DİPNOT tarafından postalanan herşey
-
MÜSLÜMAN TELEVİZYON KANALLARI İNSANLARI... Müslümanları Muhammedci diye aşağılayan Hıristiyan ve Yahudileri, “dinlerarası diyalogun tarafı kabul edip
VARAN 1... Evet şeytan hayrıntıda gizlidir... Biz o şeytanı ve bizi uyutmaya çalışağı ninnileriyle belgeselleriyle sahibi bile belli olmayan bu medya kuruluşlarıyla göbekten bağlanmış durumdayız... Sahi... Kanal 7,Samanyolu, Melih, Kanal A gibi dinci yaynların gerçekten sahipleri kim... Hiç sordunuzmu?... Sakın bunların altında da o şeytan çıkmasın... VARA 2... Yeni Şafak Gazetesi Amerika istedi diye Hüsnü Mahalli"yi işten kovdu ve Hüsnü Mahalli bugün SKY"da konuşuyor. Hüsnü Mahalli"yi niçin kovdunuz? Çünkü Amerika babanız böyle istedi. Oradaki onlarca tayinle torpille atanmış yazar arkadaşlarınıza sorun bakalım, Hüsnü Mahalli niçin kovuldu.. Yazarları susturmanın ötesinde Amerika istedi diye susturmak ancak bu islamcı holdinglerin gazetecilik anlayışıdır. (N. G)
-
TÜRBAN SORUNU - KONUSU - ANA BAŞLIK
- TÜRBAN SORUNU - KONUSU - ANA BAŞLIK
Açıklamalarınız ve tespitleriniz içinTeşekkürler sevgili LostsouL... Ço güzel ifade etmişsiniz.. "amaç başka biryeymi?" Evet amaç ne?...- MÜSLÜMAN TELEVİZYON KANALLARI İNSANLARI... Müslümanları Muhammedci diye aşağılayan Hıristiyan ve Yahudileri, “dinlerarası diyalogun tarafı kabul edip
Azıcık uyanık olan ve şöyle bir etrafına bakıp aklını birazcık kullananlar Bugün “Müslüman Televizyon Kanalları” sayesinde on yıl gibi kısa bir sürede sırtını televizyona dönüp oturan kitle, bu kanallardan başka bir televizyon kanalına bakmaz hale getirildigini çok iyi görebilirler. Süreç başlamış ve Plan tutmuştu, şimdi başörtülü kadın programları yerine, ilişkileri ile sürekli sansasyon yaratan tiplere program yaptırarak yozlaştırmanın ilk adımları atılabilirdi. Böylece, dinî ve geleneksel konuları ön plana çıkararak yer tutan bu kanallarda her ay başka birisi ile aşk yaşayan, evlenip bir kaç ay sonra boşanan “sanatçılar?” milyon dolar verilerek program yapmaya başladılar. Derken bir de baktık, artık bu kanallarda dinî programlar yalnızca dinî gün ve bayramlar sırasında yayınlanmaya başladı. Milli duyguların ön plana çıkarıldığı, vatanın bölünmez bütünlüğü konusunda bir çift söz etmez oldular. Bu programlarda, adı “diyalog” olan ve yalnızca sanki Müslümanların başka dinlerden olanlara göstermesi gereken “hoşgörü” propagandası yapılmaya başladı. Ama bunu yaparken yine tarafsız davranmadılar, Müslümanlığı din olarak görmeyen ve hatta Müslümanları Muhammedci diye aşağılayan Hıristiyan ve Yahudileri, “dinlerarası diyalogun tarafı kabul edip, basın ve yayın aracılığı ile servis ettiler.” Sonuç... Tümü emperyalizmin emrine amade olmuştur ve gözleri paradan başka bir şey görmez tepeden tırnağa politik din tacirleri oluvermiş... Seccadesi dolar, Kıblesi ABD... (1) ____________________________________ Çünkü dinci radyo ve televizyon kuruluşlarının sahipleri bilinmiyordu. Bunlar gizliydi. Fazilet, bunların açığa çıkmasını istemiyordu. Örnek vereyim: Ulusal yayın yapan atv, Show, Kanal D, Star, TGRT, NTV, CNN Türk, TV 8, BRT gibi kuruluşların sahipleri bellidir ve herkes tarafından bilinir. Ama örneğin Kanal 7, Samanyolu gibi dinci kanalların sahiplerini hiç kimse bilmez. Ankara'da Melih adına yayın yapan Kanal A'nın sahiplerini de bilmeyiz. (2) _____________________________________ Zavallı halkım... Seninle ne için ve ne amaçla kimler oynuyor göremeyecek kadar kör edilmşsin... Neden peki?... Çünkü kendi gözleri olan medya satılmış, kaynağı belli, amaç belli... (1)Yeniçağ.. Kamuran Özgen'e teşekkürler.. (2)Hürriyet.. Emin çöleşan.. http://webarsiv.hurriyet.com.tr/2001/06/08/303786.asp- TÜRBAN SORUNU - KONUSU - ANA BAŞLIK
Sizin laiklik anlayışınız ne peki... İnsanların üneversite gibi bir misyon yüklenilen bir yerde çarşaf, türban, burka, sıkmabaş, çembersakal giyinmek ile tekke ve zeviyelerde eğitim görüp cihat ila etmekmi... Askeri kurumlarda çarık giyip, çenber sakalla dolaşmak, tam savaşın ortasında namaz durmak mı... Biliyormusunuz.. Bu ülkede bütçeden en çok savunma sanayiinden sonra en büyük payı Diyenet alyor.. Eeee böyle olunca.. Türban da takarsınız.. Amerikalarda ******** fethullahlarda büyütürsünüz.. Bu dünyadan ümidinizi kesip.. Sahte tanrıların yarattığı olmayan cennneti arar durusunuz.. Biz bu rüyalardan uyanalı çok oldu.. Siz hala 1700 lerin laikliğinden bahsediyorsunuz sanıyorum.. Cihat açan.. Savaşlar yapan.. İnsan öldüren.. Taşlayan.. El kesen bir laiklik... Geçin bunları ve uyanın artık...- TÜRBAN SORUNU - KONUSU - ANA BAŞLIK
Yeri geldiğinde espri işte... Güleriz ağlanacak ağlimize.. Laf ola torba dala misali... Bakın bir gazete iki ahin'in kimler olduğunu gayet güzel ana sayfasında puntalamış... Türbanı başına değil gözlere/beyinlere bağlayamayanlara duyurulur..- TÜRBAN SORUNU - KONUSU - ANA BAŞLIK
Hemen kanınıza dokunuyor değilmi.. Hatta senin yazından sonra Sevgili Bekir çoşkun'un yazısına da baktım... Bölücülerle türbancıları aynı kefeye koymuş... Ve çok ta haklıdır.. Biz bez parçasına umut bağlayan bir zihniyet inanç değildir... Bir bez parçasıyla politikaya bulaşan zihniyet binkere inanç sahibi değildir.. Olsa olsa rejim düşmanı, atatürk düşmanı, doğma özlemcileridir... Ve türban denen illet ULUSUMUS İÇİN ATATÜRK VE REJİME SİNSİCE BAŞKALDIRIDIR... Ama kafalara türban, sıkmamaş, takke bağlarınız/takarsını ama aydınlanmanın, ilerlemenin, çağdaşlanmanın, ulusalcığlın, kemalizmin başına asla bağlayamayacaksınız... O laik olduğu yerde bulunuyor şimdilik... Bilime inanmış aydın insanlarım bü tür simgeleri, kara örtüleri, dinsel şekilleri ve bizleri bütün dünyaya ***** eden zihniyeti mutlaka aşacktır..- TÜRBAN SORUNU - KONUSU - ANA BAŞLIK
Şöyle bir bakıyorum Televizyonlarda olsun, gazetelerde olsun, Fethullahçı-ikinci cumhuriyetçi koalisyonun bugün ülkenin ulusal değerlerine bakışı gayet belli ve nedense ulusal bayramlarda ve en son yaşadığımız coşkulu CUMHİREYET BAYRAMIMIZDA türbanlılar neden yok... Vardı diyenlere şunu söylüyorum çünkü meydanların da bir dili var dimi... Neden işlerinizemi gelmiyor...- KALPLERİ NASIL MÜHÜRLEDİ ALLAH (C.C.)
Arkadaşım... İnsanlar tanrıları çok daha geç bir dönemde, aşağı yukarı 12.000 yıl önce yarattılar... Bugün 21. yüzyıl insanı boş ta deseniz, rahatsız da olsanız herzaman konuşacak... Dinsel saplantıların insanda yarattığı tahribat burada kendini ortaya koyuyor... Bana tahammul edemeyen... Bilime, araştırana, sorgulayana, akla, mantığa asla tahammul edemez... Biri kulluğu, ümmetçiliği terci eder.. Diğeri, özgür bireyi, vatandaşlığı... Saygılar..- AVRUPA PARLEMENTOSU; "EĞİTİMDE DİNSEL DOĞMALAR DEMOKRASİ VE İNSAN HAKLARI İÇİN TEHLİKEDİR" (Dinsel doğmalar; özgür düşünce değil, esir düşünce ister)
Bir arkadaşımız yukarıda bahsetmiş... Çıkış noktası din... Olabilirmi böyle birşey... Din bir inanç biçimidir ve asla bilimsel bir olgu değildir... Asla da dini doğmatik bir bilim, yönetim biçimi vb. yöntemler bir ülkeyi ihya etmez, ayağa kaldırmaz, ilerletemez, geliştiremez... Konu başlığında bahsedildiği gibi; DİNSEL DOĞMALAR, ÖZGÜR DÜŞÜNCE VE BİLİM DEĞİL, ESİR DÜŞÜNCE VE BİLİM ÜRETİR... Hayrıca; Evrim'i, bir çok temel bilimcinin kabul ettiği gibi, kuram olmaktan çıkarmış ve bir olgu konumuna getirmiştir. Evrim'in yalanlanacak veya yanlışlanacak bir yanının bulunması, öyle görünüyor ki, artık söz konusu bile değildir.. Bilgisizlikle ve inançlarla bilimin bir ilgisi hiç olmadı. Tam tersine bilim, cehaletin karanlığını aydınlatmanın ve inançlarla nesnel dünyanın algılanamayacağını, öğrenilemeyeceğinin adıdır! Bizim gibi inançlara bağlı toplumlar / bilimden nasibini almamış toplumlara özgü düşünce biçimleri ve buna hiçte yabancı değiliz... Diğer taraftan; Bilimin bu inançlarda olduğu gibi "oy sandığı", "demokratik parmak hesabı" vb ile de bir ilgisi yoktur. Olayların doğruluğu veya yanlışlığı, bilimin kendi doğası içinde kabul ettiği, uyguladığı yöntemlere göre kabul edilir. Saygılar...- KALPLERİ NASIL MÜHÜRLEDİ ALLAH (C.C.)
Yahu şu safsatalara bakarmısınız... Neyniş allah kalpleri mühürlemiş miş, gözleri kör etişmiş miş, mış mış te mış mış... Kim yapmış bunu.. Tanrı... Eee senin mühürün de açık/mış... Ne olacak şimdi... Ayağının altı pekmez, yala yala bimez... Yahu artık bunların aklını kullanan, sorgulayan, araştıran günümüz insanına mı kabul ettirmeye çalışıp, kutsal kitap dediğiniz kitabı arkanıza alıp suçlu göstermeye çalışıyorsunuz... Olacak şey değil... Dünya nono teknolojiyi tartışıyor, adam tanrınin yukarıdaki hiç anlam verilemeycek ve ne olduğu bile bilinmeyen mühürüyle uğraşıyor... Arkadaşlar; O gözleri kör olanlar bugünk şeriatla yönetilen devletlerin ne durumda olduğunu, nasıl ilkel, geri, yoksul, bitap, çaresiz bir yaşamı görmezden geliyorlar... Esas kalpleri mühürlü olan sizsiniz bize göre... Maalesef 21. yüzyıl çeyreğinde bile vicdanları körler insanların kolunu bacağını kesmeyi din sayıyolar, papaz öldürmeyi, ülkemiz aydınlarını bombalamayı, ülkemizi yönetme adına cihat ilan etmeyi, vs. vs binlerçe saçmalıkları ve buna alet olan kitabın kutsallığından bahsediyorsunuz... Kalpleri mühürlü olanlara buradan saygılar... En azından gözleri açık, beyinleri zehir gibi...- AVRUPA PARLEMENTOSU; "EĞİTİMDE DİNSEL DOĞMALAR DEMOKRASİ VE İNSAN HAKLARI İÇİN TEHLİKEDİR" (Dinsel doğmalar; özgür düşünce değil, esir düşünce ister)
Bilim, tarih boyunca dincilerin saldırısına uğramıştır. Dünyanın düz olmadığı, hem güneşin hem kendi etrafında döndüğü savları kilise tarafından şiddetle red edilmişti. Kilise uzun zaman evrime de çok karşı olduysa da, sonunda papalar evrimi kabul ettiler. Ama başka kuruluşlar evrime saldırıyı sürdürmekteler. İşin tuhafı, İslamın evrimle bir sıkıntısı olmamasına karşın, son yıllarda hıristiyanların evrim karşıtlığı Türkiye'ye ithal edilmiştir. Örneğin İran İslam Cumhuriyeti politikacıları İslam dininin evrime karşı olmadığını ve ülkelerinde derslerde evrim okutulduğunu açıkça beyan etmektedirler. Üstelik, bilime saldırı hep sürmektedir. Bilim karşıtı savların hepsini kitaplara almayı MEB düşünüyor mu? Politikacılar evrimin "sadece bir kuram (teori)" olduğunu ileri sürmekteler. Kuram, tüm bilimsel süzgeçlerden geçerek doğruluğu kanıtlanmış savlara denir. Avrupa'da evrime en az inanan ulusun Türkler olmasının nedeni, genel eğitim düzeyinin düşüklüğü kadar, eğitimin bilimsel temellere dayandırılmamasıdır. Geçen yıl yüzlerce bilim innasımız, öğretim üyesi, imza toplamış ve yaratılış öyküsünün bilimmiş gibi okullarda öğretilmesinin yanlış olduğunu duyurmuş ancak MEB bunu dikkate almamıştı. Umarız Avrupa Konseyininkini alır. Ama insan düşünüyor da, hataların düzeltilmesi sadece Avrupa'nın kafamıza vurmasıyla mı olacak? Ne kadar üzücü...- CUMHURİYETİMİZİN 84. YIL DÖNÜMÜ
Bizim tek bir Cumhuriyetimiz var... O da Mustafa Kemal'in tam bağımsızlıkla beslediği Aydınlanmacı Cumhuriyet'idir... Türkiye, Cumhuriyetçi on milyonlarıyla şimdi dimdik ayakta... Cumhuriyetini korumak ve onun ülkülerini gerçekleştirmek için dimdik ayakta... Bu on milyonlar uyanık durdukça, Cumhuriyet kendi sonsuzluğunda yaşamaya devam edecektir! Biz, bu ulusun bütün fertleri olarak ancak ve ancak Cumhuriyetle varız. Yurttaş olarak, toplum ve ulus olarak kazanımlarımızın kendisi ve de garantisi yalnızca Cumhuriyettir. Bu yüzdendir ki Cumhuriyetsiz bir Türkiye ancak ve ancak karanlık kuytuların sarhoşluğunda yaşayanların bir hayali olarak kalabilir, öyle de kalacaktır. Şimdi bize düşen Cumhuriyetimize sarılmaktır. Cumhuriyet Bayramımız kutlu olsun...- KANLA ABDEST ALANLAR... (Günümüzde dinsel radikal örgütler, eylem ve söylemleriyle İslamı, 'kan, gözyaşı ve cihat dinine' dönüştürdü...)
Günümüzde dinsel radikal örgütler, eylem ve söylemleriyle İslamı, 'kan, gözyaşı ve cihat dinine' dönüştürdü... Hedef İslam devleti kurmak Ayrılıkları pekiştirenlere, ayrılıkları devletin temel yasasında değişmez dogmalara dönüştürmek isteyenlere karşı durmalı... Aydınları katleden örgüt İslami Hareket 'Allah adına parti kuran' Hizbullah Başlıklara bak... Birde kıvranarak verilen cevaplara... Takdir okuyucuların.... Bunlarla mücadele etmek herzamankinden daha zevkli... Ve herzamankinden daha onurlu... Ne mutlu bunu fark edebilene.. Ne mutlu doğmanın zincirinden kurtulabilen... Aydınlık yüreklere sahip olabilenlere....- AVRUPA PARLEMENTOSU; "EĞİTİMDE DİNSEL DOĞMALAR DEMOKRASİ VE İNSAN HAKLARI İÇİN TEHLİKEDİR" (Dinsel doğmalar; özgür düşünce değil, esir düşünce ister)
Avrupa Parlamentosu: Köktendinci eğitim rüzgârlarının Avrupa'da da estirilme çabalarına karşı sert bir tavır aldı! İnançların, bilimin kuyusunu kazma girişimlerini kınadı ve ülkelerden önlem alınmasını istedi! Okullarda "bilimsel bilgi" verilir. Nesnel bilgi, sorgulamaya açıktır ve yeni araştırma ve tartışmaları içinde barındırır. Gelişmenin temeli de budur. Oysa dinsel inançlar, doğmalar eleştirilmez, tartışılmaz... Bunlar "kutsal" kabul edilen nitelikleri nedeniyle de inanç sahibi tarafından sorgulan(a)maz. Ancak dogmaların "nesnel bilgi" ile eşdeğerde okutulması, uygarlığın canına ot tıkar. Avrupa uygarlığının temelindeki bileşenlerden en önemlisi "bilim, bilgi"dir. Demokrasi, bu bilgi temelinde biçimlenmiş ve içeriği belirlenmiştir. "Kutsal dogma" ların egemen olduğu toplumlarda demokrasi değil, dogmaların totaliterliği ve yönetimi egemen olur! İşte demokratik toplumların önündeki en büyük tehlikelerden biri! Avrupa Parlamentosu'nun, geçmişine sahip çıkarak geleceğini koruma altına alma çabası doğaldır. Avrupa Parlamentosu, yaradılışçılık veya akıllı tasarım gibi inançların, nesnel bilgi toplumunu, demokrasiyi esir alma girişimlerine karşı çıkması çok önemli bir adımdır. Parlamento, burada, bir başka noktanın altını çiziyor, bu akımların, kendisinin "en önemli yükümlülüklerinden" biri olarak gördüğü "insan haklarına yönelik bir tehdit" niteliğini vurguluyor! İnsan hakları, demokrasi, bilim, bilimsel bilgi, ve bu temelde gelişen uygarlığın koruması altındadır. Dinsel doğmalar ise, özgür düşüncenin değil, esir düşünce toplumuna istektir ve Parlamento bu akımların eğitime sokulma çabalarına şiddetle karşı çıkılmasını öneriyor. Ülkemizde de bazı kendini bilmezlerin, "bilim doktoru" unvanı altında, evrim kuramını yaratılışçı doğmalarla eşit görme çabalarını, Parlamento kararlarına ve bilime "Bilim Budalalığı", "Bilim Fanatizmi" olarak saldırmaya kalkışmalarını şiddetle kınamak gerekir. Ülkemizde de AKP'liler ve köktendinciler, eğitim konusunu yerelleştirerek ve "İslami kültürün" yerel baskısını eğitimin içeriğine yansıtmak isteyerek, Amerikan modelini yerleştirme çabası içindedir. Bunu tam gerçekleştirebilmiş değiller, ama Milli Eğitim Bakanının politikası ve örgütlenmeleri ile şimdilik bu açık kapatılmaya çalışılıyor. Ama nihai hedefleri, eğitimde Amerikancı modeli devreye sokmaktır. Çünkü, Ankara ne de olsa merkezi bir konumdadır ve merkezi politikalarda "başka güçlerin" dengeleyici politikaları söz konusu olabiliyor! Ancak, yeni ortaya attıkları Anayasa karalamasında bu konu, Türkiye eğitim hayatında bir kırılma noktasını oluşturacak niteliktedir. Bu, bir Anayasal durum olarak dayatılırsa, büyük bir tartışmalara yol açacaktır. Üniversiteler ve çağdaş eğitimcilerin hepsi, buna hazırlıklı olsun!... Rapor ve ona bağlı kararda şu noktalara dikkat çekildi: 1. Bu raporun amacı, inancı sorgulamak veya inanca karşı gelmek değildir, çünkü inanç özgürlüğü hakkı buna izin vermez. Amacımız, inancı bilim diye "yutturmaya" yönelik bazı eğilimlere karşı kamuoyunu uyarmaktır. İnancı bilimden ayırmak gerekir. Bunu bir husumet olarak değerlendirmemelidir. Bilim ve inanç bir arada varolmayı öğrenmelidir. Bu bilime ve inanca karşı çıkma sorunu değildir; fakat inancın bilime karşı çıkması kesinlikle engellenmelidir. 2. Bazı insanlar için yaradılışçılık, dini bir inanç olarak, yaşama anlam katar. Ne var ki Parlamenterler Meclisi, eğitim sistemimiz içinde yaradılışçı fikirlerin yayılmasının olası zararlı etkilerinden ve demokrasimiz için sonuçlarından kaygı duymaktadır. Eğer dikkatli olmazsak, yaradılışçılık, Avrupa Konseyi'nin en önemli yükümlülüklerinden biri olan insan haklarına yönelik bir tehdit haline gelebilir. 3. Türlerin doğal seçilim yoluyla evrimini reddeden yaradılışçılık, uzun süre bir Amerikan olgusu olarak görülüyordu. Bugün yaradılışçı fikirler Avrupa'ya sızmaya çalışıyor ve bu fikirlerin yayılması Avrupa Birliği'ne üye pek çok ülkeyi ilgilendiriyor. 4. Günümüzün yaradılışçılarının -Hıristiyan veya Müslüman- başlıca hedefi eğitimdir. Yaradılışçılar fikirlerinin okul bilim müfredatına girmesini istiyorlar. Ancak yaradılışçılık bilimsel bir disiplin olma iddiası taşımamaktadır. 5. Yaradılışçılar, bilginin bazı kısımlarının bilimsel niteliğini sorgularlar ve evrimin yalnızca bir açıklama olduğunu ileri sürerler. Bilim adamlarını, evrim kuramını bilimsel olarak doğrulamak için yeterli miktarda kanıt bulmadıkları gerekçesiyle suçlar. Aksine, kendi ifadelerinin bilimsel olduğunu savunurlar. Bu iddiaların hiçbiri nesnel analizlerle desteklenmemiştir. 6. Doğa, evrim, kökenimiz ve evrendeki konumumuz ile ilgili yerleşik bilgi dağarcığımıza meydan okuyan bir düşünce şekli ile karşı karşıyayız. 7. Çocuklarımızın kafasında inançları ve bilimi nereye oturtacakları konusunda ciddi bir karmaşa riski belirmiştir. "Her şey eşittir" tavrı bir hoşgörü belirtisi gibi görünse de, aslında tehlikelidir. 8: Yaradılışçılığın birbiriyle çelişen pek çok yönü vardır. En sonuncusu olan "akıllı tasarım" fikri, yaradılışçılığın daha rafine edilmiş bir şeklidir. Ancak kurnazca devreye sokulan akıllı tasarım, bilimsel bir yaklaşım olarak sunulduğu için daha büyük bir tehlike oluşturur. 9. Meclis sürekli olarak ve inatla bilimin temel alınması gerektiğini vurguluyor. Bilim sayesinde yaşam ve çalışma koşulları büyük ölçüde düzeltilmiş ve gelişmiştir. Ayrıca bilim ekonomik, teknolojik ve sosyal gelişmelerde de çok büyük bir rol oynamıştır. Evrim kuramı gökten inmiş tanrısal bir bildiri (vahiy) değildir; tümüyle gerçeklere dayanır. 10. Yaradılışçılık, bilimsel bir temele oturtulduğunu iddia eder. Aslında yaradılışçılar fikirlerini savunurken üç yöntemden yararlanır. ° tümüyle dogmatik iddialar ° bilimsel alıntıları çarpıtarak ve genellikle çarpıcı fotoğraflar eşliğinde kullanmak ° az tanınmış ve genellikle bu konularda uzman olmayan bilim adamlarının görüşlerine yer vererek destek sağlamak ° Yaradılışçılar bu yöntemlerden yararlanarak bu konuda yeterli bilgiye sahip olmayanların beyinlerine kuşku tohumlarını eker. 11. Evrim yalnızca insanların ve toplumların evrimini ilgilendiren bir konu değildir. Bu kuramı reddetmek toplumun gelişmesinde çok ciddi sonuçlar doğurur. Eğer evrim reddedilseydi AIDS gibi enfeksiyon hastalıklarıyla mücadele etmek için yapılan tıbbi araştırmalar mümkün olmazdı. Ayrıca evrim mekanizmaları anlaşılmamış olsaydı, biyo çeşitlilik ve iklim değişikliği ile ilgili risklerin farkına varamazdık. 12. Modern dünyamız çok uzun bir tarihe sahiptir. Bu tarihte bilim ve teknolojinin gelişimi çok önemli bir yer tutar. Ancak bazılarının bilimsel yaklaşımı hâlâ tam olarak anlaşılmamıştır. Bu bilgi eksikliği köktendincilik ve aşırı akımların beslendiği bir kaynak haline gelmiştir. Bilimin tümüyle reddi insan haklarına yöneltilmiş en tehlikeli tehditlerden biridir. 13. Evrime ve evrim savunucularına karşı savaş açanlar çoğunlukla aşırı dincilerdir. Bu kişiler aşırı sağ-kanat siyasi akımlarla işbirliği içindedir. Yaradılışçı akımlar gerçek bir siyasi güce sahiptir. Ayrıca pek çok kereler tanık olunduğu üzere, yaradılışçılığı en şiddetli şekilde savunanlar demokrasiyi teokrasiye dönüştürmeye hazırdır. 14. Tek tanrılı dinlerin önde gelen temsilcileri çok daha ılımlı bir yol izlerler. Örneğin Papa Benedict XVI, insanlığın evriminde bilimin rolünü över ve evrim kuramının "varsayımdan öte" olduğunu kabul eder. 15. Temel bilimsel kuram olarak evrim ile ilgili tüm olguların öğretilmesi, toplumumuzun ve demokrasimizin geleceği için çok kritik bir rol oynar. Bu nedenle, evrim kuramı, bilimsel olarak yanlışlanmadığı sürece, başta bilim derslerinin içeriği olmak üzere müfredatta sağlam bir yer edinmelidir. Evrim her yerde karşımıza çıkar. Örneğin antibiyotikleri gerekli gereksiz kullanmak, dirençli bakterilerin oluşmasına zemin hazırlarken, böcek öldürücü ilaçların gereğinden fazla kullanılması böceklerin mutasyon geçirip ilaçlardan etkilenmemesine yol açar. 16. Avrupa Konseyi kültür ve din ile ilgili derslerin öğretilmesinin öneminin bilincindedir. İfade özgürlüğü ve kişisel inanç adına yaradılışçı fikirler kültürel ve dini eğitime ilave olarak okutulabilir. Ancak bunların bilimsel bir saygınlık talebi olamaz. 17. Bilim, aklı sistematik bir yapıya kavuşması için eğitir. Bilim olguların niçin olduğunu değil, nasıl olduğunu açıklar. 18. Yaradılışçıların giderek artan etkisinin nedenleri araştırıldığında, yaradılışçılık ve evrim arasındaki savunmaların entelektüel tartışmaların ötesine geçtiği görülür. Eğer dikkatli olmazsak Avrupa Konseyi'nin önemle üzerinde durduğu değerler, yaradılışçı köktendincilerin tehdidi altına girer. Dolayısıyla Konsey'in parlamenterleri çok geç olmadan önlem almalıdır. 19. Parlamenterler Meclisi, üye ülkelerin eğitim yetkililerini şu konularda dikkatli olmaya çağırıyor: 19.1. Bilime dayalı bilgiyi savunmak ve teşvik etmek 19.2. Nesnel bilimsel bilginin öğretilmesinin yanı sıra, bilimin temelleri, tarihi, epistemolojisi ve yöntemleri konusundaki eğitimi güçlendirmek 19.3. Bilimi daha anlaşılabilir, daha çekici, çağdaş dünyanın gerçeklerine daha yakın bir hale getirmek 19.4. Yaradılışçılığın, evrim kuramı ile eşit düzeyde, bilimsel bir disiplin olarak okutulmasına kararlı bir şekilde karşı çıkmak ve genel olarak yaradılışçı fikirlerin din dışında herhangi bir disiplin içinde sunulmasına izin vermemek 19.5. Okul müfredatında evrimin temel bilimsel kuram olarak okutulmasını teşvik etme [*]20. Meclis, Avrupa Konseyi'ne üye 27 ülkenin bilim akademilerinin Haziran 2006 tarihinde evrimin okutulmasına ilişkin deklarasyonu imzalamasını büyük bir memnuniyetle karşılarken, bu deklarasyonu henüz imzalamamış olan bilim akademilerini de imzaya davet ediyor. DİPNOT / KAYNAK...- KANLA ABDEST ALANLAR... (Günümüzde dinsel radikal örgütler, eylem ve söylemleriyle İslamı, 'kan, gözyaşı ve cihat dinine' dönüştürdü...)
Türkiye'de Hizbullah adıyla resmi kayıtlara geçen ilk örgüt, Güneydoğu menşeli 1983 yılında İstanbul'da kurulan Kasımpaşa... 'Allah adına parti kuran' Hizbullah *Hizbullah ismi ilk kez 1973 yılında Kum kentinde kurulan ve sonradan İran İslam devrimine öncülük edecek köktendinci hareketin, aynı yıl içinde tutuklu bulunduğu Tahran cezaevinde ölen lideri Ayetullah Mahmut Gaffari'nin "Bir tek parti vardır, o da Hizbullah'tır. O bir ruh gibidir, her yerdedir veya hibçir yerde değildir" sloganıyla dillendirildi. Türkiye'nin " mezar evleri ve domuzbağlarıyla " yüzleştiği Hizbullah'ın kelime anlamı "Allah'ın yolu, taraftarları, Allah'ın partisi" gibi anlamlar taşıyor. Örgütsel anlamda ise "Allah adına İslam uğruna" gruplaşma olarak ifade ediliyor. Yakalanan örgüt üyeleri ise kendilerini " Allah'ın askerleri " diye tanıtıyor. Hizbullahçıların başvuru kitabı niteliğindeki Ali Korani 'nin Mücadelede " İslami Hizbullahi Yol " adlı kitapta Hizbullah, "Allah için kıyam eden, onun için gruplaşan ve küfür, nifak ve şeytan hiziplerinden olan düşmanlarına karşı mücadele edenler olarak" açıklanıyor. Mollalardan Türkiye'ye ihraç Hizbullah'ın da tebliğ ve cemaat aşamasından sonra ulaştığını düşündüğü cihadi düşüncedeki ilk yapılanma 1920'lerde Mısırlı Hasan el Benna 'nın kurduğu Ihvan-ı Müslimin (Müslüman Kardeşler) örgütüdür. Bunu 1940'lı yılların başında Şii molla Seyyid Muhammed Nevab-ı Sefavi 'nin önderliğinde İran'da kurulan İslamın Fedaileri örgütü izledi. İlk Hizbullah Kasımpaşa'da Hizbullah ismi ilk kez 1973 yılında Kum kentinde kurulan ve sonradan İran İslam devrimine öncülük edecek köktendinci hareketin, aynı yıl içinde tutuklu bulunduğu Tahran cezaevinde ölen lideri Ayetullah Mahmut Gaffari 'nin "Bir tek parti vardır, o da Hizbullah'tır. O bir ruh gibidir, her yerdedir veya hiçbir yerde değildir" sloganıyla dillendirildi. Türkiye'de ise Hizbullah adıyla resmi kayıtlara geçen ilk örgüt, Güneydoğu menşeli 1983 yılında İstanbul'da kurulan Kasımpaşa Hizbullahı idi. 1983-84 yılları arasında 19 gasp eylemi gerçekleştiren örgüt mensuplarının tümü 1984 yılında yakalanarak örgüt çökertildi. Ancak, örgüt İslami Hareket olarak yeniden canlandı. İranlı mollalarca ortaya konulan Hizbullah, 1979 İran devriminden sonra Ortadoğu ülkelerinde de taraftar bulmaya başladı. İran İslam Cumhuriyeti Anayasası'nın 154. maddesi ile resmiyet kazanan devrim ihracı politikası, dışişleri bakanlığı bünyesinde kurulan Bağlantı ve Lojistik Destek Merkezleri ile Türkiye'de ve Ortadoğuda'ki Hizbullahçı hareketler desteklenmek suretiyle pratiğe geçirilmiş oldu. İran ivme kazandırdı Türkiye'de, İran cumhuriyetinin kurulmasından sonra o güne kadar cemaatleşme ve tarikatlaşma şeklinde faaliyet gösteren bazı irticai gruplar da geleneksel İslamcı yorum yerine Hizbullahçı görüşü benimsedi. Güneydoğu bölgesinde 1980'li yıllarda PKK terör örgütünün varlığı, eylemlerine yönelik tepkiler Hizbullah'a bölgede taraftar kazandırdı. PKK ile çatışmaya girişen örgüte " devletin " göz yumduğu ve dalgakıran olarak algıladığı ve göz yumulduğu değerlendirmeleri de yapıldı. Bölgede görev yapan üst düzey yetkililer ileriki yıllarda bu durumu " devletin kendisi değil, içindeki bazıları " böyle algıladı açıklamalarını yaptılar. Kitabevlerinden mezar evlere 1979-1980 yıllarında çeşitli illerde dini yayınların satıldığı kitabevlerinde radikal dini görüşlere sahip kesimlerin bir araya gelmesi yoğunlaştı. Bu kapsamda Diyarbakır'da ilk toparlanma Vahdet Kitabevi çevresinde oluştu. Abdulvahap Ekinci 'ye ait bu kitabevindeki faaliyetlere sonradan kendi kitabevleri ve gruplarını kuracak olan Fidan Güngör ve Hüseyin Velioğlu katılmıştır. Gidilecek yoldaki izlenecek yöntemler konusundaki tartışmalar yapı içerisinde kopmalara yol açtı. İlk olarak 1981 yılında Fidan Güngör, Menzil Kitabevi'ni kurdu ve bununla birlikte Vahdet çevresinden kopuşlar hız kazandı. Milli Türk Talebe Birliği ile Milli Selamet Partisi'nin gençlik kolu Akıncılar Derneği içerisinde de yer almış olan Hüseyin Velioğlu da 1982 yılında Vahdet çevresinden ayrılarak İlim Kitabevi'ni kurdu. 1983 yılından sonra İlim ve Menzil grupları, Güneydoğu Anadolu bölgesindeki Hizbullah oluşumunun etkin grupları haline gelerek kendi kitabevleri çevresindeki çalışmalarının yanı sıra birbirleri ile dayanışma içerisinde faaliyetlerini sürdürdüler. 1987 yılıyla birlikte gruplar arasında başlayan fikir ayrılıkları kısa zaman içerisinde daha da belirginleşti. Velioğlu önderliğindeki İlim Grubu, karşılarına çıkan bir engel olarak PKK örgütünün kendi mensuplarına yönelik silahlı eylemlere başlamasını gerekçe göstererek karşı bir mücadeleye başlamasının gerekliliğinden hareket edip örgütle mücadele başlamıştır. İlim Grubu'nda, İran ve Humeyni devrimi, izlenecek stratejide bir model olarak benimsenmesine karşın düşünce temelinde Mısır'daki Müslüman Kardeşler örgütünün hareket tarzının etkisi büyük ölçüde hissedildi. Hizbullah'ı oluşturan İlim ve Menzil gruplarının amacı, "şeri hükümlerle yönetilen bir Kürt İslam Devleti" kurmaktı. Bu amaç doğrultusunda, " şeriat önce yaşanılan eve, sonra köye, ilçeye, ile sonra Doğu ve Güneydoğu Anadolu sonra da tüm Türkiye'ye " getirilecekti. Kimi kayıtlarda amacın bir Kürt İslam devleti olduğu belirtilirken Hizbullah ana davasının iddianamesinde, "Hizbullah Güneydoğu kaynaklı ve mensuplarının tamamına yakını Kürt kökenli olması nedeniyle yıllardır bilinenin tersine ırk olgusunu kabul etmez" değerlendirmesi dikkat çekiyordu. Buna göre, Hizbullah, "İslam ümmetini İslam ülkesinin bir üyesi yapan akidesinin dışında bir milliyeti yoktur" anlayışındaydı. Türkiye'de Hizbullah denince 17 Ocak 2000 operasyonunda öldürülünceye kadar liderliğini Hüseyin Velioğlu'nun yaptığı İlim Grubu akla gelir. 1955 Mardin doğumlu Velioğlu, 1980 yılında Siyasal Bilgiler Fakültesi'nden mezun olmuştu. Hizbullah'ın örgüt yapılanmasında pramit sistemine uygun olarak en tepede lider yer alırken bunlar " siyasi " ve " dini lider " olarak ayrılıyordu. Bunların altında örgütün önde gelen isimlerinden oluşturulmuş merkez komitesi işlevi de gören, örgütle ilgili kararların tartışıldığı ve alındığı mekanizma olan şûra bulunuyordu. Askeri kanat kendi içinde " birim sorumluları " ve " eylem timleri " olarak yer alırken siyasi kanat " yükseköğretim birimi, orta öğretim birimi" ve " halk birimi " alt birimlerden oluşuyordu. Halk birimi içerisinde cami sevdalıları, mahalle ve köy sorumluları bulunuyordu. Hizbullah'ın eylem türlerine bakıldığında en acımasız örgüt olarak karışımıza çıkıyor. Eylem türleri arasında, silahlı saldırı, kundaklama, satırla vurma, zincirleme, kezzap atma dikkat çekiyor. Örgütle özdeşleşen en acımasız eylem ise örgüt içerisinde " sığınak " olarak adlandırılan mezar evlerdeki sorgulamalardı. Örgüt aleyhindeki kişiler ile ajan olduğundan kuşkulandıkları kendi örgüt mensuplarının kaçırılıp, hapsedildiği son derece gizli yerlerdi. Hücre evleri ve cami zeminindeki toprak kazılarak yapılan sığınaklarda, kaçırılan kişiler zincire vurulup hapsedilip, sorgulanıyordu. Sığınaklar ise genellikle başka illerden getirilen ve sonra yakalansa bile bölgeyi tanıyıp gösteremeyecek militanlara kazdırılıyordu. Örgüt evlerinde yer alan sığınaklarda sorgulanan kişiler " domuzbağı " olarak nitelendirilen yöntemle boğularak öldürülüp, cesetleri kimi zaman araziye kimi zaman ise sığınaklar kazılarak infaz edildikleri eve gömülüyordu. 2000 yılında Türkiye genelinde yapılan operasyonlarda mezar evlerde domuzbağıyla öldürülen 100 dolayında cesete ulaşılmıştı. Örgüt finans gereksinimini, tüm örgüt mensuplarının gelirinin yüzde 10'u oranında alınan para, köylerde hasat zamanı mahsullerden alınan yüzde 10 pay, fidye veya cezalandırma amaçlı adam kaçırma ve tehdit yoluyla elde edilen haraç, kurban derileri ve zekâttan sağlıyordu. Ajan sızmayan tek örgüt Örgüt siyasi planda halkalar, askeri alanda ise eylem birimleri şeklinde yapılandığı için, örgüt üyesi kimin ast, kimin üst durumunda olduğunu bilemiyor ve sadece içinde bulunduğu hücreyi oluşturan şahısları ancak kod ismiyle tanıyordu. Örgüt, kurallara uymayan, örgütsel sırları deşifre ve örgüt faaliyetlerini riske eden, ajan olduğu konusunda en küçük kuşku duyduğu mensubunu anında sorgulayıp cezalandırıyordu. Hizbullah, içine gizli istihbarat elemanı sızmadığı ve arşivinin ele geçirildiği güne kadar çözülememiş tek örgüt olarak resmi kayıtlara geçirildi. Yıllarca " deşifre " edilememiş olan örgüt, 17 Ocak 2000 tarihinde liderinin öldürüldüğü Beykoz operasyonu ile ciddi anlamda güç kaybetti. Almanya'da yaşadığı düşünülen örgüt üst düzey yöneticilerinden İsa Altsoy 'un burada taban faaliyetini yürüttüğü değerlendiriliyor. Beykoz operasyonundan sonra hiçbir eylemde adı geçmeyen Hizbullah'ın tam olarak bitmediği ve bitmeyeceği, bir örgüt özeleştirisi niteliğini taşıyan ve 2004'te basılan "Kendi Dilinden Hizbullah ve Mücadele Tarihinden Önemli Kesitler" adlı kitapta net olarak ortaya konuluyor. Kitapta Velioğlu'nun da öldürüldüğü operasyonun rastlantı sonucu gerçekleştirildiği savunulurken "Cemaatin mevcut varlığı son bulsa veya yok edilse dahi, bu mücadeleyi onların çocukları ve onlardan sonra gelenler devralacaktır" değerlendirmesi de dikkat çekiyor.- KANLA ABDEST ALANLAR... (Günümüzde dinsel radikal örgütler, eylem ve söylemleriyle İslamı, 'kan, gözyaşı ve cihat dinine' dönüştürdü...)
Aydınları katleden örgüt İslami Hareket Resmi kayıtlara Türkiye'nin ilk " Hizbullah "ı olarak 1983'te İstanbul/Kasımpaşa'da kurulu örgüt düşülmüştü. Hırsızlık ve gasp suçlarını işleyen ve çökertilen bu örgüt daha sonra " İslami Hareket " olarak canlanmış ve aydınlara yönelik suikastları gerçekleştirmişti. İslami Hareket örgütü, " Hüseyin Galip " kod adlı İrfan Çağrıcı ve arkadaşları tarafından 1987'de Batman'da kuruldu. Örgüt, adını aydınlara yönelik suikastlar ile duyurdu. " Resmi " ilk Hizbullah'ın uzantısı olan örgütün deşifresi de hayli ilginçti. Yazar Turan Dursun 'un katledilmesinin ardından suikastta kullanılan silahın içinde bulunduğu bir otomobil İstanbul emniyeti önünde terk edildi. Yapılan çalışmalar sonucunda örgüt militanlarının hırsızlık suçundan sabıkalı oldukları anlaşıldı. Özünde tüm dinci örgütler gibi İslam devleti kurma amacını taşıyan örgütün stratejisine göre, kadrolaşmadan " silahlı savaşa " kadar toplam 25 yıl sonunda İslam devleti kurulacaktı. 1990'lı yıllarda örgütü yönetecek şûrada Mehmet Kaya, Hüsnü Yazgan, Ramazan Aytunç, Şefik Polat, Ömer Faruk Baş, İhsan Deniz, Zübeyir Gümüş, İrfan Çağrıcı, Ekrem Baytap ve Abdullah Yiğit isimleri yer aldı. Örgüt, genel şûra, yasama şûrası ve icra şûrasından oluşuyordu. İcra şûrasında yer alan liderlerin teknik ve ameliyat timleri bulunuyordu. Bu timlerde, bomba ve suikast konusunda eğitimli örgüt üyeleri yer alıyordu. " Ameliyat timleri "ndekiler ise silahlı eylemleri gerçekleştiren militanlardan oluşuyordu. Örgüt üyelerinin İran Kum kentinde askeri eğitim aldıkları saptandı. Turan Dursun cinayetinde kullanılan silahın Almanya tarafından İran'a satıldığı da ortaya çıktı. Örgütün ismi, Hürriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Çetin Emeç 'in 7 Mart 1990 yılında öldürülmesi ile duyuldu. İran'da eğitilen militanlar Türkiye'ye kaçan " devrim " karşıtlarına yönelik eylemlere de katıldılar. Yazar Turan Dursun'un 4 Eylül 1990 tarihinde öldürülmesi eylemi de örgüt lideri İrfan Çağrıcı 'nın talimatıyla gerçekleştirildi. 24 Temmuz 2000 tarihinde Çağrıcı ve 4 arkadaşı, idam cezasına mahkûm edildi. Bugüne değin örgütün üstlendiği herhangi bir saldırı eylemi olmadı.- BİR MİLLET UYUTULUYOR...
Teşekkürler sevgili gloria... Bu tür bilgilere o kadar ihtiyacımız varki... Nerelerden geldiğimizi bilemezsek, nereye gideceğimizi asla bilemez ve bugün içinde bulunduğumuz belirsizlik durumdan kurtulamayız... Sevgiler...- EĞİTİMDE ÇOOOOOOOOK GERİYİZ... (8 yıllık kesintisiz eğitim zorunlu olmasına rağmen, Türkiye'de 1 milyon çocuk okuma yazma bilmediği gerçeği, çağdaş.)
Beyin Göçü'nün maliyeti: Yılda 2 milyar $ (1) Türkiye en fazla beyin göçü veren 34 ülke içinde 24; sırada, iyi eğitim gören yüz kişiden 59'u gidiyor; beyin göçünün Türkiye ekonomisine yıllık maliyeti 2-2.5 milyar dolar! Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu (TİSK) tarafından yayımlanan "Türkiye'de Araştırma-Geliştirme: Ne Durumdayız? Ne Yapmalıyız?" başlıklı Araştırmada, ülkemizin kalkınmasını olumsuz yönde etkileyen kronik bir soruna, "Beyin Göçü"ne dikkat çekiliyor. Ülkemizde sürekli çoğalan üniversitelerin; eğitim sisteminin işgücü piyasasının ihtiyaçlarına uyumlu olmaması nedeniyle birçok alanda "istihdam edilebilir" nitelikte olmayan, bol sayıda diplomalı işsiz mezun ettiği belirtilerek, "Bu taşan ve saçılan beyinlerin en niteliklileri yabancı ülkelere gitmekte ve oralarda çalışmakta, yani bedelsiz beyin ihracatı yapılmaktadır" denildi. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Teknoloji Araştırma Merkezi (TEKAM) Müdürü Prof. Dr. Muammer Kaya'nın "Türkiye'de Araştırma-Geliştirme: Ne Durumdayız? Ne Yapmalıyız?" başlıklı Araştırması TİSK Yayınlarından çıktı. Araştırmada, ülkemizin ve sanayimizin en önemli konularından biri olan ARGE alanındaki pozisyonu çok net bir fotoğraf halinde yansıtılırken, uygulanması gereken politika ve tedbirler de aynı açıklıkla gözler önüne serildi. Araştırmada, ülkemizin plansız, kitlesel ve ucuz eğitim ile hem atıl ve niteliksiz işgücü yarattığı, hem de nitelikli beyinlerini kaybettiği vurgulanarak, "Gelişmekte olan ülkeler kıt ve hayati olan nitelikli insan gücünü kaybetmekte, yapılan beşeri yatırımlar boşa gitmektedir. Bugün profesyonel bir sporcu, sanatçı veya yönetici milyonlarca dolar karşılığında transfer olurken, nitelikli insanlar bedelsiz transfer olmaktadırlar" denildi. 100 KİŞİDEN 59'U Beyin göçünün dünya çapında önemli bir sorun olduğu belirtilen araştırmada, "Türkiye en fazla beyin göçü veren 34 ülke içinde 24. sırada yer almakta olup, maalesef iyi eğitim gören yüz kişiden 59'unu kaybetmektedir" denildi. Türkiye'de üniversitede okuyan gençlerin %73'ünün yurt dışında çalışmak ve yaşamak istediğine dikkat çekilen araştırmada; "Yurtdışında öğrenim sürdürenlerin ise % 77'si ülkeye kesin dönüş yapmak istememektedir. Türkiye bugün iyi eğitim görmüş gençlerin sadece % 41'ini elinde tutabilmektedir. YÖK'ün verilerine göre 24 bini Almanya'da, 15 bini ABD'de olmak üzere 50 binden fazla Türk genci yurtdışında eğitim görmektedir. Türkiye, yurtdışına en çok öğrenci gönderen ülkeler arasında 11. sıradadır." denilerek, çeşitli ülkelerin topraklarına nitelikli beyinleri çekmek için uyguladıkları bilinçli politikalardan örnekler de verildi. Buna göre, ABD "olağanüstü araştırmacılara" her yıl 135 bin H1-B vizesi veriyor. ABD'ye göç eden nitelikli göçmenlerin Amerikan ekonomisine katkısının kişi başına yıllık 150 bin dolar düzeyinde olduğu hesaplanıyor. MALİYETİ 2.5 MİLYAR DOLAR Araştırmada, beyin göçünün Türkiye ekonomisine yıllık maliyetinin 2-2.5 milyar doları bulduğunun tahmin edildiği belirtilerek, "Bu büyük maliyeti azaltmak için bakış açısı, politika ve altyapıda uygun şartlar yaratılmalıdır. Dönenlerin büyük bir kısmının yeterince verimli çalıştırılmamaktan dolayı "beyin küsmesi" ne uğradığını, "beyin mezarlığı" oluştuğunu görerek, gerekli tedbirleri almak ve ülkemize "tersine beyin göçü" yollarını açmak zorunludur" görüşü dile getirildi. Araştırmada 1981 - 2000 yılları arasında ABD'ye ve OECD ülkelerine göç eden 25 yaş üstü Türklerin eğitim profiline de yer verildi. Buna göre Türkiye'den ABD'ye giden 64 bin 780 Türk'ten 37 bin 785'i, Türkiye'den OECD ülkelerine göç eden 1 milyon 913 bin 782 Türk'ten 1 milyon 116 bin 275'i yüksek öğrenimli. Bu durumda ABD ve diğer OECD ülkelerine göç eden Türklerin % 58'ini yükseköğrenimli kişiler oluşturuyor. SAPTAMALAR: Mühendislik-mimarlık eğitiminde kapasite ihtiyaçtan çok fazla: "Ülkemizde 2005-2006 öğretim yılında ÖSYM-YÖK verilerine göre 36 bine yakın öğrenci devlet ve özel vakıf üniversitelerinde sanayi/ticaretin gelişmesi için mühendislik-mimarlık ve şehir plancılığı alanlarında eğitim görmektedir. Üniversitelerin kontenjanlarının toplamına göre 30857'si devlet ve 4956'sı vakıf üniversitelerinde okumaktadır. Devlet 51 ve Vakıf üniversiteleri 23 dalda Mühendislik - Mimarlık Eğitimi vermektedir. Devlet üniversitelerinde en fazla kontenjan Makine, İnşaat ve Ziraat Mühendisliğinde iken Vakıf üniversitelerinde Bilgisayar, Endüstri ve Elektrik-Elektronik Mühendisliğindedir. Ülkemizde 2005-2006 öğretim yılında Devlet ve Vakıf üniversite kontenjanları birlikte dikkate alındığında yılda en fazla Makine (4431), İnşaat (3440), Ziraat (3095), Bilgisayar (2570), Endüstri (2443), Elektrik-Elektronik (2403), Mimarlık (1594), Jeoloji (1415), Kimya (1415), Gıda (1360), Çevre (1360) ve Maden (1030) Mühendisi yetiştirilmektedir. Yıllık kontenjanı 1000 ve üzerinde 12 Mühendislik dalı bulunmaktadır. Ülkemizde ihtiyacımızın çok üzerinde mühendis ve mimar yetiştirilmektedir. Yetişen mühendis ve mimarlara istihdam sağlama olanağımız çok kısıtlıdır. Eğitim-İstihdam Uyumsuzluğuna Bir Örnek: Maden Mühendisliği: Türkiye'de bugün öğretim veren toplam 16 Maden Mühendisliği Bölümü vardır. Bunlardan 6'sı hem birinci hem de ikinci (gece) öğretim vermektedir. 2004 ÖSYM verilerine göre toplam 1030 öğrenci kontenjanına sahiptir. 1030 öğrenci kontenjanının 270'i ikinci öğretim içindir. Dünyanın madencilikte en gelişmiş bir ülkesi olan Kanada'nın GSYİH'sının büyük bir kısmı madencilikten sağlanmasına karşın her yıl 120 yeni Maden Mühendisine ihtiyacı vardır. (McGill Alumni News, 2005) Bunun 90'ını kendi üniversitelerinden karşılarken, geri kalan 30 kişiyi Kanada dışından beyin göçmeni olarak almaktadır. Bugün, Avustralya yıllık 130, G.Afrika 30, İngiltere 30, ABD 120 Maden Mühendisi mezun etmektedir. ABD'de mezunların % 60'ı Madencilik Sektöründe iş bulabilmektedir. Ülkemizde Madenciliğin GSYİH içindeki payı %1'lerin altına düşmüşken yılda binden fazla Maden Mühendisi yetiştirilmesi, tüm dünyanın maden mühendisi ihtiyacını karşılayacak seviyelerdedir. Maden mühendislerinden %20'sinden azı mesleklerinde iş bulabilmektedir. Plansız, programsız açılan üniversiteler, bölümler, artırılan kontenjanlar yetmezmiş gibi ikinci öğretime öğrenci alınmasının hiçbir mantıklı ve rasyonel açıklaması yoktur. PLANSIZ PROGRAMSIZ HARCAMA Ülkemizin her yıl ne kadar Maden Mühendisine ihtiyacı olacağı ilgili kurumlarca (DPT, DİE, YÖK, Üniversiteler, Meslek Odaları vs) hesaplanmadığından, sonuçta anlamsız sayıda diplomalı işsiz yetiştirilmektedir. Bu yetiştirilen kişilerin bir kısmının yabancı ülkelerce absorbe edilebilmesi için niteliklerinin çok yüksek olması (çok iyi dil bilmesi, bilimsel olarak üstün seviyede olması, bilgisayar bilgisinin yeterliliği, yurt dışına gitme isteğinde olması ve yurtdışında iş bulması vs) gerekmektedir. Aksi takdirde bu kişiler ülkemizde diplomalı işsizler ordusuna katılmakta veya meslekleriyle ilgisiz işlerde çalışmak zorunda kalmaktadır. Meslek dışı işlerde istihdam ise kıt kaynakların savrulmasına neden olmaktadır. Ülkemiz sınırlı ve kıt kaynaklarını bu derece plansız ve programsız harcamamalıdır. Benzer sorunlar ülkemizde tüm mühendislik dalları ve diğer pek çok meslekte de geçerlidir. Sonuç olarak: Ülkemizde mevcut seksene yakın üniversitenin yanı sıra, 17 yeni üniversite daha açma kararı herhangi bir insan gücü planlama çalışmasına ve ihtiyaç analizine dayalı olmadığı gibi, bu üniversitelerin yeterli altyapıları ve nitelikli öğretim elemanları da mevcut değildir. Siyasi amaçla kurulan yeni üniversiteler diplomalı işsizler ordusunu çok daha büyütecek ve beyin göçünü daha da hızlandıracaktır. Bu durum ülkemizde artık beyin erozyonuna dönüşme aşamasındadır. Beyin göçü dünyada bugün geri kalmışlıkla özdeşleşmektedir". (DİPNOT... Kaynak: www.tisk.org.tr)- KANLA ABDEST ALANLAR... (Günümüzde dinsel radikal örgütler, eylem ve söylemleriyle İslamı, 'kan, gözyaşı ve cihat dinine' dönüştürdü...)
Ayrılıkları pekiştirenlere, ayrılıkları devletin temel yasasında değişmez dogmalara dönüştürmek isteyenlere karşı durmalı... Bu radikal İslamın tarifi ne?... *Anayasa değişikliğinin asıl amacı türban, din değil; asıl amaç Türkiye'yi önce özerk bölgelere sonra da ayrı ayrı federal devletlerden oluşan yeni bir devlete dönüştürmek. Bu amacı en iyi bizim sivillere Amerikan devletinin parasını akıtan NED operatörleri anlatıyor ve "Birçok ülkede, demokratik gelişmeler, otoritenin merkezi rejimlerden alınmasını ve yeni seçilmiş bölgesel ve yerel yönetimlere verilmesini teşvik etmektedir" diye ilan ediyorlardı. Araştırmacı-yazar Mustafa Yıldırım , AKP tarafından hazırlatılan anayasa değişikliğinin asıl amacının türban ya da din olmadığını savunarak "Asıl amaç, Türkiye'yi önce özerk bölgelere sonra da ayrı ayrı federal devletlerden oluşan yeni bir devlete dönüştürmek" dedi. Ayrılıkları pekiştirenlere, ayrılıkları devletin temel yasasında değişmez dogmalara dönüştürmek isteyenlere karşı durulması gerektiğini kaydeden Yıldırım, "Bir yerli vakıfta anayasadan ' Türk ' sözcüğünün çıkarılmasının istenmesinin anlamı açıktır! Kısaca, varlığımızı tartışıyoruz... En tehlikeli durum budur" görüşünü dile getirdi. Mustafa Yıldırım, yeni anayasa değişikliği taslağı ile birlikte yaratılan tartışma ortamıyla ilgili sorularımıza şu yanıtları verdi: - AKP'nin son hazırlattığı anayasa taslağının arka planında görünen nedir sizce? - Anayasa değişikliğinin asıl amacı türban, din değil; asıl amaç Türkiye'yi önce özerk bölgelere sonra da ayrı ayrı federal devletlerden oluşan yeni bir devlete dönüştürmek. Bu amacı en iyi bizim sivillere Amerikan devletinin parasını akıtan NED operatörleri anlatıyor ve " Birçok ülkede, demokratik gelişmeler, otoritenin merkezi rejimlerden alınmasını ve yeni seçilmiş bölgesel ve yerel yönetimlere verilmesini teşvik etmektedir" diye ilan ediyorlardı. Operasyonu daha açık ilan edense Paul Bernard Henze oldu. Amerikan güdümlü Turancıların örgütü SOTA'nın danışmanlığını yapan Henze, aynı örgütün yayınında çok açık yazıyor: "Ülkenin toparlanması devresi olan Cumhuriyet'in ilk yıllarında tam bir merkeziyetçi idare biçimi günümüz gereksinimlerini karşılayamaz durumdadır." Ulusal devleti yıkma - Bu yaklaşıma, "demokrasinin topluma yayılması için devlet reformu isteği" diyorlar, değil mi? - ABD'nin ulusal devleti yıkma isteğini açıklamaya bu sözler yeter, ama Henze daha da açık olarak, "Türklerin, çağdaş dünyada siyasal yönden en başarılı ve gelişmiş ülkelerin federasyon düzeniyle yönetilenler olduğunu düşünmeye başlamaları gerekir" diyor ve aydınlara da federasyon düşüncesini yayma görevi veriyordu: " Türkiye Cumhuriyeti'nde bu türlü değişimleri oluşturabilecek düzenlemeler, Türk aydınlarının ve siyasetçilerinin gündemlerinin başında yer almalıdır. Belki bu tür temel bir düzenlemenin yapılabilmesi için, 20. yüzyılın sonunda Türkiye'nin içine sürüklendiği bunalımın biraz daha da kötüleşmesi gerekecektir." Şimdi Henze'nin, 1997 öncesi kanlı karıştırma döneminde CIA Türkiye istasyon şefi olduğunu, NED örgütlerini Türkiye'ye ilk sokan Forumcularla işbirliği yaptığını düşünürsek onun sözlerini ciddiye almak gerekir. - Bu istek, gündelik siyasete nasıl yansıdı? - Çok örnek verilebilir; ama AKP İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu 'nun 2002 seçiminden hemen sonra söylediklerini anımsatayım: "Olursa her ilde bir yönetici olacak, o da seçimle gelecek. Şu andaki gibi atanmış vali ve seçilmiş belediye başkanı birlikte olmayacak. Bu konuda partide Araştırma Geliştirme Bölümü çalışıyor" diyordu Aksu. Türkiye'de bu tür yaklaşımı demokrasinin güçlenmesi olarak yutturanlara karşı Aksu daha iyi bir planı açıklıyordu: "En iddialı projelerimizden biri de her il ve ilçede bir nevi ' yerel parlamento ' olarak adlandırılabilecek çalışma sistemi kurmak." - AKP'nin 2003'te gündeme getirdiği, Türkiye'nin idari yapısını altüst etmeyi öngören kamu yönetimi reformu bir anlamda... - Haklısınız, kamu yönetimi reformu ve öteki yabancıya mülk edindirme, yabancılara örgüt açma hakları verilmesi altyapıya uygun yasalardı. Ancak bunları öyle kendileri bulmuş değiller. Hemen her projede olduğu gibi onca resmi dolarla ve onca sivil projeyle yaptıkları yalnızca ABD'yi kopyalamaktır: İllere, bölgelere büyük yetkiler vermek, il meclislerini donatmak, seçilmiş valiler; yerele bırakılmış güvenlik kurumları... Neredeki gibi? Tıpkı ABD'de olduğu gibi. ABD'deki federal devletçiklerin yapısı ne ise, onun kopyasını Türkiye'de istiyorlar. Bizdeki politikacılar yıllardır Türkiye Ankara'dan yönetilemez, diye diye bu tuzağa düştüler. Düşünce önce akıllara sızdırılıyor; sonra üstüne bilimsel kılıf dikiliyor. - AKP de bu temel değişikliğe uygun ılımlı İslam mı istiyor? - İslam demek hata olur. ABD ve Batı Avrupa, Yunanistan ne istiyorsa onu istiyorlar. Bunu en iyi Başbakan Recep Tayyip Erdoğan , eyalet sistemi düşündüklerini, Kemalizmin ve resmi ideolojinin geçersiz olduğunu, kendi deyişiyle değiştiği bir dönemde, yani 2002 seçiminden sonra belirtiyordu. Daha önce de yerel iktidarlar istemişti. Burada "İslam" diyerek Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin ulusal ve tekli devlet yapısını değiştirmenin, hem de bir daha geri döndürülemez biçimde değiştirmenin programını uyguluyorlar. Bir yanıyla toplum içinde çatlaklık, öte yanda devletin varlık ilkelerinin çürütülmesi. - ABD hem bir yandan tüm dinlere sahip çıkıyor, ama öbür yandan da dinsel terörün en büyük mağduru olduğunu söylüyor ve dinsel teröre karşı en sert yaptırımları getirme yanlısı gözüküyor. Bu bir çelişki değil mi? - Dalavereci oyun kurar da o oyun hayatın gerçeğine her zaman uymaz. Hep defoludur. İnsanlar akıllı değilse, gözleri kapanmışsa, bunun farkına varmaz. Kuşkusuz bir çelişki var ortada. Şimdi genel bir terör tanımı dışında uluslararası terör tanımı getiriliyor. Uluslararası terör ne demek? Önce bize bunu filmlerle sundular: Rusya dağılıyor, nükleer silahlar var, çeteler kuruluyor, o silahları o çeteler ele geçiriyor filan... Öncesi böyle... Sonra nereye çevrildi? İslam terörüne çevrildi. Uluslararası terör dediği zaman radikal İslam diyor. Bu radikal İslamın tarifi ne? Bir tek Usame bin Ladin mi? Ya da bir tek Hamas mı? Irak'taki ne peki? Propaganda çok belli: İşgale, kolonileşmeye kim karşı çıkarsa, yeter ki o ülke Müslüman ülke olsun ya da Müslümanın çoğunlukta olduğu bir ülke olsun, ona terör diyor. Uluslararası bu işgale karşı çıkan herkes bir kere terörist. Eskiden komünistti, şimdi terörist. Eskiden anarşistti, şimdi terörist... - Kandırmaca sürüyor anlaşılan... - Tam bir üç kâğıt... Bu tarz değişmiyor. Türkiye'de diyelim ki bağımsızlığı savunuyorsunuz. Kemalistsiniz. Tam bağımsızlık, onur diyorsunuz. Size ne diyecek şimdi? Size kestirmeden "aşırı milliyetçi" diyecektir. Diyor da zaten. Propaganda bunun üzerine kuruluyor. Siz bağımsızlığa yönelik her türlü tehdide, ekonomik bile olsa karşı çıktığınız anda aşırı milliyetçi olmuş oluyorsunuz. "Ey Müslümanlar kalkın, bir bakın neler oluyor" dendiği zaman da İslamcı terörist diyor. Hatta o kadar ileri götürdüler ki, "İslami faşizm" dediler. Bakın radikal terör filan demiyor. ABD'ye ve AB'ye düşünceyle karşı çıkınca "Bunlar İslam faşisti" diyor. Direnen herkesi kendi toplumundan yalıtmaya çalışıyor. Sen de Müslümansın, ama bak o faşist Müslüman, diyor. İslam teröristi diyor. Bu çok palavra bir şey, ama kolay yutulan da bir şey. Sırası gelmişken belirteyim ki, bugün ABD ile içli dışlı olanlar Taliban'ı ve Usame bin Ladin'in durumunu anımsasınlar. Onlar da bir zaman ABD'nin en yakın ortaklarıydı ve hatta ABD onlara göre İslamiyeti savunuyordu. Ders alına! Anayasadaki egemenlik tanımı - Yine güncele, anayasa taslağına dönersek. Bütün bu anlattıklarınız orada yerini buluyor mu? - Modern yaşayan, dine bile inanmayan insanlar bile şimdi ne oldu? Aynı koalisyonda buluştular. Nerede birleşiyorlar? Türkiye Cumhuriyeti'nin yok olmasında birlik halindeler. Şimdiye değin belediyeler, ekonomi ve idari anlamda her türlü yasa çıkarılmış, Türkiye serbest dolaşılan bir bölge olmuştur. Yabancılar mülk alabiliyor, koloniler kurabiliyorlar ülkemizde. Bunların hepsi hazırlanmış, ama bir engel var? Yasaların üzerinde bir anayasa var. İşte asıl engel o yasa. Egemenlik diye bir şey var. Meclis' in egemenliği değil, Türkiye Cumhuriyeti devletinin egemenliği! Türklerin egemenliği diye bir şey var. AB tartışmalarında hep bu egemenlikten yakındılar. Anayasadaki egemenlik tanımı, AB'nin bazı dayatmalarını kabullenmeye engel oluyordu. Egemenlikten biraz vazgeçmek istekleri böyle çıktı. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nı, federe devletlerden oluşan bir Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'na dönüştürmek istiyorlar. Konu, bu yönüyle ve bu iş için oluşturulmuş sivil-dinci şebekenin eylemleri, bu eylemlere izin veren devlet kurumları bağlamında tartışılıp " Önce tam bağımsızlık, sonra anayasa " denilecekken birden türbana, Malezya olur muyuz gibi şaşırtıcı, saptırıcı tartışmalara kapılınıyor. Bağımsızlık yanlılarının önemli bir bölümü de tuzağa düşüyor. Birdenbire din hürriyetinin Türkiye'de kısıtlandığı üzerine kuruluyor tartışmalar. Oysa, açıkça karşı çıkılması gereken Türkiye'de federal bir devlete doğru dönüşü sağlayacak değişikliklerin tümüne karşı savaşım vermektir. Çıplak gerçek - O anayasa taslağını hazırlayanlar için kimi saptamalarınızı kamuoyuyla paylaştığınızı da biliyoruz... - Örümcek ağındaki bütün projeleri alt alta nasıl yazarsanız yazın; ayrı ayrı örgütler, vakıflar, belediye birlikleri, hepsi ama hepsi; insan haklarına, din hürriyetine, özelleştirmeye, azınlık haklarına, yerel özerkliklere, ABD'nin Ortadoğu'da işgal projelerine sahip çıkmak savıyla çalıştıklarını görürsünüz. İnsan özgürlüğüyle, üstüne terimlerle bezenmiş olan bu savların altına baktığınızda çıplak gerçekle karşılaşırsınız. - Onca çalışmayla örtülen nedir? - Özellikle TESEV'in açıklamalarına bakmak yeter de artar. TESEV'i yöneten eski büyükelçi, Amerika Irak'ı işgal ederken televizyona çıkıp aynen şöyle dedi: " Bir sivil toplum lideri olarak diyorum ki: Türkiye'nin yeri, açıkça söylüyorum, stratejik müttefikinin yanıdır. " Bu şebekenin, ilişki kurduğu, görüşme değil, parayla pulla, ortak düşünce oluşturma adı altında programlarla iç içe çalıştıkları Amerikan örgütleri var, İsrail yandaşı örgütler, Batı Avrupa'dan, özellikle Almanya'dan ve Yunanistan'dan örgütler var! Bir bütünlüğü olan ve eşgüdüm altında işleyen bir sistemden söz ediyorum. Ilımlı İslamdan, türbandan değil; tümüyle bir işgal sisteminden, devleti federasyonlaştırma girişiminden söz ediyorum. - Taslak çalışmalarında Ergun Özbudun adı öne çıkıyor. - Ergun Özbudun, değerli bir profesör; ama kendi kitaplarında Türkiye Cumhuriyeti'nin tüm ilkelerini çok iyi savunmuş değerli bir hukukçuydu. Beni en çok şaşırtan böyle bir kariyeri olan hukukçumuzun Amerikan örgütündeki yeri oldu. CIPE, Amerikan Ticaret Odası'nın kurduğu, yani Amerikan işadamlarının kurduğu bir örgüttür. Örümcek ağını kuran merkez örgütlerden birdir. Ankara'da bir şube ya da büro açıyorlar, ikinci direktör kim? Ergun Özbudun! ANAP'lılar Alman örgütleri ile işbirliği içinde Türk Demokrasi Vakfı'nı kuruyorlar; ABD örgütü NED ve bağlı örgütlerle birlikte çalışıyorlar. Vakfın kurucularından biri kim? Ergun Özbudun. Kuruluş döneminde vakfın yöneticilerinden biri kim? Atilla Yayla. Ne yapıyor? Liberal enternasyonalin merkezi Atlas Vakfı ile birlikte çalışıyor; AB'den, Katolik örgütlerden para alıp demokrasicilik oynuyorlar. Bir yandan tarikat, öbür yandan liberalizm, öbür yandan İsrail, öte yanda Washington, beri yanda Avrupa ve Ortadoğu'nun, Asya'nın Kafkasya'nın işgal projesi. Bunun dinle de, cumhuriyetimizin anayasası ile de esastan bir bağı olamaz. Din burada yalnızca kullanılan ve dağıtmak üzere, çatışma üzere kullanılan bir olgu. ______________________________ ______________________________ Kaynak: Cumhuriyet 26.10.2007- FORUM ÜYELERİNE BİR ÖZ ELEŞTİRİ... (Bilgi üretilemediğinde, boş konuşmalar artıyor; eylemin, yaratıcılığın yerini geyik muhabbetleri alıyor...)
Genelde bizlerin önemli bir bölümünün açlık sınırında yaşadığından söz ederiz herzaman olduğu gibi insanlarımızın bir bölümünün açlık sınırında yaşadığından söz eder, yakınırız. Bu fizyolojik bir açlıktır, midelerin aç kalmasıdır... Ya beyin açlığı.. Bunun sınırı nedir? Bu konuda pek araştırma da, yakınma da yoktur. Farkında değiliz ama, belki beyin açlığı, toplumlarda fizyolojik açlık kadar önemli, belki de daha önemli bir sorundur. Beynin de beslenmesi, entelektüel anlamda doyması gerekir. Beyin de bir organımız.. yalnız fizyolojik olarak değil, bilgi ile beslenmesi, düşünme yetisini geliştirmesi gerekiyor. Çizmeyi belki aşıyorum ama, insanlar arasında kavrayış, anlayış, yaratıcılık farkları olmakla beraber, zekâ durağan bir yetenek değildir. Geliştirilebilen, iyileştirilebilen, çalıştırılabilir bir yetenektir. Bilgi ile beslenmeyen bir beyin körelmeye (dumura) uğrayarak, düşünme, yaratma yetilerini zamanla yitiren kişiler, düşünerek karar alamazlar.. düşünme çabasını dahi gösteremez duruma düşerler. Davranışlarına korku, kaygı, öfke, ufak çıkar hesapları gibi güdüler, duygular egemen olmaya başlar. Düşünce, irdeleme yetisinin azalması, başkalarının dümen suyuna girilmesini de kolaylaştırıyor. Artık gündemi sizin dışınızdaki güçler belirlemeye ve sizi de güdülecek bir sürü olarak görmeye başlarlar... Beslenmeyen beyin kaliteli ürün veremiyor, kişiyi edilgen hale getiriyor. Olaylara karşı kayıtsızlık, ilgisizlik başlıyor, ilgi alanları havai zevklere yöneliyor. Yaşam bir yerde renksizleşiyor, tekdüze hale geliyor. Bilgi üretilemediğinde, boş konuşmalar artıyor; eylemin, yaratıcılığın yerini geyik muhabbetleri alıyor. Sözde FORUM ÜYELERİ /BEN, SEN O, ucuz polemiklerle prim yapmaya çalışıyor. ''Türkiye uzun laftan battı'' tanısını güçleştiren kısır döngü daha da boğucu hale geliyor. Ülkemizdeki uzun konuşmaları, eylemsizliği, gereksiz yakınmaları, kopukluğu, kayıtsızlığı, güdülmeyi, yönlendirilmeyi beyinlerimizin beslenmemesine bağlayabiliriz. İşlevini yapamayan bir beyin, başkalarının egemenliği altına girmemizi kolaylaştırıyor. Bizleri düşünme tembeli yapıyor. Sonuç olarak; belkide şunu da sorgulamalıyız: Neden bildiklerimizle yetinip bunu doğru olarak kabul eder ve iki ucu keskin bir bıçak üzerinde yürürüz... Neden sorgulama, araştırma, incelem yapma yeteneğimiz yok... Neden duyarlılığımızı maç, din, karşı cins ilişkisi, oyun ile sınırlarız... vs. vs.. bu sorula çoğaltılabilir.... Bana göre; Beynimizi beslemek için zaman ve kaynak ayırıp önceliğimizi beynimizin doymasına veriyor muyuz? diye başlayan soruyu daha da ileri giderek dünyada etrafımızda olup bitenler karşısındaki farkındalığın blincinde olamayacak kadar acı belki ama özür diliyerek her birimizin beyin diye bir organımız var mı? Sevgi ve saygılarımla... DİPNOT...- ÜMMETÇİLİK üst kimliği altında ülkeyi "Anonim Şirket" haline getirme... (Dinin emrine giren devletler emperyalizmin de emrine girer...)
Türkiye, yeni emperyal çıkarlar, oyunların tuzağından, Kurtuluş Savaşı destanı, Cumhuriyet kazanımları, laiklik, Atatürk devrimlerinin çimentosu ile.. ülkesinin olmazlarını, kırmızı çizgilerini savunabilmek, tüm vatandaşları ile birlikte, barış içinde ayakta kalmayı başarabilmek noktasında, bir dönemeçte, zorlanmakta... Cumhuriyet bilinci, aydınlanma değerleri ile yola çıkanların pusulası insan hakları, demokrasi, evrensel değerler, uygarlığın kazanımları olmak zorunda... Bilinçli insan, aydın, aydınlanmacının kafasında, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları arasında ayrımcılığa, çatışmaya yer yok. Tuzaklara karşı duyarlılığın pusulası aydınlanma, vatandaşlık bilinci olacaktır. Cemaatlerin, aşiretlerin, tarikatların kucağına düşmüşler için ise elde aydınlanma pusulası yok. Bir cemaatin başı ABD'de; Soros foncuları ile ortak dolarlar dağıtılarak ABD ve emperyalizmin çıkarları adına çıkışlar yapacak örgütler besleniyor... Öte yanda ABD'nin Irak bataklığındaki durumuna, çıkarlarına, çıkmazlarına bağlı olarak kullanılan, ipleri ABD'nin elinde olan cemaatler, aşiretler var. Türkiye'ye dönük hesaplar, oyunlarda da önemli rol oynuyorlar. Kimileri PKK terör örgütü dahil, yeni haritalar oyunlarında görev alıyorlar. Kimileri radikal İslamcı terör örgütlerine militan bulmanın ötesinde, Türkiye'de sahneye konan terör eylemlerinin kadrolarını üretiyorlar. Kilise kanlı bombalamasından, Papaz Santoro , Hrant Dink cinayetlerine uzanan bir dizi tetikçinin arkasında bu hamurdan cemaatler, terör örgütleri var. Herkes kendini cumhuriyetçi sanıyor ama gerçek cumhuriyetçi, aydınlanmacı ile cemaatçi arasında uçurum var...- KANLA ABDEST ALANLAR... (Günümüzde dinsel radikal örgütler, eylem ve söylemleriyle İslamı, 'kan, gözyaşı ve cihat dinine' dönüştürdü...)
EL KAİDE Hedef İslam devleti kurmak Türkiye yapılanması ile El Kaide arasında ciddi benzerlikler dikkat çekiyor. Örneğin El Kaide örgütüne girebilmek için "biat" adında bir bağlılık yemini edilmekte ayrıca üyelerin bilgi sızdırmalarını engellemek amacıyla düzenli olarak iç soruşturma yapılıyor. Türkiye grubu da üyelerine örgütsel faaliyetlere dahil ederken lider Habib Akdaş'ın da benzer bir biat yemini ettirdiğini yakalanan militanlar ifadelerinde anlatmıştı. El Kaide'nin amacı, "bütün Müslümanları birleştirerek halifelik yönetiminde Ortadoğu'da bir İslam devleti kurmak" ve "lokal isyanlarda yer almış tüm dünyadaki mücahitleri bir araya getirip onları tek bir İslam devleti yaratmayı hedefleyen uluslararası savaşa yöneltmek" olarak açıklanabilir. Örgüt bu amaca yönelirken ABD, İsrail ve müttefiklerinin ekonomik ve psikolojik olarak çökertilmesi stratejisini izliyor.- KANLA ABDEST ALANLAR... (Günümüzde dinsel radikal örgütler, eylem ve söylemleriyle İslamı, 'kan, gözyaşı ve cihat dinine' dönüştürdü...)
Günümüzde dinsel radikal örgütler, eylem ve söylemleriyle İslamı, 'kan, gözyaşı ve cihat dinine' dönüştürdü... Kanla aptes alanlar... Bölgesinde, "laik, demokratik, sosyal bir hukuk devleti" olma özelliği ile dikkat çeken Türkiye, özellikle 1980'li yılların başından itibaren dış güçlerin yoğun girişimleriyle dinci terörle karşı karşıya bırakıldı. Bu örgütlere de finanstan lojistiğe kadar birçok alandaki destek esirgenmedi. Dinci yapılanmalar "irtica" üst başlığı altında, radikal dini örgütler, dini gruplar ve tarikatlar olarak resmi kayıtlara geçirildi. Çalışmada ağırlıklı olarak irdelenenler, şiddet ve silaha başvuran dinci terör örgütleri oldu. Ancak güvenlik birimleri raporlarında teröre bulaşmamış olmakla birlikte, söylem ve hareketleriyle dikkat çekici ve izlenmesi gerektiğine işaret edilen dini yapılanmalara da yer verildi. 19. yüzyıl sonları ile 20. yüzyılın ilk yarısında Mısır'da ilk temelleri atılmaya başlanan dinci örgütlenmeler Türkiye'de tarikat ve cemaatler içerisinde filizlendi. 1979 İran İslam Devrimi ile birlikte cesaretlenen bu dinci örgütlerin eylemsel hareketleri de ivme kazandı. Özellikle Müslüman Kardeşler Örgütü ve radikal din eksenli Ortadoğu kaynaklı yayınların Türkçeye çevrilmesiyle birlikte eylemsel süreç tırmanışa geçti. Öyle ki, Mevlana ve Hacı Bektaş Veli 'nin sevgi ve kardeşlik dini olarak nitelendirdiği İslam, artık İran'ın etkisiyle "kan, gözyaşı ve cihat dinine" dönüşmüştü. GÖRMEZDEN GELİNDİ Başbakan Recep Tayyip Erdoğan "Ilımlı İslam dediğiniz zaman alternatifi çıkar, o da ılımsız İslamdır!" diyerek İslamın aşırılıkları reddettiğini savunagelse de "dinden beslenen" örgütler cihat adına kan dökmüştü. Özellikle 1980'li yıllar ile 1990'lı yıllardaki çatışma koşullarının yarattığı zeminden yararlanarak güç kazanan dinci örgütleri, kimi zaman PKK karşısında dalgakıran görevi üstlenmesi nedeniyle "görmezden" gelindiği oldu. "İslam devletini" kurup kendisini "halife" ilan edenler, Allah adına "parti" kurarak domuzbağlarıyla insanları katledenler de... Nihai amaçları İslam esaslarına dayalı bir devlet kurmak ve Atatürk Cumhuriyeti'ni yok etmek olan örgütler, son yıllarda "aktif" görünmeseler de bulacakları ilk fırsatta yeniden gün yüzüne çıkacakları kendi iç değerlendirmelerinde de yer alıyor. Örneğin Beykoz operasyonunun ardından çöktüğü belirtilen Hizbullah'ın kendisini sorguladığı kitaptaki, "Cemaatin mevcut varlığı son bulsa veya yok edilse dahi, bu mücadeleyi onların çocukları ve onlardan sonra gelenler devralacaktır" cümlesi bu kapsamda dikkat çekici. TÜRKİYE'NİN RESTİNİ GÖREN ÖRGÜT Türkiye, 15 Kasım 2003 tarihinde İstanbul'da Neve Şalom ve Beth İsrael sinagoglarına yönelik saldırı ile sarsıldı. Saldırıda, 25 kişi yaşamını yitirirken 302 kişi yaralandı. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan , "Bu mesajı ayağımın altına alıyorum" diyerek saldırıyı küçümseme yolunu seçti. Ancak, Erdoğan'ın bu açıklamasının ardından 20 Kasım'da HSBC Genel Müdürlük binası ile 3 dakika sonra da İstiklal Caddesi'ndeki İngiliz Konsolosluğu önünde ilk saldırıların benzer şeklinde bomba yüklü kamyonetle saldırı gerçekleştirildi. Bu saldırıda 31 kişi yaşamını yitirirken 480 kişi yaralandı. Başbakan Erdoğan'ın "restini" gören Usame bin Ladin liderliğindeki El Kaide'nin Türkiye yapılanması idi. Türkiye grubu Habib Akdaş liderliğinde oluşturuldu. Türkiye grubundan önce, çatı örgüt olan El Kaide'yi irdelemek yararlı olacak. El Kaide, yapılanması, eylemleri, uluslararası faaliyetleri dikkate alındığında, Hizbullah gibi klasik terör örgütlerinden farklı özelliklere sahip bir organizasyona sahip. Örgütün lideri Ladin. Örgütte merkez-yönetici-yönlendirici kadro olarak nitelendirilebilecek, Ladin'in başkanlığı yaptığı Ayman El Zevahiri ve ölmeden önce Muhammed Atef gibi şahısların katıldığı danışma kurulu benzeri şûrası bulunuyor. Bu üst yönetim dışında, "çokuluslu hücreler, mücahitler-mücahit gruplar ve bölgesel-yerel örgütlenmeler" yer alıyor. DÜNYAYA YAYILMIŞ HÜCRELER Çokuluslu hücreler, örgüt tarafından kamplarda özel eğitim verilmiş üyelerden oluşan ve dünyanın birçok ülkesine dağılmış değişik milletlere üye küçük gruplardan oluşuyor. Bu hücrelerin uzun süre planlı çalışmalar yaptıkları, eylem hedefi, eylem zamanı ve eylem malzemelerini çoğu zaman kendilerinin temin ettiği yarı bağımsız veya tam bağımsız olarak da faaliyet gösteriyorlar. Mücahit gruplar ise Afgan-Rus savaşından bu yana askeri ve dini eğitim alan veya savaşlara bizzat katılmak amacıyla dünyanın birçok ülkesinden sözde cihat bölgelerine (Afganistan, Bosna-Hersek, Çeçenistan, Filistin gibi) giden ve bu bölgelerde bizzat çatışmalara katılan militanlardan oluşuyor. Bölgesel ve yerel grup örgütler ise değişik İslam ülkelerinde kendi olanaklarıyla yerel bazda kurulmuş ve faaliyet gösteren dinci grup ve örgütlerden meydana geliyor. İstanbul saldırılarını düzenleyen Habib Akdaş liderliğindeki El Kaide'nin Türkiye yapısı, ana El Kaide örgütlenmesi içerisinde hem yerel grup örgütü hem de mücahitler grubu olarak karma bir yapı gösteriyor. Türkiye grubunun şûra heyeti, Habib Akdaş liderliğinde Gürcan Baç, Harun İlhan, Adnan Ersöz ve Baki Yiğit üst düzey konumda faaliyet gösterdi. Örgüt yapılanması içerisindeki en önemli özellik olarak akrabalık bağı öne çıkarken akrabaların özellikle eylem sürecinde bilerek ya da bilmeyerek lojistik destek sağladığı da belirlendi. İstanbul saldırılarında kullanılan araçlardan birisinin örgüt yöneticisi Feridun Uğurlu 'nun babasına, diğerinin ise Azat Ekinci 'nin abisi üzerine kayıtlı olduğu saptanmıştı.- KALPLERİ NASIL MÜHÜRLEDİ ALLAH (C.C.)
Ne güzel ifade etmişsin sevgili yersoy... Yüreğine ve kalemine sağlık... Sevgi ve saygılar... - TÜRBAN SORUNU - KONUSU - ANA BAŞLIK
Önemli Bilgiler
Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.