Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

DİPNOT

Φ Üyeler
  • İçerik Sayısı

    3.258
  • Katılım

  • Son Ziyaret

  • Lider Olduğu Günler

    9

DİPNOT tarafından postalanan herşey

  1. Belkide şimdi... Tüm bu tartışmalar sonucunda tam bir değerlendirme yapmanın tam sırası... Yüzyıllardır Kürdüyle, lazıyla, Alevisiyle, Sunnisiyle ve Tarkyalısıyla bu topraklarda iç içe yaşadık ve yaşıyoruz... Küllerinin içinden yeniden doğup yedi düvele karşı devrimci bir cumhuriyeti ortak kurmuşuz... Bütün Anadolu'da, Dicle-Fırat boylarında, Mezopotamya'da ortak bir yazgıyı paylaşmışız, paylaşıyoruz... Birbirimizle kız almışız, kız vermişiz, damat almışız, içgüveysi gitmişiz. vs. yani hepimiz etle tırnak gibi kaynaşmışız... Aslında bu birleşemenin tutmuş bir mayası var... O maya da Emperyal güçlere karşı tutan bir mayadır... Bugün dünya halklarının başsorunu, ABD'nin gemi azıya almış zorbalığı değilde nedir?.. Ve bunun başlıca uygulama alanı ise Irak'ın işgaliyle başlayan Büyük Ortadoğu Projesi değilmidir... Neden mi bunu yapıyorlar/yapmak istiyorlar... Çünkü bizler daha Kürt kardeşlerimizle... Diliyle barışamamış/barışmayı becerememişiz... Kültürüyle barışamamış/barışmayı becerememişiz... Kimliğiyle barışamamış/barışmayı becerememişiz... Varlığıyla barışamamış/barışmayı becerememişiz... Peki tüm bu becerisizliklerimizi kim değerlendiriyor/değerlendirmek istiyor bugün... Emperyal emelli güçler... Ve epey yol kat ettiler... Neden mi... Şöyle bir aynaya bakmamız yeterli aslında... Siz düşünebiliyormusunuz... Kürt kardeşlerimiz o kadar aptal mıdır ki Türkiye bölünsün de; İstanbul, İzmir, Ankara, Bursa, Antalya, Adana Türk'e düşsün... Mardin, Siirt, Bitlis, Hakkâri, Bingöl; Urfa da Kürt'e kalsın... Oysa bütün Anadolu bugün bizimdir, Edirne'den Hakkâri'ye kadar... Amaaaa Türkler patron, Kürtler kapıcı ve odacı; oluyorsa (işte bu) olmaz arkadaşlar, olmaz... Şimdi sözüm ona bizdeki şoven milliyetçilerine... Kendi halkını ezen bir ulus özgür olabilirmi... Olamaz!... Türkiye mutlaka kendi Kürtlerini kazanmanın yolunu bulmalıdır ve bulunacaktır... Yıllardır Kürtleri aşağılayıcı, hor görücü, düşmanlık güdücü davranışlardan kesinlikle kaçınılma zamanıdır... Etle tırnak gibi iç içe geçtiğimiz Kürt kardeşlerimizi emperyalistlerin saflarına itemeyiz / itmemeliyiz. Türk-Kürt bu topraklarda yazgımız ortak... Şimdi bir soru... Bunca yıl birlikte yaşadığımız vatanımızdan mı olacağız?... Yoksa güzelim coğrafyamızı yine başkasına cetvelle çizdirme aymazlığına mı kapılacağız?... Düşünelim lütfen!... Saygılar... DİPNOT...
  2. AŞKIN PEŞİNDE /ELEGY ... YönetmenIsabel Coixet SenaryoNicholas Meyer, Philip Roth OyuncularSonja Bennett, Patricia Clarkson, Penélope Cruz, Antonio Cupo, Michelle Harrison Filmin Türü Drama, Romantik Orijinal AdıElegy Yapımcı FirmaLakeshore Entertainment Yapım Yılı2008 Yapım ÜlkesiABD Orijinal Diliİngilizce Filmin Süresi108 dakika Dağıtıcı FirmaPinema Vizyon Tarihi 10.10.2008 FİLMİN KONUSU: Philip Roth'un The Dying Animal adlı romanından uyarlanan filmde, Karısını ve onu hiç bir zaman affedemeyen oğlunu yıllar önce terk etmiş bir üniversite profesörü olan David Kepesh her ay rutin olarak Caroline adlı bir kadınla ilişkiye girmektedir. Aslında İkisinin de yaşları ve kişilikleri birbirine çok uygundur. Ama David ona hayran olan Consuela'ya gönlünü kaptırır ve aralarında uzun bir ilişki başlar. Ancak David'in yaşlılık kompleksi kendisini istemediği düşüncelere sokar. Consuela'nın daha genç biri için onu terk edeceğini düşünür ve David yaşı dolayısıyla Consuela'nın ailesiyle tanışmaktan çekinir. Bu düşünceler ikilinin ilişkisini yıpratmaktadır. Külkedisi masalları sinemaya zaman zaman Hollywood versiyonlarıyla uğrar. Bunlar genelde gerçek olamayacak kadar büyülü olduğundan seyirciyi farklı dünyalara taşır. Türkçe’ye Aşkın Peşinde olarak çevrilen Elegy çağdaş olduğu kadar gerçekçi bir aşkın peşinden gidiyor. “Elegy” sözcüğünün anlamı ağıt, bu film için aşkın ağıtı anlamında düşünmek de mümkün. İlk bakışta geçkin bir profesörün öğrencisine duyduğu aşk klişe bir konu gibi gelebilir ama yönetmen Isabel Coixet’in kadın duyarlılığıyla yakaladığı açılar ve dalgalanan kamerası seyirciyi ayakları yere basan gerçekçi bir aşk öyküsünün içine sürüklüyor. David Kepesh yaşlı bir bir profesör aynı zamanda haftada bir televizyon programlarında konuşma yaptığından az da olsa ünü var. Biraz ukala kadınları seks için kullanıyor, yıllar önce karısını terk etmiş “evlilik” kurumuna karşı, zaten uyum da sağlayamıyor. Bu yüzden de neredeyse yirmi yıldır sadece seks için biraraya geldiği bir kadın bile var. Diğer yandan Consuela Castillo üniversiteden mezun olmak üzere. David öğrencilerle flört etmeye tövbeli olduğundan ancak mezunyetinden sonra yaklaşabiliyor Consuela’ya. Kübalı bir aileden gelen Consuela’nın kendine has, egzotik bir havası var. Yaşından daha olgun bir görüntü çiziyor. Bir gece tiyatroda başlayan beraberlik yerini aşka bırakırken David de kendini sorgulamak zorunda kalıyor. Genç ve güzel bir kadınla yaşadığı tutkulu aşkın altında ezildiğinden yaşlılığından daha da çok korkup, takıntılı ve kıskanç bir adama dönüşüyor. Eski, müzmin ve onu her daim dinleyen dostu George da bu süreçte yanında olmaya çalışıyor. David’i “yaşlanmaktan değil, büyümekten kork” diyerek uyarsa da faydası yok. Çünkü kendi isteklerine göre yaşamış ve aşkı tatmamış olan David, tanık olduğu olaylarla birlikte yeniden büyüyor. Pulitzer ödüllü Philip Roth’un “The Dying Animal” adlı romanından uyarlanan, Aşkın Peşinde katkısız bir aşk hikâyesi, alt metinleri altı çizili konuları yok; biraz deşilirse yaşılıktan korkan geçkin erkeklerin sorunları, oğluyla yüzleşmeye çalışan bir babanın çabası ve kanser hastalığına ilişkin göndermeler bulmak mümkün. Fakat tüm bu ayrıntılar sadece öykünün oluşmasını gerektiren öğeler gibi duruyor çünkü merkezde aşkın kendisi var. David ne olduğunu anlayamadan Claura’ya aşık olunca aslında kaçmaya çalıştığı şeyin tam da ortasına düşüveriyor. Ne kadar kendini bırakmış ve kaptırmış olsa da diğer kadınla ilişkisini sürdürme çabası kaçmaya çalışmasının bir göstergesi gibi; yine de Consuela ile başlayan süreç David’in sadece kendini sorgulamasını değil hayatı başka bir açıdan görmesi için de bir başlangıç oluyor. Consuela’nın büyüleyici güzelliği, bedeni David’i etkilese de onda diğer kadınlarda yakalayamadığı bir şeyi buluyor. David, bir kadındaki iç güzelliği yakalamayı çok zor bir yolla olsa da öğreniyor. Aşkın Peşinde mekân olarak New York’ta geçse de burada geçen aşk filmlerinin genelinde kullanılan merkezlerden uzak; Claus ve David’in deniz kenarları ya da cafeleri tercih etmesi, filmin New York’tan ziyade bir Avrupa kentinde geçtiği hissini de uyandırıyor. Sadece David ve Consuela var gibi diğer karakterler bir görünüp bir kayboluyorlar. Penelope Cruz’a, Kübalı, genç olduğu kadar olgun kadın rolü çok yakışmış. Ben Kingsley’in oyunculuğuyla ilgili birşey söylemek çok zor. Zira ilk saniyeden itibaren ortada sadece David var. Kingsley, David’i o kadar güzel yorumlamış ki aşk filmi sevmeyenler bile bu performansa şahit olmak için filmi görebilir. “My life without me ”filmiyle ünlenen Isabel Coixet’in sıcak, gerçekçi, ve içten yapımı “Aşkın Peşinde” Penelope Cruz ile Ben Kingsley eşliğinde keyifli ve duygusal bir film. “Bir erkeğin hayatındaki en büyük sürpriz yaşlılıktır” cümlesiyle açılarak, David’in karşılaştığı sürprizlerle besleniyor. Film Resimleri Seanslar. AnkaraAFM Cepa[/size]11:15 - 13:50 - 16:25 - 19:00 - 21:35Cinebonus (Bilkent)(312) 266 16 27 11:40 - 14:10 - 16:40 - 19:10 - 21:40 00:10 (Cu/Cts)Cinebonus (Panora)[/size]11:35 - 14:05 - 16:35 - 19:05 - 21:35. İstanbul AnadoluAFM Budak444 1 AFM (236) 11:00 - 13:30 - 16:00 - 18:30 - 21:00Capitol Spectrum 14 (216) 651 33 3011:45 - 14:15 - 16:40 - 19:10 - 21:45 00:00 (Cu/Cts)Cinebonus (Tepe Nautilus)(216) 339 85 8513:30 - 16:00 - 18:30 - 21:00 - 23:30 (Cu/Cts)Cinebonus Palladium(216) 663 11 41 11:30 - 14:00 - 16:30 - 19:00 - 21:30. İstanbul AvrupaAFM Akmerkez444 1 AFM (236)11:20 - 14:00 - 16:40 - 19:20 - 22:00AFM Park(212) 444 12 3611:25 - 14:00 - 16:35 - 19:10 - 21:45 00:20 (Cu/Cts)AFM Teşvikiye(212( 230 94 38 11:00 - 13:30 - 16:00 - 18:30 - 21:00Cinebonus (G-mall) (212) 232 44 4012:00 - 13:00 - 14:15 - 16:45 - 19:15 - 22:00 - 23:30 (Cu/Cts)Cinebonus (Kanyon) 353 08 53 11:30 - 14:00 - 16:30 - 19:00 - 21:30 00:00 (Cu/Cts)Cinebonus Astoria11:00 - 13:00 - 15:15 - 17:30 - 19:45 - 22:00 00:15 (Cu/Cts)Cinebonus Capacity(212) 212 559 49 4911:15 - 13:45 - 16:15 - 18:45 - 21:15 - 23:45 (Cu/Cts)D-Point cinecity02123521666 11:30 - 14:00 - 16:30 - 19:00 - 21:30 00:00 (Cu/Cts)Gazi(212) 247 96 6511:00 - 13:00 - 15:00 - 17:00 - 19:00 - 21:00Megaplex (Cevahir AVM) (212) 380 15 15 15:00 - 17:15 - 19:30 - 21:45. İzmirAFM Ege Park Mavişehir(232) 324 42 64 11:15 - 13:40 - 16:00 - 18:30 - 21:00 - 23:15 (Cu/Cts)AFM Forum(232) 373 03 50 11:10 - 13:40 - 16:10 - 18:40 - 21:10Cinebonus 11:30 - 14:00 - 16:30 - 19:00 - 21:30 00:00 (Cu/Cts)Cinebonus YKM0232425012511:15 - 13:45 - 16:15 - 18:45 - 21:15 - 23:45 (Cu/Cts)
  3. DÜNYACA... Burda, Hindistan'da, Afrika'da, Her şey birbirine benzemektedir. Burda, Hindistan'da, Afrika'da, Buğdaya karşı sevgi aynı, Ölüm önünde düşünce bir. Nece konuşursa konuşsun, Anlaşılır gözlerinden dediği. Nece konuşursa konuşsun, Benim duyduğum rüzgarlardır, Dinlediği. Biz insanlar ayrı ayrı kalmışız, Bölmüş saadetimizi çizgisi yurtların; Biz insanlar ayrı ayrı kalmışız, Gökte kuşların kardeşliği, Yerde kurtların... ____________________________ Fazıl Hüsnü DAĞLARCA... Mavi'ye ve Dağlarca'ya saygı ve sevgilerimle...
  4. Sayın Dogrucudavut... (Yukarıdaki düşüncelerinize istinaden...) 1- Bugün hiçbir kürt vatandaşımız dil konusunda tamıyle kendi dil ağırlığında eğitim görmek istediğini görmedim... 2- Oradaki insanların bir çoğu Türkçe bilmiyor diyorsunuz, evet bilmiyor ama bu benim veya senin problemin değilki, Devletin problemi, bugüne kadar ihmal edilen ve birçok konuda yoksun bırakılmış bu insanlarımızın dil konusunda hassasiyet gösterme nedenlerinin başında da bu geliyor ve haklılar... 3- Bence düşüncenizin aksine oradaki insanlarımızın bir çoğu Türkçe biliyor ve ve eğitim konularında kendilerine hem ana dilleride öğretilmeli, bu onların kültürü ve bu kültürün yaşatılması Devlete bir zarar vereceğini sanmıyorum. Aynı şekilde Kürtçe TV'leride olabilir bundan ben korkmam, Sende korkma lütfen ve biz hep birlikte yaşadığımız bu topraklarda her tür insanla barış içinde yaşayabileceğimiz mayamız var bizim. Yeterki biraz anlayış, sağduyu ve hoşgörümüz olsun... Diğer taraftan... Artık hep birlikte konuşulamayanları konuşmamız gerekiyor... Bağırıp çağırarak, sürekli başkalarını suçlayarak bu akan kanı durdurmak mümkün değil... Herkesin ezberini bozup soğukkanlılıkla düşünmesi gerekmektedir... O insanlarımızı silaha sarılmalarını önleyecek ortamı yaratacak düzeni kurmak da siyasilerin ve devletin görevidir... Ve en önemlisi; Bu ülkenin bölünebilmesi fiilen imkânsızdır bunu biliyoruz... Tamam, yetti artık dese de birileri, fiziki ve coğrafi olarak kimse yapamaz bunu... Bu ülkenin Kürt olmayan ya da Türk olmayan hiçbir yeri yoktur... Milyonlarca evlilik olmuş bin yıldır... Kimin Türk ya da Kürt olduğunu tespit etmek de mümkün değildir... Ve hepimizde biraz Kürtlük ya da Türklük olabilir... Bu gerçeği bilmemiz... Birbirimizi anlamamız için yeterli bir sebeptir... Saygılar... DİPNOT...
  5. Sayın demirefe... Ve Dogrucudavut... Yazının 'NOT' bölümü hala size ait bir cevap bekliyor... (Acele etmeyin lütfen... Uzun süreceğini tahmin ettiğim için bekliyor olacağım..) Saygılar... DİPNOT...
  6. Değerli arkadaşlar... Benim yetmediğim konular, eksik kaldığım düşüncelerim tabiki olabilir... Ve eleştirel taraflarım... Bunu anlayışla karşılarım... Fakat şunu söylemeden geçemeyeceğim... Şiddetle Kürt halkı ne istiyor?...Deniyor... Bakın arkadaşlar; Tekrar daha da açarak belirteyim... Kürt halkının isteklerin şunlar; Kardeşlik için kardeşlik haklarımızı tanıyın... Özgür olalım... Eşit olalım... Dilimizi kültürümüzü engelsiz yaşayabilelim, Bizi de insan yerine koyun... Biz birlikte, ama demokrasi içinde birlikte yaşamak istiyoruz... Biz Kürtler olarak bunca zulme rağmen kardeşliğe açığız ve senden de insanca, demokratça yaklaşımlar bekliyoruz, böyle davranırsan uzattığın eli sıkmaya da hazırız diyoruz... Kürtlerin genel olarak talepleri ve istekleri bunlar arkadaşlar ve bu istek ve talepler aşırı istek ve talepler mi sizce söylermisiniz... Şimdi soruyorum... Bu istek veya talepler Ülkemizi bölecek talepler mi?... Türk olsun, Kürt olsun bu ülkede yaşayan, aklı başında olan, vicdanını yitirmemiş hiç kimse bu taleplere aşırı talepler olarak bakamaz. Gelin şöyle bir zahmet binlerce yıllık bir Kürt tarihine bakalım... Zorluklarını, geldikleri noktaları, ezilmeleri, yoksulluklarını, açlıklarını, savaşlarda bile tanpon gibi kullanılmaları vb... Ama bana gören onlar yinede son derece sağ duyulular ve sabırlılar... Bin yıllık kardeşliğe uyan bu talep ve istekleri ileri sürüyorlar ve sürmelerinide bir insan olarak haklı buluyorum... Saygılar... DİPNOT.... _____________________________________ NOT... Sayın demirefe ve Dogrucudavut arkadaşlar.... Ben bunları Kürt halkına güvenerek, inanarak, onların kardeşliğinden şüphe duymayarak, birlikte çok güzel bir ülkede hep birlikte mutlu yaşayayacağımıza inanarak söylüyorum... Peki siz lütfen belirtirmisiniz... Birde sizden dinleyelimKürt insanın isteklerini... (Konu o zaman daha bir netlik kazanacağından şüphen yok ve hem böylece birlikte zaman kaybetmemiş oluruz...) Bekliyorum....
  7. Cevap... 1_ Hem evet hem Hayır... Evet çünkü; Sorunun Evrensel değerlendirimesi gerektiğini bununda Kürt kimliği ve hareketine nasıl yaklaşılması gerektiğini bir ifadesi olarak kullandım... Hayır çünkü; Kürt kimliğini ulusal nitelikte görmüyorum.. 2_ Kürt halkının istekleri; Kürt halkı üzerinde baskı kalkmalı ve sorunlar bir bütünlük içinde ele alınılması. Kürt halkının talepleri anayasal güvence altına alınması ve herkes barış içinde elinde gelenin yapılması... Dilini, kültürünü ve kimliğini özgürce yaşamak ve anadilini özgürce kullanması... Demokratik bir temelde güvence ve ülkenin birlik ve bütünlüğü için güçbirliği, etkin ve kalıcı politika... Ekonomik ve toplumsal eşitsizlikleri giderebilecek bölgesel çalışma... Kültürel dengesizliği ortadan kaldırabilecek topyekün ve seferbeklir ve çalışma... Bölgesel kalkınma modelleri oluşturma... Yerleşik halkın sorunlarını kesintisiz ve 24 saat hizmet edilebilcek, eğitim, sağlık, güvenlik, asayiş... Emperyalist uygulamaların uzun vadeli yaratacağı toplumsal sorunları stratejik anlamda ortak çalışma... DİPNOT..
  8. Kürt kimliği konusunu anlatmaya çalıştım ama galiba görülmedi... Tekrar yazmakta fayda var demekki... KÜRT KİMLİĞİ; Kürtlerin ulusal kimlik talepleri PKK'yle başlamadı. PKK'yle de çözülebilecek bir olgu değildir... Bu kimliğin tarihsel anlamda çok köklü, tarihsel, kültürel, sosyal nedenleri bulunuyor... Kürt kimliği sorununu bu kadar içinden çıkılmaz bir hale getiren Birinci Dünya Savaşı sonrası emperyalist ülkeler tarafından çizilen sınırlardır... Ülkemizde olduğu kadar Kürt hareketleri değişik ülkelerde, değişik istekler ve eylem biçimleriyle ortaya çıksalar da aynı zamanda bir ortak noktaları bulunmakta olan bir azınlıktır.. Ve Kürt kimliği bu duyarlık bölgedeki Kürt milliyetçiliğinin ortak paydası olma şeklidir. Fakat Kürt Kimliği mücadele alanında farklı yöntemler seçmiş olmasıyla hedefleri açısından bakıldığında çok değişik renkler ortaya çıkmaktadır... Örneğin PKK Kürt milliyetçiliğini şiddet ve terör yoluyla sürdürmek istiyor. Diğer Kürt kimliğinie sahip insanlarımız ise demokratik yöntemlerle var olma yolunu seçmiş durumda olup ayrılıkçı hedefleri ise yoktur ve olmamıştır... Bütün bu tabloya baktığımız zaman, Kürt kimliği kavgasının evrensel bir yanı olduğunu görmek gerekiyor. Kürt kimliği ve Kürt hareketine nasıl yaklaşılması gerektiği ise sizlerin değerlendirilmesine, sizlerin görüşlerinize bırakıyorum... DİPNOT..
  9. Arkadaşım... Kürt kimliğini sen benden iyi biliyorsundur... Ama yinede açıklıyayım... Bugünkü PKK kimliği; 1_ 3'te 1'i Suriye kökenli, Türkçe konuşmayan insanlar. 2_ 3'te 1'i Kuzey Irak ve İran'dan geliyor. 3_ Kalan 3'te 1'i Almanya ve Avrupa ülkeleriyle, genellikle Batı bölgelerinden gidiyor ve bölge halkından katılım hiç yok gibi PKK'ya. Bunu görmek zorundayız. PKK tüm kürtleri temsil ettiği aslan söylenemez... Onlar için asıl mücadele edilmesi gereken hedef T.C devleti, Şu handa mücadele edilen dışarıdan desteklenen silahlı insanlarla ve dışardan gelen sılahlı insanlarla mücadele ediliyor... Peki esas amaç ne?... Amaç şu... Türkiye'de etnik milliyetçiliği körüklemek, Türk-Kürt çatışması yaratarak, Türkiye'yi terör batağının içine çekmektir... Son dönemde yaşanan mantık, 'terör için terör' amacı taşıyor olduğu ortada... Burada asıl gözden kaçırılmaması gereken nokta, marjinalleşen ve tabanını kaybeden PKK'nin, bugün paramiliter ve taşeron bir örgüt haline geldiği gerçeğidir... Bence kalıcı cözüm... PKK'nin, terörle mücadele konsorsiyumu tarafından tasfiye edilmesidir!... gerçeğidir... Peki Çözüm ne... Öncelikle şunu belirtelim; (ki yukarıdaki yazılarımda kısmen belirttim bunları) Kürt sorunu öncelikle hak ve özgürlükler sorunudur, Türkiyenin demokratikleşme sorununda atacağı adımlarla ilgilidir... Çözüm... Eğer çözülecekse!... Ekonomik ve Siyasi yöntemle olmalıdır... (ki siyasi yönteminde tuzaklarla dolu birçok tarafı var ve öncelikle siyasi çözümden ne anlaşıldığı çok önemli...) Türkiye'de siyasetin sivilleşmesi, demokrasinin çapının genişlemesi ve Türkiye'nin daha özgür bir ülke olmasının yolu mutlak suretle Kürt sorununun çözülmesinde saklıdır... Yani... Şunun altını özellikle çizmek istiyorum... Hiç bir barış, bir tarafın mutlak tahakkümü diğer tarafın mutlak yok oluşu üzerine kalıcı biçimde inşa edilemez... Çözüm iki taraflıdır ve bizdedir, çözüm buradadır...
  10. Peki sayın Dogrucudavut... Hadi diyelim Duygusal yaklaşıyorum... Hadi diyelim yanlış düşünüyor ve hayal görüyorum.. Hadi diyelim ben 'tümden gelip', 'tüme varamıyorum'.. Hadi diyelim analitik çözümden de anlamıyorum Hadi diyelim söylemlerim iyi niyet ve duygusallıktan öte gitmeyen slogansı söylevlerden öte gitmiyor... Hadi diyelim barışa kardeşliğe inanmamın, mücadele etmemin bile bir anlamı yok... Hadi diyelim Anlamsız, absürd, olmayacak şeylerden bahsediyorum... Böyle düşünmenize saygı duyuyorum... Peki o zaman... Söylermisiniz Lütfen... Böyle zor bir süreçte ve insanlar birbirinden koptuğunu görürken, birbirlerine karşı bıçak gibi sivrildiğini yaşarken, hepimizi derinden etkileyen böylesi bir toplumsal olay karşısında, canların öldüğü, insanların sakat kaldığı, birbirine düşerek kanların aktığı bir ortamda... (Hiç bir zaman spariş üzerine düşünmedim/yazmadım ama) Ne söylememi, Ne hissetmemi, Ne yazmamı, Ne düşünmemi, Nasıl yaklaşmamı istersiniz... Lütfen söylermisiniz... (Yoksa biz uzaydan geldik te insan olmayan bir canlı avareliği ile olup bitenlerden hiç mi haberimiz yok...) Saygılar... DİPNOT...
  11. AKIL-RUH SAĞLIĞI: GERÇEKTEN ÖNCELİKLİ Mİ... VE KİMİN İÇİN? 10 Ekim Dünya Ruh Sağlığı Günü hafta boyunca çeşitli etkinliklerle toplumun gündemine taşınırken akla en çok gelmesi gereken soru bu olmalı… Ruh sağlığı öncelikli mi? Evet ise kimin için? Değilse neden?… Dünya Ruh Sağlığı Günü dolayısıyla yapılan çeşitli etkinliklerle konunun önemi topluma anlatılmaya çalışılırken, bu önemli günde ülkenin gündemi ile 10 Ekim’in gündeminin nasıl da örtüştüğünü görüyoruz. Şiddet diz boyu… Savaş ve terör yanı başımızda… İşkence sayısı ikiye katlanmış, insanlar öldürülüyor... Küresel mali krizin bedenimizde ve ruhumuzdaki krizi nasıl büyüteceği henüz tartışma konumuz bile değil… Küresel olarak ısınan yeryüzünün yarattığı çok doğal felaketlerin çok doğal sonuçları insanları etkilemeyi sürdürüyor… Toplumsal eşitsizlikler, ayrımcılık, yoksulluk, işsizlik, iş stresi… Tüm bunlar ruh sağlığının neden bir öncelik olması gerektiğini gösteriyor… DÜNYADA 500 MİLYON KİŞİ Dünya Ruh Sağlığı Federasyonu tarafından 10 Ekim Dünya Ruh Sağlığı Günü’nün bu yılki ana teması, “Ruh sağlığını, tüm dünyada, tüm ülkelerde toplumun tüm kesimlerinin öncelikli konusu yapmak, küresel bir öncelik haline getirmek” olarak belirlendi. Dünya üzerinde ruhsal rahatsızlığı/hastalığı olan yaklaşık 500 milyon kişi olduğu sanılıyor. Bu, her yedi kişiden birinin tedavi gerektirecek derecede ruhsal sorunu olduğu anlamına geliyor. Her dört kişiden biri ise yaşamının bir döneminde tedavi gerektiren, sosyal ve mesleki yaşamında yıkıma yol açan ruhsal hastalıkların etkisi altında kalıyor. Fakat ruhsal hastalıkların bu denli yaygın olmasına karşılık, yaşadığı ruhsal sorunlar nedeniyle herhangi bir sağlık kurumuna başvurma oranı o denli yüksek değil. Veriler ruhsal sorunları olan her yedi kişiden ancak birinin herhangi bir sağlık kuruluşuna tedavi için başvurduğunu gösteriyor. Tedaviye başvurunun bu kadar az olmasında birçok etkenin rolü olduğunu söyleyebiliriz. Belirtilerin yeterince tanınmaması, tedavi edilebileceğinin bilinmemesi, sağlık sistemine ulaşmanın zorluğu -ki bu bireysel olmanın ötesinde sağlık sistemi ile ilişkili görünüyor- kimden ve nereden nasıl yardım alacağının bilememe (mesleki rollerin ve sınırların bilinmemesi), yoksulluk, ekonomik güçlükler başlıca etkenleri oluşturuyor. Ayrıca ruhsal hastalıklar konusunda toplumda varolan önyargı ve damgalamanın bireylerin yardım arama ve bir sağlık kuruluşuna başvurma eğilimini azalttığını, bireylerin damgalanma korkusuyla yeti yitimi oluşana dek sorunların çözümü için yardım arama çabası içine girmediğini eklemeliyiz. EN YAYGIN RAHATSIZLIK: DEPRESYON Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) raporları, dünya üzerinde sosyal ve mesleki işlevlerde en fazla yıkıma neden olan on hastalıktan beşini ruhsal hastalıkların oluşturduğunu söylüyor. Dünya genelinde en yaygın görülen ruhsal hastalık olan depresyon, bireyin iç dünya ve gerçeklik ile ilişkisini en fazla bozan ve onu kendi iç dünyasında yalnızlaştıran bir hastalık olan şizofreni, alkol ve madde kullanım bozuklukları ve yoğun kaygıya yol açan ve eskilerin ruh kanseri diye andıkları obsesif-kompulsif bozukluk, döngüsel karakter gösteren duygudurum bozuklukları… Öyle ki aslında "tedavisi olanaklı olan" bu hastalıklar nedeniyle bu rahatsızlıların mağduru olan insanlar çalışamaz, aile ilişkilerini sürdüremez, hatta kendi bakımlarını sürdüremez, toplumsal yaşamın gereklerini yerine getiremez duruma geliyorlar. Tüm bunlar yaygınlıkları giderek artan, hem mağduru, hem yakınları hem de tüm toplum üzerinde farklı düzeyde etkileri olan ruhsal hastalıkların neden bir öncelik haline gelmesi gerektiğini gösteriyor. Ruhsal rahatsızlıklara yol açan pek çok etkenin varlığından söz edebiliriz. Bazıları için gösterilen ve -örneğin genetik faktörlerin etkisini azaltmak için sergilenen- milyonlarca dolar harcamanın yapıldığı çabalara karşın bu alanda yeterli başarı elde edildiğini söylemek olası değil. Hastalıkların biyolojik kökenlerine artan ilginin psikososyal ve ekonomik bir çerçeveden yoksun olması bu nedensellik ilişkisinin nesnel olarak da ortaya konmasını ketleyen bir ortam yaratmaktadır. Oysa son yıllarda daha belirgin olmak üzere yoksulluk, kötü yaşam koşulları, savaş, işkence, afetler gibi travmalar, sağlık ve sosyal güvencenin olmayışı, sosyal destek sistemlerini ortadan kaldıran zorunlu göç, ayrımcılık, ırkçılık gibi faktörlerin ruhsal hastalıklara yol açabileceğini, varolanları da ağırlaştırabildiğini biliyoruz. Üstelik, genetik faktörlerden farklı olarak, bu konularda iyileşme sağlamak, bu etkenleri ortadan kaldırmak daha olanaklıdır. AYRILAN KAYNAKLAR YETERSİZ Ruhsal hastalıklar bu denli yaygın olmasına, yol açtığı olumsuz sonuçlar bu denli ağır olmasına rağmen, ülkemizde ruh sağlığına ayrılan kaynakların yetersiz olduğunu vurgulamamız gerekir. Ruh sağlığı hizmetlerine ayrılan yatak sayısı olması gerekenin çok altındandır. Neredeyse onda biridir. Ülkemiz, bu konuda Avrupa ülkeleri arasında sonuncu sırada yer almaktadır. Ülkemizde yüz bin kişiye düşen ruh hekimi sayısı 1.6’dır. Dünya ortalaması yüzde 4 iken, Avrupa ülkelerinde bu oran yüzde 9’dur. Türkiye’deki oran, dünya ortalamasının yarısı, Avrupa ortalamasının ise ancak 1/6’sıdır. Hemşire, psikolog ve sosyal hizmet uzmanı sayısı çok azdır ve olanların büyük kısmı da sağlık sistemi içinde asal işlevlerinin çok uzağında çalıştırılmaktadırlar. Bugüne dek bu sorunların aşılmasında hem küresel hem de yerel ölçekte yeterli çaba gösterildiği de gözlenmemiştir. Ülkemizde 100 bin kişiye düşen yatak sayısı 12 iken, dünya ortalaması 40, Avrupa ortalama ise 100 binde 93’tür. Altını çizmeliyim ki, ruh sağlığını tüm dünya ve tüm toplumlar için bir öncelik haline getirmek, ruh sağlığına ilişkin tüm yasal düzenlemeleri, ruh sağlığı politikalarını ve uygulamalarını sağlık gündeminin öncelikli konusu haline getirmeyi gerektiriyor. Unutulmamalıdır ki, bu sorunların aşılması kamusal nitelikli, eşit, ücretsiz, ulaşılabilir ve kapsayıcı, bütünlüklü bir ruh sağlığı sisteminin yaşama geçirilmesini zorunlu kılmaktadır. Öncelikle sağlığı geliştirmeyi, ruhsal ve fiziksel hastalıkları önlemeyi, tedaviyi, rehabilitasyonu, bakımı ve iyileşmeyi kapsayan bütünlüklü ve etkili bir ruh sağlığı sistemine ihtiyacımız olduğunu vurgulamamız gerekir. Bunun çözümü için öncelikli olarak Zambia’da, Afganistan’da bile var olan ama henüz ülkemizde olmayan, hem hastaların, hem de ruh sağlığı çalışanlarının hak ve yükümlülüklerini düzenleyen bir “Ruh Sağlığı Yasası” çıkarılması büyük önem taşıyor. ULUSAL RUH SAĞLIĞI POLİTİKASI 2005 yılında DSÖ tarafından Helsinki’de gerçekleştirilen, Sağlık Bakanlığı’nın da resmi olarak ruh sağlığının iyileştirilmesine yönelik toplantıda ruh sağlığı konusunda toplumun ve meslek gruplarının bilinçlendirilmesi, eşitsizliğin ve ayrımcılığın ortadan kaldırılması, riskli ve dezavantajlı toplum kesimlerine yönelik programların uygulanması, ruhsal hastalıklarına yol açan etkenlerin ortadan kaldırılması, etkenle temasın önlenmesi ya da bireyin bağışık kılınmasını önceleyen, erken tanı ve uygun tedavinin beklenmeden uygulanması, ortaya çıkan kayıpların ortadan kaldırılarak bireyin rehabilite edilmesini içeren bütünlüklü bir ruh sağlığı isteminin yaşama geçirilmesi, ruh sağlığına daha çok kaynak ayrılması, uzmanlaşmış ekiplerin oluşturulması yönünde kararlar almıştır. Sağlık Bakanlığı bu karar metnine imza koymuş olmasına karşın bu yönde yeterince çaba göstermemiş durumdadır. Tüm eksik ve zaaflarına karşın 2006 yılında resmi belgeye dönüşen Ulusal Ruh Sağlığı Politikası’nı yaşama geçirmek için bile herhangi bir çalışma şimdiye dek başlatılmamıştır. YASA BİR AN ÖNCE ÇIKARILMALI Ruh Sağlığı Yasası’nın en kısa zamanda çıkarılması ve ilişkili hukuksal mevzuatın düzenlenmesi için ilgili tüm kurumlar harekete geçmelidir. Varolan temel ruh sağlığı sorunlarının çözülmesi, bir insan hakkı olarak ruh sağlığının geliştirilmesi için ruh sağlığına ayrılan kaynağın artırılması, var olan personel eksikliğinin giderilmesi, alanda çalışan tüm uzman ve diğer yardımcı sağlık çalışanı sayısının artırılması, psikiyatri yatak sayısının artırılması, gündüz hastaneleri, ayakta takip ve tedavi birimlerinin sayısının ve niteliğinin artırılması gerekmektedir. Ruhsal hastalıkları henüz ortaya çıkmadan önleyen, risk etkenlerini ortadan kaldıran ya da bu etkenlerle karşılaşmayı engelleyen, koruyucu ve önleyici çalışmalara ağırlık veren bir yaklaşıma öncelenmeli ve bu yaygınlaştırılmalıdır. Tüm bunların sağlıklı biçimde yaşama geçirilmesi öncelikle ruh sağlığı ile ilgili bu sorunların kamusal bir sağlık sistemi anlayışı içinde çözülmesiyle olanaklı olacaktır. Ruh sağlığı öncelikli olmalıdır. Salt bireysel değil, toplumsal bir öncelik olmalıdır. Salt bireyin değil, devletin, yönetimin, siyaseti biçimlendirenlerin önceliği olmalıdır. Ruh sağlığı bir ticaret nesnesi değil bir anayasal hak olarak anlaşılmalıdır. Ancak bu yolla sağlıklı kuşaklar yetiştirebileceğiz... uhsal sağlık olmadan sağlık olmaz! BURHANETTİN KAYA Doç. Dr., Türkiye Psikiyatri Derneği MYK üyesi...
  12. Size katılıyor ve farklı düşünmüyorum sn. Yakisikli... Sorunlar ve çözüm önerileri... Nedenmi?... Çünkü; Çözümleyici (analitik) düşünceyi bir türlü beceremiyoruz... Tabi ki bunu becerememek sonucunda yani analitik açıdan yaklaşamayıncı ortalığı kaba basitleştirmeler ve karmaşık sorunları slogan vari tek boyutlu hale getirmekte galiba üstümüze de yokta ondan.. Şimdi tekrar baştan alalım... Sorunun kökeninde/boyutunda ne var?... Sorunun boyutu: BÖLGESEL DENGESİZLİKTİR... Sorunun boyutu: APO'NUN etkinliği yok artık ve ETKİNLİK AB, ABD ve DİĞER DIŞ GÜÇLERİN ELİNE GEÇMESİDİR... Sorunun boyutu: ETNİK MİLLİYETÇİLİKTİR... Sorunun boyutu: TÜRKİYE CUMHURİYETİ DEVLET YAPISIDIR... Sorunun boyutu: EMPERYALİZMDİR... Sorunun boyutu: BÖLÜCÜ TERÖRDÜR... Sorunun boyutu: LAİK ve DEMOKRATİK BİR SOSYAL HUKUK DEVLETİ OLUŞMASINDAKİ EKSİKLİKLERDİR... Sorunun boyutu: BUGÜNE KADAR ÜLKENİN BAŞINDA BULUNANLARIN KONUYA İLGİSİZLİĞİ ve ÇÖZÜMSÜZLÜĞÜDÜR... Sorunun boyutu: AŞIRI MİLLİYETÇİ gurupların UZLAŞMAZ TUTUMLARININ VERDİĞİ ZARARLARDIR... Yani... Türkiye, yıllardır Kürt sorunuyla karşı karşıyadır. Kürt sorununa çözümü hep birlikte bulacağız/bulmak zorundayız. Sorunun çözümüne, etnik milliyetçilikleri körüklemeyen ve ayrılıkçı olmayan bir anlayış bizlere eşlik etmelidir" Evet; "Yıllarca devam eden bir Kürt sorunu gerçeği var ve bu sorunun çözüm ilgili raporlar artık raflardan indirilerek hayata geçirilmelidir... Kürt sorunu vardır ve bunun gereğinin yerine getirilmesi gerekir ve artık çözüm temennilerinin söylemden eyleme geçmesi gerekiyor... Aksi takdirde, sadece bölgede bulunan Kürt kardeşlerimizle birlikte diğer azınlıklar ve Türkiye kaybeder" Saygılar.. DİPNOT..
  13. Sn. Doğrucudavut... Yazımı iyi okursanız... "İnsanların kardeşliğine inanıyorum" diyen biri yapılanların hiçbir zaman bir azınlığa, zümreye (Kürt, Çerkez, Laz vs.) ye bağlamayacağını anlamanız gerekiyordu diye düşünüyorum... Diğer taraftan... Bunu biraz açabilirmisiniz ? Ulusal birlik, beraberlik ve bütünlüğün tek alternatifi ne demek anlayamadım ? Saygılar. 'Ulusal birlik, beraberlik ve bütünlüğün tek alternatifi'nin ne demek olduğunu anlayamamışsınız... Bakın sn. Doğrucudavut... Bunun açıklamasınıda... Sizin sevgili Maviolmayangökyüzü'ne vermiş olduğunuz ve Şu başlık altında http://www.turkish-media.com/forum/index.p...st&p=734333 vermeye çalıştığınız mesajın altına imzamı koyduğum cevabınızda yatıyor... Maviolmayangökyüzü'ne vermiş olduğun cevabı aynen aktarıyorum... Yineliyorum; Ulusal birlik, beraberlik ve bütünlüğün tek alternatifi 'İnsan olarak birbirimizi anlamamız, empati yapmamız ve ortak gizli ve sinsi düşmanlara karşı hep birlikte, el ele tutunarak hiç olmayacağımız kadar uyanık olmalıyız... Yani... Yanisi şu; Bu topraklar yıllardır kanıyor... Ölenler; HaTürk olmuş.. Ha Rus.. Ya da İngiliz.. Veya Kürt.. Alman.. Fransız.. Çinli.. Ne fark eder ki?.. Tarihimize bir bakalım; Anadolu'da Birinci Dünya Savaşı süresince kan gövdeyi götürdü, Milli Kurtuluş Savaşı'nda kanlı süreç süregeldi.. On yıl içinde İngiliz, Fransız, Avustralyalı, Yeni Zelandalı, Ermeni, Rum, Yunan, Çerkes, Arap, Türk, Kürt, vb. bu topraklarda birbirlerine girdiler... Artık dur ve yeter denmeli bütün bu oyunlara... Çünkü; Etnik, dinsel, ulusal kimlikleri ne olursa olsun, kendi sınırları içinde bulunan insana, canlıya şefkatle yaklaşmayan bir insanın insanlığı kuşkuludur... Anadolu insanlarını birbirinden ayırmak ve birbirine düşman ederek kan davasına bağlamak isteyen her türlü alçaklığa insan olarak karşı çıkmak zorundayız... Bu arada Arkadaşlığı, dostluğu, barışı, kardeşliği, barışın düşmanı olan ırkçılığı, militarizmi, ayrımcılığı üzerimize alınmadan yüreğimizde hissedebiliyormuyuz... Mesele bu.... Saygılar... DİPNOT...
  14. Sevgili Arkadaşlar... KÜRTSÜZ BİR HAYAT MI DÜŞÜNÜYORSUNUZ?... Düşünüyorsanız yanılıyorsunuz... Ben Trakyalıyım... Fakat ezilen, sömürülen, yoksul bırakılan, yok sayılan tüm insanların kardeşliğine inanıyorum... Sahi... Şeyh Said İsyanı, Dersim İsyanı, Mecburi İskânlar, Otuz üç kurşun, 49’lar, 12 Martlar, 12 Eylüller, Diyarbekir zindanı, Faili meçhuller. Bitmez tükenmez köy boşaltmalar ve zorunlu göçler. Ve bugün yaşananlar / yaşatılanlar… Kimi/kimleri ezdi geçti?, Kimler zarar gördü?, Kimlere yaradı söyleyebilirmisiniz?... Kimlerini sesini kıstı ve boyun eğdirdi?... Varın gerisini siz düşünün artık... Son olarak şu söylenebilir;... Ulusal birlik, beraberlik ve bütünlüğün tek alternatifi 'İnsan olarak birbirimizi anlamamız, empati yapmamız ve ortak gizli ve sinsi düşmanlara karşı hep birlikte, el ele tutunarak hiç olmayacağımız kadar uyanık olmalıyız... Ve sakın ama sakın düşmanı bu ülkenin sınırları içindeki kürt kardeşlerimizde aramaya kalmayın lütfen... Saygılar... DİPNOT...
  15. Unutmadan... Gösterim...İstanbul AvrupaPera Sineması(212) 251 32 4012:00 - 14:15 - 16:30 - 18:45 - 21:00
  16. İŞTE ÖZGÜR DÜNYA... Doğu Avrupa’daki ucuz işgücünün Batı kapitalizmindeki yeni yol haritasından örnekler veren bir film.. Politik filmlerin üstadı Ken Loach'tan... Politik filmlerin üstadı Ken Loach, son çalışması... ‘İşte Özgür Dünya’da Doğu Avrupa’daki ucuz işgücünün Batı kapitalizmindeki yeni yol haritasından örnekler verirken, ayakta kalmaya çalışan dul bir kadının yaşadıklarını da anlatıyor.... Emektar İngiliz yönetmen Ken Loach, ‘sol kanat bindirmeleri’ne devam ediyor. ‘Politik sinema’nın medarı iftiharı, İspanya İç Savaşı, Güney Amerika meseleleri, İrlanda sorunu, ırkçılık derken bizim sulara yeni ulaşan son filmi (2007 yapımı) ‘İşte Özgür Dünya’da (It’s a Free World), komünizmin yıkılmasından sonra Avrupa haritasında beliren yeni bir emek hırsızlığının girinti ve çıkıntılarında dolaşıyor. Hikâye Londra’da geçiyor. Kocasından boşanmış, oğlu Jamie’yle hayat meşgalesini sürdürmeye çalışan Angie’yi, Doğu Avrupa ülkelerinden ucuz işgücü ithal eden bir firmanın yetkilisi olarak Polonya’da eleman seçerken tanıyoruz. Mesela yaşlıları, gözleri tutmadıklarını ya da kendilerine sorun çıkarma ihtimali bulunanları, ‘ön eleme turu’nda safdışı bırakıyorlar. Son derece alımlı bir sarışın olan Angie’nin işiyle sorunu yok ama gece olup da eğlence faslında şımarık yöneticisi kendisini masaya davet ederken ellerini poposunda dolaştırınca, tepkisini gösteriyor. Bir dönüşüm öyküsü Lakin bu tepki, İngiltere’ye dönünce ‘işten kovulma’ olarak hayatına yansıyor. Bu durumda kendisine çıkış yolu arayan genç kadın, en yakın arkadaşı Rose’la birlikte kendi ajansını kurmaya ve aynı kanaldan yürümeye karar veriyor. Bundan böyle Doğu Avrupalı göçmenleri, var olan işlere kendisi kanalize edecektir. Bu yolda bir hayli mesafe katedip tam rahata erişecekken, meselenin sert, karanlık ve acımasız yönüyle de yüzleşmek durumunda kalıyor. Loach, Cannes’da büyük ödülü aldığı ‘The Wind That Shakes the Barley’de de birlikte çalıştığı senarist Paul Laverty’yle kaleme aldığı ‘İşte Özgür Dünya’da, aslında bir dönüşüm öyküsünden bahsediyor. Kendi kaderini tayin ederken aynı zamanda küçük çaplı bir melek gibi çalışan Angie, problemli gördüğü insanlara her türlü konuda yardımcı olmaya çabalıyor. Örneğin pasaportu olmadığı için bir türlü işe yollayamadığı İranlı Mahmud’u günün birinde dinliyor ve rejimden kaçan bir entelektüel olan bu adamcağıza, karısına ve iki kızına barınak sağlıyor. Hikâyenin açılışında Katowice’de tanıştığı ve zaman zaman gönül işlerine soyunduğu Polonyalı genç Karol’la birlikte, insanların dertlerine çözüm üretmeyi deniyor. Fakat, bütün bu yaptıkları karşısında ‘sistemin iyi insanları’, yani annesi, babası, oğlu Jamie’nin öğretmenleri sürekli olarak onu yargılıyor. Üstüne üstlük Jamie de, annesine ilişkin ileri geri konuşanları okulda bir güzel pataklayınca, ‘sorunlu öğrenci’ apoletini omuzlarına takıyor. Böylelikle Angie’nin, daha iyi ve özgür bir dünya için attığı adımlar, ona huzursuzluk ve acı olarak geri dönüyor. İş hayatındaki tökezlemeler de eklenince, artık o tanınmaz bir hale geliyor. Çünkü sistem ona nasıl ayakta kalması gerektiğini bir anlamda dayatıyor... Ken Loach’un sinemasındaki en büyük erdem, politik fikirlerini altı çizili bir biçimde yüksek sesle ifade etmesinden çok, hayatın içinden öykülerle donatarak önümüze getirmesi ve gerçekçiliğiyle bizi ikna etmesi olsa gerek. Özellikle ‘Riff Raff’ta, ‘Yağan Taşlar’da, ‘Benim Adım Joe’da hep bu tavrı gördük. Keza, farklı kültürlerin aşkı ve hesaplaşması olarak adlandırılabilecek ‘Ae Fond Kiss’de bile bu ‘gerçek sinema’nın izleri vardı. ‘İşte Özgür Dünya’da da ayakta kalmaya çabalayan dul bir kadının, hem kapitalizmle, hem de belki de bu sistemin bir ürünü olan ‘erkeklik değerleri’yle hesaplaşmasını izliyoruz. Angie’nin kendince yeniden ayağa kalkışı, ama asıl olarak yenilgisi de, filmin gerçeklik dozunu, bireysel dramlardan sistemin ‘olmazsa olmaz’ına dönüştürüyor. Nasıl bir ‘özgürlük’ bu? Oyunculuklara gelince, bu filmin keşfettiği Kierston Wareing, hikâyeye damgasını vuruyor. Sert, dayanıklı ama aynı zamanda anne ve kadın... Genç yetenek, karakterinin her türlü ‘elbisesini’ üzerine çok rahatça geçiriyor ve hiçbiri de sarkmıyor. En yakın arkadaş Rose’da Juliet Ellis, Polonyalı Karol’da Leslaw Zurek, Jamie’de Joe Siffleet, kızının düzen içinde var olmasını isteyen ‘sosyal demokrat’ babada Colin Caughlin; ekibi tamamlayan diğer isimler. ‘İşte Özgür Dünya’, hemen her gün özgürlükten bahseden politikacılarla dolu bir dünyanın, nasıl bir özgürlük vaat ettiklerini en basit ve somut haliyle gösteren bir film. Angie’nin ‘kaypakça’ dönüşümünü ise “Biz insanlara bir şans tanıyoruz” cümlesinde buluyoruz. Bu da kadıncağızın savunma mekanizması olsa gerek. Film, Doğu Avrupa’nın ‘seks ticareti’nden başka diğer önemli bir sorununa dikkat çekerken, Angie karakterinde de kapitalist bir sistemde kadın olmanın, anne olmanın, ‘girişimci’ olmanın zorluklarının altını çiziyor. Dünyanın bozulan dengelerini yeniden kurabilme umudu taşıyanların da tıpkı Angie gibi nasıl tökezleyebileceğini, bu gerçekçi öyküyle hatırlatıyor. Ama merak etmeyin, bu karamsar tabloyu, tıkır tıkır işleyen bir filmle anlatıyor emektar Loach. Samimi, gerçekçi ve insani bir film arayanlara tavsiye ederim... Yapım : 2007, İspanya / İtalya / İngiltere / Almanya Tür : Dram Yönetmen : Ken Loach Senaryo : Paul Laverty Oyuncular : Kierston Wareing, Juliet Ellis, Leslaw Zurek, David Doyle, Joe Siffleet, Johnny Palmiero, Eddie Webber, Frank Gilhooley, Sheera Kavousian, Shadah Kavousian, Mahin Aminnia, Davoud Rastagou, Raymond Mearns, Maggie Russell, Colin Caughlin Yapımcı : Ulrich Felsberg, Rafal Buks, Tim Cole Müzik : George Fenton Dağıtım : Tiglon Süre : 1 saat, 36 dk. Gösterim Tarihi : 19 Eylül 2008 Filmden fotoğraflar / Afiş... İzleyin, yaşamınıza ait mutlaka birşeyler bulacaksınız... DİPNOT...
  17. TÜRKİYE’NİN GELECEĞİ… (10 yıl sonra ne olacak?)… DİN AĞIRLIKLI POLİTİKALARIN Ülkemize neler kaybettirebileceğinin Tarihsel metod kullanılarak Bilimsel yorumu… Ben bir gelecek tahmincisi (Futurologue) değilim. Geleceğe çakşır (elbise) biçmek gibi bir amacım yok. Fakat dünyanın bütün politikacıları olayları başını gözünü yararak yorumlayıp, gerçekleşmeyen projelerden söz ederken seksen yıldan fazla yaşamış ve yirminci yüzyılın bütün politik palavralarını dinlemiş olan birinin, enerji buhranı, çölleşme ve ekonomik krizi kapımızda bulduğumuz şu günlerde on, on beş yıl sonrasına ilişkin bazı endişelerden söz etmesi olağan sayılmalıdır. Geleneğin baskısını geçen yüzyılda kırmış olan Batı ve bugün büyük bir hızla gelişen Asya karşısında, eski dünyanın merkezini oluşturan İslam dünyası hâlâ alt edemediği dogmatizmi nedeniyle yeni bir ekonomik kölelik dönemine girmiştir. Italo Calvino geleceğin edebiyatına ilişkin yazdığı küçük bir deneme kitabında edebiyatta ağırlık yerine hafifliği yeğlediğini yazar. Karanlık bir geleceğe ilişkin bir yorumun üslubunun hafif olması olanaksız. 1)- Bir İstanbul depreminden daha kesin zaman sınırları içinde, çoktan başlamış bazı ekonomik ve fiziksel süreçlerin toplumları sıkıntılara sokacağı kesin. Bu gelişmelere karşın hazırlıklı olmak sanıldığından daha köktenci tavırlar gerektiriyor. Ernest Nagel’in(¹) 1979’da yayınlanan “The Structure of Science – Problems in the Logic of Scientific Explanation” (Bilimin Strüktürü-Bilimsel Açıklama Mantığının Sorunları) adlı önemli yapıtının girişinde, çok açık ve basit bir bilim tanımı vardır.. “Bilim kurumlaşmış bir sorgulama sanatı olarak çeşitli meyveler vermiştir. Bugün bilimin en çok reklamı yapılan ürünleri insan ekonomisinin geleneksel biçimlerini giderek artan bir hızla değiştiren teknolojik hünerlerdir.” Teknolojinin getirdiği değişikliklerin alt yapısını kamuoyu her zaman bilinçlendirmez. Bunların başında pek çok olayın, olgunun ve sürecin oluşumundaki saptayıcı nedenler konusunda eskiden öğrenilmiş genel bilgiler gelir. Ve yeniyi, doğruyu anlamayı engeller. 2)- Nagel’in dediği gibi, “Bir çok korkularımızın ve ilkel uygulama ve davranışların kökeni olan eski inanç ve önyargılardan kurtulmak, ahlâki ve dini dogmaların akli temellerinin, sosyal haksızlıkların sürekliliğini sağlayan irrasyonel geleneklerin koruyucu katı kabuğunu zayıflatarak kırmak.” zorundayız. Bu, giderek geleneği daha çok sorgulamayı gerektirir ve önceleri tartışılmayan alanları sistematik eleştiriye açarak olur. Kısaca, sorgulanmayan tabu kalmaz. Bu durum dünyada toplumların pasif ve sürü içgüdüsü ile yaşayan çoğunluğu için rahatsız edici olabilir. Ne var ki, Nagel’in vurguladığı gibi, bu gelişmeler ‘Liberal uygarlık düşüncesinin temelidir’. Bu nedenle sürekli bir inceleme konusu olarak önemi unutulmamalıdır. Bu kuramsal soruşturma Avrupalılar için Yunan çağı ile başlar. Bugün bilim felsefesi denilen ve bu gelişmeleri inceleyen bilgi alanı geçmişte genel bir felsefe, metafizik ve mantık başlıkları altında incelenmiştir. 3)· Bilimin ideal yapısının irdelenmesi isteği ve iradesi de, Batı kültürünün özel bir gelişmesine tekabül eder. Ne Asya kültürleri ne de İslam, bilimsel açıklamanın doğasını, mantıksal yapısını, doğayı gözleme, ölçme tanımlama tekniklerini, bilimsel gerçeğin mantık yapısını Avrupa düşüncesinin geliştirdiği boyutta ve ayrıntıda geliştirmemişlerdir. Ortaçağda dünyanın en önünde giden İslam bilimi 12.-13. Yüzyıllarda dinsel dogmatizme mağlup olarak Ortaçağdaki görkemiyle müzelik olmuştur. Bilimsel yöntemin değişik inceleme alanlarında, giderek artan ayrıntılarla ve giderek hassaslaşan tekniklerle her gün yeni bir araştırma alanı yaratma çabası ve insanı ve doğayı ilgilendiren her olgu ve gelişmeyi mantıklı bir araştırma konusu yapmak, sadece Batı kültürüne aittir. 4)· Avrupa’ya dünya egemenliğini sağlayan teknoloji ve onun yarattığı çağdaş yaşamın bütün etkinliklerini kapsayan yeni teknikler geliştirdiğini anlamayan İslam dünyası, batının yarattığı liberal uygarlığın temelini oluşturan bilim-teknik-teknoloji yapısını kavramadan teknolojiyi satın alarak ortaçağı aşamıyor. Batının satışa sunduğu ilgili yaşam ve iletişim tekniklerini ortaçağ inançlarını canlandırmak için kullanarak, bilimsel düşüncenin yarattığı dünya vizyonunu değiştireceğini hayal ediyor. Oysa bugünkü ekonomik ve kültürel tabloların açığa vurduğu gerçekler iç karartıcıdır. Geleneğin baskısını geçen yüzyılda kırmış olan Batı ve bugün büyük bir hızla gelişen Asya karşısında, eski dünyanın merkezini oluşturan İslam dünyası hâlâ alt edemediği dogmatizmi nedeniyle yeni bir ekonomik kölelik dönemine girmiştir. 5)· Bu olguyu yazılarımda yineleyerek okuyucuları çok sıktığımı düşünüyorum. Ne var ki bilim-teknik-teknoloji üçlüsünün artık bir bütün oluşturan yapısını toplum kültürüne entegre etmeden, Türkiye’nin içinde bulunduğu cehalet, fakirlik ve borç batağından kurtulması şansı olmadığını anlatmanın başka yöntemini de düşünemiyorum. Yetmiş milyonluk bir ülkeyi Batı’nın arkadan itmesi ve medyanın beyin yıkaması ile çağdaşlaştırmak kabil olsaydı, önce Suudi Arabistan çağdaşlaşırdı. Türkiye’de tutucular soruyorlar: Kadınımız televizyonlarda gözlerimizi fal taşı açarak seyrettiğimiz kadınlar gibi mi olsun? Oysa bugün dünyada köle olmadan yaşamak için sorulacak sorular bu tür sorular değil. Toplumlar kadınlarını ve kızlarını güçleri yettiği kadar örtü altında tutabilirler. En azından, yarım yamalak bile olsa demokratik rejim, kişinin giyimine özgürlüğüne şimdilik karışmıyor. 6)· Yakın geleceğin sorunu yeteri kadar açık: Dinleri ne olursa olsun, bütün dünya toplumları enerji, su, tarım ve iletişim dar boğazına 5-10 yıl içinde girdikleri zaman, özellikle nüfusu bizim gibi yüksek olanların (Endonezya, Banglades, Pakistan, Hindistan, İran, Türkiye, Mısır, Nijerya) tek çabaları, karın doyurmak olacak. 7)· 1923’de nüfusu on milyon olan Anadolu 2023’te ondan sekiz kat daha kalabalık olacağı için halkın ve hükümetlerin sorunu açlıkla savaşmadan öteye pek gidemeyecek. Su kıt olunca tarlalardan yeterli ürün elde edilemeyecek. Enerji kıt olunca alabilinen mal bile taşınamayacak Alternatif enerji için yatırım yeterince yapılmazsa evlerimizi bile ısıtamayacağız. Kaldı ki üretim yetersiz olacağı için gerekenleri ithal bile edemeyeceğiz. 8)· Ağır bilgisizlik afyonu : Üretimin ekonomik olabilmesi için, çok kısa aralıklarla değişen en yeni yöntemlerin kullanılması, yeni yöntemleri, gelişmiş teknolojiyi ve o teknolojiyi geliştirecek bilgi ve teknik örgütlenmeyi gerekiyor. Bu birbirini basit mantıkla izleyen değişme ve örgütlenmeler, cahil toplumlar için felaket senaryolarıdır. . Hala ayılamamış toplumlar 20. yüzyıldan kalma söylemlerin, 21. yüzyılda yaşamı sürdürebilmek için yetersiz olduğunu anlamakta zorlananlardır. 9)· Türkiye’nin nerede olduğunu anlamak için politikacıların, idarecilerin ve medyanın ne söyleyip yazdığını incelemek yetişir. Türkiye ağır bilgisizlik afyonu ile kendinden geçmiş bir ülke görünümünde. Bilim ve Teknoloji dergisi gibi birkaç dergi ve doğası gereği bilim ve teknoloji ile uğraşan birkaç kurum dışında, güncel yaşama egemen olan teknoloji, artık ayağa düşmüş ürünlerin pazarlanması ve tüketilmesi üzerine oturmaktadır. Dünya günlük hava raporları gibi ülkenin geleceğine ilişkin enerji, bilimsel öğretim, teknoloji, örgütlenme ve üretim gibi bütün etkinliklerin sayısal durumunu her ay, her yıl izlemek ve yeniden programlamak zorunda olduğumuz zor bir çağa girmiştir. 10· Türkiye’nin 80 milyon nüfusunu 10 yıl sonra nasıl besleyeceğini gösteren bir hesabı yapması ve onu sürekli yenileyerek gereklerini yerine getirmesi zorunlu. Politik retoriğin toplumlardan saklayabileceği bir gerçek yakında kalmayacak. DİPNOT_____________________________________ (¹) - (*)Ernest Nagel Columbia Üniversitesinde bilim felsefesi profesörü idi... (²) - Kaynak: CUBİTEK...
  18. DİPNOT

    Dipnot

    Bunları söyleyemezsen, hissedemezsen, düşünemezsen zaten sen olmazsın ki sevgili Mavi olmayan Gökyüzü... Çünkü.. Her kelimesinde, her ifadenden ve her nektosında sende de varsın inan... İyiki varsın.. Sevgiler... DİPNOT...
  19. Dünyanın cesur ulusları yoktu, cesur insanları vardı. Onlar, aşkın ve hayatın havarileri, büyük serüvencilerdi. Onlar, bu ihtiyar cadının maskesini parçalamak ve yeryüzü denilen cenneti bize sunmak istediler. Bütün ömürleri bu kavgayla geçti. Ne adları vardı onların, ne ulusları, ne dinleri ne de anıtları Ama biz onlar için ölüm fermanları hazırlayıp görkemli mangalar kurduk. Savaşlar açtık peşpeşe. Kentleri ele geçirip vahşi birer hayvan gibi avladık onları. Nerde görülseler kurşuna dizdik ve süslü kemerler yaptık onların kafa derilerinden. Biz cellattık ve tarih suratımıza tükürürken, bir kez bile bağışlanmayı istemedi onlar... Derler ki, son büyük servüvenci yaralıdır hala... _____________________________________________________________ Ahmet Telli _______________________________________ Sevgi ve Saygılarımla... DİPNOT...
  20. 10 YIL SONRA NE OLACAK... Ben bir gelecek tahmincisi (Futurologue) değilim. Geleceğe çakşır (elbise) biçmek gibi bir amacım yok. Fakat dünyanın bütün politikacıları olayları başını gözünü yararak yorumlayıp, gerçekleşmeyen projelerden söz ederken seksen yıldan fazla yaşamış ve yirminci yüzyılın bütün politik palavralarını dinlemiş olan birinin, enerji buhranı, çölleşme ve ekonomik krizi kapımızda bulduğumuz şu günlerde on, on beş yıl sonrasına ilişkin bazı endişelerden söz etmesi olağan sayılmalıdır. Geleneğin baskısını geçen yüzyılda kırmış olan Batı ve bugün büyük bir hızla gelişen Asya karşısında, eski dünyanın merkezini oluşturan İslam dünyası hâlâ alt edemediği dogmatizmi nedeniyle yeni bir ekonomik kölelik dönemine girmiştir. Italo Calvino geleceğin edebiyatına ilişkin yazdığı küçük bir deneme kitabında edebiyatta ağırlık yerine hafifliği yeğlediğini yazar. Karanlık bir geleceğe ilişkin bir yorumun üslubunun hafif olması olanaksız. Bir İstanbul depreminden daha kesin zaman sınırları içinde, çoktan başlamış bazı ekonomik ve fiziksel süreçlerin toplumları sıkıntılara sokacağı kesin. Bu gelişmelere karşın hazırlıklı olmak sanıldığından daha köktenci tavırlar gerektiriyor. Ernest Nagel’in 1979’da yayınlanan “The Structure of Science – Problems in the Logic of Scientific Explanation” (Bilimin Strüktürü-Bilimsel Açıklama Mantığının Sorunları) adlı önemli yapıtının girişinde, çok açık ve basit bir bilim tanımı vardır. (*Ernest Nagel Columbia Üniversitesinde bilim felsefesi profesörü idi.). “Bilim kurumlaşmış bir sorgulama sanatı olarak çeşitli meyveler vermiştir. Bugün bilimin en çok reklamı yapılan ürünleri insan ekonomisinin geleneksel biçimlerini giderek artan bir hızla değiştiren teknolojik hünerlerdir.” Teknolojinin getirdiği değişikliklerin alt yapısını kamuoyu her zaman bilinçlendirmez. Bunların başında pek çok olayın, olgunun ve sürecin oluşumundaki saptayıcı nedenler konusunda eskiden öğrenilmiş genel bilgiler gelir. Ve yeniyi, doğruyu anlamayı engeller. Nagel’in dediği gibi, “Bir çok korkularımızın ve ilkel uygulama ve davranışların kökeni olan eski inanç ve önyargılardan kurtulmak, ahlâki ve dini dogmaların akli temellerinin, sosyal haksızlıkların sürekliliğini sağlayan irrasyonel geleneklerin koruyucu katı kabuğunu zayıflatarak kırmak.” zorundayız. Bu, giderek geleneği daha çok sorgulamayı gerektirir ve önceleri tartışılmayan alanları sistematik eleştiriye açarak olur. Kısaca, sorgulanmayan tabu kalmaz. Bu durum dünyada toplumların pasif ve sürü içgüdüsü ile yaşayan çoğunluğu için rahatsız edici olabilir. Ne var ki, Nagel’in vurguladığı gibi, bu gelişmeler ‘Liberal uygarlık düşüncesinin temelidir’. Bu nedenle sürekli bir inceleme konusu olarak önemi unutulmamalıdır. Yunan Çağı ile başladı Bu kuramsal soruşturma Avrupalılar için Yunan çağı ile başlar. Bugün bilim felsefesi denilen ve bu gelişmeleri inceleyen bilgi alanı geçmişte genel bir felsefe, metafizik ve mantık başlıkları altında incelenmiştir. Bilimin ideal yapısının irdelenmesi isteği ve iradesi de, Batı kültürünün özel bir gelişmesine tekabül eder. Ne Asya kültürleri ne de İslam, bilimsel açıklamanın doğasını, mantıksal yapısını, doğayı gözleme, ölçme tanımlama tekniklerini, bilimsel gerçeğin mantık yapısını Avrupa düşüncesinin geliştirdiği boyutta ve ayrıntıda geliştirmemişlerdir. Ortaçağda dünyanın en önünde giden İslam bilimi 12.-13. Yüzyıllarda dinsel dogmatizme mağlup olarak Ortaçağdaki görkemiyle müzelik olmuştur. Bilimsel yöntemin değişik inceleme alanlarında, giderek artan ayrıntılarla ve giderek hassaslaşan tekniklerle her gün yeni bir araştırma alanı yaratma çabası ve insanı ve doğayı ilgilendiren her olgu ve gelişmeyi mantıklı bir araştırma konusu yapmak, sadece Batı kültürüne aittir. Avrupa’ya dünya egemenliğini sağlayan teknoloji ve onun yarattığı çağdaş yaşamın bütün etkinliklerini kapsayan yeni teknikler geliştirdiğini anlamayan İslam dünyası, batının yarattığı liberal uygarlığın temelini oluşturan bilim-teknik-teknoloji yapısını kavramadan teknolojiyi satın alarak ortaçağı aşamıyor. Batının satışa sunduğu ilgili yaşam ve iletişim tekniklerini ortaçağ inançlarını canlandırmak için kullanarak, bilimsel düşüncenin yarattığı dünya vizyonunu değiştireceğini hayal ediyor. Oysa bugünkü ekonomik ve kültürel tabloların açığa vurduğu gerçekler iç karartıcıdır. Geleneğin baskısını geçen yüzyılda kırmış olan Batı ve bugün büyük bir hızla gelişen Asya karşısında, eski dünyanın merkezini oluşturan İslam dünyası hâlâ alt edemediği dogmatizmi nedeniyle yeni bir ekonomik kölelik dönemine girmiştir. Bu olguyu yazılarımda yineleyerek okuyucuları çok sıktığımı düşünüyorum. Ne var ki bilim-teknik-teknoloji üçlüsünün artık bir bütün oluşturan yapısını toplum kültürüne entegre etmeden, Türkiye’nin içinde bulunduğu cehalet, fakirlik ve borç batağından kurtulması şansı olmadığını anlatmanın başka yöntemini de düşünemiyorum. Yetmiş milyonluk bir ülkeyi Batı’nın arkadan itmesi ve medyanın beyin yıkaması ile çağdaşlaştırmak kabil olsaydı, önce Suudi Arabistan çağdaşlaşırdı. Hangi sorular sorulmalı Türkiye’de tutucular soruyorlar: Kadınımız televizyonlarda gözlerimizi fal taşı açarak seyrettiğimiz kadınlar gibi mi olsun? Oysa bugün dünyada köle olmadan yaşamak için sorulacak sorular bu tür sorular değil. Toplumlar kadınlarını ve kızlarını güçleri yettiği kadar örtü altında tutabilirler. En azından, yarım yamalak bile olsa demokratik rejim, kişinin giyimine özgürlüğüne şimdilik karışmıyor. Yakın geleceğin sorunu yeteri kadar açık: Dinleri ne olursa olsun, bütün dünya toplumları enerji, su, tarım ve iletişim dar boğazına 5-10 yıl içinde girdikleri zaman, özellikle nüfusu bizim gibi yüksek olanların (Endonezya, Banglades, Pakistan, Hindistan, İran, Türkiye, Mısır, Nijerya) tek çabaları, karın doyurmak olacak. 1923’de nüfusu on milyon olan Anadolu 2023’te ondan sekiz kat daha kalabalık olacağı için halkın ve hükümetlerin sorunu açlıkla savaşmadan öteye pek gidemeyecek. Su kıt olunca tarlalardan yeterli ürün elde edilemeyecek. Enerji kıt olunca alabilinen mal bile taşınamayacak Alternatif enerji için yatırım yeterince yapılmazsa evlerimizi bile ısıtamayacağız. Kaldı ki üretim yetersiz olacağı için gerekenleri ithal bile edemeyeceğiz. Ağır bilgisizlik afyonu Üretimin ekonomik olabilmesi için, çok kısa aralıklarla değişen en yeni yöntemlerin kullanılması, yeni yöntemleri, gelişmiş teknolojiyi ve o teknolojiyi geliştirecek bilgi ve teknik örgütlenmeyi gerekiyor. Bu birbirini basit mantıkla izleyen değişme ve örgütlenmeler, cahil toplumlar için felaket senaryolarıdır. . Hala ayılamamış toplumlar 20. yüzyıldan kalma söylemlerin, 21. yüzyılda yaşamı sürdürebilmek için yetersiz olduğunu anlamakta zorlananlardır. Bu konunun tartışılması bağlamında, Türkiye’nin nerede olduğunu anlamak için politikacıların, idarecilerin ve medyanın ne söyleyip yazdığını incelemek yetişir. Türkiye ağır bilgisizlik afyonu ile kendinden geçmiş bir ülke görünümünde. Bilim ve Teknoloji dergisi gibi birkaç dergi ve doğası gereği bilim ve teknoloji ile uğraşan birkaç kurum dışında, güncel yaşama egemen olan teknoloji, artık ayağa düşmüş ürünlerin pazarlanması ve tüketilmesi üzerine oturmaktadır. Dünya günlük hava raporları gibi ülkenin geleceğine ilişkin enerji, bilimsel öğretim, teknoloji, örgütlenme ve üretim gibi bütün etkinliklerin sayısal durumunu her ay, her yıl izlemek ve yeniden programlamak zorunda olduğumuz zor bir çağa girmiştir. Türkiye’nin 80 milyon nüfusunu 10 yıl sonra nasıl besleyeceğini gösteren bir hesabı yapması ve onu sürekli yenileyerek gereklerini yerine getirmesi zorunlu. Politik retoriğin toplumlardan saklayabileceği bir gerçek yakında kalmayacak. Saygılar… DİPNOT… http://www.cumhuriyet.com.tr/?im=yhs&hn=9906&kn=18
  21. Sevgili mavi olmayan gökyüzü... Ortak değerlerde birleşmek güzel... "nerde çözüm?" diyorsunuz... Aklım yettiğince çözümü şöyle açıklamaya çalışacağım...... Biliyorsunuz 25 yıldır yaşanan çatışmanın bilançosunu 55 bin ölü olarak açıkladı dün. Peki bu 25 yılda kaç kez geçildi sınır ötesine?.. Ve tekrar tekrar geçilse ne değişecek? Kaldıki İngiliz komutanlar bile Afganistan’da askeri bir zaferin olanaksızlığını ilan ederken... Biz binlerce çocuğumuzu yabancı topraklara göndererek ne kazanabiliriz?... Son zamanlarda olmuyor sanıyorum ama bundan 8-10 yıl öncesine kadar malumunuzca OHAL köyleri yaktı yıktı, Bunun sonucunda milyonlarca Kürt vatandaşını Batı illerine sürdü/sürmek zorunda bıraktı... Bırakılda ne oldu? peki... Sonuç kocaman bir hiç... Sorunlar bir yumak gibi daha da büyüdü... ... Bugünlerde yaşanan bu gerilim içinde Türkiye bir yerel seçime gidiyor/hazırlanıyor... Ne olabilir bu süreç zarfında... Şu olur.... DTP kapatılır ve Kürt vatandaşlar “Bize dağdan başka yol bırakmıyorlar” duygusuna esir edilirse gerçekçi ve akılcı çözüme yaklaşır mıyız? Bakın... Sorun kesinlikle sınırın ötesinde değil... Burada... Sorun, ikiz oğullarından biri askerde diğeri PKK’da olan 70’lik Zülküf Amca’nın evinde. Çözüm de o evde. İkiz kardeşlerin kardeşce bir arada yaşamasında/yaşatılmasında!... Fakat anladığım kadarıyla, bunları söylemek yetmiyor.. Sakal da bıraksanız kimse dinlemiyor maalesef... Ama esas gerçek şu ki... Sözümüzü dinletmek toplumsal bir güç olmaktan geçiyor... Yani aklını kullolmanın objektif yaklaşımında.... Irk gözetmeksizin insan olmanın objektif yaklaşımında.... Saygılar... DİPNOT...
  22. Yanılıyor olamazsın sevgili Dogrucudavut.. Neden?... Şundan... Gelin şöyle biraz yakın tarihimize bir bakalım... - Yıllardır Güneydoğu insanlarımızla, Batır arasındaki gelir dağılımındaki adaletsizlik, Türk ve Kürt mafyası, Kürt kimliğinin İslamla örtüşmesi 1960'larda aynı kimliğin emek-sermaye çelişkisini ortaya çıkardığı görmezlikten gelinmedimi?... Gelindi... - Yine yıllardır sorun ''Kürt kimliği'' olarak öne sürülüyor ve Sermaye-emek, Gelir dağılımındaki adaletsizlik, İşsizlik, Yoksulluk gibi öğeler sürekli öteleniyor ya da bir kenara itilmedimi?... İtildi... - Hayrıca yıllardır ağalar, şeyhler, şıhlar niye konuşup tartışılmıyor, toprak reformundan söz edilmiyor? Neden?... Şimdi şapkamızı önümüze koyup şunu sormalıyız.... Lütfen anlatır mısınız beyler Kürt kimliği tek başına neyi çözecek Türkiye'de?... İşsizliği mi?... Dinciliği mi?... Ağalığı mı?... Şeyhliği mi?... Şıhlığı mı?... Toprak reformunumu?... Terörü mü?... Lütfen yapmayın beyler... Bu coğrafyada bizim bizden başka dostumuz yok... Bu sorunlar hep birlikte masaya yatırılarak, dile getirilerek, konuşularak, anlatılarak veee en önemlisi Kürt vatandaşlarımız kendi sorunlarını yüksek sesle anlatarak çözülecek... Demokrasi ile yönetilen bir ülkenin güzelim insanlarından; Neden bundan korkulur?... Neden dinlemmez?... Neden kucaklanmaz?... Neden anlanmaz/anlanmak istenmez?... Neden elinden tutulmaz?... Sanıyorum yıllardır güneydoğu'da yaşananlardan hala ders çıkaramadık... Bu çok üzücü... Fakaaaat... Kan gölünden çıkar sağlayanlar tek tek ortaya çıkarılmalı... Kürt aydınlar oturup şu ''kimlik'' sorununa bir göz atmalı artık... Yol alıyorlar... Ve alacaklardırda... Ben bundan kormuyorum... Bir de şu asla unutulmamalı: ''Her Kürt kökenli Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı terörist değildir.'' Saygılar... DİPNOT...
  23. Bu çiçekleri; formumuzda benim için hepsi birbirinden güzel olan tüm arkadaşlarıma gönderiyorum... DİPNOT...
  24. Hayır sevgili Efendi Türkler... Yazdıklarım bu ülkenin parçalanması olmuyor/olamaz... Aksine Kürtlerle bir arada yaşamanın bir üst boyutta siyasal kültürel-ekonomik vb. yeni niteliksel koşullarını oluşturabilmeyi sağlamak ve bunu öngörmek temeline dayalı!... Ancak En temel sorunumuz ki bunu sürekli dile getirmeye çalışıyorum... Bu çözümü ne yazıkki bu şekilde görecek, gerçekleştirecek bir siyasal beynin ülkemizde olmamasıdır/olamamasıdır!.. Diğer taraftan evet dünyanın birçok ülkesinde ayrılıkçı terör örgütleri var ama hiç bir ülke bizim kadar boş, çözümsüz, uzlaşmadan uzak, ilgisiz ve kopuk değil (Afrika dışında)... Saygılarımla... DİPNOT..
  25. Kim mi?... Canım Efendi Türkler... Düşünelim bir kere... Bu oluşumun ilk tarihlerine gidelim.... Birileri çıktı ve PKK’yı kurdu değilmi. Evet kurdu.. Ne yapıldı peki.. Ülkenin bütün akıllıları toplanıp başlangıçta bu örgütün ne istediğini sorgulayacağına, arkasındaki güçlerin kimler olduğunu araştıracaklarına... Ne yaptılar... Otuz yıldır yok Kürtler Dağ Türk’üdür... Yok efendim şu... Yok efendim bu diye mahalle siyasetinin bile daha muteber olduğu masallarla uyuttular problemi ve işin büyümesine sebebiyet yarattılar... Öyle değilmi... Öyle.. Peki... Bu arada PKK’yı besleyenler en modern silahlar kuşanmasını sağlamadılarmı... Sağladılar... Öte yandan da asker, tahtadan kurulmuş karakollarda iyi yetiştirilen ‘Gerilla’nın stratejilerine karşı etkili eğitim almadan nöbet tutturuluyor değilmi... Evet... Ve maalesef korunamıyor o karakollar... Doğrumu... Doğru... Eee sonuçta... Tabiki ölüyor (ya da şehit oluyor)...! Sonuç... Sonuç şu... Her iki taraftan ayni vatanın evlatları yok oluyor!... İnsanlarımız ölüyor.. Amaa ‘Akıllı!’ politikacılarımız kuyudan taşı çıkarmanın yolunu arayıp bulma yerine inanın olayları gövde gösterisi ve ‘Nutuk’ atma fırsatı sayıyor... Politik malzeme yapıyor değilmi... o nedenle... Bu işin boyun eğen tarafı olaz ne vatanseveri, ne ergenekonu, ne Kemalisti, ne milliyetçisidir... Kim peki....... Ülke sayın Efendi Türkler... Ülke.. Olup biten bu... Eğliyetsiz politikacılarla... ABD icazetiyle.... AB taktiğiyle olmaz bu işler... Ne ile olur... Kardeşlikle, barışla, kararlılıkla, muhatap almakla, dinlemeyle, özveriyle, anlaşmayla, ülkeye yakışır güvenilir politika, strateji ve ekonomik yaptırımla... Peki bunu devlet yapmazsa kim yapar... Tabiki dış güçler.... Yapıyor ve yapacakta... .... Anlaşıldığımı umuyorum... Size özel saygı ve sevgilerimle.. DİPNOT...
×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.