DİPNOT tarafından postalanan herşey
-
TÜRKİYE İRAN'A BENZEMEZ DİYORLAR, YANILIYORLAR, "BU NEDENLE GELİN ÖNCE BİR TARİH YOLCULUĞU YAPALIM"...
İran’a şeriat ’demokrasi’ ve ’özgürlük’ vaatleriyle geldi... AKP’nin Anayasa tasarısı hazırlıkları, Türkiye’nin bir saklı gündeminin doğmasına neden oldu: "Darbe mi? Şeriat mı?" İşte Türkiye’nin gizli gündemi bu soru. Herkes bunu tartışıyor. Ne rastlantı; yıllar önce, İslam devriminden önce benzer soru İran’ın da gündemindeydi. İranlı solcular, demokratlar, liberaller ve milliyetçiler bu soruyu tartışıyordu, darbeye karşı çıkıyorlardı. Gelin İran’ın İslam devrimi öncesi ve sonrası günlerine gidelim. Bir de, "mahalle baskısı" var mıymış görelim. MERHABA. Benim adım Bahman Nirumand. İranlı bir gazeteci-yazarım. Şah’ın devrilmesinde aktif rol oynayanlardanım. Ve aynı zamanda mollaların, demokrasi ve özgürlük getireceğine inanan milyonlarca solcu, demokrat, liberal ve milliyetçi insandan biriyim. Evet, Humeyni yeryüzünde cenneti vaat etti bize. Demokrasi gelecek, kimse fikirleri ve siyasal görüşleri yüzünden tutuklanmayacak, işkence yapılmayacak, kadınlara eşit haklar verilecek, giyim serbest olacaktı. Şah’ı devirdikten sonra mollaların camiye geri döneceklerinden emindik. Devleti yönetecek durumda olduklarına inanmıyorduk. Yanıldık. Kitaplardan ezberlediğimiz cümleleri, içi boş kavramları birbirimize söyleyip duruyorduk. ÜZERİNDE DURMADIK Her şey 14 Ocak 1979 tarihinde değişti. Şah, İran’ı terk etti. Ardından İran tarihinin en büyük yürüyüşü Tahran’da yapıldı. Sansür, yasak yoktu, istediğimiz gibi bağırıyorduk. Fakat mitingde ilk dikkatimi çeken, kim liberal Musaddık ya da solcu şehitlerin resimlerini taşıyor ise mollalarca dövülüyordu. Pek üzerinde durmadık bu olayın, "Hele bir kurtlarını döksünler, sonra sakinleşirler" diye düşündük. Ertesi gün gazetede, bir hırsızın genç mollalar tarafından yakalanıp, adına "İslam Mahkemesi" denilen bir mahalli heyet tarafından 35 kamçı cezasına çaptırıldığı haberini okuduk. Haberi ciddiye almadık; "Üç beş sapsızın işi" dedik. Bu arada bira-şarap fabrikalarının yakılması, sinemaların tahrip edilip filmlerin sokaklara atılması gibi olayların üzerinde hiç durmadık. "Ufak tefek şeylerin" toplumun demokrasi ve ulusal bağımsızlık yolundaki çabaları etkilemesini istemiyorduk. Biz bunları söylerken, mollalar tarafından, kadın ve erkeklerin yan yana yüzemeyecekleri; okullarda aynı sınıflarda olamayacakları; birlikte spor yapamayacakları gibi gerici kararlar ardı ardına alınmaya başlandı. "Müslüman kadınların yanında orospuların yeri yoktur" denilerek kadınlara örtünme zorunluluğu getirildi. Özellikle üniversitelerde bu yüzden çatışmalar çıktı. Bu çatışmalardan rahatsız olduk; kadın sorununun güncelleşip ön plana geçmesini istemiyorduk! "Asıl mücadele, emperyalizme ve kapitalizme karşı verilmelidir" diyorduk. Kadın sorunu bir yan çelişkiydi, ana çelişki sömürüydü. Kadının giyim sorunu, emperyalizme karşı verilen mücadeleyi baltalamamalıydı! Peçesiz, başörtüsüz sokağa çıkan kadınlar artık açıkça, gözümüzün önünde dövülüyordu. Bazı kadınların yüzüne kezzap atılıyordu.Biz ise hálá büyük laflar ediyorduk; bu tür olayları devrimin kaçınılmaz sancıları olarak görüp umursamıyorduk! "İttifak" "Eylem Birliği" gibi terimlerin peşinden koşup duruyorduk. GEÇİŞ SANCILARI SANDIK Humeyni, "Bütün sorunlarımızın sebebi, cemiyetimizdeki ahlaksızlıklardır. Bunların kökünü kazımalıyız" diyor; genç mollalar terör estiriyordu. Kitabevleri yağmalanıyor; gazete bayileri ateşe veriliyordu. Şiraz’da "İslam Mahkemesi" eşcinsel ve fahişe olduğu gerekçesiyle dört kişiyi idam ediyordu. Benzer olay Tahran’da da gerçekleşiyor, üç fahişe ve üç eşcinsel kurşuna diziliyordu.Sesleri ve görüntüleriyle erkekleri tahrik ettikleri için kadın spikerler televizyondan kovuluyor; uyuşturucu olarak görülen müzik yasaklanıyordu. Alkol içen, kırbaç cezasına çaptırılıyordu. Şimdi düşünüyorum da, insan zamanla her türlü aşağılanmaya alışıyor galiba. Hiçbirini görmüyorduk; basmakalıp analizlerimizin doğru olduğuna o kadar inanıyorduk ki!..Oysa toplum hızla dincileştiriliyordu. Alınan her kararda "Tamam bu sonuncusu" diyorduk. Ama arkası hep geliyordu.Kızların evlenme yaşı 18’den 13’e düşürüldü. Parfüm, ruj, saç boyası, mücevher gibi kadın malzemelerinin yurda girişi yasaklandı. Kadın çamaşırı satan mağazaların vitrinlerine sutyen, kombinezon vs. koymasına bile izin yoktu. Kamu dairelerinde kadın memurlara tesettüre girme emri çıkarıldı. Aslında birçok aydın kadının üye olduğu kadın dernekleri vardı. Onlar kendi küçük çevrelerinde "hamilelik tatilinin uzatılması", "eşit işe eşit ücret" gibi talepleri tartışıyorlardı. Biz aydınlar hep aynı düşüncedeydik: Demokrasi ve özgürlüğe geçiş sancılarıydı bu tür vakalar! Abartmaya gerek yoktu. Hepimiz "ana çelişki" üzerinde duruyorduk; öncelikle dışa bağımlılık ve ekonomik krizden kurtulmalıydık. REFERANDUM OYUNU Üç ay önce Humeyni, Paris’te komünistler de dahil olmak üzere her görüşün rahatça örgütleneceği bir demokrasiden, özgürlükten bahsederken, şimdi tüm solcu, milliyetçi ve liberalleri İslam düşmanı ilan etmişti. Bu sözler üzerine ilk protestomuzu yaptık. Mitingimize bir milyonu aşkın insan geldi. Mollaların en iyi siyasi stratejileriydi; işlerine gelmediği zaman hemen gündemi değiştiriyorlardı. Referandum meselesini gündeme getirdiler. Halka soracaklardı: "İslam Cumhuriyeti’ni istiyor musunuz, istemiyor musunuz?" Kuşkusuz bu bir oyundu; halkın yüzde 65’inin okuryazar olmadığı bir ülkede kim ne anlardı cumhuriyetten? Yapılan propaganda belliydi; dediler ki: "İslam’a evet mi, hayır mı diyorsunuz?" Biz bu oyunu biliyorduk ama şöyle düşünüyorduk: "Önemli olan cumhuriyettir; serbest seçimlerdir; demokratik haklardır; özgürlüklerdir. İslam Cumhuriyeti bunu sağlayacaksa neden karşı çıkalım?" Ancak bazı küçük kesimler bu oyuna gelmemek için referandumu boykot ettiler. Sonuçta, "evet" diyen 20 milyon, "hayır" diyen ise sadece 140 bindi. Mollalar bu referandum sonucunu çok iyi kullandılar. Güya tüm ülke yaptıklarını onaylıyordu. Artık televizyondan sonra basın da ellerine geçmişti. Sanki tüm muhaliflerin sayısı 140 bin kişi gibi gösterdiler. Halbuki 20 milyon içinde bizim oyumuz da vardı. Ama artık bizim sesimizin çıkmasına izin verilmiyordu. HALKI ANLAYAMADIK Mollalar güçlendikçe saldırganlaştılar.Örneğin, tirajı bir milyon olan liberal "Ayendegan" Gazetesi’ni kapattırdılar. Sıra sonra "Keyhan" Gazetesi’ne geldi; muhalif yazarların işten çıkarılmasını sağladılar.Tüm bu olanları protesto etmek için mitingler düzenlemeye başladık. Ama iş işten geçmişti artık; insanlar yılmıştı, korkuyordu. Özgürlük, demokrasi ve bağımsızlık için ayaklanan halkın, bu kadar kısa sürede değişeceğini düşünememiştik. Sanmıştık ki, mollaların gerici yasalarına/kurallarına halk karşı çıkacak. Halbuki tersi oldu; mollalar yasak, sansür getirdikçe arkalarından gidenlerin sayısı arttı. Örtünmek moda oldu! Tüm bunlara "gelip geçici bir fırtına" diye bakmak ne büyük yanılgıydı. Komünistlerden, solculardan, demokratlardan, milliyetçilerden sonra liberal İslamcılar da zamanla mollaların hedefi oldu. Şah döneminden daha çok insan cezaevlerine konuldu; idam edildi. Milyonlarca insan canını kurtarmak için yurtdışına kaçtı. Kaçanlardan biri de bendim. Umarım bizim hatalarımızdan birileri ders çıkarır. (Not: Bu metin, Bahman Nirumand’ın "İran" kitabından derlenmiştir.) Türkiye’nin İran benzerliği çok şaşırtıcı ÖNCE bir tespit yapalım: Diyorlar ki, "Türkiye, İran’a benzemez!" Yanılıyorlar. Bu nedenle gelin önce kısa bir tarih yolculuğu yapalım: 19. yüzyılda İngiltere’nin Osmanlı Devleti gibi İran üzerinde de nüfuzu vardı. İki ülke de tarım ülkesiydi. 20. yüzyıl başında, -İran 1906; Osmanlı 1908- askerlerin bastırmasıyla iki ülkede de meşrutiyet ilan edildi. Her iki ülke 1920’lerde yeni liderleriyle yönetildi: İran’da subay Rıza Han (Pehlevi), "ormancılar ayaklanmasını" bastırıp yönetimi devirerek kendini "Şah" ilan etti. Türkiye’nin lideri ise iç ve dış düşmanları yenen Mustafa Kemal Atatürk’tü. Her iki lider de ülkelerinin tarihlerinde görülmedik boyutlarda, modernleşme ve reform politikalarını uygulamaya koydu. Ülkelerini eğitim sisteminden hukuk sistemine kadar laikleştirmeye çalıştılar. Kılıf kıyafet devrimi yaptılar. Bu reformlara her iki ülkede de karşı çıkan pek olmadı; sayıları az olmakla birlikte muhalif olanlar da çok ağır cezalara çaptırıldı. İran 1940’ta, Türkiye 1946 yılında parlamenter demokrasiye geçti. İran’da 1951’de, Türkiye’de 1960’ta "milliyetçi/ulusalcı solcu" askerler darbe yaptı. İran’da başta petrol olmak üzere millileştirmeler yaşanırken, Türkiye de dışa açıldı, yabancı sermayeyi kabul etti. CIA, İran’daki darbeci Musaddık’ı yıktı. Yerine tekrar Şah Rıza Pehlevi’yi getirdi. Şah bütün partileri kapattı, liderlerini hapsetti. Türkiye, 1961’de demokrasiye döndü, seçimler yapıldı. 1960’lı yıllar, her iki ülkede de sol, milliyetçi ve İslamcı hareketin ivme kazandığı dönem oldu. Aynı dönemde her iki ülkenin siyasi ve iktisadi olarak dışa bağımlılığı arttı. ABD "abi" rolündeydi. Düşman ise komünizmdi. Her iki ülke de solcularını ezmek, yok etmek için her yola başvurdu. Devlet güçleri, sola karşı diğer güçlerle ittifak yaptı. Sol muhalefetin ezildiği dönemde İslamcı hareketler güçlendi. YEŞİL KUŞAK PROJESİ Burada meseleye daha geniş açıdan bakıp, 1970’li yılların son dönemini bir hatırlayalım. Sovyetler Birliği, Afganistan’a girmişti. ABD’nin kontrolündeki Şah, İran’ı terk etmişti. Türkiye’de büyük bir sol dalga vardı. Soğuk Savaş döneminde siz ABD’nin yerinde olsanız ne yaparsınız? İran’da Sovyetler Birliği yanlısı solculara karşı mollaları desteklediler. Türkiye’de 12 Eylül 1980 askeri darbesini yaptırıp, İslamcıları kuvvetlendirerek solu ezdirdiler. ABD, Şah’tan umudunu kesince mollaları destekledi. İran’da mollaları yok etmek isteyen askerlerin elini kolunu bağladı. Şah Rıza Pehlevi, ölmeden birkaç hafta önce, "Amerika ve İngiltere yerine muhalefeti yok etmek isteyen askerleri dinleseydim, ülkeyi terk etmek zorunda almazdım" diye açıklama yaptı. ABD, Sovyetler Birliği’ni İslam ülkeleriyle kuşatıp içindeki İslamcı halkları ayaklandırarak yıkacağını hesaplıyordu. Bu nedenle İranlı subaylara hep engel oldu. Örneğin: Şah gittikten sonra, ülkenin başında kalan sosyal demokrat Başbakan Bahtiyar "İslam Cumhuriyeti’ne izin vermeyeceğim" diyordu. Genelkurmay Başkanı Karabagi, Bahtiyar’ı destekliyordu. Bahtiyar, ABD ve İngiltere’ye danıştı. Tabii ki destek alamadı. Mollalar şanslıydı; dünya siyasal konjonktürü onların lehineydi. Sonunda Humeyni, Tahran’a geldi. Yerleştiği "Refah Okulu"nda, liberal-İslamcı Mehdi Bazargan’ı Başbakan ilan ettiğini açıkladı. ABD ve Avrupa bu "ılımlı İslamcı" atamadan mutlu oldu. Ancak mollalar güçlendikçe iktidara yerleşti. Son hedefleri, halkın oylarıyla Cumhurbaşkanı olan liberal Müslüman Beni Sadr idi. Askerler bu kez Beni Sadr’ın imdadına yetiştiler; darbe yapabileceklerini söylediler. Sadr darbe istemedi ve yurtdışına kaçmak zorunda kaldı. Mollalar iktidara yerleşti. "Ilımlı İslam" istemiyorlardı! DESTEK ESNAFTAN İran tarihine bakıldığında, mollaların devlete karşı ayaklandığı görülmemişti. Sadece 1963’te Şah, mali kaynaklarını yok ettiği için ilk protesto eylemini gerçekleştirmişlerdi. Bu nedenle Humeyni, Türkiye’ye sürgüne gönderilmişti. Durum aslında bizim Nakşibendiler’e benziyor, onlar da hep devletin yanında olmuşlardı. Neyse... Türkiye’deki İslami hareketler ile İran’daki mollaları destekleyen güçler arasında benzerlikler var mıydı? Yapısal farklılıklar olsa da taban aynıydı:Mollaların ülke içinde en büyük destekçisi, iç ticaretin üçte ikisini, ihracatın üçte birini elinde tutan ve geleneksel değerlerin savunucusu Bazar esnafıydı. Mollalar ayrıca liberal-burjuva çevrelerinden de destek gördü. Bunun sebebi, özerklik için harekete geçen Azeri, Kürt, Beluciler gibi etnik unsurların başlarının hemen ezilmesi talebiydi. Ve tabii, din adamlarının siyasal örgütlenme gücünün en büyük dayanağı ise, cami komiteleriyle girdikleri yoksul mahallelerdi. Camiler cihat birliklerinin hücre evleriydi. Kısa bir süre öncesinin solcu varoş mahallelerinin yoksulları akın akın mollaların arkasından yürüyordu artık. Şimdi tekrar başa dönüp soralım: Türkiye, İran’a benziyor mu? http://forum.memurlar.net/topic.aspx?id=365563
-
Ilımlı İslam ve ABD
Sevgili GeceKuşu arkadaşımın bizlere böyle önemli ve Ülkemizin içine sürüklendiği bir kader hanını bu kadar güzel ve önemli bir konuyla biz okuyucularına tartışma ortamı sağladığın için yürekten sevgi ve saygılar... Şeriat rejimlerine bağlı tüm İslamcı devletlerden Türkiye'yi ayıran ve AB üyeliğine aday konumuna getiren tarihsel ve güncel olayın adı Kemalist devrimdir. Ne var ki bugün Batı, en başta ABD, 'Ilımlı İslam Devleti Modeli' ni Türkiye için öngörmekte ve telaffuz etmekten de çekinmemektedir. 'Batı'ya karşı Batıcılık', daha gerçekçi yaklaşımla 'çağdaşlaşma' zaten Atatürk devriminin şiarı ve Türkiye'nin kuruluşunda temel ilke olmuştu; şimdi dönüp dolaşıp aynı noktaya gelmiş bulunuyoruz. "Ilımlı İslam rejimi' yolunda adım adım, ama, hızla yürüyüşü, Batı'nın Müslüman coğrafyasındaki en büyük gücü ABD tarafından destekleniyor. Sonuçta Türkiye, faşizmden de beter bir modele, dinci devlet rejimine doğru hızla kaymaktadır... Oysa 21. yüzyıl Türk insanı vadandaş olma bilinci ve sorumluluğuyla konunun üzerine gideceğine, dur bakalım ne olacak, bana birşey olmaz vb. düşüncelerin girdabında kişisel kavgalarla, polemiklerle ve laf ola torba dolar anlayışı ile durumu daha da vahimleştirmektedir... Saygılarımla...
-
ÇOCUKLARDA FELSEFE OKUR... (Hayal bu ya, ister çocuk olsun ister yetişkin, bu güzel kitapları okuyanlar birbirlerini ve hayvanları incitmezler, haksı)
Çocuklar İçin Kitaplar DÜNYA ÇOCUK GÜNÜ ARDINDAN... 1923 yılında 40 ülkenin biraraya gelmesiyle kurulan Uluslararası Çocukları Koruma Birliği, Birleşmiş Milletlerin kurulmasıyla birlikte UNICEF (Birleşmiş Milletler Çocuklara Yardım Fonu) adını alır. 1925 yılında Cenevre'de 54 ülkenin katılımı ile yapılan Çocukların Refahı İçin Dünya Konferansı'nda doğan Uluslararası Çocuk Günü fikri, günümüzde farklı ülkelerde farklı tarihlerde kutlanmaktadır. Ancak 1954 yılında Birleşmiş Milletler, ekim ayının ilk Pazartesi gününü "Dünya Çocuk Günü" olarak ilan eder... Kimbilir, belki de bütün bu oluşumların esin kaynağı olan şey Atatürk'ün 23 Nisan 1920'de açılan Büyük Millet Meclisi'nin kuruluş gününü "Çocuk Bayramı" olarak ilan etmesidir.Öncü ülke olmanın sorumluluğunu taşımak elbette emek ister. Sabır ister. Amaca inanç, eylem sürekliliği ve bu yolda ilerleme cesareti ister. Değişim ve dönüşüm ister. Oysa bugün dokuz bin sözcükten oluşan hükümet programında, çocuktan sadece iki kez bahsediliyor. Hâlâ bir çocuk politikamız yok! Çocuklar ve gençler, hâlâ hiçbir hizmet alanının ve düzenlemenin "öznesi" değiller!Eleştiri için gerekli olan "toplumsal belleğin korunması", olumsuzlukların "analiz" edilmesi ve "tanımlanabilmesi" için, senede bir kutlanan belirli günleri ve haftaları beklememe; azalan ya da yükselen sayısal değerlere bakarak sadece böylesi günlerde söylemlerde bulunup bir kenara çekilmeme zamanı ne zaman gelecek dersiniz? Ne zaman gerçekten çocukları ve gençleri düşünmeye başlayacağız? Oysa hepimiz biliyoruz ki şimdimiz yoksa geleceğimiz de yok!.. Elbette "masal" anlatmayanlar da var. Çocukları ve gençleri gerçekten dinleyen, onlar için bir şeyler yapan, onlara tepeden bakmayan, buyurmayan, tehdit etmeden yaklaşabilen, onlarla iletişim kurabilen, onların düşünmelerini ve merak etmelerini sağlayabilen yetişkinlerin az da olsa var olduğunu bilmek umut verici. Daha da çoğalmak umuduyla... Dünya Çocuk Günümüz Kutlu olsun... Sihirli Haberler Çocuk ve Gençlik Yayınları Derneği'nin (ÇGYD) "Yılın Çocuk Kitabı" seçiminin 2006 yılı ödülleri sahiplerini buldu. Yılın En İyi Çocuk Öykü Kitabı dalında Mustafa Asoğlu'nun yazdığı, Tudem Yayınları tarafından yayımlanan HOŞÇA KAL AKDENİZ kitabı; Yılın En İyi Okulöncesi Resimli Öykü Kitabı dalında Sevim Ak'ın yazıp Huban Korman'ın resimlediği ve Can Çocuk Yayınları tarafından yayımlanan KIRIK ŞEMSİYE ile Ayla Çınaroğlu'nun yazıp Ayşin Eroğlu'nun resimlediği ve Uçanbalık Yayınları tarafından yayımlanan BABAANNEMİN GÖZÜ AĞRIDI kitapları; Yılın En İyi Kitap Kapağı dalında da Grimm'in Can Çocuk Yayınları tarafından yayımlanan KIRMIZI BAŞLIKLI KIZ kitabının kapağı ödüle değer görüldü. Yılın Çocuk Kitabı 2006 ödülleri, 26. İstanbul Kitap Fuarı'nda, 3 Kasım'da düzenlenecek ödül töreninde sahiplerine verilecek. Sihirli Buluşmalar* Ulusal Çocuk ve Gençlik Edebiyatı Yazarları Sempozyum Dizisi: Ayla Çınaroğlu (17-19 Ekim 2007) Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Karşılaştırmalı Edebiyat Bölümü, hem Türk çocuk ve gençlik edebiyatının gündemde kalmasını sağlamak, gelişmesine katkıda bulunmak, hem de özellikle bu alana hizmet vermiş ve vermekte olan çocuk ve gençlik edebiyatı yazarlarını onurlandırmak, onları bilim adına ölümsüz kılmak amacıyla düzenlediği sempozyum dizisinin ilkini yazar Gülten Dayıoğlu (2001), ikincisini de yazar Muzaffer İzgü (2005) adına düzenlenmişti. 17-19 Ekim 2007'de gerçekleşecek olan sempozyum ise yazar Ayla Çınaroğlu adına yapılacak. (Bilgi için: www2.ogu.edu.tr/~komparatistik/sempozyum/Site/index.htm) * İsveçli ve Türkiyeli Çocuk Kitabı Yazarları Buluşması (20 Ekim 2007) "Biz büyükler kiramızı ödeyip, karnımızı doyurmak için iş peşinde koşarken hayatın eşsiz bir bilmece olduğunu büyük ölçüde unuttuk! İmkanlarla dolu olduğunu da!... Gerçeğin kendisi başlı başına bir masal. Her gün yeni bir gün. Bunu en iyi çocuklar biliyor. Biz büyükler bu gerçeği unuttuk... Çocuklar gerçeğin bilinciyle ve büyüsüyle donatılırlarsa hayal dünyaları daha da zenginleşecek. Ve bir gün bu çocuklar yönetmeye başladıklarında şimdi olduğundan çok daha başka kararlar alacaklar'' (Gunilla Bergström) Konuşmacılar: İsveç: Ingelin Angerborn, Gunilla Bergström, Thomas Halling, Jan Hanson, Åsa Lind, Per Nilsson, Ulf Stark, Martin Widmark. Türkiye: Ayla Çınaroğlu, Doç Dr. Selahattin Dilidüzgün, Nilay Yılmaz (moderatör)20 Ekim Cumartesi, 16.00-19.00. İsveç Araştırma Enstitüsü, Beyoğlu / İstanbul KONUK SİHİRLİ DEĞNEK - Nevzat Süer Sezgin (Eğitimci) "Menekşe", Zübeyde Seven Turan, Lacivert Yayınları, 2007, Resimleyen: Sezer Odabaşı"Menekşe", Zübeyde Seven Turan'ın altıncı çocuk öykü kitabı. Mayıs 2007 tarihinde Lacivert yayınları tarafından yayımlandı. Yayın yönetmenliğini öykücü Esengül Kutkan, resimlemeyi Sezer Odabaşı yapmış. Yetişkinler için öykü ve şiir kitapları da olan Zübeyde Seven Turan ülkemizde çocuk edebiyatının bilinen isimlerinden. Çocuklar için bir de şiir kitabı var. Kitap, 104 sayfa ve 14 öyküden oluşuyor. Yazı karakterleri, harf büyüklükleri açısından çok güzel düzenlenmiş. Dil yalın ve tümce uzunlukları çocuklara göre. Her ne kadar kitabın üzerinde yaş grubu yazmasa da bana göre 8 yaş üstü çocuklar için uygun bir öykü kitabı. Dilerim bundan sonraki baskılarında kapakta çocuk edebiyatı için çok önemsediğimiz yaş grubu yönlendirmesini de görebiliriz. Bir başka dileğim ve önerim de ikinci baskıda girişte konulan Hülya Soyşekerci'ye ait yazının arka kapağa konması.Bu kitapta Zübeyde Seven Turan gündelik yaşamda çocuklarımızla ilgili, sık rastladığımız, ama çoğu zaman üzerinde durup düşünmediğimiz pek çok sorunu öykülerine konu olarak almış. Günümüz çocuk edebiyatı içinde işlenmemiş veya çok az işlenmiş konuların seçimi, kentli zengin çocuklardan başka çocukların da olduğunun anımsanması bu kitabın bence en değerli yanı.Kitaba adını veren "Menekşe" öyküsündeki nazar boncuğu satan 9 yaşındaki kız çocuğunun yaşama direncini, ailesiyle dayanışmasını, orta yaşlı, orta sınıf mensubu Makbule hanımın şaşkınlıklarını hissederek okuyabiliyoruz. Aynı dirence, çocukların birbirlerine karşı acımasızlığı karşısında okuyarak ve okuma öğreterek çoğalan "Dilan" öyküsünün kahramanında da rastlıyoruz. "Bayram" isimli öykünün kahramanı Ali, doğuştan kalça çıkığı olan, aksayarak yürüyen ve bayram geçitlerinde görev alamayan bir çocuk. Zübeyde Seven'in anlatımıyla içindeki kırık yanını kimseye göstermemeye çalışan, düşlerinde kendisini bayramda yürürken gören. Ali'nin annesi, duyarlı öğretmeni, arkadaşları ve acımasız, katı, gösterişçi okul yöneticisiyle yaşadıkları öyküyü oluşturuyor. Turan bu öyküsüyle ve kitabın sonlarına doğru rastladığımız "Selçuk" isimli öyküsüyle çok ciddi bir yaramıza parmak basarak okul sistemimize engelli bir çocuk penceresinden sağlıklı eleştiriler getirmiş. Osman adlı öyküde çalışan anne ve çocuğunun ondan beklentileri abartısız, gerçekçi bir biçimde çocuğa göre anlatılmış. Ülkemizde pek çok çocuğun ve pek çok annenin sorunu olan bu konu işlenirken çocukların duygu dünyaları, kıyaslama becerileri ve özlemleri çok güzel dile getirilmiş. Üvey anne konusundaki önyargıları yıkabilecek, çocukları bu önyargılardan arındırabilecek "Kadir Anneler gününde" isimli öyküde, küçücük yaklaşımların değeri, sevgiye ve ilgiye olan ihtiyaç, vurucu bir biçimde anlatılmış. "Bademlerden Buket" isimli öyküde, çocukların en büyük ihtiyacı olan güven duygusunun ancak büyüklerden öğrenilebileceği, farklı yetişkin davranışlarının çocuk dünyasında yarattığı karmaşa çocuk kitabı yazarı Nuray ile yoksul köylü çocuk Buket arasındaki ilişkiyle işlenmiş. Aynı konu farklı bir biçimde, farklı kahramanlarla "Ebem Kuşağı" öyküsünde de işlenmiş. "Dolmuş Parası" isimli öykü, bazı çocuklarımız için bir kitaba, bazı kırtasiye malzemelerine sahip olabilmenin bile ne kadar önemli bir lüks olduğunu vurgulayarak Hakkari'li Özgür'ün dilinden anlatılmış. "Elif Öğretmenler Gününde" ve "Berçin" isimli öykülerde, anne ve babaların işyerlerinden zorunlu tayinlerinin çocuklar üzerinde bıraktığı etkiler hassas bir biçimde anlatılmış. Ayrıca bu öykülerde yetişkinlerin çocuklardan sağlıklı ilişki kurmayı öğrenmeye olan gereksinimleri de çok tatlı bir biçimde vurgulanmış. Ara sıra televizyon ekranlarında gördüğümüz okulsuz, sinemasız, yolsuz köylerdeki çocukların yaşama ilişkin özlemlerini dile getiren bir diğer öykü "Sinema" isimli öykü. "Orman Yangını" isimli öykü biraz didaktik olmasına rağmen, güncelliği nedeniyle çocuklar için gerekli olduğunu düşündüğüm doğa katliamı konusunu ele almasıyla değerli bir öykü olmuş. "Ülkelerden Bir Ülke" kitabın son ve bana göre en güzel öyküsü. Masal tadında, masal dilinde yazılmış ve emeğin, paylaşımın değerini vurgulayan bir eser. Ben de Zübeyde Seven'in dileğine katılarak barışın, dayanışmanın, emeğin değerini ve gücünü anlatan masalların bütün nineler ve dedeler tarafından bıkmadan usanmadan anlatılmasını, anlatılarak yaşama geçmesinin sağlanmasını dilerim. Zübeyde Seven Turan'a yazın yaşamında başarılar dileyerek kendisini kutluyorum. SİHİRLİ DERGİLER Ebe Sobe (www.ebesobe.com)Bilim Çocuk (www.biltek.tubitak.gov.tr/cocuk) Meraklı Minik (www.biltek.tubitak.gov.tr) (okulöncesi)Çoluk Çocuk (www.colukcocuk.com.tr) (yetişkinler için)Okyanus (okyanussaklambac.com.tr) Çocuk Yayınları ve Okuma Kültürü Dergisi
-
AHLAK İÇİN DİN ŞART MI?... (New Scientist dergisi; 1 Eylül sayısında ahlak ve din arasındaki ilişkiyi masaya yatırıyor...)
Evet ahlak değişkendir suheda... Nedenmi... Toplumların ahlak düzenleri, içinde bulundukları üretim ilişkilerine göre biçimlenir. Örneğin din-tarım nitelikli feodal toplumlardaki ahlak düzeni feodal ahlaktır... Kentsel endüstri toplumlarındaki ahlaka, kentsel-endüstriyel ahlak diyoruz... Gerisinide bir zahmet siz getiriverin artık...
-
Dipnot
Merhabalar sayın ErdalAktaş... Teşekkürler...
-
Dipnot
Cok teşekkür ederim sevgili BlackCADY... Güzel şeyler yazmışsın ve bunların %1 ni hakkedebilyosam ne mutlu bana... Saygılar...
-
İlkokul mezunu olduğu gazetelerde sık sık yazılan bir imam düşününüz. Bu zatın etkisi altında yönetilen sırf Türkiye'de ikibin küsur öğrenci yurdu var
F.Gülen'e inanan milyonlarca kışı yanılıyor, altadılıyor, kandırılıyor olamazmı sinan... Bakın KANALTÜRK televizyonunda "YOLSUZLUK, YOLSUZLUK" programında yıllardır bu zihniyetin oluşumunda başından beri kendisiyle birlikte yan yana omuz omuza olan yaveri neler anllattı geçenlerde... 'Fethullahçılık ihanet şebekesi' Gülen'in 25 yıl boyunca başyaverliği ve kuryeliğini yaptığını belirten Nurettin Veren, Fethullahçı örgütlenmenin 7.5 milyar dolarlık ekonomik güce ulaştığına, Türkiye'de dershaneye giden 4 çocuktan 3'ünün tarikatın eline düştüğüne altına basa basa dikkat çekti. Fethuhllahçı örgütlenme büyük bir ekonomik güce ulaşınca 1993'te harekete geçildiğini anlatan Veren, "Bir cami nasıl milletin parasıyla yapıldıysa Zaman gazetesi ve Samanyolu televizyonu da aynen öyle yapıldı. Sonra Asya Finans'ı kurdum" şeklinde milyonların gözünün içine baka baka bunları söylerken sevgili arkadaşım siz nerelerdeydiniz bilmiyorum ama... Bu zihniyetin önde gelenlerinin çoğu göbek kaşıyarak ve onlara inanan milyonları düşünerek keyifle tespih çekmeye devam ediyorlardı... Çünkü dini ticarete dökmekle ne kadar doğru iş yaptıklarının bir bir verimini almanın sahte ruh huzuruyla... Kalın sağlıcakla..
-
BlackCADY
Sevgili BlackCADY... Sizi düşünce, duygu ve aydın kişiliğinizle forumda yazılarınızı büyük bir keyif ve mutlulukla takip ediyorum... Objektif, yalın, açık ve aklın yolunda bir kaleminiz var... Dost sevgi ve saygılarımla... Mücadelenizde yanlız değilsiniz...
-
İlkokul mezunu olduğu gazetelerde sık sık yazılan bir imam düşününüz. Bu zatın etkisi altında yönetilen sırf Türkiye'de ikibin küsur öğrenci yurdu var
Türkiye bu korkunç cehaletin pençesine nasıl düştü? Bunu iyi irdeleyelim. Önümüzdeki birkaç yılda neler olacağı, bizi bu cehalete mahkûm eden birkaç on yıllık geçmişimizde saklıdır... Karanlığın Gölgesi Olur mu? İlkokul mezunu olduğu gazetelerde sık sık yazılan bir imam düşününüz. Bu zatın etkisi altında yönetilen sırf Türkiye'de ikibin küsur öğrenci yurdu varmış. Yurt dışında sayısız «okul». Bu zat Papa ile konuşmaya gidiyor. Beyaz Saray himayesinde iftarlar veriyor ve Türkiye Cumhuriyeti Büyükelçisi bu iftara katılıyor. Ve bu zat arada bir cevherler yumurtluyor ve o cevherler 21. yüzyıl Türkiyesinde haber oluyor! Geçenlerde gene bir yumurta düştü mübarek ağzından: Kuraklığın sebebi günahkârlıkmış! Bunu okuyunca birden kendimi Ortaçağ Avrupasında sandım. Hatırlayacaksınız, ondördüncü yüzyılda Avrupayı istila eden kara ölüm, kıt'a nüfusunun bazı tahminlere göre üçte birini, diğerlerine göre de yarısını alıp götürmüştü. Bu korkunç veba salgınına karşı Orta Doğu'dan ithal edilmiş bir Yahudi mitolojisinden ibaret olan Hristiyanlığın etkisindeki zır cahil Avrupanın söyleyebileceği tek şey vardı: Bu günahlarımızın karşılığıdır. Bir grup yobaz günahlarından arınabilmek için Yahudileri katletmeğe başlamışlardı. Bir diğer grup kendilerini kırbaçlayarak şehir şehir dolaşmış, sonunda topladıkları taraftar sayısıyla ülkelerin emniyeti için bir sorun haline gelmişlerdir. Kara Ölüm esnasında uygulanan sözde tedavileri insan okuduğu zaman tüyleri diken diken oluyor. Din adına yapılan zırvalıklar, bu olaydan ikibin yıl öncesinin uygar Yunanistanında düşünülemezdi bile. Ama Kara Ölüm Avrupayı kasıp kavururken talihsiz kıt'ada kaç kişi eski Yunan'ı ve onun Hippokratik doktorlarını biliyordu? İmam Fethullah Efendi de eski Yunan'dan bîhaberdir. Geçenlerde televizyonda National Geographic Wild kanalını ararken bir talihsizlik eseri kendisinin bir konuşmasını veren bir kanala düştüm. Konuşmasında İslam peygamberi Muhammed'in Medine'de yaşayan topluluklarla yapmış olduğu karşılıklı antlaşmaları anlatıp, bunların modern demokrasilerde bile görülmeyecek derecede insancıl olduklarını söylerken, «tabii o devirlerde demokrasi bilinmiyordu» deyivermedi mi? Perikles merhumun kemikleri sızlamıştır diye düşündüm. Atina, Muhammed'den neredeyse bin sene evvel demokrattı ve bu işin kurallarını icat etmişti. Bizzat demokratia, kulağa hoş gelen ve halkın gücü anlamındaki o güzel kelime, Perikles'in vatandaşlarının icat ettikleri bir kelimedir. Ama herhalde Perikles Fethullah Efendi'nin devam ettiği ilkokulda okutulmuyordu. Ama Fethullah Efendiye niçin haksızlık ediyoruz? Doç. Dr. unvanlı Milli Eğitim bakanımızın hali daha mı iyi? Söylediklerine bakınca ne biyoloji, ne jeoloji ne antropoloji ne de prehistorya bildiğini görüyorum. Bunları bilmez derken, uygar ülkelerde taksi şoförlerinin bildikleri bir düzeyden bahsediyorum, yoksa üniversite düzeyinden değil. Ve bu kişilerin makbul addedildikleri bir çevre, Türkiye Cumhuriyetine yeni bir anayasa hazırlamakla meşgul. Bunu kimselere danışmadan, kimselere sormadan kendi içlerinde yapmaya kararlılar. Bu tabii ancak cahil cesaretinin verdiği bir haddini bilmezlik olabilir. Ama etkisi hepimize olacaktır. Hepimizi de aşıp Türkiye'nin içinde bulunduğu bölgeye olacaktır. Ve nihayet dünyaya olacaktır. Geri kalmış ülkeler bir zamanlar Atatürk Türkiyesine bakıp ümit tazelerler, ilham alırlardı. Şimdi Tayyip Erdoğan-Abdullah Gül-Fethullah Gülen Türkiyesine bakıp meyus oluyorlar, belki de kaderlerine razı olmaktan başka çarenin olmadığını düşünüyorlar. Türkiye bu korkunç cehaletin pençesine nasıl düştü? Bunu iyi irdeleyelim. Önümüzdeki birkaç yılda neler olacağı, bizi bu cehalete mahkûm eden birkaç on yıllık geçmişimizde saklıdır. O geçmişi iyi öğrenip, iyi değerlendirelim. Vatan Caddesindeki anıt mezarlar, Türkiye'yi bu karanlığa mahkûm edenlerin yattığı yerlerdir. Onlar orada karanlığın bekçiliğini yapmaktadırlar. Bir faydalı yönleri o karanlığın tarihini bize sürekli hatırlatmalarıdır. Günümüzün karanlığı geçmişte örülenin gölgesidir. Geçmişin karanlığını unutan, yarının karanlığını savuşturamaz. ___________________________________________ ___________________________________________ Celal ŞENGÖR / Bilim teknik
-
AHLAK İÇİN DİN ŞART MI?... (New Scientist dergisi; 1 Eylül sayısında ahlak ve din arasındaki ilişkiyi masaya yatırıyor...)
Sevgili Arkadaşım ne güzel ifade etmişsin... Evet yaşam değişimdir ve fakat din durağan ve değişmez birçok şey üzerinde fasit daire çizip durur ve dönüp dolaşıp aynı yere gelirsin. Oysa günümüz koşulları ve gelişmeleri karşısında ahlak kavramını bile durağan bir düşünceye atfetmek. Kolaycılığın, yeknesaklığın, öğretilmiş şartlanmadan başka birşey ifade etmemektedir... Oysa günümüzde ve dinsel tarihe de baktığımızda; Ahlak insan aklına ve vicdanına dayanırsa olanaklıdır. Oysa dine dayanan ahlaklar, çıkarcı ve ayırıcıdırlar... Oysa dina dayalı toplumsal düşünce ve kendilerince oluşturdukları Ahlak karşısında ne kadar acz içinde oldukları gayet açık görülebilmektedir... Ne ahlak ama dedirtecek türden... Mesela; Müslüman ülkeler, kendi ülkelerindeki zenginlikleri bile kullanamayacak bir ilkellik ve sefalet içinde yaşamakta; bombalanarak, hakarete uğrayarak yerle bir edilecek duruma düştüler ve de bunları yapanlara, ancak intihar saldırıları düzenlemek, insanlık dışı terör estirmek, hem de avuç açmak zorundalar? İkinci olarak, insan ahlakının bir Allah korkusu, çıkar hesabına, cehennem korkusu ve cennet umuduna dayanması mı, yoksa ahlakın insanın kişilik onuru ve vicdanına dayanması mı insanı değerli kılar? Yalnız, birinci soruya vereceğiniz yanıt, ''Bütün teknik yenilikler, bilgiler Kuran'da vardır'' gibi bir ..... saçması olmasın!...
-
BU DA KADIN SOYKIRIMI... (Her yıl 1.5 ila 3 milyon kadın ve genç kız, dayak yediği veya ikinci sınıf muamelesi gördüğü için ölüyor...)
Çok doğru ve yerinde tespitler... İnsan onurunu zedeleyen bu tür davranış ve davırlar içerisinde olanların psikolojik anlamda büyük sorunlar yaşadığını ve kendi ve çevresindekilere büyüt tariplar yaşattığı aşikardır... Teşekkürler sevgili suheda...
-
AHLAK İÇİN DİN ŞART MI?... (New Scientist dergisi; 1 Eylül sayısında ahlak ve din arasındaki ilişkiyi masaya yatırıyor...)
Katkı ve paylaşımlarınız için çok teşekkür ederim sevgili maraba ve gelincik... Yazılarınz her zaman olduğu gibi ojektif, erensel değer taşıyan ve günümüz kavram ve sorunlarına değer katabilecek anlamlar yüklü... Yüreğinize ve kaleminize sağlık... Şimdi yukarıdaki arkadaşlarımın düşünceleri doğrultusuda belkide şunuları söylemek doğru olacak... Şimdi bana bana göre: Ahlak, bir zekâ yetisidir, bir bilinçtir. Ahlak, uzun süreler için kişinin akademik, duygusal ve sosyal zekâlarının nasıl kullanılacağını belirleyen bir üst zekâ bölümüdür. Ahlak, kişinin neyi, neden ve nasıl yapması gerektiğinin yanıtıdır. Ahlaklı davranışın eksenleri inançla değil, bilinçle oluşur. Eğer birey, neyi, neden ve nasıl yapması gerektiğinin bilincinde değilse, ya toplum kurallarını baskı olarak yaşamayı kabul eder ya da hiçbir normu olmadan boşlukta yaşar. Uygarlığın temel ölçütü, bireyin ahlak bilincine sahip olup olmamasıdır. Eğer birey, üzerinde hiç baskı hissetmeksizin, kendi kararıyla dürüst davranıyorsa, yalana başvurmadan ilişkilerini sürdürüyorsa, başkalarının haklarına kendini kayırmadan bakabiliyorsa, bu kişi uygardır. Eğer böyle değilse, hangi yaşam standardında olursa olsun ahlaklı da değildir, uygar da... Sevgiyle ve umutla kalın...
-
Forumda kimleri okuyorsun?
Kendimden parçalar bularak okuduğum arkadaşlar... Işığı, aydınlığı ve doğru dürüstlüğü ile:Bilimselci Bilgi, saygı, içtenliği ve duruşuyla:Yam_yam İnanılmaz keyif, bilgi, birikim ve nezaketilye:GeceKuşu Maviliklerin derinliğindeki gizemiyle:Tengeriin boşig Sıcacık dostluğu ve içten insancıllığı ile:Rua Tatlılığı, espirisi ve eyecanıyla: katakuta Parlayan ışığı ile:Sardunya Dengeli, duyarlılığı, düşünce ve kişiliği ile: Gelincik Çok tatlı kişiliği ile:Gloria Nezaket ve saygısıyla:Muki Dostluğu ve kararlılığı ile:Efendi Türkler Kendine özge kalemiyle:Cerenimoo Kibarlığı ve hoşgörüsüyle:jön Kendime hiç yabancı bulmadığım:maraba Felsefeyi çok sevdiğimden:NıEtZsChE Canlılığı ve dost sıcaklığı ile:GuNeSLi_GeCe Doğru ve güzel duygu ve düşünceleri yaşattığı ile:BlackCADY Kendimden parçaları bütünleştirdiğiyle:ErdalAktas Birikimini ve enerjisini en iyi kullanan biri olarak:erdogan Değeri ve anlamıyla:CYRANO Yumuşak ve sevgi dolu yüreğiyle:Gece Yağmuru Hedef ve verdiği enerji ile:politika Eğitim, sevgi ve tatlı kişiliği ile:sedelina Çok şeyler paylaşım çabasıyla ve araştırıcı ruhu ile:keskinkalem Sık sık tartıştığımız ve kendilerine düşüncelerimde sertlik olmasına ramen insan olarak çok saygı duyduğum arkadaşlar ise; Farklı kişiliği ile mücadeleye çeken:bozan İnancını her zaman yüreklice savunan:Sueda Renkleriyle:4mevsim (unuttuklarım olabilir aflarına sığınıyorum...)
-
BU DA KADIN SOYKIRIMI... (Her yıl 1.5 ila 3 milyon kadın ve genç kız, dayak yediği veya ikinci sınıf muamelesi gördüğü için ölüyor...)
İnanamıyorum... Neden böyle önemli bir konu hiçbir bayanın ilgisini çekmez... İlginç...
-
Bez parçasının hiç birinin kutsallığı yoktur.!
Aa biz ***** siz bilen oluyorsunuz değilmi... Çooook faydalandık sizden... Hakikaten belli oluyor... Lütfen devam edin...
-
AHLAK İÇİN DİN ŞART MI?... (New Scientist dergisi; 1 Eylül sayısında ahlak ve din arasındaki ilişkiyi masaya yatırıyor...)
Sevgili Sardunya... Gerçekten güzel ifade etmişsiniz... Katkı ve paylaşımlarınız için çok teşekkür ederim... Bence konumuzun özünü biraz daha yelpazelendirirsek sanıyorum hepimize ışık tutabilecek çözümlere yaklaşmış olacağız... Şöyleki yukarıda belirttiğim ifadeyi yineliyorum; Burada; Ahlak kültürü din kültürüyle de özdeş değildir... Ahlakın ancak din inancıyla olabileceğine ilişkin öğreti sadece dinsel ahlakın ezberletilmesi ile sınırlıdır... Oysa ''ahlak'' , din öğretisi ile sınırlı olmayan laik ve bilişsel bir bir kavramdır... Buradan yola çıkarsak bizi şu düşünceye doğru sürüklediğini göreceğiz... Ezbere ve denetime dayalı her öğreti bilinç oluşturma özelliğinden yoksundur diyebilirmiyiz... Diyebiliriz... Bu nedenle de tam burada ''ahlaksal zekâ'' düşünülmesi gereken bir kavram olduğunu düşünüyorum... Bana göre; ''Ahlaksal zekâ'' yoksunluğu, Günümüzde maalesef çok görülen, hiçbir normu olmayan, çıkarcı, fırsatçı, kullanıcı tipleri yaratmaktadır... Sonuç olarakta; ''Ahlaksal zekâ'' dan yoksun bireylerin akademik zekâları, duygusal zekâları, sosyal zekâları arttıkça da çıkarcılıkları artmakta, fırsatçılıkları gelişmekte, kullanıcılık alanları genişlemektedir... Çağımızın en büyük bunalımı da kanımca burada yatıyor... Sağlıcakla kalın...
-
AHLAK İÇİN DİN ŞART MI?... (New Scientist dergisi; 1 Eylül sayısında ahlak ve din arasındaki ilişkiyi masaya yatırıyor...)
Evet DOĞRU DOĞRUDUR... Ben birşeylere karşı çıkmış olmak için yazmıyorum... Anlatmaya çalıştığım şey gayet açık sanıyorum... Farklılığın belirginleşmesi tabiki çok doğal ve bunu anlarım... Burada farklılığımızın temeli Ahlak konusunda sizin dinsel ahlak etkisinden öte gidememeniz... Ben ise bunun tam tersini düşünüyorum... Bakın diyorum ki; Ahlak kültürü din kültürüyle asla özdeş değildir... Ahlakın ancak din inancıyla olabileceğine ilişkin öğreti sadece dinsel ahlakın ezberletilmesi ile sınırlıdır... Oysa ''ahlak'' , din öğretisi ile sınırlı olmayan laik, bilimsel ve bilişsel bir bir kavramdır. Sağlıcakla kalın...
-
Bez parçasının hiç birinin kutsallığı yoktur.!
Tamamıyle katılıyorum.. Kaleminize ve yüreğinize sağlık...
-
AHLAK İÇİN DİN ŞART MI?... (New Scientist dergisi; 1 Eylül sayısında ahlak ve din arasındaki ilişkiyi masaya yatırıyor...)
Arkadaşım bu değerleri incil'de, Tevrat'ta, Zebur'da yazıyor ve hiçbiri evrensel olamıyor... Neden?... Çünkü bilimsel değil!... Ve hiçbir din evrensel değildir, evrensel olan bilimdir, bilimsel düşüncedir... Bana göre gerisi teferruattan ibarettir... Farkımız bu olduğunu düşünüyorum... Kanımca düşünce farklılığımızın bağlamında ve hepsinin ötesinde bireysel sorumluluklarımız var. Sadece dinsel çözümler, süreçler değil... Bizim amacımız tüm dünyayı bilimsel ahlak kavrayış açısından önemlidir. Önce bu sorumluluk yerine getirilmeli... Yoksa sizlerin bizlere sunacağınız şeyler nakarattan öteye bir anlam ifade etmez... Edemezde... Kalın sağlıcakla...
-
AHLAK İÇİN DİN ŞART MI?... (New Scientist dergisi; 1 Eylül sayısında ahlak ve din arasındaki ilişkiyi masaya yatırıyor...)
Arkadaşım hep aynı hikaye... Sana göre ahlak nedir... "AHLAK İÇİN DİN ŞART MI? Önce onu bilelim.. Öyle ıkınarak, sıkınarak, süreler okuyarak kafa bulanıklığı yapmanın, dini öne çıkarıp konunun dinsel etki etrafında toplamanın hiçbir faydası yok. Üstelik bahsettiğin şeyler bilinen şeyler ilk değil yani... Hıristiyanlığın ahlakı, Yahudiliğin ahlakı, Budizmin ahlakı, Yezidizmin ahlakı, vs. vs. Bunlarla yola çıkamayız diye düşünüyorum... Çünkü dibini bulamayız... Günümüz uygarlığında Ahlak kendi başına bayağı, yalın ve açık nasıl ifade edilebilir... Konuyu açıklamak için bahsettmeye çalıştığ 'intihal'' den başka birşey değildir bana göre. Üstelik birçok dinin kende ekseni etrafında bana Ahlaksız gelen ve toplumu savaşa, ikileme ve bölmeye yönelten birçok ahlaksız ve pervahsızlığı vardır.. İman sahibi olabilirsiniz tabiki ama buna her bilimsel açıklamanın önüne koyma zorunluluğunuzu bir türlü anlamış değilim... BİLİM ÇOKMU APTAL VE GEREKSİZ sizce... Günlük yaşamın her sorununu den eksenli mi çözülmelidir... Ya da Dinsel veriler herşeyin üzerindemidir... Veya dinsel yaklaşımlar sizi bizden ayırdan özelliğinizi vecizei anlamda daha mı ahlaklı kılıyor... Son olarak yaşadığımız süreçte din adına yapılan ahlaksızlık diz boyu olduğu şu günlerde bu sürelerin hiç bir anlam ifade etmediğinin farkınkında değilmisiniz... Kalın sağlıcakla...
-
AHLAK İÇİN DİN ŞART MI?... (New Scientist dergisi; 1 Eylül sayısında ahlak ve din arasındaki ilişkiyi masaya yatırıyor...)
Konu Ahlak... Cevap yukararıdakiler... Evet anladık bilime sırt çevrilmiş bir düşünce yapı var... Var da bilimin mayası olmuş ve uygarlığı bu güne kadar kedirmir Üniversiteleri dışlayarak bu tür yaklaşımlarla anlatmak niye... Ona hiç hiç ama akıl sır erdiremiyorum.... Ama bizde tespih çekmek diye bir deyim vardır... Bu da ona benziyor sanki... Tespih çekmek, mahallelinin en önemli işidir; yani, esas olarak erkek olan herkesin, eski deyimle "meşgalesidir" . Kadınlar, ibadet dışında tespih çekmez. Mahallede tespih sabır ve teslimiyet anlamına gelir. Bunların ömürleri beklemekle geçer; bu bekleme, "öbür dünyaya kadar" uzanır. Galiba bu ezbere yazılanlar da buna hizmet ediyor... Kalın sağlıcakla...
-
"KADER" DENEN ŞEY VE OKUYUP ÜFLEMEYLE DEĞİŞİM... (Birisi okuyup üfürdü diye evrende milyarlarca yıllık yatırıma sahip Tanrı yolunu değiştirmez!...)
Camus hayata yoksul başlamıştı, babası tarım işçisiydi, Cezayir'deki felsefe öğrenimini verem olup bırakmış, başarısız bir tiyatro topluluğu kurmuş, Paris'te bir direniş gazetesi olarak kurulan Combat'ta yazıişleri müdürlüğü yapmıştı. Sonra Nobel aldı, yollarda trafik sıkışıklığı değil doğru dürüst bir araba bile yokken 1960 da kaza yaparak 47 yaşında öldü. Kaderi büyü ile değiştirmeye çalışma isteği... (OKUYUP ÜFLEMEK...) Tek düşüncesi vardı: Başkaldırmak. Hayata bir çukurun içinde başlamış bu adamın başka felsefesi ve kaderi olabilir miydi? Kader, hayatın nebatlara, hayvanlara ve insanlara dönük olarak küçük zaman birimlerine paylaştırılmış detaylı ve bağıl bir programdır ki, yarattığı etki dizgesi olarak ticarete benzer. Bir malın ucuzlaması, başka malların üretimini arttırır. Onun gibi, bir kadının yaptığı büyüyle, kaderinde yokken göz koyduğu adam kendisiyle evlenirse dünyanın programı bozulur, o erkeğin evleneceği asıl kadın başkasıyla, boş kalan üçüncü kadın bambaşka bir erkekle evlenmek zorunda kalır ve bu böyle zincirleme devam ederek yeryüzünde kurgulanmış ikili ilişkilerin bir kısmı bozulur, bir kısmı zarar görür, onlardan olacak çocuklar, torunlar, torunların torunları değişir, bir düzen bozulur, başka bir düzen kurulur. Yeryüzünde birisinin fazladan çabasıyla ekin tarlasında bir bıldırcın ölmesi, bir ırmağın yatağının değişmesi, bir kadının onunla değil bununla evlenmesi, bütün sistemi değiştirir; kader buna hiç akla gelmeyecek yollarla direnir. Johannes Brahms'ın kardeşi Fritz, çok çalışarak kaderi değiştirip abisi gibi ünlü olmak ve Brahms adını müzikte kendisi temsil etmek istemişti. Kader Fritz'in çabasından etkilense de gerçek Brahms'a verdiği payeyi geri almamış, ama kardeşine de bir teselli bırakmıştı. Müzik tarihinin Fritz'e verdiği ad şuydu: Yanlış Brahms! Yeryüzündeki milyonlarca "yanlış" insana kader direnmese, program her saniye değişerek taşınamayacak bir kaos yaratır. Kaos deyince, kaderi kaos çıkartmak olan Sultanahmet Meydanı' ndan (Atmeydanı) bahsetmek isterim. Bizans imparatoru Andronik Komnen, bu meydanında kadınlar tarafından gözleri oyularak öldürülmüştü. Ondan dört yüz elli yıl sonra bir düğünün hemen ertesinde yeniçeriler bahşiş alamamış, padişahı ayak divanına kadar çağırarak sadrazamı Hafız Paşa'yı kurban almışlardı; üstüne bir çeyrek asır bile geçmemişken yeniçeriler ulufeden maraz çıkarıp yeniden ayaklanarak sarayın ileri gelenlerini meydandaki ulu çınarın dallarına yaprak misali asmış ve Vak'ai Vakvakiye denilen olayda divan-ı hümayunun kadrosunu bir çırpıda yenilemişlerdi. Atmeydanı'nındaki yeniçerilerle hükümdarların çıkarları iktidarın kaderini belirlemişti. Camus bu meydana hiç gelmemişti, ama burada olan biteni özetleyen bir cümle etmişti: İnsanın çıkarı karşısında Tanrı'nın ağırlığı yoktur. Bana göre kader, çınarlar gibi ulu ve uhrevi değil, çıkarlar ve imkanları gözeten basit ve dünyevi bir programdır. Bu dünyevi programı kendi lehinde kullanmak söz konusu olabilir ama. Bunun yolu programı çok önceden bilmekten ve kendi programını ona uygun kurmaktan geçer. Örneğin yaşamın seni gelecekte şeker hastası yapmak gibi bir sürpriz hazırladığını bilirsen, şekeri az yiyerek bu tuzaktan bir yere kadar kurtulabilirsin. O yüzden "Genom Projesi"nin hedefi, hayatın bizimle ilgili programını bilmekten başka bir şey değildir. Kader önceden bilinirse, ancak o zaman kendine müdahale ettirir. Kendinde şizofreni geni olduğundan şüphelenirsen, aynı geni taşıyan birisiyle evlenmezsin. Doktorlar bu konudaki rehberliğe genetik danışmanlık diyorlar. Aşk da muhtemelen kendimize benzemeyeni seçmemizi sağlayarak bize bir çeşit genetik danışmanlık veriyor. Esmerin sarışını, konuşkanın suskunu sevmesini başka nasıl açıklarız? Kaderi büyüler değil, erken edinilmiş bilgiler değiştirir diyebiliriz, çünkü bir program son dakikada değil, erken saatte değiştirilirse, değişikliğe adaptasyon mümkündür. Doktorlar, "Kanserden değil, geç kalmaktan kork" derler, o, program hazırlanırken gel demektir aslında. Hem dışımızda, hem içimizde girift biçimde örülü şaşmaz bir program çalışır, bünyemizdeki 200 bin farklı türde molekül bizi ayakta tutmak için ölesiye uğraşır, hücrelerimizin kimisi insülin üretir, kimisi yağ depolar, çoğu da şeker parçalar, insan bir bileşimdir. Bu muazzam faaliyetin ortasına, program hakkında bilgi sahibi olmadan büyüyle "Öyle değil, böyle olsun" diye hançer gibi girmek arsızlıktır ve tabi ki dikkate alınmayacaktır. Birisi okuyup üfürdü diye evrende milyarlarca yıllık yatırıma sahip Tanrı yolunu değiştirmez!... _________________________ _________________________ Bilim Teknik 28.09.2007/Tahir M. Ceylan
-
AHLAK İÇİN DİN ŞART MI?... (New Scientist dergisi; 1 Eylül sayısında ahlak ve din arasındaki ilişkiyi masaya yatırıyor...)
Ahlak için din şart mı? Ahlaki değerler içgüdüsel midir, yoksa dini inançların yönlendirmesiyle mi oluşmuştur? Ahlaklı olmak için dine gerek var mıdır? Gerek yok ise, tüm kültürlerde niçin din var? Ve din ne işe yarıyor? New Scientist dergisi 1 Eylül sayısında ahlak ve din arasındaki ilişkiyi masaya yatırıyor. Dawkins, dini, ahlaki değerlerin kaynağı olarak gören geleneksel görüşe karşı çıkan çok sayıdaki düşünürlerden yalnızca biri. Bu kişilere göre din, ahlaksız davranışları mazur göstermeye yarayan bir araç. Dinin ahlakın veya ahlaksızlığın kaynağı olarak değerlendirilmesi yerine, bazı bilim adamları ahlakın ve dinin insan doğasının bir özelliği olduğuna inanmayı tercih ediyor. Tüm dünyada din çok çelişkili bir konumda. Dini inanışlar her zamanki gibi güçlü ancak Aydınlanma hareketi ve bilimsel gelişmeler, din kavramına ile hiç olmadığı kadar şiddetle karşı çıkıyor. Richard Dawkins gibi dini sorgulayan bilim adamları, bizleri dinin bir hayal olduğuna ve aynı zamanda tehlikeli de olduğuna inandırmak istiyor. Dawkins, dini, ahlaki değerlerin kaynağı olarak gören geleneksel görüşe karşı çıkan çok sayıdaki düşünürlerden yalnızca biri. Bu kişilere göre din, ahlaksız davranışları mazur göstermeye yarayan bir araç. Bu görüş, son günlerde giderek daha fazla destek buluyor, zira son bilimsel çalışmalar ahlakın beynimizin derinliklerine kazındığını, başka bir deyişle içgüdüsel kaynaklı olduğunu gösteriyor. Bu da, hepimizin doğru ve yanlışı ayırt etme yeteneği ile doğduğumuz ve dini öğretilerin bu çok temel ahlaki içgüdüleri değiştiremeyeceği anlamına geliyor. Ne var ki bu radikal görüş pek çok biyoloğu ikna etmeye yetmiyor. Son yıllarda dinin insan davranışları üzerindeki etkileri konusunda çok sayıda araştırma yapılmış ve halen de yapılıyor. Bu, üzerinde bilimsel araştırmalar yapmak için çok kaypak bir konu. Bilim adamları bu konuyu şimdi dinin nasıl evrilmiş olabileceğine, hangi amaca hizmet ettiğine ve insanları daha ahlaklı -veya daha ahlaksız- yapıp yapmadığına bakarak irdeleme yolunu tercih ediyor. Bu çalışmaların sonucunda, din ve ahlak arasındaki ilişki konusunda hâlihazırdaki basite indirgenmiş fikirlere meydan okuyan yeni bir görüş oluşmaya başladı. Dinin ahlakın veya ahlaksızlığın kaynağı olarak değerlendirilmesi yerine, bazı bilim adamları ahlakın ve dinin insan doğasının bir özelliği olduğuna inanmayı tercih ediyor. Bu bağlamda ahlaklı bir yaşam sürmek için aslında insanların dine ihtiyacı yoktur; ama din olmadan ahlakın evrimleşme şansı olamazdı. Böyle bir yaklaşım, dini inanışlar ve ahlaklı davranışlar arasındaki karmaşık ve çelişkili ilişkiyi açıklayabilir. Bu düşünce şekli ayrıca, dinin kalıcı gücünün altında yatan etmenleri ortaya çıkarttığı gibi, inanmışları akıl yolu ile inançlarından vazgeçirmeye çalışmalarının ne kadar faydasız olduğunu da gösteriyor. DİN İYİLİĞE ÖZENDİRİYOR! Dinin iyiliğe özendiren bir güç olduğunu gösteren çok sayıda kanıt var. 1970'li yılların sonlarında 1980'lerde Seattle'daki Washington Üniversitesi'nden sosyolog Rodney Stark ve William Sims Bainbridge , dini inançlar ile ahlaklı davranışlar arasında bir ilişki olduğu yolundaki görüşü tartışmaya açtılar. Bu ikilinin araştırmaları, ibadet etme alışkanlığının, ahlaki normların toplu olarak daha iyi anlaşılmasına ve insanların daha az suç işlemesine yol açtığını ortaya çıkarttı. Daha sonra yapılan çalışmalar ise aşırıya kaçmayan dindarların daha mutlu, daha şefkatli, daha adaletli ve daha eli açık olduklarını gösteriyor. Bir diğer çalışmaya göre ise sigara, uyuşturucu ve alkol gibi kötü alışkanlıklardan din yardımı ile daha kolay vazgeçiliyor. Din, bunların yanı sıra insanları cinsel yönden de daha ahlaklı olmaya özendiriyor. ABD'de RAND Health adında, kâr amacı gütmeyen araştırma grubunun yürüttüğü bir araştırmaya göre, dini inançlara sahip HIV'li hastalar, inançsız HIV'li hastalara göre daha az sayıda eş değiştirmiş (Journal of Sex Research, vol 44, p 49). DİNİ İNANÇ YETERLİ DEĞİL Ancak dini inanç tek başına doğruya ve iyiye yönlendirmekte yetersiz kalıyor. Bu inananlar için de geçerli. RAND çalışmasından elde edilen bir başka bulguya göre AIDS hastalığına yakalanmış Katolikler, kiliselerinin doğum kontrolünü yasaklamasına karşın, diğer gruplara göre daha fazla kondom kullanıyor. "Katolikler ahlakın kaynağının kendi vicdanları olduğuna inanma eğilimi içinde" diye konuşan RAND çalışanlarından David Kanouse , "Bu çalışma ahlaki değerlerin içgüdüsel olduğu görüşünü inkar etmiyor; yalnızca dinin doğru ve yanlış ile ilgili iç sesimizi yorumlamakta bize yol gösterdiğini ileri sürüyor" diyor. Bu görüş, dinin kötü insanları ve kötü toplumları "hizaya sokmak" için varolduğu düşüncesi ile nasıl bağdaşıyor? Dawkins ve diğerleri, nefretin ve savaşların yol açtığı olumsuzluklara gerekçe oluşturmak için dinden yararlanıldığına ilişkin çok sayıda örneğin olduğunu söylüyorlar Bu kişiler ayrıca dini kitaplarda kınanması gereken davranışların nasıl değişikliğe uğratıldığına dikkat çekiyorlar. Bunlara örnek olarak zina yapanların, dinini reddedenlerin, eşcinsellerin taşlanması, söz dinlemeyen çocukların dövülmesi, köleliğin kabul görmesi, bir babanın kendi çocuklarını fuhşa zorlaması gösterilebilir. Dawkins, dinin yalnızca diğer bilişsel süreçlerin bir yan ürünü olduğunu, insanların doğuştan sahip olduğu ahlak anlayışı ile bir ilgisinin olmadığını savunuyor. Kaldı ki pek çok ateist, tanrı inancı olmadan da iyi bir insan olmayı beceriyor. Öte yandan inananların, kendi ahlaki kurallarını uyguladıkları zaman inanmayanlardan daha iyi bir insan haline geldikleri de görülmüş değil. Boston'daki Tufts Üniversitesi'nden filozof Dan Dennett, hapishanelerdeki mahkumların -en azından ABD'de- dindarlık açısından toplumun diğer kesimlerinden daha farklı bir yapıda olmadığına dikkat çekiyor. Ayrıca Hıristiyan nüfus içindeki boşanma oranının dindar olmayan Amerikalılardan farklı olmadığı belirtiliyor. DİNİN OLUMSUZ ETKİLERİ 2005 yılında Maryland, Baltimore'dan bağımsız bir araştırmacı olan Greg Paul, dinin olumsuz etkilerine ilişkin bir rapor hazırladı (Journal of Religion and Society, vol 7 p1) Bu çalışmada Paul, 18 sanayileşmiş ülkede dindarlık düzeyi ile toplumsal bozukluk göstergelerini karşılaştırdı. Çalışmanın sonucunda, inanç düzeyinin yüksek, ibadetin yoğun olduğu ülkelerde cinayet, çocuklarda ve gençlerde görülen ölümler, cinsel yolla bulaşan hastalıklar, ergenlerde hamilelik ve çocuk aldırmanın daha sık görüldüğü ortaya çıktı. Bugün ahlakın dinden değil, toplumda hissedilen güvensizlikten kaynakladığına inanan Paul, "Kitlesel olarak Tanrı inancını, korku ve yetersiz mali koşulların yarattığı endişenin oluşturur. Dolayısıyla Tanrı inancının altında derin bir biyolojik, genetik ve başka bir köken aramak gereksizdir" diyor. Bu çalışmanın sert eleştirilere hedef olması kaçınılmazdı. Bazı araştırmacılar Paul'un ülke ve ahlaki gösterge seçiminde yanlı davrandığını ileri sürdüler. Daha kapsamlı bir test için Tennessee'deki Vanderbilt Üniversitesi'nden sosyolog Gary Jensen, Paul'un göstergelerinden biri olan cinayet verilerini alarak, farklı dini inançlar ile karşılaştırdı. Jensen'in çalışmasında da cinayet oranlarının inanç düzeyi ile ilişkili olduğu ortaya çıktı. Cinayetler, özellikle Tanrı ve Şeytan inancının geçerli olduğu dualist dinlerde daha fazlaydı. Cinayet oranı ABD'de -nüfusun %96'si Tanrı'ya, %76'sı Şeytan'a inandığını belirtiyor- Filipinler'de, Dominik Cumhuriyeti'nde ve Güney Afrika'da yüksek çıktı. Bu ilişki, yalnızca Tanrı inancının yaygın olduğu, ancak Şeytan inancının az olduğu İsveç gibi ülkelerde -nüfusun yalnızca %18'i bu ikisine inandığını belirtiyor- daha düşüktü. (Journal of Religion and Society, vol 8, p 1) DİNDARLIĞIN KATEGORİLERİ Dinin rolü, Tanrı'nın gücü olarak ele alındığında ortaya buna benzer, karmaşık bir tablo çıkıyor. Kansas Üniversitesi'nden sosyal psikolog Daniel Batson dinin rolünü iki kategoride ele alıyor. Biri, Tanrı'ya inanç ve ibadeti çıkar gözetmeden yapma güdüsünü içeren "İçselleşmiş Dindarlık" tır. İkincisi ibadetin bir sosyal etkinlik olarak yapıldığı ve kişisel çıkarların gözetildiği "Göstermelik Dindarlık" kategorisidir. Batson'a göre içselleşmiş dindarlık ile merhamet veya önyargıların azalması arasında yakın bir ilişki var. Oysa, bunun tam tersi, göstermelik dindarlıkta önyargılar derinleşmiş, merhamet hissi azalmış ve yardımlaşmada bile karşılık beklentisi öne çıkmıştır. Batson üçüncü kategori olarak "Arayış Dindarlığı"nı öne sürüyor. Bu kategoriyi oluşturan insanlar dinselliği sorgulama alışkanlığına sahiptir. Bu grubu araştıran Batson, bunların diğer gruplara göre en hoşgörülü ve en yardımsever insanlardan oluştuğunu ileri sürüyor. Bu çalışmalar dinin ahlaki davranışları etkilediği fikrini desteklemekle birlikte etkinin kapsamı konusunda yeterli bilgi vermiyor. Başka bir deyişle, bu etki inanan kişinin sosyal grubu ile sınırlı mı kalıyor, yoksa evrensel bir merhamet ve vericilik duygusuna mı yol açıyor? Davis'teki Kaliforniya Üniversitesi'nden kültürel evrim uzmanları Peter Richerson ve Brian Paciotti bu soruyu yanıtlamak için ekonomi oyunlarından yararlandılar. Bunlardan biri insanların vericilik ve adalet duygularını ölçen Diktatör Oyunu'ydu. Richerson ve Paciotti bu oyunu üniversite öğrencilerinden ve dindar kişilerden oluşan iki farklı gruba oynattılar. Richerson sonuçları şöyle değerlendiriyor: "Din ahlaklı bir insan olmak için gerekli olmadığı gibi her zaman olumsuz etki yaratmaz. Bu sonuçlar insanların doğuştan ahlaki değerlere sahip olduğu fikrini destekliyor. Bu arada din, ahlaki davranışların doğasını ve kapsama alanını belirliyor ve kimlerle işbirliği yapacağımız konusunda bize yol gösteriyor." GÖZETLENME DUYGUSU İngiltere, Belfast'taki Queen's Üniversity'deki Bilişim ve Kültür Enstitüsü'nden Jesse Bering , hem dinin hem de ahlakın evrimsel uyumun bir sonucu olduğunu şu sözleriyle açıklıyor: "Ahlak dinden kaynaklanmaz. Ancak sosyal ortamdaki benzer güçlere tepki olarak ortaya çıkmakla birlikte, din ve ahlak ayrı ayrı evrimleşmişlerdir. Atalarımız dil geliştirip, başkalarının ne düşündüğünü anlama yetisine sahip oldukları anda, bireysel haberler kendi gruplarının dışına taşmaya başladı. Topluluklarının onaylayacağı şekilde davranma eğiliminde olan insanlar bundan yarar sağladılar. Ahlaklı davranışlar bu aşamada başkalarının bizim hakkımızda ne düşündüğüne bağlı olarak şekillenmeye başladı. Böylece ahlak uyum sağlama özelliğine kavuştu." Ahlakın evrilmesiyle aynı anda dini inanç kapasitesi doğdu. Başkalarının haklarında ne düşündüğü kaygısına kapılan atalarımız, gözetlendikleri ve yargılandıkları duygusuna kapılmış olabilirler. Bering, atalarımızın bu rahatsız edici duyguyu doğaüstü güçlere atfettiklerini ileri sürüyor, çünkü başkalarının düşüncelerini okuma becerisinin altında yatan bilişsel sistem her şeyde anlam ve niyet arama eğilimindedir. Böylece ahlakın evrimleşmesini sağlayan uyum yeteneği dinin de evrimleşmesini sağlamış olabilir. GRUBA BAĞLILIK State University of New York'tan evrim biyoloğu David Sloan Wilson , grup içi bağlılığı sağladığı için ibadetin önemine değiniyor ve ibadetin grup seçiminde önemli bir rol oynadığını söylüyor. İnsanlar son 100.000 yıl içinde giderek sosyalleştikçe ve son 10.000 yıl içinde tarımsal faaliyetler kapsamlı bir iş bölümüne yol açtıkça, din ve ahlak birlikte evrilerek sosyal birlik ve beraberliği pekiştirir bir nitelik kazandı. Kültürel ve teknolojik gelişmelerin yaşam şeklimizi değiştirdiğine dikkat çeken Virginia Üniversitesi'nden psikolog Jonathan Haid t, buna bağlı olarak Batılı liberal toplumların ahlak ve din arasındaki ilişkiyi anlamamız için iyi bir model oluşturmadığını ve atalarımıza göre bizlerin daha bireysel olduğumuzu söylüyor. "Teknoloji yaşantımızı kökünden değiştirdi. Böylece din olmadan da ahlaklı olma şansımız doğdu, çünkü artık sosyal kontrol için başka araçlarımız var" diye konuşan Haidt, bunlara örnek olarak sivil yasaları, emniyet güçlerini ve kapalı devre televizyonları gösteriyor. DİNİN BİREYSEL ETKİSİ Dinin, tüm toplumlarda bireyleri harekete geçirici bir güce sahiptir. Pennsylvania Üniversitesi'nden Andrew Newberg 'in gerçekleştirdiği görüntüleme deneylerin,de ibadet eden veya meditasyon yapan kişilerin beyin görüntülerinde beyin faaliyetlerinde geçici bir azalma olduğu tespit edildi. Bu bölgeler insanın kendi farkındalığı ile ilgilidir. İnsan faaliyetlerinin pek çoğunda -müzik festivallerinden askerlik hizmetlerine dek- gruba dahil olma arzularımız tatmin edilir. Heidt'e göre insanlarda, bireysel çıkarlarının üzerine çıkma arzusu çok yüksektir. İbadet sırasında birey, kendi fiziksel varlığının dışına çıkarak benliksiz bir düzleme geçer. Heidt bu yükselme duygusunda oksitosin adı verilen hormonun çok önemli bir rol oynadığını belirtiyor. Oksitosin kendimizden hoşnut olma, barışık olma duygusunun kaynağıdır. Benliğin üzerine yükselme duygusu çeşitli şekillerde ortaya çıkar. Saygın bir amacın peşinde koşarken, birilerine iyilik ettiğimiz zaman, güzel bir şiir okuduğumuz zaman, yetenekli birinin performansını izlerken, kendini iyi hisseden biriyle empati kurduğumuz zaman bu yükselme duygusunu yaşarız. Yine de dindar insanların bütün bunlardan farklı, daha fazla bir yükselme, bireysellikten kopma duygusuna sahip oldukları ileri sürülüyor. Pek çok insanın, sosyal ilişki sağlaması veya doğru yolu göstermesi açısından dine ihtiyacı yoktur. Bu kişiler için ateizm en akılcı yoldur. Ancak dinin evrim tarihimizde kilit bir rol oynadığını da unutmamak gerekiyor. Ahlaki değerleri güçlendirmek ve içsel ahlak duygumuzu şekillendirmekte de etkin bir rol oynayan din, bizim inançlarımızı kabullenmeyen kişilere yönelttiğimiz ahlaksız davranışları da mazur gösterir. Bilim Teknik 28.09.2007 / Reyhan Oksay - DİPNOT
-
TÜRBAN VE BAŞÖRTÜSÜ / SIKMABAŞ ARASINDAKİ FARK... (Sevgi Suheda arkadaşımızın sorusuna atfen tartışmaya açılmıştır...)
KUL: Rabbinin kölesi olmak bir köle sahibinden hiçbirşey beklenti içerisinde olamayıp sahibinin ona verdikleri ile yetinecegi gibi var olan insandır.bir köle nasıl sahibinin bütün emirlerine uymak zorunda ise kulda rabbinin bütün emir ve yasaklarına uymak zorunda kalan kişidir...İnanılır gibi değil..Bu çağda bu kafa...
-
EMİN ÇÖLAŞAN'IN İŞİNE SON VERİLDİ!
Evet... Emin Çölaşan o çevrelerin sözcüsü olarak, onların özgürlüğünü, okuyucusunun kendisine verdiği zımni vekâletle onlar namına kullanmaktaydı. Emin Çölaşan'ın işine son verilmesi münferit bir olay değil, rejime yönelik sindirme operasyonunun bir parçasıdır. Emin'i başkaları izleyecek, Türkiye'yi şeriat rejimine götürmek isteyenlerin arzuladıkları medyaya kavuşmaları ve böylelikle yollarında daha rahat yürümeleri sağlanacaktır. Olay bundan ibarettir. Hemen belirteyim; susturulmak istenen Emin Çölaşan değil, onun şahsında laik demokrat kesimdir. Saygılar..