çekti. Dinle siyasetin yan yana gelmesinde hep din kaybetmiştir. Siyasetçi de kaybetmiştir. Bana göre konu ile ilgili olarak sayın demirefe arkadaşımızın düşünceleri bu nedenle önemlidir ve yerindedir... Saygılar...
  6. Sosyolojik bir kavramdır: Bir ülkedeki devleti kuran güç tıpkı insan geni gibi sürekli varlığını ve etkinliğini hissettirir. Türkiye, Kurtuluş Savaşı’nın ardından topyekûn bir kuruluş savaşı verdi. Arap ülkelerinin büyük çoğunluğu ise uluslararası anlaşmalardan doğdu. Bu temel bir ayrımdır. Bütün dileğimiz, ortak tarihleri paylaştığımız Arap ülkelerinin iç dinamiklerini sağlam dengelere oturtup sağlıklı bir demokrasiye kavuşması... Bizim mücadelemiz, yaşamakta olduğumuz sorunları, genlerimizin de refleksiyle aşmak. Aşacağız da... ... Bugünkü Arap ülkelerinin pek çoğu Birinci Dünya Savaşı’yla İkinci Dünya Savaşı’nın ürünü. Bir başka deyimle; iki paylaşım savaşının ardından sınırları büyük ölçüde cetvelle çizilen, yönetim şekline ülke insanlarından çok uluslararası konferansların karar verdiği ülkeler. Bunun da göz önünde bulundurulmasında büyük fayda var diye düşünüyorum... Saygılar... ________________________________ Sevgili Mustafa Balbay'a sevgi ve saygılarımızla...
  7. HES’lere karşı verilen mücadelenin belgeselini çeken Rüya Arzu Köksal, filmini anlattı Bir avuç cesur insanın direnci “Bir Avuç Cesur İnsan”belgeseli, !f İstanbul kapsamında bugün ve 22 Şubat’ta İstanbul’da, 2 Mart’ta da Ankara’da gösterilecek. Yönetmen Köksal, “Cesaretle bir adım öne çıkan ve müdahil olan insanları anlatıyoruz” diyor. “Su bize küstü. ‘Niye bana sahip çıkmıyorsun’ diye ses geliyor, hissediyorum. Sofraya gelen her şey o suya bağlıdır. Tüysüzlerin deresidir bu” diyor yıllardır çocuk büyütür gibi çay yetiştiren Memnune İmamoğlu. Süleyman Bilgi çocukluğunda ninniler yerine bu derenin sesini dinleyerek uyuduğunu anlatıyor. Meryem Demircan dağlarda keçileriyle mutlu. “Ben bu keçilere taptım. Ben bu doğaya taptım. Ne derem, ne ırmağım, ne akarsuyum ne bir taşım satılıktır” diye haykırıyor. Doğu Karadeniz’in İkizdere, Senoz ve Çağlayan vadilerinde hidroelektrik santrallara (HES) karşı mücade eden bölgenin asıl sahipleri anlatıyor. 2006’dan beri duyduğumuz ve haberleri “tehlikeli” bir şekilde olağanlaşan HES’lerden söz ediyorlar “Bir Avuç Cesur İnsan” filminde. Filmde anlatılan onların mücadele ve başarı hikâyeleri. İstanbul kapsamında bugün İstanbul’da AFM Fitaş sinemalarında 17.30’da, 22 Şubat’ta 15.30’da ve 2 Mart’ta Ankara’da gösterilecek belgeselin yönetmeni daha önce Karadeniz Sahil Yolu ile ilgili “Son Kumsal” belgeselini de çeken Rüya Arzu Köksal, filmle amaçlarının sorunu görünür kılmak olduğunu söylüyor: “Gazetede gördüğünüz bir haber olmaktan çıkıp o insanların hayatlarına dahil olduğumuz bir şeye dönüşsün istiyorum. O his geçerse izleyiciye, film amacına ulaşır.” Su yaşam hakkıdır Suyu koca boruların içine hapsetmek, onun sesini kesmek, suyu görememek, insanların yüzyıllardır dereyle olan gündelik ilişkisini kesmek... Beton çöplüğüne dönüşmüş alanları, kesilmiş ağaçları, dağlardaki dev boruları görünce birtakım şeylerin ters gittiğinin anlaşıldığını belirtiyor Köksal. Kısaca suyu ticarileştirmek olarak tanımlıyor olup biteni: “Su bir yaşam hakkıdır ve alınıp satılamaz. Her şeyi değiştirmek, yaşanmaz kılmak zorunda değiliz. HES’ler temiz enerji gibi görünüyor. Ama siz bir vadide 20 tane HES yaparsanız, dere yatağının su havzasının, biyoçeşitliliğin bozulması anlamına geliyor bu. HES’ler bu kadar plansız, projesiz ve kısa vadede hiçbir denetleme yapılmadan bitirilmek isteniyor. Bürokraside her şey yavaş ilerlerken neden HES’ler bu kadar hızlı ilerliyor. İnsan şüpheye düşüyor.” Filmde insanlar eşit şekilde yer alsa da bu mücadelenin başını çeken ve söyleyecek sözü en çok olan kadınlar. Biraz da Karadeniz hırçınlığıyla birlikte “hâlâ” akabilen o dereler gibi coşuyorlar dertlerini anlatırken: “Karadenizliler çok dobra, düşündüğünü söyleyen, sahici insanlar. Özellikle kadınların karşı duruşları ve yaşlı kadınların bilgeliği çok etkileyici. Genelde erkekler gurbete çalışmaya gitmiş. Ama kadınlar toprağı ekmiş, çocuklarını beslemiş, o doğal döngü içerisinde hep var olmuş. Emek harcamış. En çok da onlar bir anne gibi sahip çıkıp koruyorlar derelerini. Dereyi namus gibi görüyorlar.” Cesaret öne çıkıyor Filmin ön planında cesaret var. Cesaret hem bir insanı güzelleştiren hem de güçlü kılan bir özellik diyor Köksal: “Cesaretle bir adım öne çıkan ve müdahil olan insanları anlatıyoruz.” Film üç bölgeyi ele alıyor. Senoz ve İkizdere’de halkın konuyu anlamadan HES inşaatına izin vermeleri sonucunda bugün pişman olduklarını görüyoruz. Ancak Çağlayan Vadisi’nde durum farklı! Oradaki yöre halkı direniyor. Bu direncin sonucu ise pek parlak: HES vadiye yerleştirilemiyor. Tüm bu süreçte yürütmeyi durdurma kararları, mahkeme kararları derken film, son olarak 29 Aralık 2010’da çıkan “doğal sit alanlarında elektrik santrallarının yapımına izin verilmiştir” yasasının beyazperdeye yansımasıyla son buluyor... Bir avuç cesur insan HES yaptırmamayı başarsalar da birileri “olsun” diye ittiriyor belli ki. Bu film devam edecek gibi. http://www.youtube.com/watch?v=fSvxIvjlnJI Kaynak: Ayşegül Özbek / 21.02.2011 Cumhuriyet
  8. Anladım sayın canraşit... Bahsettiğiniz kitabı tabikide araştırım ki bundanda büyük bir mutluluk duyarım. Diğer taraftan yukarıda bahsettiğiniz freud'un din görüşüne katılmıyor olmakla birlikte bu konudaki görüşünün net olduğu kitabnda gayet açık olduğunu belirtmek istiyorum... Aynen şöyle diyor; "Psikanaliz, bize baba kompleksi ile Tanrı inancı arasındaki yakın bağlantıyı öğretti. Ayrıca Tanrı’nın yüceltilmiş babadan başka bir şey olmadığını ve birçok gencin babalarının otoritesinden kurtulur kurtulmaz dini inanaçlarını kaybettiklerini gösterdi. Psikanaliz sayesinde din ihtiyacının köklerinin çocuklukta yaşanan komplekslere (oedipus ve elektra kompleksleri) dayandığını öğrendik. Artık her şeye gücü yeten Tanrı ve tabiat ana imajlarının çocuklukta tecrübe edilen baba ve anne imgelerinin yüceltilerek tekrar canlandırılmasından başka bir şey olmadığını biliyoruz.”[1] - [2] Burada Sigmund Freud'un belirttiğiniz gibi dindar olarak belirtmenizi gerçekten anlayamıyorum... 1- (Sigmund Freud... Sanat ve edebiyat-Art and Literature-kitabı, New York 1990, Penguin Books... sayfa 216 ve 217). 2-Kitabın Türkçesi de mevcut
  9. Sayın canraşit... Bakın yukarıda ana yazının altında aynen DİPNOT... yazıyor ve siz/okuyucu DİPNOT yanındaki altı çizili üçnoktaya [...] tıklanırsa yazının kaynağıra ulaşabilir/ulaşabilirsiniz... Konuyu dağıtıp budaklandırmadan minik bir hatırlatma; Sigmund Freud'un Din ve Tanrı konusundaki düşüncelerine geçmeden önce onun bu düşüncelerinde etkili olan dini geçmişi üzerinde durmak gerekir. Yahudi bir aileye mensup olan Freud , Tanrı inancından uzak bir ortamda yetişmiştir. Genellikle ergenlik yıllarında ortaya çıkan duygusal ihtiyaçlar daha çok şüpheci felsifi düşüncelere dönüşmüş, ilk yetişkinlikte ise yerini bilimsel prensiplere bırakmıştır (Jones, Ernest, The Life and Work of Sigmund Freud, Penguen Books, New York 1981, sf.47-48). Dinkonusunda böyle bir süreçten geçen Freud, kültürel kimlik bağlamında Yahudi olmuşsa da hayatı boyunca ateist olarak yaşamıştır. Kendi ifadesiyle o, her zaman “Tanrısız bir Yahudi” olarak hayatına devam etmiştir. Freud kendi hayatından dinin ve Tanrının etkinliğini çıkarmakla birlikte dini indirgemeci bir yaklaşımla ele alarak, dinin ve Tanrının hakiki gerçekliğinden çok psikolojik gerçekliğiyle ilgilenmiştir. Her türlü dini otoriteye karşı çıkan Freud, çocukluğunda babasıyla sağlıklı bir ilişki geliştiremediği için dini otoriteye karşı çıkarken adeta babasından intikam almaktadır. Birçok psikanaliste göre dinkonusundaki bu olumsuz düşünceleri babasıyla olan İlişkisinin bir yansımasıdır (Spinks, Stephens G., Psychology and Religion, Methuen & Co, London 1963, sf.76). Saygılar...
  10. Din Bir Nevroz Mu? Freud Totem ve Tabu eserinde, nevrotiklerdeki saplantılı davranışlarla dini ibadetler arasında benzerlikler olduğundan hareketle ibadetlerin birer saplantı nevrozudindarlar da nevrotikler de aklı aykırı şeylere inanırlar, mantıksız ritüeller gerçekleştirirler, dolayısıyla aralarında bir bağlantı olmalıdır. olduğunu iddia etmiştir. Böylece Freud evrensel nevroz dediği dinin ferde özel yönünü de bulmuştur. Bu iddianın ana fikri kısaca şöyledir; Freud dini ritüellerle saplantılı davranışlar arasında 8 benzerlik noktası belirler; 1- İhmal edildikleri takdirde kişide bir vicdan azabı, bir sıkıntı oluşur. 2- Kişinin zihninde ayrı bir yeri vardır ve kişi bunları gerçekleştirirken diğer işlerden soyutlanır. 3- Tüm detayların icra edilmesine özen gösterir. 4- Suçluluk duygusu 5- Pişmanlık duygusu 6- İçgüdüsel dürtülerin bastırılması 7- Uzlaşma hali 8- Yer değiştirme mekanizması Nevrotik davranışlarla dini ritüeller arasındaki bu benzerliklerin yanı sıra bariz ayrılıklar vardır diyor Freud. Bunlar arasındaki en önemli farklar; 1- Nevrotik seremoniler kişiye göre farklı hallerde tezahür ederken dini ritüeller sabit karakterdedir. 2- Nevrotik davranışların ferde özel bir tabiatı varken dini seremoniler umumi olma özelliğine sahiptir. 3- Nevrotik davranışlar anlamsız ve saçma görünürken dini seremonilerin ehemmiyetsiz ayrıntıları sembolik bir anlam ve önemi haizdir.” Burada Freud, “işte bu sebeple saplantılı davranış, yarı komik, yarı trajik olma gülünç bir özel din şeklinde ortaya çıkmaktadır " diyerek kendi iddiaları yönünde bir sonuç çıkar. Freud’a göre, saplantının bilinçaltında tatmin ettiği bir karşılığı vardır. Freud’a göre, din bir evrensel saplantı nevrozudur ve nevroz da özel bir dini sistemdir; çünkü iki fenomen arasında bunların tabiatlarının aynı olduğunu gösteren benzerlik vardır. Saygılar... DİPNOT...
  11. Bilesiniz ki! İleri faşizm tehlikesi varsa! O, son Soner olmayacak! Saygılar...
  12. dost; anlamı: sevilen, güvenilen, yakın arkadaş, gönüldaş, iyi görüşülen kimse, düşman karşıtı:dostlar beni hatırlasın.- âşık veysel. İyi geçinen, aralarında iyi ilişki bulunan: yüzleri tatlı, dilleri tatlı, dost insanlardı bunlar.- t. buğra. (türkçe Sözlük)... Madem öyle düşünüyorsunuz tama size bu tabiri kullanmam... İlginç... İş arkadaşlarıma işçilerime vs. Neden güvenmiyeyim ki. Kaldıki yıllardır birlikteyiz ve emin ol bırakın asgari konular da birlişmeyi biz tümüyle farklı düşünmemeye başladık bile.. Ve çoğu daha da ileriye giderek dinin kişinin varlık duygusunun yarattığı çaresizlikten, psikolojik zaaftan kaynaklanan bir saplantı olduğunun pekala farkındalar artık... Evet emperyalizmin oyunu var haklısınız Peki neden? 1- Şu an Dünyanın en büyük petrol yataklarının üzerinde İSLAM ÜLKELERİ var ve şeriat ile yönetildiklerini iddia ediyorlar... Bu nasıl şeriattırki, Filistinliler ve tüm diğer müslümanlar yoksulluk içinde yaşarken.. Tüm zenginliklerini Bu ülkeler ABD, İSRAİL ve AB'ye akıtıyorlar... 2- ABD'ye karşı savaştığını iddia eden Bir EL-KAİDE var, yaptığı her eylemden sonra, Emperyalizm kendine yeni haklı sebebler bularak, işgal faaliyetlerini genişletiyor.. 3- Ülkemizdeki en büyük TARİKATIN REİSİ neden ABD'de yaşıyor...... 4- İRAN hariç direnen hiç bir müslüman ülke yok.. TÜZEL KİŞİLİK olarak devlet olarak bahsediyorum... Onlarda bunlar şiidir.. Kötüdür, sapmıştır, şudur budur diye neden dışlanıyor... 5- IRAKTAKİ müslüman hükümet neden ABD ile işbirliği yapıyor... 6- afganistan da RUS İŞGALİ VARKEN sürekli para toplayan oraya savaşmak için adam gönderen İslamcılar neden Aynı şeyi şimdi AFGANİSTAN ABD işgalinde iken yapmıyor, IRAKTAKİ direnişçiler için kılını kıpırdatmıyor... 7- İslam DİNİ emperyalizme hizmet etmek için nasıl böyle evrimleştirildi...... ... Neyse konumuza dönersek ülkemizdeki %2'lik bir ateist oranı var ve az ama hiçte azımsanmayacak bir rakam bana göre... Diğer taraftan; Dünya ateizm oranı Buradan... Ateist ve dindarların suç oranları ise Buradan... Bunları şunun için yazıyorum/belirtiyorum, ben bugüne kadar hiç "ateist terör örgütü" duymadım ya da beline bomba bağlayıp kendini ve masumları havaya uçuran bir ateist te olmadı. İnsanları ateist olmadıkları için öldüren veya komalık eden bir ateist de hiç ama hiç hatırlamıyorum. Biliyorum ki biz ateistler, yaşamın, insanlar için, çok zor ve çok küçük bir olasılıkla elde edilmiş çok büyük bir şans olduğunu bildikleri için, onun ne kadar değerli olduğunu anlar ve yaşama saygı gösterirler... __________________ Ben bir ateistim, hepsi bu. Ben birbirimize karşı iyi olmaktan, başkalarına yardım etmekten başka bir şeye inanmıyorum. ~ Katharine Hepburn __________________ Saygılar...
  13. . Reel İslamda Ritüel ve Saplantı... Müslüman ülkeler arasında Türkiye’nin şu ana kadar ‘ilericiliğini’ ve modernliğini bir parça da olsa henüz koruyabilmesinin nedeni Türklerin kendi kökenlerini tam olarak yitirmemiş olmalarından kaynaklanıyor: Şamanist öğeler bu kültürde hâlâ yaşamaktadır. Psikanalizin kurucusu Freud, genel olarak din olgusunu bir ruhsal hastalık olarak adlandırır. Ona göre din evrensel bir nevrozdur, demek oluyor ki dünyada varlığını sürdüren insanların büyük bir kısmı doğrudan hastadır. Ona göre insandaki din gereksiniminin kökeni ana-baba sorunsalında yatmaktadır; her şeye muktedir yüce Tanrı, anne ve baba sevgisinin ve onların koruyucu rolünün süblime edilmesidir. Erginlik çağında anne ve babasında bulamadığı bu muktedir gücü Tanrı’da bulacağını sanan insan, hayvan türleri arasında en zayıf olanıdır; ebeveynlerin yardımına en çok ve en uzun süre gereksinim duyan insandır. Psikolojik açıdan korunmaya ihtiyacı olan çocuk, erginleştiğinde doğa güçlerine karşı çaresiz ve zavallı olduğunu anlayacaktır. Demek ki din, Marx’ın iddia ettiği gibi bir afyon değil, ana göğsüdür; başka bir ifadeyle, din varlık duygusunun yarattığı çaresizlikten, psikolojik zaaftan kaynaklanmaktadır. Psikanaliz, saplantının ikinci önemli nedenini yaşan(a)mayan ve bastırılan cinsellikte görür. Psikanalize benzer yaklaşımı felsefede de görmekteyiz, özellikle Max Scheler ve varoluşçu Martin Heidegger gibi düşünürler, insanın, doğa güçleri karşısında boşluğa ya da ‘Hiç’e düştüğünü vurgularlar ve bu boşluktan kurtulmanın gerekliliğini dinlerde ve daha sonra ideolojilerde aradığını ifade ederler. Tarihsel örnekler Örneğin İbrahim dinine mensup Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam dinleri bu boşluktan kaçış ediminden oluşmuşlardır. Gerçek olgusundan tamamen uzaklaşan İbrahim, kendi çocuğunu Tanrı’ya kurban olarak sunabilecek kadar psikoza girmiştir. İlkel ve barbar toplumlarda ritüel olarak uygulanan insan kurbanı, İbrahim’in ediminde doruk noktasına ulaşmış ve nitekim Tanrı’nın müdahalesiyle son bulmuştur. İbrahim figürü ilginç bir karaktere sahiptir: Tüm putları tek tek kırarak, kırdığı putların yerine asla kırılmayacak olan tek Tanrı putunu yerleştirmiştir. İbrahim’in tek tutarlı takipçisi İslamdır, çünkü bu üç tektanrılı dinler arasında değişmeyen ya da neredeyse hiç değişmeyen din İslamdır. Batı dünyasında yaşanan Rönesans, Yahudi dinini özellikle de Hıristiyan dinini büyük ölçüde değiştirebilmiştir, İslamiyette ise değişim cüzi miktardadır. Reel İslam, Mezopotamya’da başlayıp günümüze kadar süregelen medeniyetten payını alamamıştır ve İslam dini içerisinde gelişmeye yönelen bireyler ve topluluklar Ortodoks ya da egemen olan İslam tarafından bastırılmıştır. Örneğin Antik Yunan felsefesini devam ettiren Arap felsefesi Ortodoks Müslümanların yani günümüzdeki reel İslamiyetin kökenleri ya da öncüleri sayılabilen İslam güçlerince sona erdirilmiştir. İslam ülkelerini incelediğimizde klasik psikanalizin her iki tezinin de tam olarak onaylandığını görürüz. Bunu görmek için bu ülkeleri uzun uzadıya incelemeye gerek bile yoktur, çünkü İslamiyet esas olarak sembollere dayandığı için, sembollerin ardında yatanı görmek çok kolay. Cinselliğin gördüğü topyekûn baskıyı insanın diğer hiçbir doğal dürtüsü görmemiştir ve cinsellik İslam ülkelerinde devasa bir korku filmidir. Bu ülkelerdeki 1968 Kuşağı da cinselliği politik bir ideolojinin egemenliğine almaktan öteye gidememiştir. Saplantı örnekleri Saplantıya dair birkaç örnek sunalım. Bir şarkı ritmik bir bünyedir ve melodik bir birlik sağlar ve bu birlik birçok ölçü ile ifade edilebilir. Ateşin çevresinde edilen dans buna örnektir. Burada sahnelenen estetiksel edim bir ritüel olup armonik bir bütünlüğü sağlayabilendir. Tekrarlayıcı karakterinden dolayı nevroza pek yakın gibi gözükse de, psikolojik bir zaaf içermediğinden ve zora dayalı bir karakter taşımadığından nevrozdan pek uzaktır. Ritüel zaman ve içerik açısından özgür karaktere sahiptir; şu yerde, şu saatte, şu kadar olmak zorunda değildir ve özellikle de “bunu yapmak zorundayım” özelliğine sahip değildir. Şamanın dansında saplantı göremiyorum, Şaman trans yoluyla aşkı ve deneyüstü dünyayı keşfe yönelirken, reel Müslüman, öte dünyada cinsel sefa içeren cennete erişmek için günde beş kez namaz kılar. Her iki durumda da ritüele kutsallık yüklenirken, Şaman kutsalda fenomeni anlamayı amaçlar, reel Müslüman ise, kendini kutsala teslim eder ve ona boyun eğer, bu durumda reel Müslüman düşünmez olur, çünkü onun adına düşünen biri vardır artık: Bu düşünen biri ‘Kutsal’ın ta kendisidir. Dolayısıyla namaz zorunlu ve şart olma karakteri taşır, bu da kişiyi psikolojik açıdan hapseder. Tekrarlamak edimi, namazda ritüel olmaktan çıkıp saf monoton ve saplantı karakteri alır. Onlarca ve yüzlerce saplantı Müslüman kişiyi hapseder, bu da bu kişiyi normal gündelik hayattan alıkoyar. Başka bir örnek: Estetiksel değerden uzak türban gibi reel İslami örtünmeler, haz ve zevk içermezler. Örtünme genel olarak üç karakter içerir: Korunma, ar ve estetik değer (haz, zevk, düşünsel algılama vb.). Bedenini İslami örtünmelerle sergileyen (daha doğrusu sergileyemeyen) Müslüman kadın, istediği an o örtüyü çıkarıp bir kenara koyamaz, bunu yapacak olsa, içinde bulunduğu psikoz sistemini kırar ve bozar. İslami örtünme “Bunu yapmak zorundayım” karakteri taşır. Müslüman kadın örtü müptelasıdır, sigara içmekten kurtulamayan kişi gibi. Kızılderili reisin, beyaz adama sunduğu barış çubuğu sadece kültürel bir ritüel sergilemektedir. Beyaz adam ise sigara bağımlısı olmuştur. Yalın varlık karşısında uçuruma düşen beyaz adam ve Müslüman, sıcak ve koruyucu ana kucağını yansıtan Tanrı’ya sarılırlar. Denize düşen balığa sarılır, evet böyledir, bu balık bir de balina cinsinden ise. Türkiye’de durum Müslüman ülkeler arasında Türkiye’nin şu ana kadar ‘ilericiliğini’ ve modernliğini bir parça da olsa henüz koruyabilmesinin nedeni Türklerin kendi kökenlerini tam olarak yitirmemiş olmalarından kaynaklanıyor: Şamanist öğeler bu kültürde hâlâ yaşamaktadır. Diğer bir nedeni ise, ‘Atatürk’ adına layık görülen tanrıtanımaz bir Türk’ün İslamiyetin muhafazakâr karakterini çok iyi kavramış ve bunu engellemeye, yaşatmamaya çalışmış olmasıdır. Atatürk, psikanaliz ve felsefeden uzak da olsa, modern bir toplumun sosyolojik ve politik temellerini analiz edebilmiştir. İçinde yaşadığımız postmodern değerler dünyasında ise klasik psikoanaliz ve genel felsefi değerler, aydınlanma, vb. içselleştirilip yaşandıktan sonra geriye değerlerin yokluğu kalmıştır; bir açıdan yüzeysel bir Nietzsche’cilik hâkim olup sefa sürmektedir; bu sefa yüzeyselliğinden ötürü yokluk sefaletini de beraberinde getirmiştir. Aslında Nietzsche’nin, önceli Max Stirner’den devraldığı öğretiyi bir showmaster karakteriyle sunması, postmodern yaşantının şu anki durumunu anlaşılır kılıyor. Freud’un nevroz ve psikoz üzerine analizleri ve Nietzsche’nin Hıristiyanlıkla boğuşmaları bana Stirner’i anımsatır. Stirner saplantıyla ilgili şöyle der: “Sen kaçıksın be insan! Kafasında büyük şeyler ve tanrılar dünyası kuran ve kurduklarına da inanan sen, hayaletler ülkesi kurup kendini onlara karşı vazifelendiriyorsun, oysa o, sana el sallayan bir idealdir. Senin saplantın var! Şaka yaptığımı ya da mecazlı konuştuğumu sanma, yüksekliklere tutunanları, insanların büyük çoğunluğunu, neredeyse dünyadaki tüm insanları gerçek deliler olarak görüyorum, tımarhanelik deliler. ‘Saplantı’ diye neye derler? İnsanları egemenliğine almış bir düşünceye. (…) Örneğin, pek çok gazetemizde işlenen töre, yasa, Hıristiyanlık ve benzeri aptal ve boş laflar, saplantı ve kaçıkların zevzekliği değil mi? Ve içinde gezindikleri tımarhanenin çok büyük olmasındandır ki, özgürce dolaştıkları sanılmaktadır. Böyle bir kaçığın saplantısına dokunun da görün. Sizi arkadan vuracak kadar sinsi ve haindir.” Şimdi, saplantının nedenlerini incelerken, Batı’nın düştüğü tuzağı iyi kavramak gerekiyor. Bu nedenle de psikanalizi ve felsefeyi Şaman unsurlarla bir arada tartışmak gerekiyor, çünkü reel İslamda gördüğümüz İslamiyet saplantısı, ritüel-nevroz sorunsalını çıkmaza sürüklüyor. Atatürk, Batı’dan bazı değerleri ödünç alırken, Batı’nın tuzağına düşmemeye özen gösteriyordu; ardıllarıysa, saplantılarını yaşayan reel Müslümanlara benzer bir tarzda ama ters yönde, aydınlanmayı içselleştirmeden, sadece bir özenti saplantısı olarak sahneye sürdüler. Diğer taraftan İslam kesimleri, saplantılı düşünüş ve davranışlarını sürdürmeye devam ettiler. İşte bu durumda Türkiye kendini çıkmaz sokağa taşıdı. Bugün Türkiye, reel İslamiyetten arınacak olsa, Batı’nın postmodern tuzağına düşmeye hazır durumdadır, bir müpteladan başka bir müptelaya düşmeye uygundur. H. İbrahim TÜRKDOĞAN Sosyal Pedagog
  14. Evet din farklılığından dolayı özelimi paylaştığım insanlarla dos edinmekten dolayı dini konuların paylaşımıdan dolayı sorun yaşayacağımı hiç sanmıyorum çünkü öyle dine körü körüne bağlanan ve var gücüyle bağlı ve bunu anlamsız bir şekilde derinliğine yaşayan her hangi biriyle yapamayacağmı zaten bilirim sevgili Canreşit dostum. Durum böyle olunca da zaten sorun ortadan kalkmış olur. Bu nedenle asgari noktalarda birleşmemiz gaye tabiki mümkün ve sonuçta dini görüşü ne olursa olsan herşeyden önce biz insanız, İNSAN. Bunden ötesi zaten olmaz/olamaz benim için... Bu forumda hıristiyan, müsevi, vs üye geremezsiniz ama benim böyle inanılmaz güzel arkadaşlarım, harika dostlarım var. Kendilerine buradan saygı ve sevgilerimi sunuyor ve bana öğrettikleri çok değerli bilgileri için ise hayrıca kendilerine yürekten dost sıcaklığımı iletmek istiyorum... Saygı ve sevgiler...
  15. Penguen’de yayınlanan bir karikatür üzerine gerici basının yaygara koparması ve doğrudan hedef göstererek yayın yapması, Türkiye’de dini dogmalarla mücadelenin yıllardır nasıl bir baskı ile karşılaştığını bir kez daha hatırlattı. Bahadır Baruter'in Penguen'de yayınlanan bir karikatürü üzerine gerici basının yaygara koparması ve hedef göstererek yayın yapması, Türkiye’de dini dogmalarla mücadelenin yıllardır nasıl bir baskı ile karşılaştığını hatırlattı. Bir çok aydın bu uğurda ya öldürüldü, ya da saldırılara ve tehditlere maruz kaldı. İşlerine geldiğinde demokratlık taslamaktan hiç çekinmeyen gerici basın, din eleştirilince bir kaşık suda fırtına koparmaktan geri durmuyor. En ufak bir eleştiri yazısı, küçük bir hiciv bile hedef tahtasına oturtulmak için yeterli bir neden olarak görülüyor. Kitleler yazılarla provoke ediliyor ve dogmaları sorgulayanlar hedef gösteriliyor. Bugün Baruter'e ve Penguen dergisine karşı başlatılan saldırı kampanyasının çok benzerleri geçmişte Türkiye'nin önemli aydınlarını hedef almış, bu kişileri saldırıların hedefi haline getirmişti. Aziz Nesin: Eşine az rastlanır bir mizah gücüne sahip kalemini emekten ve aydınlanmadan yana kullanan, sözünü esirgemeden söyleyen, ilerici bir yazardı Aziz Nesin. Bu özelliklerinden dolayı her zaman tehdit altında geçen hayatı Sivas olayları sırasında az daha son buluyordu. Sivas’ta katledilen aydınların arasından şans eseri kurtulmuştu. Yobazlar onu orada yakmak, sesini kesmek, kalemini kırmak istemişlerdi. Aziz Nesin’in Sivas’ta katılacağı etkinlikler daha başlamadan, oraya gelmemesi yönünde tehditler başlamıştı. Aynı günlerde, o zaman muhafazakâr bir sermaye grubuna ait olan TGRT kanalında yayınlanan bir röportajı üzerine tam olarak hedef haline getirildi. Röportajı yapan kişinin tahrik edici soruları üzerine sözünü esirgemeyen Aziz Nesin'in cımbızlanarak çekilen lafları dilden dile dolaştırılarak İslam’a hakaret edildiği öne sürülmüş, bu sürecin sonunda Aziz Nesin'i bahane ederek Sivas'taki Madımak Otelini ateşe veren yobazlar 37 kişiyi katletmişlerdi. Turan Dursun: Uzun bir süre boyunca müftülük yapan Turan Dursun, hayatının ilerleyen yıllarında fikirlerindeki radikal dönüşüm üzerine dine yönelik eleştirel bir tutum aldı. Hayatının geri kalanını dinsel dogmalarla mücadeleye adayan, bu konuda geride önemli bir külliyat bırakan Turan Dursun 1990 tarihinde öldürüldü. 2008 yılında Ergenekon terör örgütüne üye olmaktan gözaltına alınan Cumnhuriyet gazetesi yazarı İlhan Selçuk o gün şöyle demişti: “Turan Dursun, aydınlanma yolunun Türkiye'ye döşenmesi için çalışan fikir emekçilerinden biriydi. Bu yüzden öldürüldü. Eski din adamının aydınlanmasından ve çevresini aydınlatmasından korkan karanlıkçı güçler, çapraz ateşe tuttular eski vaizi...” 7 Eylül 1990 / Cumhuriyet Bugünlerde demokratlık bayrağını kimseye bırakmayan Zaman Gazetesi’nin yazarı Hekimoğlu İsmail ise bir aydının fikirleri nedeniyle katledilmesinin arkasından şu satırları kaleme aldı: “…Bu şahıs müftülük gibi vazifelerde bulunmuş, sonra sola kaymış, oradan dinsiz olmuş ve İslam’a olan iftiralarını itim adı altında işlemiş…Sola kayınca din düşmanı olmasının altını çizmek gerek. Turan Dursun, ilmi, inkârına alet ettiği için insanlık adına suç işlemişti. Nasıl ki, gübreden bağlar ve bahçeler neş vü nema oluyorsa.” 7 Eylül 1990 / Zaman Ahmet Taner Kışlalı: Cumhuriyet gazetesi köşe yazarı Ahmet Taner Kışlalı aydınlanmanın önemli savunucularından biriydi. 13 Mayıs 1999 tarihli 'Vakit' gazetesinin birinci sayfasında resmiyle ve resminin üzerinde 'Yuh pişkin zorba' ifadesi yazılarak ve çarpı işareti konularak hedef gösterildi. Kışlalı, hedef gösterilmesinden 162 gün sonra 21 Ekim 1999 günü, saat 09.40'da Ankara'da evinin önünde uğradığı bombalı saldırı sonucu hayatını kaybetti. Konca Kuriş:Katliamların tek hedefi ateistler ya da dine mesafeli insanlar da değil. İnanmasına rağmen İslama kendilerinden farklı bir yorum getiren insanlara karşı da son derece saldırgan olabilen bu zihniyet, İslamcı feminist yazar Konca Kuriş’i de vahşice öldürdü. Hizbullah tarafından öldürüldüğü ortaya çıkan Kuriş'in, İslam’a “çağdaş” bir yorum getirmeye çalışması katledilmesinin nedeni oldu. Kuriş'in katledilmesine sebep olacak fikirlerinden bazıları şöyle: ‘‘İbadet Türkçe yapılmalıdır. Kadın adet dönemindeyken namaz kılıp oruç tutabilir. Kuran kadınların sadece göğüslerini kapatmasını emrediyor. Kuran'da çarşaf yok. İnsanlar; erkeklerin Kuran'da daha üstün olduğu mesajının verildiğine inanıyorlar. Ama böyle bir ayet yok. Kadınlar ve erkekler cuma ve cenaze namazını birlikte kılabilirler.’’ -Geçtiğimiz gün yaşanan son örnekte ise karikaturist Bahadır Baruter’in birP karikatürü, hakkında linç kampanyası başlatılması için yeterli görüldü. Pek çok sosyal paylaşım sitesinde hedef gösterilen Baruter hakkında gerici Habervaktim internet sitesinde "Penguen İslam'a saldırdı!" başlığı ile bir haber yayınlandı. Haberde, "Karikatürde 'Allah yok, din yalan' ibaresi gizlice yazılmış, caminin lambaları prezervatif şeklinde tasarlanmıştı" ifadelerine yer verildi. ... Penguen'in yayımladığı karikatür...
  16. Evet Link... Link'i bende göremiyorum...
  17. Saygıdeğer arkadaşım bakın... kibarlığın vs. çok alakası var diyorum... Nedeni ise şu. Bakın bir din kitabı şunu söyleyebiliyor/buna inanmamızı bekleyebiliyor/bana doğruymuş gibi kabullenmemi isteyebiliyor... Evet tekrar belirtiyorum bir ateist olarak öncelikle bir insana saygı ve sevgi gösterir onu üretkenliği, paylaşımcılığı, yaratıcılığı, faydalı davranış ve tutumları ile değerlendiririm. Onun müslüman, Hıristiyan, Musevi vs olması beni hiç ama hiç ilgilendirmez... Fakat ne yazıkki bir din kitabı maalesef böyle düşünmüyor... O nedenle şunun altını çiziyorum... Bana göre "Dinler insanları ayrıştırıcı birer asittirler..." Yani dinler "tümünün yaratıcının gönderdiği kitaplar ve peygamberler" olduğu iddia edildiği halde, hiçbir zaman birleştirici ve bütünleştirici olamadılar ne yazık ki... Saygılar...
  18. Çok doğru sevgili Suheyla... Örneğin bir ateist olarak gayet kibar biriyim ve insanlardan nefret etmiyorum.... Oysa dinlere baktığımızda, dinlerde birbirlerine ve kendilerinden olmayanlara karşı bir nefret var ve bu da dinin kendisinden kaynaklanıyor sanırım... Saygılar...
  19. Sevgili Arkadaşlar... Şu rakamlara bir bakarsak... Türkiye’nin son sekiz yıldaki dış borçlanması, önceki 80 yılı katladı! Dış borca ödenen faiz, son sekiz yılda inanılmayacak oranda arttı… Vatandaşlarımızın bankalara borcu, yüzde 2 bin 500 çoğaldı… İcralık olan borçlar, yüzlerce misline ulaştı! İş kazalarında dünya birincisi olduk… Rüşvette yine dünya birincisiyiz! Büyümede sekiz yıl önce gelişmiş 20 ülke arasında 14’üncüyken, 16’ncılığa geriledik… Ekonomi iyi diyorlar, bu mu iyi ekonomi? Şimde ben bu sözlere yanıt verecek bir “gerçek kaplan” varmı onu merak edeyorum... Saygılar...
  20. * Hayır, Hitler Ateist değildi. * Ahlak, inananlara özel bir ruh hali değildir. Ahlak sözde kutsal kitaplardan önce de vardı. * Bizim için dua etmeyin. Sizin bu saçma şovunuzu takdir edecek, kendi dininizden milyonlarca hasta, sakat, açlıktan kırılan insan var. Onlar için dua edin. * Sizin tanrınızdan nefret etmiyoruz. Olmayan bir şeyden nasıl nefret edilebilir ki? Pembe fillerden nefret ediyor musunuz? * Bir şeye "inanıyorum" dediğiniz zaman, bu hayali bir arkadaş sahibi olduğunuzu göstermektedir. Tıpkı bir akıl hastası veya ufak bir çocuk gibi. * Çoğu zaman en az sizin kadar sözde kutsal kitabınızı biliyoruz. Ayrıca, sizin diğer dinlere düşmanca yaklaşımınızın tersine, biz tüm öğretileri aynı duyarlılık ile incelediğimiz için sizden daha objektif olabiliyoruz. * Bir kitapta, onun Tanrı'nın sözü olduğunun yazması bir kanıt değildir. Bir sonuç, kendi kendisinin sebebi olamaz. * Sizin peygamberleriniz ve mucizeleri, tarihteki ne ilk ne de son örneklerdir. Aynı temada sayısız mitolojik örnek ve kişi vardır. * İspat külfeti iddia edendedir. Tanrı'nın varlığı hakkında ispatı yapmak dindarlara düşer. Olmayan bir şeyin, ispatı da olmaz. * Kalbi duygu diye birşey yoktur. Kalp, kan pompalayan bir organdır. Duygular ve düşünceler beyinden başlatılmaktadır. * (benim favorim...) Herhangi bir konuda fikir yürütürken; İncilden, Kurandan, Tevrattan, Hadisten, Hacı-Hocadan alıntı yapmak zaman ve işgücü kaybıdır. Siz, kendi aranızda konuşurken bu şekilde birbirinize üstünlük sağlıyor olabilirsiniz. İki tarafın da güvendiği bir kaynağa başvurmak tutarlı olabilir. Ama lütfen, bizimle konuşurken/yazışırken şunu anlayın: Örneğin Kuran'ı ele alalım, bizim için bir zırvalar bütünüdür. Dolayısıyla ona eklemlenmiş tüm külliyat da zırvadır. Bu nedenle kendi düşüncenizi, mümkünse sade bir dilde kendi cümlelerinizi kullanarak anlatın. Kendinizi desteklemek için sürekli bu külliyata başvurmanız inanılırlığınızı azaltmaktadır. Ayrıca bu durum, düşünce üretmekten aciz olduğunuz, ancak papağan gibi tekrar edebildiğiniz izlenimini vermektedir. * Biz tek tip insanlar değiliz. Hayatın farklı alanlarından, farklı ortamlardan geliyoruz. Bilime, Sanata, Politikaya, Dünyaya bakışımız farklı olduğu kadar dine bakışımız da farklı. Ortak bir paydamız, yazılı bir kurallar bütünümüz yok. * Bilimadamları dinleri ile değil meslekleri ve yapıtlarıyla bilinir. Ünlü Hıristiyan alim Newton denmiyorsa, ünlü katolik bilgin Pasteur denmiyorsa, büyük ateist kelamcı Freud denmiyorsa, meşhur deist üstad Edison denmiyorsa, Ünlü Müslüman Alim diye birşey de yoktur. Dolaylı yolla İslam'ı övmek için, tartışmaya hiçbir katkı sağlamayan İbn-i'lere boşuna atıf yapmayın. ...
  21. http://www.dailymotion.com/video/x8bxt6_root-of-all-evily-the-god-delusion_tech http://www.dailymotion.com/video/x8ca1r_root-of-all-evily-the-god-delusion_news
×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.