Zıplanacak içerik
View in the app

A better way to browse. Learn more.

Tartışma ve Paylaşımların Merkezi - Türkçe Forum - Turkish Forum / Board / Blog

A full-screen app on your home screen with push notifications, badges and more.

To install this app on iOS and iPadOS
  1. Tap the Share icon in Safari
  2. Scroll the menu and tap Add to Home Screen.
  3. Tap Add in the top-right corner.
To install this app on Android
  1. Tap the 3-dot menu (⋮) in the top-right corner of the browser.
  2. Tap Add to Home screen or Install app.
  3. Confirm by tapping Install.

DİPNOT

Φ Üyeler
  • Katılım

  • Son Ziyaret

DİPNOT tarafından postalanan herşey

  1. Ata'nın 69. ölüm yıldönümünde emperyalizme karşı ulusal direniş bilincini, kurtuluş ateşini, kuruluş coşkusunu, laik demokratik Cumhuriyeti, Atatürk devrimlerinin kazanımlarını kararlılıkla koruyacağız... Kaybetmeyeceğiz
  2. 84 yıllık Türkiye Cumhuriyeti ne kadar sağlıklıdır? Kişilerin demokratik haklarına karşı hoşgörümüzde artma var mıdır? Tüm dogmalara karşı (en başta dinsel) tepki gösterebiliyor muyuz? İç ve dış sorunlarımızı nasıl çözüyoruz? Akılla mı, akıl dışı yöntemlerle mi? Türkiye Cumhuriyeti'nin 84. yıl dönümünü kutluyoruz. Önce, Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu, tartışılmaz lideri, Mustafa Kemal Atatürk'e, O'nun arkadaşlarına ve onlara destek olan Türk Milletine bu olağanüstü başarılarından ötürü şükranlarımızı sunmak gerekir. Böyle bir günde, kutlamanın yanı sıra güncel birkaç soruya göz atmakta yarar var kanısındayım; Türk devrimi neden ve ne zaman başladı?, Karşı devrim hareketleri neden güçlendi?, Türkiye Cumhuriyeti tehlike altında mıdır? Ve biz bu konuda neler yapabiliriz? Hemen hatırlayalım; bundan 84 yıl önce ülkemizde yapılan DEĞİŞİKLİKLER o denli büyüktü ki bunlar genellikle "BİR MİLLETİN YENİDEN DOĞUŞU" ya da "TÜRK AYDINLANMASI" diye anılır. Özellikle 1919-1923 yılları arasında yapılan değişikliklerin kapsamını, büyüklüğünü ve önemini anlamak için, ülkemizin ve diğer ülkelerin o yıllardaki durumunu göz önüne getirmek yeterlidir. Hepimiz biliyoruz ki 600 yıl süren Osmanlı İmparatorluğu, Avrupa'da oluşan DEĞİŞİKLİKLERE uyum gösteremedi. Bu durum aklımıza bir soru getiriyor. Bir zamanlar diğer ülkelere HOŞGÖRÜ öğreten böylesine muhteşem bir imparatorluk, nasıl oldu da bilimi dışlayan ve değişiklikleri kabul etmeyen bir ülke haline geldi? Buna kısa cevap sudur: çünkü Osmanlılar BİLİMSEL BİLGİ üretmediler ve dünya sorunlarını çözmek için MANTIKLI düşünceden uzaklaştılar. Sorunsuz toplum düşünülemez. Bu normaldir ve beklenen bir şeydir. Önemli olan sorunların toplumca nasıl algılandığı, tartışma yöntemlerinin varlığı-yokluğu, ve çözüm olanaklarının nasıl araştırıldığıdır. Sadece AÇIK TOPLUMLAR (ve bireyler) kendi sorunlarına çözüm bulabilirler. Düşünüme alışkanlığı olan, ayrıksı görünse bile, düşünen bireylerini öldürmeyen, dinsel ya da din-dışı hiçbir otoriteye boyun eğmeyen, bilgi kaynağı olarak bilimi kullanan toplumlar açık toplumlardır. Osmanlılar zamanla KAPALI BİR TOPLUM haline dönüştüler ve bu da imparatorluğun sonunu getirdi. TÜRK DEVRİMİ, Müslüman ülkeler arasında, açık bir toplum yaratmaya yönelen ilk olaydır (BİR UYGARLIK PROJESİ, GİRİŞİMİ ATILIMIDIR). Bu devrimin liderleri başarılı oldu; çünkü onlar MANTIKSAL (RASYONEL) DÜŞÜNEN insanlardı. Onlar, toplumsal devrimin gerektirdiği her şeyi yapmışlardır. Burada sadece birkaçını belirtmek yeter sanıyorum: Din ve devlet işlerini birbirinden ayırmışlar, alfabe değişikliğini yapıp okur-yazar oranını artırmışlar, kadın hakları ve eşitliğini sağlamışlar ve eğitimle ilgili daha bir dizi devrimler gerçekleştirmişlerdir. Kimilerinin sandığı gibi tüm bu çabalar sadece bir "BATILILAŞTIRMA" hareketi değildi. Buradaki temel değişiklik "Hayatta en gerçek yol gösterici" olarak "ilimin" kullanılmasıdır.. GERÇEK hem BİLİM hem de DEMOKRASİ'nin temelidir. Bilim ve demokrasi yalnız ve yalnız, SORGULAYAN BİR KAFA ile mümkündür. Böyle bir kafa yapısı, tüm DOĞMATİK DÜŞÜNCELERE karşıdır, ister dinsel, ister din-dışından olsun. Şimdi başlangıçtaki sorularımızdan birine gelelim: Türkiye Cumhuriyeti tehlike altında mıdır? Buna cevabım şudur: EVET, başlangıçta öyleydi, şimdi öyle ve gelecekte de bu tehlike sürecektir. Peki Türkiye Cumhuriyeti'ne kimler saldırıyor ? Bence, dış düşmanları bir yana bırakırsak, bunlar şöyle tanımlanabilirler: Değişimden korkanlar, İlgisiz/tepkisiz yaşayanlar, Rasyonel (mantıksal) düşünme alışkanlığı olmayanlar ve Dogmaların rahatlığı içinde yaşayanlar. Peki biz buna karşı neler yapabiliriz? Sizlere mesleğim olan bağışıklık biliminden (immunoloji) benzetmeler yaparak bir yanıt sunacağım. Biliyorsunuz, vücudumuz mikroorganizmalar denizinde yüzmektedir. Ağzımızdaki, burnumuzdaki, derimizdeki ve bağırsaklarımızdaki tüm mikropların sayısı, kendi vücut hücrelerimizden kat kat fazladır. Sağlıklı kalmamızın tek nedeni bizim iki çeşit savunma sistemine sahip olmamızdır (bağışıklık). Bir tanesi atalarımızdan kalıtsal olarak gecen "DOĞAL" bağışıklık sistemidir (buna evrimin bir armağanı denebilir). Diğeri ise sonradan "KAZANILMIŞ" bağışıklıktır; bunu herkes içinde bulunduğu çevre/ortamın gereklerine uygun bir şekilde geliştirmek zorundadır. Bu iki sistemden birindeki en ufak bir bozukluk, mutlaka bir hastalığa yol açar. Size garanti veriyorum ki, eğer bir ülkede işlevsel ve SAĞLIKLI bir DEMOKRASİ varsa, bunun nedeni iç ve dış mikropların yokluğu değildir; aksine bunun nedeni o ülkede demokrasinin hayati organlarını koruyan mekanizmaların varlığıdır (Laiklik, ifade özgürlüğü vb. gibi). Vücudumuzun ve toplumların sağlığı, buna bağlıdır. Bu bir "olmak ya da olamamak" sorunudur. Simdi gelelim şu sorumuza: 84 yıllık Türkiye Cumhuriyeti ne kadar sağlıklıdır? Kişilerin demokratik haklarına karşı hoşgörümüzde artma var mıdır? Tüm dogmalara karşı (en başta dinsel) tepki gösterebiliyor muyuz? İç ve dış sorunlarımızı nasıl çözüyoruz? Akılla mı, akıl dışı yöntemlerle mi? Norveçliler çok karmaşık bir sorunla karşılaşınca şöyle derlermiş: "Bir de Atatürk gibi düşünelim". Biz de Atatürk'ü böyle algılıyor muyuz? Ben, bu 84. yıldönümünde karşı devrimcilerin kazanmış gibi görünmesine rağmen, milletimizin her türlü sorununu çözme yeteneğine sahip olduğuna ve bu yolda ilerlediğine inanıyorum. Kötümser olmaya gerek yok, çünkü gittikçe daha AÇIK TOPLUM oluyoruz. Açık toplum olarak sorunların çözümünde MANTIK kullananlarla-kullanmayanlar tartışmaya başladılar. Düşünce özgürlüğünü savunuyoruz. Şu anda devrim karşıtları bunu daha iyi kullanıyor. Hatta karşıdevrimcilerin sayısında artma var gibi görünüyor. Ama bu doğru mudur? Bence en büyük artış "beceriksiz sözde devrimcilere" ve Atatürkçülüğü kimselere bırakmayan, ekip kuramayan, yıllardır iş yapamayan kişi ve partilere güvenmeyenlerin sayısındadır. Bu "sözde devrimcilerin" Türk halkının gözünden düştüğünü gösterir, devrimin değil. Bence Türk halkı her yönüyle demokratik gerçekleşen son seçimlerde kaybedenlere unuttukları bir şeyi anımsatmak istiyor: Halkını sevmek, ekip halinde ve çok çalışmak ve toplumsal dayanışmayı sağlamak. Kurtuluş Savaşı'ndaki o eşi görülmemiş işbirliğini sağlayan Türk halkı ve onun bağrından çıkardığı aydınları aynı başarıyı yakalamak zorundadır. Böyle bir yıldönümünde vatanı için her şeyini veren yurtsever atalarımıza en büyük şükranlarımızı sunarken, sözü 84 yıl önce Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran öndere bırakıyorum: "Ben, manevi miras olarak hiçbir ayet, hiçbir dogma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevi mirasım ilim ve akıldır". (¹) </H4>Kaynaklar: 1. Sansal, B. Turkish facts and statistics. www.allaboutturkey.com 2. Ataturk Society of America: Washington DC, www.ataturksociety.org 3. Popper, K. Open Societies and its Enemies, Routledge, 1966. 4. Ozankaya, O. Secularism in Turkey: Paper presented at Venice, Italy, 1993. 5. Kalipci-G.İ. Atatürk, İçimizden Biri, 2004. DİPNOT (¹) Bilim Teknik 09.11.2007 / Şefik Sanal Alkan
  3. Atatürk'ün 'Anadolu' bilinci Hafta sonu Atatürk 'ü anacağız. Her 10 Kasım'da olduğu gibi, Cumhuriyeti yaratan görüş ve ilkelerini " özlü sözleri "yle kutsayacağız. Ne var ki şu " bölücüler "e karşı rehber olacak; " 5 bin yıldır bu topraklardayız " sözünü anımsamaz olduk. Hele " Türkiye Cumhuriyeti'nin temeli kültürdür " diyerek, İslam coğrafyasındaki bu " yegâne " laik devrimin, aynı binyıllara uzanan " kardeşlik kökleri "nden filizlendiğini belirtmesine de aldıran kalmadı. Emperyalizmin beslediği " ırkçı-ayrılıkçı " saldırılara karşı " Anadolu'daki Cumhuriyet "imizi savunurken dünyanın en derinlikli ortak yaşanmışlıklarından gelen uygarlık birikimlerimizi göz ardı ediyoruz. Tarihsel dostlukların ve kardeşliklerin " sadece bu coğrafyaya ve bize has " bir erdem olduğunu; bizdeki her inancın ve her kimliğin, ancak Anadolu'da gözlenen " içten beraberlikler "le kişilik kazandığını önemsemez olduk. Anadolu Müslümanının İslam ülkelerindekinden; Anadolu Hıristiyanının Batı ülkelerindekilerden; hatta Anadolu Türk'ünün Orta Asya'dakilerden; Anadolu Ermenilerinin Ermenistan'dakinden; hele Anadolu Rumlarının Yunanistan'dakilerden; dahası, Anadolu Arap'ının bile Arap ülkelerindekilerden farklı olduğunu; aynı şekilde Anadolu Kürtlerinin de Irak'takilerle, İran'dakilerle " aynı " olmadıklarını; " Anadolulu " olanların ortak karakterlerininse " birlikteliğin insancıllığı "nı içerdiğini bilsek bile susuyoruz. ANADOLU'NUN CUMHURİYETİ İşte böylesi bir tarihsel ayrıcalığın yine herkeste ortak bir yurt bilinci yarattığını; ırkçı ve ayrılıkçı siyasetlerinse temelde " Hepimizin Cumhuriyeti "ni hedef aldığını yeterince göremiyoruz... Oysa tıpkı geçmiş uygarlıklar gibi Anadolu'yu yurt yapmış Türkiye Cumhuriyeti'nin bu eşsiz niteliği, en yaşamsal, ulusal ve evrensel gurur kaynağımız. Böylesine insan güzellikleriyle bezenmiş bir tarihsel beraberliğe çağdaş insanın " siyasal bakış "ını ise Atatürk bakın nasıl özetlemiş; " Geçmişimiz, modern bir devlet kurmada en iyi örnektir... " Nitekim İlhan Selçuk da diyor ki; " Anadolu Türk'e de yeter, Ermeniye, Ruma, Çerkese, Arap'a, Fellah'a, Laz'a, Kürt'e, Süryani'ye, Nasturiye de yeter... Yeter ama emperyalizmin güdümüne girip birbirimize düşmanlaşmazsak. ." ( 03 Kasım 2007- 'Anadolu'nun Çilesi' başlıklı yazısı ) Peki, bunu nasıl başaracağız? Özellikle şu insanlık dışı terörle bütünleşen Kürtçü ayrılıkçılara karşı söylemimiz de " ödünsüz " olmalı. Anadolu'daki Kürtler de Türkler de bu vatanın evlatları ve sahibidirler. Trabzonlu babaların Diyarbakırlı damatları ve onlardan olan Anadolu çocukları " biz "iz... Güneydoğulu anaların Egeli gelinleri ve onlardan olan torunları da. Yıllardır ırk farkı tanımayan düğünlerin şenlendirdiği; kökenlerin yerine " bilgelik "lerin kutsandığı geleneklerle yaşanan bir ülkede, son zamanlardaki şu " etnik demokrat "lık da neyin nesiymiş? Yine İlhan Selçuk, aynı yazısında " Oysa Türk ile Kürt iç içe, kapı komşu, hısım akraba!.. " dedikten sonra, bu Anadolu gerçeğini görmezden gelen " ırkçı solcular "ı da ne gü zel tanımlıyor; " Türklere dönüyorlar, 'Ulus devlet bitti' diyorlar... Kürtlere dönüyorlar, bu kez de 'Ulus devletini kur' diyorlar... " TARİHLE VAR OLABİLMEK Atatürk'ün Anadolu kültürlerine olan bağlılığı, bugüne dek, ülkemizi yönetenler bir yana, başka hiçbir dünya liderinde de gözlenemedi. En zorlu dönemlerde ilk müzeleri kurup, ilk arkeolojik kazıları başlatmasından; öğrencilerin arkeoloji eğitimi için yurtdışına devlet bursuyla gönderilmelerine kadar insanı şaşırtan " tarih düşkünlüğü "nün nedeni, Anadolu'dur. Afet İnan 'a 1936'da yazdırdığı " Tabiatın esrar dolu sinesine her gün daha çok girmekte olan insan zekâsı, realiteye kavuşmak için çalışanları tatmin edecek ve insanlık tarihini aydınlatacak ilimler bulmuş ve tespit etmiştir. İşte arkeoloji ve antropoloji o ilimlerin başında gelir. Tarih bu son ilimlerin bulduğu belgelere dayandıkça temelli olur.." sözlerini, bugün ancak, son 20 yıla ait uluslararası sözleşmelerde okuyabiliyoruz. Bu sözlerine eklediği; " Tarihi bu belgelere dayanan milletlerdir ki kendi aslını bulur ve tanır.. " vurgulamasını ise geçmişi Anadolu kadar " derinlikli " olmayan ve farklı kültürlerin birlikteliklerini yaşayamamış " Batı ülkelerince hazırlanan sözleşmeler "de ara ki bulasın. Dünyaca ünlü müzelerini Anadolu'dan taşıdıkları eserlerle kurup akademisyenlerinin kariyerlerini bile ülkemizdeki kazılarına borçlu olan Almanya ve Avusturya gibi ülkeler, böylesi bir anımsatmadan elbette ki hoşlanmayabilirler. Ancak, bizim aydınlarımız arasındaki, Cumhuriyetin Anadolu uygarlıklarıyla " var oluş bağları "nı inkâr ederek, laik devrimin geçmişi kucaklayan değil, sanki yadsıyan bir anlayış içinde yapıldığını söyleyenlere ne demeli? Oysa sadece müzelerimizin kuruluş tarihlerine bakıldığında bile Ulusal Kurtuluş Savaşı'nın aynı zamanda Anadolu uygarlıklarının da kurtuluşu olduğunu herkes görebilir. Örneğin Ankara Anadolu Medeniyetleri Müzesi Cumhuriyetin ilan edildiği 1923'te; Edirne ve Antalya müzeleri hemen ertesi yıl ( 1924 ); Adana ve Bergama müzeleri 1925'te; Ankara Etnografya Müzesi 1926'da; Tokat, Amasya ve Sinop müzeleri 1927'de açıldılar. Ardından İzmir ve Sıvas 29'da; Kayseri 31'de; Afyonkarahisar 32'de; Denizli ve Çanakkale 33'te; Samsun ve Van 34'te; İznik ve Diyarbakır 35'te; Alanya, Silifke ve Isparta 35'te; Manisa 36'da; Niğde, Kütahya, Tire ve Kırşehir de 1937'de müzelerine kavuştular. Aynı yıl İstanbul Resim ve Heykel Müzesi açıldığında, Cumhuriyetin ilk 14 yılında ulusa ve ülkeye armağan edilen müze sayısı 30'u bulmuştu. Üstelik en yoksul ve borçlu yıllarda. Söyler misiniz; 1950'lerden bu yana hangi hükümet, hangi muhafazakâr iktidar, hangi geleneklerine bağlı lider, bu ülkeye yılda ortalama 2 " yeni " müze kazandırabildi?
  4. Teşekkürler arkadaşlar... Teşekkürler...
  5. Sevgili arkadaşım... Öncelikle şu bez parçasından bahsedelim... Günümüzde Türban, dinci bir siyasi bir hareketin simgesidir. Geçmişte birkaç bin öğrencinin başını örtmek istemesi masum bir istek olarak başlamamıştır. Arkasında siyaset vardır. Fakat unutmayın ki bunun bir adım sonrasında bütün kamu kurumlarında başörtüsü kullanmak zorunluluğu gelecektir. Bunun örneklerini on yıl önce yaşadık. Kimi öğretmenlerin, avukatların, doktor, hemşire gibi sağlık görevlilerinin de kapandığını, dahası sağlığın gerektirdiği kıyafetleri giymek istemediklerini ne çabuk unuttuk?.. Türbancıların genel düşüncesi şu; “Ben böyle anlıyorum. Böyle yaşamak istiyorum. Bunun için kamunun kurallarına uymuyorum. Bu kurallar değiştirilsin”, diye isyan etmek gerçek niyeti gizlemeye yetmemektedir… Çok kısa bir hak ile yola çıkan bu düşüncede olan arkadaşlar Saçların örtülmesi kesin ve sınırları belirlenmiş bir din buyruğu da olmadığını bilmiyorlar. Ve maalesef ülkemizin üzerinde oynanan oyunların başında emperyalizmin uşağı birkaç din devleti dışında dünya Müslümanlarının böyle bir anlayışı yoktur. Nüfusu bir buçuk milyara yaklaşan İslam coğrafyasında bir milyar dolayındaki Müslüman halk başını, saçını, vücudunun çeşitli yerlerini açabilmekte, doğal koşulların ve geleneklerinin gereğince giyinmektedirler. Üstelik te; 1400 yıldır zorunlu kural olmayan bir örtüyü inancın başat kuralı yapmak, yaşayan ve şimdiye değin bu dünyadan göçmüş olan milyarlarca insanı Müslüman saymama gibi bir sonuca götürür ki, son derecede çirkindir. Bir zamanlar Müslüman olmak için Arapça bilmek, duaları Arapça okumak zorunludur vb…safsatalar da tartışılmıştı. Son olaruk şu asla unutulmamalıdır... Dincilik fırsat bulduğu zaman hiçbir kural ve sınır tanımaz… Eminim biz Atatürk'e yürekten bağlı olan ve çağdış bir ülkenin yaratılmasında ne tür bir yaklaşıma ve düşünceye sahip olduğumuzu biraz olsun anlaşılmış olduğunu umuyorum... Saygılar...
  6. Aydın bir Cumhuriyet çocuğunu bugün uğurladır... O Türkiye'ye demokrasiye inanmış bir bilim adamını, biz yanyana solukladığımız, mücadele ettiğimiz, dürüst bir politisacı ve ülke sevgisiyle yoğrulmuş bir büyüğümüzdü... Sizi hiç unutmayacağız.. Güle güle... Hayatı...
  7. BİLİMDE GERİ KALMIŞLIĞIN NEDENLERİ 1) Kaynak azlığı: Parasal destek azlığı bilim ve teknolojide geri kalmışlığın önündeki en önemli engellerden biri, fakat İslam ülkelerinin bütününde izlenen vahim tablonun tek nedeni değil. Doğal olarak daha yoksul ülkeler için kaynak azlığı sorun yaratabiliyor ve bu ülkeler bilimi erişemeyecekleri bir lüks olarak görebiliyorlar. Gerçekte hükümetlerin düşük yatırımları en önemli sorunmuş gibi sunmalarının nedeni, bilimi geliştirecek sağlam stratejilerden yoksun olmalarıdır. 2) Görüş farklılığı: Müslüman ülkelerinin çözmek zorunda olduğu en önemli sorun bilimin bir mal gibi ele alınıp, düşünce sürecinden kopartılmasıdır. Petrol gelirleri ile Batı teknolojisini kolayca satın alacaklarını düşünen Arap ülkeleri, bilim ve teknoloji ürünlerini tüketmenin ötesine pek geçemediler. Kesin olan bilim ve teknolojinin gelişebilmek için kültürel bir temele ihtiyaç duymasıdır. Bu temel de ancak bilimsel eğitim ve araştırma programları ile kazanılır. Bunun için, her şeyin üzerinde, geçmişteki sponsorluk kurumunun yeniden işlerlik kazanması gerekiyor. Geçmişte bilime destek, Müslüman toplumların en üst kademelerinden geliyordu. 3) Uluslararası bilim dünyasına uzak düşmek:Bir diğer faktör de uluslararası bilim toplumu ile Müslüman ülkeler arasında bir iletişimin kurulamamış olması. 2000 yılında UNESCO'nun gözetimi altında SESAME (Ortadoğu ve Akdeniz bölgeleri Sinkrotron Radyasyonu için Uluslararası Laboratuvar) kuruldu. Amacı, uluslararası işbirliğini geliştirmek ve ülkeleri barış içinde bir araya gelmelerini sağlamak olan bu laboratuvar, Ürdün'de, Amman'a yakın bir bölgede kuruldu. SESAM, kurulurken CERN (Cenevre yakınlarındaki Parçacık Fiziği için Avrupa Laboratuvarı) örnek alındı. CERN'de deneyim sahibi olduğum için SESAM Konseyi'nin de başkanlığını yürütmem istendi. İşte bu nedenle Ortadoğu'daki sorunları izleyerek öğrenme olanağına kavuştum. 4) Tarihi etmenler :Müslüman dünyası bilimsel açıdan altın çağını 8. ve 13.Yüzyıl arasında yaşadı ve daha sonra inişe geçti. Müslüman biliminin inişe geçmesine, başta 13.Yüzyıl'daki Moğol istilaları olmak üzere dış etmenler yol açtı. Ancak dış dünyadan kopmalar, otoriter rejimlerin gelişmesi, keşiflerin desteklenmemesi ve ifade özgürlüğüne getirilen kısıtlamalar gibi iç etmenler de bu süreçte önemli rol oynadı. Genel olarak, 1100 yıllarından başlayarak akılcı ve hoşgörülü ortam, yerini daha tutucu düşünce şekillerine bıraktı. Bu düşünce şeklinde akılcılık ve felsefeye yer yoktu. Avrupa'nın eski gelişmiş ülkelerinin tarıma dayalı toplumdan sanayileşmiş bir topluma geçmeleri 150 yılda gerçekleşti. Ancak İslam ülkelerinin Avrupalılarının deneyimlerini birebir yaşamaları için yeterli zamanları yok. Eğer Müslüman toplumlar modernizasyona ulaşmak için aynı, yavaş yolu izlemeye kalkışırlarsa, küresel ekonomilerde esameleri bile okunmaz. Bu ülkelerin sanayileşmiş ülkelerin düzeyine çıkabilmeleri için çok büyük bir atılım yapmaları gerekiyor.Tayvan, Güney Kore ve en son Çin bunun mümkün olabileceğinin somut kanıtlarıdır. 5) Liderlerin bilime bakışı :Her şeyden önce siyasi liderlerinin bilimle ile ilgili zihniyetlerinin değişmesi gerekir. Pek çok İslam ülkesinin lideri, ülkelerinin kalkınmasında bilimin ne denli önemli olduğunu kavramaktan aciz. Ancak bu, bazı ülkelerin gerçekten çok yoksul, bazılarının da - Ürdün, Pakistan, İran ve Türkiye gibi- bilimin önemini kavramış oldukları gerçeğini değiştirmiyor. Kısaca burada dile getirdiğim görüşler ve eleştiriler İslam Konferansı Örgütü'ne (İKÖ) bağlı 57 ülkenin tümünü hedef almıyor. Yine de tüm İslam ülkeleri bilim ve teknolojiyi destekleyerek çok daha fazlasını yapabilirler. Sosyo-ekonomik kalkınma yalnızca doğal kaynaklara bağlı değildir. Bugünlerde, dünya ekonomilerinde bilgi, temel itici güç haline gelmiştir. Pek çok Müslüman lider veya örgüt bilim ve teknolojinin ilerlemesi için çeşitli önerilerde bulundular. Ancak bunların pek çoğunun yararı olmadı. Dünya Bankası Kalkınma Göstergeleri'ne göre 1996 ile 2003 yılları arasında Müslüman toplumlar bilimsel araştırmalara GSMH'nın %0.4'ten azını harcarken, dünya ortalaması %2.36'larda seyrediyordu. Kaldı ki dünyanın diğer taraflarındaki sponsorlar, Müslüman dünyasındaki çabalar artmadıkça bu ülkelere destek vermeğe sıcak bakmıyorlar. Bu bağlamda bazı girişimler iyi niyetli de olsa, sonuçlar her zaman olumlu olmayabiliyor. 2002 yılının mayıs ayında İKÖ'ye bağlı COMSTECH (Standing Committee on Scientific and Technological Cooperation) örgütü İslam Kalkınma Bankası adı altında bir bankanın kurulmasını önerdi. Bu bankanın vereceği yılda 1 milyon Amerikan doları ile seçilmiş araştırma enstitülerinin yenilenmesi öngörülüyordu. Ancak bu iyi niyetli girişimin somut yararlar sağladığı söylenemez. 6) Beyin göçü :Bu arada Arap dünyası Batı'ya göç eden aydınlarını geri getirememenin sıkıntısını yaşıyor. Kahire'deki Körfez Stratejik Çalışmalar Merkezi'nin 2004 raporuna göre her yıl Arap ülkeleri yeni mezun doktorlarının %50'sini, mühendislerinin %23'ünü, bilim adamlarının %15'ini, başta İngiltere olmak üzere ABD ve Kanada'ya kaptırıyor. Ayrıca yabancı ülkelerde okuyan Arap öğrencilerinin %45'i mezun olduktan sonra ülkelerine geri dönmüyorlar. 7) Olgunlaşmamış yüksek öğrenim sistemi :Akademik alanda bilimsel ilerlemenin önündeki en büyük engel üniversite sisteminin yeterince olgunlaşmamış olmasıdır. Bu kurumlarda terfiler yetenek ve beceriden çok güvenilirlik esasına göre belirlenir. Bazı ülkelerde akademisyenlerin aldığı ücretler o kadar düşüktür ki insanların ek bir iş daha bulma zorunluluğu ortaya çıkar. Ayrıca bürokratik sistemler inovasyonları engelleyecek kadar katıdır. BİLİMSEL İLERLEMEYE YÖNELİK ÖNERİLER Müslüman ülkelerdeki bilim ve teknolojinin durumu ile ilgili görüşlerim tümüyle kişisel deneyimlerine bağlı olmakla birlikte, burada dile getirdiğim önerilerin pek çoğu Müslüman bilim adamlarının da katıldığı görüşlerdir. 1) Sponsorluk sisteminin yeniden kurulması :Kısa vadede bilimsel araştırmaların yapılabilmesi için siyasi düzeyde sponsorluk sistemine yeniden işlerlik kazandırmak yarar sağlar. Buna en iyi örnek Ürdün'de Kral 2. Abdullah 'ın ve Pakistan'da Başkan Pervez Müşerref 'in sağladığı desteklerdir. Siyasi liderlerin temel bilimsel araştırmalar için yeterli miktarda kaynak sağlaması ve bunların da masraf olarak değil, yatırım olarak değerlendirilmesi gerekir. İç yatırımlar bu bağlamda çok önemlidir, çünkü bu ülkelerde araştırma altyapıları çok yetersizdir ve inovasyon için yasal bir çerçeve hemen hemen hiç yoktur. En alttan başlayarak bilimsel bir altyapı kurmak, önceliklerin belirlenmesinde çok büyük yarar sağlar. Başta daha iyi elektronik haberleşme sistemleri olmak üzere sağlam bir ulusal araştırma ağı, bilim adamları arasındaki işbirliğini büyük ölçüde geliştirir. 2) Uluslararası düzeyde işbirliği :Müslüman ulusların, ulusal ve ikili işbirliği projelerinin yanı sıra, uluslararası bağlantılarını güçlendirmesi gerekir. Bilimsel araştırmalarda mükemmellik ancak uluslararası düzeydeki rekabetçi ortamda elde edilir. Bölgesel ve uluslar arası örgütlerin desteklediği mükemmeliyet merkezlerine katılım bu tür bütünleşmeleri geliştirir. Ancak bunun tek şartı işbirliği içindeki ülkelerin katılımın önemine inanmış olmalarıdır. 3) Bilim adamlarına sosyal güvence :Bilim adamları, ücretleri ve emeklilik aylıkları açısından güvence altında olmalıdır. Yurtdışında çalışan bilim adamlarıyla ilişki kurulup, onları ülkelerine dönmeye ikna etmek de önemlidir. SESAME eğitim programlarının hedeflerinden biri de budur. 4) Barış ve güvenlik için bilim :Bilim uluslararası güvenliği ve barışı sağlama açısından mükemmel bir araçtır. Bu özellikle büyük ve pahalı projeler ve tesisler için geçerlidir, çünkü bu tür işbirlikleri yalnızca bilim adamlarının değil, siyasilerin ve yöneticilerin de katılımını gerektirir. Buna en iyi örnek CERN'dir. 2.Dünya Savaşı'ndan sonra Avrupa devletlerini bir araya getiren bu proje, eski düşmanlıkların unutulmasına, yeni dostlukların kurulmasına zemin hazırladı. Bu tür uluslararası projelerde bilim adamları yalnızca belge alışverişinde bulunmaz; gece ve gündüzlerini birlikte geçirir. SESAME örneğinde olduğu gibi İsrailliler, Filistinliler, Türkler ve Kıbrıs Rum Yönetimi aynı masa etrafında diğer ülkelerdeki bilim adamlarıyla bir araya gelerek ortak sorunlarını barışçıl bir ortamda tartışabiliyor. ______________________ CBT /23.02.07
  8. Türk Medyası Niçin Kuşkulu bir halde?... SEÇİMİNİ YAPARAK OKUDUĞUNUZ/İZLEDİĞİNİZ MEDYANIN FARKINDAMISINIZ... Öteden beri bilinen bir gerçek var emperyalistlerin, askeri güç olarak ülkeleri denetim altına almaları hem zor oluyor, hem maliyeti yüksek oluyor, hem de birçok kişinin gözünü açarak tepki topluyor. ABD'nin Irak serüveni, yerli işbirlikçilerin, Kürt işbirlikçilerin katkısına karşın, bu konuda uyarıcı iyi bir örnek. Yine; Emperyal güçler; işgal seçeneğine karşı, bir şekilde kendilerine bağımlı işbirlikçi sivil toplum örgütleri, işadamları, bürokratik kadrolar oluşturarak, ülkeleri denetim altına alıyorlar, yönlendiriyorlar. Medya da emperyal güçlerin maşalığı işlevini üstleniyor. Emperyal güçler sermaye, reklam, gizli yardım gibi yollarla medyayı besliyorlar ve amaçları doğrultusunda kullanıyorlar. Emperyal güçlerin istekleri, çoğu kez demokrasi, insan hakları, kalkınma, serbest pazar ekonomisi, ülke çıkarları alalaması ile kamuoyuna sunuluyor, kamuoyu aldatılıyor. Bu bağlamda medyadaki kazip şöhretlerden yararlanılıyor.
  9. ******** 2-Dinsizler insan değilmi arkadaşım... Din sahibi olmak sizi çok mu insan yapıyor.. Hayrıcalık mı katıyor... Hayrıca birtakım insanları dinsiz diye nitelendirmek hiç dogru degildir çünkü kimi insanlar allaha inandiklari halde bu tür şekilci, ezberci, olduğu gibi kabul edilen doğmayı ve bunu politikaya bulaştırılmış bir bez parçasına sahip olan bi dine asla mensup degillerdir... Sakın böyle büyük kelimeler etme harç makinesini çalıştırmış olabilirsin...
  10. Gerçek sahibi öylemiii... Bez parçası yüzünden Avrupa insan hakarı mahkemesine Türkiye'yi şikayet eden biri bu ülkenin bırakın sahibini, olsa olsa ******* olur...
  11. Vah vah ki vah vah... ******* ******** ***** Bir bez barçası... Çoook komiksiniz... Çoooooooooook
  12. Sevgili kardeş birşeyler yazmış ama.. Nedense gözümden kaçmış... Ama ona birtakım tarihsel örnekler vermek isterim... Başlığı kurtarma amacı dışında olmak kaydıyla Türkiy Cumhiriyeti Tarihle tekerrür etmeyecek kadar ve doğmaya geri dönmeyecek kadar tarihsel birikime sahiptir.. Öncelikle bu unutulmamalıdır.. Öncelikle Batı'dan ve bizden yitip giden bilim yıldızlarının birkaçının portrelerinden bir kolaj yaptık. Ortaya çıkan resmin hüznünü ve görkemini paylaşalım istedim: a) Giordano Bruno: İtalyan düşünür ve bilim adamıdır. Dinsel ve dogmatik 'evren' kuramına karşı çıktığı için 1600 yılında Roma'da diri diri yakılmıştır. Bilim tarihinin öncü ve önder saydığı bir kişiliktir. Yakıldığı yerde bugün heykeli dikilidir. b.) Nadajlı Sarı Abdurrahman Hoca: İstanbul'da Behram Kethüda Medresesi'nde müderrislik yapan bir bilgindi. 'Evrenin sonsuzluğuna ve bu evrende doğa yasaları dışında olaylar olmayacağına' inanıyordu. Bu inancından dolayı zındıklığına hükmedildi. 1602 yılında divanı hümayun'da 'şemşir-i şeriat' la (şeriat kılıcı) boynu vurularak idam edildi. (Bruno'nun adının yaygınlığına karşın Abdurrahman Hoca'nın adını sanını bilen yok gibi.) c) Galileo: Bilim dünyasının unutulmaz gerçek bir öncüsüdür. 'Gözlem ve deneylerden çıkan sonuçlarla doğadaki değişmez yasaları bulma yöntemi' bilimde meydana getirdiği en büyük devrimdir. Engizisyon'da yargılanmış, yaşamının son yıllarını zindanda kör olarak geçirmiştir. B. Russell: ''Galileo, büyük İtalyanların sonuncusu oldu'' diyor. d) Molla Lütfi: Şaka ve mizaha düşkün bu seçkin bilim insanımız, birkaç dil bilen, hem dini hem de pozitif bilimlerde kalıcı eserler bırakan bir bilim şehidimizdir. İçtenlikli bir Müslüman olan Molla Lütfi, derslerinde dinin daha çok vicdani ve ruhi kısımlarına önem vermekteydi. Bu tutumu ve felsefeye düşkünlüğü yüzünden yargılanarak 'zındıklığına' hüküm verilmiştir. 1494 yılında Sultanahmet Meydanı'nda 'şemşir-i şeriat' la boynu vurularak idam edilmiştir. Yargılanması sırasında savunmaları ve haksız yere öldürülmesi, bilginlerin ve halkın üzüntüsüne neden olmuş ve şairler ölümüne birkaç tarih düşürmüşlerdir. A. Adıvar: ''... Cereyan tarzı ve savunmaları bakımından bir dereceye kadar Sokrat trajedisini andıran bu vaka, Osmanlı Türkiyesi'nde ilim ve fikir uğruna uğranılan ilk felaket olsa gerektir.'' e) Lârî Mehmet Efendi: Bilgi ve zekâsıyla seçkin bir konumda olan bu kişinin imamlık da yaptığını görüyoruz. Görüş ve düşünceleriyle ateist bir kimlikliliği ortaya çıkıyor. 1665 yılında Parmakkapı'da boynu vurulmuştur. ''Kafir Hattıyla'' yazılmış birçok kitabının bulunduğunu düşünürsek, Arapça, Farsça, Türkçenin dışında belki de birkaç dil daha bildiğini söyleyebiliriz. Yukarıda önemli ve özellikli bulduğumuz beş bilim insanının trajedisini gördük. Bu sayıyı binlere çıkarmak sanırım olanaklıdır. Düşünsel ve dinsel özgürlükler için yiten değerleri anmadım bile. Doğrudan bilimsel kimliği olanları örnekledik. Dönem olarak da çok sınırlı bir süre içinde gezindik. Bizim bilim tarihimizi yazacakların daha nice kayıp yıldızı, bağnazlığın kör kuyusunda bulacağına inancım tamdır. Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz: İnsanlık çok acı ve karanlık yollardan geçerek bugünlere ulaştı. Bilimin aydınlığını sürekli ve etkili kılabilmek için, kendi karanlığımızı ve bilim yıldızlarımızı hiç unutmadan, gelişmenin ancak öz iç dinamiklerimize dayandığında ve itici gücünü oradan aldığında bizi yarınlara taşıyacağını bilmeliyiz. Şeriat gibi geri, absürt, gereksiz bir özlemlerle değil... Saygılar...
  13. Bir teo-stratejik model: Ilımlı İslam ve Türkiye Ilımlı İslâm projesi, her şeyi ahlaki ve insani kıymetler alanından araçlar alanına taşıyarak bu milletin kültürel değerlerini parçalıyor, direnç noktalarını kırıyor ve küresel güçlerin politik hedeflerine uygun bir dille adeta ateşe malzeme taşıyor. Bu yaklaşım, sömürgeci güçlerin yayılışını meşrulaştırmak için üretilmiş dini-politik bir araçtır. Dolayısıyla Ilımlı İslam; neo-liberal mantığa uydurulmuş ve içeriğini kaybetmiş din anlayışıdır. "11Eylül'den beri, ABD, dünyanın her yerinde Ilımlı İslami demokrasileri istiyor. İşte, sadece iki tane var. Türkiye ve Malezya. Türkler çok dramatik seçim yaptı. Barış içinde ve dürüst seçimler oldu. Ilımlı bir Müslüman parti, meşruiyetlerini Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran Atatürk'ten alan ünlü milliyetçi partileri mağlup etti. Bu Ilımlı Müslüman parti İsrail ile de iyi ilişkiler içinde ve AB'ye üyelik istiyor. Ben de bunu kuvvetle destekliyorum. Ama bazı meseleleri var." R. Holbrooke II. Dünya Savaşı'nın sonundan itibaren ideoloji, dine karşı özerkliğini elde etmişti. Dinin toplumsal alanda etkinliğini yitirmesine bağlı olarak bireylerin ve toplumların hayatını düzenlemede ideolojiler öne geçti. Liberalizm ve Marksizm Soğuk Savaş döneminde ideolojik kamplaşmanın iki kanadı haline geldi. Kamplaşmanın ürettiği rekabet ve rekabeti yayma sürecinden kaynaklanan cepheleşme "iki güç yörüngesinin denge mantığına" bağlı olarak sürdürüldü. "Soğuk Savaş dönemini tanımlayan iki ideolojik saf tutma hali; batının malıdır. Bir başka deyişle modern dönemde etkin ve yaygın dünya düzeni teorileri Avrupa merkezci bakışın ürünüdür."(1) İki kutuplu dünya sisteminin çöküşü akabinde dünya stratejisi değişti. İdeolojik merkezli ayrışma ve cepheleşme yerini "medeniyetler arası çatışma" denilen kültür ve din ağırlıklı tartışmaya ve stratejik modellere terk etti. Soğuk Savaş döneminde tampon kordonuna yerleştirilen İslam, değişen stratejinin kuralları gereğince kontrol altına alınması gereken bir güç olarak görüldü. G. Fuller, bu hususu şöyle dile getirir; Batılılar İslam hakkında ne düşünürse düşünsünler, siyasal ve sosyal anlamda İslam'ın öteki her hangi bir dinden daha geniş alanda, daha uzun süre ve daha çeşitli kültürler üzerinde egemen olduğu gerçeğini göz ardı edemeyiz. Bu olgu onun aşılması zor kültürel gücünün, farklı tarihsel ve bölgesel koşullar altında uzun dönemler çeşitli toplumların ahlaki, manevi ve sosyal gereksinimlerini karşılayabilme yeteneğinin bir ifadesidir. Kilit önemdeki soru, topyekûn dini geleneğe karşı yavaş yavaş gelişen küresel güçlerin saldırısı karşısında İslam'ın bu meydan okumaya karşılık vermeye devam edip etmeyeceğidir.(2) KİLİTÖNEMDEKİSORU Kilit önemdeki soru: Dünya, dini ve kültürel öğelerin daha yoğun şekilde yer alacağı bir sürece gidiyor, öyleyse potansiyel güç olma özelliğini koruyan İslam'ın yeri ve etkisi ne olacaktır? Bu soruya verilen yanıt şudur: İslam kontrol altına alınmalıdır. Bunun da iki yolu var. Birincisi, sahte etiketlerle İslam'ı tahrif etmek. İkincisi, İslam'la devletlerin siyasi gelenekleri arasında çatlakların ve zıtlıkların olduğunu dile getirerek "sahte İslam" aracılığıyla kurulu sistemleri parçalamak. Bu stratejiler bağlamında şu açıkça görülmektedir ki, Ilımlı İslam sahte bir etikettir. ABD yapımı politik bir harekettir. Ilımlı İslam, İslam düşüncesi içerisinde geliştirilen bir anlayış değildir. Söz konusu sahte araçla yapılmak istenen, Cumhuriyet'in İslam düşmanı bir sistem olduğunu zihinlere yerleştirmek ve ABD'nin stratejik çıkarlarına hizmet eden din kılıflı sahte bir sistem üretmektir. Ilımlı İslam'ın politik mantığını oluşturmada önemli katkısı olan Fuller oldukça teknik bir dille meseleyi şöyle tanımlar: İstenen Ortadoğu'da, özellikle Türkiye'de radikal laikçilerin yorumladığı gibi dini hayatın devlet tarafından sıkı kontrolü, hatta yok edilmesi değildir. Aksine İslamcılar sivil kurumlar yarattıkça, yeni özel Müslüman faaliyet ve İslami yaşam alanları devletin kontrolünden azade hale gelecektir. Müslümanlar esasen topluma ve kamuoyuna dayanan, devletten ve onun araçlarından ayrı bir proje üretmektedirler.(3) Bu anlayışın içerideki sözcüsü de şöyle der: "Her ne kadar laiğin olağan karşıtı dindar ise de, son yıllarda bu karşıtlık hegemonyacı düzene muhalefete dönüşmüştür. Türkiye bağlamında laiklik; günlük yaşama aşırı devlet nüfuzu ve etnik, dini ya da bölgesel farklılıkların dışlanması anlamına gelmektedir."(4) Bu iki veri Batı emperyalizminin stratejik mantığına uygun düşen bir etiketin üretildiğini ve bu etikete politik içerik yüklenerek cumhuriyet karşıtı cephe oluşturulmak istendiğini göstermektedir. Egemen güç yeni bir etiket üretti çünkü dini kullanmanın veya kontrol etmenin ilk adımı, tanımlamayı sağlayan etiketlerdir. İkinci aşamada da bu etikete uygun algı kalıbı ve zemin oluşturulması gerekiyordu. Ancak bu etiket için "geçmişi olan" bir İslam anlayışına ihtiyaç vardı. O da "Kültürel İslam"dı. Önce ABD'nin geliştirdiği yeni stratejik modelin kodlarına uygun düşen dini grup, dinler arası diyalogun ve hoşgörünün temsilcisi yapıldı. Bu grup "kendisini Ilımlı İslam'ın temsilcisi olarak gösterdi ve bu misyonu üstlendi."(5) Böylece Türkiye üzerinden İslam coğrafyasını yeniden inşa etmek için üretilen kutsal aygıtın birinci ayağı tamamlanmış oldu. Dünyanın dümeninde ABD'nin oturduğunu düşünen bu hareket; eşiğimizin dibinde egemen gücün katliamını özgürlük ve demokrasi adına kutsamaktadır. Şu anda terör belası karşısında Türk ordusunun Irak'ın Kuzeyi'ne müdahale etmesine bile karşı çıkmaktadır. POLİTİKBOYUTVETÜRKİYE Şimdi gelelim bu teo-politik oyunun ikinci ayağına: 1980-1988 yılları arasında ABD Başkanı R. Reagan'ın ekibinde yer alan Richard Perle "Türkiye'de yapılan etüt çalışmalarından sonra iktidara geleceği anlaşılan AKP'nin yetkililerini ABD'ye davet etti. Erdoğan önce stratejik araştırma merkezi olan CSIS'te bir konuşma yapacak ve Washington bürokrasinin karşısına çıkacaktı. Daha sonra yönetim üzerinde Türkiye Uzmanları olarak söz sahibi olan eski CIA yetkilisi G. Fuller, eski Ankara Büyükelçisi M. Abramovitz ve Henri Barkey gibi uzmanlarla baş başa yemek yenecekti. Bunun yanı sıra CIA'nın düşünce kuruluşu olarak anılan Rand Corporation ve Lehman Brothers Aracılık Kurumu yetkilileri ile de görüşülecekti. Son olarak da Amerikan Jewish Congress yetkilileriyle tanışacaktı. Bunların hepsi hazırlanan 'Brunch' masasının etrafına dizildiler. Perle, ABD'nin dünyaya ve özellikle Ortadoğu'ya bakışını anlattı. Saddam Hüseyin ile Irak'a dikkat çekti. Bush yönteminin Irak rejimine son vereceğinin altını çizdi ve bu konuda Türkiye'yi yanlarında görmek istediklerini söyledi. Bu arada Perle, AKP'nin iktidara gelmesi durumunda Ortadoğu'da Washington'un sorunlu olduğu birçok ülkeye Ilımlı İslam modeli ile "örnek" teşkil edeceğini ve Bush yönetiminin bu konuya çok önem verdiğini anlattı". (6) ABD'nin bu talebine Başbakan Erdoğan'ın verdiği cevap şudur: "Bizi yanlış anlıyorsunuz. Biz her hangi bir partinin devamı değiliz. Biz insan eksenliyiz. Partimizin seçmen tabanı, ortalama Türk vatandaşının değer yargılarını yansıtan muhafazakâr kesimden oluşmaktadır. Ortalama bir Türk Ilımlı Müslüman'dır. Bu nedenle partimiz ılımlı Müslümanların ortak değerlerini temsil etmektedir. Biz kendi tabanımızı yabancılaştırmadan Türk toplumunun laik ve demokratik niteliğini güçlendirmek istiyoruz."(7) Zaten taleple kabul arasındaki felsefi ve politik çatlak, uzun süre Türkiye'de kalan CIA ajanı G. Fuller tarafından doldurulmuştu. Bakın Fuller ne diyor: Türkiye'de örneğin ordu ve güvenlik güçleri, aşağıdan yukarıya yaklaşımın uzun dönemde katı seküler düzene karşı, ezilebilecek İslamcı bir siyasal parti ve şiddet yanlısı grubun dışa açık yaklaşımına kıyasla, daha sinsi bir tehdit oluşturduğu korkusuyla apolitik Ilımlı İslam'ın dini yandaş kazanma ve tebliğ faaliyetlerini bile kökünden kazımak çabası içindedir.(8) Bu sözlerle Türkiye'nin elli yıllık siyasi tarihine ve söz konusu dini hareketin güvenlikten eğitime, ekonomiden sağlık sektörüne yayılan etkinlik alanını karşılaştırın. Göreceksiniz ki Türkiye dış destekli sahte bir inşa ile karşı karşıyadır. Ilımlı İslam modeli olarak niçin Türkiye seçildi? Çünkü bu projenin gerçekleşmesi için ya Türkiye'nin oyundan düşürülmesi ya da Türkiye'nin sistemini değiştirerek bu projenin içinde yer alması gerekiyordu. İkinci yol tercih edildi ve devreye sokuldu. Nitekim G. Fuller şöyle der: Bu konuda hakiki bir test; seçim sandığıyla iktidara gelmiş İslamcıların sicilini izlemek olacaktır. Bu bağlamda ilk gerçek sınavımız, ulusal genel seçimleri kazanan İslamcı partinin 2002 yılında iktidara geldiği Türkiye'de söz konusu olacaktır.(9) Bu teo-stratejik modele göre Türkiye, yeni dönemde tarihsel mirasına uygun bir rol almak için kuruluş felsefesinden vazgeçmeli ve yüzünü Ortadoğu'ya çevirmelidir. Bunun gerekçesi ise şöyle açıklanır: Merkez-boşluk ayrımına bağlı olarak sürdürülen politikalara göre 22 Müslüman ülke bağlantısız arkında yer alıyor. 22 ülkeden müteşekkil bu coğrafya yenidünya sisteminin politik ve ekonomik kurallarına uymak zorundadır. Uymak istemeyen ülke tasfiye edilmek durumundadır.(10) Merkez-boşluk arasında yer alan Türkiye bu modelle, yeniden inşanın öncülüğünü yapabilecek bir ülkedir. Türkiye, küreselleşmenin uyum sağlayamamış, boşluk tanımının ya da küresel ekonomiyle en az bağlantılı ve bu yüzden de kitlesel şiddet ve çatışma riskine en açık ülkeler grubuna dâhildir. Yeni dönemde Türkiye, ancak böyle bir misyonla küresel tehdidin dışında kalabilir.(11) Çünkü BOP doğrudan İslâm coğrafyasının yeniden şekillendirilmesini amaçlayan bir projedir. Hem siyasi iktidar hem de anılan cemaat bu projenin içinde yer aldılar. Ne var ki kurulan yeni ittifak ve izlenen strateji oldukça riskli olduğundan "gevşek bir yöntemi" tercih ettiler. İlk aşamada, popüler kültür ve popüler kültürün yaygınlaştırılmasını amaçladılar. Yeni stratejinin gereklerine uygun algı kalıbı ürettiler. Çünkü uluslararası politik stratejinin temel ilkelerinden birisi; kendine tehdit olarak gördüğü kültürü ve siyasi gücü etkisiz kılmaktır. Kültürel yabancılaşma bir toplumu istila etmenin çatışmasız ve kansız yoludur. Bunun içindir ki; bir toplumun değer yargılarını, ahlâki ve insani esaslarını çarpıtmak, insanları dilsiz, tarihsiz ve coğrafyasız yapmakla eş değerdir. Ilımlı İslâm projesi, her şeyi ahlaki ve insani kıymetler alanından araçlar alanına taşıyarak bu milletin kültürel değerlerini parçalamakta, direnç noktalarını kırmakta ve küresel güçlerin (ABD ve AB) politik hedeflerine uygun bir dille adeta ateşe malzeme taşımaktadır. ABDNEAMAÇLIYOR? ABD, Ilımlı İslâm denilen anlayışla kendi politik-ekonomik kurallarına uyum gösteren fertler üretmeyi amaçlıyor. Yönlendirme faaliyetini toplumun en zayıf damarından sürdürüyor. Amaç, kapitalist kültürel mantığın bütün araçlarını ve sömürü faaliyetini meşrulaştırmaktır. Ilımlı İslam, sömürgeci güçlerin yayılışını meşrulaştırmak için üretilmiş dini-politik bir araçtır. Dolayısıyla Ilımlı İslam; neo-liberal mantığa uydurulmuş ve içeriğini kaybetmiş din anlayışıdır. Çünkü bu anlayışı benimseyenler, birçok olaya karışmış, zulmetmiş, her türlü cinayeti işlemiş güçler hakkında çok iyimserdirler. İslam'ın koymuş olduğu esasları çıkar ve güç uğruna görmezlikten gelmektedirler. Ilımlı İslâm müntesipleri, hiçbir sınır tanımayan küresel azgınların zulümlerini günah sayarak ölüm sonrası dünyaya bile havale etmiyorlar. Hatta küresel güçlerin katliamlarını dünyaya barış ve huzur getirmenin aracı olarak görüyorlar. Açıktır ki Ilımlı İslâm denilen yorum; dinin anlam haritasını çok sinsice bulandıran, bozan ve çarpıtan bir yaklaşımdır. Ne yazık ki bu okuma, bir değer algısından ve üretiminden daha çok var olmanın hesaplarını yapmakta; milli siyaseti yönlendirmenin ve küresel stratejik hedeflere eklemlenmenin bütün malzemelerini sunmaktadır. Şu veya bu biçimde siyasi iktidarların sacayaklarından birisi olan bu hareketler ikili bir dille devletin kurumlarına sızarak devletin güç perspektifini kendi lehlerine kullanmanın yollarını aradılar ve açıkça belirtelim ki bu çabalarında da başarılı oldular. Batı kaynaklı her tehdidi, ürettikleri sahte İslam anlayışıyla meşrulaştırma girişimi, kendi varlıklarını sürdürmek için egemen güce yaslanmanın geçerli olduğu savına ve cumhuriyetten kopuşun ürettiği dini-politik mantığın esaslarına bağlılıkla doğrudan ilişkilidir. O halde Ilımlı İslam, post-modern imparatorluğun Türkiye üzerinden İslâm coğrafyasında gerçekleştirmek istediği hedeflerin politik aracıdır. Çünkü insanlık tarihinde çok az rastlanan işkenceler, tecavüzler, katliamlar ve ülkemizde yeniden üretilmek istenen terörist faaliyetler post-modern imparatorluk ve onun güç şemsiyesi altında yer alanlar tarafından yapılmaktadır. Bunun adı da özgürleştirme ve demokratikleştirme oluyor. Oysa demokrasi sadece özgürlükleri garanti altına almak ve bu ülkenin tarihi geleneği içerisinde özel bir yeri ve görevi olan kurumları sınırlandırmak değildir. Aynı zamanda ve en azından özgürlükler kadar önemli olan husus demokratik sorumluluktur. Kaldı ki etnik ve dini ayrımcılığa gerekçe yapılan hareket ve bu hareketlerin içinde yer alan insanlar, demokratik sistemin bütün imkânlarından fazlasıyla yararlanmakta ve bizzat devleti yönetme imkânını elde etmektedirler. Bu tespitle, özgürlükler adına dayatılan talepler arasında derin bir çelişki var. Bu durum ne özgürlük anlayışı ile ne de siyasi ahlak ve demokratik sorumlulukla bağdaşır. Daha özgür ve daha kalkınmış birey ve toplum için adres gösterilen Batı dünyasının liberal ve demokrat yüzü eğer her durumda sevimli ise şu iki şıktan birisi geçerlidir. Birincisi; insan hakları ve özgürlükler işkence ve katliam yoluyla elde edilir veya insanlar böyle bir yöntemle demokratlaşır ve liberalleşir çıkarımına inanıyoruz demektir. İkincisi; eğer bu çıkarımı tutarsız buluyor, inanmıyorsak, o zaman da yaşanan olayların ve gelişmelerin adını koymamız gerekir. Eğer adını koymuyorsak, çelişkilerin biçimsizleştirdiği bir zihinle, yaşanan işkenceleri, tecavüzleri ve katliamları izlemek nasıl bir fikri duyarlılığın sonucudur, bunu bütün gerekçeleriyle açıklamamız gerekir. Kim bilir belki birçok insanın bilmediği ve düşünemediği noktalar vardır. Eğer bilinmeyen, gizli ve kapalı bir alan yoksa şu sorunun cevabını vermemiz gerekir: Kendi insanımız ve ortak değerlere sahip olduğumuz insanların kanı üzerinden demokrasi ve özgürlük edebiyatı yaparak geçinmek nasıl bir mantığın uzantısıdır? Yoksa ahlaki ve insani değerlerin özgürlükler dünyasında teskin edici bir bedeli mi var? ABD'nin bu proje ile sunduğu "özgürleştirme modeli" emperyalizm karşısında direnme gücü veren dini ve milli değerlerden vazgeçmeyi sağlamak için üretilmiş politik projedir. Bu yönüyle diyebiliriz ki Peygambersiz İslâm anlayışı üretme, milli bilinci ve kültürü küresel kültür potasında eritme faaliyeti, kelimenin tam anlamıyla kültürel intihardır. Öyledir, çünkü kapitalist kültürel mantığın ürettiği bütün dengesizliklere karşı olan İslâm'ı, bu mantığa uydurmak İslâm'ın içinden değil, kapitalist kültürün içinden konuşmaktır. Bu gün ülkemizde din adına özgürlük edebiyatı yapanların etnik ayrışmaları din adına körükledikleri ve bunlara açık ve dolaylı destek oldukları ortadadır. Bunların zihninde özgürlük; giderek daha fazla oranda haklar ve ayrıcalıklar elde edip kişilerin kendilerini ifade etme ve ihtiyaçlarını giderme hakkı olarak algılanmaktadır. Özgürlüğü; ayrımcılığı destekleyen kalıba yerleştiren ve buna dinsellik rengi katan bir kişinin İslâm adına hareket ettiğini hiç kimse ileri süremez. Çünkü İslâm, ayrışmayı değil birleşmeyi emreder. İçeride ayrışmayı özgürlüğün gereği sayan bir anlayışın dışarıda egemen gücün etrafında birleşmeyi talep etmesi BOP çerçevesinde özgürleştirme projesinin ne anlama geldiğini yeterince anlatır. Ilımlı İslâm yörüngesi içinde pişirilen anlayışa göre Türkiye'de etkin olmak için etkin kurumları sınırlandırmak ve uluslararası güçlerle birlikte hareket etmek gerekir. Bu mantığa göre uzun süredir Türkiye'nin önünde duran AB'yi önemli bir vesile gördüler ve bu vesileye yapıştılar. Türkiye'nin aleyhine olduğu açık ve net olan birçok kararı paylaştılar, hatta bu konuda siyasi iktidarları etkilemeye çalıştılar. Bunu yaparken hiçbir kaygı duymadıklarını ve bütün bunları ülkenin geleceği için yaptıklarını ilan ettiler. AB ye girmek adına cumhuriyetin kuruluş felsefesinde ve temel niteliklerinde değişiklik yapılmasını söyleyen küreselcilerin sözlerini aynı kalıpla ve aynı vurgu ile dillendiren liberal İslâmcılar, özgürlüğün kazanıldığına değil, bahşedildiğine inanmaktadırlar. Oysa özgürlük alınıp-satılan meta değildir. Alınan-satılan özgürlük, esaretin kalıbıdır. Ne var ki kendilerini zillete alıştıran insanlar esareti özgürlük sanabilirler. Dipnot_lar: 1- Bryan S. Turner (1993) Orientalism, Post-modernism and Globalism, Londra: Routledge. 2- Graham E. Fuller (2004: 78-79) Siyasal İslâm'ın Geleceği, (Çev: M. Acar) İst: Timaş Yay 3- Fuller (2004:82) 4- M. Hakan Yavuz, John L. Esposito (2005: 27) "Türkiye'de İslam: Laik Yoldan Geri Dönüş mü?" Laik Devlet ve Fethullah Gülen Hareketi, (Çev: İ. Kapaklıkaya) İst: Gelenek Yay. 5- İhsan Yılmaz (2004:275) "Lisan-ı Halle İçtihat ve Tecdit" Laik Devlet ve Fethullah Gülen Hareketi, (Der: M. Hakan Yavuz, John L.Esposito) (Çev: İ. Kapaklıkaya, İst: Gelenek Yay. 6- Turan Yavuz (2006:51) Çuvallayan İttifak, Ankara: Destek Yay. 7- Yavuz (2006: 53) 8- Fuller (2004: 214) 9- Fuller (2004: 78-79) 10- Thomas P. M. Barnett (2005) Pentagon'un Yeni Haritası: 21 Yüzyılda Savaş ve Barış, (Çev: C. Küçük) İst: 1001 Kitap Yay. 11- Barnett (2005: 7-8) Prof. Dr. Nadim MACİT / Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi / TUSAM/Danışman
  14. Ne kadar yanılgı içindesin, ne kadar... Yaşını bilmiyorum ama... Bu yutturmacaya kaptırmış gibisin... Bak sevgili arkadaşım... Ülkemizde son zamanlarda yani daha açık bir ifadeyle avamlaştırılmış bir ülkede sosyalistlerin Müslümanlarla ittifakı gibi gereksiz bir konuya lüksü yoktur, olamaz da zaten... Bugünün gerçekliğiyle yola çıkacak olursak ve tarihteki süreci iyi analiz edebilirsek (İran örneği) Ülkemizde de ancak İslam`a dayalı siyaset büyür büyür / büyütülür, büyütülür ve onlar sizler gib Marksistleri de dahil önlerine çıkan her şeyi yutup bitirirler... Birkere bunu bilmelisin... Bugün ne yazıkki Ülkeye egemen siyasetin amacı`Beyaz Türkler`denen kısmı toplumun her alanından tasfiye edip bunun yerine kendi adamlarını koymak siyasetleri temel sürecinin doğal bir gelişme aşamasıdır. Ve bunu görmezliktek gelinmemelidir... Diğer taraftan ise; Marksistler kendi sınıfsallıkları, ortaklaşları ve diğer sol ile asgari müştereklerde uzlaşıp barışıp, Ne yapıp ne edip İslami politikalara var güçleriyle dur demelidirler. Bilinen Marksist geleneğe yakışan/yakışık alan da budur. Maalesef bahsettiğiniz konu Sosyalistlerle, Marksistlerin İttifak arayışı ise hem çok komik hem de geleneğe bir ihanettir... Son olarak size bir önerim var ve Marks'ın diyalektiğini iyi okumanı tavsiye edebilirim... Haydı kolaylıklar... Saygılar..
  15. Dikkat etmek gerekiyor haklısın... Bu nedenle uyarın için teşekkürler...
  16. Ne alaka... Bunların her ikiside kendilerine göre dinsel giysiler değilmi... İnanca saygı falan filan bilmem ama... Bildiğim tek şey... Biri Türiye gibi bir ülkenin tepesine hiç yakışmayan biri... Diğeri ise sadece rahibe ve görevini yapıyor ve dünyanın hiçbir ülkenin rahibesi kiliseden çıkmaz ve başbakanı ve hiç bir dini bizim gibi ülkeyi yönetmey meraklı değil... Böyle bir inanca neden saygı duyulur ki... Böyle bitap düşmün bir halkın dini inancını kullanarak buralara onları getirenler **********...
  17. Kur’an tefsiriyle ünlü Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır’a göre, (özetliyorum) Zülkarneyn Peygamber dünyanın en doğusuna gittiğinde dili anlaşılmaz, elbise ve ev yapması bilmez bir kavimle karşılaşır. Zülkarneyn bu kavmi Yecüc ve Mecüc saldırılarından korumak üzere iki dağ arasına demirden bir duvar yapar. Elmalılı’ya göre, Zülkarneyn’in demir setle koruduğu dili anlaşılmaz (çünkü Arapça konuşmaz) kavim Türklerdir ve zaten Türklerin demir dağı erittiği Ergenekon efsanesi de bu varsayımı doğrulamaktadır.
  18. Aradaki farkı bulun.
  19. Arkadaşım bakıyorum yazılarına.. Sanıyorum bir sistem takıntısı var sizde tutturmuşsunuz sizin sizteminiz vs... Soruyorum... Siz hangi alternatif sistem özlemi içindisiniz... Lütfen söylermisiniz... 60 yıldır sağ iktidarlar sizleri kuzu gibi yaptı ve tam olgunlaştırdıktan sonra bugün aldığınız cesaretle istenildiği gibi tam da emperyalist güclerin bülbülü yaptı... Ve bizlerde burda canla başla bu bülbüllere yılmadan içinde bulunduğumuz tehlikeli süecin bizleri nerlere, kimlerin kucağına, parçalanma tehlikesine ve laik, Atatürkçü yapının bozulmaması gerekliliğini var gücümüzl anlatmaya çalışmak kalıyor... Ama bundan da gocunmuyoruz, ayıflanmıyoruz... Çünkü Büyük bir ülkenin, Büyük bir lideri olan Mustafa Kemal Atatürk gibi bir hiç solmayacak bir ışığı rehber edinmişiz.. Öyle bez barçasına bağlanmış bir dinin değil,doğmayla politikanın iç içice gerçirerek halkı kandırmasıyl değil, Hicazeti ABD'den alan ve oğluna çürük raporu alarak askerlik yaptırmayan liderleriyle değil, Taliba önünde diz çöken zihniyet ile değil... Bu durumda Siz değilde benmi başımı bağlayacağım...
  20. Dıştan ve içten bu ülkenin düşmanlarını alt alta sıralayalım: PKK terörcüleri.. PKK yandaşları.. Barzani.. Talabani.. Diyaspora Ermenileri.. Diyaspora ve Kıbrıs Rumları, Yunanlılar.. AB'nin çeşitli sözcüleri.. Mandacı entellerimiz.. Askerin başına çuval geçiren Amerikalı.. Şeriatçı - dinci - İslamcı - mürteci medya ile politikacıları... Bunlar elbirliğiyle Türkiye Cumhuriyetini bir hedefe dönüştürürken... Siz kalkın bu ülkenin dünyaca ünlü bilim adamına, nezaketli, hoşgörülü, mütevazi bir insanına çamur atın... Ama biliyoruz ki.... Bataklık içinde yüzüyorsunuz... Unutmayın kontra bilmen ne... Asla karalamaya başaramayacaksınız... Türk isanı artık kimin ak kimin kara ve kimin balçık içinde yüzdüğünü çok iyi biliyor ve bunlarla her şekliyle nasıl mücadele edeceğini çoook ama çok iyi biliyor...
  21. Yok yaw... Sen kadını çuvala sokan, ikinci sınıf vatandaş yerine koyan, haklarını kısıtlayan, herşeyi ile baskı altına alıp onu köle gibi kullanan ve4 kadına kadar izin veren dinsel yapılanmayı/özlemcilerini yok say, insan haklarına saygısı olmayan, korku ve kompleks duygularıyla ona göz açtırmayan/kapatan anlamsız zihniyeti görmezden gel, Kal burada antidemokratik uyguluma konularında bahsetmeye kendine hak gör... Yok ya...
  22. Cennette, Cehennemde burası... Ya da var olduğun inan müslümanlar... O zaman; Kader denen şeyin manası ne?... Söylermisiniz?...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.

Configure browser push notifications

Chrome (Android)
  1. Tap the lock icon next to the address bar.
  2. Tap Permissions → Notifications.
  3. Adjust your preference.
Chrome (Desktop)
  1. Click the padlock icon in the address bar.
  2. Select Site settings.
  3. Find Notifications and adjust your preference.